Birçok Avrupamerkezci bilim adamı ‘Avrupa’nın dinamikliğinin’ kökenini Rönesans olarak tanır, bu da Avrupalılara gerekli ‘bilimsel rasyonalite’ ve ‘bireyselcilik’ duygusunu vermiştir. Rönesans saf Antik Yunan biliminin yeniden keşfedilmesi olarak düşünülüyordu. Bunun tipik bir ifadesi şöyledir:
Avrupa, modern bilimin yaratamayacağı hiçbir şey almadı Doğu’dan, diğer taraftan ödünç aldıkları şeyler de yalnızca Avrupa aydın geleneğine dahil edildiği için değerliydi. Ve bu elbette (Eski) Yunan’da oluşturulmuştu.(38)
Ancak bu, Avrupa Rönesansı’nın temelindeki önemli düşüncelerin birçoğunun ve sonrasında ortaya çıkan bilimsel devrimin (aynı zamanda Aydınlanma’nın - bkz: 9. Bölüm), gerçekte Doğu’dan kaynaklandığı ve Doğu küreselleşmesi aracılığıyla dünyanın İslam Köprüsü boyunca dağıldığı düşüncesini muğlaklaştırıyor. Michael Edwardes’in belirttiği gibi:
Bütününde bu büyük üretim (yaratım) dönemi Doğu’yla çok az ilgilendi ya da hiç ilgilenmedi. Rönesans, gerçekten de arkasını dönmüştü Doğu’ya ve bunun yerine antik dünyanın belli bir bakış açısını eklemişti. Bu elbette, Rönesans insanının Doğu'nun varlığını fark etmediği anlamına gelmedi... Rönesans tüm klasik (Yunan) yüzüne karşın Doğu’dan çoğunlukla gizli gizli etkileniyordu ve kaynağı her zaman örtülü kalıyordu.(39)
Ancak arada şuada Avrupamerkezci yazarlar Rönesans düşüncelerinden bazılarının Ortadoğu’dan alındığını ileri sürerler. Oysa bu iddia Doğu’nun (İslam’ın etkisi) bütün bunlarda bağımsız bir rol oynamış olması olasılığının bir yana buakılmasıyla çürütülür. Bu iddia, Müslümanların Antik Yunan metinlerinin sadece sahipleri veya çevirmenleri olduğunu ileri sürer ve Müslümanların tek yaptıkları şeyin de bunları geldikleri yere iletmek olduğunu söyler. Böylelikle bize tipik olarak söylenen şey şudur: “Yunanların paltosu İslam dünyasına geçti, Allah’ın ellerinde, Helen mirası Batı çıkarları yeniden ateşlenene kadar gözetim altında tutuldu.”(40) Kısaca, Müslümanlar özgün düşünürlerden çok sadece kütüphaneciler olarak değerlendirilmiştir. Bu inandırıcı bir hikâye olmasına karşın, Avrupa Rönesansına sızan birçok bağımsız Doğu fikrine işaret eden önemli kanıtları çürütmeyi başaramaz. William McNeill’in belirttiği gibi:
Batılılar Müslümanların ince bir zekâya ve Latin dünyasından daha güçlü bir öğrenme zenginliğine sahip olduğunu keşfettiler... MÖ 6. yüzyılda Yunanlar Doğulu (Mısır’a air) medeniyeti asimile etmeselerdi, onların (Avrupalıların) kendilerine mal ettikleri bu bilinmeyen mirasın aydınlanmış tarih içinde bir karşılığı olmazdı.(41)
Bu dönemdeki Batı’nın “[düşünsel] etkisi gerçekte sıfırdı- belki de Batı’nın sunacak çok az şeyi olduğu” düşünüldüğünde bu pek şaşırtıcı değildi.(42) Ancak, Çinliler 11. yüzyılda bir Rönesans yaşamış görünüyor,(43) Avrupa'nın düşünsel şansları açısından önemli olan Müslümanların öncü katkısı idi.
9.yüzyılın başlarında, yedinci Abbasi halifesi, Memun Bağdat’ta diğerlerinin yanı sıra Yunanca eserlerin, özellikle Ptolemaos’un, Arşimed ve Öklid’in yapıtlarının Arapçaya çevrildiği “Bilgelik Evini” (Bayt al-Hikmah) kurdu. Ama Arap bilim adamları tıp, matematik, felsefe, teoloji, edebiyat ve şiir ile ilgili Iranlı ve Hint (ve Çin) metinlerini temel alır. Sonra Yahudi bilim adamları ve çevirmenlerinin yardımıyla sadece Yunan düşüncesinin bir karışımı değil, Yunan düşüncelerinin eleştirisi ve aynı zamanda bunu genelde ileriye götüren yeni bir bilgi bütünlüğü oluşturdular. Bu sürece, Bağdat’ın küresel ekonominin merkezinde yer alması ve yeni Asya düşüncelerini almakla kalmayıp, onları yeniden ele alıp Müslüman Ispanya’ya aktarması da katkıda bulunuyordu.
Özellikle 1000 yılından sonra Avrupalılar İslam dünyasından bilimsel metinleri Latinceye çevirdiler. İspanyol Toledo’sunun 1085’te düşmesi özellikle önemlidir, çünkü burada birçok Avrupalı aydın, İslam teknik kitaplarına ulaşabiliyordu. İslam’dan öğrenme işlemi İspanyol Kralı 10. Alfonso (1252-1284) ile büyük oranda Yahudi aracılarla (Portekiz kralları gibi) devam etti. Takdim edilen birçok örnek arasında, 1266’da İbn Halef el- Muradi’nin önemli metni “The Book of Secrets about the Results of Thoughts”un Toledo Sarayı’nda çevrilmiş olması önemlidir. Bu metin ve başka birçokları İber- yaklara pekçok İslami buluş ile ilgili bilgi verir. Son olarak İtalyanlar da doğrudan Ortadoğu ile yaptıkları ticaret ve Haçlı Seferleri aracılığıyla bu düşüncelerden çok şey öğrendiler. Peki nasıl oluyordu da Müslüman bilim adamları özgün Yunan bilgi kaynaklarına katkıda bulunabiliyorlardı?
