Hz.İsa Nüzulu Kuran'a Aykırı mı ?

Hz.İsa Nüzulu Kuran'a Aykırı mı ?


Ebû Hureyre’den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (a.s.) şöyle bu- yurdu: “Hayatım elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Meryem’in oğlunun aranıza âdil bir hakem olarak inip haçı kırması, domuzu öt dürmesi ve cizyeyi kaldırması yakındır. O zaman mal öyle çoğalacak ki, kimse kabul etmeyecek.”

Konuyla ilgili pek çok rivâyet vardır. Klasik görüşe göre mütevâtir olduğu malumdur.

Önce Hz. îsâ’nın nüzûlüne yapılan itirazları belirtelim:

a-Hz. Isâ’nın refiyle ilgili Kur’ân’da açık bir nas yoktur.

b-Nüzûlü hakkında da sarih bir nas yoktur. Bu, Hristiyanlam inancıdır.

c-Konuyla ilgili hadîsler mütevatir değildir. Bunlarla akîde oluşmaz. Bunlar âhad hadîstir. Metinleri muztarib; manaları münker ve çoğunun râvîleri zayıftır.

d-Hz. îsâ’nın ruh ve bedeniyle diri olduğuna inanmak zorunlu bir şey değildir. Buna muhalefet eden kâfir olmaz.

Şimdi bunları değerlendirelim.

a-Hz. îsâ’nın ref’ine dair Kur’ân’da deliller vardır.

“Hani Allâh şöyle buyurmuştu: “Ey Isâ! Şüphesiz, senin hayatı­na ben son vereceğim. Seni kendime yükselteceğim. Seni inkâr eden­lerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmete kadar küf­re sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.”(al-i imran,55)

Kahir ekseriyetin görüşü burada “dönüşünüz eveffâ”dan maksadın uyku ol­duğu yönündedir. Yani “Seni uyutacağım ve kendime yükselteceğim.” Katâde’ye göre âyette takdîm-te’hîr vardır. Yani “Seni kendime yüksel­teceğim ve (nüzûlden sonra) öldüreceğim.” Katâde, “teveffâ”yı ölüm anlamında değerlendirmiş, âyete de böyle mana vermiş. Doğrusu bu­na hiç gerek yoktur. Tevaffanın uykudaki gibi bir ölüm anlamına gel­diği söylenebilir.

“Vefât” kelimesi “Ölüm” ve “uyku” manasında kullanılır. Kur’ân’da şöyle geçer: “O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyu­tan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz ta­mamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır) ”(en’am,6)Diğer âyet şöyledir: “Ama gerçek koruyucu Allâh, insanların ruhları­nı Ölümleri  ise belirli bir süreye kadar salıverir. Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için ala­cak ibretler vardır.”(zümer,42) Bu sırasında, ölmeyenlerin ruhlarını ise uykuları sırasında alır. Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, vermediği rûhu âyetlerde “teveffâ”, uyku anlamındadır. Uy­ku hâli, ölüme benzemektedir. Bu durum teveffâ/vefât kelimesiyle ifa­de edilmiştir. Kur’ân’ın bu dilsel yapısı malumdur. Bir kelime yeri gel­diğinde 4-5 anlamda kullanılır. Nasıl ki, tevaffa burada uyku manasına geliyor, Hz. ısâ örneğinde de uyku anlamına gelmektedir.

“Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle göste­rildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyor. Onu kesin olarak öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allâh, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir ,”(Nisa,157-158) Bu âyet oldukça açıktır, Allâh Hz. îsâ’yı diri olarak katma yükseltmiştir. Hz. İsâ yeryüzünde ölüp defnedilmiş olsaydı ve ref ile maksat onun ruh/makamının yükseltimesi kastedilseydi, öldürme ve asmayı nefyederken kar­şıtı olarak ref in kullanılması herhalde hoş olmazdı. Zira öldürülme meşinin ve asılmamasının karşıtı diri olarak ref edilmesidir, ölmesi de­ğil. Aksi olsaydı, yani ölseydi, Allâh şöyle buyururdu: '‘Onu öldürmediler ve asmadılar. Bilakis, onu biz öldürdük.” Âyetten sadece ruhun refi nasıl çıkarılabilir! Allâh, onu öldürdükleri veya astıkları iddiala­rını boşa çıkarmak, iptal etmek için ref kelimesini kullanmıştır. Sade­ce ruhun ref i, öldürme ve asma iddialarını iptal etmez ki! Bir insan öl­dürülmüş veya asılmış olmakla birlikte ruhu Allah a yükselebilir. Ama âyet özellikle öldürülmediğini ve aşılmadığını vurgulamakta ve ardın­dan ref kelimesini kullanmaktadır. Burada ref ancak diri olarak yük­seltilmesi anlamına gelir.

Bunlarla birlikte Hz. îsâ’nın nüzûlüne delâlet eden âyetler de var­dır. Şöyle ki:

1-“O, beşikte de, yetişkin çağtnda da insanlarla konuşacak, silik­lerden olacaktır,”(al-i İmran,46)

“Ey Meryem oğlu îsâ! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nime­timi düşün. Hani, seni Rûhu’l-Kuds (Cebrâîl) ile desteklemiştim. Beşik­te iken de, yetişkin iken de insanlara konuşuyordun.’’

Âyette geçen “kehlen” kelimesi, kendinden önceki zarfın mutealIlkına ma’tuftur. Dolayısıyla onun hükmüne dahil olur. Bu durumda mana şöyle takdir edilir: “İnsanlarla beşikte bebekken ve yetişkin ola­rak konuşacaksın.” Hz. îsâ’nın bebekken insanlarla konuşması açık bir mucizedir. Yetişkinken de konuşması böyle olmalıdır. Ancak bir insanın yetişkin, orta yaşlarında insanlarla konuşması alışılmış bir şeydir, muci­ze değildir. Bununla birlikte orta yaşlarda konuşması da bebekken konuşması gibi mucize olması gerekir. Bu mucize de tam orta yaşlarında göğe yükseltilmesi, kıyamete yakın nüzûlü ve insanlarla konuşmasıyla gerçekleşebilir. Muhaddis ve tarihçilerin çoğunluğu Hz. îsâ’nın 33 ya­şında ref edildiğini kabul etmiştir.

2-“îsâ, sadece, kendisine nimet verdiğimiz ve Isrâiloğulları’na ör­nek kıldığımız bir kuldur. Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler yaratırdık. Şüphesiz o Kıyâmetin (kopacağı­nın) bir bilgisidir. (Ve innehu le-ilmun li’s-sâ’a) Artık onun hakkında as­la şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur.’’(Zuhruf,58-60)

Âyette geçen “innehu”daki “hu” zamirinin Hz. îsâ’ya raci olma­sı en uygun olanıdır. Zira bir üstteki âyet, bunu desteklemektedir. Bu durumda onun nüzûlü kıyâmetin emarelerinden olur. Başka bir oku­yuş da bu anlamı te’yid eder: “Ve innehu le-alemun li’s-sâ’a.” Yani Hz. îsâ, kıyâmetin gerçekleşmesinin alamet ve delilidir.

3-“Ehl-i Kitâb’dan her biri, ölümünden önce ona muhakkak îmân edecektir. Kıyâmet gününde de o, onlara şâhid olacaktır.”

Burada “kable mevtihi” ifadesinde geçen zamirle ilgili olarak iki ihtimal vardır:

1-Hz. Isâ’nın ölümünden önce.

2-Ehl-i Kitâb olan insanlar ölmeden önce.

Taberî’nin ve çoğu müfessirin sahih kabul ettiği tevîl şöyledir: “Ehl-i Kitâb, muhakkak îsâ ölmeden önce ona inanacaktır.”

b-Hz. îsâ’nın nüzûlü ile ilgili hadîslerin mütevâtir olmadığı iddia­sına gelince; bu, doğru değildir. Bu hadîsler, pek çok sahabîden nakledilmiş ve manen tevâtür oluşmuştur. Ancak âhad olsa bile sıhhati sabit olduktan sonra ona inanmak gerekir. Zira bu ha­dîsler, kalpte bilgi ve itminan hâsıl edecek dereceye ulaşmıştır.

c-Metinlerin muztarib olduğu iddiası ise doğru değildir. Konuy­la alakalı bazı hadîslerde ayrıntı; bazısında ihtîsâr olabilir. Bu, onların muztarib olduğu anlamına gelmez. Ümmet, hadîslerin delâlet ettiği Hz. îsâ nın nüzûlü konusunda ittifak sağlamıştır .

d-Hz. Isâ’nın nüzûlüyle ilgili hadîslerin inkârına gelince; bazılarına göre bu durum, insanı kâfir kılar; bazılarına göre ise kâfir kılmasa da bid’at ve dalâlet sahibi kılacağı âşikârdır. Bize göre de gerekçesiz inkâr eden kâfir olur; ancak bir te’ville (Kurana aykırı, İsrâiliyyât vb.) reddeden bid’at işlemiş olur.

Devamını Oku »

Kıyamet Alametlerinin Varlığı,Kuran'a Aykırı Mı ?

Kıyamet Alametlerinin Varlığı,Kuran'a Aykırı Mı ?





Kıyamet alametlerine dair pek çok hadis vardır. Burada kıyamet alametlerini reddeden bir anlayışa değinmek uygun olacaktır. Mese­la S. Ateş şöyle der:

“Âyetin açık ifadesine göre ansızın gelecek olan kıyametin gelmez­den önce zuhur edecek alametleri de olamaz. Çünkü gelmezden önce birtakım alametleri görünecek olsa, ansızın değil, tedricen ve yavaş ya­vaş gelecek demektir. Alametlerinden geleceği anlaşılır. Bu ise, ansızın gelme değildir... Doğrusu şudur ki: Peygamber’e verilen gayb bilgisi, ona vahyedilen Kur’ân’dır”.[1]

Bu ifadelerden iki şey ortaya çıkmaktadır:

1. Ansızın gelen bir şeyin alameti olmaz. Dolayısıyla kıyamet ala­metleri uydurmadır.

2. Hz. Peygamber’e verilen gayb bilgisi ona vahyedilen Kur’ân’dır, yani Kur’ân’la sınırlıdır.

Aslında mesele Hz. Peygamber’in Allâh’ın bildirmesiyle gaybden ha­ber verip veremeyeceğinde düğümlenmektedir. Gaybdan haber vermesi imkân dahilinde ise kıyamet alametlerinden bahsetmesi de mümkün ola­caktır. Aşağıda gaybî hadisler bölümünde Hz. Peygamber’in gaybı bilip bilemeyeceğine temas edilmiştir. Burada sadece önce Ateş’in bazı çelişki­lerine temas edeceğiz; ardından, “ansızın gelme” meselesini ele alacağız:

“Hz. Peygamber’in gayb bilgisi, ona vahyedilen Kur’ân’dır” iddia­sında bulunan Ateş, tefsirinin başka bir yerinde şöyle der:

“Habeş kralı Necaşi vefat ettiği zaman Hz. Peygamber, bir muci­ze olarak onun öldüğünü ashabına haber vermiş ve ‘Habeşistan’da bir kardeşiniz öldü, ona namaz kılınız!’ demiş, namazgâhta ashabını iki saf yaparak Necaşi’ye namaz kıldırmıştır”.[2] Hz. Peygamber, bir mucize eseri olarak Necaşi’nin ölümünü ha­ber veriyorsa, bu gaybden haber veriyor anlamına gelir. Oysa bu ha­ber Kur’ân’da yoktur. Bazen Ateş’in galeyana gelip coştuğu anlar da vardır. Ama bu hal­de önceki fikirlerini unutmuş gibidir. Şu ifadeler ona aittir:

“Batı’dan dalga dalga gelen Haçlı ordularının vahşi saldırılarından İslâm’ı ve Müslümanları korumak için canlarını kale gibi siper eden Sel­çuklular; ‘İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan ve onu fetheden asker, ne güzel asker’[3] mealindeki Peygamber övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmet ve orduları; İslâm’ı Viyana’lara, Saraybosna’lara kadar götüren Osmanlı mücâhidleri de elbette bu ayeti kerimenin işaretine dahildirler”.[4] “İstanbul elbette fetholunacaktır” ifadesi Kur’ân’da yoktur. Kıyametin ansızın gelmesi meselesine gelince konuyla alakalı iki ayet vardır:

“Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Ama insanların çoğu bilmezler”.[5] Bu ayette kıyamet saati, kıyametin koptuğu andır. Bunu Allah’tan başka kimse bilemez. “Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyor­lar” ifadesi “Sen de kesinlikle kıyametin kopacağı anı bilmiyorsun” de­mektir. Bu durum kıyametin alametlerinin bilinemeyeceği anlamına gelmez.

