Ebu Yusuf'un Harun Reşid'e Tavsiyeleri



(Ebu Yusuf (113- 182/731-799)’un, Harun Reşid (148-193/765-809)’e takdim ettiği Kitâbü’l-Harâc adlı eseridir. Kitabü’l-Harâc’ın, konusu, devletin malî kaynakları, bunların nasıl toplanacağı ve nerelere harcanabileceği ile ilgilidir. Halkın refah ve emniyetle yönetilebilmeleri için haraç, öşür vb. vergilerin nasıl alınması gerektiği üzerinde durmaktadır. Bu eserde dikkat çeken bölüm; Harun Reşid’e yönetim konusunda öğütlerin yer aldığı mukaddime kısmıdır.

Harun Reşid, devrinin en güçlü hükümdarıdır. Onun bu gücünü ortaya koyan; “ey sema, yağmurunu nereye yağdırırsan yağdır, o yağmurlarla büyüyecek mahsulâtın haracı yine bana gelecektir.” sözü ünlüdür. Böyle bir güce sahip olan halife, halktan bu vergilerin adaletli bir şekilde alınabilmesi için bu kitabın yazılmasını kendisi istemektedir. Bu yönüyle eser, Harun Reşid’in yönetimdeki hassaslığını ve dinî kişiliğinin ortaya konulabilmesi açısından ayrı bir öneme sahiptir. Ayrıca İmam Ebu Yusuf’un Harun Reşid’e gerçekleri nasıl açıkça ifade ettiğini, kendisine nasıl nasihat ettiğini de gösterir. Ebu Yusuf’a laf söyleyenlerin, Ona saray uleması diyenlerin bu tavsiyelere dikkat etmesi gerekir.

Ebu Yusuf’un Harun Reşid’e Tavsiyeleri için kaynak metin: İmam Ebu Yusuf, Kitabü’l-Haraç, ter. Ali Özek, İst. Ün. Yayınları İstanbul, 1973 , 27-47)

Bismillâhirrahmânirrahim,

Allah, Emirü’l-mü’minine uzun ömürler versin! Tam bir nimet ve zenginlikle devamlı bir haysiyet içinde şeref ve izzetini yüceltsin! Kendisine verdiği dünya nimetlerini, bitmek ve tükenmek bilmeyen âhiret nimetlerini kazanmaya ve orada Rasulullah’a vuslata bir vesile kılsın.

Emirü’l-mü’minin Allah muini olsun! Benden haraç, öşür, sadaka (zekât) ve cizyelerin toplanması gibi meselelerle birlikte bu konuda daima müracaata esas ve tatbik edilmesi gerekli olan diğer hususları bir araya getiren bir kitap telif etmemi istedi.

O, bununla şüphesiz hâkimiyeti altında bulunan reâyâdan zulmü kaldırmayı, halkın işlerini düzeltmeyi irade etmiştir. Allah Emirü’l-mü’minin işlerinde muvaffak kılsın. İsabetli görüş ve düşünceyi kendisine refik etsin. Oldukça mesuliyetli olan şu halifelik makamında yardımcısı olsun. Kendisini korktuklarından ve çekindiklerinden selâmete erdirsin.

Tatbik etmek arzusuyla bana sorduğu hususları izah, şerh ve tefsir etmemi istedi. Ben de onları izah, şerh ve tefsir ettim.

Ey Mü’minlerin Emiri! Şükürler olsun Allah’a ki, sana büyük bir vazife verdi. O öyle bir vazife ki sevabı sevabların en büyüğü, cezası da cezaların en büyüğüdür. Allah seni, bu ümmetin işlerine memur etti. Bu vazifenin başına geçtikten sonra artık sen, Allah’ın kendilerine çoban tayin edip idarelerini sana emanet ettiği ve o güdülenler sebebiyle imtihana çektiği ve seni kendilerine hâkim tayin ettiği pekçok insanlar için binalar yaparak, tesisler kurarak, adaleti icra ederek gece ve gündüzlerini tüketmeye başladın. Bina; adalet ve doğruluk harcından mahrum temeller üzerine kurulduğu vakit, Allah o binanın temellerini bozar, yapanların ve yapılmasına yardım edenlerin üzerine yıkar. Bu sebeple bu ümmetin ve reayanın işlerinden Allah’ın sana tevdi ettiği vazifeleri ihmal edip hakların zayi olmasına sebep olma! Çünkü Allah’ın izniyle kuvvet, faaliyet göstermekte (yani doğru ve âdil iş yapmakta) dır.

Bugünün işini yarına bırakma, aksi halde işleri ve hakları zayi etmiş olursun. Ecel emelin önündedir. Ecele, iş ve amel ile koş. Çünkü ecel geldikten sonra artık iş ve amel yoktur. Şüphesiz, çobanların efendilerine hesap verdikleri gibi insan yöneticileri de Rablarına hesap verirler. O halde günün bir saatinde de olsa Allah’ın sana yüklediği vazifelerde hakkı sahibine ver, adaleti icra et. Zira kıyamet günü Allah katında en mes’ud çoban (idareci), idare ettiklerini en fazla mes’ud eden çobandır. Binaenaleyh sen kendin hak yolundan ayrılma, aksi halde güttüğün (yönettiğin) kimseler doğruluktan ayrılırlar. Hevâ ile (nefse tabi olarak) emir vermek ve öfke ile iş yapmaktan sakın. Biri âhireti, diğeri dünyayı ilgilendiren iki işle meşgul olduğun vakit, âhiret işini dünya işine tercih et. Çünkü âhiret baki, dünya ise fânidir. Allah korkusuyla daima tetikte ol. Yakın veya uzak insanlara Allah’ın emirlerinde eşit muamele et. Allah yolunda ve adaleti tatbikte hiçbir kötüleyicinin kötülemesinden asla korkma.

Daima temkinli ve korkulu ol; zira temkinli olmak dil ile değil kalb iledir. Azabından korkarak ve rahmetinden ümitvar olarak Allah’a sığın, çünkü sığınmak ve korunmak korku ve ümid iledir. Kim Allah’a sığınırsa Allah onu korur. Daima iyi bir âkibet, gidilen doğru bir yol, hakka ulaştıracak sağlam bir gidiş zayi olmayacak bir iş, herkesin vardığı bir kaynak ve menba için çalış. Zira eninde ve sonunda varılacak yer öylesine hak bir varış yeri, o kadar korkunç bir duraktır, ki orada yürekler hoplar, bütün hüccetler, ceberutu ile insanları idaresinde tutan sultanın izzet ve celâli önünde değerini kaybeder. O günde bütün mahlûkat Allah’ın huzurunda zillet ve meskenet içinde dururlar, onun hükmünü beklerler ve azabından korkarlar. Sanki herşey olmuş bitmiştir.

Kıyamet gününü; o korkunç durak yerini bilip de amel etmeyen, yararlı iş yapmayan kimsenin duyacağı hasret ve nedamet sonsuzdur. Biraz düşünene şunlar kafidir:

O, öyle bir gün ki o günde ayaklar kayar, renkler değişir, kıyam üzre durmak uzar, O günün hesabını vermek son derece çetindir.

Allah Teâlâ Kur’an’ında şöyle buyurur:

“Şüphesiz Allah’ın katında bir gün, sizin sayınızla bin sene gibidir”1

“Bu gün hak ile bâtılın, iyi ile kötünün, haklı ile haksızın ayrıldığı bir gündür. Sizi de, sizden öncekileri de burada topladık”2

“Şüphesiz, o herşeyin hesabının sorulacağı gün, onların hepsinin buluşacağı bir miattır, (bekleme yeri buluşma zamanıdır)”3

“Sanki onlar kendilerine vaad olunanları gördükleri zaman, sevinçlerinden, orada birkaç saat kaldıklarını zannederler”4

Ne müthiş bir ayak kayması ki telâfisi imkânsız. Ne acı bir nedamet ki hiç faydası yok. Bu hayat sadece gece ve gündüzün nöbet değiştirmesinden ibarettir. Durmadan biri diğerinin peşini takip ediyor, gece ile gündüz her yeniyi eskitiyor. Her uzağı yakınlaştırıyor, vaad edilmiş olan her şeyi getiriyor. Allah her nefsi kazandıkları sebebiyle cezalandıracaktır. Şüphesiz Allah’ın hesabı çabuktur.

Allah’a yapış Ey Halife, Allah’a! Çünkü dünyada kalış çok azdır, halbuki hesap vermek çetindir. Dünya yok olacak ve içindekiler de tükenecektir. Âhiret ise devamlı kalma yeridir. Yarın Allah’a, mütecavizler ve sapıklar yoluna sülük etmiş olarak mülâki olma! Şunu iyi bil ki kıyamet gününün hâkimi, kullarını evlerine, yerlerine ve mevkilerine göre değil ancak amellerine göre muhakeme edecektir. Allah seni ikaz etti, o halde dikkatli ol. Zira sen; abes olarak yaratılmadın, bu sebeple de başıboş bırakılmayacaksın. Şüphesiz Allah seni yaptıklarından ve içinde bulunduğun durumdan hesaba çekecektir. Bak, düşün, nasıl cevap vereceksin? Bil ki yarın, yevm-i kıyamette insanoğlunun, Allah huzurunda ayakları ancak hesaba çekildikten sonra kayacaktır.

Rasulullah (S.A.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyamet gününde dört şeyden sual edilinceye kadar kulun ayakları kaymaz

-İlmiyle ne gibi ameller yaptığından, ömrünü nerede ve nasıl tükettiğinden, malını nereden kazanıp nereye sarfettiğinden, vücudunu ve sıhhatini nasıl değerlendirdiğinden”.

Ey Mü’minlerin Emiri! Soruların cevabını hazırla! Zira bugün dünyada yapıp bıraktıkların yarın sana birer birer okunur. Hal böyle olunca, şahidlerin huzurunda Allah’la senin aranda geçmiş olan işlerin maskesinin düşeceğini hatırla!

Ey Mü’minlerin Emiri! Sana, Allah’ın korumanı istediği şeyleri korumanı, bakıp gözet-lemeni istediklerini gözetlemeni ve bu vazifeleri Allah rızası için yapmanı tavsiye ederim.

Çünkü sen eğer onları yapmazsan; aslında yürünmesi kolay olan yol sana zorlaşır; gözlerin etrafı görmez olur, alâmetler, işaretler ortadan kalkar; gerçekler kaybolur. O geniş yol, sana daralır, orada bildiklerini tanımazsın fakat tanımadıklarını bilirsin. Bu sebeple nefsine karşı mağlûb olmasını değil, muzaffer olmasını isteyen kimsenin husumeti ile nefsine karşı koy. Zira güttüklerini yitiren çoban, eğer dilemiş olsaydı, Allah’ın izniyle onları zayi olmaktan kurtarırdı. Böyle yapmadığı takdirde hayatlarını korumak ve kurtuluşa ermelerini sağlamakla mükellef bulunduğu şeylerden, helâkına sebep olduklarını tazmin eder.

Bu sebeple kurtarması mümkün olanları kendi hallerine terkettiği vakit, onları bile bile zayi etmiş olur. Eğer çoban, üzerine vazife olmayan başka şeylerle meşgul olur da, zorluk ve tehlike içinde olanları görmezlikten gelirse felâket kendisine daha çabuk gelir ve kendisine daha çok zarar verir. Üzerine aldığı işleri hakkı ile yaptığı vakit çoban, orada bulunanların en mes’udu olur. Allah o kimsenin yaptıklarına kat kat karşılık verir.

Ey Mü’minlerin Emiri! Güttüklerinin zarar ve telefine sebep olma! Aksi halde Allah on-ların haklarını senden alır da, neticede, sen de kendi hak ve sevabını kaybedersin. Bina, ancak yıkılmadan önce tahkim edilir. Şüphesiz Allah’ın, idaresini sana verdiği kimseler hakkında yaptıkların senin lehine, telefine sebep oldukların da senin aleyhine olarak tesbit edilir. Allah’ın, idaresini sana emânet ettiği kimselerin işlerini unutmazsan, sen de unutulmazsın. Onlardan ve onlara faydalı şeylerden gafil olmazsan, sen de aldatılmazsın.

Şu dünyanın bu gün-lerinde, gönül dilin olan kalbin teşbih, tehlil ve tahmid etmekten; ağzındaki dilin Allah’ı zikir ile hareket etmekten, rahmet peygamberi ve hidayet önderi Allah Rasulüne salât ve selâm getirmekten nasibini alsın. Allah Teâlâ, rahmet ve ihsanı ile millet idaresini ellerine alan kim-seleri yeryüzünün halifeleri kıldı. Onlara idare ettikleri kimseleri aydınlatacak, aralarında vuku bulacak hâdisatı adaletle karara bağlayacak, hak ve hukuktan şüpheye düşülen hususları beyan edecek bir nur vermiştir.

İdarecilerin yolunu aydınlatacak nur; ancak hadleri -yani cezaları- tatbik etmek, araştırmaya ve açık delillere dayanmak suretiyle hakkı sahibine vermektir. İyi kişilerin yolunu takip etmek, onların iyi hareket ve prensiplerini devam ettirmek daha tesirlidir. Çünkü iyi âdet ve prensipleri ihya etmek, yaşayan ve aslâ ölmeyen hayırlardandır. İdarecinin zulmetmesi; idare edilenler için bir felâket, itimat ve güvenden yoksun kimselerle yardımlaşıp millet idaresinde onlara dayanması ise bütün halk için bir helâktır.