İslam dünyasında matematikteki gelişmeler
Jack Goody’nin yerinde bir saptamasıyla “Matematik Doğu’da ve Batı’da yer alan paralel ancak eşit olmayan gelişmelerin olduğu alanlardan biriydi. Geometri ile ilk gelişmeler Mezopotamya [Antik Irak’ta] ve Mısır’da gerçekleşti ve daha sonra Yunanlar tarafından ele alınacaktı.”(44) Gerçekten de, Antik Irak’taki okullarda cebir ve geometri öğretiliyordu, daha MÖ 1700 gibi erken bir tarihte bile Pisagor’a atfedilen teoremi ve pi’nin değerini biliyorlardı. Dairenin 360 dereceye, dakikanın 60 saniyeye, günün 24 saate bölündüğü “sexagesimal sistemi”ni geliştirmişlerdi. Antik Irak’tan sonra Antik Mısır ve sonra Yunanistan’a geçtiler.
(Yunanlar ilk gelişmeleri gösterenlere çok yakındılar). Bir sonraki büyük gelişme aşaması ise bu ilk gelişmeleri daha da ileri götüren Müslümanlar tarafından yaklaşık 800 yılından sonra başladı. Öncü matematikçi Muhammed İbn Musa el- Harezmi (780-847) son derece etkili bir kitap olan
On Calculation with Hindu Numerals (yak. 825) yazmıştır. Bu kitap Hint sayı sisteminin İslam ve Batı’ya yayılmasını sağlamıştır.(45) İlginç olan Ortadoğulu Fenikeliler (ama onlar kendilerine Kenanlı, Akdeniz’in doğu kıyısında bulunan Kenan ülkesinden diyorlardı) sayılan ilk kullananlar oldu. Ancak, Hintlilerin gerçekleştirdiği büyük başarı 10’- lu sistem değerinde dokuz sayı ve sıfırla (sunya) ortaya çıkıyordu.
Bu sistem Arap bilim adamları tarafından yaklaşık MÖ 760 yılında uyarlandı.(46) Buna karşılık el-Harzemi’nin yapıtı aralarında al-Uqlidisi, abu’l-Wafa al-Buzajani, al-Mahani, el-Kindi ve Kushyar ibn Labban’ın bulunduğu 10. yüzyıl İslam bilginleri tarafından daha da geliştirilmiştir.(47) Ortadoğu’da yaygın olan bu düşünceler, 10. yüzyılın sonuna kadar Müslüman İspanya’ya yayıldı, burada geri kalmış olan Avrupalılar bunlara ulaşabiliyordu (özellikle Cordoba aracılığıyla Toledo’nun 1085’teki düşüşü ve Zaragoza'nın 1118’de Aragonlular tarafından ele geçirilmesi ile).
İlk aşamada Avrupalılar yavaş hareket edip, abaküse dayalı eski sistemi korumayı tercih ettiler. Ancak 1202'de Tunus’ta yaşayan Pisalı Leonardo Fibonacci yeni Doğu kavramlarını kabul etti ve eski abaküs sistemini reddederek yeni Hint-Arap sistemini benimseyen bir kitap yazdı. Sonunda yeni sistem İtalyan tüccar grupları içinde ortaya çıktı. Charles Singer’in belirttiği gibi “Avrupalıların bu Doğu sayı sistemini benimsemesi [Batı] biliminin yükselişinde büyük bir etkendi 16. ve 17. yüzyılda bilim ve teknoloji arasındaki ilişkinin saptanmasında da etkili olduğu” görülebilir. (48) El Harzemi’nin cebir üzerine yazdığı yapıt da eşit derecede önemliydi ve 1145’te İngiliz Ketton’lu Robert ve İtalyan Cremona’lı Gerard tarafından Latince- ye çevrilmişti.
Ketton’un Harzemi adım çevirisi “algorithmi" idi (‘algoritma’ terimi buradan gelir). ‘Cebir’ terimi Harzemi kitaplarının birinin başlığından gelir,
el- Cebr ve’l-muhale (el-cebr, cebir olarak çevrilmiştir). Ayrıca onun yazdığı bu kitap 16. yüzyıla kadar Avrupa’da konu üzerindeki en önemli metin olarak varlığını sürdürdü. Bunu Ptolemy’nin teorisinin ötesine geçen çeşitli İslam keşifleri tamamladı. Ptolemy çok basit bir teoriye dayanan kirişleri kullandı. El-Bettani kirişin yerine sinüsü yerleştirdi. Ayrıca küre trigonementrisi Abu’l-Wafa al-Buzajani’nin tanjant teorisi, Ebu Nasr’ın sinüs teoremi ve İbn Al-Haytham’ın kotanjant teoremi ile geliştirildi.49 10. yüzyılın başına kadar bütün altı klasik trigonometrik işlevlerin hepsinin Müslüman matematikçiler tarafından tanımlanıp oluşturulması da dikkat çekicidir.(50) Nasireddin Tusi’nin* düzlem trigonometrisi üzerine orta - geç 13. yüzyılda yazdığı metne 1533 yılma kadar Avrupalı hiçbir matematikçi tarafından yetişilemedi.(51)
İslama göre rasyonel bir varlık olarak insan
Modern Avrupa düşüncesinin
leitmotiflerinden biri olan insanın özgür ve rasyonel bir varlık olduğu fikrini savunan Müslümanlar (özellikle Mutaziliteler) olmuştur. Bu düşünce Hz. Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra ortaya çıktı, bu da “rasyonel İslam teolojisine" doğru bir atılımı gösteriyordu (Hz. Muhammed’in öğretileri daha sonraki politik otoriteler tarafından bozulamasın diye).
İçtihat olarak bilinen şey bağımsız hüküm uygulamasını kapsıyordu ve her şeyden önce Tanrı’nın ancak yardım alınmadan ve bireysel insan mantığı aracılığıyla anlaşılabileceği anlamına geliyordu. Bu düşünce el-Kindi (800-873), Farabi (873-950), İbn Sina (980- 1037), İbn Rüşd (1126-1198) ve son olarak ez-Zehravi (936-1013) gibi bilim adamlarının eserlerinde yer almıştır.
Bu düşünceler Martin Luther’e ve Reformasyo- na esin kaynağı olan düşüncelere ilginç ölçüde benzerlik göstermektedir. Er-Ra- zi’nin ‘bütün hakikatin’ (dini ve bilimsel) rasyonel düşünme veya mantık aracılığıyla bireysel insan zihni tarafından doğrudan ulaşılabilir olduğu iddiası önemlidir. Buna karşılık olarak, bu ancak zihin irrasyonel duygulardan kurtulduğunda gerçekleşebilir: kısaca, ‘nesnellik’ yaşamsal önem taşır. Benzer bir biçimde, İbn Rüşd** (Batı’da Averroès olarak bilinir) bilimsel soruşturmanın dini dogmadan sapmakla gerçekleştirilebileceği ve Tann’nın varlığının sadece rasyonel olarak kanıtlanabileceği konusunda ısrar etmiştir.