Diğer ayet şöyledir: “Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur. Ama aralarından çıkan guruplar, bir ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zul­medenlerin haline! Onlar farkında değillerken kıyamet gününün kendi­lerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”[6] Burada da ayet, kıyametin kopuş anından bahsetmektedir. Bu an­sızın gerçekleşecektir. Çünkü Allâh’tan başka hiç kimse kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Cibrîl hadisi diye bilinen hadis, bu durumu teyit etmektedir. Burada Cebrail (a.s.); iman, İslâm ve ihsan kavramlarının ne ifade ettiğini Hz. Peygamber’e sorduktan sonra, kıyametin ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır: “Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir”.[7] Dolayısıyla, ilgili ayetler, kıyametin alametinden değil, kıyametin kopuş anından bahsetmektedir. Bununla birlikte “ansızın gelen bir şe­yin alameti” olmaz iddiasına biraz daha yakından bakabiliriz.

1. İlginçtir; “ansızın gelen bir şeyin alameti olmaz” diyenler, şu ayeti görmezden gelmektedir: “Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiş­tir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar!”[8] Burada çarpıcı bir şekilde Allah Teâlâ hem kıyametin ansızın gele­ceğinden hem de alametlerinin belirdiğinden bahsetmektedir. Demek ki, ansızın gelme ile alametlerin belirlemesi birbirine aykırı değildir. Alametlerin belirmesi ise Kur’ân’ın nazil olması ve Hz. Peygamber’in gelmesidir. Ancak bu durum alametlerin bu kadar olduğunu veya baş­ka olmadığını göstermez. “Alametler gelmiştir” demek “gelmeye baş­lamıştır, süreç devam etmektedir” anlamına gelir.

Burada Muhammed Sûresi’nin ayetini ısrarla “alametler gelmiş ve bitmiştir” şeklinde düşünen bir anlayışa işaret etmek gerekir. Oysa bu­na gerek yoktur. Ayetin mazi siğasıyla gelmesi, işin olmuş bitmiş oldu­ğunu değil, kesinliğini vurgulamak içindir. Yani muhakkak alametler gelmiştir. Buradan başka alametin olmadığı anlaşılmaz. Muhakkak ala­metler gelmiştir ve gelmeye de devam edecektir. Bu noktada bizi te’yid eden bir ayet de Ye’cûc ve Me’cûc’un kıyamet alameti olarak geleceği­ni haber veren ayettir. Demek ki, alametler belirmeye devam edecek­tir. Diğer taraftan, ayette alametler anlamındaki kelime tekil değil, ço­ğul olarak gelmiştir. Şayet alametler tek olsaydı, herhalde tekil olan “şart” kelimesi kullanılırdı. Dikkat çekicidir; bu ayette mazi siğasının geçmişte olmuş bitmiş fi­iller için kullanıldığını söyleyenler “iktarabet’i-sâ’a... (kıyamet yaklaş­tı, ay yarıldı)” ayetini “kıyâmet yaklaştı, kıyamet arefesinde ay yarılacaktır” şeklinde yorumlamışlardır. Bu çelişkilere gerek yoktur.Kur’ân ve sünnet bütünlüğü esas olmalıdır. Kur’ân’da bazen ahiret sahneleri mazi siğasıyla anlatılır. Bunların hepsi vurgu ve muhakkak gerçekleşe­ceği anlamına gelmektedir.

2. Ansızın gelme ile ilgili ayetlere baktığımızda onların kâfirlerle alakalı olduğunu görürüz. Bu, şu demektir: Siz Allâh’a ve Peygamber’e inanmıyorsunuz. Kıyamet ansızın gelip çattığında haliniz nice olacak­tır!Kıyametin ansızın gelmesi, kâfirler için söz konusu olacaktır. Çün­kü onlar kıyamete inanmıyorlar. Böyle bir şey beklemiyorlar. İlelebet yaşayacaklarını, dünyanın süreceğini zannediyorlar. Böyle zanneden in­sanlara Allah, “ansızın başınıza geldiğinde, beklemediğiniz bir anda ba­şınıza geldiğinde bakalım ne yapacaksınız?” buyurmaktadır. Ansızın gelme meselesini müminler için de düşünebiliriz. Sonuçta kıyametin kopuş anını kimse bilmediği için kıyamet herkes için ansızın olacaktır. Bununla birlikte ayetlerin bağlamına baktığımızda kâfirlere yönelik bir eleştiri var. Onlar dünyayı eğlenceye alıyor, ahirete inan­mıyorlar. Kıyametin ansızın geleceği vurgulanarak onlara bu durumda hallerinin, akıbetlerinin kötü olacağı hatırlatılıyor. Böyle bir hatırlat­mayı müminlere yapmaya gerek yoktur. Mü’minler, kıyametin kopacağına da, ahirete de inanmaktadır.

Dipnotlar:

[1] Tefsir, II, 148.
[2] Tefsir, II, 163. Rivayet için bk. Müslim, Cenâiz, 62; Tirmizî, Cenâiz, 48.
[3] İbn Hanbel, Müsned, IV, 335.
[4] Tefsir, III, 19.
[5] A‘râf, 187.
[6] Zuhruf, 64-66.
[7] Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Dâvûd, Sünnet, 15.
[8] Muhammed, 18. (1)
***

(1) Yavuz Köktaş, Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler, İnsan Yayınları, s. 144-147.

Devamını Oku »

Dirilerin Ağlamasıyla Ölüye Azap Var Mıdır ?



Dirilerin Ağlamasıyla Ölüye Azap Var Mıdır ?


İbn Ebî Müleyke anlatıyor: “Mekke’de Osman b. Affân’ın kızı öl­müştü. Cenâzesine katılmak üzere gittik. îbn Ömer ve İbn Abbâs da cenazeye gelmişlerdi. Ben de onların arasında oturuyordum. Abdullah b. Ömer, karşısında oturan Amr b. Osman’a; “Şu ağlamayı neden kes­miyorsun? Resûlullâh (a.s.) ‘Ailesinin ağlamasından dolayı ölüye azap edilir’ buyurdu” dedi. İbn Abbâs da, “Hz. Ömer de böyle bir şey söy­lüyordu” dedi ve sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Ömer’le birlikte Mekke’den yola çıkmıştım. Beydâ mevkiine gel­diğimizde, bir ağacın gölgesinde bir yolcu gördü. Bana;

“Git şu yolcuya bak, kimmiş?” dedi. Ben de gidip baktım; Suheyb imiş. Gelip Ömer’e söyledim. Bana;

“Çağır onu!” dedi. Suheyb’e gittim;

“Haydi, mü’minlerin emirinin yanına gidelim” dedim.

Bilahare Hz. Ömer suikasta maruz kaldığında Suheyb eve geldi ve ağlamaya başladı:

Vah kardeşim... Vah can dostum!..” diye feryat ediyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer;

“Ya Suheyb! Resûlullâh (a.s.); ‘Ailesinin bazı, ağlamasıyla ölü azap görür buyurduğu halde bana ağlıyor musun?” dedi.

ibn Abbâs sözlerine şöyle devam etti:

“Hz. Ömer vefat edince, bu hadîsi Hz. Âişe’ye sordum. Hz. Aişe;

“Allah Ömer’e rahmet eylesin! Hayır! Vallâhi Resûlullâh (a.s.); 'Ailesinin ağlamasıyla ölüye azap edilir’ demedi. Ama O; ‘Ailesinin ağlamasıyla Allâh kâfirin azabını arttırır’ buyurdu. Size Kur’ân kâfidir. Yüce Allâh; ‘Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez’(İsra,15;Fatır 18) buyuruyor. Bu söz üzerine İbn Abbâs; “Güldüren de ağlatan da Allahtır dedi. Îbu Ebi Müleyke dedi ki: “Bunun üzerine İbn Ömer artık bir şey demedi. (Buhari,Cenaiz 33;Müslim,Cenaiz 9;Nesai,Cenaiz 15)



Burada ölüye ağlamak konusundaki iki rivayetin, iki görüşün mez-cedildiği görülmektedir. Hz. Âişe’nin getirdiği açıklama şüphesiz önemlidir. Gösterdiği âyet de bu konuda çok güçlü bir delildir. Akla ve İslâm’ın temel mantığına uygun olan da şüphesiz budur. Buna göre ailesinin kendisine ağlamasından dolayı Müslüman’a mezarda azap edilmesi câiz olmaz.

Ancak Hz. Âişe’nin “Kimse başkasının günahını çekmez” âyetini sadece Müslüman ölüler için bir delîl kabul etmesi, Hz. Peygamber “Âişenin kendisine ağlamasından dolayı Allâh kâfirin azâbını arttırır” bu­yurdu diyerek aynı âyetin kâfirler için hüküm ifâde etmediği neticesi-ne varması, kanâatimizce çok isabetli gözükmemektedir. Kanâatimiz­ce bu âyet, Hz. Âişe’nin doğrusu budur diye rivâyet ettiği; “Ailesinin ağlamasıyla Allâh kâfirin azabını arttırır” hadîsine de aykırı düşmekte­dir. Çünkü âyetin hükmü mutlaktır, kâfiri de kapsamaktadır. Akıl da, âilesinin kendisine ağlaması yüzünden bir Müslümana azap edilmesini makûl görmediği gibi, bir kâfire bu yüzden azap edilmesini de makûl görmez. İşlemediği bir suçtan dolayı ceza görmek, ne Müslüman için ve ne de kâfir için söz konusudur.

Dolayısıyla merfû ve sahîh olan bu hadîsi Hattâbî’nin de işaret et­tiği şekilde anlamanın daha uygun olacağını zannediyoruz:

“Bilindiği üzere câhiliye döneminde insanların, âile efrâdına, öl­dükten sonra kendisine ağlamalarını, feryatlar etmelerini, hatta bunun için ağlayıcı kadınlar tutmalarını vasiyet etme âdetleri vardı. İnsan ölün­ce de âilesi onun bu vasiyetini yerine getirirdi. İşte böyle bir durumdan ölünün de sorumlu tutulması makûl görülebilir. Çünkü vasiyet etmek süreriyle o günahın işlenmesine bizzat ölü vesile olmuştur. Bu durum­da, ölünün Müslüman veya kâfir olması da farkletmez; her ikisine de aynı hüküm uygulanır”.Hattabî’den önce Buhari’nin Sahîh’inde aynı kanaati ortaya koyduğunu belirtmeliyiz.