Ey Mü’minlerin Emiri! Güzel komşuluk etmek ve iyi muamele yapmak suretiyle Allah’ın sana verdiği nimetleri tamamla ve iyilik talebinde bulun. Şükrünü edâ etmek şartıyla nimetlerin çoğalmasını iste. Çünkü Allah Teâlâ Aziz Kur’an’ın’da şöyle buyurur:

-“Eğer şükrederseniz mutlaka, size, nimetlerimi çoğaltırım. Eğer nankörlük ederse-niz, şüphesiz, azabım çok şiddetlidir”5

Allah katında ıslahtan daha sevgili bir şey olmadığı gibi, fesattan daha kötü ve sevimsiz bir şey de yoktur. Masiyetleriirtikab etmek ve kötülük işlemek nimetlere karşı nankörlüktür. Milletler arasında nimete nankörlük edip de buna tövbe de etmeyenlerin çoğu, izzet ve şeref-lerinden mahrum olmuşlar ve Allah, onlara düşmanlarını musallat etmiştir.

Ey Mü’minlerin Emîri! Sana verdiği halifelik sebebiyle ihsan ettiği şeylerde seni kendi nefsine yöneltecek işlere dûçar etmemesini, velilerine ve sevgili kullarına gösterdiği inayeti sana da göstermesini Allah’tan niyaz ederim. Zira O, bunların hepsinin sahibi ve bu hususta kendisine rağbet edilen yegâne zattır.

Benim yazmamı emrettiklerini sana yazdım, onları şerh ve izah ettim. Onları iyice anla, mahiyetini idrâk et, ezberleyinceye kadar tekrar tekrar oku. Çünkü ben, bu hususta senin için bütün gayretimi sarfederek çalıştım. Allah’ın rızasını gözeterek, sevabını umarak ve azabından korkarak senin ve Müslümanların hakkında söylenmesi gereken söz ve nasihatlardan hiçbir şeyi söylemekten geri durmadım. Ben ümidederim ki, -eğer izah ettiklerimle amel edersen- bir Müslümana veya zımmîye zulmetmekten uzak olarak vergilerini toplamak hususunda Allah seni muvaffak kılar ve reâyân sana lâyık olacak şekilde hareket edip salâha kavuşur. Çünkü reâyânın salâhı; onlar hakkında hadleri tatbik etmek, zulmü kaldırmak, şüpheli kalan ve tatmin olunmayan hususlarda onlara müracaat, şikâyet ve itiraz hakkı tanıyıp haklarını bizzat kendilerinin müdafaa etmeleri için imkân vermekle olur.

Ben, senin için, bazı güzel ve faydalı hadisler yazdım. O hadislerde, Allah’ın izin ve inâyetiyle amel etmeyi arzuladığın şeylere teşvik ve istediklerin hakkında özel izahlar vardır. Allah, -zat-ı âlinizi- kendisini razı edeceğiniz işlerde muvaffak kılsın, seninle ve senin elinde ümmeti ıslah etsin.

1. – Ebu Yusuf rahimehüllah dedi: Ebu’z-Zübeyr, Tâvus ve Muâz b. Cebel’den naklen gelen bir hadîste Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“İnsanoğlu, Allah’ı hatırlamaktan gayrı, kendisini ateşten daha fazla kurtarıcı bir iş yapmadı. Ashab, Allah yolunda cihad da mı, yâ Rasûlallah? dediler. Allah yolunda cihad da Allah’ı hatırlamak kadar üstün değildir, velev ki parçalanıncaya kadar kılıç sallasın, buyurdular ve üç defa tekrar etti”;

“Ey Mü’minlerin Emiri! Şüphesiz cihadın fazileti çok büyük, sevabı da hesapsızdır. Ancak her şeyin başı tevhid inancıdır.”

2. – Ebu Yusuf dedi: Nâfi ve İbni Ömer’den naklen üstadlarımdan bazısı bana dedi ki; Hz. Ebu Bekir (R.A.) Yezîd b. Süfyan’ı Şam’a gönderdi. Onunla beraber iki mil kadar yürüdü. Kendisine, ey mü’minlerin halifesi artık dönseniz iyi olur, denilince şöyle cevap verdi: Hayır! Ben Rasulullah’ın “Allah, kendi yolunda ayakları tozlanan kimseye ateşi haram eder”, buyurduğunu işittim, dedi.

3. – Ebu Yusuf dedi: Muhammed b. Aclân, Ebu Hâzim ve Ebu Hüreyre’den rivayetle bana dedi ki Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Allah yolunda bir sabah ve akşam yürüyüşü, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır”.

4. – Ebu Yusuf dedi: Ebân b. Ebîİyâş, Enes’ten naklen bana dedi ki, Rasulullah şöyle buyurdular:

“Herkim bana bir defa salat u selâm getirirse, Allah ona on salat u selâm sevabı verir ve on tane günahını affeder”.

5. – Ebu Yusuf dedi: Hocalarımdan bazısı, Abdullah b, es-Sâib ve İbniMes’uddan naklen bana dedi ki Rasulullah şöyle buyurdu:

“Allah’ın yeryüzünde dolaşan bir takım melekleri vardır. Onlar ümmetimin salat u selamlarını bana tebliğ ederler”.

6. – Ebu Yusuf dedi ki: A’meş, Ebu Salih ve Ebu Sâîd yoluyla Rasulullah’tan rivayet etti. Rasulullah (S.A.) buyurdu: “Sâhibu’l-karn (İsrâfîl) boynuzunu saklamış, yüzünü kapamış, kulaklarını dikmiş ve sûru üfürmekle ne zaman emrolunacağını bekler olduğu halde ben nasıl rahat ederim? Biz, “O zaman ne deriz yâ Resûlallah” dedik. “Hasbûnâllah ve ni’melvekil. Aleyhi tevekkelnâ” deyiniz,buyurdu.

7. – Ebu Yusuf dedi: Yezîd b. Sinan, Âizullah b. İdris’ten naklen şöyle dedi:

Şeddâd b. Evs insanlara bir hutbe iradetti. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra dedi ki: Dikkatle beni dinleyiniz. Ben Rasulullah (S.A.) i şöyle derken işittim:

“Şüphesiz hayır, bütün kısımları ve taraflarıyla cennettedir. Şüphesiz şer de bütün kısımları ve taraflarıyla cehennemdedir. Biliniz ki cennet sevilmeyen şeylerle çevrelenmiş, cehennem de şehvetlerle çevrelenmiştir. Bir kimseye nefisçe sevilen kötülük perdelerinden birisi açılır da ona sabrederse cennete yaklaşır ve cennet ehlinden olur. Yine bir adama şehvet ve hevâ perdelerinden biri açılır da ona yaklaşırsa ateşe yaklaşır ve cehennem ehlinden olur. Haydi, ancak hak ile hükmedilecek bir gün için hak ile amel ediniz. Böyle yaparsanız hak menzillerine koşmuş ve konmuş olursunuz.”

8. – Ebu Yusuf dedi: el-A’meş, Yezîd er-Rakkâşî ve Enes’ten naklen bize dedi, ki Enes şöyle anlattı:

Rasûlullah (S.A.) miraç için yürütüldüğü ve göğe yaklaştığı vakit bir uğultu işitti. Ey Cebrail bu nedir? dedi. Cebrail, cehennemin kenarından atılmış bir taştır. O taş yetmiş seneden beri düşüyor, şimdi dibine ulaştığı andır, dedi.

9. – Ebu Yusuf dedi: el-A’meş, Yezîd er-Rakkâşî ve Enes’ten naklen dedi ki Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Cehennem ehline ağlamak imkânı verilir, gözyaşları kesilinceye kadar ağlarlar. Sonra tekrar, gözyaşları yüzlerinde bir yarık meydana getirinceye kadar ağlarlar.”

10. – Ebu Yusuf dedi: Muhammed b. İshak, Abdullah b. Muğîre’den, o da Süleyman b.Amr’den, o da Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayetle el-Hudrî dedi ki:

Ben Rasulullahı şöyle derken işittim:

“Cehennemin üstüne sırat köprüsü kurulur. Üzerinde çakır dikene benzeyen dikenler vardır. Sonra insanlar geçmek isterler. Geçenler arasında kurtulup selâmete erenler, yaralananlar, sonra sadece kurtulanlar, habsolunup kalanlar ve içine düşenler vardır”.

11. – Ebu Yusuf dedi: Saîd b. Müslim, Âmir, Abdullah b. Zübeyr, Avf b. Haris ve Hz. Âişe yoluyla gelen bir hadiste Hz. Âişe şöyle nakleder: Rasulullah (S.A.), “Ey Âişe! Değersiz sayılan amellerden sakın, zira bunların da Allah yanında bir talibi vardır” buyurdu.

12. – Ebu Yusuf dedi: Abdullah b. Vâkıd, Muhammed b. Mâlik’ten o da Berâ b. Âzib’den nakletti. Berâ dedi ki: Bir cenazede Rasulullah ile beraberdik. Kabre vardığımız vakit, Rasulullah dizleri üzerine çöktü. Ben etrafını dolaştım ve önünde durdum. Toprağı ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra şöyle dedi:

-“Ey kardeşlerim böyle birgün için hazırlıklarınızı yapınız.”

13. – Ebu Yusuf dedi: Mâlik b. Miğvel, el-Fadl, Ubeyd ve Umayr’den naklen dedi ki: Kabir der ki, ey âdemoğlu benim için ne gibi hazırlıklar yaptın? Sen bilmiyor muydun ki ben gurbet, kurt ve yalnızlık eviyim.

14. – Ebu Yusuf dedi ki: Muhammed b. Amr, Ebu Seleme’den o da Ebu Hüreyre’den rivayetle Rasulullah (S.A.) Kudsî hadisinde şöyle buyurdular: “Allah buyurdu ki sâlih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden dahi geçmeyen nimetler hazırladım. Dilerseniz,“Hiçbir nefis, yaptıklarının karşılığı olarak göz aydınlatıcı nimetlerden kendilerine neler saklandığını bilemez…”6 âyetini okuyunuz. Cennette bir ağaç vardır, ki binekli kişi gölgesinde yüz sene yürür ve onu katedemez. Dilerseniz “…uzun bir gölge…”7 ,âyetini okuyunuz. Şüphesiz cennette bir kırbaç boyu yere sahip olmak dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Dilerseniz “Herkim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ancak gurur metaıdir” 8, âyetini okuyunuz.”

15. – Ebu Yusuf dedi ki, Fadl b. Merzuk, Atiyye b. Saîd ve Ebu Saîd yoluyla Peygamber-den şöyle rivayet etti. Rasulullah (S.A.) buyurdular:

“Bana, insanların en sevgilisi ve kıyamet gününde mekân bakımından en yakın olanı, adaletle hükmeden bir reistir. Kıyamet gününde bana insanların en sevimsizi ve en fazla azap görecek olanı ise zalim idarecilerdir”.

16. – Ebu Yusuf dedi ki, Hişâm b. Sa’d, Dahhak b. Muzâhim ve Abdullah b. Abbas yoluyla Peygamberden şöyle rivayet etmiştir. Rasulullah (S.A.) buyurdular:

“Allah bir millete hayır murad ettiği vakit, onların idaresini yumuşak kimselere tevdi eder ve mallarını da cömert kimselerin eline verir. Yine Allah bir millete kötülük murad ettiği vakit, onların idaresini, sefih kimselere tevdi eder ve mallarını da cimri kimselerin eline verir. Ey insanlar! Her kim ümmetimin idaresini eline alır da ihtiyaçlarında onlara rıfk ile muamele ederse Allah onun ihtiyaçlarını rıfk ile giderir. Herkim onların ihtiyaçlarına sed çekerse Allah da onun ihtiyaçlarına sed çeker”.

17. – Ebu Yusuf dedi ki, Abdullah b. Ali’nin, Ebu Zinâd, A’raç ve Ebu Hüreyre yoluyla rivayet ettiği hadîste Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Şüphesiz imâm (devlet reisi, idareci) peşinde harp edilen ve kendisiyle korunulan bir kalkandır. Eğer Allah korkusuyla emredip adaletle hükmederse bu hareketleri sebebiyle onun için pek büyük ecirler vardır. Adalet ve Allah korkusundan gayrı işlerle meşgul olursa kötü hareketlerinin günahı kendisine yüklenir”

18. – Ebu Yusuf dedi, ki Yahya b. Saîd, el-Hâris b. Ziyâd el-Hımyerî’den şöyle rivayet eder:

Ebu Zerr, emirlik ve kumandanlık hakkında Rasulullaha sordu. O da şöyle cevap verdi: “Sen zayıf bir kimsesin, o bir emânettir. Emirlik ve reislik; -üzerine aldığı vazifeleri hakkıyla edâ edenler hariç-, kıyamet gününde bir rüsvaylık ve nedâmettir.”

19. – Ebu Yusuf dedi ki: İsrail, Ebu İshak, Yahya b. Hüseyin ve ninesinden rivayetle Ümmü Hüsayn şöyle nakleder: Rasulullah’ı elbisesini toplamış ve koltuğunun altına almış olarak gördüm. O vaziyette şöyle diyordu:

“Ey insanlar Allah’tan korkunuz, emirlerini dinleyip itaat ediniz, sizin üzerinize simsiyah Habeşli bir köle tayin edilmiş olsa bile onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz”.