Kısaca bu ve diğer İslam düşünürlerinin ve bilim adamlarının Avrupa düşüncesini değiştirme konusunda derin bir etkisi vardır. Batı tarafından asimile edildiğinde onların düşünceleri Avrupalı düşünürlerin kutsal olanın otoritesine yönelik mevcut Katolik inanışlarını aşıp bireyin merkezi önemine ulaşmasını sağladı. Müslümanlar da bireyselliği ve bilimsel deney sürecini benimsemeye başladı, bu daha sonra Avrupa’nın bilimsel devrimini etkiledi.
Avrupa'nın bilimsel devrimine bir giriş olarak İslam 'daki bilimsel yöntemler
İslam’ın bilimsel devriminin en radikal özelliklerinden biri Antik Yunan düşüncesinin tamamen mükemmel olmak zorunda olmadığı ve karşı çıkılması gerekmese de karşı çıkılabilir olduğu düşüncesiydi. Böylece:
Müslüman bilim adamları Yunan geleneğinden tamamen kopmazken, bilginin nasıl gelişmesi gerektiğini ortaya koyan yeni bir devrimci düşünceyi tanıtarak onu yeniden formüle etmiştir, bu düşünce bugün hâlâ bilimin yapılış şeklini yönetiyor. Daha iyi enstrümanlar ve yöntemlerin daha doğru sonuçlar ortaya çıkaracağını düşünmüşlerdir.(52)
Bu, Yunanların tam olarak anlamadığı bir şeydi. Yunan bilimsel deneylerinin azlığım da İslam bilginleri kapatmaya çalıştılar. Aynca İslam bilginleri birçok alanda -tıp, hijyen, optik, fizik ve diğerleri- miras olarak alman gelenekleri sorgulamaya başladı. Bu yeni bilimsel düşünme biçiminde, Mısırlı İbnü’l-Heysem (965-1039) optik üzerine Avrupa’da büyük etki yaratan bir kitap yazdı. Mısırlı doktor İbnu’n- Nefis (ö. 1288) de önemliydi. Yunan hekim Galenos’un geleneksel bakış açısıyla çelişen, insan vücudu üzerine onun yaptığı çalışma İngiliz William Harvey’in çalışmasından en az 350 yıl öncesinde gerçekleşti.
Er-Razi, Farabi ve İbn Sina’nin eserleri de önemliydi. Tıp ve hijyendeki başarıları Avrupa bağlamında devrim niteliğindeydi. Er-Razi hastanesini deneyler üzerine kurdu, hastaları hastalıkların yayılmasını önlemek için iki gruba ayırmıştı. Bu aynı zamanda, daha sonra Batı’da yoğun biçimde benimsenen karantina altına almanın ortaya çıkmasına neden oldu.(53) Çeşitli hastalıklarla ilgili araştırmalar yaptı, ancak erken dönem Çin keşiflerinden büyük ölçüde etkilendiği konusunda önemli kanıtlar vardır.(54) Bütün bunlar göz önüne alındığında, ‘er-Razi’nin tıpla ilgili çalışmaları Latin Batı’nın zihinlerinde yüzyıllar boyunca önemli bir etki oluşturmuştur.(55)
Er-Razi’nin Avrupa üzerindeki etkisi çevrilmiş yapıtlarının 1498- 1866 yılları arasında 40 kez yeniden basılmış olması ile kanıtlanır. Ebu Nasr el- Farabi* (Batı’da Avennasar olarak bilinir)
Catalog of the Sciences başlıklı önemli bir kitap yazmıştır, bu kitap Latinceye Cremona’k Gerard ve Sevilla’lı John tarafından çevrilmiştir. Bir başka önemli bilgin ise İbn Sina’dır (Batı’da Avicenna olarak bilinir) ve ünlü kitabı
Canon of Medicine Latinceye (tıpkı yazdığı ansiklopedi,
The Book ofHealing gibi) 12. yüzyılın sonlarında çevrilmiştir. Aynca
Canon of Medicine 16. yüzyıl sonlarına kadar Avrupa tıp okullarında temel eser olmuştur. Genelde Salerno Okulunun 1050’den sonraki gelişiminde Arap etkisi önemlidir.(56) Çinlilerin de immünoloji, adli tıp ve tıp deneyleri dahil, hepsi de Batı’ya dünyanın İslam köprüsünden geçerek ulaşan modern tıbbın birçok önemli özelliğini geliştirmiş olması ilginçtir.(57)
Astronomi alanında da İslam dünyasımn başarısı etkili olmuştur. 14. yüzyılda yaşayan Maragha Okulundan İbnü’ş-Şatir, yaklaşık 150 yıl sonra Kopernik tarafından geliştirilen güneş merkezli teoriyle hemen hemen aynı olan bir dizi matematik modeli geliştirmiştir. Bu modellerin bu kadar benzer olması Noel Swerdlow’un “ (Kopernik açısından) bir dizi tesadüfün bağımsız biçimde geliştirilme olasılığı çok dikkat çekici” demesine neden olmuştur.(58) Diğer uzmanlar Kopernik’in eş-Şatir’in modellerini ödünç aldığını ileri sürmüştür.(59) Buna uygun olarak Kopernik “Maragha Okulunun en ünlü müridi” olarak tanımlanmıştır.(60) Aynca güneş merkezli teori en azından örtük olarak ilk kez Antik Mısır’daki ‘hermetik metinlerde’ keşfedilmiştir.(61) Kopernik’in önemli kitabının giriş bölümünde Antik Mısırlı Hermes Trismegistus’tan söz etmiş olması ilginçtir. Ayrıca Trismegistus bugün herhangi bir bilim adamının öncü olarak kabul edebileceği birisi değildir, ancak Rönesans döneminde bu karanlık Mısırlı büyük bir statü kazandı.(62)
Harzemi’nin astronomi üzerine yazdığı erken dönem çalışmaları da önemlidir. Sade Ptolemaos’un metni Geography’yi geliştirmekle kalmamış, yıldızların birçoğunun konumlarını kapsayan çeşitli haritalar üretmiştir. Bu haritalar okyanus ticareti için önemli olmuştur. Harzemi de dünyanın çevresini yüzde 0,04’lük ya da daha küçük bir hatayla (yani sadece 41 metre yanılmıştır) saptamıştır. Çalışmaları hem el-Biruni hem de el-İdris’i tarafından genişletilmiştir.