---------

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hadislerde Sayılan Eti Yenilmesi Haram Olanlar,Kuran'a Aykırı Mı ?

Hadislerde Sayılan Eti Yenilmesi Haram Olanlar,Kuran'a Aykırı Mı ?


Hadîslere göre, Hz. Peygamber, yaban eşek etinin yenilmesini harâm kılmıştır. Yine Resûlullah yırtıcılardan azı dişli olanların etlerini yemekten nehyetmiştir. Bu konular, pek çok hadîs kitabında geçmek­tedir. Ümmetin bu iki hususta icmâa yakın bir görüş birliği vardır. (bk. Buhârî, Zebâih, 28,29,31,34,37; Müslim, Sayd, hd.no. 2918; 4903; 4907; 4920; 4921; 4923.)



Bu hadîslerin şu âyete aykırı olduğunu iddia edenler vardır: “De ki: Bana vahyedilenler içinde leş, kan ve domuz etinden başka yenil­mesi harâm bir şey görmüyorum. ” (En‘âm, 145) Oysa âyet ile hadîsler arasında bir çelişki yoktur. Zira âyet o zamana kadar zikredilenler dı­şında bir harâm bulunmadığını haber vermektedir. Ondan sonra bazı harâm yiyecekler Hz. Peygamber’e bildirilmiştir. Aynı şekilde, Allâh, En‘âm Sûresi indiği andaki mevcut hükümden bahsediyor. Allâh, Pey­gamberin diliyle “bana vahyedilenler içinde... bulamıyorum” buyurur. Bu, “o anda” demektir. Ondan sonra bulamayacağı anlamına gelmez. Zira En‘âm Sûresi’nin -üç âyet hariç- Mekkî olduğunda icmâ vardır. Ondan sonra pek çok âyet inmiş, hükümler getirilmiştir. Mâide Sûre- si’ndeki, içkinin tahrîmi bundan sonra olmuştur. Aynı şekilde, hadîslerde geçen yiyecekler de bundan sonra harâm kılınmıştır. Bu tahrîr Kur ân la çelişme değil, Kur’ân üzerine ziyade hüküm vermektir. Zira Allâh, Resûlünün diliyle bunları harâm kılmayı murâd etmiştir. Hadîste yer alan harâmların Medine’de vaki olduğu da bir gerçektir. Zira onları nakledenler içinde bulunan Ebû Hureyre ve Ebû Sa’lebe, hic­retten epey sonra Müslüman olmuştur.

Diğer taraftan, sadece En‘âm Sûresi’ndeki âyetin harâm olmayan şeyleri bilmeye kâfi geldiği iddia edilemez. Yani “âyette sayılanlardan başka harâm yoktur, bunların dışındakiler helâldir” demek mümkün değildir. Çünkü bizzat Kur’ân’m kendisi, En‘âm Sûresi’nde belirtilen­lere ziyadede, -buna ziyade yoluyla açıklama da denilebilir- bulunmuş­tur. Mâide Sûresi 3. âyette bunlar sayılmıştır. Şöyle ki;

“Leş, kan, domuz eti, Allâhtan başkası adına kesilenler, -canlan çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürül­müş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size harâm kılındı; bunlar fâsıklıktır.'

Bu âyetle önceki âyetlerin hükmüne açıklık getirilmiştir. “Meyte” denilince ne anlaşılması gerektiği vuzuha kavuşturulmuştur. Yeni bir hüküm gelmemiş, meyte sadece açıklanmıştır denilebilir. Oysa âyetten kafada soru işaretlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Ki, sonra gelen âyet bu istifhamlara açıklık getiriyor. Belli ki, Mâide âyeti sonra gelmiş, ba­zı harâm unsurları vuzuha kavuşturmuştur. Onun için sadece En‘âm veya Bakara Sûresi’ndeki ilgili âyetler harâm etleri bilmeye kâfidir, de­nilemez. Kâfi olsaydı, Mâide Sûresi’nin 3. âyeti nâzil olmazdı. Dolayı­sıyla, sünnetle de En‘âm Sûresi’nde sayılanlara ziyadede bulunmaya, di­ğer bir ifadeyle yeni bir açıklama getirmeye herhangi bir mani yoktur.

Ayrıca, bu meseleyi Süleyman Ateş’in tenkidleri çerçevesinde de ele almak mümkündür. Onun tenkidleri, bir anlamda hadîsleri tenkid edenlerin de görüşlerini temsil etmektedir. Ona göre, “De ki: Bana vahyolunanda leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin ken­disidir-ya da günah işlenerek Allâhtan başkası adına kesilmiş bir hay­vandan başka yemenin harâm olduğuna dair bir ifade bulamıyorum.(En âm, 145) şeklindeki âyet burada sayılan dört türün dışında yenilmesi harâm olan bir hayvanın bulunmadığını belirtmiştir. Bilindiği gi

Bi Hz. Peygamber, bu âyette sayılmayan yaban eşeği, (Buhârî, Zebâih, 28) azı yırtıcı hayvanlar (Buhârî, Zebâih, 29) gibi bazı hayvanla­rın yenilmesini yasaklamıştır. Ateş, bu tür hadîslerin mezkûr âyete muhalif olduğunu söyleyerek şu izahları yapar:

“Hz. Peygamber in yaban eşeğinin, katırm, azı dişli yırtıcı hayvan­ların, pislik yiyen hayvanların etlerini harâm kıldığını rivayet edilir. Fakat kendi aralarında çelişkili olan bu hadîslerin, yüzde yüz Hz. Pey­gamberin sözleri olduğuna ve bu âhâd haberlerinin, âyetin genel ve ke­sin hükmünü değiştirebileceğine inanmıyoruz... Medîne devrinde inen Bakara Sûresi’nin 173. âyetinde ‘Allah size ancak leşi, kanı, domuz eti­ni ve Allâb’tan başkası adına kesileni harâm kıldı’ buyrularak yine dört cins et harâm sayılmış ve bu husus .. hasr edatıyla pekiştirilmiştir.”(Yüce Kur’ân’ Çağdaş Tefsiri, III, 246)

Müfessir Fahreddîn er-Râzî’nin de bu görüşte olduğu belirtilmelidir. (Bk. Mefâtthu’l-gayb, XIII, 129-183.)

Bu ifadelerden Ateşin iki gerekçeyle, ilgili hadîsleri dikkate alma­dığı anlaşılmaktadır:

En‘âm Sûresi’ndeki âyetle Bakara Sûresi’ndeki âyet birbirini teyid etmekte ve hasr edatı bu dört cinsin dışındaki etlerin kesin olarak helâl olduğunu göstermektedir.

Hasr edatıyla sadece bu tür et harâmsa hadîste belirtilenler âye­te ters düşmektedir. O halde hadîsler dikkate alınmamalıdır.

Gerçekten âyede hadîslerin kesin olarak birbirine muhalif olduğunu söyleyebilmemiz için hasr edatının Ateş’in belirttiği anlamda olması gerek­mektedir. Bundan dolayı hasr edatının geçtiği bu âyederin hadîsleri dışla­yıp dışlamadığı üzen kesin olarak birbirine muhalif olduğunu söyleyebilmemiz için hasr edatının Ateş’in belirttiği anlamda olmasırinde durulmalıdır. Buna göre, âyetle hadîsler arasın­da açık ve kesin bir aykırılığın bulunduğunu söylemek zor görünmekte­dir. Aksine, âyetle hadîsler birbiriyle uyuşur durumdadır. Zira Allâh, âyet­te uDe ki: Bana vahyolunanda... harâm olarak bulamıyorum.” buyuruyor. Dolayısıyla, Hz. Peygamber o zamana kadar kendisine vahyolunanlardan başkasını harâm olarak görmemiştir. Ancak bu, daha sonra vahiy yoluyla yeni birtakım haramların bildirilmeyeceği anlamına gelmez. Elmalı M.Hamdi Yazırda bu kanaattedir. Ona göre Kur’ân ve sünnette bulunan şey, er, ır irine muhalif değildir. Yani hadîsler âyetlerdeki sınırlamayı nesh etmemiş, aksine bunu açıklayıp teker teker eti harâm olanları saymıştır.’’(Hak dini Kuran Dili,3,2075)

Hasr edatının geçtiği âyetleri sebeb-i nüzûl ışığında anlamak da mümkündür. Sebeb-i nüzûl bilgisinin faydalarından biri, hasr veya tah­sis şüphesini ortadan kaldırmasıdır. Bilindiği gibi, bazı âyetlerden ilk ba­kışta hasr manası anlaşılabilir. Ancak nüzûl sebepleri bilindiği zaman bu tür şüpheler ortadan kalkar ve hükmün sadece o âyette ifade edilen hu­suslardan ibaret olmadığı anlaşılmış olur. Yukarıdaki âyetlerde harâm sa­yılan yiyeceklerin dört hususa hasredilmiş olması, onların dışında harâm yiyeceklerin bulunmadığını göstermez. İşte burada hasrın ortaya çıkar­dığı tevehhüm, ancak sebeb-i nüzûl yardımıyla açıklığa kavuşturulab lir. Zira müşrikler, söz konusu âyette ifade edilen harâmlarm mubah ol­duğunu iddia ediyorlar ve bunu hararetle savunuyorlardı. Onlara göre, âyette sayılan yiyecekler esasen mubahtı ve harâm olması için hiçbir se­bep yoktu. Tam da böyle bir ortamda söz konusu âyet indirilerek, müş­riklere “harâm olacak bir şey varsa, sizin helâl kabul ettiğiniz yiyecekler­dir” şeklinde cevap verilmiştir. Yoksa az önce belirtildiği gibi, Allâh bu dört hususu harâm saymakla bunların dışındakilerin helâl olduğunu kastetmemiştir. Burada esasen amaçlanan, helâlin değil, harâmm ispatıdır. ”(Suyuti,el itkan,1.cild,39) Bu, tıpkı tartışma sırasında muhatapların birinin karşısındakine “Bunlar tamamen yalandır!” deyince muarızı “hayır, yalan diye bir şey varsa o da senin iddia ettiğin şeydir” demesine benzemektedir. Şüphesiz, bu ifa­de, tartışma üslûbunun özelliğinden kaynaklanmaktadır. Yoksa o, “dün­yada bundan başka yalan yoktur” anlamında söylenmiş bir söz değildir.(Muhsin Demirci,Tefsir Usulü,109-110)

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre, âyetlerle hadîsler arasında bir aykırılık yoktur. Bunun yanında hadîslerin âyetleri nesh etmesi gi­bi bir durum da söz konusu değildir. Burada söz konusu olan, sadece, hadîslerin âyetleri beyân etmesidir.

Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?



Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?

Özellikle günümüzde Kur'ânda Allâh’ın Hz. Peygamber’e mucize vermediğini ifade eden âyetleri ileri sürerek Hz. Peygamber’in tek  mucizesinin Kur'ân olduğunu iddia edenler vardır. Öyle anlaşılıyor ki,  bu konunun üzerinde biraz durmamız gerekir.

Şu bir gerçek ki, eskiden beri Hz. Peygamber’in (maddî) mucizeler gösterdiği hep kabul edilmiştir. Hatta Mu’tezile, Şia gibi fırkalar bile bu olguya itiraz etmemiştir. Bu konuda müstakil kitaplar da yazıl­mış, Hz. Peygamber'in bu yönü ortaya konulmuştur. Ne var ki günü­müzde Hz. Peygamber'in tek mucizesinin Kur’ân olduğu yönünde bir iddia ortaya atılmış ve maddî mucizelere yönelik hadîsler reddedilmiş­tir. Bunun dayanağının da Kur’ân olduğu ileri sürülmüştür. Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’e maddî mucize verilmemiştir. Dolayısıyla Ay’ın yarılması vb. mucizeler Kur’ân’a aykırıdır.