20. – Ebu Yusuf dedi ki: A’meş, Ebu Salih ve Ebu Hüreyre yoluyla Peygamberden şöyle rivayet etti. Rasulullah buyurdu:

“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiştir. Kim imama (Reise) itaat ederse bana itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiş, imama (Reise) isyan eden de bana isyan etmiştir.”

21. – Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazıları, Habib, Ebu’l-Bahterî ve Huzeyfe’ye atfen şöyle dediler:

“İmamına karşı silâha sarılıp isyan etmen sünnet değildir”.

22. – Ebu Yusuf dedi ki: Mutarrifb. Tarif, Ebu’l-Cehm, Hâlid b. Vehbân ve Ebu Zerr’den naklen şöyle rivayet etti: Rasulullah (S.A.) buyurdular: “Herkim cemaatten ve İslâmdan bir karış uzaklaşırsa boynundaki İslâm bağını koparmıştır”

23. – Ebu Yusuf dedi ki: Muhammed b. İshak, Abdüsselam, Zührî, Muhammed b. Cübeyr ve babasından şöyle rivayet etmiştir:

Rasulullah (S.A.) Mine’nin Hayf semtinde olduğu bir sırada ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Benim sözümü işitip de duyduğu gibi nakleden kimsenin Allah yüzünü ak etsin. İlim yüklenip nakleden nice kimseler vardır ki, âlim değildir. Nice âlim kimseler de vardır ki duyduklarını kendilerinden daha âlim olanlara naklederler. Üç haslet vardır ki mü’min kişinin kalbi onlarda aldanmaz, yani kötülüğe sapmaz: Yaptıklarını Allah için yapmak, Müslümanların âmirlerine doğruca nasihat etmek, cemaate devam etmek. Zira cemaatın duası, ferdi kötülüklerden korur”.

24. – Ebu Yusuf dedi ki: Gaylan b. Kays el-Hamdânî, Enes b. Mâlik’ten naklen şöyle demiştir: “Rasulullah’ın ashabından olan büyüklerimiz bize emirlerimize sövmememizi, onlara karşı hilekârlık etmememizi, âsî olmamamızı, Allah’tan korkup sabretmemizi emrederlerdi”.

25. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. İbrahim b. Muhacir, Vâil b. Ebi Bekr’den naklen der ki, Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediğini duydum: Rasulullah (S.A.) buyurdular:

“Valilere, yani sizi idare eden büyüklerinize, sövmeyiniz. Çünkü onlar eğer iyi muamele ederlerse onlara sevab, size teşekkür gerekir. Eğer kötülük ederlerse onlara vebal, size sabır gerekir. Zira idarecilik bir nikmet (cezalandırmak suretiyle mükâfat vermek) tir ki, Allah dilediği kullarını o yoldan imtihan eder. Allah’ın nikmetini öfke ve isyan ile karşılamayınız. Onu sabır ve tahammül ile karşılayınız.”

26. – Ebu Yusuf dedi ki: A’meş, Zeyd b. Vehb ve Abdurrahman b. Abdi Rabbil Ka’be’den rivâyet etti. Abdurrahman şöyle dedi: Kâbenin gölgesinde oturmuş ve başına insanlar toplanmış olan Abdullah b. Ömer’in yanına vardım ve onun şöyle dediğini duydum : Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular: “Bir imama biat edip de elinin kuvvetini, kalbinin semeresini veren kimse gücü yettiği nisbette ona itaat etsin. Eğer bir başkası gelir de ona karşı muârazada bulunursa o kimsenin boynunu vurunuz”.

27. – Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazısı, Mekhul ve Muâz b. Cebel’den rivayetle Rasulullah’m şöyle buyurduğunu naklettiler:

— “Ey Muâz! Her emîre itaat et. Her imamın arkasında namaz kıl. Ashabımdan hiç kimseye sövme”.

28. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. EbiHâlid, Kays’tan naklen şöyle dedi: Hz. Ebu Bekir ayağa kalktı, Allah’a hamd u sena ettikten sonra şöyle dedi: “Ey insanlar siz Allah’ın, “Ey iman edenler! Kendi nefislerinize bakınız. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapıtanlar size zarar veremez»9 ,âyetini okuyunuz. Biz Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu işittik:

 «İnsanlar kötülüğü görürler de ona mâni olmazlarsa, Allah’ın onlara umumi bir azab göndermesi pek yakındır”.

29. – Ebu Yusuf dedi ki: Yahya b. Saîd, İsmail b. EbiHakim ve Ömer b. Abdülaziz’den şöyle nakletti -. Ömer b. Abdülaziz dedi ki:

Şüphesiz Allah, seçkin zümrenin yaptıklarından dolayı, umumi halkı sığaya çekmez. Fakat kötülükler alenî olarak işlendiği vakit mâni olmazlarsa hep birden azaba müstahak olurlar.

30. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. Ebi Hâlid, Zebid b. Hâris’ten şöyle nakleder:

Hz. Ebu Bekr ölüm hastalığına yakalanınca, yerine geçmesi için Hz. Ömer’e haber gönderdi. Buna karşılık insanlar şöyle dediler: Bizi idare etmek üzere yerine sert ve kaba birisini mi geçiriyorsun? Eğer o bizim idaremizi eline geçirirse daha katı ve daha sert davranır. Ömer’i bize halife yapmış olarak Allah’ın huzuruna varınca O’na ne cevap vereceksin?

Hz. Ebu Bekr şöyle mukabele etti:

Beni Rabbımla korkutuyor musunuz? “Ey Allahım! Sana inananların en hayırlısını onlara Halife bıraktım” derim.

Sonra Hz. Ömer’i çağırttı, ona şöyle vasiyet etti:

Ben sana öyle bir vasiyet edeceğim, ki eğer onu tutarsan, sana mutlaka gelecek olan ölüm gelince, senin için ondan daha sevimli bir şey olmayacaktır. Eğer onu tutmaz, zâyi edersen, elbette mâni olamayacağın ölüm gelince senin nazarında ondan daha çirkin bir şey olmayacaktır:

Allah’ın senin üzerinde geceleyin bir hakkı vardır ki onu gündüz kabul etmez. Gündüzün bir hakkı vardır ki onu da gece kabul etmez. Üzerine farz olan vazifeleri edâ etmediğin müddetçe yapacağın hiçbir nâfile ibadet kabul olunmaz.

Kıyamet gününde terazilerinin sevab kefesi hafif gelenlerin hüsranı, ancak dünyada kendilerine asla ağır gelmeyen bâtıla tâbi olmaları sebebiyle hafif gelmiştir. Tabiatiyle ancak bâtılı tartan terazide hayır kefesinin hafif gelmesi yerinde bir olaydır. Terazileri ağır tartanların terazisi de ancak dünyada hakka tâbi olmaları sebebiyledir. Böyle terazinin de ağır gelmesi yerindedir. Eğer sen benim bu vasiyetimi tutarsan senin nazarında ölümden daha sevgili bir gâib olamaz. Zira ölüm her ne kadar gâib ise de mutlaka gelecektir. Eğer sen benim bu vasiyetimi tutmazsan gelmesine mâni olamayacağın ölüm senin için en çirkin şey olur.

Musâ b. Ukba, Esmâ binti Umeyr yoluyla şöyle nakleder:

Hz. Ebu Bekr, Hazreti Ömer’e dedi ki; Ey hattab oğlu! Ben seni, geride bıraktıklarıma bakarak yerime geçirdim. Rasûlullah’a çokça arkadaşlık ettim. Gördüm ki O bizi daima kendisine, ehlimizi de ehline tercih ederdi. O derece ki onun bize verdiklerinden artanları biz tekrar onun ehline hediye ederdik. Sen de bana arkadaşlık ettin. Benim daima benden öncekilerin izini (Rasulullah’ın yolunu) takip ettiğimi gördün. Vallahi uyumadım ki rüya göreyim. Vehme kapılmadım ki hataya düşeyim. Ben aslâ hak yoldan sapmadım.

Ey Ömer senin kaçınmanı istediğim şeylerin ilki, nefsinin arzularına uymamandır. Çünkü her nefsin bir şehevî arzusu vardır. Onu yerine getirdiğin vakit daha başkalarını istemekte ısrar ve inad eder. Rasulullah’ın ashabından şu karınları şişmiş, gözleri dünyaya tamah etmiş, her birinin sevdiklerini kendisi için sevmiş olan kimselere karşı dikkatli olmanı, onları korkutmanı, kendinin de korkmanı istiyorum. Şüphesiz, onlardan birisinin bir hataya düşmesi hayreti mücibtir. Sakın hayret edenlerden olma. Bil ki sen Allah’tan korktuğun müddetçe onlar da senden korkacaklardır. Sen doğru olduğun müddetçe onlar da senin yolunda doğruluğa devam edeceklerdir. Vasiyetim budur. Selâmlarımı sunarım.

31. – Ebu Yusuf dedi ki: Abdurrahman b. İshak, Abdullah el-Kureşî ve Abdullah b. Hakim yoluyla gelen rivayette şöyle anlatır: Hz. Ebu Bekr bize bir hutbe irâd ederek şöyle buyurdular :

Hamd u senâdan sonra sözüm şudur: Allah’tan korkmanızı, lâyık olduğu şekilde Allah’a hamd u senâ etmenizi, korku ile ümidi birleştirmenizi, Allah’tan istediklerinizde ısrar etmenizi tavsiye ederim. Zira Allah Teâlâ Zekerriyayı ve ehl-ibeytini överek Kur’an’anda şöyle buyurmuştur: “Onlar, hayırlara koşarlar, korku ile ümid arasında bize dua ederlerdi. Ve onlar ancak bize boyun eğerlerdi”10 . Sonra ey Allah’ın kulları biliniz ki Allah kendi hakkı ile sizin nefislerinizi rehin etmiş, sizden birtakım ahitler almış, çok ve ebedî olanı vererek sizden az ve fâni olanı satın almıştır. İşte şu Allah’ın kitabı Kur’an sizin elinizdedir. Onun acâib ve garaibi tükenmez. Nuru asla sönmez. Onun söylediklerini tasdik ediniz. Onun kitabına sımsıkı sanlınız. Zulmet günü için ondan istifade ediniz. Siz, ancak ibadet için yaratıldınız. Size, yaptıklarınızı gören kirâmen katibin melekleri tevkil edilmiştir.

Sonra malûmunuzdur ki siz, ne zaman geleceği sizden gizlenmiş bulunan bir ecele doğru sabahlayıp akşamlıyorsunuz. Eğer siz, Allah yolunda işler yaparak ömürlerin tüketilmesine kâdir olursanız bunu yapınız. Buna ancak Allah’ın yardımıyla ulaşabilirsiniz. İyi işler yapmakta – ömrünüz kifayet ettiği müddetçe – müsabaka (yarış) ediniz. Eğer öyle yapmazsanız en kötü amelleriniz sonra size iade edilir. Çünkü birtakım insanlar ömürlerini başkaları uğrunda harcarlar ve kendilerini unuturlar. Onlar gibi olmaktan sizi menederim. Acele ediniz, acele! Kurtuluşa koşunuz, kurtuluşa! Zira sizin peşinizde öyle hasis bir takipçi var ki defterinizi pek çabuk dürer. O da ölümdür.

32. – Ebu Yusuf dedi ki: Ebu Bekr b. Abdullah el-Hüzelî, Hasan-ı Basrî’den naklen şöyle anlattı: Bir adam geldi, Hz. Ömer’e “Allah’tan kork ey Ömer”, dedi ve sözünü uzattı. Bunun üzerine orada bulunan birisi adama, “Sus! Emîrü’l -mü’minin’e karşı fazla konuştun” dedi. Ömer şöyle dedi: Bırak onu konuşsun. Eğer onlar bize öyle söylemezlerse onlarda hayır yoktur. Eğer biz onların doğru sözlerini kabul etmezsek bizde hayır yoktur. Nerede ise konuşana cevap verecekti.

33. – Ebu Yusuf dedi ki: Ubeydullah b. EbiHumeyd, Ebu’l-Müleyh b. EbiÜsâme el-Huzeli’den şöyle nakleder: Hz. Ömer irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurdu:

Ey insanlar! Bizim sizin üzerinizde gayb, yani iman, esaslarıyla nasihat etmek, hayra yardımcı olmak hakkımız vardır. Ey çobanlar! Biliniz ki Allah katında imamın, yani idarecinin, yumuşaklık ve şefkatinden daha sevgili ve faydası daha umumî bir vasıf yoktur. Yine Allah katında imamın cehalet ve bunaklığından daha sevimsiz ve daha zararlı bir vasıf yoktur. Biliniz ki her kim emri ve idaresi altında bulunanları iyilik ve afiyet ile tutarsa ondan daha fazlası kendine verilir.