Bu nedenle erken dönem İslam düşüncesinin Avrupa Rönesansı’nın çok ötesinde bir etkiye sahip olduğu ve Avrupa’nın bilimsel devriminin bilgilendirilmesine yardım etmiş olabileceği gerçeği yaşamsal önem taşır. Bilimin deneye dayalı olması ve maksimum çıkarın emeğin bölünmesiyle elde edilebileceği konusundaki Bacon’ın görüşü erken dönem İslam bilginlerinin yaptığı bazı tartışmalar ile hemen hemen sözcüğü sözcüğüne aynı idi. Robert Briffault’un belirttiği gibi:
Deneysel yöntemin yaratıcısının kim olduğu yolundaki tartışmalar Avrupa medeniyetinin kökenlerinin ciddi anlamda [Avrupamerkezci] yanlış yorumlanmasının bir parçasıdır. Arapların deneysel yöntemi Roger Bacon’ın zamanında yayılmış ve Avrupa’da büyümüştür. (63)
Ancak, bunu İslam şartlarından bir başkasını benimseyerek çürütmek mümkündür: yeni bilimsel ve bireysel düşünceler İslam’da ortaya çıksa da, daha sonra dini yetkililerin kendi kontrollerini yeniden kurmaya çalışmalarıyla bu düşünceler terkedilmiştir. Bu nedenle bu “eksik bir İslam devrimi”dir. Bu daha sonra, dini engellerin olmamasının Batı biliminin sınırsız gelişimini sağladığı Avrupa’daki durum (daha sonra da ‘Avrupa’nın dinamiği’ni oluşturur) ile karşılaştırılır. İslam şartları ile ilgili en temel sorun İslam’ın düşünsel başarılarının Avrupa’daki düşünsel ilerlemenin -özellikle Rönesans ve bilimsel devrim- sağlanmasında yaşamsal önem taşıdığının unutulmasıdır. Avrupalılar bu Doğu düşüncelerini ileri götürmekte başarılı olsa da,(64) özgün Doğu düşünceleri olmasaydı ileri götürülecek hiçbir şey olmazdı ya da çok az şey olurdu.
Ancak burada anılması gereken bir başka boyut daha var. Çünkü Rönesans’ın sadece Müslümanlara, Hintlilere ve Çinlilere değil, Siyah Afrikalılara da bir borcu olması muhtemeldir.(65) W.E.B. Du Bois’nın belirttiği gibi, özgün Yunan bilimsel metinleri sadece Ortadoğu’ya geçmekle kalmadı, aynı zamanda Afrika’ya, özellikle de İskenderiye ve Kahire’ye (daha önce 2. Bölüm’de gördüğümüz gibi, ekonomik olarak 15'17’ye kadar İtalyan tüccarlar ağırlıktaydı) yayıldı. Ayrıca, Siyah Sudan uzun zamandır bir kültür ve eğitim merkeziydi, bunun büyük bir bölümü Ortaçağ Avrupası’na aktarılmıştı. Ancak, Mısırlılar kuşkusuz bilimsel bilginin gelişimine katkıda bulunurken,(66) -özellikle 1005’te kurulan Mısır Bilgelik Evi (Dar al-Hikmah)- bunların etnik kökenleri kesin olarak belli değildir. Ancak kesin olan bir şey varsa o da Ortadoğulu Magripliler olarak adlandınlanların, özellikle Ispanya’da yaşayanların, çoğu köken olarak Siyah Afrikalı olmasıydı (bu nedenle Ortaçağ Avrupası’nda “Blackamoor” terimi kullanılıyordu).
Bu ırkların melezleştirilmesi işlemi düşüncelerin de kanşmasına olanak tanıdı. Ayrıca Siyah Afrikalılar üniversitelerdeki ders gezilerine katılmak üzere Ispanya’yı ziyaret ederken, İspanyollar düşüncelerini öğrenmek için sık sık Kuzey Afrika’ya seyahat ediyorlardı. Daha ayrıntılı araştırmalar, daha önce birkaçını ele aldığımız ünlü Mısırlı bilginlerin bazılarının köken olarak Siyah olduğunu ortaya çıkarabilir (Dhu’l-Nun açık bir örnektir, çok daha erken dönemden olan Kuzey Afrikalı St. Augustine de bir başka örnekti). Leonardo Da Vinci’nin Atina Okulunun Averroes’ini (İbn Rüşd) esmer renkli olarak betimlemesi ilginçtir. Ve elbette antik Siyah Mısırlılar ya da Nübye düşüncesi, Rönesansı özellikle “Hermetik metinlerin” ithal edilmesi aracılığıyla (bunlardan çoğu 1460 yılından sonra Cosimo di Medici’nin sarayında Marsilio Ficino tarafından çevrilmiştir) etkilemiştir.(67) Her iki biçimde de Du Bois bize ilginç retorik sorular sunar:
Siyah Afrika’nın Rönesans’ta hiçbir etkiye sahip olmaması mümkün müydü? Ya da Siyah beyinlerden bilim ortaya çıkmaması? O günlerde Siyah halkına övgüler yağdıran Avrupa’nın bunu yalnızca şüphe ya da acımayla yapması? Yoksa renkleri hiçbir önem taşımadığı için Zencilerin ortaya koyduğu kültürel katkının hatırlanmaması ya da bilinmemesi mümkün müydü? Çünkü Siyah medeniyet bir çelişkiydi Avrupalılara göre.(68)
Son olarak bütün bu sürecin, üç acımasız çelişki üzerine kurulu olduğunu görmek önemlidir. İlki, Müslümanların Avrupalılara yeni ve daha ileri düşünceler sundukları zamanlarda, Hıristiyanlar İslâmî lanetliyorlar ve Haçlı Seferleri ile onlara karşı savaş açıyorlardı. İkincisi Doğu, Batı Rönesansı’na birçok fikir sağlamıştır, ama sonuçta Avrupalılar sırt çevirip ikiyüzlülükle bu düşünceleri bağımsız olarak oluşturduklarını iddia ettiler. Ayrıca Avrupalılar daha sonra Batı’nın ileri rasyonel uygarlığın sembolü olduğunu söylerken Doğu’yu irrasyonel ve düşünsel anlamda çorak bir ülkeden başka bir şey olmayan, ikinci sınıf bir uygarlık olarak nitelendiriliyorlardı. Üçüncü ve en acımasız çelişki Batı’nın üstün olarak oluşturulduğu yapısı (temelde “bilimsel rasyonalite” ile tanımlanır) daha sonra Doğu karşısında Batı’nın emperyal uygarlık misyonunu ortaya atacaktı.