Aşağıda dayanak olarak ileri sürülen âyetleri ele alacağız; ancak burada hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber’in en önemli mucizesi­nin Kur'ân olması, onun başka mucizesinin olmadığı anlamına gelmez. Mu'tezile de -Kur'ân dışında- maddî mucizelerin nübüvvetin ispatına yönelik birer delîl olamayacağını kabul etmektedir. Çünkü maddî mu­cizeler, ancak bir peygamberin nübüvvetini tanıdıktan sonra bilinebilir.Bu bakımdan maddî mucizeler nübüvvetin ispatında temel değil, talî bir meseledir. Kısaca maddî mucizeler sadece peygamberliği kuv­vetlendirmek içindir. Burada dikkat edilirse, Mu’tezile mucizeleri inkâr etmemekte, maddî mucizelerin nübüvveti ispata yönelik kabul edilme­sini eleştirmektedir. Elbette bu da tartışılır, ama mucizelerin varlığı ka­bul edildikten sonra sonuç itibariyle onların hangi amaca matuf oldu­ğu o kadar da önemli değildir.

Kâdî Abdülcabbâr’ın mucizelerin varlığını kabul etmede daha sarih ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre, Kur’ân dışında Hz. Pey­gambere verilen mucizeler zorunlu olarak bilinenler ve istidlal yoluy­la bilinenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler hissî mucizeler türün­den olup, az bir yemekle büyük bir topluluğu doyurmak, taşların da­vete iştirak etmesi, hurma kütüğünün inlemesi, elindeki çakıl taşları­nın Allâh’ı teşbihi, çağırdığında ağacın yanına gelmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu durum Mu’tezile’nin de kendi içinde farklı düşündüğünü göstermektedir.

Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise pey­gamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delâlet eden fiil anlamına gelir. Mucizenin bazı şartları vardır: Doğrudan Allâh’tan olması, peygamberlik iddia eden kişinin iddiasını müteakip olması, iddiaya uygun olması, olağanüstü olması gibi. Bu tanım ve şartların kelâmcılara ait olduğu özellikle vurgulanmalıdır.

Kelâmcıların ama­cı ise mucizeyi nübüvveti ispatın bir aracı olarak değerlendirmektir. Dolayısıyla her mucizede bu şartların birlikte bulunması zorunlu de­ğildir. Mesela, mü’minlere yönelik mucizeler, peygamberliği ispat et­mek için değildir. Onlar, mü’minlerin kalplerini te’yid etmek için­dir. Mü’minlere yönelik derken, mü’minlerin mucize talep ettiği sanılmamalıdır. Mü’minlere yönelik hiçbir mucizede onlardan bir ta­lep gelmemiştir. Zira onların mucizelerle îmân etmek gibi bir sorun­ları yoktur. Ama bu tür mucizeler Allâh’ın mü’minlere bir ikramıdır, bir hediyesidir, lütfudur.

Esas itibariyle bir fiilin Allâh’tan olup peygamberin elinde olağanüstü bir hal kazanması, onu mucize kılmaya yetmektedir. Bu durumda iki tür mucize ortaya çıkmaktadır:

Müşriklere yönelik mucizeler: Bunlar, nübüvveti isbat içindir Asr-ı Saadetteki örneklerine baktığımızda yok denecek kadar az oldukları görülür. Hatta, sadece örneğin Ay’ın yarılması olayı olduğu bile söylenebilir.

Mü’minlere yönelik mucizeler: Bunlar nübüvveti ispat etmek için değildir. Bunlar hidâyet ve kalbe itminan verme kabilinden olan mucizelerdir. Örnekleri de çoktur.

Acaba Kur’ân Hz. Peygamber’e her iki tür mucizenin verildiğini ifade etmekte midir? Yoksa hiçbir mucizenin verilmediğini mi söyle­mektedir? Ya da müşriklere yönelik mucize gösterme konusunda Allâh istekli değil midir? Dolayısıyla müşriklere ve mü’minlere gösterilecek mucize konusunda doğal olarak bir ayrım mı ortaya çıkmıştır? Bu so­rulara cevap verebilmek için önce ilgili âyetleri kaydedelim, ardından da onları değerlendirelim:

“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! (Ey Mu­hammedi) De ki: ‘Şüphesiz, Allâhın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”

“Bizi, (Kureyşin istediği) mucizeleri göndermekten, ancak ön­cekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz, mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.’’

Bu âyetler açıkça mucize gönderme konusunda bir isteksizliği ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ilk âyete gelince, onlar müşriklerin gönülle­rine uygun tarzda mucizenin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır. El­malılı, En’âm Sûresi 37. âyet çerçevesinde bu durumu şöyle belirtmiştir:

“İnen âyetleri duymadılar, inkâr ettiler de Peygamber’e kendi gö­nüllerince bir âyet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talepte bulundular. Allâh, bir mucize indirmeye şüphesiz kadirdir, indirmezse, güçlüğünden değil, hikmetindendir.” Bu hikmeti S. Ateş şöyle açıklamaktaiyorsa, bu yine onlara acıdığından dolayıdır. Çünkü istedikleri gibi hemen mucize in­se inen mucizeyi de çeşitli bahanelerle kabul etmeyecek, ona büyü di­yecekler, hatta onu doğal görüp başka mucize isteyeceklerdir.” Allâh’ın mucize göndermeme isteksizliğinin bir başka sebebi daha vardır. Bu sebep, yukarıda belirtilen Allah’ın acımasını da izah etmek­tedir. Bu, “Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, ön­cekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” şeklinde âyette geçen husus­tur. Müşriklerin Hz. Peygamber’den, Mekke’de dağları yürütüp ovalar açmasını, ırmaklar fışkırtmasını, bağlar bahçeÎer yaratmasını, gökten hazineler indirmesini istedikleri, Kur’ân’da anlatılmıştır. Allâh, âyette müşriklerin istedikleri mucizeleri neden göndermediğini açıklamıştır.

Daha önceki milletler de mucize istemişler, fakat mucizeleri gördük­ten sonra da yalanlamışlar ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. Allâh, mucizeleri, korkutup uyarmak için gönderir. Mucizeleri gördük­leri halde yalanlayanlar cezalandırılır.

Burada mucizeler konusunda bir ayırımın ortaya çıktığı açıktır. Bu hususa Elmalılı dikkat çeker ve Allâh’ın kudretine delâlet eden mucizelerin üç kısım olduğunu belirtir:

“Mucizelerin bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde O’nun bir ol­duğuna delâlet eden bir âyet vardır. Bir kısmı olağanüstüdür. Peygamberlerin mucizeleri böyledir... Mucizeler arasında inadına istek ve ıs­rar edilen bir kısım vardır ki, bunlara ‘âyât-ı mukteraha’ denilir. Bun­lar gösterildiği zaman inanmayanlar, Semûd kavmi gibi, kökleri kese­cek bir azap ile derhal yok edilmişlerdir.”

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber döneminde azabı gerektirecek bir mucize talebine karşılık verilmemiştir. Mucizelerin çeşitli kısımlara ayrıldığı bilinmektedir. Elmalılı’nm yaptığı tasnifin yanında başka tasnifler de vardır. Süleyman Nedvî’ye göre, mucizeler hidâyet, ilâhî yar-dım ve helâk mucizeleri şeklinde üçe ayrılır. Bu durum, en azından mucizelerin hepsinin eşit olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.Şimdi bu duruma göre mucizeleri değerlendirelim:

a- Allah, mucize gönderme konusunda isteksizdir. Zira geçmiş vimler sürekli bunları yalanlamış, akibetleri de kötü olmuşa Bu ümmetle ilgili olarak Allâh, maddî mucizelerle insanların îmân etmesini istememektedir. Bununla birlikte, Mekke döneminin ilk yıllarında mucize taleplerine Ay’ın yarılması olayıyla karşılık verilmiştir. Kamer Sûresi, Mekke döneminde inen  sûrelerdendir. En’âm Sûresi ise Mekke devrinin sonlarına doğru ve bir defada inmiştir. İsrâ Sûresi de Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuştur. Mekkeli Müşrikler Kamer Sûresi’nde be­lirtildiği gibi Ay’ın yarılmasını “büyü” olarak değerlendirmişlerdir.

Müşriklerin bu yapısını bilen Yüce Allâh, muhtemelen on­ları maddî mucizelerle îmâna sevk etmeyi amaçlamamıştır. Bu durum maddî olarak hiç mucize gösterilmediğini değil, yok de­necek kadar az bir iki -belki de sadece Ay’ın yarılması- mucize gösterildikten sonra Allâh’ın rahmeti gereği mucize taleplerine karşılık verilmediğini ortaya koyar. Hatta Ay’ın yarılması ola­yında bile mucize göstermeye yönelik bir isteksizlik vardır. Zira olay, gece vuku bulmuştur. Çok kimse de buna muttali olama­mıştır. Bu da mucize gösterme konusundaki isteksizliğin başka bir delilidir. Ancak bu isteksizlik -dediğimiz gibi- bir tane dahi olsa, hiç mucize gösterilmediği şeklinde yorumlanmamalıdır.

b-Kur’ân’da mucize talepleriyle ilgili âyetlere baktığımızda hep sinin müşriklerle ilgili olduğunu görürüz. Dolayısıyla buralar da onlara yönelik hitaplarla Allâh’ın bir lütfü ve yukarıda geç tiği gibi İlâhî yardım olarak mü’minlerin karşılaştığı mucizele ri karıştırmamak gerekir. Kur’ân’da bu anlamda mucizeler bulunmaktadır. Mucizelerin illa da nübüvveti ispata ve meydan okumaya yönelik olması gerekmemektedir.

Esas itibariyle bir başkasının benzerini yapmaktan aciz olduğu şey, mucizedir. Mucize esas itibariyle böyle olmakla birlikte, muhatapları açı­sından farklı manalar ifade edebilir. Müşrikler için bir nübüv­veti ispat ve meydan okuma; mü’minler için İlâhî bir lütuf, tak­viye ve te’yid olabilir. Kur’ân’da bu tür mucize, yani olağanüs­tü haller bulunduğuna göre hadîslerde bu tür mucizelerin var­lığı yadırganacak bir husus değildir. Normal insanlardan, yani kâmil bazı insanlardan olağan üstüne benzer bazı hallerin sudûr ettiği bir vakıadır. Bu tür halleri, Allâh’ın güç ve kudreti altında bulunan Hz. Peygamber’e çok görmemek gerekir.

c-Bununla birlikte belirtmekte fayda vardır ki, gerçekten hadîs lite­ratüründe Hz. Peygamber’e isnâd edilen mucizelerin sayısı hayli kabarıktır. Bunların hepsi sıhhat açısından aynı değerde değil­dir. Bu rivâyetlerin ilk planda sıhhat açısından değerlendirilme­leri gerekir. Zira bunlar bir bütün olarak kabul edildiğinde Hz. Peygamber’i tarih üstü bir varlık gibi göstermektedirler. Hatta öyle olmuştur ki, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Pey­gamberin elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı muhakkak bu tür rivâyetlerin değerlendirilmesi lazımdır.

d-Son olarak şunu vurgulamalıyız ki, Hâtib el-Bağdâdî, el-Fâkih ve'l-mütefakkih adlı eserinde Hz. Peygamberin mucize göster­mesinin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını belirtmiştir. Ona göre, çeşitli mucizelerle alakalı olarak gelen rivâyetler haber-i vâhid olabilir, ama onların toplamı, mucizenin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını gösterir. Mesela, mi’râcı -öyle olmamak­la birlikte- haber-i vâhid bir mucize kabul edelim. Hz. Peygam­berin parmaklarından su akması da ayrı bir mucize olsun. Ağaç­ların Hz. Peygamber’e selâm vermesi, başka bir mucize olsun; Ay’ın yarılması da öyle. Bütün bunların, ayrı ayrı düşünüldüğün­de, haber-i vâhid olduklarını kabul edelim. Ancak bütün bunlar­da ortak bir nokta vardır. O da Hz. Peygamberin mucize gös­termesidir. İşte, mütevâtir olan nokta burasıdır. Zira bu kadar farklı olay, farklı zaman ve mekânlarda anlatan râvîlerin yalan- da birleşmeleri düşünülemez.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

İyiliklerin Ömrü Artırması,Kuran'a Aykırı Mı ?

