Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Merhamet
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Şeriat'in Her Emri Manevî Anlama Sahiptir
Ve İslâm'da en yüce manevî saray, ki en büyük bilge ve ermişlerinkidir.Şeriat'in sağlam temelleri üzerine kurul-muştur. İnsan Şeriat'e uymaksızın manevî hayata talib olamaz...
Geçen çağda bazı modernistler, modem uygulamaları hukuk'a sokmak ve Şeriat'in fonksiyonunu kişisel hayatla sınırlandırmak amacıyla Şeriat'i değiştirmeye, ictihâd kapısını yeniden açmağa çaba gösterdiler. Bütün bu eğilimler, dünyaya karşı belli bir manevî zaaf durumundan ve dünyaya teslim olmaktan doğmuştur. Böyle bir anlayışa kapılanlar, Şeriat'i "zaman"a, yani insanın kapris ve arzularına ve "zaman"ı oluşturan insanın her zaman değişen tabiatına uydurmak isterler. Onlar Şeriat'in topluma değil, toplumun Şeriat'e uyması gerektiğini kavrayamamadadırlar. Daha önce ictihâd yapanların İslâm'ın yararını dünyanın üstünde tutan ve onun ilkelerini maslahatçılığa feda etmeyen takva sahibi müslümanlar olduklarını anlamıyorlar.
İslâm perspektifinde Allah Şeriat' i, insana kendisini ve toplumunu ıslah etsin diye vahyetmiştir. Reforma muhtaç olan insandır, Allah'ın vahyettiği din değil. Şeriat'in dünyada varlığı, Allah'ın mahlukâta olan merhameti nedeniyledir. Allah uymaları ve onunla hem bu dünyada hem öte dünyada mutluluğu elde etmeleri için tüm hayatı kuşatan bir Yasa göndermiştir. Şeriat, böylece kişi ve toplum için bir idealdir. O, insanın her davranışına bir anlam verir ve insan hayatım bütünler. Şeriat mükemmel toplumsal ve kişisel hayatın ölçüsü ve ruhun çevreden Merkez'e doğru uçuşu için kaçınılmaz dayanaktır. Şeriat e uygun biçimde yaşamak, İlâhî irade'ye, Allah'ın insan için dilediği ölçüye göre yaşamaktır.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
İslam-i Bakış Açısına Göre Kadın-Erkek
Erkek, birçok önemli görevler yüklenmesi karşılığında, sosyal otorite ve hareketlilik gibi bazı ayrıcalıklara sahiptir. O, her şeyden önce ailenin tüm ekonomik sorumluluğunu yüklenmiştir. Ailenin tümüyle geçimini sağlamak, eşi - ki ekonomik yönden bütünüyle bağımsızdır, zengin bile olsa erkeğin görevidir. Geleneksel İslâm toplumunda, kadının kendi hayatını kazanma endişesi yoktur. Baba veya kocası olmasa bile, sosyal ve ekonomik baskılardan sığınacağı ve içinde kendine bir yer bulabileceği daha geniş bir aile yapısı her zaman mevcuttu. Bu geniş aile sistemi içinde, bir erkek Çoğu zaman yalnız kendi eşinin değil, annesinin, kızkardeşinin, teyzelerinin, eşinin ailesi ve hatta bazen yeğenler ve dahi uzak akrabalarının da ihtiyaçlarını karşılar. Böylece, kent hayatında ne pahasına olursa olsun bir iş bulmak ve hayatın ekonomik sıkıntılarım yüklenmek zorunluluğu kadınların omuzundan kalkmıştır. Kırsal kesimlere gelince, ailenin kendisi ekonomik birimdir ve iş geniş anlamıyla aile veya kabile birimi tarafından beraber yerine getirilir.
İkinci olarak, kadın kendisi için bir koca aramak zorunda değildir. Müstakbel bir eş seçmek umuduyla binbir plan kurmak ve güzelliğini sergilemek zorunda değildir. Müslüman kadın, bir koca bulmak zorunda olmanın ve tam zamanında yeterli girişimde bulunulmayınca fırsatı kaçırmanın korkunç kaygısını bilmez. O, kendi yaradılışına daha bağlı kalma imkânına sahip olarak, evinde oturup uygun bir eş bekleme cüretini gösterebilir. Bundan genellikle, dinî görev duygusuna, ailenin devamlılığına ve iki taraf arasında sosyal uygunluğa dayanan daha kalıcı ve çoğu kez sürekli ilişkilere götürmeyen anlık duygulara dayalı evliliklerden daha ender olarak boşanmayla sonuçlanan bir evlilik meydana gelir.
Üçüncü olarak, bazı nadir durumlarda kadın savaşçıları görmek mümkünse de, müslüman kadın doğrudan siyasal ve askerî sorumluluklardan muaf tutulmuştur. Bu nokta bazı kimselere bir yoksun bırakış gibi görünebilir, fakat kadın yaradılışının gerçek ihtiyaçları ışığında bu gibi görevlerin çoğu kadınlara pek ağır geldiğini görmek zor değildir. Sanki iki yaradılış arasında fark yokmuş gibi eşitlikçi bir yöntemle kadın ve erkeği aynı düzleme koymaya çaba gösteren modem toplumlarda bile, kadınlar olağanüstü durumlar dışında askerlik görevinden muaf tutulmaktadır.
Kadın da elde ettiği bu ayrıcalıklara karşılık, en önemlisi ailesi için bir yuva kurmak ve uygun bir biçimde çocuklarını yetiştirmek olan bazı sorumluluklar taşır. Kadın, bir kraliçe gibi yuvasında egemen olup müslüman koca bir anlamda evde eşinin konuğudur, içinde yaşadığı yuva ve geniş aile yapısı, müslüman kadının dünyasıdır. Ondan kopmak, dünyadan kopmaya veya ölüme benzer. Ona kendisini gerçekleştirme ve temel ihtiyaçlarım karşılamanın azamî imkânlarım verecek tarzda kurulan bu geniş aile yapısı içinde, kadın kendi varlığının anlamını bulur.
Şeriat böylece kadın ve erkeğin rollerini, onların birbirini bütünleyen tabiatlarına uygun biçimde tasarlar. O, erkeğe, ağır sorumluluklar yüklenmek ve ailesini bütün sosyal, ekonomik ve diğer güç ve baskılara karşı korumakla ödediği, sosyal ve siyasal otorite ve faaliyet ayrıcalığını vermiştir. Erkek, her ne kadar genel anlamda dünyada bir yönetici ve ailesi içinde bir imam ise de, yuvasında eşinin bu alanda hakimiyetini tanıyan ve ona saygı gösteren birisi olarak hareket eder. Karşılıklı anlayışla ve Allah'ın her birinin omuzlarına yüklemiş olduğu sorumlulukları yerine getirmekle, müslüman kadın ve erkek, özel hayatlarını gerçekleştirebilir ve İslâm toplumunun temel yapısını oluşturan sağlam bir aile birimi meydana getirebilirler.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Sünnet Olmadan Kuran'ı Kerim'in Büyük Kısmı Kapalı Bir Kitap Olarak Kalacaktır
Hadis ve Sünnet vasıtasıyla müslümanlar,Hz. Peygamberi ve Kur'an'ın mesajını tanıyabilirler. Hadîs olmazsa Kur'an'ın büyük bir kısmı kapalı bir kitap olarak kalacaktır. Kur'an bize namaz kılmayı söylüyor ama, Peygamber Sünneti olmadan nasıl namaz kılınacağını bilemeyiz. İslâm'ın merkezi ibadeti olan günlük namazlar gibi temel bir pratiğin ifası, Peygamber tatbikatının kılavuzluğu olmasa mümkün olmayacaktır.
Bu, hayatın diğer binbir türlü durumu için de aynıdır; öyle ki Kur'an ile Allah'ın onu kendisine vahyetmek ve insanlığa yorumlamak için seçtiği Peygamber'in söz ve uygulamaları arasındaki hayatî bağa dikkati çekmek hemen hemen lüzumsuzdur.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Hadis Literatürü
Onlar arasında, Hz. Peygamberin sıkıntılı zamanlarda, bir elçi kabulünde, bir tutsağı karşılamasında, ailesiyle münasebetinde ve insanın ailevi, sosyal ekonomik ve siyasal hayatıyla ilgili hemen hemen diğer bütün durumlarda söylediği sözler bulunur. İlave olarak, bu literatürde birçok metafizik, kozmoloji, ahiret ve manevi hayatla ilgili meseleler de ele alınmıştır. Kendi bütünlükleri içinde Hadis ve nebevi Sünnet, sıkıca bağıntılı bulunduktan kurandan sonra İslâm toplumunun sahip olduğu en değerli kılavuzluk kaynağını ve Kur'anla birlikte tüm Islami hayat ve düşüncenin menbaını oluşturur.
Tüm Islâmî yapının bu temel yönüne karşı, Batılı müsteşriklerrin etkin bîr ekolu tarafından yakın yıllarda sert bir saldırıda bulunuldu. İslâm'a karşı hiçbir saldın, bizzat Islâm esaslanın baltalayan ve etkileri maddî alandaki bir tecavüzün yapacağından daha tehlikeli olan bir saldırıdan daha Hain ve sinsi olamaz. Hadîs eleştiricileri, bilimsel olma iddiasıyla ve bütün dini gerçekleri tarihî olaylara indirgeyen meşhur -rezil demek gerekecekti— tarihî metodu uygulayarak bu literatürün Hz. Peygamberden gelmeyip daha sonraki nesiller tarafından '"uydurulduğu'' sonucuna varmaktadırlar.Bu saldırıların çoğunda sunulan bilimsel görünüşün ardında yatan şey, Islâm'ın Îlâhî bir vahiy olmadığı şeklindeki a priori iddiaadır.
Eğer Islâm İlâhî bir vahiy değilse, VII asr. Arap toplumunda mevcut faktörler arasında can» varlığına bir izah aramak gerekir. Mademki Bedevi bir toplum herhangi bir metafizik bilgiye sahip olamaz, İlahi söz veya Logos üzerine varlığın en yüce mevkii ve Evrenin yapısı üzerine bilgi sahibi olması mümkün değildir,o halde hadis litaretüründe bu meselelerle ilgili her şey,sonuç olarak sonradan eklenmiş olmalıdır.Eğer hadis eleşticileri sadece Hz Peygamberin bir peygamber olduğunu kabul etmiş olsalardı artık hadislerin ana kitlesine karşı bilimsel geçerliliği olan herhangi bir delil kalmayacaktı.Fakat onların,hadis literatüründe diğer dinlerin doktrinlerine benzeyen veya Batıni meselelerle ılgiii her şeyi sonradan uydurulmuş mülahaza etmek zorunda kalmalarına yol açan şey,kesinlikle,kabul etmediklerin bir husustur.
Şüpheli birçok Hadîsin bulundugunda elbet kuşku yoktur.. Fakat bizzat Islâm hadîs bilginleri, hadis metinlerini (iu mul-cerh) ve içinde hadîslerin söylendiği şartlar ile peygamber sözlerinin nakil zincirlerinin geçerliliğini (ilmü'd-dirâye) kontrol için dakik bir ilim geliştirdiler. Onlar, hiçbir modern âlimin üstesinden gelmeyi umamayacağı bir tarzda sözleri elekten geçirdiler ve söz konusu faktörlerin detaylı bilgisiyle karşılaştırdılar. Bu yolla bazı sözler kabul edilmiş, diğer bazıları da şüpheli kaynaktan geldiklerinden veya tamamen gay- rı mevsuk olduklarından reddedilmiştir.
Hadîs toplayanlar gerçekten insanların en müttakî ve en inançlılarıydılar ve hadîs bulmak için çoğu zaman Orta Asya'dan Medine'ye, Irak veya Suriye'ye seyahat ederlerdi. Tüm Islâm tarihi boyunca, din âlimlerinin en dindar ve zâhidleri Hadîs bilginleri (mu- haddisûrı) olmuştur ve bir şahsın bu alanda otorite olarak tanınması için toplumun güveni ile takva derecesinin gerekli oluşu nedeniyle, din âlimlerinin tüm farklı sınıflan arasında bu bilginler daima bir azınlık teşkil etmişlerdir.
Gerçekte, modern Hadîs eleştiricilerinin kendi sözde tarihî metodlarını uygularken kavramadıkları şey, bugün birçok bilimsel ortamda hüküm süren bilinemezci (agnostik) zihniyet tarzını geleneksel Islâm hadîs bilgininin zihniyetinde tasavvur etmiş olmalarıdır. Onlar sanıyorlar ki, dinî meseleleri, Hz. Peygamber'in sözlerini "uydurmaya" veya büyük bir itina göstermeden onları hadîsler bütününe katmaya imkân verecek böyle "kayıtsız" bir tarzda ele almak, o hadîs bilgini için de mümkündür. Onlar, geçmiş çağların insanları ve özellikle din bilginleri için,
Cehennem ateşinin soyut bir düşünce değil somut bir gerçek olduğunu kavrayamıyorlar. O bilginler, günümüz insanlarının çoğunun güçlükle tasavvur edebilecekleri bir tarzda Allah'dan korkuyorlardı ve Cennet ve Cehennem alternatifini her şeyin en gerçeği kabul eden bir anlayışla onların Peygamber sözlerini uydurmanın affedilmez günahını işleyebileceklerini düşünmek psikolojik olarak saçmadır. Tarih içinde bir sapaklık (anomali) olan modern man- taliteyi, insanın dinî bir dünya içinde yaşadığı ve düşündüğü, hayatı dinî değerlerin belirlediği ve insanların evvelâ ve herşeyden önce kendilerine düşen en önemli görevi ifaya, yani ruhlarını kurtarmaya çalıştıkları bir döneme yansıtmaktan daha az bilimsel bir şey olamaz.
Uydurulmuş sözlerin ikinci asırda ortaya çıktığını ve üçüncü asırda hadîs toplayanların bunları iyi niyetle Peygamber sözleri olarak kabul ettiklerini iddia eden Hadîs eleştiricilerine de aynı cevap verilebilir. Hz. Peygamber'in Sünneti ve sözleri ilk nesil ile hemen onu takibeden nesil üzerinde öyle derin bir iz bırakmıştı ki, yeni sözler ve esasen önceden konmuş kuralların düzenlediği dinî konularda yeni usul ve hareket tarzı uydurmak hemen toplumun muhalefetiyle karşılaşacaktı. Bu, tüm dinî hayatın devamlılığı ve İslâm strüktüründe gerçekte hiç farkedilmeyen bir kopuş anlamına gelmiş olacaktı. Üstelik, Şiîlik'de sözleri Hadîs koleksiyonunda yer alan ve bizzat kendileri Peygamber sözlerinin en güvenilir nakil zincirleri olan İmamlar, III. İslâm asrından sonra, yani meşhur Hadîs mecmualarının toplandığı dönemden sonra yaşadılar.
Öyle ki, modern münekkidlerin Hadîs "uydurmacılığı" dönemi olarak gösterdikleri döneme köprü oklular. İmamların bizzat varlığı, gerçekte, Hadîs literatürünün mev- sukiyetine karşı ileri sürülen ve yalnız şüpheli ve sahte sözleri değil, İslâm toplumunun başlangıçtan beri üzerinde biçimlendiği ve yaşadığı Hadîs külliyatını da hedef alan delillerin yanlışlığına fazladan bir kanıttır.
Bu Hadîs eleştirisindeki köklü tehlike, böylesi delillerin etkisi altında Hadîs külliyâtının Hz. Peygamber7in sözü olmadığı ve dolayısıyla Onun otoritesini taşımadıkları yolundaki Öldürücü çapta tehlikeli sonucu kabul eden müslümanların gözünde hadîslerin değerini düşürmede yatmaktadır. Bu yolla, İlâhî Yasa'nın temellerinden biri ve manevî hayat kılavuzluğunun hayatî bir kaynağı yıkılmış olur. Bu, İslâm yapısının dayandığı temelin çökmesi gibi bir şeydir.
Bu durumda artık Hz. Peygamberin yardımı olmadan anlaşılması ve yorumlanması çok ileri bir seviye arzeden Kurban yalnız kalmaktadır. Kendi hallerine kalınca insanlar çoğu durumlarda Kutsal Kitap'ı kendi sınırlı kabiliyetleri çerçevesinde anlayacaklarından, İslam toplumunun tüm mütecanisimi ve Kur'an ile İslâm'ın öngördüğü dinî yaşayış arasındaki ahenk bozulacaktır. Pek az problem, şimdi müslümanlar arasında bazı çömezleri de bulunan modern Batılı eleştiricilerin Hadîs literatürüne karşı ileri sürdükleri ithamlara karşı ehliyetli müslü- man âlimler tarafından bilimsel —fakat muhakkak "bilimci" değil— bir tarzda kaleme alınmış bir cevaba ve İslâm toplu- munu kaçınılmaz bir aksiyona çağırmaktadır.
Dinî bakış açısını terkeden ve eleştiricilerin görünüşde bilimsel fakat gerçekte hiçbir müslümanm kabul edemeyeceği a priori bir varsayımı, yani Hz. Peygamber'in peygamberlik fonksiyon ve yetkisinin mevsukiyeti ile Kur'anî vahyin semavî menşeini reddeden bir varsayımı gizleyen metodlarına hayran birtakım müslüman çömezler de bu eleştirilere katılmaktadırlar.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
İslam Mesajını Anlamak Resulullah'a (a.s) İtaat ile Olur
'Sünnî kaynaklarda hadis râvilerinin en saygınlarından biri olan îbn Abbâs'ın Hz. Peygamberden naklettiği bir hadis de şöyledir: Bir gün Arafat dağında vakfede îbn Abbâs, "Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratandır" (et-Talâk 65/12) âyetine işarette bulundu ve topluluğa yönelerek şöyle dedi: "İnsanlar! Eğer bizzat Hz. Peygamber'den duyduğum şekilde size bu âyeti yorumlasaydım beni taşa tutardınız" Bu açıklama Kur'an'ın ancak onu dinlemeye ve anlamaya yetenekli kimselerce kavranabilen bir iç-anlam ihtiva ettiğini göstermiyorsa, başka neyi ifade ediyor?...
....
O halde özet olarak denebilir ki Kur'an, hem insanın pratik hayatını yönlendiren yasanın kaynağı hem de aklî çabalarına ilham veren bilginin kaynağıdır. O, içinde insanın doğal ve sosyal muhitinin şekillendiği bir evrendir; insan nefsinin hayatını, onun oluşunu, gerçekleşmesini ve bu dünyanın ötesinde nihaî kaderini belirleyen bir evren...
Böylece O, Islâm'ın merkezi teofani (tecelli)sidir, bir tecelli ki onun elçiliği ve insanlara yorumlayıcısı olarak seçilen insan olmadan asla anlaşılmayacak ve asla İnsanlara gelmiş olmayacaktı. Bir gün Hz. Peygamberce kendisinden sonra gelecek nesillerin Onu nasıl hatırlayacakları ve ruhunun tabiatını nasıl bilecekleri sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Kur'anı okumakla". Ve Hz. Peygamberin önemi, hayatı ve öğretilerinin tetkikiyledir ki Kur'an'ın ihtiva ettiği şekilde Islâm mesajınıın tüm anlamı kavranabilir.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Kuran-ı Kerim,Her Bilginin Protipidir
Bazı modern tefsircilerin yaptığı gibi, Kur'an'da detaylı bilimsel bir malûmat bulmaya çalışmak faydasız ve gerçekte saçma bir şeydir. Bu, aynı zamanda, bilimsel buluşlarla Kitab-ı Mukaddes'in metni arasında ilişki kurmak hususunda Batı'da yapılan girişim gibi anlamsızdır. Belli bir bilimin buluşlarıyla Kutsal Kitap'ın metni arasında bir ilişki kurulduğunda, bu bilimin değişikliğe uğraması halinde ebedî bir mesaj ile artık kendisine doğru gözüyle bakılmayan geçici bir bilgi şekli arasında bağıntı kurmuş olmanın sıkıntılı durumuyla karşılaşılır. Kur'an'ın içerdiği, kozmoloji ve tabiat bilimleri dahil her bilginin prensibidir. Fakat bu prensipleri anlamak için, "Kitabların Anası" nın anlamına nüfuz etmek ve buradan ilimlerin detaylı içeriklerini değil, temel ve esasını keşfetmek gerekir.