Matbaanın Doğulu kökenleri: Johann Gutenberg miti
Matbaanın bulunmasının Avrupa'nın gelişimi için çok büyük sonuçlar doğurduğu konusunda hiç kuşku yoktur. Her şeyden önce Rönesansın ve bilim devriminin etkisi kitaplar basılmamış olsaydı büyük oranda zayıf olurdu. Marie Boas’a göre:
Matbaa makinesi... bilimin gelişimini kolaylaştırmıştır; birinin yaptığı keşifleri yayınlamak gittikçe normal bir hale gelmiş, böylece yeni düşüncelerin kaybolmaması sağlanmış ve başkalarının çalışmalarına temel oluşturmak amacıyla kullanılmaya başlanmıştı. Yayıncılık yayılmacılığı kolaylaştırmıştır ve yayınlanmamış bilimsel çalışmaların diğerlerini etkileme şansının çok az olduğu da genelde doğrudur.(69)
Matbaanın getirdiği bir başka sonuç milliyetçiliğin artmasına(70) ve daha genel olarak Avrupa ekonomisinin gelişmesine(71) yardım etmiş olmasıdır. Kısaca matbaanın Batı uygarlığının karakterini önemli ölçüde değiştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak Johann Gutenberg’i, matbaayı bulan kişi olarak kabul etmek haksızlıktır.
Michael Clapham’ın ileri sürdüğü gibi, ‘matbanın mucidi olarak tek bir kişi bulmaya çalışmak ve Mainz’li Johann Gutenberg’in destekçileri ile Haarlem’li Laurens Coster’ınkiler arasında doğal bir rekabet olduğunu ortaya çıkarmak sadece uydurma değil aynı zamanda iki yüzlü bir yoruma neden olmuştur.’(72) Matbaanın kökeninin altıncı yüzyılda Çin’e ve 14. yüzyıl başlarında Kore’ye kadar uzanabileceğini biliyoruz. Ağaç matbaa MÖ 6. yüzyılda ortaya çıktı. Blok matbaa 9. yüzyılın başında keşfedildi, en erken mevcut basılı kitap 868 tarihli idi. Kitapların basılması 950’den sonra artış gösterdi.(73) Daha 953 yılında, Feng Tao Kon- fuçyüs’ün klasiklerini basmıştı - daha sonra Gutenberg’in
Kitab-ı Mukaddesi'nin Avrupa’da yaptığını Çin matbaası için gerçekleştiren çalışma.(74) Ancak bu görüş genellikle Gutenberg’in matbaasında çok daha sofistike ve hareketli harfler kullandığı iddiası ile çürütülür. Bu, ilk hareketli matbaanın Pi Sheng tarafından 1040 dolaylarında Çin’de icat edildiği gibi basit bir gerçeği muğlaklaştırır hale getirir.(75)
Avrupamerkezci bilim adamları bazen buna, hareketli matbaaya hiçbir zaman Çin’de ulaşılamadığı ve blok matbaanın tercih edildiğini savunarak karşı çıkar. Bunun nedeni Çinlilerin yaraücı olmaması değildi; Çin alfabesinin yapısı blok baskıyı daha olanaklı kılıyordu. Cizvitlerin belirttiği gibi, ‘Çinlilerin baskı yöntemi hareketli yöntem yerine çok sayıdaki karmaşık Çin harflerine daha iyi uyarlanmıştı.’(76) Bunun görünüşte standart bir Avrupamerkezci savı desteklemesi ironiktir: Gutenberg’in matbaası sonuçta daha etkin ve daha hızlıdır, çünkü Avrupa tipografisi sadece alfabenin 26 harfine dayalı idi. Ancak Lach ve Kley, Cizvitlerin Çinlilerin sürecinin sadece Avrupalılarınki kadar etkin olmakla kalmayıp aynı zamanda birçok avantaja da sahip olduğunu düşündüğünü belirtmiştir.(77)
Ayrıca Avmpa matbaasının ancak 19. yüzyılda Asya’dakilerden daha hızlı hale gelmiş olması gerçeği ilginçtir - o tarihe kadar metinleri yeniden üretmenin yavaş ve pahalı bir biçimi olarak kalmıştı.(78) Bu dummda bile, David Landes Avrupa’dakinin aksine, Çin’de matbaanın hiçbir zaman “patlama yapmadığı” konusunda ısrar etmektedir.(79) Ancak 15. yüzyılın sonunda, Çin belki de dünya üzerindeki bütün ülkelerde yayınlanan kitaplardan daha çok kitap yayınladı(80) Ve daha 978 yılında Çin kütüphanelerinden birinde 80.000 cilt kitaba (gerçi o zamanlar bu büyük İslam kütüphanesinden bazılarının elindeki sayılardan çok daha azdı) sahipti. Bununla birlikte, Avru- pamerkezcilik bunlardan hiçbirinin hareketli metal matbaayı ilk geliştiren kişinin Gutenberg olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini öne sürer. Oysa hareketli metal matbaa ilk kez 1403 yılında (tam kırk yıl önce) Kore’de keşfedilmiştir.(81)
Öyleyse nasıl ve ne ölçüde Çin ve Kore keşifleri Batı’ya doğru yayıldı? Çin blok matbaasının Avrupa’da her yere yayıldığı ve ilk kez 13. yüzyılda Almanya’da (Moğol kuşatmalarıyla Polonya [1259] ve Macaristan’a [1283] geçmiştir) kullanıldığı konusunda güçlü kanıtlar vardır.(82) Needham’ın bu noktada söyledikleri önemlidir:
Robert Curzon (1810-1873) Avrapalı ve Çinli kitap baskılarının birbirine çok benzediğini, hemen hemen her açıdan “Bunların baskı süreçlerinin eski Çinlilerden kopyalandığını, isimleri bugüne ulaşmayan çok eski gezginler tarafından ülkeye getirildiklerini söyleyebiliriz" demişti.(83)
Peki ya hareketli metal tipografı?