34. – Ebu Yusuf dedi ki: Davud b. Ebi Hind, Âmir’den şöyle nakletti: İbni Abbas dedi, ki sûikast yapıldığı sırada Hz. Ömer’in yanına girdim, kendisine şöyle dedim:

Ey Mü’minlerin Emiri! Cenneti müjdelerim. Çünkü sen insanların küfrettikleri anda Müslüman oldun. İnsanların kötü muamelelerine rağmen Rasulullahla cihad ettin. Rasulullah senden razı olarak hayata gözlerini yumdu. Halifeliğin esnasında hiçkimse ihtilafa düşmedi. Nihayet şehit olarak can veriyorsun. Bana “sözlerini tekrarla” dedi. Ben de tekrarladım. O zaman şöyle buyurdu: Kendinden başka ilah bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, eğer yeryüzünde, beyaz, siyah ne varsa hepsi bana verilmiş olsaydı arz gününün korkusundan dolayı onların hepsini feda ederdim.

35. – Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazısı, Abdulmelik b. Müslim, Osman b. Atâ el-Külâî ve babası tarîkiyle şöyle dediler: Hz. Ömer bir hutbesinde Allah’a hamd u sena ettikten sonra şöyle dedi:

Amma ba’dü. Kendisi bâki, gayrisi fâni olan Allah’ın azabından korkup rahmetinden ümidvar olmanızı tavsiye ederim. Öyle Allah ki, O’na itaatle sevgili kulları faydalanır, isyan etmekle de düşmanları zarar görür. Mâlûmola, ki helak olmuş bir kimse için hidayet zannıyla bilerek yaptığı bir dalalette mazeret yoktur. Keza dalalet sanıp terkettiği bir hakta da mazeret yoktur. Şüphesiz rainin(idarecinin) raiyyesinden(idaresi altında bulunandan) taahhüd ettiği şeylerin en fazla hak olanı, Allah’ın onları hidayet ettiği dinî vazifelerinde Allah hakkı olarak üzerlerine terettüb eden şeyleri onlara karşı ifa etmesidir. Bizim üzerimize düşen vazife; Allah’ın yapılmasını emrettiği taatlarıyla size emretmemiz ve vasiyet olarak size yasakladıklarını yasaklamamız, yakın – uzak herkes hakkında Allah’ın emirlerini tatbik etmemiz, haktan gayrıya değer vermememizdir.

Biliniz ki; Allah namazı farz kılmış ve ona bir takım şartlar koymuştur. Meselâ abdest, huşu, rükû ve sücûd namazın şartlarındandır. Ey insanlar biliniz ki; tamah fakirlik, kanaat zenginliktir. Kötü kimselere karışmaktansa uzlete çekilmekte rahat vardır.

Biliniz ki; hoşuna gitmeyen hususlarda Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermeyen kimse, sevdiği hususlarda da tam mânasıyla Allah’a şükrünü eda etmiş sayılmaz. Biliniz ki; Allah’ın birtakım kulları vardır. Onlar bâtılı, terketmek suretiyle öldürürler, zikretmek ve yapmak suretiyle de hakkı ihya ederler. Onlar rağbet ettirildiler de rağbet ettiler. Korkutuldular da korktular. Eğer onlar korkarlarsa emin olmazlar, imana taalluk ettiği için göremediklerini görürler, ayrılamadıkları şeylere ihlâsla bağlanırlar. Korku onları ihlâslı kişiler kılmıştır. Bu sebeple, kendilerinden ayrılacak olan fâniyi bırakıp, devamlı olan bakiye sarıldılar. Hayat onlar hakkında bir nimet, ölüm de bir ikramdır.

36. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. Ebi Hâlid, Zebid el-Eyyâmî’den şöyle nakletti: Hz. Ömer vasiyetinde şöyle buyurdu:

Benden sonra gelecek halifeye, Allah’tan korkmasını tavsiye ederim. Ona ilk muhacirleri, kendilerine ait olan haklarını, izzet, şeref ve değerlerini tanımasını da tavsiye ederim. Önceden evi ve imanı hazırlamış olan Ensar’ı da tavsiye ederim ki, onların güzel iş yapanlarından işini kabul etmesini, kötü iş yapanlarını da affetmesini vasiyet ediyorum. Şehirlerde yaşayan halkı da tavsiye ederim. Çünkü onlar, İslâm’ın yardımcıları, düşmanın hedefi ve devlet için mal toplayıcılardır. Onlardan, ancak gönül rızalarıyla mallarının fazlasını alsın.11 A’râbileri (yani taşra halkını) da tavsiye ederim. Çünkü onlar Arabın aslı ve İslam’ın maddesidirler. Onların fazla mallarını alsın fakirlerine versin. Allah ve Rasulü’nün ahdini de tavsiye ederim. Allah ve Rasulü’nün ahidlerini insanlara tam olarak tatbik etsin. Onların peşinde savaşsın. Halka, takatlarının dışında yükler yüklemesin.

37. – Ebu Yusuf dedi ki: Said b. Ebi Arûbe, Katâde, Sâlim b. Ebi’l-Ca’d ve Mi’dan b. Ebi Talha el-Ya’murî’den naklen şöyle der: Hz. Ömer bir cuma günü bir hutbe irad ederek Allah’a hamd u senâ edip Allah Rasulünü ve Hz. Ebu Bekr’i andıktan sonra şöyle buyurdu:

Ey Allah’ım! Şehirleri idare eden valilere seni şahit kılıyorum. Çünkü ben onları ancak insanlara dinlerinden ve peygamberin sünnetlerinden bilmediklerini öğretmeleri, toplanan vergileri onlar arasında taksim etmeleri, insanlar arasında adaletle hükmetmeleri için gönderdim. Bir müşkil ile karşılaşan olursa müşkülünü bana ulaştırmasını emrettim.

38. – Ebu Yusuf dedi ki: Abdullah b. Ali, ez – Zûhri’den şöyle nakleder: Hz. Ömer’e bir adam geldi ve şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Benim için, Allah hakkında hiç bir kötüleyicinin kötülemesine aldırmadan vazife yapmak mı daha hayırlıdır, yoksa kendi işime bakmak mı? Hz. Ömer şöyle cevap verdi: Halife tarafından verilmiş bir vazifesi olana gelince, o kimse Allah hakkında hiç bir kötüleyicinin kötülemesine aldırmasın. Böyle bir vazifesi olmayan ise kendi işine baksın ve idareciye nasihat etsin.

39. – Ebu Yusuf dedi ki: Abdullah b. Ali, ez-Zühri’den naklen şöyle der: Hz. Ömer şöyle dedi:

Seni ilgilendirmeyen işlere karışma. Düşmanından uzak ol. Emin olanı hariç, dostundan kendini koru yani sırlarını açma. Çünkü emin bir insana hiç bir şey denk olamaz. Kötü ahlâklı kimse ile arkadaşlık etme, aksi halde kötülüklerinden pek çoğunu sana telkin eder. Böylesine sırlarını da ifşa etme. İşlerinde Allah’tan korkanlarla istişare et.

40. – Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. Hâlid, Said b. Ebi Bürde’den şöyle nakleder: Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eş’ari’ye şöyle yazdı:

Amma ba’dü, Allah katında çobanların (idarecilerin) en mesudu, vücudu ile güttükleri saadete eren kimsedir. Çobanların en kötüsü ise, güttüklerinin şekavetine sebep olandır. Kötülük etmekten ve dalalete düşmekten son derece sakın. Aksi halde emrinde çalıştırdıkların da kötülüğe dalarlar. O zaman senin Allah yanındaki durumun, tıpkı yerin yeşil kısımlarına bakıp, beslenmeyi ve yağlanmayı isteyen ve oradan otlayan hayvanın durumu gibi olur. Halbuki onun ölümü semizliğine bağlıdır. Selâmlar.

41. – Ebu Yusuf dedi ki: Mis’ar, Hz. Ömer’den naklen şöyle anlattı: Hz. Ömer buyurdu: Allah’ın emrini ancak başkasına boyun eğmeyen, yumuşaklık göstermeyen, tamahkâr olmayan kimse ikame eder. Yine Allah’ın emrini ancak, hiddeti eksilmeyen, hak uğrunda kendi partisine mensup (taraftarı) olanlara karşı öfkesini yutmayan, doğru söyleyen kimse tatbik eder.

42. – Ebu Yusuf dedi ki: Bazı üstadlarımız. Osman b. Affan’ın mevlâsı Hâni’den şöyle naklettiler: Hz. Osman (R.A.) bir kabrin yanında durunca sakalını ıslatıncaya kadarağlardı. Ona denildi ki cennet ve cehennemi anar, bu kadar ağlamazsın da burada neden ağlarsın? Cevaben dedi ki Rasulullah (S.A.) şöyle buyurdular:

“Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi buradan kurtulursa, ondan sonrakiler daha kolaydır. Burada kurtuluşa ermezse, ilerdekiler daha zordur”.

Rasulullah diğer hadîslerinde de şöyle buyurdular:

“Kabirdeki manzaradan daha korkunç bir manzara görmedim”.

43. – Ebu Yusuf dedi ki: Ebu Hanife’den şöyle dinledim: Hz. Ali, halife seçilen Ömer’e şöyle hitap etti: Eğer arkadaşına katılmak, ona yetişmek istersen, gömleği yama, elbiseyi çevir, ayakkabıyı ve mestini tamir et, tûl-u emelden vazgeç, doyuncaya kadar yeme.

44. – Ebu Yusuf dedi ki: Üstadlarımızdan bazısı, Atâ b. Ebî Rebâh’tan şöyle naklettiler: Hz. Ali bir müfreze gönderdiği vakit başına bir adam tayin eder, sonra ona şöyle derdi:

Sonunda mutlaka karşılaşacak olduğun Allah’tan korkmanı tavsiye ederim. Senin için Allah’tan gayrı son durak yoktur. O, hem dünyaya, hem de ahirete maliktir. Edası için gönderildiğin vazifeye sarıl. Seni Allah’a yaklaştıracak olana yapış. Çünkü dünyada yapıp da bıraktıklarımı, Allah’ın yanına vardığında hazır bulacaksın.

45- Ebu Yusuf dedi ki: İsmail b. İbrahim el-Bicelî, Abdülmelik b. Umeyr’den nakletti: Sakif’ten biri bana anlattı ve dedi ki: Hz. Ali, beni Abkarâ’ya vali tayin etti ve Abkarâ halkı da yanımda iken bana şöyle dedi: Onların mükellef bulundukları vergiyi tam olarak almağa bak. Herhangi bir hususta onlara ruhsat vermekten şiddetle kaçın. Sakın sen de bir zaafiyet görmesinler. Sonra “öğle vaktinde bana gel” dedi. Öğle vaktinde yanına vardım. O zaman da şöyle dedi: Valisi bulunduğun halkın önünde sana söylediklerimi söyledim, çünkü onlar hilekâr bir kavimdir. Onların başına geçtiğin zaman vaziyete bak. Kış veya yaz, onlara ait bir elbiseyi, yemekte oldukları bir nzkı, taşıt olarak kullandıkları bir hayvanı alıp satma. Bir para yüzünden onların hiçbirini kırbaçlama.

Yine bir para sebebiyle ayakta da bekletme. Vergi olarak aldıklarından, onlara bir mal satma, Biz ancak onlardan affı kabul etmekle emrolunduk. Eğer sen, emirlerime muhalefet edersen Allah benim yerime seni yakalar. Eğer emrettiklerime muhalif bir hareketin bana ulaşırsa seni azlederim. Ben de dedim ki; o halde senin yanından çıktığım gibi sana dönerim. O da, benim yanımdan çıktığın gibi dönsen dahi öyle yap, dedi. Oradan ayrılıp gittim. Bana emrettiklerini aynen yaptım. Vergilerden hiçbir şey noksanlaştırmadan geri döndüm.

46. - Ebu Yusuf dedi ki: Hocalarımdan bazısı Muhammed b. Ka’b el-Kurazî’den naklen bana şöyle anlattılar: el-Kurazî dedi ki: Ömer b. Abdülaziz Halife olunca, Medine’de bulunduğum sırada bana haber gönderdi. Huzuruna vardım. Yanına girince, hayret içinde kalarak gözümü ayırmadan bakmaya başladım. Bunun üzerine bana dedi ki; Ey İbni Ka’b! Sen bana, daha önce bakmadığın bir bakışla bakıyorsun. Ben de «Hayretimden dolayı» dedim. Nedir hayretin? dedi. Dedim ki; değişmiş olan rengine, incelmiş, zayıflamış olan cismine, dökülmüş olan saçma hayret ettim. Dedi ki, Öyle mi! Eğer sen üç zaman sonra, çukuruma atılmış, gözlerim yanaklarım üzerine sarkmış, burnumdan kan ve irin akmış olduğu halde beni görmüş olsaydın benden daha çok ürkecektin.

47. – Ebu Yusuf dedi ki: Şeyhlerimden bazısı Ömer b Zerr yoluyla şöyle dediler:

Ömer b. Abdülaziz’in bütün gayreti, haksızlıkları gidermek ve insanlara mal taksim etmekten ibaret idi.