İyiliklerin Ömrü Artırması,Kuran'a Aykırı Mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Her kim rızkının bollaştırılmasını ve ecelinin te’hir edilmesini isterse, akrabalarıyla ilgilensin”.(Buhari,Edeb,12)

Bu hadîs şu âyete aykırı görülmüştür: “Ecelleri geldiğinde ne biri saat te’hir edilirler ne de öne alınırlar”.(Araf,34) Bu teâruzun üç şekilde cem edilebileceği söylenebilir:

a-Ömrün artması, taata ulaşılması sebebiyle ömrün bereketli kılın­masından kinâyedir. Zira sıla-i rahim, taata ulaşmaya sebep olur ve masiyetten korur. Benzer hadîsler de vardır. Sadaka verme­nin ömrü uzatması gibi... Bu, insanın manevî olarak huzur bul­duğu, dolayısıyla hayatı dolu dolu yaşadığı, ömrünün bereketli kılındığı anlamına gelir.

b-Ömrün artması, hakîkat de olabilir. Ancak, bu, ömürle ilgile­nen meleğin bilgisine nispetledir. Âyetin delâlet ettiği şey ise, Allâh’ın ilmine nispetledir. Mesela, meleğe şöyle denilir: Falanın ömrüsıla-i rahim yaparsa yüz senedir, yapmazsa altmış se­nedir. Allah’ın ilminde sıla-i rahim yapıp yapmayacağı önceden vardır. Allâh’ın ilminde olan, ne te’hir edilir ne de öne alınır. Meleğin ilminde olanda ise, artma-eksilme mümkündür. Şu âyet buna işaret eder: “Allâh dilediğini siler, dilediğini bırakır, Ümmü’l-kitâb O’nun katindadır”. Silme ve bırakma meleğin bil­gisine nispetledir. Ümmü’l-kitâb’da olan, Allâh’ın ilminde olan­dır ki, onda silme olmaz.

c-Bunun başka bir anlamı da ömrün uzaması, ölümden sonra ha­yır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi sadaka, mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Müminlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri, ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zat, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre manen hayattadır demektir.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Gayb'den Haber Vermesi,Kurana Aykırı Mı ?

Hz.Peygamber'in Gayb'den Haber Vermesi,Kurana Aykırı Mı ?


Özellikle günümüzde Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğine, dolayı­sıyla gaybdan haber veren hadîslerin uydurma olduğuna dair bir­takım iddialar vardır. Bu iddia sahipleri Kur’ân’a parçacı yaklaşmakta, âyetleri bir bütün içerisinde değerlendirememektedir. Şöyle ki:

Şu bir gerçek ki, Kur’ân’da Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğini ifa­de eden âyetler vardır: “Ben size ‘Allah'ın hâzineleri benim yanımdadır’, demiyorum, gaybı da bilmem’’ Bununla birlikte Allah’ın, razı olduğu elçilerine gaybı bildirdiğini gösteren âyetler de bulunmaktadır: “Allâh gayb bilgisini kimseye göstermez, ancak razı olduğu elçiye gös­terir” O halde iki âyetin uygun bir te’vîlini yapmak durumundayız. Birinci âyet aslında Hz. Peygamber’in kendiliğinden gaybı bilemeyece­ğini vurgulamaktadır. İkinci âyet ise Allâh’ın dilediği elçisine gaybını bildirebileceğini ifade etmektedir. Âyetler bu şekile anlaşılırsa arala­rındaki zahiri teâruz da ortadan kalkar.

Hz. Peygamber in, gayb bilgisine Allâh’ın izniyle muttali olması mümkün olsa da onu her an her yönüyle gaybı bilen bir peygamber olarak telakki etmek zordur. Mevdûdî’nin dediği gibi, halk arasında­ki peygamberlerin olmuş olacak her şeyi bildiği, Allâh’ın onlara gayb ilminin hepsini verdiği” şeklindeki kanaatler yanlıştır şeklindeki düşünce de isabetli değildir. Hz. Peygamber’e gayb alemi hakkında pek çok bilgi verilmişse de, bunlar ümmetine bildirmemişti. Ama bununla birlikte “peygamberlerin gayb hakkındaki bilgisi, diğer insanların bil­mesi gerektiği kadardır” metine bildirilmemişti. Nitekim bir hadîsinde Hz. Peygamber, “Yemin ederim ki, benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar az güler­diniz.”(Buhari,Rikak,27) buyurmuştur.

Mevdûdî, peygamberlerin diğer insanlardan daha fazla gayb bilgisine sahip olduğuna dair aklî deliller de sunmuş­tur. Ona göre genelde insanlar gayba îmân etmeye ihtiyaçları olduğu kadar, gayba îmânda kalpleri tatmin olsun diye konuyla ilgili bilgiye de ihtiyaçları vardır. Bu durumda peygamberlerin görevlerini yerine getirebilmeleri için diğer insanlardan daha fazla şey bilmeleri gerekir. Nasıl ki, bir devlet idaresinde başbakan, bakanlar, valiler devletin ba­zı özel tutum ve politikasını bilir de halkın bunları bilmesi ülkeye fay­da yerine zarar getirirse, madde ötesi alemle ilgili bilgilerin bilinme­si de böyledir. Bunları da sadece Allâh’ın has kulları ve peygamber­leri bilebilir, diğer insanlar ise bundan habersizdirler. Bu gayb bilgisi, peygamberlere görevlerini yerine getirmede yardımcı olur. Fakat ge­nel olarak diğer insanlar bu bilgileri bilmeye mecbur değildir. Son ola­rak şu söylenebilir: Peygamberlerin gayb bilgisi, Allâh’ın bilgisinden az, diğer insanların bilgisinden çoktur. Bunu ölçmek için ise elimizde herhangi bir ölçek yoktur.

Sonuç olarak söylemek gerekirse; Allâh Resûlu gaybdan çok şeyi biliyordur. Bildikleri içerisinden bir kısmım bize açıklamıştır. Benzet­mek doğru ise, devlet yönetiminde olanlar da diğer insanlara nazaran çok şey bilirler, fakat her bildiklerini halkla paylaşmazlar. Bildikleri­nin bir kısmını halka açarlar.

Burada bir görüşe daha dikkat çekmekte fayda vardır. Buna göre Kur’ân, açıkça Resülullâh da dâhil kimsenin geleceği bilemeyeceğini söyler. Efendimiz de bunu tekrarlar. (Osman b. Maz’un’un hanımına “Vallahi yarın bana ne yapılacağını bile bilmiyorum” sözünü hatırla­yalım) Kıyâmete, onun alametlerine dair hadîsler Rasûlullah’ın bir tür tahminleri ve bu konudaki nasları ve olayları “okumalarıdır. Ve efen­dimizin okumaları bizim için çok değerlidir. Kehanet ve gelecekten ha­ber olarak değerlendirilmemelidirler.

Gaybî haberleri sadece tahmin ve okuma (yorum) olarak değer­lendirmek isabetli değildir. Bu görüş, bir açıdan, ilgili hadîsleri kabul eder gibi görünmekte, ama manayı saptırmaktadır. Elbette muhteme­len gaybla ilgili hadîsler içinde uyarı, teşvik, bazı şeyleri sezme kabilin­den olanlar vardır. Ama bilfiil ne olacağını ifade eden hadîsler de söz konusudur. Hatta uyarı ve teşviklerin dahi bir bilgiye dayandığını söy­lemek mümkündür. Şayet Allâh’ın Hz. Peygamber’e gaybından bir şey­ler bildirmesi mümkünse hadîsler yoluyla bize ulaşan gayb haberlerin­de yadırganacak bir şey yok demektir.

Aslında konu, bir açıdan, Hz. Peygamber’in Kur’ân dışında Allâh’tan vahiy alıp alamayacağı meselesiyle de ilişkilidir. Başka çalışma­larımızda konuyu detaylı ele aldığımızdan, şu kadarını söyleyebiliriz ki, Hz. Peygamber Kur’ân dışında Allâh’tan vahiy almıştır. Buna Al­lah Resûlüyle bir şekilde iletişim kurdu, kalbine ilka etti de diyebiliriz. Gaybî bilgilerin hepsi, bu tür vahye dahil olmaktadır.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Harut ve Marut Kıssası,Kuran'a Aykırı Mı ?

Harut ve Marut Kıssası,Kuran'a Aykırı Mı ?




Bu kıssa kısaca şöyledir: Melekler Allâh’ın insanı yaratacağını söylemesi üzerine “Biz seni hamd ile teşbih ediyoruz. Orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?” derler. Allâh, “şehvet duygusunu size ver­sem aynısını yaparsınız” buyurunca melekler buna hayret eder. Bunun üzerine Allâh onları denemek için aralarından iki melek seçmelerini is­ter. Hârût ve Mârût adlı iki melek insan kılığında yeryüzüne iner. Zühre ile imtihan edilirler. Zühre’ye sahip olmak isterler. Zühre, bir şart­la diyerek onları önce şirke, sonra çocuk öldürmeye davet eder. Onlar reddeder. En son, içki içmelerini ister, onlar içer. Akabinde hem zina ederler hem de çocuğu da öldürürler.(İbn Hanbel,Müsned,2,134)

Bu rivayetin müşkili olmadığını söyleyenler vardır. Onlara göre, bu melekler insan kılığına girmiştir. Bir insan olarak günah işlemişlerdir; Bu da mümkündür. Irâkî’ye göre, bu kıssayı ibn Ebi’d-Dünyâ ve Beyhaki, Ebû’d-Derdâ er-Rehavî’den mürsel olarak nakletmiştir. Bu kıssa, meşhur olup yirmiye yakın tarîkten nakledilmiştir. Bu tarîkler birbirini destekler. Münâvî’ye göre, İbn Hacer de aynı görüştedir. İbn Hacer,yasaya vâkıf olan kimsenin neredeyse onun kesinlikle vuku bulduğuna inanmak durumunda kaldığını belirtir. Suyûtî de bu kıssanın sahîh birsenedle nakledildiğini kaydeder.