Öncelikle Gutenberg’in genel hatları 11. yüzyılın ortasında Çin’de ve detayları ise etli yıl önce Kore’de keşfedilen matbaasının başına geçmesinin salt bir tesadüf olup olmadığını sormak gereklidir. Doğrudan yayıldığı ile ilgili hiçbir kanıt yoksa da, Thomas Carter dolaylı bir yayılma olduğunu ileri sürer. İlk olarak kâğıt yapımı kuşkusuz Batı’ya doğru yayıldı (daha önce 6. Bölüm’de söz ettiğimiz gibi) ve bu matbaa için gerekli bir önkoşul idi. İkinci olarak iskambil kartları (14. yüzyıl sonu), kâğıt para, görüntü baskısı ve Çince kitaplar dahil bir dizi basılı ürün Avrupa’da yayıldı. Üçüncü olarak, Carter gerçek tipografı yönteminin bilgisinin Çin’de kalmış olan herhangi bir Avrupalı tarafından rapor edilmiş olabileceğini söyler.(84) Her şekilde, Hudson’un çıkardığı sonuçlar adil görünmektedir:
Kore tipografısi bu kadar görkemli bir gelişme gerçekleştirdiği için, sürecin Avrupa’da (Gutenberg tarafından) ortaya çıkmasından kısa zaman önce Uzakdoğu ve Almanya arasında haber akımının mümkün hatları olduğu düşünüldüğünde, bunu kanıtlama yükü Avrupalıların keşiflerinin tam anlamıyla bağımsız olduğunu iddia edenlere kalıyor.(85)
Avrupa’nın askerî devriminin Doğulu kökenleri
Kılıç, mızrak, topuz ve tatar yayının yerini barut, tüfek ve topun aldığı Avrupa’nın askerî devrimi (1550-1660) hiç kuşkusuz Avrupa’nın gelişiminde önemli bir dönemdi.(86) Birçok kişi bunun Avrupa askerî gücünü dünyada ön plana taşımakla kalmayıp, aynı zamanda hem modern bürokratik devlet hem de kapitalizmin ortaya çıkmasına neden olduğunu kabul eder.(87) Bunların hepsinde gözardı edilen nokta bütün teknolojik içeriklerinin ilk askerî devrim sırasında - Çin’de y. 850-1290 yıllarında keşfedildiğidir. Bunu 3. Bölüm’de ayrıntılı olarak ele aldığım için, burada sadece Doğu’nun küresel yayılması üzerinde duracağım.
Avrupamerkezci bilim adamları genelde barutun bulunmasını 1267’de Avrupalı bilim adamı Roger Bacon’a atfederler. Ancak 3. Bölüm’de belirttiğimiz gibi, barutun tarifi Çin’de 850 yılma kadar gider ve 1044’te basılı biçimde halka açıktı. Joseph Needham da Bacon'ın barut ile ilgili bastırdığı açıklamalarında Çinlilerin torpillerini tanımladığının açıkça görüldüğüne dikkat çeker.(88) Aynca barutun zaten basılmış olan tarifine ulaşmış olması olasıdır. Bu bilgi Çin’den Batı’ya nasıl ulaştırıldı? Paul Cresseyi ve Arnold Pacey, Çin’den 1256/1257 yılında dönen Rubrick’li William’i (Bacon’ın arkadaşı) ihtimallerin dışında tutarlar.(89) Beraberinde birçok bilgi getirmiş olması olasılığına karşın, birçok Avrupalı (özellikle rahipler) 1245 yılından itibaren Çin’e seyahat etti ve bunlardan herhangi biri bu tarifi getirmiş olabilir.(90)
3.Bölüm’de ilk metal namlulu tüfeğin 13. yüzyılın ortalarında -en geç 1275’e kadar- Çin’de ortaya çıktığını ve ilk topun (patlayıcı) yaklaşık 1288 yılında Çin’de keşfedildiğini görmüştük. Bu önemlidir, çünkü ilk Avrupalı top 1326’da Floransa ve 1327’de İngiltere’de (Walter de Millemete elyazmasında çizilmiştir) ortaya çıkmıştır.91 Pacey’e göre:
Avrupa’daki en eski (toplarının) çizimlerinde açık bir şekilde bir tezgâh üzerine yerleştirilmiş ve bir ok yardımıyla ateşlenen Çin tipi namlular olması çok çarpıcıdır. Bir zamanlar (topun) Avrupa’ya ait bir buluş olduğu düşünülüyordu ve Çin silahlarının sonra geldiği... Bu görüş artık güvenilir değildir.(92)
Topun çok uzun bir süreç alan bir gelişim gerektirmesi önemlidir, bu Avrupa bağlamında söz konusu değildi. Avrupa bağlamında hiç kimse bunu destekleyecek kanıtlara sahip değildi. Ancak bu tür bir ön gelişim dizisi Çin bağlamında kesinlikle vardır (önceki dört yüzyıla dayanarak). Çinlilerin topundan patlayan şarapnellerin çıkması da bir o kadar önemlidir, bu özellik Avrupa’da 15. yüzyıla kadar kullanılmıyordu. Ayrıca Çinlilerin topu bazen dökme demirden yapılıyordu, bu da daha güçlüydü ve bu nedenle işleme demirden yapılan Avrupa topundan daha etkiliydi. Avrupalıların bu konuda Doğu’ya yetişmesi ancak 16. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti.
Tüfek ve topun Avrupa’ya ulaşması çevresel kanıtlara dayanır. Needham ve Ling bunun Tebriz’de yaşayan İtalyan tüccarlar ya da Avrupalı rahipler (yukarıda söz edilmişti) veya 1260 yılından sonra Çin ordusunda görev yapan birçok Müslüman tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürer.(93) Elbette Avrupa ve Çin arasında, yapımı ile ilgili resimler ve/veya gerçek bilgiler aracılığıyla top fikrinin aktarılmasını sağlayacak kadar temas vardı. Bu iddialar tamamen spekülatif olsa da topun bir kaynağının olduğunu gösterir. Bağımsız bir Avrupa buluşuna yönelik iddialar gerçekleri yansıtmaktan oldukça uzaktır, ancak bilinen en erken tarihli top Çin’e ait patlayıcının bulunuşundan yaklaşık kırk yıl sonraya denk gelmektedir. Çünkü, yukarıda belirtildiği gibi, bu konunun uzmanı hiç kimse 1326/1327’lerdeki ilk Avrupa yapımı topu oluşturacak gelişmeler adına yeterince kanıt üretememiştir. Çinlilerin top hakkında sahip olduğu bilginin yayılması tek olası yanıttır. Bu nedenle bunun tersini kanıtlamak Avrupamerkezci bilim adamlarına düşmektedir. Topla donatılmış büyük gemilerin yapımının eşsiz bir Avrupa buluşu olduğuna yönelik yaygın Avrupamerkezci düşünce de dikkat çekicidir. Ancak bu, topun çok daha büyük olan Çin gemilerinde kullanıldığı gerçeğini gözardı eder.