Şu halde Kur'an, İslâm'da yalnız dinî ve metafizik alanlarda değil, bilginin özel dallarıyla ilgili alanlarda da bilgi kaynağıdır. Her ne kadar modern bilginlerce çoğu kez ihmal edilmişse de, metafizik, ahlâk ve hukuk bilimleri bir tarafa, İslâm bilim ve felsefesinin gelişmesinde Kur'an'ın rolü çok büyük olmuştur. O, aynı zamanda, her İslâmî entellektüel gayretin içinde yer aldığı çerçeve olarak rehber de oldu.'
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
İradenin mahiyeti nedir?
Batı dünyasında İslâm hakkındaki genel anlayış, insanın hür irade ve insiyatifine hiçbir rol bırakmayan bu sözde kadercilik (fatalizm) üzerinde merkezleşmektedir. Gerçek ise tamamen başkadır. Eğer İslâm kaderci olsaydı yetmiş yılda bilinen dünyanın yansını fethedemezdi Dünyanın tanımış olduğu en dinamik, ataerkil ve cesur medeniyetlerinden birisine kaderci demek gerçekten saçmadır.
İslâm Allah'a tam tevekkül, O'nun iradesine boyun eğme ve yalnız kendisinin sonsuz olması sebebiyle yalnız O'nun mutlak şekilde hür olduğunun kavranılması üzerinde ısrarla durur. Fakat insan teomorfik tabiatı sayesinde, gerçekte Allah'a ait olan bu irade hürriyetini paylaşır. Mutlak anlamda yalnız Allah hürdür. Zira mutlak anlamda gerçek yalnız Fakat insan bakış açısından, kendisinin gerçek olması ölçüsünde o da hürdür.
Bu mesele şüphesiz insan aklı açısından çözümlenmesi en zor meselelerden biridir. Zira determinizmle hür irade arasındaki ikilem muhakeme ve ispata dayanan düşüncenin sahasını aşan ve yalnız kendisi coincidentia oppositorumu (zıtların birliği) kavramak gücünde olan aklî (kalbi) sezgiyle anlaşılabilen problemlerden biridir. Bunun tartışması İslâm'da olduğu gibi Yahudî ve Hıristiyan ilâhiyatında da uzun bir tarihe sahiptir. Fakat İslâm'da kuvvetle vurgulanan husus mutlak anlamda hürriyetin yalnız Allah'a ait olduğudur. Bununla beraber biz, bu hürriyeti paylaşmakta ve bu sebeple seçimde bulunmak sorumluluğunu taşımaktayız. Eğer bu sorumluluk bize yüklenmiş olmasaydı, dinî inanan hiçbir anlamı kalmazdı.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Sevgi,Müslümanca Sevgi
Batı kültürünün egemen olduğu toplumlarda insanlar giderek birbirinden uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmış hale gelmektedirler. Çünkü bireycilik (olum-suz bir kelimeyle ifadelendirirsek bencillik) giderek Ba-tılı hayat tarzının vazgeçilmez sabitesi olarak dünyada yerini almaktadır.
Yalnızlık, basit olarak, başkalarından yalıtılmış olma anlamına gelmektedir. Başkalarıyla bir araya gelmekse ancak sevginin gücüyle mümkün olabilmektedir. Başka biçimde anlatırsak, insanların yalnızlıklarıyla başa çıkabilmesi sevginin devreye girmesiyle gerçekleştirilebilecektir.
Oysa Batı kültürünün yaşandığı yerlerde, insanlar, bu alanda da bir başlarına bırakılmakta, herkesin kendi başının çaresine bakması beklenmektedir, insanlar arasındaki ilişkiler ya araçsallaştırılmıştır (medyatik ortam: tek yönlü, tek taraflı iletişim) veya kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (sosyal yardım kurumlan, güçsüzler yurdu, huzur evleri, esirgeme kurumlan gibi), iletişimin, sevgiden yoksun biçimde, araçlar ve kurumlar aracılığıyla ve mekanik biçimde gerçekleştirilmeye çalışılması, elbette insanların beklediği mutluluk ve huzur ortamının hâsıl olmasına yol açmıyor. Tersine, giderek onları belki sevgiye daha muhtaç hale getiriyor.
İslam toplumundaysa insanlar arasındaki ilişkiler düzmece kurumların aracılığıyla ve yalnızlığı giderek soysuzlaştırarak değil; fakat insanların ortaklaşa vic- danlarını harekete geçiren bir vetireyle gerçekleştiril- mektedir. Müslüman'ca bir yaşantı içinde olan insan, yalnızlıkla başa çıkabilmenin başıboş yönelmelerle de-ğil, fakat disiplinli bir çabayla elde edilebildiğini kavrayabilecek bir düzlemde bulunur. Kuran'da önerilen zikir süreci, böyle bir disiplin egzersizidir. Zikir, insanın kendi ben'ini fark etmesi, kendi beni ile Allah'ı bir ve bütün olarak düşünebilme çabasıdır.
Bu hedefe varılabilmesi, insanın kendi iradesini Allah'ın iradesi ile ahenkleştirilebilmesi dolayımından geçerek gerçekleştirilebilir veya daha iyi bir ifade ile gerçekleştirilmesi umulabilir. Böylece, şu olguyu işaret etmiş oluyoruz: Zikir, insanın kendinden geçmesi (vazgeçmesi, kendi benini terk etmeyi denemesi) ve bu süreç esnasında kendini Allah'ın varlığında yeniden bulması hâlidir. Insanın, kendinden vazgeçmesi ve kendini Allah'a adamasıyla gerçek ve yüce anlamda sevgi imkân dâhiline giriyor. Bu sevgi, hasis ve kısır, bencil bir sevgi değildir; tersine özveri gerektiren ve son tahlilde sevginin kul'u olunduğuna dair bir idrakin yolunu açan, verimli ve cömert bir sevgidir. Bu suretle insan, Allah'a imanın ve teslimiyetin yolunu keşfetmiş oluyor. İnsan, bu dolayımdan geçerek kendini kozmik evrenin bir parçası olarak görmeyi başarabilirse, yaratılmış olan her şeyle kendi arasında bir sevgi bağı kurmanın da üstesinden gelebilir. Yunus Emre'nin: "Yaratılmışı severiz, yaradandan ötürü" mısraı, sanıyorum böyle bir kavrayışın yolunu açıyor.
Tasavvuftaki "halvet der encümen" hâli, insanın, başkalarıyla birlikteyken, yani kalabalık içinde kendisini Allah'la bir hissetmesi olayıdır. Bir bakıma da, insanın, kalabalık içinde, kendi beninin yalnızlığını hissetmesidir. Durum, "zahiri halk, bâtını hak ile olmak" biçiminde de dile getirilir.
"Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz" mealindeki hadisi şerifin, sevginin bir yöneliş olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan sevgisinin hemcinsine (kadın marifetiyle), tabiata (koku marifetiyle) ve Allah'a (namaz marifetiyle) yönelişinin veya yönlendirilmesinin ifadesi olarak algılanabileceğine dair bir eğilimin vurgulandığını hissediyorum. Muhiddin-i Arabî, Fusûsi'l-Hikem adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: "... şu duruma göre, Hak-Erkek-Kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan Rab'bına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğim muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı, hem de kendisini yaratan Hak'ka karşı oldu. İşte bunun için Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'Bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak Rab'bının suretiyle ilgili olduğundan, kendi nefsinden bahisle 'Ben sevdim' demedi. Bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile Allah'a nispet etti. Çünkü Hazreti Peygamber kadın sevgisini, Allah'ın kendi sureti üzere olan mahlûkuna muhabbeti gibi, ilahı ahlaka uymak için dilemiştir."
Böylece, insanın, hemcinsine karşı olsun, tabiata (bütün mahlûkata) karşı olsun, Allah'a karşı olsun, yönelen sevgisinin cevherinde ilahı bir nefhanın içkin olduğu kabul edilmektedir.
Müslüman, gündelik yaşantısında, yalnızlıkla baş edebilme çabasında başıboş bırakılmamıştır, demiştik. İşte:
Cemaatle kılman günde 5 vakit namaz,
Haftalık cuma namazı ve hiç olmazsa,
Yılda 2 kez bayram namazı,
Oruç,
Zekat
Hac
ibadetlerinin tümü, insanlar arasında iletişim sağlayarak onların birbirlerine karşı sevgisini çoğaltan, yalnızlıklarıyla başa çıkmalarını sağlayan süreçlerdir.
Namaz, insanın, Allah'ın huzurunda teslimiyetini remz etmesi ve O'ndan başka her şeyin fâni ve batıl olduğunun ifadesi bakımından, insanın yalnız bırakılmamış olduğunun güçlü ve ısrarlı dile getirilişidir, diyebiliriz. Allah varsa ve ben ona boyun eğiyorsam, yalnız değilim- Allah'la yalnız değilim. Aynı zamanda, benimle birlikte, aynı anda yönünü Kâbe'ye çevirmiş milyonlarca başka insanla yalnız değilim. Tersine, başkalarıyla birlikte ve aynı yöne bakıyor olma bilincini yaşamaktayım; onlarla aynı Allah'ın kulu olma duygusunu paylaşmaktayım.
Ramazan orucu, gündelik hayatın akışına müdahale etmenin ve bu suretle sair zamanlarda farkına varıl-mayan ama hayatımızda yeri bulunan bazı ayrıntıların farkına varmamızı sağlamanın yanında, insanın kendi ben'ine eğilmesi ve bir anlamda kendi benini anlamaya çalışması gibi bir fırsatı ortaya çıkarmaktadır, insan, kendini anlamaya, kendi faniliğini an be an hissetmeye hazır hale konulmaktadır. Ramazan orucuyla insan, vakitlerin de başkalarıyla paylaşılabileceğini öğren-mekte ve bunun eğitiminden geçirilmektedir.
Zekât, somut biçimde malların paylaşılması, insanla-rın değer verdiği şeyleri başkalarına vermesi eylemidir. İnsanın dünyaya karşı müstağni kalmasının yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temiz-lediği içini başkalarına sunmaya hazır olduğunu göster-mektedir. Dayanışmanın, maddî (İktisadî) hayatımızın manevî bir alana taşınabilir olduğunun ifadesidir.
Hac, bizi, evrensel sevgi iklimine ulaştırmaktadır. Öteki ibadetler, her şeye rağmen, insanın dar, kişisel çevresiyle, ailesi, mahallesi ve nihayet içinde yaşadığı kenti ile ilintili iken; hac, bütün dünya Müslümanlarının bir araya gelmesini sağlıyor. Aynı zamanda, keza insanın bir kez daha, bir tür bir kıyamet ortamında
kendisiyle bir kez daha tanışmasına kapı açıyor, insanlar arasında evrensel kardeşliğin, Allah katında kul olarak herkesin eşit oluşunun tescilini sağlıyor.
Bütün bu ibadetlerin her birinin, insanlar arasında zorunlu bir iletişim sağlamaya yol açtığı düşünülürse, Müslümanların birbirleriyle 3 günden fazla küskün durmasının tecviz edilmemesi anlam kazanmaktadır.
Sevginin bir verme eylemi olduğuna değinmiştik. Bu ibadetlerin tümünde, insan, verme konumunda bulunmaktadır. Namaz, insanın kendisini Allah'a vermesinin; oruç, kendi üstüne eğilen nefsin kendinden vazgeçmesinin ve yine kendisini Allah'a adamasının; zekât, alın terinin (emeğin) başkalarına sunulmasının; hac, kendini başka müslümanlara adamanın birer işareti olarak görülebilir. Bütün bunların içinde ve ötesinde Allah'ın rızasına ulaşabilme dileği mevcuttur. Kavram olarak Allah rızası, karşılık gözetmeden verme anlamını taşımaktadır.
“Veren el, alan elden üstündür” mealindeki hadis-i şerif, aslında belki de, sevgiyi önermektedir. Verme eylemini kanaat sahiplerinin başarabileceğini düşünürsek, “zenginlik kanaattedir” diyen hadis-i şerif mealinin de aynı verme yorumunda birleştirilebileceği anlaşılabilir.
Kaldı ki, verme işi salt maddi değerlerle ilgili bir alana hasredilmiş değildir; daha önemlisi, insanın kendisinden, bilgisinden, tecrübesinden, aklının ürünlerinden... vermesidir. İslâm, bu konuda da müslümanları cömert olmaya ve sürekli vermeye çağırıyor.
Verme eyleminin, aynı zamanda kendi nefsimizin hakkını gözetme (bir emanet olarak kendi nefsimizin hakkını gözetme) sorumluluğunu içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, bencillikten bütünüyle farklı bir anlam taşıyor; bencillik kendi nefsinin çıkarını ve sadece bu çıkarı gözetme anlamını taşırken; nefsin hakkını verme durumu hasbi bir mahiyet taşımaktadır; başka bir söyleyişle, nefsin hakkını gözetmede gene Allah'ın rızası öne geçmektedir.
Batı kültürünün kin ve nefretten doğmuş ve günümüz dünyasına hakim bulunan değerleri karşısında, müslümanlar, öteki bütün insanların da adına sevgiyle örülü bir dünya talebinde bulunuyor. Müslümanlar, daima demokrasiden daha fazlasına talip oldular; sevgi dünyasına talip oldular. Oluyorlar. Bunu, müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslâm'a doğru değiştireceklerini ve onlar kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum. Çünkü onların, insan kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceğine inandıklarını biliyorum.
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
Abdülhamit Han'ın Talihsizliği
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
2.Abdülhamid'in İslam Birliği Politikası
"Abdülhamit'in ismi cuma namazlarında Hindistan, Endonezya camilerinde okunan hutbelerde zikredil-miştir. Bu, o güne kadar hiçbir Osmanlı Sultanı'nın elde edemediği bir güçtür. Panislamist hareketin sonucu olarak, 20. yüzyıl başında büyük bir İslam birliği dinî alanda gerçekleştirilmiş bulunuyordu ve bu birlik yasal alanda da ihmal edilemeyecek bir kuvvet haline gelmek üzereydi. Öyle ki, Hicaz demiryolu yapılırken dünyanın her yanındaki Müslümanlardan bağışlar geldi. Türkiye'nin girdiği savaşlar, bütün İslam mer-kezlerinde Osmanlılar lehine sempati gösterilerine sebep oldu. Türk Kızılay'ı, İslam ülkelerinden geniş yardımlar gördü. Balkan Savaşı'nda Edirne'nin kurtuluşundan sonra Türkiye'ye gelen kutlama telgraf ve mesajları içerisinde Amerika, Brezilya, Güney Afrika gibi uzak ülkelerin Müslüman topluluklarının gönderdikleri de vardı." (Bkz. Osmanlıların Yarı-Sömürge Oluşu, s. 50).
Bu satırları yazan kimsenin işte, Abdülhamit bu nitelikteki bir hareketin lideriydi, dedikten sonra, fakat acaba Panislamist eğilimlerin bu güçlü yanını olanca açıklığı ile görebiliyor muydu, diye sorması gerçekten tuhaf kaçıyor.
Bu soru, Sultan Abdülhamit'e değil, onu deviren iç ve dış güçlere yöneltilmelidir asıl. Onu devirmekte rolü olan Batı devletlerinin Panislamizm'in bu gücünü bildiğine ve bunu bildikleri için onu devirdiklerine şüphe edilebilir mi?
Abdülhamit in tahttan indirilmesinin sonucu ne olmuştur? Yukarıda andığımız Türkiye Anıları'na bakalım: ‘Abdülhamit, tahttan düşürülmemiş olsaydı, Avrupa Devletlerinin halen yaralarını sarmaya çalıştığı O BÜYÜK AFET (Birinci Dünya Savaşı) meydana gelmiş olmayacaktı. Aksini farz etsek bile Abdülhamit, büyük bir ihtimalle Türkiye'nin tarafsız kalmasını sağlayarak memleketine bir zafer hediye etmiş olacaktı. Bunu iddia etmekle kâhin sayılmamalıyım.” (s. 117).
Bu satırlara eklenecek fazla bir şey olmasa gerek. Ancak bu satırların yazan İngiliz amiralinin gene Sultan Abdülhamit Han hakkında "... memleketi bir nevi istibdat idaresine sürüklediğini ve bu idare tarzının halk tarafından lanetle karşılandığını çok iyi biliyorum" demesi ve bu sözlerle bizim Batıcı aydınların iddiaları arasındaki ayniliğin görülmesi ilginç bir tespit olur.O kadar.
İmdi, Türkiye'nin Batı ile kurduğu çeşitli (askerî, si-yasî, İktisadî alanlardaki) ittifaklarına bakıldığında, Türkiye'nin Batı ile olan ortak çıkarının koordinatlarının hangi noktalarda kesiştiği söylenebilir? Bu koordinatlar acaba hem Türkiye'nin hem Batı'nın ortak alanı içinde mi kesişmekte, yoksa daima ve kesin olarak sadece Batı'nın işine yarayan bir düzlemde mi fonksiyon icra etmektedir? Özellikle 1923'ten bu yana, Türkiye'nin Batı ile yaptığı her çeşit ittifakın arka plânında, onun, kendisini, Batı uygarlık topluluğunun bir üyesi olarak kabul ettirebilme fikri, niyeti, kaygısı hatta kompleksi itici güç olmuştur.
Yani Türkiye, aslında Batı ile yaptığı ittifaklarda, onunla birlikte bir ortak başarıyı gerçekleştirme yerine, kendini Batı uygarlığının bir üyesi imiş gibi hissettirmeye çalışan tuhaf bir tutum içine girmiştir. Yani aslında, Türkiye'nin Batı ile yaptığı ittifaklar, gerçek anlamda bir ittifak da değildir, Batı nezdinde, kendine bir himaye sağlama politikasıdır. Çünkü ittifakın temeli olan, güçler arasındaki denklik
ve denge mevcut değildir.
Böyle olunca, bu birleşmeden doğan ortak gücü kullanma, yönlendirme, hatta yerine göre ihlal, iptal, ilga etme inisiyatifi, güçlü olan yanın elinde bulunacaktır. Güçsüz tarafsa, bu sunî olarak bir araya gelmeden dolayı daima istismar edilme durumunda kalacaktır.
Türkiye, Batı ile ittifak görüntüsü altında güttüğü politikada günün birinde, farzı-muhal başarıya ulaşsa (yani tam anlamıyla "batılılaşmış" olsa) bundan kazançlı çıkacak olan yan kim olacaktır?
Burada, kazançlı çıkacak olan yan, kuşkusuz, gene Batı olacaktır. Kendi uygarlık camiasına yeni bir üye katmak, konuya uygarlık düzeyinde bakıldığında, Batı'nın zaferi olarak dışlaşacaktır.