48. – Ebu Yusuf dedi ki: Şam ehlinden bir üstadbana şöyle dedi:

Ömer b. Abdülaziz Halife tayin edilince, halkın işlerinden yüklendiği mesuliyet sebebiyle iki ay üzüntü ve keder içinde kaldı. Sonra millet ve memleket işlerine nazar etti. Hakları sahiplerine iade etti. O derece ki, kendini ihmal ediyordu. Ölünceye kadar bu minval üzerine devam etti. Vefat edince devrin âlimleri taziye etmek üzere hanımına geldiler, ölümüyle Müslümanların ne kadar büyük bir kayba uğradıklarını, kederlerinin sonsuz olduğunu belirttiler. Sonra hanımına “Bize onun hakkında bilgi ver, zira erkeği en fazla tanıyan zevcesidir” dediler. Hanımı şöyle anlattı: Vallahi o, sizden daha fazla namaz kılan, oruç tutan bir kimse değildi. Lâkin ben onun kadar Allah’tan korkan, Allah korkusuyla titreyen birisini görmedim. Merhum, cismini ve ruhunu insanlar uğrunda tüketti. Halkın ihtiyaçlarını gidermek için bütün gün vazifesi başında kalırdı. Akşam olur da bazı kimselerin işi bitmezse gece de devam ederdi.

Bir gece halkın ihtiyaçlarını bitirmiş olduğu halde geceledi. Kendi şahsî malından olan kandili istedi. Sonra iki rekât namaz kıldı. Sonra elini çenesine dayayarak oturdu. Gözyaşları yanaklarından akıyordu. Sabaha kadar bu şekilde ağladı. Şafak sökünce oruca niyet etti. Ona dedim ki, Ey Müminlerin Emiri! Sende bir şey var, ben seni bu geceki gibi hiç görmedim. Bana cevab verdi: Evet düşündüm ki, ben bu milletin siyahına beyazına Halife oldum. Garib, kanaatkâr, kendi haline terkedilmiş biçareleri, fakirleri, muhtaçları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört bucağındaki nice kederlileri hatırladım. Anladım ki, Allah onların hepsinin hesabını benden soracak. Muhammed Mustafa da onların lehine, benim aleyhime şahadet edecek. Bu sebeple Allah yanında mazur görülmemekliğimden, Peygamberin aleyhimde şehadet etmesinden korktum. Böylece kendimin no’lacağını düşündüm.

Vallahi Ömer öyle bir insandı ki, ehliyle eğlendiği bir sırada Allah’ın emrini hatırlasa, suya düşen serçe gibi çırpınır, ıztırap çekerdi. Sonra ağlaması artar, ahu enini yükselirdi. Ona acıyarak üzerimizden yorganı atardım. Sonra hanımı ilâve etti: Bizimle Halifelik arasında doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olmasını ne kadar arzulardım.

49. – Ebu Yusuf dedi ki: Küfeli hocalarımdan bazısı bana şöyle anlattılar: Ömer b. Abdülaziz’i Medine’de gördük. O, insanların en güzel giyineni, en güzel kokular sürüneni, gururla yürüyeni idi. Sonra onu Halife olunca da gördük. Ruhbanlar gibi yürüyordu. Herkim sana, yürüyüş bir seciyyedir, derse Ömer b. Abdulaziz’den sonra, artık sen onu tasdik etme.

50. – Ebu Yusuf dedi ki: Bazı hocalarım, İsmail b. Ebî Hakîm’den şöyle naklettiler: Bir gün Ömer b. Abdülaziz öfkelendi. Kendisi öfkeli bir kimse idi. Oğlu Abdülmelik de orada idi. Öfkesi zail olunca, oğlu şöyle dedi:

Ey mü’minlerin emiri! Senin gibi Allah’ın nimetine nail kıldığı, kadrini ve mevkisini yücelttiği, kulların işine emir tayin ettiği bir kimseden bu gördüğümüz öfkenin suduruna şaştım. Ömer b. Abdülaziz, ne söyledin, dedi. Oğlu, sözlerini tekrarladı. Ona dedi ki, Ey Abdülmelik sen öfkelenmez misin? Oğlu şöyle cevap verdi: Eğer ben öfkemi içimde tutmazsam, o zaman benim içimin bana faydası nedir? Bir alâmeti dahi görünmeyecek şekilde öfkemi içimde saklarım.

---------------------------

1. Hac 22/47.

2. Mürselât 77/38.

3. Duhan 44/40.

4. Naziât 79/46; Ahkâf 46/35.

5. İbrahim 14/7.

6. Secde

7. Vakıa

8. Âl-i İmrân

9.Mâide 5/105.

10. Enbiyâ 21/90.

11. Karşılaştırınız, Bakara 2/219, A’raf 7/199.

medeniyetvakfı.org



Kastamonur.com
Devamını Oku »

Türkistandan Gelen Kelam Anadolu'yu Mayaladı





''Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Greko-Latin-Kilise diyarının bekası, Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok edilmesine bağlıdır.'' Yalçın Koç ile, 'Anadolu Mayası' kitabı etrafında yapılan bir söyleşiyi alıntılıyoruz.

Yalçın Koç, Türkiye'de yaşayan kıymetli isimlerden birisi. ODTÜ Fizik Bölümünden mezun olduktan sonra felsefe alanında uzmanlaşan Koç, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü başkanlığından emekli olarak kenara çekilmeyi tercih etmiş. Uzun süre sessizliğini koruduktan sonra, Türkiye Günlüğü dergisinde yayınladığı makaleleri, Anadolu Mayası ismiyle Cedit Neşriyat tarafından yayınlandı. Halen, nadiren Türkiye Günlüğü dergisinde yazılarına rastlamak mümkün. Kitapları, yine Cedit Neşriyat tarafından neşredilmekte.

Göz önünde olmayı sevmeyen ve pek röportaj vermeyen Yalçın Koç ile yapılmış nadir röportajlardan bir tanesini, kıymetine binaen alıntılıyoruz. Sadık Yalsızuçanlar veMukaddes Mut tarafından gerçekleştirilen bu röportaj, "Anadoluyu Mayalayanlar" [H Yayınları] kitabında yer alıyor.

.

Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?

İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin, insan olmanın esası mayadır. Maya demek öz demek.

Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile kastedilen Anadolu’ya Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası, özü bu mayadır. Maya ne yapar? Nasıl yoğurt yaparız? Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür. Neye? Yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir? Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o dönüşmüş şeyin, ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?

Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat, tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir. Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur. Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar
ölür veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi, yetiştiği ortamı dönüştürmez. Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak dönüşmüştür, artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek, koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur. Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.

Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?

Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur. Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur, kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz.

Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır. Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir.



Bu itibarla esası bakımından herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne öncesi bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de söyleyebiliriz.

Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam. Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tâbidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz.
Bu bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur.

Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler. Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden, söze, dile döken kelamın mahallidir bu anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır, sandalyeyi oradan alırsınız, oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tâbi bir şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tâbidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir: Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların, düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur, yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.

Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?

Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak gerekir.
Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur, ana babadan doğuş. Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır. Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır, kaşı gözü vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir.

Öz itibariyle insan olmak demek, özünü kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır, (Batıdan kastettiğimi tekrar söyleyeyim: Greko-Latin-Kilise diyarında) ne de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?

Nasreddin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasreddin Hoca’nın sözünü gönlüne maya edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasreddin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül üzerinden yürür. Nasreddin Hoca’nın yaptığı, gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur. Merkebe niye ters biner? Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz, önünüzü görmezsiniz, sadece katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır.

Gönül söze gelmez. Düşünceye kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.

.

Dil nedir?

Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil, bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri, meali olarak düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir, tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin omurgasının Türkçe olması, etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez. Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak, çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?

Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir matematik teoreminden, bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam ile, maya ile, öz ile alakalı olandır.

Siz bir malzemeyi, diyelim taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle tanımlanan içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.

Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir.

Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz o yapının ne içi, ne dışı kalır, ortada taş da kalmaz, ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar.

Bu tarzda bir ayrımı Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu manada eser değildir.

Yani şu vardır: Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.

Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın olmadığı yerde de eser olmaz. Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur.

Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak ortaya koyarsınız. Bu, matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah, bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır. Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız, ortada ne iç kalır, ne dış kalır.

Mesela Mimar Sinan’ın Şemsi Paşa Camii'nde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır. Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama yapı, yapı öyle değildir.

Tefsir nedir?

8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma faaliyetidir.

Anadolu Mayası'nda anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.

Anadolu'nun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi olamaz.

Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir. Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca. Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tâbi olan, zamana tâbi olan, değişmeye, dönüşmeye tâbi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır. Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun diye.

Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır. Ve o kırımı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası, Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papa'nın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için gelmiştir. Anadolu, kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş, ima etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır.

Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimizle teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.

Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup, ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini, esasını yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?

Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma, modernleşme zemini, esası fikriyat olan, söz olan, kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir. Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için dikkat etmek gerekiyor, Anadolu’yu terk etmesin diye. Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim.

Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez isek, birliğimizi bozar isek, o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın etkilenmesini düşünemeyiz.

Mesela Batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsusdüşünürlerden Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda, günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder.



Ancak kelamın etkilenmesi demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız, nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız. Düşünmek yoluyla, dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır. Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katma, ekleme yapabilecek olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam etkiye tâbi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir. Ama kelam mahiyeti itibariyle etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz. Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu manada Batıda insandan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz. Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır. Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?

Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekileri bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız, o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tâbi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı Batıda görürdük, Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük. Böyle bir şey söz konusu değildir.

Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?

Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur. Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadolu'daki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına tebaa yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadolu'yu Anadolu yapan, Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır, o kelamı sağlam tutar. Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam, Arap kültürüne mahsus değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür, cevher olması cihetinden durum farklıdır. Zamanın kaydı altına girer, o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz. Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, geneldir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde kelam olmaz.

Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir düşmanlık değildir). Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz. Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de alakamız bulunmaz. Özümüz, esasımız, aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır.

Anadolu’da neye baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş, ayağa kalkmayış söz konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi, bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin mütefekkiri daha esarettedir.

Aşk olsun Anadolu’daki mayaya...
Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara...
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara...
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara...
Ve can verenlere ve vereceklere…



Mehmet Erken alıntıladı




Devamını Oku »

4-Şekil ve Ahlak Benzeyişinden Erkek ve Kadın Lanetlenmişlerdir



Bazı insanlar doğuşta, bazan da sonradan, erkek olduğu halde ka­dınların ahlakında bulunurlar, tıbkı kadınlar gibi konuşurlar. Bu tip erkek­lere dînen muhnis veya muhannes denilir. Hatta Asrı Saadette bile böy- leler bulunmuştur. Nitekim Peygamber zamanında Hit adlı biri vardı. Ka­dınlar ondan sakınmazlardı. Zannedilirdi ki kadınlara ihtiyacı yoktur. Bir- gün Peygamber'in evinde iken, Peygamber aleyhisselam içeriye girmiş, ne baksın ki Hit oturmuş, bir kadını tavsîf ediyor. Diyor ki: "O geldiği zaman dörtle gelir, gittiği zaman da sekizle gidiyor." Bunun üzerine

Rasûl-u Muhterem:“Dikkat edin! görüyorum ki bu adam orada ne var olduğunu biliyor. Sakın bir daha sizin yanınıza girmesin bu.” buyurmuştur. Binaenaleyh kadın nev'inin kendini hünsa müşkülden ve kadın ahlaklı erkekten muhafaza etmesi gerekmektedir. Çünkü Peygamber aleyhisselam bu ahlaktan dolayı Hit adlı kimseyi sürgün etmiştir. Ulemâ bu hususta ittifak etmektedirler. Binaenaleyh ahlakta, giyim ve kuşamda, konuşmakta, erkekten kendini kadına yahud da kadından kendini erkeğe benzeten lanetlenmiştir;

*“Kadınlardan kendini erkeklere benzetene, erkeklerden de kendini kadınlara benzetene Allah lanet etmiştir ve rahmetinden uzaklaş­tırmıştı.” buyrulmuştur. Kadınlara ihtiyacı olsun olmasın, bir adam hiç­bir sûretle kendini onlara benzetemez. Nitekim ibnu Kelbî şöyle diyor: Hit ileriye giderek: "O kızın ağzı papatya çiçeği gibidir, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar, bacaklarının arasındaki başağı, çevrilmiş bir kap gibidir." diye o kadını tavsif etti. Rasûl-u Muhterem bu sözleri ondan işitti ve ona şöyle buyurdu: “Hey gidi seni, sen ona inceden inceye bakmışsın, ey Allah'ın düşmanı!” Ve sonra onu sürgün etmiştir. Ulemâ buna binaen dediler ki: Kadın meclisinde erkeği, erkek meclisinde kadını öven ve tavsîf eden, şübhesiz lanetlenir. Çünkü diğer bir hadîs-i şerîfte: *“Kadın ahlakıyla ahlaklanan veyahud (Hit gibi giyim kuşamda kendini kadınlara yahud) kadın olup kendini erkeklere benzeten = erkekleşen kadına Allah lanet etmiştir.” buyrulmuştur. Binaenaleyh iki taraftan da benzet­mek haramdır. İbnuTeymiyye de şunları söylemiştir: Eğer bir adam fıtraten kadın ahlaklı olup huyunu değiştirmeye çalışmazsa, o da bu lanet içine girer. Çünkü böylelerinin maksadları kadınlarla mübâşeret ve mua­şerettir. Bazan da maksadları kadın ve erkekleri buluşturmaktır. Onun için la'netlenirler. Binaenaleyh en azda olsa erkek kendini kadına, kadın da kendini erkeğe her türlü benzetmekten menolunmuşlardır.