Son olarak, Avrupa üzerinde bağımsız bir etkiye sahip olan İslam dünyasındaki askerî gelişmeleri ele almamız gerekiyor. İslamın askerî teknolojileri sadece hızlı bir şekilde gelişmekle kalmadı, aynı zamanda uzun süreler AvrupalIlar tarafından kullanılan teknolojilerden çok daha üstündü. Sekizinci yüzyıldan sonra, İslam ordularında alev almayan giysiler giyen özel askerler vardı. Yanıcı bir madde olan, Avrupalı Haçlıların “Yunan ateşi” (petrol) dedikleri şeyi kullanıyorlardı. Aslında, kökeni Ortadoğu olduğu için Yunan ateşinin yanlış bir isim olduğunu görmek önemlidir.
673 yılında Baalbeek’ten Callini- cus olarak bilinen Suriyeli bir mimar Bizans’a kaçtı, beraberinde yeni ateşin sırlarını da taşıdı.(94) Bizanslıların buna Yunan ateşi dememesi ilginçtir, çünkü kökeninin Ortadoğu olduğunu biliyorlardı. Yıkıcı bir etkiye sahip alev atanlara
(zarraya) sahipti ve tutuşan oklarla kaplıydı; el ya da makineler (mancınıklar) yardımıyla veya füze gibi atılan el bombalarında kullanılıyordu.(95) Gerçekten de dengeli mancınık eşsiz bir İslam buluşuydu. 12. yüzyıla kadar, Sela- haddin Eyyubi yükselişi askerî teknolojik gelişmelerde yeni ve daha yoğun bir aşamamn ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin ateşleyici mekanizmalar her Müslüman muharebesinde kullanılıyordu. Buna karşılık, Haçlıların cevabı yoktu- bu üstün Müslüman saldırıları karşısındaki kaderleri 1291 yılında Acre’da belirlendi (daha önce 2. Bölüm’de aktarılmıştır).
Daha sonra, Hodgson’ın “barut imparatorluğu” olarak adlandırdığı Osmanlı İmparatorluğu birçoğu Batı Avrupa’ya yayılan çeşitli askerî teknolojik buluşların merkezi idi. Türk tüfekleri özellikle Doğu’da Orta Asya’dan Hindistan’a, Batı’da ise Avrupa’ya kadar çok hızlı yayıldı. ‘Bu, dünyanın silahta en büyük ihracat ticareti olmakla kalmayıp aynı zamanda bunlardan bazıları çok yüksek kalitedeydi.’(96) Özellikle, Osmanlılar, Avrupa’da yapılanlardan daha güçlü ve daha az patlamaya yatkın olan çelik namluların yapımı ile tüfeğin gelişimine önemli katkıda bulundular. “AvrupalIların Türk namlularını değerlendirmesi ve en iyi Avrupa tüfek yapımcılarının bazen kendi tüfeklerinde Türk namluları kullanmış olması” hiç şaşırtıcı değildir.(97) Ayrıca, AvrupalI teknoloji uzmanları Türk tüfek namlularının ve Hint Wootz çeliğinin (bkz: 9. Bölüm) yüksek kalitesine uzun süre hayran olmuşlardır. Osmanlılar tetiği de (yılankavi de denir) keşfetmiş olabilirlerdi, ancak belki bu da bir Çin buluşuydu.(98) Roma döneminde “ağır silahlar öncesi silahlarda” (örneğin mancınıklar) ve Ortaçağ Avrupa Tatar yaylarında tetik olsa da, bunlar daha sonraki fitilli tüfek tetiklerini oluşturmuş olamazdı. Çünkü yılankavi tamamen bağımsız bir buluş idi.
Özet olarak, Avrupa askerî devriminin bütün önemli teknolojik özelliklerinin kökenleri Doğu’da idi ve Batı’ya birçok kaynaktan taşınmıştı. AvrupalIlar daha sonra bu askerî teknolojileri ilerletirken -özellikle 19. yüzyılda- mevcut Doğu buluşları olmasaydı ilerletilecek hiçbir şey olmazdı.
Dipnotlar:
38 A. RubertHall, ‘General Introduction', Marie Boas,
The Scientific Renaissance 1450-1630 (Londra: Collins, 1962), s. 6. Avrupamerkezcilik hakkında iyi bir makale okumak için bkz. Frank,
ReOrient, s. 185-193.
39 Michael Edwardes,
East-West Passage (New York: Taplinger, 1971), s. 94.
40 Margaret Wertheim,
Pythagoras’ Trousers (Londra: Time Books, 1996), s. 35.
41 William H. McNeill,
The Rise of the West (Chicago: Chicago University Press, 1963), s. 602, 609.
42 Bernard Lewis,
The Muslim Discovery of Europe (Londra: Phoenix, 1994), s. 221.
43 Jacques Gernet,
A History of Chinese Civilization (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 298, 337-347.
44 Jack Goody,
The East in the West (Cambridge-. Cambridge University Press, 1996), s. 234.
45 Jonathan Bloom ve Sheila Blair,
Islam: Empire of Faith (Londra: BBC Worldwide, 2001), s. 125.
46 Vezir Hasan Abdi, ‘Glimpses of Mathematics in Medieval India’, A. Rahman (editör),
History ojIndian Science, Technology and Culture, AD 1000-1800 (Yeni Delhi: Oxford University Press, 1999), s. 50-94.
47 Seyyed Nasr,
Science and Civilization in Islam (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1968), 5. Bölüm.
48 Charles Singer, ‘Epilogue: East and West in Retrospect’, Charles Singer, E.J. Holmyard, A.R. Hall ve T.I. Williams (editörler), A
History of Technology, III (Oxford: Clarendon Press, 1956), s. 767.
49 Juan Vemet, ‘Mathematics, Astronomy, Optics’, Joseph Schacht ve C.E. Bosworth (editörler),
The Legacy of Islam (Oxford: Clarendon, 1974), s. 477.
50 E.S. Kennedy,
Studies in the Islamic Exact Sciences (Beyrut: American University of Beirut, 1983), s. 41.