İslam'ı, alternatif olarak göremeyenler için, bu sözümüz anlamsız kaçabilir. Fakat Türkiye için ve bütün Orta Doğu ülkeleri için meselenin can alıcı noktası burasıdır.
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
Batının Osmanlı Devletine Kabul Ettirmeye Çalıştığı Eşitlik Düşüncesi
1-Osmanlı’nın İslâmî toplum düzeninde Müslümanlarla Gayrimüslimler arasında bir eşitliğin sağlanmasını istersek, gerçekte, Müslümanlara gayrimüslimlerin- «statüsünü kabul ettirmek demektir. Bunun aksini düşünmek mantığa ters düşer. Çünkü gayrimüslim, gayrımuslim olarak kaldığı sürece ona İslam'ın münhasıran Müslümanlar için öngördüğü hukukî statüyü uygulamak mümkün olmayacaktır. Böyle bir uygulamaya girişmek gayrimüslim yurttaşın vicdanına baskı yapmak anlamına gelecektir. Esasen, Batının istediği de bu değildir. Öyleyse, Batı, Müslümanların her türlü değer yargısını Batı Hıristiyan toplumlarının değer yargısına göre değiştirmek istemektedir. Böylece, İslam toplumu, ekonomik düzeni de dâhil olmak üzere bütün toplum yapısını Batı toplumunun esaslarına göre ayarlamış olacaktır. Yani eşitliğe esas alınacak sistem İslam degil, Hıristiyanlık olacaktır. Bunun doğal sonucu, Muslümanlar, Batının tüketim ekonomisi sürecine girecektir. Dolayısıyla Batı, kendi üretimine uygun geniş bir pazar imkânı elde edecektir (ekonomik sebep.)
2. Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitlik olmasını istemek, azınlıklara farklı muamele görüyorlarmış gibi bir izlenim verecektir. Böyle bir bilinçle hareket eden azınlıklar, neticede Osmanlı’ya karşı ayrı baş çekme düşüncesine (milliyetçilik) yönelecektir. Dolayasıyla eşitlik fikrinin sürekli olarak işlenmesi, Devleti parçalanmasına müncer olacaktır (siyasal sebep).
3. Yeryüzündeki İslam devletinin tek temsilcisi du-rumunda olan Osmanlı Devletini yıkmak suretiyle, İslam uygarlığına darbe indirilmiş olacaktır (uygarlıklar arasındaki kavganın uzun vadede görünüşü).
Osmanlı devleti, zaman içinde gerçekleşecek bu so-nuçların hiç birinin farkında değildir henüz. Anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı devleti, Batının bu isteklerini defi belâ kabilinden kabul ediyordu. Üstelik Batının bu tekliflerini kabul etmeye hazır gönüllü bir aydın takım yetişmişti.
Batı, gerçekte, sosyal ve hukukî kurumlan değiştir-mekle, İslâmî düzeni, şahdamarından boğmuş oluyordu. Çünkü İslam düzeninde hukukî kurumlar, Marx'ın ileri sürdüğü gibi, üst yapıdan ibaret değildir. Yani bu kurumlar İktisadî olgunun isterlerine göre teşekkül et-memişlerdir. İslam toplumunda, İktisadî olgu da dâhil, bütün toplumsal olgular, hukuk kurumlarıyla teşekkül etmiş, var olmuş, anlam kazanmışlardır.
Dolayısıyla hukukî kurumların değiştirilmesi İslam toplumu için bütün bir sistemin, anlayışın, toplumsal yapının değiştirilmesi demektir.
Meseleyi, İslâmî esaslara göre kavrayıp değerlendi-rebilecek bir müdir fikir zuhur etmeyecek miydi? Os-manlı Devleti bu., bir silkiniş, bir kendine dönüş hare-keti her an beklenebilirdi. Görelim.
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
Zulüm ve Düşman
Sade Neron zalim değil, baba mirasının bütününü eline geçirmek için tuzak kuran kardeş de zalimdir. Yalnız devlet zalim değil, hayatı karartan kadın da zalimdir. İsa peygambere ihanet edip Romalılara bildiren Yehuda kadar, belki ondan fazla günahsız gönülleri her gün zehirleyen yayınlar, gazeteler ve radyolarla televizyonlar da zalimdir. Bizi yakından kuşatan bu zalimler, insanlığın tarihini çerçeveleyen ünlü ve büyük zalimlerden yüz defa daha tehlikeli, çok daha zararlıdırlar. Bedene duyurulan acılara vahşet ve işkence denilse bile, asıl ruha yapılan baskılarla, onu karartıp çökerten ve ondaki sevgi ile huzuru yokeden şiddetlere zulüm demek doğru olur. Bizi en yakından çevirip ruhumuzun derinlerine saplanan zulümler, dostun, evlâdın ve kardeşin yaptıklarıdır. Ruhumuzun derinlerinde bizim de farkında olmadan kendimize yaptığımız zulümse, kurtulamadığımız hasetten, kalbimizi parça parça bölen fitneden, aklımızı sanki zehirli bir rüzgârla bizden uzaklaştıran harslardan doğmuş olanıdır
Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlığını yapabilen zalim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise, âlemleri doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düş- inanlardır. Düşman her yerde bulunur. Evimizde, etrafımızda, büyüklerimizin olduğu kadar küçüklerimizin arasında, hattâ mabetle bile düşmanlar doludur. Medeniyet, kılıcın düşmanlığını menfaat alışverişiyle maskelemiş bulunuyor. Bu sonuncusu, evvelkinden farklı olarak riyakârlıkla, sahtekârlıkla örtülüdür. Sevgiye dayanmayan aile bir musibet olduğu gibi, sevgisiz çalışma çekilmez bir belâdır. Büyük sanayi işçisiyle işvereni arasındaki münasebet, merhamet ve sevginin temellerine dayanmadıkça bu iki sınıfın birbirine düşmanlığı, her türlü refah imkânlarına rağmen daima artacak ve her zaman sınıf düşmanlığı dâvası olan komünizm kuvvet kazanacaktın Bu kuvvet, sonunda düşmanlığın en şiddetli yarışması olan harbi mutlaka doğuracaktır.
Sevgiyle idare etmeyen âmir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır.
Kaynak:
Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Ahlaki Değerler
Her alanda olduğu gibi ahlâkta da insanlığın ilerleyişi ile beraber değer hükümleri çoğalıyor. İnsanlığın ilerlemesi, ortaya koyduğu değer hükümlerini artırması demektir. Eski Roma’da hukukî değerler, Rönesansda sanat değerleri, İslâmın doğuş devri ile Osmanlılarda ahlâkî değerler içerisinde doğdukları cemiyetlerin ruhunu doldurmuştu. Bu toplumların fertlerine mutluluk getirmişti. Batının romantizmini insanlığın altın devri yapan onun, sanat ve ahlâk değerlerini birlikte yaşatan özü olmuştur. Değerlerini çürüten ve deviren cemiyet, yıkım halinde bir cemiyettir, kapıları anarşiye açıktır.
Ahlâk değerleri, evrensel olarak kabul edilen birtakım ilkelerden çıkarılır. Bu ilkeler, her biri bir ahlâkçı tarafından ahlâkî hakikat diye ileri sürülen adalet, merhamet, ödev... gibi temel fikirlerdir. Meselâ adalet ahlâkına bağlananlar, çeşitli alanlarda, ailede, millet ve insanlık içinde adaletin uygulanmalarından değerler çıkarırlar. Bu temel fikirlerin çokluğu gösteriyor ki bunlardan birini hakikat diye tanımak zorunlu değildir. Herkes doğru bulduğu birini benimseyebilir. Adaletin veya merhametin ahlâklılığın temeli olduğuna inananlar vardır. Ancak bu ilkeler matematik teoremler gibi ispatlanamazlar ama doğruluklarından şüphe edilmeyen hakikatlardır. Böyle olmakla beraber ahlâk ilkelerinin keyfi olarak ortaya koyulduklarını söylemek doğru olmaz. Onlar, fertlerin ve insanlığın bugüne kadar yaptığı denemelerin eseridirler.
Ahlâkın hakikati arında aklın kontrol ve tenkidine büyük yer verilmekle beraber burada aklın araştırması yetmiyor, ahlâk olayım kendimizin yaşamamız lâzımdır. Esasen akıl bize gerçeği yani ancak var olanı tanıtır, olması isteneni, yani ideali tanıtamaz. Var olandan, var kılınması istenen çıkarılmaz. Bunun için iradenin de harekete geçmesi lâzım geliyor. Eflatuncun dediği gibi “hakikata bütün ruhla gidilir”. Ahlâk ilkelerinin ortaya konmasında zekânın olduğu kadar kalb ve iradenin de rolü bulunmaktadır.
Kaynak:
Nurettin Topçu-Ahlak
Utanma ve Haya
İnsanın sahip olduğu değerler ruh yapısına bağlandıklarından, temelde öbür hayvanlardan farklı beden yapısı bulunmayan insan, kendi ruhunu vücuduna üstün tutar ve insan olarak ruhuna bağlandığım göstermek ister. Bunun için, ilkel toplumlardan medeni toplumlara doğru ilerledikçe insanların vücutlarını elbise ile örtmeleri âdet olmuş ve bu hal medeniyetler ilerledikçe daha güzel ve daha tam şekiller almıştır. İnsanda hayvanlarla ortaklaşa olan bazı hayatî görevlerin gizlenmesi ve ahlâk kaidelerine bağlanması, edep veya iffet duygusunu meydana getirmiştir. Utanma ve edep duyguları zayıflayanlar, ruhlarında değerler aramaktan çok kendi beden yapılarında hayvanlarla ortaklaşa değerler araştırırlar ve başkalarının ruh değerlerini de kolayca çiğnerler. Onların tam tersine büyük denen insanlar, ruhlarındaki yüksekliğe tırmanmak için, bir vücuda sahip olduklarını bile bazen unuturlar. En çok utanmasını bilen, kendi ruhuna en fazla saygı duyan insandır.
Kaynak:
Nurettin Topçu-Ahlak
Ahlâklılığın ilk şartı
Ahlâklılığın ilk şartı, temeli, insanın herşeyden ve dünyalardan değerli, hörmete lâyık olduğunu kabul etmektir, insan, insanlık düşmanı olmadıkça bu değerini muhafaza eder. İnsana dokunulmaz, hürriyetlerine el sürülmez. Hakaret köpeğe yapılır. Tezyif maymuna yaraşır. Hiddet, hak ve adalet talebinden ileri giderse bizzat kendisi haksızlıktır, hakarettir. İnsana tahakküm edilmez, insan esir edilmez. İnsana zulüm edilmez; insan istismar edilmez; insana emredilmez; insan çekiştirilmez; insana küçümsemeyle yaklaşılmaz, insan takip edilmez. Bunların hepsi zulümdür, haksızlıktır, ahlâksızlıktır.
İnsanın bu ulvî manzarası, Hallac-ı Mansur’un, çarmıha gerilmiş vücudunu taşlıyan halkı sakin sakin seyrettiği halde, kendisine bir gül fırlatıp atan tek dostu Hamd’e dönüp ağlarken söylediği şu sözleri düşündürüyor: “Beni taşlıyan bu halk, ne yaptığını bilmiyor. Onların zulmünden azap duymuyorum ama sen bilmeliydin ki bu vücuda bir gül dahi atılamazdı!" İnsanın kıymetini bilen onun vaktine, huzuruna da hörmet eder. Herbirisinin canı sıkılınca öbürüsünün kapısını çalan bir cemaatin birbirine hürmeti
nasıl kabul edilir? Edilmez; çünkü bu şekilde her insanın diğerlerinin oyuncağı olarak tanınmaktadır.
Batılı, çocuktan başlayarak insana hörrmet eder,kıymet verir. Orada insanla değerlerine bağlılığın en esaslı şartı olan ferdin bütün hürriyetlerine hörmet prensibi, milletler kadar kuvvetli temellere dayanmaktadır. Aşkın ve dinin bulunduğu yerde insan pek büyük bir varlıktır. O rastgele ne otoritelerin ithamına hedef yapılabilir: ne de her fırsatta azaba, cehenneme, gayyaya sürüklenir.
İnsanlık cevherimize yakışmayan herşey bize zulümdür. Stadyumda hırsı yüzünden adam öldüren ve Romalı gladyatörü düşündüren vahşet hareketinden tutunuz da makinenin üstümüze saldıran ve şuursuz ihtiraslarımızla birleşerek ruhumuzu perişan eden tahakkümüne kadar genç şuurları emelsiz ve idealsiz bırakan mesuliyetsizliğimizden ızdırapsız menfaat ve kinle dolu bütün davranışlarımıza kadar hepsi insanlığa zulümdür, öyle din adamları görüldü ki zulümle, işkence ile öldürülürlerken bile rüzgârı incitmekten, ona olsun zulmetmekten korkarak, kırbaç ve dipçik altında yüzlerindeki tebessümü son nefeslerine kadar muhafaza ettiler. Bunlar ibadet etmesini bilen din adamlarıydı, insanın eşrefi mahlûkat olduğunu tanıyan bir dinin sözde mümessilleri ise, çok kere insanı küçük düşürmek ve insanın insanlığını çiğnemek için, otorite, gurur ve kin dâvalarıyla boğuşmuşlardır.
“ O bilmez ben bilirim, filan kitapta okudum. Versin bakalım cevabını... gibi sefalet üslûbu ile insanlığın bayağı tabakalarından sesler veren zümreye din adamı demek ve bunların arkasından şuurlu bir cemaatin selâmete doğru yol alacağını ummak bir hata değilse bile herhalde bir vehim mahsulüdür. Bizim yapacağımız ilk iş;Batı nın âşıkı değil insan ruhunun aşıkı olacak bir zümre yetiştirmektir.
Kaynak:
Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Ahlâkta Yıkılışımız
Ahlâkta yıkılışımız tarihimizi inkârla başlıyor. Çünkü tarihte atalarımız yaşatılmaktadır. Onlarca sayısız hörmet kalesi ile çevrilmişlerdir. Sevgiden ayrılmayan hürmet, ahlâkımızın temelidir. Hörmet hayatın her sahasında, ailede« okulda, alış-veriş yerinde, gazetede, siyasette, sanatta ve dinde yaşatılır. Halk yayınlarının cinsiyet rahnelerini her gün. her akşam, büyüklerinin yanında seyreden çocuğun kafasında hörmet kavramı kalır mı? Bakışlarında büyüklük mânası barınır mı? Talihini dosdoğru okuyamayan Türk genci, gerçek atası Fatih'ın hocası ile camide bile karşılaşsa ayağa kalktığını nereden bilsin? Büyük mutasavvıf Molla Cami atına binerken, âlim hükümdar Hüseyin Bay karanın atının yularını ve onun şair veziri Ali Şir Nevai’nın de üzengisini tuttuklarını bilmeyen Türk genci insandaki büyüklüklere hürmetin değerini nereden öğrensin ?
Kaynak:
Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Müslüman-Türk İnanç ve Terbiyesi
Saf olduğu kadar,hayırhah,dürüst ve hayatı ibadet ve iyi işlere koşmakla geçen bir kimse vardı. Batıda olsa, düşünmeden gün be gün adetleri artırılan azizler zincirinin halkasına yerleştirilerek isminin başına bir saint sıfatı ilâve ediliverirdi. Halbuki bizim saf delikanlı, Müslüman-Türk inanç ve terbiyesinin gereğince, kendisinden üst olduğunun şuûrunda bulunarak babasının karşısında el pençe duracak bir saygı hatta bir çeşit hayranlıkla dururdu.
Öyle ki, kendin-deki meziyetleri görmeyip babasının üstünlüklerine riâyeti, insanlık borcu bilmekten geri kalmayacak yapıda bulunan müstesnalardam biri idi.
Genç adam, gerçekten evliyâlık meziyetlerine sahip kimselerden biri idi ise de, kendi meziyet ve faziyetlerini ne görür hatta çevresinde îmâ yollu bir söz eden olursa ne de onu konuştururdu. Kendisinin âciz bir kul parçası olduğunu söylemeyi insanlık borcu sayarak, gerçek meziyetin, kendinde olan değerleri görmemek demek olduğunu ezelden öğrenmişçesine bilir, hep acz ve kul babında kalırdı.
Bizden uzaklaşmış bu terbiyeyi tutup geri getircek çarelerin ne olduğunu düşünmek elbette gerekmektedir.
İster kabul edelim, ister etmeyelim, bu yangının saçaklara bulaşmadan söndürülmesini nasıl düşünmez olabiliriz?
Eski Türk terbiyesinin içine solüsyon olarak eriyip karışmış bir îman hayâtı vardı ki onu, kaçıp saklanmış bulunduğu gizliliklerden çıkarmadan, ona yeniden sâhip olunacağına inanmak asla mümkün olamayacağını bilmem dünya ne zaman anlayacaktır? öyle ki, güneşin sıcak ve yumuşak hâle getirdiği hava misâli, insan oğlunun katı, sert ve donduruculuğunu güneşin buzu çözmesi gibi, insana söz geçirebilen rehbere karşı bir mânevi mesûliyetimiz olduğunu kabul edip saygı göstermenin, cemiyetin tek kurtuluş çâresi olduğunu acaba ne kadar anlamazlıktan geleceğiz?
Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır?
Osmanlı Devleti'nin İman ve Vatan Aşkı
Kumandan paşa, bu gönüllülere hoş-âmedî ederken, aralarında yedi sekiz yaşlarında olan bir çocuğa gözü ilişti ve merak ederek, “Bu çocuk kimin?’ diye sordu. Gönüllüler arasındaki yaşlıca bir adam, Mûsâ Paşa’ya: “Ben kulunuzundur efendim. Sefer açıldığınu duyunca bir türlü arkamdan ayrılmadı’’ dedi. Kumandan Mûsâ Paşa, çocuğa: “Oğlum, sen pek küçüksün. Silâhı bile tutup kaldıramazsın,” deyince çocuk geri gönderileceğini zannederek ağlamaya başladı ve: “Amca hiçbir işe yaramasam su da mı taşıyamam," diyerek etrâfindakilere gözyaşı döktürdü.
Osmanlı Devletinde hangi müesseseyi kurcalayacak olsak, temelinde birbiri ile sarmaş dolaş olmuş bir vatan ve iman aşkı yattığını görürüz.
Yedi yaşındaki çocuğun küffara kılıç sallamak üzere, babası ile yollara düşmek istemesinde “Yâ gazi ol, ya şehit” terbiyesi ile büyümüş olmasının tesirini gördüğümüz gibi, kul hakkına riâyet etmekte, vatan müdâfaasında, devletçilik anlayışında, âile yapısında,hülasa cemiyet hayâtının bütününde dâima karşımıza çıkacak olan, adalet duygusunun tanınmasında sari ve cari olan, hep aynı iman fermanının asırlar içinde süregelmiş buyruğunun, Türk'ün iliğine kemiğine işlemiş vatan ve İman aşkının har vesile ile kendini göstermekten geri kalmamış olmasıdır.
Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır ?