Esed oğullarına mensub Ümmü Ya'kûb, Abdullah ibni Mes'ûd'un:

*“Allah dövme yapan ve yaptıran kadınlara, yüz yolan ve yolduranlara, güzellik için diş törpülettirenlere, Allah'ın yarattığı şekli de­ğiştirenlere lanet etmiştir.” diye rivayet ettiğini işitince şöyle demiştir:

"Görüyorum, sen bunları lanetlendiriyorsun." İbnu Mesud da Ümmü Ya'kub'a: "Ben değil, Allah kitabında onları lanetlemiştir. Çünkü

*“...Habîbim size neyi emrederse onu yapın. Neyi yasak ettiyse ondan da sakının...” [El-Haşir 7] mealindeki ayet-i kerîmede Allah Pey­gamberin emr ve yasaklarına dikkat etmenizi emretmiştir." Bununla beraber Ümmü Ya'kûb: "Öyle ise şimdi senin hanımın da bunu yapar." demiştir. Bunun üzerine İbnu Mes'ûd: "Öyle ise git bak." karşılığını ve­rince, Ümmü Ya'kûb gitmiş araştırmış, sonra ona gelerek: "Vallahi senin iyâlinde böyle bir şey görmedim." demiştir. Hazreti Abdullah ona: "Ey Ümmü Ya'kûb, bana bak! Eğer karımda böyle bir şey görsem, mutlaka onu boşarım." demiştir. İmam Aynî bu olayı naklettikten sonra diyor ki: Birçok ulemâ dediler ki, eğer bir kadın süslü püslü elbiselerle yüzüne boya sürerek dışarıda dolaşırsa boşamayı haketmiştir.

Yaratılışı, nesli değiştirmek, şehvânî kuvveti tahrik etmek isteyenler, şübhesiz cemiyeti bozmakla, şehvet ve gazab kuvvetlerini tahrik etmiş olurlar. Bunun için onları edeblendirmek lazımdır. Birçok erkekler kadın­ların bu gibi hallere girmelerinden göz kapatmaktadırlar. Hatta kendileri namazda, niyazda ve camilerin içindeki ilk saflarda bulundukları halde, hanımlarının, gelinlerinin ve kızlarının nahoş ahlaklarına teğâfül etmek­tedirler, doğrusu gaflete girmektedirler. Bunlar da lanetlenen kimseler­dir. Nitekim Rasûl-u Muhterem şöyle buyurmuştur.

*“Görmediğim cehennemlilerden iki sınıf vardır: (a)Yanlarına sığır kuyrukları gibi kamçılar alıp onlarla (haksız olarak) İnsanları döven bir kavim, (b)giyinmiş olarak çıplak, sallanarak yürümeyi öğreten, kırıtkan, başları horasan develerinin eğilmiş hörgüçleri gibi bir sü­rü kadınlardır. Bunlar cennete girmeyecekler ve kokusunu bile duymayacaklardır. Halbuki onun kokusu, şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulur.” Bu hadîs-i şerîf, halihazırdaki lanete müstehak insan­ların hallerini bildirmektedir. Çünkü bu hadîs-i şerîf, gaybdan bahseden mucizeli bir hadistir. Ve bildirdiği gibi de olmaktadır. Birçok kadınlar “Giydikleri halde çıplaktırlar.” Erkekler de bunu görüp dururken sükut etmektedirler. Binaenaleyh kadınlar aslî hilkatini değiştirmekten, onların başını bekleyen erkekler ise sükut ve münkeri menetmemekten lanetlenmektedirler. Nitekim diğer bir rivayette de şöyle buyrulmuştur.

*“Ümmetimin sonlarında eyerlere binen (sûreten) adamlar olacaklar­dır. (Beden olarak) Onlar adamlara benzerler (amma kendileri kadın ah­laklı olduklarından tıynetleri erkek değildir), camilerin kapılarında inerler (cuma cemaate giderler). Kadınları ise giyinmiş oldukları halde çıplak­tırlar. Saçları Arab ve acem develerinden türemiş zayıf deve yavru­sunun hörgücü gibidir. Onları lanetleyin. Çünkü muhakkak onlar, Allah'ın gazabına uğramışlardır. Eğer sizden sonra bir millet olsay­dı, muhakkak o millete hizmet edeceklerdi; (şimdi) sizden evvelki milletlerin kadınları size hizmet ettikleri gibi.” Halihazırda birçok müslüman erkekler ahlak olarak kadınlar gibi, kadınlar da erkekler gibi hareket etmektedirler. Ve birçokları gayrı müslim olanlara hizmet etmek­tedirler.

Kadınlar özellikle dar endamlı kısa elbise ile dolaşır, evinin dı­şında süslü püslü, kırıla döküle yürür. Allah'ın bunca verdiği nimete yerli yerinde şükretmez, daima gayrı müslim tarafından icad edilmiş moda­ların hastasıdırlar. Erkekler de bundan göz kapatmaktadırlar. Demek su­retleri erkektir ki bunu hoş görüyorlar. İşte bu çılgın!.. Giyim ve kuşam bolluğu içerisinde nimetin şükründen, faziletinden ve şükrün sevabın­dan her iki nevi de mahrum kalmaktadırlar, işte büyük felaket bu!.. Hülâ­sa evin dışında kadınlar, yaptıkları böyle hareketlerden dolay» erkeklerin de şekâvetlerine sebeb olmaktadırlar. Bu çılgınlıktan kurtulmanın tek çaresi haysiyet ve vakarı korumaktır. Allah mü'minelere şu emri vermekte­dir:

*“Vakarla evlerinizde oturun. (Mahrem olmayanlara yüz ve elden başkası­nı gösterip) Evvelki cahiliyet kadınlarının yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı verin, (ve her hususta) Allah ve O'nun Rasûlü'ne itaat edin...” [El-Ahzâb 33] buyrulmaktadır. Hadîs-i şerîf-tede: “Size evlerinizde oturmak gerek.Çünkü o sizin hakkınızda cihaddır.” buyrulmuştur. Allah ve O'nun Rasûlü, kadınların zarûrî bir ihtiyaç olmaksızın dışarıda dolaşmamalarını, dolaşırken de vakar, hayâ ile dolaşmalarını emreder. Bu emri kırmak imanı zedelemektedir. Denilmesin ki ayet-i kerîmedeki hitab sadece Peygamber’in zevcelerine mahsustur. Çünkü emr umûmîdir.

Mü'minle- rin heva ve hevesi terk etmeleri gerekir. Aksi takdirde memleketin harab olmasına sirayet edecek ve hüsn-ü muaşereti sû-i mübâşerete çevire­cektir. Halihazırdaki moda, süs ve fena ahlak, Allah'ın ve O'nun Rasûlü' nün, hatta Türklüğün örf ve âdetine aykırıdır. İslamın emri dışında tüm örf ve âdetler cahiliyye devrinden kalan birer örneklerdir. En güzel ifade ile, giyinmiş olarak çıplaklığı terk etmek gerekir. Ve Allah'ın vermiş olduğu İslam nimetine, mal nimetine şükretmek gerekir. Bugün insanlar birçok nimetlerle bürünmüş oldukları halde şükrü îfâ etmemekle Allah'ın rah­metinden çıplak olmaları revâ mıdır? Yoksa erkeklerde mi gayret kal­madı? Artık bu gibi felaketlere son vermek gerekir. Allah Teâlâ milleti­mize intibahlar versin. * “...Ve onlar ki, Allah'ın yarat­tığını değiştirirler...” [En-Nisâ’119] mealindeki ayet-i kerîmenin tefsirinde müfessir Hamdi Yazır'a müracaatı tavsiye ederim.

KADIN VE ERKEKLERİN GAYRI MEŞRU NAZAR VE İHTİLATLARI İNSANLIĞA ZARARDIR

Psikoloji ve ruh ilminde müsbet olduğu gibi, insanın bir manzarayı görmesinde mutlaka nefsinde buluş sezgisi hareket eder. Bu hareketten sonra insan kendini alıkoyamaz. Mesela, insan güzel bir çiftliğe rastlar; içinde güzel kokulu ve renk renk bir gül görür. Görmek esnasında güzel ve renkli gülün güzelliğini sezer, ona yaklaşmak ister. Gülün şekli de aklında sûretlenlr. İşte o anda ondan faydalanmak arzusu, kalb ve nefse akseder. Buna idrak ve sezgi denilir. Uzaktan gülü sevmiş olur, sonra yaklaşmak ister. Buna da buluş denilir. Yaklaştıktan sonra aklına gülü koparmak gelir. Bu da hareket diye tabir olunur. İşte bu üçünü bir­leştiren, amel-i nüzu'dur. Beşer kanunları hepsi, şuurun sezgi ve buluş hallerine karışmaz. Gülü görürsün, faydasını idrak edersin, onu sever­sin, iştihalanırsın. Bunların hepsinde serbestsin. Amma koparma, çünkü koparmakta serbest değilsin denilir. Gayrı müslimlerin hepsi, örf ve âdet­lerine binaen ahlak bahsinde ilk iki noktaya karışmazlar. Ancak üçüncüyü yani koparmayı yasaklarlar. Serbest bırakır, bırakır, bırakır, fakat koparmasını yasaklar. Derler ki: Bu gül senin mülkün değildir.

Bu dünya bir manzaradır, bir çiftliktir. Kadın ve erkek nevi'lerinde güzellik, gülden üstün güldür. Gayrı müslim: "Birbirinizi görebilirsiniz, birbirinize bakabilirsiniz, amma tarafeynin rızası olmaksızın temasta bu­lunamazsınız." derler. Onların nazarında ahlaksızlık gülü koparmakmış. Amma İslam dîni böyle değil. İlk iki noktadan işe karışır. Birinci emr: Güzel bir manzarada bir gül görsen, bakma; İkincisi: Yaklaşma; üçün- cüsü: Dolayısıyla gülü de koparma, der. Beşerin ıslahı için hangisi gü­zeldir? İnsan görmekten vazgeçebilir, buluşmadan vazgeçebilir, amma sezgiyle beraber buluş da olursa, dönebilir mi acaba?! Şübhesiz aslâ dönemez! Sonra İslam kanununda, tarafeynin rızası değil, ondan evvel Allah'ın ve Rasûlü'nün rızaları söz konusudur. Şimdi, çiftlik veya çimen yerine insan, gül yerine gençlik, koku yerine sevgiyi ve şehveti koyup düşünelim, insanın üçüncü dereceden dönüşüne imkan var mıdır? El­bette yoktur denilecektir.

İslam dîninin ahlakçıları, görmenin dimağa aksedeceği ilk derece­deki sezgiden itibaren vazgeçirmek için üç büyük düsturu ortaya koy­muştur. işte beşer nizamıyla İlâhî nizam arasındaki fark bu düsturlarla bi­linmektedir. Toplumun ıslahı da bu düsturlara bağlıdır. Şöyleki:

1- İnsan cinsinden erkek ve kadının, bilhusus gençlerin sezgi kabili­yetlerini, sonradan meydana gelecek fitneden menetmek için nazarı ha­ram kılmış ve örtünmeyi emretmiştir.

2- Nazarı haram kılmak nisbetiyle, ihtilatı ve örtünmeyi emretmeye nazaran da buluşma ve tanışmayı ortadan kaldırmıştır.

3- Bu emr ve yasağa riayet etmeyene cezaları tayin etmiştir. Şöyleki, bu üç düstur da icmâlî olarak şu ayet-i kerîmelerde beyan buyrulmak- tadır:

*“Mü'min erkeklere söyle; (harama bakmaktan) gözlerini sakınsınlar ve (namus, haysiyetten ibaret) ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için daha çok temizliktir. Şübhesiz ki Allah (kulunun gizli ve aşikârede) ne yapa­caklarından haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini sa­kınsınlar, ırzlarını korusunlar ve ziynet mahallerini açmasınlar. (Yüzler ve ellerden) Görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini yaka paçanın (tamamını kaplayacak surette göğüsleri) üstüne koysunlar...” [En -Nur 30-31]mealindeki ayet-i kerîmelerin emrini amelî tatbik insanın ıslahı için kâfidir. Çünkü nazar ve ihtilat olmazsa nefste sezmek, buluşmak ve sonu olmaz. Binaenaleyh hakka tecavüz olmaz. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem Hazreti Ali'ye hitaben:*“Birincisi lehinde, İkincisi aleyhindedir.” buyurmuştur.