Ancak genel kanaat, bu rivâyetin bâtıl olduğu yönündedir. Kâdî Iyâz,“Bu konuda Resûlullah’tan nakledilen sahîh veya zayıf hiçbir rivayet yok­tur” diyerek kıssayı reddeder. İbnu’l-Cevzî, bu rivayeti mevzû hadîsler içinde değerlendirmiştir. Ona göre bu hadîs sahîh değildir. Yahya b. Maîn, Ferec b. Fadâle’yi taz‘îf etmiştir. İbn Hıbbân, onun senedleri kalbettiğini, vahi metinleri sahîh senedlerle naklettiğini, onunla ihticâcın helâl olmadı­ğını belirtmiştir. İbn Kesîr de, bu kıssanın isrâiliyyâttan olduğunu, mut­tasıl bir senedle sahîh olarak Hz. Peygamberden nakledilmediğini söy­lemiştir. Aynı şekilde Târihu Bağdâd adlı eserin hadîslerini inceleyen Haldûn Ahdeb de kıssanın mevzû olduğu kanaatindedir. Ona göre bu kıssanın merfû olarak rivâyet edilmesi sahîh değildir.Müfessir ve muhaddislerin ekseriyeti bu kıssanın zayıf ve bâtıl olduğunu kabul etmiştir.

Ahmed b. Abdulaziz Mukrin’e göre, kıssanın Hz. Peygamber’e ref‘i sahîh değildir. Ref, bazı râvilerin hatasıdır. Doğru olan, bu kıssayı sahâbenin, Ehl-i Kitâb’dan Müslüman olanlardan aldığıdır. Bunu şu hususlar teyid eder:

İbn Ömer’den nakledilen bazı tarîklerde kıssa, Kâ‘bu -Ahbâr a dayanmakta, daha öteye geçmemektedir. Bu, bazı râvilerin kıs­sayı ref etmekle hata ettiğini gösterir.

Merfû‘ olarak gelen tüm tarîkler zayıftır.

Bu kıssayı -İbn Ömer dışında- nakleden sahâbilerin hiçbiri refi tasrîh etmemiştir.

Kıssa, Benî İsrâil kıssalarına benzemektedir.

-------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Kalplerden Geçen Şeylerden Sorumlu Muyuz ?



Kalplerden Geçen Şeylerden Sorumlu Muyuz ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allâh, konuşmadıkça veya  yapmadıkça nefislerinden geçirdikleri şeylerden dolayı üm­metimi affetmiştir.” (Buhârî, Talak, 11)

İbn Hacer ve Aynî bu hadîsin “Fakat Allâh sizi kalplerinizin kazandıği şeyle sorumlu tutar.” (Bakara, 225) âyetinin zahirine muarız oldu­ğunu belirtmiştir. Onların ifadesine göre, âyette kalp fiillerinin kalp­te istikrar bulmasıyla onlardan sorumlu olunması söz konusudur. Ha­dîs ise kalpten geçen şeylerden dolayı yapmadığı müddetçe kişiyi so­rumlu tutmamaktadır. Bu durumda mezkûr hadîs kalp fiillerinin kalp­te istikrar kılmamasına hamledilmelidir. Yani kişi, kalbinde kökleşme­miş, yerleşmemiş, azmetmediği düşüncelerden dolayı mes’ul değildir. Dolayısıyla mana, “Allâh kalpte istikrar bulmayan fiilleri affetmiştir.” feklinde olur. Allâh, geçmiş ulemâdan razı olsun. Bu, gerçekten güzel bir yorumdur.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

İyiliği Düşünmek,En'am Ayetine Aykırı Mı ?

İyiliği Düşünmek,En'am Ayetine Aykırı Mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz, Allâh iyilikleri ve kötülükleri takdir edip yazmıştır. Sonra bunların ne olduğanu beyân etmiştir. Her kim iyi bir iş yapmak diler de yapamazsa, Allâh o kimseye bir iyilik sevabı yazdırır. Her kim iyi bir iş yapmayı diler ve yaparsa, Allâh o kimseye on iyilik sevabından yediyüz misline kadar yazdırır... ” (Buhârî, Rikâk, 31)

İbn Hacer’in belirttiğine göre, sırf iyilik istemekten dolayı sevap yazılmaktadır. Çünkü iyilik isteği hayrdır ve kalbin amelidir. İbn Hacer, bu durumda “Kim bir iyilikle gelirse onun için on misli vardır(En‘âm, 160) âyetinin umumuyla bir iyilik isteğine bir sevap veren hadîsin ara­sında problem olduğunu belirtir ve şu şekilde cevap verildiğini kayde­der: “Âyet düşünüleni yapmaya, hadîs ise, sırf iyiliği düşünmeye ham­ledilir.” Yani sırf iyiliği düşünmekle bir sevap; o iyiliği yapmakla on misli sevap alınır. Gerçekten bu güzel bir yorumdur.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Mürtedin Öldürülmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?

Mürtedin Öldürülmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dînini değiştireni öldürünüz”.(Muvatta,Akdiyye,15;Tirmizi,Diyar,10; ; İbn Hıbbân, Sahih, X, 327…)

Bu hadîs ilk bakışta ve mutlak olarak dînini değiştiren kimsenin öldürülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Oysa İslâm, “Dînde zorla­ma yoktur” (Bakara, 256) ilkesiyle dîn ve vicdan özgürlüğünü temi­nat altına almıştır. Bir dîne girmek nasıl özgür bir tercihle gerçekleşi­yorsa, çıkmak da öyle özgür bir şekilde gerçekleşmelidir. Sırf bir dü­şünce nedeniyle dînini değiştiren kimse öldürülmek midir? Yoksa ha­dîste geçen “dîn değiştirme” başka anlamlara mı gelmektedir? Bu ha­dîs nasıl anlaşılmalıdır?

Bize göre, hadîste geçen “dîn değiştirme”, başka anlamlara gelmek­tedir. Ancak bu anlamı doğrudan hadîsin kendisinden veya bir başka tarîkinden tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Bunun için konu­yu başka rivâyetler ışığında anlamak en isabetli yol olacaktır.

“Dînini değiştireni öldürünüz” hadîsi, “Müslüman bir kimsenin kanı, ancak üç şeyden dolayı akıtılır: Evli iken zinadan, adam öldür mekten ve dinini terk edip cemaatten ayrılmasından”(Buhari,Diyat,6) hadîsiyle birlikte düşünülmelidir. Burada sırf dîn değiştirmeye değil, cemaatten ay­rılmaya vurgu yapılması dikkat çekicidir. Cemaat olgusu ise burada sırf dînî, yani namaz ve mescidle ilgili bir olgu değildir. Bu konuyu ele alan Ahmed Ebû Süleyman’ın yaklaşımı, dîn değiştirme meselesinin za- man-mekân boyutunu açıklar mahiyettedir. Şöyle der;

“İrtidat konusunun zaman-mekân unsuru, bazı Yahudi grupların irtidat taktiğini (yani önce Müslüman olmuş görünüp sonra onu top­luca terk etme) kullanarak genç Müslüman cemaat arasında anarşi ve zihin karışıklığına sebep olmayı amaçladıkları bir komployla ilgilidir.

Bu komplo ile umulan sonuçların Kur’ân’da anlatıldığı âyetler kayda değerdir: ‘Kitap ehlinden bazıları şöyle dedi: inananlara indirilene gü­nün başında inanın. Sonunda inkâr edin ki, belki dönerler...’. (Al-i İm- ran, 72) İrtidat konusunda ilk İslâmî tavır, gördüğümüz gibi dîn ve vicdan özgürlüğünü değil, Müslümanlaştırma siyasetini bedevî kabilelere uygulamayı ve komployu boşa çıkarmayı hedef alıyordu... Geleneksel İslâm siyasî düşüncesindeki inanç özgürlüğüne ilişkin kavram karışıklı­ğı, Hz. Peygamber’in vahşi Arap kabilelerini Müslümanlaştırma siyase­tinin ardındaki esas sebepleri İslâm düşünürlerinin anlamamalarından ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler, olayın cezaî yönünü ve Hz. Peygam­ber irtidatı kınadığında ilk Müslümanların karşı karşıya bulundukla­rı güvenlik ihtiyacım fark edememişlerdir... İlk halîfe Hz. Ebû Bekir’e karşı başlatılan irtidat savaşının bir dîn ve vicdan özgürlüğü uygulama­sı ile alakası yoktu. Olay, kısıtlamalar getiren siyasi ve sosyal otoriteye karşı her zamanki bedevi tepkisinden ibaretti. Bu, Hz, Ebû Bekir hü­kümetine zekât ödemeyerek Arabistan’ın yeni merkezî siyasî otoritesi­ne karşı bir ayaklanmaydı”.Bu ifâdeler,din değiştirmenin nasıl bir sosyo-politik atmosferde cereyan ettiğini göstermektedir. Hadîste geçen “cemaatten ayrılma” da Köyle bir atmosferi ima etmektedir.

Hanefîler de irtidat meselesini mevcut İslâmî idareye savaş olarak değerlendirmişlerdir. Bundan dolayı, onlara göre irtidat eden kadının cezası ölüm değildir. Çünkü öldürme, küfür sebebiyle değil, savaşma şerrini önlemek için caiz kılınmıştır. Kâfir olmanın cezası, Allâh katın­da, öldürmekten daha fazladır. O yüzden, öldürme cezası, savaşa fii­len katılana mahsustur ki, o da kadın değil, erkektir.(Vehbe Zuhayli,İ.Fıkıh.An./VII,465)

Sonuç olarak dîn değiştirme olgusu siyasî bir olgudur. Kişi veya ki­şiler, bir organize faaliyet olarak mevcut meşru otoriteye isyan eder­lerse onların bertaraf edilmesi hakkı doğar. Hz. Ebû Bekir dönemin­de mürtedlerle savaşılması sırf zekât verilmediği için değildir. O dö­nemde zekâtın meşru otoriteyi tanıyıp tanımakla da ilgisi vardır. Zira zekât, vergi mesabesindedir. Bu yüzden mürtedlerle savaşılmıştır. An­cak, İslâmî düzende herhangi bir siyasî amaç gütmeden ve organize bir faaliyet içinde olmaksızın (bunun içine genç dimağları îmân noktasın­da şüpheye sokmak da vardır) “Benim bu dîne aklım yatmadı düşün­cesiyle İslâm’dan ayrılan ve köşesine çekilen kimseye inanç özgürlü­ğü tanınmalıdır.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Recm Cezası,Kuran'a Aykırı mı?

Recm Cezası,Kuran'a Aykırı mı?


Hz. Peygamber'in recm cezasına uygulama örnekleri:

1. İşvereninin eşiyle zina eden bekâr işçiye yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, kadına ise recm uygulanmıştır.

Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)'dan nakledildiğine göre, zina eden kadının kocası ile, zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.s)'e başvurarak bu konuda "Allah'ın kitabı" ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle dedi:

"Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana, oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini haber verdiler". Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet". Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber'in emri üzerine de recmedilmiştir (Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13). Ebû Hanife'ye göre, yüz değnek yanında bir yıl sürgün, ayete ilâve niteliğinde olup, ayet inince bu ilâve kısım neshedilmiştir. Ancak İslâm devlet başkanı böyle bir cezayı ta'zir cezası olarak verebilir.

2. Zinasını dört defa ikrar eden Mâiz b. Mâlik (r.a)'in recmedilmesi.

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber "Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi" (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd.).