* İslam bilgini, matematikçi (1201-1274). (ç.n.)
51 Joseph Needham ve Wang Ling,
Science and Civilisation in China, III (Cambridge: Cambridge University Press, 1959), s. 109.
** Tıp ve felsefe bilgini, (ç.n.)
52 Bloom ve Blair,
Islam, s. 131.
53 Lewis,
Muslim Discovery, s. 128-130.
54 Joseph Needham, Lu Gwei-Djen ve Nathan Sivin,
Science and Civilisation in China, VI (6) (Cambridge: Cambridge University Press, 2000), s. 124-125.
55 Philip K. Hitti,
History of the Arabs (Londra-. Macmillan, 1937), s. 367.
* Türk asıllı İslam felsefecisi, Batı’da Avennasar olarak bilinir (873-950). (ç.n.)
56 Luis Garcia Ballester, M.R. McVaugh ve A. Rubia-Vela,
Practical Medicine from Salerno to the Black Death (Cambridge: Cambridge University Press, 1994), s. 13-29.
57 Needham ve çalışma arkadaşlan,
Science, VI (6).
58 George SalibaA
History of Arabic Astronomy (Londra: New York University Press, 1994) kitabında Swerdlow’a gönderme yapılır, s. 64.
59 Kennedy,
Studies, s. 50-83; Saliba,
History, s. 245-305.
60 N. Swerdlow ve 0. Neugebauer,
Mathematical Astronomy in Copernicus' De Revolutionibus, (Berlin: Springer, 1984), s. 295.
61 Martin Bernal,
Black Athena, I (Londra: Vintage, 1991), s. 155-156; Frances Yates,
Giordano Bruno and the Hermetic Tradition (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1964), özellikle s. 154.
62 Wertheim,
Pythagoras’ Trousers, s. 81 ve s. 81-91.
63 Ziauddin Ahmad’in editörlüğünü Muhammad R. Mirza ve Muhammad I. Siddiqi yaptığı
Muslim Contribution to Science (Lahore: Kazi, 1986) kitabında, s.ll7’deki ‘Muslim Contribution to Scientific Progress’ yazısında Robert Briffault'a gönderme yapılır.
64 H. Floris Cohen,
The Scientific Revolution (Chicago: Chicago University Press, 1994), 8. Bölüm.
65 Du Bois,
Africa, 10. Bölüm.
66 Hitti,
History, s. 628-631.
67 Cheik Anta Diop,
The African Origins of Civilization (Westport: L. Hill, 1974); Bernal,
Black Athena, s. 24, 151-155, 434-437.
68 Du Bois,
Africa, s. 223.
69 Boas,
Scientific Renaissance, s. 29-30.
70 Benedict Anderson,
Imagined Communities (Londra: Verso, 1983).
71 Michael Mann,
The Sources of Social Power, I (Cambridge: Cambridge University Press, 1986); Anthony Giddens,
The Nation-State and Violence (Cambridge: Polity, 1985).
72 Michael Clapham, ‘Printing’, Charles Singer, E.J. Holmyard, A.R. Hall ve T.I. Williams (editörler) ,
A History of Technology, II (Oxford: Clarendon Press, 1956), s. 377.
73 Gemet,
History, s. 332-333; Tsien Tsuen-Hsuin,
Science and Civilisation in China, V (1) (Cambridge: Cambridge University Press, 1985), s. 146-169; Thomas F. Carter,
The Invention of Printing in China and its Spread Westward (New York: The Roland Press Company, 1955), s. 41.
74 Carter,
Invention, s. 239.
75 Tsuen-Hsuin,
Science, V (1), s. 145.
76 Donald F. Lach ve Edwin J. Van Kley,
Asia in the Making of Europe, III (Chicago: Chicago University Press, 1993), s. 1598.
77 a.g.y, s. 1595,
78 Gemet,
History, s. 336.
79 Landes,
Wealth, s. 51.
80 Lach ve Kley,
Asia, s. 1595, n. 209.
81 Carter,
Invention, s. 239-240; Sang-woon Jean,
Science and Technology in Korea (Cambridge, Mass.: MIT, 1974), s. 173-184; Tsuen-Hsuin,
Science, V (1), s. 319-331.
82 Tsuen-Hsuin,
Science, V (1), s. 132-172, 303-131.
83 Tsuen-Hsuin,
Science, V (1) kitabında Robert Curzon’a gönderme yapılmıştır, s. 313.
84 Carter,
Invention, s. 242.
85 G.F. Hudson,
Europe and China (Boston: Beacon Press, 1961), s. 168; ayrıca, Clapham, ‘Printing’, s. 378, 380.
86 J.M. Roberts,
Essays in Swedish History (Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1967).
87 Charles Tilly,
Coercion, Capital and European States, AD 990-1990 (Oxford: Blackwell, 1990); Giddens,
Nation-State, s. 103-116, 222-254; Mann,
Sources, 1, bölümler 12-15.
88 Joseph Needham, Ho Ping-Yü, Lu Gwei-Djen ve Wang Ling,
Science and Civilisation in China, V (7) (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s. 49.
89 Paul Cressey, ‘Chinese Traits in European Civilization: a Study in Diffusion’,
American Sociological Review 10 (5) (1945), 598; Arnold Pacey,
Technology in World Civilization (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1991), s. 45.
90 Needham ve çalışma arkadaşları,
Science, V (7), s. 47-50, 570-572.
91 O.F.G. Hogg,
English Artillery 1326-1716 (Londra: Royal Artillery Institution, 1963), s. 6- 9, 46; William H. McNeill,
The Pursuit of Power (Oxford: Blackwell, 1982), s. 572-579.
92 Pacey,
Technology, s. 47.
93 Needham ve çalışma arkadaşları,
Science, V (7), s. 572-579.
94 Lynn White’in
Medieval Religion and Technology (Berkeley: University of California Press, 1978), s. 285'te ortaya koyduğu gibi; aynca bkz. Ahmad Y. Al-Hassan ve Donald R. Hill,
Is- lamic Technology (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s. 106-107; Needham ve çalışma arkadaşları,
Science, V (7), s. 77.
95 Pacey,
Technology, s. 74.
96 A.g.y., s. 80.
97 Cf. Needham ve çalışma arkadaşlan,
Science, V (7), s. 455-465; Pacey,
Technology, s. 75.
98 Krş. Needham vb.
Science, V(7), s. 455-65; Pacey, Technology, s.75.
John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:180-194