Evrimcilik Kuramı
Batı düşüncesi,rönesanstan başlayarak 17.yüzyıldan bu yana da gittikçe yoğunluğunu ve hızını arttırarak insanı 'tanrısal'olandan uzaklaştırmanın savaşını vermektedir. Bu bütünden herhangi bir alanı ve mesela etkilerini şu veya bu şekilde günümüzde de sürdüren evrimcilik kuramını alalım. Bu kuramın temelde neyi amaçladığının bilincinde olmayan birisi için, belli bir ayrıntıda söylenen doğrular,o kimseye o kuramın bütününün doğru şeyler söylediğine dair bir vehim verir. Duran bir saatin de günde iki defa doğruyu gösterdiği gibi, bu kuramın içinde de doğruyu işaret eden iki husus varsa, o kuramın neyi amaçladığı konusunda bilinç sahibi olmayan kimse o iki doğru hususu, kuramın bütününe teşmil edebilir.
Oysa bu kuramın nihai amacının kutsal kitaplarda söylenenleri, özellikle yaratılış üzerine söylenenleri yalan çıkartma çabasında olduğunun bilincinde olan biri için, bu amacı destekleme sadedinde ileri sürülen delillerin önemi yoktur. Tersine: duran saatin günde iki kere doğruyu göstermesi kabilinden olan deliller de, kuram sahibinin amacı doğrultusunda değil, fakat o bilinç sahibinin amacı doğrultusunda işe yarar hale getirilebilir. Böyle birisi için Darwinle Freud, Freudla Marx ve benzerleri, görünüşte birbirinden ne kadar farklı şeyler söylerse söylesinler, aynı düzlemde ele alınıp değerlendirilirler. Çünkü bunların tümü aynı amaca ulaşmak için farklı yollan deneyen kişiler olarak mütalâa edilirler.
Bilinç sahibi kimse, söylenenlerin ayrıntısına değil, fakat söylenenlerin müntehasına bakar. Abdülhakim Arvasinin özlü biçimde ifade ettiği gibi, bir ilmin butlanı onun müntehasın-da (en uç noktasında) anlaşılır.
Bu yüzden, bilmeyle bilinçli olmayı farklı tutuyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada bildiklerimizin bilincinde olabilseydik, nasıl bir dünyada yaşayıp nereye gittiğimizi ve oraya giderken kime hizmet ettiğimizi açık seçik kavrardık.
Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Karakter Sahibi Olmak
Çevremizde yaşayan insanların üzerimizdeki etkilen ve telkinleri bizde yeni alışkanlıklar yaratarak yeni bir karakter yapısını meydana getirebilir. Şunu da bilmelidir ki, herkes için ideal olan dengeli karakter hiçbir zaman doğuştan elde edilmiyor; ancak emekle, kendi irademizin ve kendi hareketlerimizin eseri olarak kazanılabiliyor. İnsan kendini olayların ve hayatın akışına teslim ettikçe sürekli ve sağlam bir karakterin sahibi olamıyor, ancak iç dünyamızı dışımıza ve hür irademizi bizi esir eden ihtiraslara karşı koydukça değişmez ve dengeli bir karakter sahibi olabiliyoruz.
Aklın kontrolünden geçirilen en yüksek duygusal unsurların, kendi hür irademizle yapılan sentezinden meydana gelen şahsiyet, ahlâk diliyle, iyi ve sağlam bir karakter ortaya koyuyor. Kendini kötü ihtiraslarına bırakan ve şahsiyetlerini yapmak için enerji harcamayan insanların bozuk karakter sahibi oldukları da her zaman görülen şeydir. Karakter bozukluğunu hayatta başarıya ulaşmak için silâh olarak kullananların bu hali ise, ahlâk bakımından tam bir yıkımdır. İnsana yakışan, her yerde ve her türlü şartlar altında, değişmeyip hep aynı kalan kendi gerçek şahsiyetini hareketlerinde yaşatmak ve kendi karakterini kullanmaktır.
Nurettin Topçu,Ahlak
Adalet
İnsanlığın tarihinde, adalet idealinin, ihtirasla arayıcısı olan büyük devlet adamlarının varlığını tanımaktayız. Nûşirevân ile Halife Ömer bunlann başındadır. Her ikisi de adalet uğrunda kendi oğullarını ölüm cezasma çarptırdılar. Halife Ömer'in bütün idare hayatı, adaletin eşsiz örnekleriyle doludur. Birkaçını söyleyelim:
Kudüs şehri İslâm ordusu tarafından kuşatıldıktan sonra Kudüslüler, şehri ancak halifeye teslim edeceklerini söylediler. Haber, halifeye bildirildi ve halife, kölesi ve bir devesiyle Kudüs’e gitmek üzere Medine den yola çıktı. Yalnız bir devesi bulunduğundan yolda köle ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Kudüs’e girecekleri zaman sıra kölede idi. Köle devenin üstünde, halife yerde devenin ipini çekerek şehre girdiler. Bir akşam çalışma yerinde yanına bir adam gelerek görüşmek istediğini söyledi.
Halife kendisine, görüşmenin devlet işi üzerinde mi, yoksa özel mi olduğunu sordu. Adam özel konu üzerinde olduğunu söyleyince halife masanın üstünde yanan devletin mumunu söndürdü ve kendi şahsî malı olan mumu yaktı; ondan sonra adamı dinledi.
Bir Arap çölden Medine’ye gitmekte iken şehrin yakınlarında iki adamın çalıştığını gördü. Bunlardan biri balçık yoğuruyor, öbürü kerpiç kesiyordu; tuğla yapıyorlardı. Arap açtı; çalışanlardan yiyecek istedi. Onlarınsa biraz kuru ekmekten başka şeyleri yoktu. Onu verdiler; lâkin bu ekmek, yenemeyecek kadar kuru ve lezzetsizdi. Açlığını onunla gideremeyen adama, biraz daha sabredip Medine’ye gitmesini ve tarif ettikleri yere giderek durumu anlatmasını, orada kendisine yiyecek vereceklerini söylediler. Yolcu, Medine’de kendisine tarif edilen yeri buldu ve orada bol ve lezzetli yemeklerle kamını doyurdu. Çıkarken gizlice, o güzel yiyeceklerden birazım torbasına attığını garsonlar gördüler. Kendisine, “Bunu yapma, istediğin zaman gel, burada kamım doyurursun”, dediler. Bunun üzerine yolcu, “Kendim için değil, çölde rastladığım zavallı adamlar için alıyorum. Onların yenecek ekmekleri bile yok!” deyince kendisine güldüler ve dediler ki: “Onların biri halife Ömer, biri de Ali’dir. Bu imaret Ömer’indir. Halife maaşlarını buraya bağışlamıştır. Burada fakirlerin kamım doyurur; kendisi de o gördüğün şekilde elinin emeğiyle geçinir”.
Hukukun gayesi olarak adalet kavramının incelenmesi, hukukun ahlâktan ayrı olmadığını düşündürüyorsa da hukuk ile ahlâk, şu farklarla birbirlerinden ayrılırlar:
1-Ahlâk örf ve âdetler halinde, hukuk ise kanunlarla yaşatılır.
2-Ahlâkın kaideleri yazılı değildir, hukukta yazılı kaideler vardır.
3-Ahlâk teşkilâtlı değildir, hukuk teşkilâtlıdır.
4-Ahlâkî davranışa sürükleyen vicdandır, hukukta ise zorlayıcı maddî cezalar vardır.
5-Ahlâk, gaye olarak ferdî ruhun en yüksek idealini arar, hukukun gayesi ise toplumun düzenini sağlamaktır.
6-Ahlâk yalnız insanlar arasındaki bağıntıları düzenler, hukukta da esas olan insanlar arasındaki bağıntıları düzenlemek olmakla beraber, bazen hukuk (mirasın bölünmesinde olduğu gibi), insanlarla eşya arasındaki münasebetleri de düzenleyicidir.
Bu ayrılıkların ortaya koyduğu incelikler, hukukla ahlâkın arasına duvar çekmiyor. Ahlâkın vicdanlarda yaşattığı adalet ideali, toplum hayatında ve dışımızda madde alanında, hukuk tarafından gerçekleştirilmektedir.
Nurettin Topçu,Ahlak
Makine Medeniyeti ve Ahlak
Yüzyılımızın medeniyeti makina medeniyetidir. Her gün yaşamayı kolaylaştırıcı yeni araçlar ortaya koyan makine, çalışan insanı kendi şartlarına uydurarak hürriyetini elinden almaktadır. Eskiden küçük sanatlarda bir işçi, yaptığı şeyin bütününü ortaya koyan bir sanat adamıydı. Kendi başına sanatının sahibi idi. İstediği şartlar altında sanatını yürütüyordu. Bugünün bir fabrika işçisi yalnız başına yaptığı işin bütününü çıkaramamaktadır. Belki ancak bir parçasını çıkarabiliyor. Bir iş düzenini yalnız başına kuramadığı gibi, iş yapan topluluk da buna yetmemektedir. İş yapanlardan başka ve onlardan önce büyük sermayenin varlığı zorunludur.
Bir işin parçalarını aralarında bölen emek sahiplerinin sermaye sahibi olan işverenlerin emrinde ve onların kurduğu düzenin içinde çalışmaya mecbur olmaları, sosyal adaletsizliğin kaynağı sayılıyor ve çalışanların bir yandan iş karşısında, öbür yandan işverenlere karşı esir durumda olduklarını ileri sürenler görülüyor. Bu düşünüş sonuç olarak iş hayatında sevgi yerine sürekli boğuşma yaratmaktadır. İnsanlığı yer yer ihtilâllere götüren bu sınıflar ayrılığı, en yıkıcı harplerin de sebebi olma durumundadır. Bu en büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak ve milletleri olduğu gibi ter milletin fertlerini de birlikte mutluluğu arayan dost varlıklar Halinde yaşatmak, bir ahlâk devriminin eseri olacaktır. Bunun için de teknolojinin geliştirilmesinde, daha çok kazanç elde etmenin değil, insanlığa daha faydalı olmanın yollarını araştırmak gerekmektedir. Bu yolda yürürken, hırsların yerine ideallerin geçirilmesi, bencilliğin yerine sevgi ile hürmet çiçeklerinin aşılanması lâzım geliyor.
Bir devirde insanları hurafeler (yalan inançlar) sürüklüyordu. Geçen yüzyıldan beri aşırı kazanç hırslan onların yerine geçti. Yakın bir gelecekte kurtuluşunu arayan insanlık, bunca yüzyılların ona hazırladığı bilgilerle, sonsuza götürücü ideallerin arkasından koşmalıdır.
Nurettin Topçu,Ahlak
Eski Mebuslardan Ekrem Rize'nin Osmanlı Düşmanlığı
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin asker mebuslarından Ekrem Rize, Osmanlı’dan kalan ne kadar millî ve resmî bina var ise, tüm tuğra ve kitâbelerinin kaldırılması için ısrar ederken bunlar hakkında nefretle konuşmayı da ihmal etmemiştir.
Osman Öndeş,Vurun Osmanlıya
Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!
Başlıktaki bu cümle aynen Ekrem Rize’ye aittir ve şöyle demektedir:
Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu!
Ordusu mahvolmuş bir Yunanistan her şeye sahipti. Hatta demiryolumuzun geçtiği topraklan bile bu mağlup Yunanistan elimizden almıştı. Her sene döviz verdiğimiz demiryolumuz Yunan topraklarından geçiyordu ve Yunanistan bir tazminat dahi vermemişti.
Aynı şekilde Güney hududumuz da aleyhimize çizilmişti. Lozan’da Musul Meselesi de müzakere edilmemişti.
Millî Mücadele’de Misak-ı Millîye’ye dahil olan Musul Vilayeti’ni Îngilizler, Milli Mücadelemden sonra bir taraftan o zamanki Londra sefirimiz olan Yusuf Kemal Bey’e, İngiliz Orta Şark Petrolleri Şirketi İdare Meclisi Başkanı Lord Imberfort'u göstererek, Musul ilini petroller taksim edilmek şartıyla Türkiye’ye iadeyi teklif ederken (ki, Yusuf Kemal Bey bu önemli teklifi bir raporla ve İngiliz postasına güvenmeyerek Fransa’dan Ankara’ya göndermişti) diğer taraftan, Lozan müzakeresinde de îngilizler, Doğu İşleri Müdürü Mr. Williams ve Lord Edward Grey vasıtasıyla konferansın Genel Kâtibi Reşit Saffet (Atabinen) Bey’e, Baş Murahhas İsmet (İnönü) Bey’e verilmek üzere şöyle bir teklif yapmışlardı: "Musul hariç, petrollerin %49’u bize verilmek ve Kerkük, Erbil, Süleymaniye yani Musul vilayeti bize iade edilmek üzere...” bu teklife rağmen, Türk Başmurahhasının bundan istifade edemediğini gören îngilizler, siyasî bir manevra ile Musul işini ileride görüşmek üzere Lozan Konferansından çıkartarak, onu konferans harici bırakmak başarısını göstermişlerdi. 1925 yıllarına doğru Ankara’ya gönderdikleri Mr. Lyndzie vasıtasıyla Musul meselesini (nasıl olduğu bilinmez) aleyhimize neticelendirmişlerdi.
Londra Sefiri Yusuf Kemal Bey’in Ankara’ya gönderdiği rapor çin Lord Imberfort, Yusuf Kemal Bey’in Londra’dan ayrılmasından sonra sefaret işlerine bakan Hikmet Bayur Bey’e herhangi bir cevabın gelip gelmediğini sorduğunda, hiçbir cevabın gelmediğini öğrenmişti.
Ekrem Rize’nin "Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu.” sözünün ardından anlattıkları gerekçelerin tamamı bunlar!
Yine Ekrem Rize, Milli Şef İsmet İnönü’nün bizzat saptadığı mebus adaylarının peşinen mebus olarak atandıklarını belirterek şöyle diyordu:
Muayyen kimselerin rey vermesi bir formaliteden ibaretti. Bu iş seçim değil, bir tayindi. Millî Şef, TBMM sandalyelerine keyfinin istediği kimseleri tayin ediyordu. Bunlar da güya Millî Şefi, cumhurbaşkanı seçiyorlardı.
Millî Şef İnönü’nün huzurunda ayakta dimdik saf tutan Meclis içinde? eski Terakkiperver Partisi ileri gelenlerinden Kâzım Karabekir Paşa (Parti Başkanı), Ali Fuat Paşa, (Sadece Cafer Tayyar Paşa hariç, Çanakkale’de uyguladığı savunma tekniği ile bütün birliklere örnek olan general, bu sahte mebusluğu kabul etmemişti.) Rauf Orbay, Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski İttihatçılar’dan Hüseyin Cahid Yalçın, Halil Menteşe, hukukçular, profesörler de bulunuyordu.
Bunların hepsi bu CHP nizamnamesinin Şef e itaat ve bağlılık hükmünü imza ederek bu milletvekilliği mevkiine, Millî Şef’in lütfü ile tayin edilmişlerdi.
Osman Öndeş , Vurun Osmanlı'ya
Okmeydanı Yok meydanı Oldu!
Osmanlı Devri kültür ve tarih mirası eserleri, bilhassa kentsel göçlerin arttığı son yıllarda giderek daha da ağır tahribata kalmışlardır. Belediyeler yolları onarırken nice Osmanlı Devrin İstanbul çeşmesini recm yaparcasına toprağa gömmüştür. Bu eserler ise hazine arazilerini işgal edenler tarafından dökülen çöplerin altında yok olmuşlardır.
Tophane Müşirliği, Taksim Kışlası gibi nice anıtsal eser, kimi yol geçecek diye, kimi pervasız yöneticilerin kararıyla yıkılıp yok edilmiş, bölünmüştür.
En içler acı örneklerden biri Tophane Müşirliği’nin günümüzdeki halidir. Düşünüldüğünde böylesine bir külliye, Osmanlı İmparatorluğu’nun silah üretim fabrikası olduğundan, günümüze kadar korunması halinde, benzersiz bir müze olarak teşhir edilebileceği görülecekti. Değil mi ki, saat kulesi Salı pazarı Ambarları sınırlarına hapsedilmiş ve senelerce liman işçilerinin helası olarak kullanılmıştır. Halen de perişanlığı sürmektedir.
Osmanlı devrinden kalan ne kadar millî ve resmî kültür ve tarih mirası eser varsa, devlet ilgisizliği ile cehaletin eline düşmüştür. Özellikle İstanbul’un iş göçlerle işgale uğraması yıllarında korunmaya alınmamış, tahrip edilmelerine yöneticiler tarafından aldırış edilmemiştir.
Böyle olduğundan dolayı Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesi olan koskoca Okmeydanı kaçak kondularla kaplanırken, her biri bir tarih ve sanat eseri olan nişan taşları ve menzil taşlan kaçak konduların duvarları içinde kaderlerine terk edilmiş, kimileri kırılıp parçalanmış, kimileri giderek apartmanlaşan konduların balkon duvarına destek olmuş ve koskoca bir tarih yok edilmiştir.
Prof. Dr. Halit Çal, Osmanlı hukuk sistemi içinde Asar-ı Atika Nizamnamelerine kadar taşınmaz eski eserlerle ilgili tek hükmün 9.8.1958 tarihli Ceza Kanunnamesinin 33. maddesi olduğunu işaret eder. Bu maddede: "hayrat-1 şerife ve tezyinat-1 beldeden olan ebnia ve asar-ı mevzuayı hedm ve tahrib veyahud bazı mahalleri kırıp rahnedar edenlerin” cezalandırılacağı hükmü
Prof Dr. Halit Çal'ın mezkûr tebliğinde belirttiği üzere; Osmanlı Devletinin genel çöküşüne paralel olarak vakıf kurallarında da bozulmalar, vakıf gelirlerinde azalmalar olunca, vakıf eserler de harap olmaya başlamıştır. Yüzyılımızın başında Mimar Kemaleddin’in onarım hamlesi nisbî bir ferahlama sağlamışsa da uzun ömürlü olmamış, eserler yok olmaya devam etmiştir. Bu genel çöküşten idareciler de nasibini almışlardır. Gülhane Parkı nın surlarının bir kısmının yıktırılması veya benzerleri çoktur diye Ayasofya’nın yakınındaki Mimar Sinan tarafından yaptırılan hamamın yıktırılması gibi düşünceler ileri sürülmektedir. Onarımları da iyi yaptırılmamaktadır. Muhafaza-i Âbidât Encümen-i Daimîsi nin tespitlerine göre Topkapı Sarayı onarımlarında tahribatta bulunulmuş; mesela kullanılmıyor diye bir hamamın çinileri sökülmüş, sarayın diğer kısımlarında kullanılmıştır.
İstanbul’da bilhassa Cemil Topuzlu Paşa’nın şehreminligi sırasında çok sayıda eski eserin imar hevesiyle yıktırıldığı bilinmektedir.
Tüm bu tahribatlar; yönetimlerin veya halkın sığ kalan kültür düzeylerinden ileri gelmiştir. Hiçbirinde Osmanlı imparatorluğu gibi millî bir maziyi silip atmak gibi bir çağrışım bulunmamaktadır.
Rize Mebusu Ekrem Rize’nin verdiği önerge bu bakımdan diğerlerinden ayrılmakta, millet ve devlet olarak Osmanlı imparatorluğundan oluşan mazimizi kanun çıkartarak, çekiç ve keski darbeleriyle kazıtmaya kadar uzanan bir cüreti gerçekleştirmeye gitmektedir. Zaten bu saldırının sonucu, 1057 sayılı kanun olmuştur.