Bu hadîslerin şu âyete aykırı olduğu veya bu âyet tarından nesli edildiği ileri sürülmüştür:

“Bekâr erkekle bekâr kadının zina etmesi halinde, ceza her birine yüz değnek vurulmasıdır, Allâh Teâlâ şöyle buyurur: ((Zina eden ka­dın ve erkekten her birine yüz değnek vurun”. (Nûr, 2)

Zina cezası uygulanan kimsenin, toplum nezdindeki itibar kaybını önlemek, belki olayın unutulmasını sağlamak amacıyla bir yıl süreyle sürgüne gönderilmesi İslâm'ın ilk yıllarında ek bir ceza olarak veriliyordu. Ubâde b. Sâmit (r.a)'tan rivâyete göre şöyle demiştir: Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Zinanın hükmünü benden öğrenin. Allah o kadınlara bir çıkar yol gösterdi. Bekârla bekâr zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün; evli ile evliye yüz değnek ve recm vardır" (İbn Mâce, Hudûd, 7; Müslim, Hudûd, 12). Ancak bu uygulama Nûr Suresi'nin inmesinden önceye aittir. Bu sure inince bekârlar için yalnız değnek, evli olanlar için sünnetle recm cezası belirlenmiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/ 1978, IX, 36 vd.).

Hanefilere göre, bekârların zina cezası olan yüz değneğe ayrıca sürgün eklenmez. Çünkü ayette sürgünden söz edilmemiştir. Ancak sürgün bir had cezası değil; İslâm devlet başkanının takdirine bırakılmış bir ta'zir cezası niteliğindedir. Nitekim zina edenin tövbe edinceye kadar hapsedilebilmesi de, fuhşa düşenleri bir süre toplumdan tecrid etmek amacıyla alınan bir önlemdir.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise bekârların zinasında yüz değnek ve bir yıl sürgün birlikte uygulanır. Delil, sürgün bildiren hadistir. Ancak kadın kocası veya bir mahremi ile birlikte sürgüne gönderilir. Ayrıca sürgün yerinin sefer mesafesinden yakın olmaması da gerekir. Hz. Peygamber "Kadın, yanında kocası veya bir mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz" (Buhârî, Taksîr, IV, Sayd, 26, Savm, 67; Ebû Dâvud, Menâsik, III) buyurmuştur.

Günümüzde recm ile ilgili görüşlere baktığımızda onları üç başlık altında toplamak mümkündür.

1-Recmi sert hatta vahşice bir ceza görüp reddedenler. Bunlar esa­sen oryantalistlerdir. Ancak onlardan etkilenen Müslümanlar da olabilmektedir.

2-Recm bir müddet uygulanmıştır, ama sonradan 100 celde âye­tiyle nesh edilmiştir. Bu, recmi bir tür yürürlükten kaldırmaya matuftur. Oysa, neshin delîli yoktur.

3-Recm cezası vardır ve uygulanmıştır. Bu son görüş de kendi için­de ikiye ayrılır:

a-Kur’ân’daki 100 celde âyeti bekârlarla; recm ise evlilerle ilgili­dir. Burada şöyle bir itiraz olabilmektedir; Cariyeyle ilgili âyette ceza olarak muhsan olanlara verilen cezanın yarısı öngörülüyor. Şayet ev­li cariyelerin cezası recm olsaydı, ölümün yarısını uygulamak anlamı­na gelir ki bu, mümkün değildir. O halde recm yoktur. Oysa recm evli hür kadınlara uygulanan bir cezadır. Bekâr hür kadınlara 100 değnek! cezası uygulanır. Evli olsun bekâr olsun cariyelere ise bekâr hür kadınlara uygulanan cezanın yarısı, yani 50 değnek cezası vardır.

Recm cezası olmakla birlikte, uygulanmasının oldukça zor olduğu belirtilmelidir. Tespit şartları ağırdır. Çünkü yâ kişi bunu itiraf edeceki ya da olay dört şâhidle ispat edilecektir. Bu da oldukça zordur.

Bu ceza suç ile orantılıdır. Zira aile mefhumuna verilen öneme paralel olarak böyle sert bir ceza vardır. Batı için böyle bir cezanın anlamı olmayabilir.

b-Bu ceza vardır ve uygulanmıştır. Fakat Hz. Peygamber bunal devlet başkanı tasarrufuyla uygulamıştır. Yani ta’zirdir. Dolayısıyla heri dönemin devlet başkanı farklı uygulamaya başvurabilir. Bize göre, 3. maddenin birinci şıkkı isabetli olsa da, meseleye ikinci şıktaki gibi bak­makta da bir beis yoktur.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler



Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Sihir Yapılması,Kuran'a Aykırı Mı ?

Hz.Peygamber'e Sihir Yapılması,Kuran'a Aykırı Mı ?




Buhârî’nin, Yahudi Lebid b. A’samin Resûlullah’a sihir yaptığına dair uzun bir hadîsi rivâyet ettiği doğrudur. (Buhârî, Tıbb, 50)

Yapılan bu sihrin vahyi etkileyip etkilemediğini tartışan İbn Hacer, Ma’zerî’den nakilde bulunarak şunları ifade etmektedir:

“Bid‘at ehli kimseler, bu hadîsi reddetmiş ve peygamberlik ma­kamım çiğneyip şüphe uyandırdığını iddia etmişlerdir. Onlara göre, böyle bir şeye güvenmek, Peygamberin şerîat olarak getirdiği husus­lara güvenmemeyi doğurur. Çünkü Cebrail’i görmediği halde gördü­ğü, bir şey vahyedilmediği halde kendisine bir şey vahyedildiği haya­line kapılır. Tüm bu düşünceler merdûddur. Zira Hz. Peygamberin Allâh’tan aldıklarını aktarmada doğru ve bu tebliği yaparken masum olduğu hususunda deliller vardır. Delilin ortaya koyduğu bir husu­sun hilâfına cevaz vermek ise bâtıldır. Hz. Peygamberin risâletle ilgi­si olmayan, hastalık gibi bazı dünyevî hususlara gelince, Hz. Peygam­ber de diğer insanlar gibi bunlara maruz kalabilir. Bu sebeple dînî iş­lerde masum olmasına rağmen dünyevî işlerde hakikatte olmayan ba­zı şeyleri yapıyormuş gibi kendisine hayal olarak gelmesi uzak bir du­rum değildir.”

İbn Hacer aynı şekilde Kâdî Iyâz’ın da sihrin sadece bedenine te- sir ettiği görüşünde olduğunu belirtmiştir. Aynî de İbn Hacer’le aynı görüştedir.

Mevdûdî de, “Bazı kimseler Hz. Peygamber’e sihrin etki yapmasını peygamberlik makamına aykırı gördüklerinden reddetmektedirler, bizi aydınlatır mısınız?” şeklindeki bir soruya cevap sadedinde şunla­rı söylemiştir:

“Sihrin gerçekliği konusunda Kur’ân’a bakılmalı ve Hz. Mûsâ kıs­sası okunmalıdır. Sihirbazlar, sopaları ve ipleri yılan haline getirmişti; aslında onlar yılan olmamıştı, fakat orada bulunan kalabalık, o sopala­rı ve ipleri yılan şekline dönüşmüş olarak görür olmuşlardı. Hatta pey­gamber olmasına rağmen Hz. Mûsâ bile o kadar büyülenmişti ki, o da onları yılan şeklinde görmüştü. Allâh şöyle buyurur: ‘Sihirbazlar ellerin­dekini yere atınca, insanların gözlerini büyülediler de onları dehşete dü­şürdüler(A‘râf, 14) 'Bir de ne görsün! Onların ipleri ve sopalan, büyü­den dolayı kendisine doğru koşuyormuş gibi zannetti de Mûsâ, içinde bir korku hissetti.’ (Tâhâ, 3) Bu âyetlerden, sihrin eşyanın mahiyetini değiş­tirmediği, ancak bir tür ruhî tesir meydana getirerek insanın algılarını etkilediği ve sihrin peygamberlere bile etki yaptığı anlaşılmaktadır.

Bu  sihir yoluyla hiçbir sihirbaz hiçbir şekilde peygamberi mağlup edemese de, onu yakışıksız davranışlara sürükleyemese de sihrin peygambere ge­çici etkisinin olabileceği Kur’ân’dan öğrenilmektedir. Hadîslerde Pey­gamber’e yapıldığı belirtilen sihrin hiçbiri akla, müşahedeye, tecrübe­ye ve de Kur’ân’ın dediklerine aykırı değildir. Rivâyetlerden öğrenilen şeyler ancak Hz. Peygamber’e bir-iki gün için dalgınlık, unutkanlık gibi hallerin geldiğidir. Peygamber, eğer şehid oluyor veya yaralanabiliyor- sa, aynı peygamberin sihirden etkilenmesine şaşılacak bir şey yoktur.” Sihir hadîsinin "... Allâh seni insanlardan koruyacaktır” şeklinde­ki Mâide Sûresi’nin 67. âyetine aykırı olduğu da ileri sürülebilir. Hat­ta Hz. Peygamber’in başına gelen (Uhud’da dişininkırılması, başının yarılması gibi) olayların bile âyete aykırı olduğu iddia edilmiştir. Sihir meselesine bu çerçevede değinmeden önce Uhud’da Hz. Peygamber’in

başına gelen olaylarla âyetin nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım. Bu l nuda üç görüş öne çıkmıştır:

1-Uhud’da olanlar, âyetten önceydi. Zira Mâide, son inen sûrelerdendir.

2-Korumaktan maksat, tebliğ nihayete ermeden ölümden koru, maktır. Bu çoğunluğun görüşüdür.

3-Korumaktan maksat, günahtan korumaktır. Âyetin siyakına uygun olmadığı için bu görüş tenkid edilmiştir. İsabetli olan ço­ğunluğun görüşüdür.

Sihir meselesine gelince bu konuda da üç görüş ortaya çıkmıştır. Şöyle ki;

1-Sihir, bir tür hastalıktır. Bu, risâletin kıymetini düşürmez, ona zarar vermez. Âyette kastedilen, hastalıklardan koruma değil, insanların onu öldürmesinden korumadır. Hattâbî, Mâzirı, İbnu’l-Kayyım, Aynî bu görüştedir.

2-Sihir, Hz. Peygamberin bedenine etki etmiştir. Onun kalbine, inancına, aklına tesir etmemiştir. Âyetten maksat, Hz. Peygam­berin bedeninin korunması değil, onun kalbinin ve inancının korunmasıdır. Kâdî Iyâz, İbn Hacer el-Heytemî ve Ebû Şehbe bu görüştedir.

3-Hz. Peygamberin sihirlendiğine dair rivâyet bâtıldır. Bu da Mutezile’nin görüşüdür.

Bu görüşler içinde tercihe şayan olan, Allâhin, elçisini bedene arız olan hastalıklardan değil, öldürülmekten korumasıdır. Âyet umumîdir; ancak rivâyetler çerçevesinde hususî olduğu anlaşılmaktadır. Herhangi birinden gelen sihir, zehir gibi eziyetler Hz. Peygamberin Allâhin ko­ruması altında olmasıyla çelişmez. Zira bu durumlar, hayatı boyunca ona etki etmemiştir; bilakis bunlar Allâhin, Nebisinin derecesini yük­seltmesine vesile olmuştur. Belânın en şiddetlisine enbiyânın, sonra de­recesine göre diğer insanların maruz kalacağı; ayrıca Allâhin bir ku­lu sevdiği zaman ona musibet verdiği sahîh haberlerde nakledilmiştir. Hz. Peygamber ise, Allâhin habîbi ve halîlidir.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Kadınların Aklının Eksik Olması,Kuran'a Aykırı Mı ?

Kadınların Aklının Eksik Olması,Kuran'a Aykırı Mı ?