İnsan nev'inden biri diğerini gördüğü andan itibaren sevgi ve ondan faydalanmak arzusu nefse gelir ve nefs şöyle der: "Bu güzeldir, benim ihtiyacım da vardır." Ve devamını da düşünür. İşte bu sezgi derecesidir. Bunun gelmemesi için harama bakmak yasaklanmıştır. Çünkü sezgiden sonra müdrikenin kav­ramış olduğu manayı yani faydayı nefs kendisine celbetmek ister. Bu is­tek dimağda bir karikatür çizer, bir plân yapar, şekillendirir. Akabinde irade hissi uyanır. O iş hangi azayla temin edilebiliyorsa, o azayı, sezip sûretlendirdiği arzuya doğru harekete geçirir, buna da irade denilir. Arzunun şiddetine vicdan (buluş), hareketine de fiil denilir. Eğer bu üç olaydan sonra irade kuvveti maksadına ulaşırsa şehvet kuvveti, ulaş­mazsa gazab kuvveti fiile geçer. Bu takdirde gazab kuvveti de arzusuna ulaşamazsa bunalım meydana gelir. İşte bakmamak ve ihtilafta bulun­mamak insanı gazabın, şehvetin ve bunalımın zararlarından temizler. Bu hikmete binaendir ki, “Bu kendileri için daha çok temizliktir.” buyrul­du. Cidden temizlik budur. Bu temizliğe muvaffak olan haliyle ıslah olmuş olur. Allah'ın Rasûlü, bir erkeğin kadına baktığını görünce: * “Gözünü çevir.” buyurmuştur. Yani göz çevrilmezse, yanaşmak arzusu ve faydalanmak arzusu iradeyi tahrik eder. Bu takdirde insan sezgi ve buluştan sonra kötülük yapmaktan kendini alıkoyamaz.

Buluş ve iradeye hâkim olabilmek için de İslam dîni gayrı meşru ihti­lafı yasaklamıştır. Dinden başka hiçbir şey ihtilafın zararını nazar-ı itibara almamıştır. Çünkü örf de âdet ve kanunlar gibi ihtilatı meşru görür. Hal­buki bütün kötülüklerin tohumu, nazardan sonra en zararlı ihtilaftır, yani genç kadın ve erkeklerin bir arada bulunmalarıdır. Ancak seksen yaşın­dan sonra ihtilat az zarar verir, yani kemiyetten keyfiyete geçmez. İhti­lafın zararını ortadan kaldırmak için ayet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

*“Kendi kocalarından yahud kendi babalarından yahud kendi koca­larının babalarından yahud kendi oğullarından yahud kocalarının oğullarından yahud kendi biraderlerinden yahud kendi biraderleri­nin oğullarından yahud kızkardeşlerinin oğullarından yahud kendi kadınlarından ve ellerindeki memlûkelerinden yahud erkeklikten yana ihtiyacı olmayan (yani erkeklikten kalmış bulunan) hizmetçilerden yahud henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklar­dan başkasına ziynet mahallerini göstermesinler. Gizli ziynetleri bilinsin diye ayaklarıyla yere vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tevbe edin ey mü'minler. Tâ ki korktuklarınızdan emin ve umduklarınıza da nail olasınız.” [En-Nûr 31]

Onlarla mecburi ihtilat daimi olanlardan başka erkek ve kadının bir araya gelip buluşmaları bu ayetle yasak­lanmıştır. Şu halde halvet olmasa bile kadın ve erkeklerin ihtilaflarının yeri yoktur. Çünkü gözler ve konuşmalar sevgi anında şehveti, nefret anında da gazab kuvvetini tahrik eder. Bu iki kuvvetten biri bedeni istila ettikten sonra yap veya yapma emri boşadır. Çünkü utançtan veya örften başkası zinaya girmeyi engelleyemez. Çünkü gizli yerlerde hayâ tek başına imanı koruyamaz. Zira sezgi ve buluş hissi bedeni istila ettikten sonra, nüzu' yani fenalıklardan çekinmek imkanı zorlaşır. Nitekim bazı psikologlar: "Nüzu'-u ameli yani bilfiil fenalıklardan çekinmek insanın iradesinin dışındadır. Eğer sezgi ve buluş üçüncü derecesine varmaz­dan evvel insan niyetini hayra çevirir ve harama bakmazsa, fenalıkları düşünmesi bile ortadan kalkıyor. Fakat bu zor bir iştir." demişlerdir.

Burada bir zorluk yoktur, çünkü insan düşünmediği bir işi yapamaz da. Çünkü hareketler niyetlerin mahsulüdür. Binaenaleyh mü'min bak­mazsa ve ihtilat da olmazsa gayet rahatlıkla hayr işlemeye muvaffak olur ve aynı zamanda fenalıklardan da kolaylıkla sakınmış olur. Bu hikmete binaendir ki önceki ayette zinadan evvel bakmak yasaklanmıştır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,syf:420-458
Devamını Oku »

3-Kızlara Nazik Ruh ve Zayıf Bünyelerine Uygun Bilgiler Öğretilmelidir



Tehzîb-i ahlakta genç kızların zayıf bünyelerine ve nazik ruhlarına uygun dînî ve dünyevi ilimler, ev işleri öğretilmelidir. Şu kadar ki, riyâzî ilimlere ihtiyaçları yoktur. Canım, bir kadının mühendis, kimyager, yahud inşaatçı olması şart mı?

Hayvanların ömürleri kısa, hayatları gayrı medenî olduğu için anne­ye pek ihtiyaçları yoktur. Bu kadarı herkese malumdur. Onlara nisbeten insanın ömrü uzun ve kendisi bidayette kendini idare etmekten acizdir. İleride göreceği bunca vazifelerle mükellef olacağı için de terbiyeye son derece muhtacdır. Halbuki çocuk terbiyesi hakkında bilgi kendi başına bir ilimdir. Kızlara bu öğretilmeli. Şübhesiz baba iâşe ve nafakayı temin etmek için dışarıda çalışmak mecburiyetindedir. Terbiye vazifesi ise kadınlara yüklenir. İşte bunu öğrenmelidirler. Zaten yaratılışta erkek bu vazifeyi görmekten acizdir. Evvelden dediğimiz gibi, kadının bedeni zayıf, mukavemet gücü kısır olmasına rağmen bu terbiyeyi göstermek hususunda kadın erkekten çok üstün bir kabiliyete sahibdir.

Zaten onla­rın meziyeti bu husustadır. Nitekim insan çocukluğu zamanında, altı yaşına varıncaya kadar iradesi yok ve idraki zayıftır. Çocuk bu devrede bir taraftan sûretlerden müteessir olur, diğer taraftan vehmî ve haya­lî korkular içerisindedir. Bir ateş parçasını görünce aklıyla elini ona uzatır. Eli yanarken de atmayı bilmez, ağzına koyar. Hele süt devrinde daha fazla terbiyeye muhtacdır. İşte çocuğu bu zaafiyetten kurtaracak, şimdiki hayatı için ona kabiliyet kazandıracak ilk muallim annedir. De­mek bu vazifeyi görmek için genç bir kızın anne olabilmeye yararlı ol­ması lazımdır. Çünkü vazifesi çocuk yetiştirmektir. Yemek pişirmek, kap- kacak temizlemek, ev temizliği, nakış ve dikiş gibi sanatları öğrenmelidir. Bir insanın kabiliyeti ancak buna müsaiddir, kaldı ki bir kadının bunları öğrenmesi üstün bir meziyettir. Kızlara bu meziyeti kazandırmak İçin top­luma ve ferde büyük vazifeler düşmektedir. Şiir, edebiyat, Kur'an ve kendilerine uygun ilim öğrenmeleri lazımdır. Fakat fitneden de korunma­ları şarttır.

Bir erkeğin şekâveti kendi nefsine mahsustur, amma bir kadının şekâveti cemiyete bulaşır, bir bela olur. Kadın erkek nev’inin sükun bul­ması için yaratılmıştır. Bünyesi zayıf ve ruhu nazik olduğu için de kadın tek başına cinnî ve Insî şeytanların tuzağından kendini kurtaramaz. Allah korusun fitne tuzağına girerse, onun girdiği şekâvet, uğradığı zulüm, yi­ne netice İtibarıyla erkek nev'ine tesir eder. Yani kadının şekâveti, erke­ğin toplumun ve devletin şekâvetidir. İşte“Biz de: Ey Âdem, demiştik, hiç şübhesiz ki bu (şeytan) senin de zevcenin de düşmanıdır. Bu sebebie sakın o sizi cennetten çıkar­masın. Aksi takdirde (çıkarırsa din ve dünya maişetini temin etmek husu­sunda) zahmete düşüp şakî olursun.” [Tâhât 17] buyrulan ayet-i kerîme, kadının günahı yüzünden erkeğinin şakî olmasını tasrih buyurmuştur.

Bakınız ki “O senin de zevcenin de düşmanıdır. Sizi cennetten çıkarmasın." mealindeki cümle-i tayyibelerde olan hitab her ikisinedir, amma zahmete düşmek ve şekâvete uğramak erkeğe yüklenmektedir. İşte buna işareten “Zahmete düşersin ve şakî olursun.” buyruluyor. Eğer kadın nev'inin şekâveti erkeklere aid olmamış olsaydı, “Zahmete düşersiniz ve şakî olursunuz.” buyrulurdu. Demek zahmete düşmek ve şekâvete uğramak yalnız kadına aid olmayıp, bilakis kocasına, ba­basına, soy sopuna ve toplumuna bulaşır. Örf de böyle hüküm etmekte­dir. Karısı fuhuş yapana k....d denilir. Bu kasdettiğimiz manaya kâfi delil­dir. Şu halde "zahmete düşmek ve şekâvete girmek" cezası Âdem'e daha fazla yüklenmektedir. Bundan şunları anlıyoruz:

1 -Erkek cihad yapmak, din ve dünyevi maişetini temin etmek, evin haricinde iş görmek için yaratılmıştır, kabiliyeti buna müsaiddir.

2-Kadın evin dahilî işlerinde, özellikle nesli çoğaltmak ve çocukları terbiye etmek için yaratılmıştır. Fıtraten buna kabiliyetlidir.

3-Kadın sabah erkeğini işe sevk eder, akşam işten, sokaktan, yara­mazlıklardan eve çeker. Bunun için memuredir.

4-Evde hazinedarlık yapar. Cinnî ve insî şeytanlardan beyinin mal, mülk ve namusunu, ayrıca ırzını hıfzeder. Bunda vazifelidir.

5-Kadın evden uzaklaşırsa, uzaklaşması fıtratına yakışmayan bir hal olur. Şübhesiz uzaklaşması takdirinde bunca vazifeleri görme kabiliyeti­ni kaybediverir. Eğer bir de zulme uğratılırsa, mazlumluğu sahibinin ga­zab kuvvetini tahrik eder. Böylece zahmete ve birçok cinayetlere girme­ye mecbur kalacaktır. İşte kadının şekâvetinin erkeğin şekâvetine sebeb olması budur.

Kadının evde çocuk terbiyesinden başka kocasına yapacağı bütün yardımlar kendisine farz olmadığı için hakkında cihad sayılmaktadır. Ni­tekim Peygamberin baldızı Esmâ diyor ki:

"Zübeyr'in ev hizmetini görüyordum. Bir atı vardı ona bakıyordum.Amma bana at bakıcılığından daha güç bir hizmet yoktu. Ona ot veriyor, tımarını yapıyor ve bakıyordum." Sonra Esmâ'ya bir hizmetçi verildi. Esmâ diyor ki:

"Artık bu hizmetçi beni at bakıcılığından kurtardı. Zübeyr'in nafaka işini de üzerimden attı."

Derken bir adam geldi ve:

"Ey Abdallah annesi, ben fakir bir adamım, senin evinin gölgesinde ma! satmak istiyorum" dedi. Esma ona: "Ben sana müsade edersem Zübeyr buna razı olmaz. Öyleyse sen gel de bunu benden Zübeyr'in gözünün önünde iste." dedi. Arkacığından adam gelerek: "Ey Abdallah annesi, ben fakir bir adamım, senin evinin gölgesinde mal satmak istiyo­rum." dedi. Esma: "Medine'de benim evimden başka bir yer bulamadın mı?" dedi. Bunun üzerine Zübeyr ona: "Sana ne oluyor ki fakir bir ada­ma (malını) satmaya mani oluyorsun." dedi. Artık (adamcağız) kazanma­ya başlayıncaya kadar (orada mal) sattı.

Esmâ diyor ki: Ben bu cariyeyi ona sattım, parası kucağımda iken Zübeyr yanıma girdi ve: "Onu bana hibe et." dedi. Ben: "Onu tasadduk ettim." dedim.

Bu hadîs'in şerhinde Nevevî şunları söylemiştir: Bütün bunlar, iyilik­ten ve insanların alışageldiği mürüvvetlerden sayılırlar. Kadın bu sayılan hususatta kocasına hizmet eder. Ekmek yapar, yiyecek pişirir, çamaşır yıkar ve diğer işleri görür. Bunların hepsi kadın tarafından bir teberru ve kocasına bir iyiliktir. Amma bunlardan hiçbiri kadına vacib değildir. Hatta hiçbirini yapmasa günahkâr olmaz. Bu işlerin hepsini kocasının görmesi lazım gelir. Hiçbiri hakkında kadını ilzam ve mecbur etmesi helal olmaz. Kadın bunları ancak ve ancak bir teberru olarak yapar ki güzel bir âdet­tir. İslamın ilk zamanlarından bugüne kadar kadınlar bu âdet üzerinden devam edegelmişlerdir. Kadına ancak iki şey vacib olur: Kendini ko­casına temkin ve teslimi, bir de onun evinden ayrılmaması.

Ibnu Kayyim diyor ki: Kocasının izni olmaksızın evin dış tarafında bi­le bir kadın misafir kabul edemez. Yani duvarların ve şaibeli yerlerin ko­ruyuculuğunu da yapar. Meğer ki töhmet altına girmez ise evin etrafını korumaya mecbur değildir. Şübhesiz onun koruması demek, kavgaya girmesi demek değildir. Gelen gidenden sahibini haberdar eder.