Cumhuriyetsin ilk yıllarında maruz bulunduğu yokluklar, sıkıntılar yanında, eğitilmiş insan kaynaklarının yetersizliğiOsmanlı Devletinin genel çöküşüne paralel olarak Vâkıf kurallarında da bozulmalar, vakıf gelirlerinde azalmalar olunca, vakıf eaerler de harap olmaya başlamıştır. Yüzyılımızın başında Mimar kemaleddin'in onarım hamlesi nisbî bir ferahlama sağlamışa da uzun ömürlü olmamış, eserler yok olmaya devam etmiştir. Bu genel çöküşten idareciler de nasibini almışlardır. Gülhane Parkı’nm surlarının bir kısmının yıktırılması veya benzerleri çoktur diye Ayasofya’nın yakınındaki Mimar Sinan tarafından yaptırılan hamamın yıktırılması gibi düşünceler ileri sürülmektedir. Ona rinaları da iyi yaptırılmamaktadır. Muhafaza-i Âbidât Encümen-i Daimîsi’nin tespitlerine göre Topkapı Sarayı onarımlarında tahribatta bulunulmuş; mesela kullanılmıyor diye bir hamamın çinileri sökülmüş, sarayın diğer kısımlarında kullanılmıştır.
İstanbul’da bilhassa Cemil Topuzlu Paşa’nın şehremin-ligi sırasında çok sayıda eski eserin imar hevesiyle yıktınldıgı bilinmektedir.
Tüm bu tahribatlar; yönetimlerin veya halkın sığ; kalan kültür düzeylerinden ileri gelmiştir. Hiçbirinde Osmanlı İmparatorluğu gibi milli bir maziyi silip atmak gibi bir çağrışım bulunmamaktadır.
Rize Mebusu Ekrem Rize'nin verdiği önerge bu bakımdan diğerlerinden ayrılmakta, millet ve devlet olarak Osmanlı İmparatorluğundan oluşan mazimizi kanun çıkartarak, çekiç ve keski darbeleriyle kazıtmaya kadar uzanan bir cüreti gerçekleştirmeye gitmektedir. Zaten bu kaldırtnın sonucu, 1057 sayılı kanun olmuştur
Cumhuriyetin ilk yıllarında maruz bulunduğu yokluklar, sıkıntılar yanında, eğitilmiş insan kaynaklarının yetersizliği dikkate alındığında, genç Türkiye’nin nasıl ağır bir mücadele verdiği görülecektir.
Böyle olunca da, bunca zorluklar arasından sıyrılıp, ille de "Osmanlı devrinden kalan millî ve resmî binalardaki tuğraları ve kitâbeleri kaldırın, örtün, yok edin!” diye boy gösteren Ekrem Rize’nin bu kahredici başarısını anlatmaya başlamadan, Türkiye’nin içinde bulunduğu derin yokluklardan sadece birkaç örneği. TBMM Toplantı Tutanaklarından alarak karşılaştırma yapılsın diye nakledeceğim.
Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Tarihi Silmek
Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Tuğraları değil tarihi kazıdık
Bir süre önce Ecyad Kalesi'nin yıkılması üzerine resmi ve sivil kesimlerden yükselen tepkiler, tarihe mal olmuş yadigârları sahiplenmemiz konusunda olumlu işaretler veriyor. Ancak bu sahiplenmeyi kendi sınırlarımız içinde ne kadar gerçekleştirdik? Osmanlıdan kalan tuğra ve kitabeler bu konuda ilginç bir örnek.
Altı asır boyunca ayakta kalan Osmanlı Devleti, tarih sahnesinden çekilirken, geride üç kıtaya yayılmış oldukça geniş bir kültürel miras bıraktı. Ancak bulundukları bölgenin kültürüne ayrı bir değer katan bu eserler, Osmanlı yıkıldıktan sonra sahipsiz kaldı. Tükiye sınırları dışındaki Osmanlı kültürel mirası, bakımsızlık ya da Türk—İslam düşmanlığı nedeniyle yıkılırken, sınırlarımız içindeki eserlerin de iyi durumda olduğunu söylemek mümkün değil.
Kısa bir süre önce Suudi Arabistan yönetiminin Mekke'deki Ecyad Kalesi'ni yıkması, diğer ülkelerin Osmanlı eserlerine bakış açısını ortaya koymuştu. Oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı kültürel mirası Balkanlar'da da korunamadı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) etkisindeki Balkan ülkeleri, komünizm süresince Türk—İslam eserlerine hoşgörüyle bakmadılar. SSCB'nin yıkılmasından sonra ise bu bölgedeki Osmanlı camilerinin bazıları 'orijinal halleri kiliseydi' gerekçesiyle kiliseye çevrildi.
Osmanlı'nın doğal mirasçısı Türkiye, kendi sınırları dışındaki eserlere cılız bir sesle dahi olsa sahip çıkmaya çalışırken, acaba sınırlarımız içindeki eserlere yeterince sahip çıkabildik mi? Bu soruya olumlu cevap vermek ne yazık ki mümkün değil. Bizden önce gelenlerin hatırasını taşıyan Türkiye'de geçmişe karşı takındığımız bu olumsuz tavırla ilgili ilginç bir de örnek var. 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen, Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Mebani—i Resmiye—i Milliye Üzerinde Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması'na dair 1057 nolu kanuna göre, tarihi binaların üzerindeki Osmanlı tuğralarının (arma) ve kitabelerinin sökülmesi ya da gizlenmesi kararlaştırıldı.
Halen yürürlükte olan kanun aslında resmi daireler üzerine yeni kurulan cumhuriyetin mührünün vurulmasını amaçlıyordu ve eski dönemden kalan kitabe ve tuğraların sanat değeri olanlarının müzeye kaldırılmalarını ya da zarar verilmeden üzerinin örtülmesini istiyordu. Kanun bu haliyle kendi içinde tutarlı görülebilir. Ancak uygulamada pek de öyle olmadı; her biri usta hattatların elinden çıkma, kıymetlerini maddi ölçülerle tespit etmek mümkün olmayan sayısız tuğra ve kitabe taş ustalarının çekiç ve keskilerine teslim edildi.
Rakım'ın nice tuğrası, Yesarizade'nin nice talik kitabesi kazınarak ortadan kaldırıldı.Kanun uyarınca kültür varlığı ve tarihin yadigârı olarak müzeye kaldırılması gereken sanat eserleri tarihten silindi. Eski binaların, çeşmelerin üzerinde sıklıkla rastladığımız kazınmış kitabe ve tuğra zeminleri, hep o dönemden kalma. Bu şekilde ortadan kaldırılan tuğraların en meşhurlarından birisi İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt'ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Osmanlı tuğrası. Şevki Bey'in bir şaheseri olan fetih ayetlerini ve 'Dâire—i Umur—ı Askeriye' yazısını tamamlayan bu tuğranın nerede olduğu bilinmiyor. Şimdi yerinde sonradan monte edilmiş T.C. yazısı bulunuyor.
Bu uygulamanın kurbanlarından biri de İstanbul—Taksim'deki Galatasaray Lisesi'nin kapısında bulunan muhteşem Osmanlı tuğrası. Yerinden sökülen orjinal tuğranın nerede ya da kimin koleksiyonunda olduğu bilinmiyor. Paha biçilmez bu tuğranın yerinde şimdi, rahmetli Ziyad Ebuzziya'nın girişimleriyle yapılan taklit bir tuğra bulunuyor.
Türkiye'nin sayılı hat ve sanat tarihi uzmanlarından Uğur Derman'a göre kaybolan simgelerin en önemlisi, Sultan Reşat tarafından Eyüp Sultan Semti'nde yaptırılan mektebin kapısındaki kitabe. Osmanlı Devletinin ünlü hattatlarından Hattat Vasfi tarafından yapılan kitabe, halen yürürlükte olan bu kanun bahane edilerek söküldü. Sökülen bu kitabenin de diğerleri gibi nerede olduğu bilinmiyor.
Uğur Derman hocaya göre, böyle bir uygulamanın benzerini başka bir ülkede bulmak güç.
"Dünyada bizden başka ülkelerde de yeni cumhuriyetler kurulmuş" diyen Derman, "Ama Ruslar, Dostoyeski'yi okumaktan vazgeçmemişler. Geçmişleriyle bağlarını bu kadar koparmamışlar" şeklinde konuşuyor.
Osmanlının hakimiyet mührü
Peki hakklarında sökülmelerine dair kanun çıkarılan bu simgeler ne ifade ediyor? Tuğra,tarihi kaynaklarda; ferman, menşur ve benzeri belgelerle padişahların nişan ya da alâmetleri olarak kullanılan işaretlere verilen isim olarak açıklanıyor. Bir tür imza, damga hatta Avrupa'da yaygın olarak kullanılan 'arma' yı karşılıyor.
Doç. Dr. Said Öztürk'e göre tuğra her ne kadar Osmanlı kültürü ile bütünleşse de, bilindiğinin aksine ilk olarak Selçuklular döneminde kullanılmaya başlanmış. Yani Osmanlı icadı değil. Ancak, tuğranın sanatsal değer kazanması Osmanlı ile olmuş. Öztürk, hepsi birbirine benzese de her Osmanlı padişahının ayrı ayrı tuğralarının olduğunu belirtiyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde az da olsa bir standarda giren tuğraya zaman içinde biraz ululuk, biraz da kutsallık vasfı kazandırılmış.
Batılı tarihçiler ise tuğranın doğuşunu, biraz da Osmanlı Devletini küçümseme aracı olarak kullanıyorlar. Bu tezi savunan tarihçilere göre, cahil ve okuma—yazma bilmeyen Osmanlı padişahı Sultan I. Murat, bir uluslararası anlaşmaya, avucunu mürekkebe batırıp 'pençesi'ni vurarak imza atmış. Tuğra da bundan alınan ilhamdan sonra doğmuş.
Osmanlı tarihi konusunda hazırladığı esere Türkiye'de oldukça rağbet edilen, 19. yüzyılın ilk yarısının ünlü oryantalistlerinden Hammer de çalışmasında bu yanlışı tekrarlamış.
Ancak bu teze önce 1890'larda Ahmet Midhat karşı çıkmış; sonra da Profesör Fuat Köprülü Sultan Orhan zamanında tuğranın kullanılmış olduğunu bundan yetmiş yıl önce belgeleyerek yalanlamış.
Şu an armamız yok
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin kendi armasını yapmak için girişimler olmuş. Ancak bir türlü hayata geçirilemeyen bu proje kapsamında, 1927 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yarışma açılmış. Bir çok eserin katıldığı yarışmada Namık İsmail'in arması birincilik almış. Diğer tüm armalar gibi kalkan içerisinde bulunan armanın zemini kırmızıymış. Merkezinde Türk Bayrağını temsil eden ay yıldızın bulunduğu armanın alt kısmında Oğuz menkıbesini simgeleyen bir kurt resmi bulunuyormuş. Kurdun ayaklarının altında ise eski bir Türk silahı 'harbe' bulunuyormuş. Kalkanın altında bulunan İstiklal Madalyası ise harbi ve bunun neticesini muhafaza etmeyi simgeliyormuş. Başak ve meşe yapraklarıyla sarılı armanın ortasında ise Türkiye Cumhuriyeti'ni simgeleyen T.C harfleri varmış. Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün de çok istediği bu arma bir türlü resmi şekle
sokulamadı.
Osman Öndeş,Vurun Osmanlıya
Hergün Binlerce Turistin Ziyaret Ettiği Kapalı Çarşı’nın Kitabesini Bile Yok Ettiler! |
Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Osman Yüksel Serdengeçti - Bir Nesli Nasıl Mahvettiler
Üç yaşına yeni basmıştın ki, Anadolu yeni bir kıyama ‘ hazırlanıyor, cepheden dönenler, tekrar cepheye sevk olunuyordu. Sen masumane soruyordun:
- Ana, bu amcalar nereye gidiyor?
Cepheye yavrucuğum, gâvurları gırmaya..
- Ana, gâvurlar da kim, nasıl adam bunlar?
- Hep kötülük yaparlar yavrum; onlar bize benzemezler. Allaha, Peygambere inanmazlar!... Babam da şehit eden o herifler. Baksana kahrolasılar yine üzerimize çullandılar. Bu amcalar onlarla dövüşmeye gidiyor. Gâvurlar. şapkalı herifler...
Ana ne şapkası, nasıl şey bu?
Anacığın bir türlü bunu tarif edemedi. Nemli gözlerle harmanı yerinde toplanan askerlere bakıyordu. Sen yine soruyordun.
Ana, gâvur dediğin kapkara bir şey mi?
Evet yavrum!...
Gâvurun Şapkası
O zamandan beri ne zaman bir gâvur kelimesi duysan, İçine kapkara bir şey çöker! İsli pisli kapkara bir şey!...Fakat senin aklın şapkaya takılmıştı; çocukluk bu ya.
Mütemadiyen onu soruyordun:
Ana şapka, şapka!...
Anan kızar gibi oldu. Ne bileyim yavrucuğum, gâvurların başlarına geçirdikleri şeymiş!..Benim bir amcam vardı; o anlatırdı; askere gittiğinde görmüş. Abdest alınan leğeni göstererek: "İşte buna benzer bir şeymiş!"
Çocuk muhayyilende, babanı şehit eden gâvurlar iyice teşekkül etmiş, canlanmıştı. Leğen gibi, kapkara şapkaları olan adamlar... Gâvurlar...
Harman yerine giderken hep bunları düşünüyordun. Anan, elinden tutmuş seni oraya götürüyordu. Aman ne de kalabalıktı burası... Anan gibi kadınlar, senin gibi çocuklar, amcalar, dayılar, babalar hep burada toplanmıştı. Herkes susuyor, önde sarıklı bir adam, hoca efendi, yüksek sesle cemaate bir şeyler söylüyordu. O da anan gibi gâvurlardiyordu; farz, vacip, cihat, cennet, cehennem, şehit, gazi, vatan, millet, ırz, namus kelimelerini sık sık tekrarlıyor, halk kollarını göklere kaldırmış "âmin!" diyordu. Sanki her "âmin!" deyişte bir sürü gâvur ölüyordu!... O kadar kuvvetli ve içtendi bu dualar!
Şehadete Yolculuk
Anan ağlıyordu, sen ağlıyordun. Âmin! Âmin! Âmin! Yerler gökler âmin sedaları, yarabbi yarabbi! nidalarıyla dolmuştu... Sonra birdenbire bir karışıklık oldu. Herkes birbi- riyle sarmaş dolaş oluyor, helâlleşiyorlardı. Yukarı mahalleden bir kadıncağız oğlunun boynuna sarılmış, bırakmıyordu. Herkes bu ana ile oğula bakıyordu. Öteki askerler hayli uzaklaşmışlardı. Oğulcuk, anasının ellerinden öperek:
"Hakkını helâl et şefkatli ana.
Canım feda olsun öksüz vatana."
dedi, gitti.
Gittiler!...Bir daha geri dönmediler. Vatan öksüz, çocuklar yetim, analar dul kalmıştı!... Harman yerinde ağlamayan kalmadı. Kalabalık, askerleri nemli gözlerle bir müddet daha takip etti. Nihayet askerler görünmez oldular!... Bu memleketin bu toprağın çocukları, bu memleket için bu topraklar için can vermeye» kan vermeye gidiyor lardı..O günleri hiç unutmadın değil mi? Dualar... Âminleri, askerleri,sarılanları ağlayanları... Anacığınla birlikte evinize dönmüştünüz. Eviniz bomboştu! Yalnız sizin ev değil, bütün evler, yollar, sokaklar bomboştu!
Memleket baştan başa bir dullar, yetimler memleketi oluvermişti !...
Dünkü gibi hatırlıyorsun değil mi? Bir gün anan yine namaz kılıyordu, vatanın selâmeti için dualar ediyor, sen de minicik «avuçlarını sonsuzluğa doğru açmış, ince titre korkulu seslerle "âmin!" diyordun. Bu dualar, yalvarmalar o milli falakalı, babanın üzerine yürüyen ogavurları hatırlatıyordu. Anan henüz secdeden kalkmamıştı ki,sen kollarına atıldın! Anacığının boynuna aarılarak,yüzünden gözünden öptün. "Ana babamı öldüren gâvurları ben öldüreceğim'’ dedin! Anan gözleri yaşararak gülümsedi:
"Büyü da yavrum, büyü de inşallah.*
Güzel İzmir, Güzel Aydın
Cephelerden kara haberler geliyordu. Yunanlılar İzmir’i işgal etmişlerdi, düşman ilerliyordu. Bu haberleri Kâtip Haşan Efendi cerideden okumuştu. Gidenlerden bir haber yoktu. Her yeri matem kaplamıştı. O sıralardaki ortalığa şöyle yanık bir türkü yayılmıştı:
Dogma güneş yasımız var,
O it haber ver diyar diyar,
Türk'ün kolları bağlandı,
İzmir'i ondan aldılar.
Aydın Aydın güzel Aydın.
Ah bir kerre kurtulaydın.
Karalar mı giydi bu yaz.
Yeşil duvaklı bağların.
Kargalara mesken olmaz.
Bülbül yuvası dağların.
Aydın Aydın güzel Aydın,
Keşke yanıp yıkılaydın.
Bunu mektep çocukları söylüyordu. Bu şarkı ağızlardan ağızlara, bu yas, gönüllerden gönüllere, diyarlardan diyarlara dolaşıyordu:
Doğma güneş yasımız var,
git haber ver diyar diyar!.
Artık sen de büyümüş, altı yaşına girmiştin. Bir sabah anan seni giydirdi kuşattı; mahalle mektebine götürdü."Eti senin, kemiği benim" diye hocaya teslim etti. Bu hoca efendi harman yerinde gördüğün hocaya benziyor, bu da düşmandan bahsediyor, küffarın hâk ile yeksân olması için Cenabı Hakk'a dualar ediyor, size de“Amin" demenizi söylüyordu.
Nihayet dualar kabul olundu; rüyalar hakikat oldu .Cephelerden sevinçli haberler geliyordu. Türküler, şarkılar. havalar değişivermişti:
İnönü dağlarımla çiçikler açar Altın gülmüş ordu ateşler saçar.
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa ismin yazılacak mücevher,yaşa
Ölenler dirilmiş, gidenler gelmiş gibi herkes sevinç içindeydi. Anan şükrediyordu. "Bu günleri bize gösteren Rabbime binlerce şükür" diyor, secdelere kapanıyordu.
Sen yerinde bir türlü duramıyor, anacığına sualler soruyordun !...
- Ana bu Kemal Paşa da kim?
- Evvel Allah’ın, sonra baban gibi yiğitlerin yardımıyla memleketi, gâvurlarınelinden kurtardı; anası atası nur içinde yatsın! O şapkalı herifleri denize doktu...
- Ana gidenler hep gelecekmiş! Babam da gelecek mi? Anacığın senin bu sualine ağlayışlıbir gülüşle cevap verdi: Hayır oğlum. Baban cennete gitti. Şehit oldu. Peygamberimiz Hz. Muhammed "Şehitler cennette benim yanımdadır" buyurmuş; onun mertebesi, yeri çok yüksek. Zaten sağlığında rahmetli, Peygamberimizin bu hadisini tekrar eder "Bir şehit olsam, ah hir şehit olsam" der dururdu, işte muradına erdi. Allah şefaatinden mahrum etmesin yavrum.
Sen susuyordun. Yutkundun, yutkundun! Bir şey diyemedin! İçinden kendi kendine ; "Herkesin babası gelecek, benim babam... Benim babam cennette imiş. Cennet...’' Cennet, deyince yüzün gülüyor, gözlerinin önünde san, pembe, yeşil rengârenk bir âlem, sonsuzluğa doğru akıp gidiyordu. "Cennet, babam cennette. Cennet çok güzel. Ama ne yazık ki babam burada değil, yanılmada değil, babam gelmeyecek!..."
Ana Mustafa Kemal Paşa da Cennette mi?
. - Hayır oğlum, o bizim başımızda, dünyada - Cennet dünyadan değil mi? O kadar akıllı, büyük adam dünyada ne duruyor, Cennete neden gitmiyor?
…………………………………….
Kimi derdi ki, "Bu adamlar bir oğlan çocuğunu kesmişler, kazanda kaynatırlarken zaptiyeler tarafından yakalanmışlar."
Bir başkası, "Hadi giz sen de, bunlar beş vakit namazını kılan insanlar öyle şey yapmazlar."
Bir diğeri "Kemal Paşanın kanununa karşı gelmişler, isyan etmişler."
Ötekisi "Şapka giymeyiz diye tutturmuşlar, onun için sürmüşler, bu adamcağızları buraya, bizim herifler nasıl giyecekler bilmem ki. Sen bilirsin yarabbi!.Gördün mü sen başımıza bir geleni!..."
Böyle konuşmalar oluyor, haberler yayılıyordu. Anacığın belki de bu dedikoduların tesiri ile "Sus yavrum sus, sonra bizi asarlar" diyordu. Halk korku, merak ve tecessüsle karışık bir şaşkınlık içindeydi.
Gâvur Muallim
Sen istemeye istemeye, çekine çekine mektebe devam ediyordun. Bir gün muallim bey, size dönerek "Çocuklar
Allah var mı söyleyin, bakayım?!" dedi. Çocuklar şimdiye kadar duymadıkları, düşünmedikleri bu sual karşısında şaşkına döndüler. Belki de korkularından ses çıkarmadılar. Fakat sen duramadın!..."Var!" diye bağırıvermiştin... Muallim bey güldü. "Böyle bir şey yok çocuklar. Bunlar kocakarı masalı, yalan..." dedi...
Talebelerin şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Masal, yalan!...Şimdi masallardaki devleri düşünüyorlardı. Acaba "Allah" dedikleri böyle bir şey olmasın!... Muallim tekrar söze başladı: "Çocuklar!" dedi." Şimdi hep bir ağızdan Allahımbize şeker ver! diyebağıracaksınız. Çocuklar hep bir ağızdan bağırdılar:
"Allahım bize şeker ver!"
Hiçbir cevap veren olmadı!...
"Muallim Bey bize şeker ver " diye bağırdılar:
Muallim Bey sırıtarakarkasını döndü, sakladığı yerden bir mikdar şeker çıkardı,çocuklara birer ikişer dağıttı.
Çocuklar şaşkın, ürkek nazarlarla muallime bakı yorlardı. Kimse olup bitenlerin manasını anlamamıştı.Bütünsınıfı derin bir sükût kaplamıştı. Şekerleri, kimisıranın altına attı, kimi içine koydu. Herkes işin sonu nereye varaoakdiye düşünürken muallimin sesi tekrar yükseldi: “Görüyorsunuz ya çocuklar, Allah yok... Olsaydı beni gördüğünüz gibi onu da görürdünüz! Şeker istediniz, bağırdınız! Duymadı, getirmedi, vermedi! Olsaydı, duyar, gelir, getirir verirdi. Bak benden istediniz getirdim, verdim!... Çünkü ben varım, siz varsınız. Veren de biziz. alan da. Sonra, muzaffer bir eda ile güldü: "Öyle değil mi?" Sen tam o sırada elinde terden yapış yapışolan şekeri adamın yüzüne fırlattın "Sen gâvursun" diye bağırdın!... Muallim seni tokatladı, kulağından tutup dışarı attı. Sen ağlayarak evine gidiyordun. "Bu adam anar mm anlattığı, babamı öldüren gâvurlardan olacak. Başında şapkası var. Üstelik Allah’ı da inkâr ediyor. Hani,onları biz denize dökmüştük. Bunlar nereden çıkıp geldiler? " diyor, ağlıyordun!...
Şapkalı Kurtarıcı
Bir gün sonraki derste, muallim kara tahtaya tıpkı kendisi gibi şapkalı bir adam resmi astı. "İşte bizim Allahımız. bunu gözümüzle görüyor, elimizle tutuyoruz. Bu, bizi kurtaran, yoktan var eden Mustafa Kemal!..." diyordu!.., Sen iyice bakıyordun." Hayır, bu anamın anlattığı, yatağımın baş ucuna astığım Kemal Paşa değil. O başka. Hem o Allah değil ki, Allahın paşası. Tıpkı bizim gibi insan!... Allah olur mu hiç?" Mütemadiyen kafamdan bu ve buna benzer düşünceler geçiyor, bağırmak istiyor, bağıramıyor, yutkunup duruyordun. Daha evvel yediğin tokadın acısını hâlâ unutmamıştın... Sonra mualliminiz kara tahtaya, son kelimeleri, "Yaratan kurtaranlarla biten bir manzume yazdı. Çocuklara: "Hepiniz bunu Fatiha gibi ezberleyeceksiniz, sonra karışmam ha..." dedi.
Bir Bayram Günü
Bir bayram günüydü.Yeni bayramlardan biri.Sizi harman yerine topladılar.Sıra sıra dizdiler.Küçük küçük kağıtlar, bayraklar ve yeşil dallarla süslenmiş yüksekçe bir yere, paltosunun arkası koyun kuyruğuna benzeyen bir adam çıktı. Evvelâ adam 5 dakika sııkût edeceğiz dedi; tam 5 dakika zaptiye gibi "hazır ol!” vaziyetinde durdu. Sonra yırtılırcasına haykırmaya başladı: "Padişahlar, hainler, zalimler." Böyle bir şeyler söylüyor, hiddetinden nutuk verdiği yer sallanıyor, arkasındaki kuyruk gibi şey de inip kalkıyordu. Bize dönerek : Bu vatanı o yarattı, sizi o yarattı. Biz yarattık; o. biz. O... Mütemadiyen "O" “Biz" deyip duruyordu.
Sen düşünüyordun; "Eyi amma vatanı bu adamlar mı yarattı? Eskiden vatan yok muydu? Bu dağları, bu taşlan bunlar mı yarattı? Hani ya ölmemişler, yaralanmamışlar? Vatanı kurtaran babam, babam değil mi?"
Dört beş sene evvel aynı yerde okunan duaları, cepheye giden askerleri, analarının babalarının boynuna sarılanları hatırlıyordun. Hani onlar, nereye gitti? Vatanı kurtaran onlar değil mi? Onlardan kimse yok? Bu adamlar da kim, nereden çıktı bunlar? diyordun?...
Akşam mektebin salonunda bir müsamere verilecekti. Buraya herkes davetli idi. Sen de gittin. Arkadaşlarından çokları müsamereye iştirak ediyorlardı... Muallim seni nedense almamıştı. Bakalım, neler olacaktı? Herkes merakla bekliyordu. Nihayet perde açıldı. Bir köşede göbekli, kaim boyunlu bir hoca minderin üzerinde oturmuş, sallana sallan a bir şeyler okuyordu. Elinde meşin kaplı bir kitap vardı, Kur’an-ı Kerim’di galiba. Hem okuyor, hem de arada sırada geyiriyor, her geyirişinde "estağfurullah!" diyordu. Hocanın hemen başının üzerinde bir falaka, diğer köşede de çerçeve içinde âyetyazılı bir levha asılıduruyordu. Derken odayı pejmürde kıyafetli, burnu sümüklü bir sürü çocuk doldurdu. Çocuklar ezile büzüle hoca efendinin karşısında diz çöktüler. Hoca gâh kitaba, gâh öfkeli öfkeli çocuklara bakıyordu. Sık sık geyiriyor; hemen arkasından basıyordu: "Estağfurullah*!! O kadar kerih, o kadar iğrenç vaziyetler alıyordu ki adama bakıp da tiksinti duymamanın imkânı yoktu. (Tabiatıyla bütün bunlar Müslümanlığı ve onu temsil edenleri tezyif, tahkir etmek, halkın gözünden düşürmek için ustaca tertip edilmiş oyunlardı.)
Eski Mektep-Yeni Mektep
Aradan çok geçmeden içeriye genç, çarşaflı peçeli bir kadın girdi. Bu kadın değil, erkekti; amma mahsus-tan kadın kıyafetine girmişti. Gitti, hocanın elini öptü,dizçöktü. Hoca göğsünü açmasını işaret etti. O da iliklerini çözdü. Hoca efendi diviti, kamış kalemi çıkardı,kadına yanaştı; bir besmele çekti; kalemle göğsüne yazı yazmaya başladı. Yazıyor, olmadı, deyip diliyle yalıyor, tekrar yazıyor, ağzından. Siftah Bismillâh kelimeleri dökülüyordu. Derken, setre pantolonlu bir bey de arkasında maiyeti, içeriye girdiler. Adam, "Bu ne rezalet!...” diye bir tehdit savurdu. Çocuklar, hoca, hep birden ayağa kalktılar. "Dışarı!" emrini verdi. Sonra rahle üzerindeki kitabı alıp yere fırlattı. Bastonu ile köşede asılı levhayı kırdı. Falakayı indirdi. Onun yerine Kemal Paşanın bir resmini ve "Cumhuriyetçiyiz, Halkçıyız, Lâikiz, İnkılâpçıyız, Devletçiyiz, Milliyetçiyiz" yazılı bir levha astı. Sizi de dışarı çıkardı.
Hocayı da zaptiyeler sürüklediler götürdüler. Çok geçmeden pejmürde kıyafetli çocukların yerine, beyaz yakalı, temiz giyimli bir sürü çocuk içeri girdi. Bunlar aynı çocuklardı. Bu çocuklar hep bir ağızdan: "Türküm, Doğruyum, Çalışkanım" tekerlemesini söylediler. Perde indi ve müsamere böyle bitti.
Eski Mektep-Yeni Mektep müsameresi. Sen ömründe böyle pis pis geyiren, âdeta geviş getiren hoca görmemiştin. Bunu nereden bulmuşlardı. Ne iğrenç adamdı bu. Bu hoca harman yerinde halkı cihada davet eden, dualar okuyaıthoca efendiye hiç mi hiç benzemiyordu.
O günlerde kasabada Kur'an-ı Kerim’i yere atmışlar, yırtmışlar gibi dedikodular alıp yürüyordu. İhtiyarlar "Allahımne günlere kaldık!.diyorlar, gizli, hararetli hararetli konuşuyorlardı.
Büyüklere göre Deccal ya çıkmış ya çıkacaktı. Olup bitenler hayra yorulacak şeyler değildi. Her gün MuhiddiniArabi gibi İslâm büyüklerinin kitabı açılır, "elif," "lâm," "mim" gibi rumuzlardan istihraçlar yoluyla neticelere varılır, günün hâdiseleri bu saviyeden mütalâa olunurdu.
Ak sakallı bir ihtiyar, hem ağlıyor, hem söylüyordu. Ben. diyordu, "Üç oğlumu bunun için mi şehit verdim?
Şehit evlâtlarının çocuklarının gözleri önünde, babalarının uğrunda can verdiği, son nefesinde elinden, dllin-den düşürmediği. Kur’an-1 Kerim’i yerlere, ayaklar altına atsınlar ha!...Kendileri neye inanırlarsa inansınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, fakat bizim dinimize, kitabımiza, işimize karışmasınlar" diye sızlanıyor, bir taraftan da torunlarına "Dışarı bakın oğul kimse olmasın... Son..." diyordu. "Sonra" nın sonu gelmiyor, onun yerine gözlerinden yaşlar geliyordu..
Müsamere hâdisesi vicdanları öylesine sarsmış, gönülleri öylesine kırmıştı ki... Yalnız bu kasabada değil, memleketin her köşesinde buna benzer hâdiseler oluyordu. Herkes şaşkınlık içinde idi. Her gün. her an âdeta yeni bir felâket bekleniyordu.
Kaymak Tabağı
Artık sen bir hayli büyümüştün. Anan yemedi içmedi, dişinden tırnağından artırdığı birkaç kuruşu "Oğlum okusun, adam olsun" diye tahsilin için ayırdı; seni yakınınızdabulunan bir şehre, orta mektebe gönderdi. Bu şehir senin için yepyeni bir âlemdi. Caddeler, dükkânlar, meydanlar, mektep, arkadaşlar... Pansiyon hayatı. Senden daha büyük arkadaşlarının açık-saçık kokuşmaları. Şimdiye kadar duymadığın şeyler. Bunları hem korku, hem merakla dinliyor, acayip acayip şeyler düşünüyordun... Şimdiye kadar nefsinden, cinsiyetinden habersiz, anacığının yanında bir kuzu gibi büyümüştün. Şimdi bu muhit, arkadaşlar, hemen her gün yatağa yatar yatmaz birbirinden daha cıvık, gıcıklayıcı hikâyeler. Henüz maddî değilse bile manevî bekâretini tozuyordu.
Bir gün arkadaşlarından biri "Kaymak Tabağı" isimli müstehcen bir kitap ele geçirmişti. Çocuklar yiyecek gibi bu kitabı elinde tutan arkadaşın etrafında itişe kakışa toplanmışlanmışlardı.
- Oku ulan!...
- ineklik yapma be!...
- Ağzımın suyu aktı!...
Vay anam kaymak tabağı.
Har kafadan bir ses çıkıyordu.
Kaymak Tabağı okunmaya başlıyor: Aman Allahım. Apaçık…Girdi çıktı edebiyatı. Tenasül uzuvlarının boyuna bosuna, derinliğine varıncaya kadar. Kitap okundukça çocuklar bir elimi ceplerinde birbirleri üzerine yığılırcasına daha beter sıklaşıyorlar, okunanları yutar gibi nefes nefese dinliyorlardı Han karşıdan bunlara merakla bakıyor, okunanların bazılarını duyuyordun. Amma arkadaşların hemen hepsi Kaymak Tabağı'nı Adeta ezberlemişler, ballandıra ballandıra teneffüslerde, yatakhanede, şurada burada anlatıyorlardı. Hatta akça pakça etli toplu bir kız talebeye Kayma Tabağı ismini vermişlerdi. Çocuklar kızın an kasından, "Kaymak, ne hoş olur ko..." diye bağırıyorlardı.
Mektep 19 Mayıs şenliklerine hazırlanıyordu. Hemen her gün mektebin önündeki sahada provalar yapılıyordu. Kız erkek bir arada... Bu, çocuklar için bulunmaz bir fırsat, doyulmaz bir seyirdi. Mektebin ileri gelen başarılı kızlarını kendi aralarında paylaşmışlar, kızların asıl isimleri âdeta unutulmuş, "benimki" "seninki" "onunki" oluvermişti. Kaymak Tabağı'nı aralarında bölüşememişlerdi. Ona herkes sahip çıkıyordu.
Çıplaklar Bayramı
19 Mayıs günü. İçleri bayıltan bir sıcak vardı. Bahar, gençlik. Çırılçıplak soyunmuş, açık tarafları kapalı taraflarından fazla yeni gençlik! Yeşil çimenler üzerine serilmişti. Cimnastik gösterileri yapacaklardı. Başta vali olmak üzere hükümet adamlarının hepsi vardı. Gençler bir arkaya, bir öne, bir sağa, bir sola, defalarca eğildiler, büküldüler, gerilediler. Herkes tarafından görüldüler, alkışlandılar. Bugün kim bilir kaç yüz genç içini çekti. Kim bilir daha neler neler çekti.
Kenarda durmak, bu şeylerden iğrenmekle beraber, bu hava az çok seni de içine almış, çocukluğun o pembe, masum havasını ifsat etmişti. Kaymak tabakları, şehvet sahneleri, arkadaşların sululukları, anlatanlar, anlatılanlar!... Hepsi feci şeylerdi...
Osmanlı 'ya Sövgü
Orta mektepte, size Yurt Bilgisi dersine giren şişmanca göbekli, apalapal yürüyen. Kıbrıslı bir adam, vardı. Yaşı bir hayli ilerlemesine rağmen, talebelerin içine karışır, millî bayram olarak kabul olunan günlerde nutuklar çeker, "Yaşımın ilerlemesine bakmayın, ben de sızdenim; Cumhuriyet neslindenim" derdi!... Talebeler alkışladıkça bu tüyleri dökülmüş, göbekli adam daha da gençleşir, küçülür küçülür giderdi. İşte bu akşam da 19 Mayıs'ın şerefine bir müsamere verilecek mutlaka, o çıkacak inkılâptan,Cumhuriyetten bahsedecekti. Liseye felsefe dersine giden bu göbekli muallimi tanımayan yoktu. Hemen bütün bayramlarda meydana bu çıkar, her sene aynı şeyleri söyler, aynı alkışları toplardı. Bu gün de öyle. "Cumhuriyet" dedi, "medeniyet" dedi, "memleket" dedi, "yetlerin ’ üzerine zevkle öyle basarak net ve sert telâffuz ediyordu ki âdeta kendi sesine hayran, kendi sesinden kuvvet alıyordu. Halka hitaben "Artık padişahlık, halifelik devri bitmiştir. Kendilerini yeryüzünde Allah’ın gölgesi sanan bu adamlar, alçak Hanedan düşmanla iş birliği yapmış, sonra kaçıp gitmiştir. Hem Allah cisim değildir derler.hemde biz Allah’ın gölgesiyiz derler; böyle mantıksız seyolur mu hiç? Bir şeyin gölgesi olabilmesi için o şeyin cisim olması lâzım. Her şeyin gölgesi kendine benzer. Allah’ın gölgesi de padişahlarmış. Bak sen şu işe!" Felsefe hocası, felsefeyi siyasete âlet ediyordu.
Salonda gülüşmeler oldu. Kendilerini Allah sanan bu alçak adamlar... Bizi kurtaran Atamız... O en büyük insan, o en büyük varlık... Yaratıcı o. Köhne zihniyetleri yıktı, örümcekli kafaları parçaladı. Modern, asri. Kant -Kont daha bir sürü şeyler söyledi. Fakat halk bunlardan fazla gir şey anlamadı. Ama yine de alkışladı. Arkasından müsamera. Yine eski devre atıp tuttular. Din adamlarını tezyif, terzil eden sahneler gösterdiler.
Göbekli Hatip
19 Mayısın ertesi günü size Yurt Bilgisi dersi vardı... Anlaşılan göbekli nutukçu mualliminiz müsamerede çektiği nutkun hızını alamamış, içinde daha birçok şeyler
kalmışolcak ki bir nutuk edası ve sedası ile inkılâptan, köhne fikirlerden bahsetmeye başladı. "Halkın karşısında fasla açılamadım, ne de olsa onlar cahil. Siz inkılâp çocukları. Atatürk neslisiniz... Ben de kafa, ruh bakımından sizin gibiyim. Memleketi düşmanlardan temizledik. Memleketten düşmanları kovduk. Fakat vazifemiz bitmemiştir arkadaşlar. Kovduğumuz o düşmanlardan da beter düşmanımız var: Taassup ve cehalet kaynağı, Allah fikridir. Meselâ Kıble dedikleri nedir? Kabe dedikleri nedir? M uslumunlar hacca gittikleri zaman Kâbe'yi tavaf ederler. Kâbe bir kara taştan ibarettir. Müslümanlar, namaz kılanlar bu taşa doğru yönelirler. Hicaza gidenler bu ta-şın etrafını çepeçevre kuşatırlar, namazlarını öyle kılarlar. Taşı kaldırın, namazdakiler yüz yüze gelirler. Şu hâlde insanlar, insanlara taparlar!... Bunu doğrudan doğruya yapamazlar. İşte böyle bir taşın, bir perdenin arkasına gizlenirler. Sonra Tevfik Fikret’ten:
Beşerin böyle dalâletleri var.