Binaenaleyh kadın nev'inin reisi ziraatçi ise çift sürmekten geldiğin­de hayvanların yemlerini verir ve istirahatini temin etmeye çalışır, ki bu onun en büyük yardımıdır. Sanatçı ise kadın bedenî temizliğinde ona yardım eder, alet ve edevatlarını hazırlar. Beyi tüccar ise fikir olarak ona yardım eder. Ayrıca hepsinde, evdeki temizlik ve sair işlerinde yardım et­mesi, -İmam Nevevî'nin buyurduğu gibi- farz veya vacib değildir, ancak sevab ve cihaddır. Çünkü hayvanlarının yemlerini vermesi, ağır aletleri kaldırıp taşıması fıtratına uygun vazife değildir. Binaenaleyh, kadının tar­lada çalıştırılması, fabrikada çalıştırılması fıtratına ters düşen ağır teklif­lerdir ve hakkına tecavüzdür. Demek kadının vazifesi, nesli çoğaltmak, beyine moral vermek ve çocuklarını terbiye etmektir. Tâkati dışında hiçbir zaman ona iş yüklenilmez. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

*“Muhakkak bir adam eşine bakar, o da ona bakarsa Allah Teâlâ da rahmetle onlara bakar. Tokalaştıkları zaman (küçük) birçok günah­ları parmakları arasında dökülür.” Bu hadîs-i şerîfe binaen ulemâ şöyle demektedirler. Erkek şefkat ve merhametle, kadın itaat ve bağlılık­la birbirlerine bakarlarsa, yardım için birbirinin şehvetini tahrik ederlerse ve tarafeyn zinadan korunmayı niyet ederlerse, onların bu halleri günah­larını döktürür. Şu halde evlilik ve hayat şirketi lezzetten başka da birçok hikmetleri taşımaktadır. Özellikle erkeklerin onlara şefkat etmeleri ve fıt­ratlarına uygun olmayan işlerde çalıştırmamaları tavsiye olunmaktadır. Nitekim,*“Şübhesiz Allah kadınlar hakkında size hayr yapmanızı emreder. Çünkü onlar annelerinizdir, kızlarınızdır, teyzelerinizdir (ve hala- larınızdır). Görüyorsunuz, ehli kitabdan birisi eli ipliği tutmaz (küçük yahud hasta veya yaşlı olmaktan dolayı çalışmaya güç bulamadıkları için) eş edindiği arkadaşından yüz çevirmez.” buyrulan hadîs-i şerîfte kadın­lara özellikle şefkat etmek emr buyrulmaktadır.

Demek her iki nevi de birbirine libastırlar. Ona göre hüsn-ü muaşeret lazımdır, iş böyle olunca, genç kızların altı ilmi tahsil etmekten başkasına, zayıf bünyeleri ve nazik ruhları müsaid değildir:

1 -Dinden ihtiyaç kadar ilkönce öğrenmelidirler.

2-Evin işini görecek kadar bilgiyi elde etmeleri gerekir.

3-Çocuk büyütmek, terbiye etmek bilgilerini öğrenmeleri gerekir. Kadın hakkında bunlar en büyük ve en mühim vazifelerdir.

4-Hayat şirketinden ibaret evliliğe devam etmek için iki eş hukuk­larını öğrenmek gerekir. Ahlaktan bir parça, ilmihalden bir parça öğrenmek kâfidir.

5-Nakış ve dikiş ilimlerini bilmek güzeldir.

6-Namus ve haysiyet dairesini korumak ve cemiyete yararlı olmak için ebelik, doktorluk yani tıb ilmini öğrenmek de kadın hakkında fazilet­tir. Ancak bunları da öğrenmek esnasında namus ve iffetinin korunması farzdır. Dikkat edilsin ki vacib-l ale-l-kifâye yahud faziletleri kazanmak için namaz terk edilmez, örtünme terk edilmez. Çünkü namazı terk et­mek dîni, örtünmeyi terketmek de ahlakı ihlal eder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:*“Onları balkonlara (yani dışarıya) salmayın. Ve yazı yazmayı da onla­ra öğretmeyin.” buyrulmuştur. Yani, onların hakkında dışarıya çıkmaları mekruh ve saymış olduğumuz ilimlerin dışında ilmi tahsil etmeleri de mekruhtur.

Kurtubî diyor ki: "Kadın hakkında yazı yazmak mekruhtur." Zevâcir ve Fetevâ-i Hadîsiyye adlı eserlerinde İbni Hacer de aynısını söylemektedir. Nizam-i Hükûmet-in-Nebeviyye adlı eserin müellifi bu hadîsin üzerinde özellikle durmuştur. Diyor ki: Kadınların yazı öğrenme­leri tenzîhen mekruhtur. Yukarıdaki hadîs-i şerîf sahihtir. Şu halde yazı öğrenmekten sakındırmak, ilmi öğrenmekten sakındırmayı gerektirme­mektedir. Yazı yazmaksızın da kendileri lüzumlu olan bilgileri öğrenebi­lirler. Hayrete şayan ki, bazı âlimler, devletin korkusundan bu hadîsi in­kar etmektedirler. Demek istiyorlar ki kadın mühendis de olsun ve saire. Halbuki birçok ulemâ hadîsi nakletmiştir ve üzerinde durmuşlardır. Bu hususta ileride izah gelecektir.

Bu hadîsi her ne kadar Hafız Zehebî Hazreti Ayşe'den gelen rivaye­tin senedinde Abdulvahhab bulunduğu sebebiyle mevdû' gördüyse de, Hâkim'in dediği gibi yine de Hazreti Ayşe'den gelen başka senedlere göre bu hadis sahihtir. İbnu Hacer Heytemî hadîsin hasen olmasını takrîr etmiştir. Beyhakî, üç senedden birinde hadîsin mürsel olduğunu açık­lamıştır, bu itibarla hadis mürsel ise de hasendir. Mürsel hadis ise, Hanefîye göre de hüccettir.

KADINLARA FAZLA İLİM ÖĞRETMENİN ZARARINI BÜYÜK FEYLESOFLAR DA İTİRAF ETMEKTEDİRLER

Meşhur Jul Simon şöyle der: 1848 tarihleri civarında kadınların tah- silsizliğinden ve yetiştirilmemesinden bütün AvrupalIlar şikayet etmekte bulunurlardı. Çalıştılar, kadınları cehaletin kuyusundan çıkarttılar. Ceha­letten kurtulunca da feryad ettiler. Çünkü onlara talim, tefrit derecesinden ifrat derecesine vardı. Şöyleki halihazırda insanlar kadınların ev işlerinde beceriksizliğinden ve talimin vermiş olduğu kötü semereden şikayet etmektedirler. Halihazırda kadınlara mutlak ilmin talimi, onları erkekleştirmiştir. Ey Fransızlar, kadının kadın olarak kalması gerekir. Aksi takdirde erkekler de kadınlaşırsa, bu insanı başka bir insan mı idare edecek? Şu halde hayat şirketinin dengeleştirilmesi lazımdır. Bir kadın ev işini bilmelidir. Halihazırda birçok insanlar evlilik hayatını kerih görmektedirler. Derim ki, bunlar evlilik hayatının ne olduğunu kavraya- mamaktadırlar. Erkek ve kadının haricî ve dahilî vazifeleri taksim olu­nursa bu bunalım ortadan kalkacaktır.

Allah Teâlâ erkek ve kadını iki nevi' olarak yaratmıştır, sahalarını belirtmiştir, her birisine kendi sahasında çalışmak kabiliyetini vermiştir; ayrıca vazifelerini tayin etmiştir. Erkek ve kadın kendi vazifelerini bil­mekle kendi sahalarında çalışırlarsa bundan üstün bir hayat olamaz.

Jiem Feriro da şöyle der: Bugün tarih 1895. Avrupa'da fabrikalarda sanayi müesseselerinde çalışan birçok kadınlar evlilik hayatından yüz çeviriyorlar. Bunlar kendilerine üçüncü cins diye ad takmışlardır. Sebeb şudur: Bunlar erkeklerle beraber kala kala hisleri kadınlıktan erkeklik hissine dönüşmüştür. Kendi hilkatlerine uygun çalışmadıkları için halleri malîhûlya'ya benzer. Bunlardan kimisi kendini ihtiyacsız zanneder, kimisi de çalışacak yer bulamadığı için cemiyete yük olmaktadır. Böylece cemiyet şaşkınlık ve hayrete düşmektedir. Zannımca kadın ve erkeğin musâvâtını iddia edenler, galiba tabiî kanunları değiştirmek isterler.

Ogüst Comt da aynı şeyleri söyledikten sonra şunları ilave eder: Şu vehmî eşitlik iddiası kadınları kendi sıfatlarından çıkarmıştır. Halbuki ka­dın evinde, erkek dışarıda çalışmalıdır. Tabiî kanunun namusu bundan başkasını reddetmektedir. Binaenaleyh kadının dışarıda çalışması cemi­yet hakkında büyük bir felakettir. Üstelik de kadının ziynetle evinden çıkması, genç erkekleri de terakkîden geri bırakmaktadır.

Samuel Semailis: "Cemiyete en yararlı, kadının kendi evinde ei işle­riyle uğraşmasıdır. Şu halde zamanımızdaki kadınlar, en çok bir çömle­ğin veya tencerenin kaynama derecesini bilmeleri için kimyayı ve evinde odalarının yönlerini bilecek kadar coğrafya ilmini öğrenmelidir­ler. Buna da amel ve tecrübe kâfi gelmektedir." demektedir.

Kadınlar aleyhinde en çok çalışan Bayron bile şunları söylemiştir: Kadının evinde yemek kitabı ve Tevrat'tan başkası bulunmamalıdır. Çünkü bundan başkasına ihtiyaçları yok.

Bayron'un bu sözü bir cihetten makul değildir. Çünkü böyle hüküm etmek, kadınlar hakkında bir tahakkümdür. Amma diğer cihetten, kadın da erkek gibidir fikrine karşı, sözü gayet normaldir. Çünkü kadın da erkek gibidir fikri, hayat sahasını bir harb meydanına benzetir. Kadının hukuken, siyaseten ve özellikle dışarıda çalışma usûlüyle erkekle musâvâtı, bir türlü cinsî arzulara bir serbestiyet vermek ve bir vahşetten ibarettir.

Amerikalı Mister Los, uzun bir izahtan sonra şunları söylemektedir: Kadınların işlerine mahsus açılan mekteblerde kendisine lazım olan ev işleri öğretilirken verilen bilgiler ifrat haline varmaktadır. Mesela kimya, fizik ilimlerinde doktora vermek için çalışıyorlar. Bu yüzden kendilerine lazım olan ilimleri bilmecburiye ihmal etmektedirler. Evlilik hayatına dö­nerlerken de hem tabiat, riyâzet, kimya gibi ilimlerden tam başarıya ulaşamıyorlar, hem de kendi hayatlarına mahsus ev işlerinde cahil ka­lıyorlar. İnancımızca bu hayatı felce uğratır. Kadın kısmı ev işlerini bilme­lidir. Bundan başka bilgilerle uğraşmaları abes bir şeydir.

Fransa, Almanya, Belçika ve Amerika'da ictimâî hayat üzerinde çalışan feylesofların sözlerini özet olarak buraya naklettik. Şu üç mak­sadımızı beyan etmek için:

a-Genç kızlarımızı Avrupa âlemindeki erkekleşmiş kadınlar gibi yetiştirmemek gerekir. Çünkü talimi tefritten ifrata çıkaran Avrupa bilgin­leri, yaptıklarından şikayetçidirler. Tarih ansiklopedisi ve daha başka birçok kitablar şunu yazmaktadırlar: On dokuzuncu asırda aşırı talim kadınları kendi hilkatinden ve ev işlerinden uzaklaştırmıştır. Bu ise top­lum hayatına büyük zarardır.

b-Kadın ve erkek eşittirler denilip müslüman kadınlar onlara benze- tilirse, İslam ülkelerinin de ahlaksızlık cihetinden onlar gibi olacakları şübhesizdir. Halbuki bugün gayrı müslimin bilginlerinin üçte ikisi bun­dan müştekîdir. Kaldı ki kadınların hakkındaki talim ifrat derecesine yük­selirse, dînin temel ahlakı bozulacaktır.

c-Aşırı derecede riyâzî ve tabiî ilimler öğretilirse, kadınlar onda üstün başarıya varamadıkları gibi, evlilik hayatları da ihlal olunacaktır. Bu takdirde hem o ilimlerde başarısızlık, hem de ev işlerinde cehalet ifrat derecesine varmakla ictimâî hayat yıkılmış olur. Netice-i meram ka­dının ünvanı kadınlıktır, bundan çıkmaması lazımdır. Binaenaleyh kadın­ların din bilgisini, ev işlerini ve el işlerini öğrenmeleri kâfi görülür. Eğer bu nizam ihlal edilirse, kadın haliyle tembel genç oğlan gibi şeytan yahud zalim bir erkek gibi cani olur. Onun İçin ne kadın kendini erkeğe, ne erkek kendini kadına benzetmelidir.

Devamı için bkn:

4-

http://ilimcephesi.com/4-sekil-ve-ahlak-benzeyisinden-erkek-ve-kadin-lanetlenmislerdir/
Devamını Oku »