Putunu kendi yapar, kendi tapar
gibi, imanları, vicdanları sarsıcı, yıkıcı şiirler okudu. Sınıfta çıt yoktu. Herkes yarı hayran, yan şaşkın bir hâlde idi... Bu Yurt Bilgisi muallimi ne yaman, ne zeki adamdı. Şüphesiz çok derindi. Onun bildiğini kimse bilemez, anlattığı şeyleri kimse anlatamazdı. Amma bu adam herkesi rahatsız ediyordu. Bir nevi gönül ve kafa rahatsızlığı veriyordu insana.
Şimdi kalplerde, zihinlerde yerleşen, sevilen, tutulan bir kuvvet kayboluyor, âdeta her yer ve her şey boşalıyor, tutunulacak, sevilecek, kendisine bağlanılacak hiçbir şey kalmıyordu. Boşluk, boşluk, ebedî boşluk!... İnsanın yaşayabilmesi için her şeye inanması, tutulması gerekirdi. Çocuklar işte bu boşluktan korkuyorlardı. Kimsede itiraz etmeye, sual sormaya mecal yoktu. Hakikaten de doğru, makûl diyorlardı içlerinden çocuklar. "Kara taşı, Kabe’yi kaldırın insanlar yüz yüze gelirler, şu hâlde insanlar insanlara taparlar." Yurt Bilgisi muallimi bunu kaç defa tekrar etmişti. İlk mektepteki "şeker" seni pek aldatmamıştı amma bu öyle değildi. Adam doğru söylüyordu. Fakat sen ve arkadaşlarınız çok sevdiğiniz birisini, çocukluk arkadaşınızı kaybetmiş gibiydin is. O gecelerin gündüzlerin sahibi, seven, acıyan, duyan, duyuran Ulu Tanrı'nın yerine şimdi kapkara bir taş oturmuştu. Hatta muallim bir aralık. Peygamber hakkında, "Hz. Muhammed de putperestti, bu taşın kutsiyetine inanmıştı. Kabe’deki bütün puttan devirdi ği hâlde ona ilişmedi" demişti. Bu sözlerle de ismi geçince kalplerinizin daha şiddetle attığı Hz. Muhammede karşı olan sevginiz sarsılmaya başlamıştı.
Selânikli Tarihçi
Selânikli tarih muallimi daha ileri giderek. Peygamberi dokuz karı almakla, şehvetperestlikle itham etmiş, hac meselesinde de Muhammed "Baldın çıplak hemşerilerinin geçimini temin için yapmıştır bunu... Hacca gitmek Islamın şartları arasına bu düşünce ile girmiştir" demişti Böylece aile ile mektep, babalarla çocuklar, nesiller arasına nifaklar sokuluyor, uçurumlar açılıyor, bu uçurum gittikçe korkunç bir hâl alıyordu.
Hâlbuki Kıble, Müslümanların bir noktaya yönelmesi, fikirde, imanda, amelde, gayede birliği gösteriyor, ibadette, Müslümanlar arasındaki intizamı ve ahengi temin ediyordu. Karataş bir sembol, mukaddes bir işaretten ibarettir. Fakat o zaman siz öyle şeyleri düşünecek seviyede değildiniz...
Çok evlenme meselesine gelince Hz. Muhammed bütün gençliğini yaşlı bir kadın olan Hz. Hatice ile geçirmiştir. Elli üç yaşına kadar bu kadınla iktifa etmişti. Hz. Hatice ölünce! siyasî ve dinî birçok sebeplerle olmuştu bu evlenmeler.
İki gün sonra tarih dersinde buna benzer diğer bir hâdise oldu. Mavi gözlü, san saçlı, Selânikli olduğu söylenen o tarih hocası. Bu adam sizi Allahın günü “Aptallar, geri kafalılar, öküzler! Zaten Anadolu’dan adam çıkmaz ki. Atatürk olmasa hepiniz Şâirdiniz, köle olacaktınız“ gibi sözlerle azarlar, kötülerdi.
O günkü dersiniz İslâm tarihi idi. Hz. Muhammed‘den,İslâmîyetten, Kur’an-ı Kerim den bahsediyordu. Amma nasıl! Bu, Yurt Bilgisi hocasından da beterdi.
Mevzu Kuran, Cebrail, Vahiy meselesine gelince,adam şöyle bir hikâye anlattı: "Bir gün hocanın biri ab-dest alıyordu. Yanına yaklaştım. Merhaba Hoca Efendidedim. Mukabele etti. Hocam sana bir şey soracağım :
“ Allah mekândan, zamandan münezzeh değil mi?
- Hay hay, elbette. Ona ne şüphel
- Peki, Allah’la Peygamber arasında Cebrail’in gelip gittiğini. Peygambere Allah’ın emir ve nehiylerini getirdi- ğini söylüyorsunuz değil mi?
Zaman meselesine gelince: Her gelen giden, olan-biten bir zaman içinde cereyan eder. Bu hâdisenin de bir zaman içinde cereyan etmesi lâzım. Şu hâle göre, Allahın zamanın, mekânın dışında, üstünde, dinî tabiriyle "zamandan mekândan münezzeh" olmaması lâzım "deyince, hoca efendi gazaba geldi" Neuzübillâh!... Şimdi bir kan çıkacak!" dedi, hemen camiye girdi. Tarih muallimi gülüyor, "Bu hâdise üç-beş sene evvel cereyan etmişti" diyordu.
Adam "Ç" ve "Ş" harflerini "J" gibi telâffuz ediyordu. Onun için herifin adını siz (üj - bej) koymuştunuz. Amma onun size koyduğu daha müthiş bir şeydi. Âdeta kalbinize bir bomba yerleştirmişti. Hakikaten de "öyle" diyordunuz. Cebrail gelip gittiğine göre, Allah da bir yerde, bir yeri olması lâzım. Böyle diyor, böyle düşünüyordunuz.
Tarih muallimi, felsefe dersi verir gibi boyuna bu türlü şeylerden bahsediyordu. Gözünüzle görmediğiniz, elinizle tutmadığınız şeylere inanmayınız çocuklar. Bir de böyle aklınızın almadığı şeylere. Tecrübe ve akıl... Esas bu. Bu türlü geri fikirleri artık kirli çamaşırlar gibi bir köşeye atınız. Masal ve hurafe devri geçmiştir. Müspet ilim, müspet.
İnkılâpçı Aklı
Siz o zaman nasıl bilirdiniz ki müspet düşünüş bu değildir. Bir dakika sonra ne olacağını bilemeyen akıl, böyle şeyleri kavramaktan âcizdir... Akıl, mutlak hakikati kavramaktan çok uzaktır. Bu gün aklın hakikate erme bakımından kifayetsizliği, âcizliği garp filozofları tarafından da kabul edilmiştir. 19. asrın müfrit pozitivizmi yıkılmıştır. Yeni yeni ilmi, felsefî büyük sistemler kurulmuş, bu yeni hamleler, bizim çok eskiden bildiğimiz İslâm mutasavvıfları tarafından en güzel bir şekilde sistemleştirilmiş. «öylenmiş, yaşanmış. Kur’an hakikatlerine doğru yol almaktadır. Garpta 60-70 yıl evvel modası geçen, çürü yen her şey. moda, fikir, sanat cereyanları 60-70-yıl sonra bizde yeni bir şeymiş gibi benimsenir,yayılır.Voltairenin,Ogüst Kontların, Emile Zola ve benzerlerinin dinsiz. Allahsız, ateist, naturalist felsefeleri, sanatta Tevfik Fikret, felsefe ve içtimaiyatta Abdullah Cevdet, fikir hareketlerinde Hüseyin Cahitlerin tercümeleri, telif, şiir ve makaleleriyle Türk münevverleri arasında yayılmış, her yeniden. her değişiklikten ümit bekleyenler bunların etrafında toplanmışlardı, işte garbın yeni buluşlarını, yeni hamlelerini takip etmeyen, sadece din, iman, maneviyat düşmanı düşünürlerin fikirlerini, ebedi hakikatlermiş gibi kabul eden bu "Kadrocular "Akliselimcilerin müspet ilimciler, sonradan inkılâpçılar kadrosu hâline gelmişti. İşte felsefe ve tarih hocası, münevverlere has bir fikir imtiyazı gibi tanınan bu "tabiatlıların yetiştirmelerindendi. "Allah yarattı, Allah yaptı" diyeoek yerde, "tabiat yarattı, tabiat yaptı" diyen, "Allah" yerine "tabiat" kelimesini koyuvermekle her şeyi hallettiklerini, müspet düşündüklerini zanneden, bir inkılâp sarhoşluğu, mistisizmi, bir ihtilâl sadizmi ve yıkıcılığı içinde kıvranan bu adamlar eskiden kalma ne varsa, iyi olsun kötü olsun, yanlış olsun doğru olsun, hepsini silip süpürmek, yeni bir dünya yaratmak sevdasında idiler.
Her şeyden ve herkesten şüphe. Amma kendi söylediklerinden asla şüphe etmeye kimsenin hakkı yok! Şüphe ettiğiniz takdirde inkılâp düşmanı, yobaz olursunuz. Yalnız gözünle gördüğüne inanacaksın! Aklın ermediği her şeyi inkâr edeceksin! Tam hayvanca bir idrak, daha doğrusu idraksizlik. Öyle ya. Zavallı koyun, kurt gelinceye, gözleriyle kurdu görünceye kadar kurdun varlığından habersiz».Gözüngörmediği, aklın ermediği ha... Göz nereye kadar görür, akıl nereye kadar erer?!...
Mevlâna der ki:
"Ben kapkara bir topraktım, öldüm! Yemyeşil bir çimen oldum, öldüm! Oynayıp sıçrayan bir hayvan oldum, öldüm! Düşünen, konuşan, inanan bir varlık, bir insan oldum, öldüm! Gidiş bu gidiş olduktan sonra ölümden niye korkayım.
Her varlık kendisinden üstün bir varlığa inkılâp etmek onun hizmetine girmekte.Toprak çimene, çimen hayvana,hayvan insana. Ve nihayet bütün yollar Allah’a doğru. Kainat nizamının kuruluşu böyle. Hakikat böyle.
Hiçbir varlık Allah’tan başka sabit değil; değişiyor: Kendi kendinde kalmıyor, yerinde saymıyor!... İnkılâpçıların bunu anlamaması bizzat inkılap fikrine zıt. "İnsanların insanlara tapması", insan denilen varlığın yerinde sayması demek. İnsanı, varlıkların son tekâmülü diye kabul edenler, oradan Allah’a yol vermeyenler, hem yaradılışa, hem tekâmüle aykırı bir gidiştedirler. Böylece onlar çıkmaza girmişlerdir.
Önce Allah Korkusunu Yok Ettiler
Sen bunları o zaman mülâhaza edecek durumda değildin. Yapılan bu telkinler gönlünü, kafanı boşaltıyor, "yalnız gözünle gördüğüne inanacaksın" gibi sözler ufkunu daraltıyor, içerden boşalıyor, dışardan sıkıştırılıyordun!... Aksi gibi her gün karşına yeni yeni hâdiseler çıkıyor, kendi ruhunla, kalbinle geliştirmeye, yapmaya çalıştığın iman duvarlarını yıkıyordu. İşte bir hâdise daha:
Bugün dersiniz Tabiiye (Biyoloji). Kara tahtanın yanında köşede bir insan iskeleti duruyordu. Mualliminiz bu iskelet üzerinde ders verirdi. İçeriye, dershaneye henüz yeni giriyordunuz ki arkadaşlarından biri, sana iskeleti göstererek "Bak işte baban Cennetten çıkmış gelmiş" dedi. Sen öylesine sarsıldın, çarpıldın ki az kalsın düşüp bayılacaktın. Hâlbuki her zaman bu ve buna benzer şakalar yapılırdı. Nedense bugünkü sana çok dokunmuştu. Bir iskelet. Baban. Millî Mücadele. Gaziler, şehitler. Cennet, ebediyet... Bir anda yeniden mahvolmuştun. Kafandaki yanlış ve karışıklık şimdi bütün ruhuna, benliğine sirayet etmişti. Çıplak ve korkunç hakikat, iskelet işte karşında idi. Bu iskelet:
"Beni Cennette mi sanıyordun, ananın ve mahalle mektebindeki hocanın masallarına hâlâ inanıyor musun" der gibi sana sırıtıyordu. Yurt Bilgisi ve tarih derslerinde söylenenler imanını altüst etmiş, ümitlerini kırmış, hâlâ babanı Cennette sanıyor. O bize şefaat edecekmiş. Vah yazık! Karşımdaki şu iskelet, şu kemik babam değilse de, babam da işte, böyle bir şey. Cennet varmış, Allah yok ki Cennet olsun. İnsanları ne güzel de aldatmışlar. "Muhammed düşmanlarım mahvetmek için taraftarlarına Cennetler vadetmiş. emlineitaat etmeyenleri Cehennemle kor kutmuş, onları buna inandırmış. Onlar da durup dinlenmeden dünyanın bir tarafından öbür tarafına kıl inç sallarmışlar. Çünkü Peygamber. "Cennet, kılıçların gölgesi altındadır* demiş. Bu iman onlardan Türklere geçmiş, böylece zamanınım kadar gelmiş " Tarih mualliminin geçen dersteki bu sözlerini de hatırlıyor, karanlık bir boşluğa doğru sürükleniyordun.
"Demek babam bu hâle geldi; bundan ibaret. Harman yerinde toplananların, o gidip de gelmeyenlerin sonu bu. Bir avuç kemik ve gübre. O farzlar, sünnetler, Cennetler, şehitler, gaziler... Demek bu.. Netice bu’...”
"Yalnız gözünle gördüğün, elinle tuttuğun şeye inanacaksın* demişti muallimin.
Bunlar kuruntu, hayal’ Fakat vatan var. millet var. Bunları gözümle görüyorum, bunlar için yaşanmaya değmez mi? Belki. Fakat, ben öldükten sonra vatan, millet. Kaldı ki Yurt Bilgisi hocasının en çok sevdiği Tevfik Fikret:“Milletimnev'-i beşer, vatanım rû-yi zemin" demiş.
_ (Yani ben millet tanımam... Her insan benim milletimizden... Vatanım da her yer demek istiyor.)
Ruh, ebediyet!...Kısaca, Allah olmadıktan sonra bunlar neye ya rar? Ben öldükten sonra kurtardığım vatandan, milletten haberim olmayacak. Hiçbir şey duymayacağım. Hiç-birşey hissetmeyeceğim. Yarabbi ne feci!... Ben öldükten sonra vatan, millet!..Hâlbuki dinimizde, cenaze.
mezara konduktan sonra oradan uzaklaşanların ayak seslerinibile duyarmış! Anam böyle derdi. Bizim mahalle mektebindeki hoca da aynı şeyi söylerdi. "Peygamber böylesöylemiş, böyle buyurmuş" diye içli içli anlatırlardı bize. O korkularla, ümitlerle. Cennetlerle, mükâfat ve mücezatlarladolu âlemin ne oldu şimdi? Ölünün ayak seslerinizi duyması, ziyaretine gittiğiniz yakınlarınızın mezarlarının başına geldiğinizi hissetmeleri. Bütün bunları duyduğun, bunlara inandığın zaman ne kadar sevinmiştin!... "Demek ki bizim için ölüm yok, sadece yer değiştirmek var. Şimdi yerin üstündeyiz.Yarınaltında." diyordun. İslâmiyet ıne kadar canlı,haat ve ümitlerle dolu bir din; ölmez bir prensipti.
Hayat bir nefesten ibaret. Bu nefes çıktığı an. Bir yığın gübreyiz. Allah'ı, ebediyeti bir anlık nefese, bir yığın gübreye tercih edenlerin gafleti, dalâleti işte sahte ınkılapçıların marifeti!... Neslimizi mahvedenler bunlardır.
Seni ve senin gibileri çocuğum. Senin gibileri.
"Biz bize taparız... Demek ki Allah yok. İler yerde hasır-nâzır olan, her şeyi gören bilen Allah yok!... O hâlde ben istediğimi yapabilirim. Kim görecek benim yaptıklarımı..." Kafanda böyle düşünceler... Birgün mektepten kaçtın; yanında da mektepten kaçmayı âdeta âdet hâline getirmiş hergele H... de vardı. O, bakkaldan bir şişe rakı aldı. Şehirden bir hayli uzaklaştınız. Bir ağacın dibine uzandınız. İçin korku, tereddüt, tecessüslerle doluydu. Şişenin dibine hergele H... bir tane vurdu, ortalığa köpürerek kokusundan hoşlanmadığın o nesne yayıldı. Sana şişeyi uzattı. Sen olan oldu, her şeyin sonuna kadar varmalı dercesine, çok sevdiğin bir şeyi devirircesine rakıyı
devirdin, sonra kendin de devrildin.. Ayıldığın zaman arkadaşın "Ulan, diyordu, sen anandan doğma sarhoşmuşsun, bir yudum olsun bana bırakmadın Bunun başlangıcı böyle olursa sonunu Allah bilir."
- Allah mı bilir?
- Allah yok ki
- Sen iyice sapıttın ulan!
- Allah mı bilir?
Bu cümleyi bir daha tekrar ettin yıkıldın. Az sonra güneş batıyordu. Sen hâlâ kendine gelememiştin. Sonra bir istifra, bir istifra... Leş gibi. Aklın bir parça başına gelir gibi oldu... Bak diyordun, bu zıkkımı mide bile kabul etmiyor, isyan ediyor çıkarıyor, kafanı, kalbini karıştıran fikirleri. Yurt Bilgisi ve Tarih muallimlerinin fikirlerini böylekusup çıkaramıyordun. Onlar İliklerine, ciğerlerine, kafana işliyor, tahribatına devam ediyordu.
Bu düşüncelerle şehre dönerken yanınızdan geçen bir kadına evvelâ arkadaşın sonra sen söz attınız. Kadın dehşetli sinirlendi. "Terbiyesizler, mektep kaçakları, ben size gösteririm" dedi. Hızlı hızlı yürüdü gitti. Bir ihtiyar da değneğine dayana dayana gidiyordu, içinizde öyle menfi, yıkıcı şeyler kaynaşıyordu ki, önünüze geleni yakıp yıkmak istiyordunuz. "Hey ulan moruk çekil karşımızdan" diye bir nara attınız. Zavallı ihtiyara da çattınız! İhtiyar döndü baktı: "Vah!... Vah!... Daha ikisi de sübyan, Allah ıslah eyleye!..." dedi. "Bizim zamanımızda," "Biz bunlar gibiyken" ile başlayan cümlelerle kendi kendine konuşmaya başladı.
Rüzgâr Eken Fırtına Biçer
Eve döndüğün zaman kendini karyolaya öyle bir attın ki boş bir çuval gibi yığıldın kaldın. Hakikaten iyice boşalmış. koflaşmıştın. Bu öylesine kahredici bir boşluk ve kofluktu ki seni yiyor yutuyor, daha da doymuyordu. Her yer, her şey bomboştu. Bastığın toprak kayıyor, baktığın gök sallanıyor, el uzattığın her dal kırılıyor, düşüyordu!
Allah yok ha!
Her şey yalan ha!
O hâlde bu dünyada benim işim ne? İçinde kaynayan duygular, sevgiler, korkunç bir boşluğa çarpıyor, bütün varlığını parça parça ediyordu. Artık kendini kelimenin tam manasıyla bırakıvermiştin. Âdeta insiyaklarınla yaşıyordun. Gün geçtikçe kötü kötü huylar ediniyordun. Pansiyonlar, bu kontrolsüz, başıboş bırakılmış yatakhaneler, hakikatte birer batakhanedir. Hemen her gece çocuklar yataklarına girince, iç gıcıklayıcı türlü hikâyeler anlatırlar; karyola gıcırdatırlardı. Yataklarının baş ucuna çıplak artist fotoğrafları asarlar "öldüm bittim" gibi iç çekişlerle neler neler çekerlerdi!... Hakikaten buradaki genç çocuklar, daha hayata doğmadan ölüp bitiyorlardı. Gözlerinin altı morarmış, benizleri sararmış, elleri titrek bu genç insanların çektiğini kimse bilmezdi. Bu ölçüsüz cinsî israflardan sonra ruhlara çöken gam, kasavet, yeis, o kendi kendine kızmalar, herkesten ve her şeyden bıkma, nefret, bedbinlik, pis bulaşık bir madde esareti altında ruhun sefaleti! Bu yıkılış ve sefaleti hazırlayan, teşvik ve tahrik eden bütün sahneler içimizde, etrafımızda!... Sinemalar, tiyatrolar, gazeteler, mecmualar, şenlikler, kaldırımlar, çıplak kadınlar. Hemen her köşe başında dudak dudağa, kucak kucağa film reklâmları... Şehvet panayırları... Her Yerde,herşeyde o çikolataların içine varıncaya kadar o. Çıplak kadın. Şehvet, şehvet, şehvet…Sonraher şey maddedir, hayat şevkten ibarettir' diyen kitaplar, makaleler, öğretmenler, felsefeleri...
Bir gün, gece geç vakit pansiyonda büyük bir gurultu oldu. Bağrışmalar, konuşmalar... Ne var. ne oluyoruz demeden mesele anlaşıldı...Çocuklardan birinin Paris'te ağabeyle! varmış. Üniversitede... Küçük kardeşine oradan bir düzine açık saçık kadın fotoğrafları göndermiş. Öylesine fotoğraflar ki insan bakmaya hayâ. eder... Tam 18 türlü cinsi münasebet şekli. Çocukların hemen hepsi bunu, yarın imtihana girecekleri derslerinden daha iyi ezberlemişlerdi; noktasına, virgülüne varıncaya kadar!... Cebinde cinsi münasebetleri canlandıran kartpostallar bulunan arkadaşlarını yatırmışlar, koynunda taşıdığı fotoğrafları zorla almaya kalkmışlardı. İşte bu gürültü bundan kopmuştu!... Paris’te ağabeyisi olan bu genç talebe, bazen istemeyenlere dahi bu resimleri zorla gösterir, bazen de işte böyle göstermem, vermem diye tutturur, bu kartpostalları kız kardeşi, karısı imiş gibi sonuna kadar muhafazaya çalışırdı... Talebelerin gözünde Paris hep bu türlü münasebetlerin cereyan ettiği yerdi!... Şu liseyi bitirseler bir kolayını bulup Paris'e kapağı atacaklar, ”A’dan başlayıp "Z"den çıkacaklardı.
"Rüzgâr eken fırtına biçer", böyle bir cemiyetten bundan başka ne beklenebilirdi?!
İşte sen, Mili! Mücadele'nin, mukaddes duyguların, namazların niyazların, ebediyetlerin çocuğu, şehit yavrusu, işte sen böyle bir hava içinde yaşamaya mahkûmdun!...
…………….
Yırtılan Çarşaflar
Bir gün yemekten sonra anan sana içli içli, dertli dertli bir şeyler anlatmaya başlamıştı. "Ah oğlum sen gideli neler oldu" diyordu. Bizim buraya bir kaymakam göndermişler. Neydi onun adı? Dur bakayım adı batsın, aklıma gelmedi. Tıpkı küçükken sizin mektebe gelen şapkalı herifler gibi. Din, iman, ırz düşmanının biri. İşte bu devrilesi, yaşamayası, karının kızın çarşaflarını yırtmaya kalkmasın mı? Yürüyüşünden, gidişinden hoşlandığı kadınların, genç kızların çarşaflarını kendi eliyle, hoşlanmadıklarının, bizim gibi kocakarıların örtülerini jandar-malara yırttırdı. Sorma başımıza gelenleri. Alçağın derdi çarşaflan kaldırmak değil, başka... Söyletme beni oğlum. H.Ö’lerin kızının çarşafını, kaymakam hem de kendi eliyle üç yolun ortasında yırtmaya kalkmasın mı? Kız-cağız düşüp bayılmış. Utanmaz herif, "ne de güzel yüzün Ivarmış" diye bu hengâmede kahkah gülmesin mi? Ge-çenlerde tarladan eve dönüyordum. Önüme jandarma karakolundan zebellâ gibi iki herif çıkmasın mı? "Oğlum ben şehit haremiyim; dokunmayın bana. Bunu düşmanlarımız yapmadı" dedimse de kim dinler. "Kadın, çarşaf yasak! Emir aldık" diye üzerime çullandılar, çarşafımı didik didik ettiler. Rahmetli baban bu günleri görseydi!... Ne günlere kaldık yarabbi!... Gökten taş yağmadığına şükredelim" diyordu. Anan sana boyuna içini döküyor,derdini anlatıyor, senden bir hareket, bir şeyler bekliyordu. Fakat sen hep susuyor koyunun kaval dinlediği gibi dinliyor, içinden "çarşafta ne imiş, çıkarın atın ne olacakmış sanki. Ananızdan çarşafla mı doğdunuz" diyordun!. Kadıncağızın derdi bir değildi ki. Herif gitmiş, yerine bir başkası gelmiş Bu. yaşlıcabir zatmış. Çarşaflara falan dokunmamış amma, bu da mezarlığı park yapacağım diye tutturmuş. Mezarları dümdüz etmiş. Karşı gelmek isteyenleri müdeiumumla - müdde-i umumî diyecek - anlaşarak tevkif ettirmiş. Hatta Müftü Efendiyi bile!... Ramazanda top da attırmamış!... Sabahlan ezan da okumayacaksın diye müezzini tehdit etmiş. Beyefendi uyuyamıyormuş!...
....
Ya şimdi ne oldu? Neler oluyor!... Cümlemizi sen ıslah eyle yarabbi!...”
Daha neler neler. Falan öğretmen falan yerde 11 yaşında bir kız talebenin ırzına geçmiş. Bu ırz düşmanım evvelâ tevkif etmişler sonra bırakıvermişler... Anan boyuna söylüyordu...
Artık memleketi, evini, ananı, eskisi gibi sevmiyordun. Burada hâlâ eski hava esiyordu. Bir an evvel tatilin bitmesini dört gözle bekliyordun. Hem bu yıl liseye geçmiştin; yeni yeni muallimler, arkadaşlar, senin için ne de olsa bir tecessüs mevzuu idi.
Kaybolan Terbiye
Mektepler açıldı. Muallimlerinizin ekserisikadınlardı. Hem de genç, güzel kadınlar. Çocuklar şimdiden şu daha güzel, bu daha cilveli diye münakaşaya başlamışlardı. Biraz sonra Tabiiye dersine gireceklerdi. Tabiiye muallimi de çok kıyak kadındı ha. İşte onun dersinden bir sahne;
Bugün sınıfta bambaşka bir hava esiyordu, ön sıralar da oturan talebelerin bazıları arkadaki boş sıralara geçtiler. Bütün gözler kapıya dikilmişti. Tabiiye muallimi M. Hanım bekleniyordu. M. Hanım hem güzel, hem de edebi, terbiyesi yerinde bir kadındı; fakat ne çare!...Çocuklar duramıyorlardı işte. O sınıfa girer girmez, hatta daha girmeden herkese bir hâl oluyordu. Kaynaşmalar, ahlar, oflar. Arka sıralara çekilmeler.
Bugün derste M. Hanım nebatlarda çoğalmadan bahsediyordu. Çiçeklerdeki erkek ve dişi uzuvlardan. Tahtaya renkli tebeşirle çiçeklerin resimlerini yapıyor. polen tozlarının erkek tohumların, dişi uzuvların Üzerine nasıl konduğunu izah ediyordu. "İşte" diyordu. "Polen dişi uzuv üzerine konar, tohumun dişi uzva temasıyla orada sulanma husule gelir, dişi uzuv şişer ve tohumu içine alır". Daha "alır" kelimesini söylemeden arkalardan "ah" diye bir feryat yükseldi. Tabiiyecinin elinden tebeşir düştü. Sonra "kimdir o münasebetsizadam?!" diye bağırdı. Koca sınıfta ses yok. Eller yavaş yavaş pantolonların ceplerinden çıktı. Muallim hanım şöyle bir dolaşıverseydi talebelerin çoğunu suçüstü yakalayacaktı. Dolaşmadı, fazla arayıp sormadı da Yavaş ça yerine oturdu. Bütün sınıf ona bakıyordu; o önüne. Başından vurulmuşa dönmüştü. Zil çalar çalmaz uzun adımlarla hızlı hızlı yürüyüp gitti. Tabiiyeci çıkar çıkmaz sınıfta bir gürültüdür koptu. Herkes avazının çıktığı kadar bağırıyordu. "Kimdi ulan o hergele?" "Kapıları kapayın, muayene var!" diğer bir ses, "Vallahi bu muayenede şu üç ahbap çavuşlardan başka herkes çürüğe çıkar!" Üç ahbap çavuş dedikleri Molla Güranî ile onun it kafasında diğer iki arkadaşı idi.
Edepsizlik Salgını
Yeni Tarih mualliminiz de öyle genç ve güzel bil kızdı I fakülteyi henüz bitirmişti. İlk hocalığını sizde yapıyor-du, aynı zamanda size Coğrafya derslerine de giriyordu.
İkinci ders Coğrafya idi. Mevsim bahardı. Pencerelerden sınıfa tatlı bir ışık dökülüyordu. Kimsenin ders yapmaya,ders dinlemeye niyeti yoktu. Herkes şimdiden coğrafyacıyı hayal etmeye başlamıştı.
Geliyor!... İşte geliyor sesleri yükseldi. Genç öğretmen sınıfa girer girmez sınıf elektriklenivermişti. Gözler daha çok parlamış, nefesler sıklaşmış, ön sıralardan arka sıralara doğru bir kaynaşmadır başlamıştı, öğretmen hanım yeşil bir entari giymişti. Ne de yakışmıştı kâfire. Sıraların önünde, yeni sürmüş uzun ince bir dal gibi sallanıyordu. Muhabbet havası ön sıralardan arka sıralara doğru gittikçe artıyordu. Hele arka sıralar!...
Orası bir âlemdi! ikisenelikler, yaşını başına almışlar,tiryakiler. ‘Eyvallah abi* cinainden olan gedikliler hep arkada toplanırlardı.
Hoca hanım, karşıya yeşil bir harita asmıştı, oradan bir şeyler anlatıyordu. Dünyanın muhtelif yerlerindeki, girinti-çıkıntılardan, körfez ve limanlardan bahsediyordu.
Fakat çocukların aklı bambaşka şeylerde idi. Dünyanın falan yerindeki girintiden-çıkıntıdan onlara ne! Onların düşündüğü girinti-çıkıntı malûm... Hoca hanım haritaya doğru dönünce fırsattan istifade "Bu kadar da ince giyilir mi canım, tül gibi" öteki, "Yok canım gül gibi", "Karşımızda sallanıp duran yemyeşil canlı bir dünya,yaşaşayan dünya dururken duvardaki ölü yeşil haritaya kim bakar?!" gibi lâflarla fısıldaşıp birbirlerini gıcıklayıp duruyorlardı.
Nihayet ders bitti, amma dersin bitmesiyle edepsizlik bitti mi? Ne gezer, coğrafyacıya harita demişlerdi ya. Benim gemi şu körfeze girdi! Senin gemi şu limanda demirledi. Liman sıcak mıydı, değil miydi, daha bu misillü bir sürü edepsizce lâflar.
Şer Çocukları
Ya Kimya hocanız : E. Hanım sarışın, kısa boylu, geçkin bir kadındı. Yürürken yuvarlanıyor sanırdınız. Yaşının bir hayli ilerlemesine rağmen güzel ve genç görünmeye çok özenirdi. Bir kerre saçları her gün ondüleli idi. Başındaki her tel, her kıvrıntı, her gün emir almışlar gibi aynı yeri ve şekli muhafaza ederdi. Dudakları dalak yemiş gibi kızıl, yüzü un ambarına düşmüşçesine pudralı idi. Yüzünün kırışıklıklarına pudralar birikirdi. Yakışıklı çocuklara biter, bayılır, tutuluverirdi. Çocukların sıralarının yanında durur, sürtünür, oyalanır bir şeyler olurdu. Bazen ders vermez, masaya dirseklerini dayar, başını iki avucunun içine alır, gözüne yakışıklı çocuklardan birini kestirir, dalar giderdi. Fakat bu bakış, sevdiklerine doğru akış tek taraflı idi. (Bazı kimyevî hâdiselerde, kimya muadelelerinde olduğu gibi) iki taraflı - ric’î değildi. Kimya hocamız bu aşk oyununda, bu kaynaşmada "iyot" gibi açıkta kalırdı. Bu hâlinden, dolayı ona talebeler bazen acırlar, bazen de kısarlardı. Çocukların manzarayı çaktığını anlayınca, masanın üzerine kapanır, oradan tarassuta daha gizli bir şekilde devam ederdi. Günahları boynuna, bazı talebelerin evine gelip gittiklerini de söyleyenler vardı. Hatta bu dedikodular muallimlerden bazılarına kadar aksetmiş, onlardan biri de "Kafa işlesin de, belden aşağısı ne olursa olsun" demişti.
İnsanı "belden aşağısı ve belden yukarısı" diye ikiye ayıran bu komünist görüş, daha o zamandan itibaren yayılmaya başlamıştı. Belden aşağısı, belden yukarısı. Hâlbuki insan gerek madde, gerek ruh yapısı bakımından bir bütünlük arz eder. Bunun altı üstü, aşağısı yukarısı yoktur. Her ne çeşitten olursa olsun her harekette beşerî varlığımız iştirak hâlindedir. Sözde ilim, asrîlik, modernlik, inkılâpçılık perdesi arkasında oynanan bu oyunlar, serdedilen bu fikirler, yapılan bu telkinler hakikatte ruh gibi, iman gibi, şeref, haysiyet gibi, bütün İnsanî varlığımızı, seciyemizi aşağılara doğru çeken, menfi, yıkıcı propagandalardı. Sık sık tekâmülden bahseden bu insanlar, tekâmülü ters tarafından anlıyorlar; sırasıyla cemadattan, nebatattan, hayvanattan insana doğru yükselecek yerde insanı, insanlığı hayvana, hayvanlığa doğru çeki-yorlardı!... Alt yapının, bel aşağısının felsefesini, fikri- | yatını yapıyor, ellerine teslim edilen genç çocuklara hakikat diye müspet ilim diye, bunları telkin ediyorlardı. Her fırsatta alabildiğine din, iman, mukaddesat, tarih, mazi düşmanlığı yapıyorlar, gençliğe zamanın kör vs sağır, şer kuvvetlerini ebedî hakikatlermiş gibi takdim ediyorlardı. Çocuklar mektebe gidiyor, çocuklar mektebi bitiriyor, gençler ortaokullara - liselere devam ediyorlar, hayata hazırlanıyorlardı ama, hangi hayata?! Niçin, nasıl, nereye? İşte bu suallerin cevabı yoktu!... İnsanın hayvani maddî varlığını aşan, her sual cevapsız kalmaya mahkûmdu. "İnsanlar insanlara, insanlar menfaate, insanlar maddeye tapıyorlardı." Hakikat bundan ibaretti. Böylece nâmütenahiye giden, Allah'a giden, ebediyete giden her yol kapanmış, insan, hayvani, behimi varlığı, ihtirasları, insiyakları içinde tepinip duruyor, tepindikçe, saplandığı bataklığa daha beter batıyordu.
Allahı ayakkabının içine kadar sokan, korkunç bir sükut.
Artık sen kollarını göklere kaldıramıyor, hep aşağılara indiriyor, hep aşağılarla, aşağılık şeylerle meşgul oluyordun. Hele bir an süren bedenî zevklerden sonraki düşüşlerin, bitişlerin, tükenişlerin, pis kirli yataklara serilişlerin... Her gün aynı hayatın tekrarı!... Yemek masası ile 100 numara arasında geçen bir hayat. Sabah akşam, gece gündüz ve her şey dümdüz.. Basit, yavan.. Bayat. Ortada başka bir şey yoktu.
Mazi, tarih, cinayetlerle dolu "Kanlı bir harabe". Allah bir vehim... Ruh bir kuruntu. Ebediyet bir seraptı. O hâlde sen neye bağlanacak, niçin, kimin için yaşayacaktın?!...
Dünyada her şey yalandı; herkes yalan söylüyor, insanlar. devletler birbirini kandırıyordu. Hayat, mücadele gibi şeyler de senin için manasızdı. Akıbeti ölüm olduktan sonra ve ölümle her şey bitecek olduktan sonra... Tabiiye dersinde köşede duran iskelet gözlerinin önünden gitmiyordu. İşte dünyada hakikat olan bir şey varsa bu iskeletti. "Liseyi bitirip de ne olacak sanki... Hadi bitti!" Eh sonra... Üniversite... O da bitti; ondan sonra... Hayat, mayat. Bunlar bayat lâflardı. Hayata atılma. Herkes bunu söylüyordu. Hayata atılma... Sen hayattan çoktan atılmıştın!. Hayatla, cemiyetle, diğer insanlarla arandaki bağ çözülüyor, her şeye nefretle bakıyor, her şeyden nefret ediyordun!... Hatta kendi kendinden bile... Kendi kendinle de bir türlü geçinemiyordun... Kendini, benliğini aşan, bütün kuvvetler, kıymetler yıkılmış, iman kaynakları kurumuş, sen kendi kendinle, kendi nefsinle ortada tek başına kalmış, bırakmıştın! Duyduklarına inanmıyor, gözünle gördüklerinden dahi şüpheye düşüyor, görmediğin âlemi inkâr ediyordun!... Her attığın adımı tekrar geri alıyor, verdiğin her karardan hemen vazgeçiyordun!.
Uğrunda bunca kan dökülen topraktan nefret ediyor, göklere, geceleyin yıldızlara bakıyordun. Yanıp sönen, göz kırpan yıldızlar alay ediyorlarmış gibi geliyordu sana... Yiyip yutan, atıp tutan, alıp götüren, çürütüp bitiren yerler... İnsanlarla alay eden mağrur, yüksek, erişilmez gökler... Bu ikisi ortasında sen!... Şaşkın, harap, bîtap!... Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordun!... Nice nice ihtirasların çarpıştığı, menfaatlerin kaynaştığı, hayat!...
İnsanlar... Birbirini atlatan, aldatan, çekiştiren yiyip yutan insanlar... Kalp kapılarının, gök kapılarının, Allah'a giden bütün yolların, servetlerle, şöhretlerle, şehvetlerle, menfaatlerle kapandığı bir cemiyette sen ne yapabilirdin çocuğum, ne yapabilirdin?