Ebû Sa‘îd el-Hudrî anlatıyor: “Bir ramazan veya kurban bayramıydı.Resûl-i Ekrem Efendimiz bayram namazlarını kıldığımız namazga­ha geldi. Bir tarafta kadınlar da bulunuyordu. Onların yanından geçti ve şu hitapta bulundu: ‘Ey kadınlar, sadaka veriniz istiğfarı çok yapı­nız. Çünkü bana cehennemlikler gösterildi, çoğu sizler idiniz.’ Bunun I üzerine o kadınlar: Ta Resûlullah, bizler ne yaptık da cehennemliklerin çoğu bizden olmuş’ diye sordular. Resûlullah (a.s.) şöyle cevap ver­di: ‘Çünkü sizler ötekine berikine çokça lanet eder, kocalarınıza kar­şı nankörlükte bulunursunuz. Ne gariptir ki, akıl ve dîni noksan olan­lardan hiç birinin akıllı bîr kimseye sizin kadar galebe çaldığını görme­dim.’ Kadınlar tekrar sordular: ‘Aklımızın ve dînimizin noksanlığı ne­dir, Ya Resûlallah?’ Resûlullâh (a.s.) ‘Kadının şâhidliği, erkeğin şâhidliğinin yarısı değil midir?’ diye sordu. Kadınlar, ‘Evet’ cevabım verdi­ler. Resûl-i Ekrem Efendimiz ‘işte bu, akim eksikliğindendir’ buyurdu ve tekrar sordu: ‘Kadın, hayız gördüğü zaman (günlerce bekler) namaz kılmaz, Ramazan’da bir müddet oruç tutmaz değil mi?’ Kadınlar, ‘Evet’ dediler. ‘Dînin noksanlığı da budur’ buyurdular.”(Buhari,Haya,6-İman,20-Küsuf,9-Nikah,88;Müslim,Küsuf,17)


Bu rivâyetin Kur’ân’a aykırı olduğu iddia edilmiştir. Zira Kur’ânda haklar, teklifler ve ceza konularında erkekle kadın arasında eşitliğin ol- duğu görülür. İşte birkaç âyet:

“Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve bir­birlerinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allâh yanında en şerefli ve itibarlınız, (O’ndan saygı ila en çok) korkup (fenalıklardan) sakınanızdır.” (Hucurât, 13)

“Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzel­likle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz’den bir hafifletme ve rahmet­tir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.” (Ba­kara, 178)

“Hırsızlık eden erkeğin ve hırsızlık eden kadının (bu yoldan) elde ettiklerine (ve insan haklarına el uzatmalarına) karşılık Allâh tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin.” (Mâide, 38)

“Biz, kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Artık, kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar da­hi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (her­kese) yeteriz.” (Enbiya, 47)

Detaya girmeden önce genel bir değerlendirme yapalım. Kadının cehennemlik olduğuna, aklının ve dîninin eksik olduğuna dair hadis­ler, ahkam bildiren, temel ilkeler vaz’eden hadîsler değildir. Dolayı­sıyla, hadîsler, mantıkî ifade ve önermeler gibi, onların kuralları çer­çevesinde ele alınmamalıdır. Böyle ele alınmamasını gerektiren küllî ilkeler de bulunmaktadır. Bir kere sâliha kadınlar, erkeklerde oldu­ğu gibi cennetliktirler. Kur’ân’a göre, pek çok konuda eşittirler. Yi­ne, cennet anaların ayağı altındadır. En önemlisi, erkek olsun kadın olsun mü’min olan herkes eninde sonunda cennete girecektir. Bu ve benzeri ilkeler bize mezkûr hadîslerin hakiki anlamda ele alınama­yacağını göstermektedir. Kaldı ki, kadınların cehennemlik olduğu- na, akıllarının ve dînlerinin eksik olduğuna dair ifadelerin bağlamı rivayetlerde geçmektedir. Bu da bize mezkûr ifadelerin genellestiri- lemeyecegmı una etmektedir Bu ifadelerin bağlamını şu şekilde ortaya koyabiliriz;

a-Sadaka verilmesine teşvik

b-Kadınların çoğunun cehennemlik oluşu

c-Cehennemlik oluşun nedenleri

1-Çok lanet etmek

2-Kocalara karşı nankörlük etmek

3-Aklı başında bir erkeğin aklını çelmek

d-Kadınların akıl ve dîn yönünden eksik varlıklar olması

1-Kadının şâhidliğinin erkeğin şâhidliğinin yarısı olması

2-Hayızlı olunduğunda namaz ve orucun sakıt olması

Şimdi burada bazı tenkîdler çerçevesinde hadîsi değerlendirme­ye çalışalım:

a-“Kadınların erkeklere göre aklen eksik olduğundan bahseden, cehennem halkının çoğunluğunu kadınların teşkil ettiğini ifade eden bu rivâyetler, kökleri ta antik çağa uzanan, oradan Yahudi, Hıristiyan ve Islâm kültürlerine geçen bir zihniyet ve anlayışın ürünüdür”.

Bir kere burada “kadınların erkeklere göre...” diyerek mukayese  yapıldığı gibi Hz. Peygamber mukayese yapmamıştır. Burası önemlidir,  çünkü hadîsle ilgili önyargıyı besleyen cümlelerden biri budur.

Diğer bir husus da şudur: Kadının aklının ve dîninin eksik oluşu geçmiş kültürlerde ve câhiliye halkında var olmuş olabilir. Bu tenkîd- ten geçmiş kültürlerin kadının bir varlık olarak aklının eksik olduğunu kabul ettiği anlaşılmaktadır. Belki de Hz. Peygamber geçmiş kültürle­rin bir formu olan “akıl eksikliğini” kullanmış, ama içeriğini değiştir­miştir. İçeriğinden anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber’in sözleri bir varlık olarak kadın aklının eksik oluşunu değil, sadece kadının şâhidliğinin erkeğin şâhidliğinin yarısı olduğunu göstermektedir. Hatta bu şâhidlik meselesinden, Hz. Peygamberim, aklın eksikliğini “unutkanlık” olarak yorumladığını anlamak mümkündür. Çünkü âyette iki kadının şâhidlik yapmasının sebebi olarak, birinin unutması halinde diğerinin hatırlat­ması gösterilmektedir.(Bakara,282)

Oysa, tenkîdde geçmiş kültürlerle ilgili aktarı­lan bilgilerin hiçbirinde akıl eksikliği bu şekilde ele alınmamıştır. Dolayısıyla, hadîslerde, akıl eksikliği, “aklı kıt, akılsız” anlamına gelmemek­tedir. Tam tersine yukarıda söylediklerimize paralel olarak, “tecrübesi eksik” gibi bir mana söz konusu olabilir. Çünkü akıl, tecrübe anlamın­da da kullanılır. Şâhidliğin söz konusu olduğu ortama baktığımızda da kadınların fazla bir tecrübelerinin olmadığı görülür. Dolayısıyla, Hz. peygamber, “akıl eksikliği” formunun içeriğini tamamen değiştirmiştir.

Kadınların dîn yönünden eksik oluşlarının mahiyeti de hadîste açık­lanmıştır. Buna göre kadınlar, hayızlı günlerinde namaz kılmayıp oruç tutamadıkları için dînî yönden eksiktirler. Kadınların hayızlı günlerin­de namaz kılmamaları ve oruç tutmamaları, dînin emri olduğu için bu­rada hakiki anlamda eksikliğin kastedilmesi veya kadınların bu şekilde hafife alınması mümkün değildir. Bu, olsa olsa Hz. Peygamberin ka­dınlara yönelik bir latifesidir.

Kadınların çoğunun cehennemde oluşuna dair ifadelere gelince, Bunun matematiksel olarak ifade edilmediği açıktır. Zira Hz. Peygam­berin hem böyle bir tebliğ amacı olamaz hem de kadınları ümitsizliğe sevk edecek böyle bir söz sarfetmesi düşünülemez. Zaten hadîsin bağ­lamından kadınların sadaka vermeye teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, sadakaya teşvikin dışında, kadınların çok lanet etmeleri, ko­calarına nankörlük etmeleri ve erkeklerin akıllarını baştan almaları da cehennemlik ameller arasında sayılmıştır. Şüphesiz bu unsurların hep­si, aile kurumunun sağlıklı bir şekilde ayakta durmasının temel taşla­rıdır. Hz. Peygamberin “cehennem” ifadesini kullanarak bunlara vur­gu yapması mümkündür. Bazen Allâh Resûlu, kötü birtakım davranış­ları “şeytan” sembolizmini kullanarak anlatmaya çalışır. Bu hususlar­da yadırganacak bir şey yoktur. Tenkîdlerde, geçmiş kültürlerden ak­tarılan bilgiler, kadının bir varlık olarak kötü olduğu, cehennemlik ol­duğu izlenimini vermektedir.

b-İlgili rivayetler Kurana aykırıdır.Çünkü Maide Suresi 3.ayetine göre göre dîn tamamlanmıştır. Kadınlarla alakalı olan nakillerde onların  akıl ve dînlerinin noksan olduğundan bahsedilmektedir. O zaman, ya dîn tamamlanmamıştır ya da erkeklerin dîni tamamlanarak kadınların­ki noksan bırakılmıştır. Bu ise doğru değildir”.

c-“Kur’ân’da 268 âyette cehennem ve cehenneme gireceklerden bahsedilmektedir. Âyetlerin bu kadar çok olması, ilgili rivâyetlerde bah­sedilen ‘kadınların cehennem halkının çoğunluğunu oluşturduğu’ hu­susunun da cehenneme ait diğer hususlar gibi Kur’ân’da yer alması ge­rektiğini düşündürtmektedir. Halbuki ilgili âyetlerde böyle bir husus yer almamakta, cehennemde yer alacak günahkârların çoğunluğunu kadınların mı yoksa erkeklerin mi oluşturacağı konusunda herhangi  bir oran verilmemektedir. Böyle bir hususun mütevâtir bir haber olan 1 Kur’ân’da değil de, âhad yoluyla gelmiş haberlerde ifade edilmesi in sana mantıklı gelmemektedir”.

Kadınların aklının eksik oluşu ile dînin tamamlanışı arasında böy­le bir mukayeseye niçin gerek duyulduğu anlaşılamamaktadır. Erkek­lerin aklı tam olduğu için mi dîn tamamlanmış sayılır? Bunun yerine “kadınların aklının noksan olması onların mükellef olmayacağı anla­mına gelir” denseydi daha isabetli olurdu. Ancak, elbette, bu da doğru değildir. Zira kadınların aklının eksik oluşuyla, onların deli olduğu kastedilmemektedir.

Öncelikle, hadîste Hz. Peygamber’in amacının matematiksel bir oran vermek olmadığını tekrar belirtelim. Bunun yanında âyetlerde ce­henneme girecek her kişinin veya zümrenin zikredilmediği de açıktır. Dolayısıyla, hadîste belirtilenler Kur’ân’da zikredilmiyor diye onların reddedilmesi, İlmî bir tavır olamaz. Ayrıca bu mantığa göre mütevâtir olan “Benim adıma yalan söyleyen kimse cehennemdeki yerine hazır­lansın”(Müslim,Mukaddime,1-4) şeklindeki hadîste belirtilen cehennemliklerin de Kur’ân’da zikredilmesi gerekirdi. Şimdi, Peygamber adına yalan söyleyen cehen­nemlikler Kur’ân’da zikredilmiyor diye bu mütevâtir haberin reddedil­mesine gerek var mıdır?



Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

''Havva Olmasaydı...'' Hadisi,Kuran'a Aykırı Mı ?

''Havva Olmasaydı...'' Hadisi,Kuran'a Aykırı Mı ?


Havvâ olmasaydı, kadın kocasına ihanet etmezdi”.(Müslim,Ra’da,63)

Hadîsin ne maksatla nakledildiğine dair bilgi yoktur. İlk bakış­ta anlaşılması zor hadîslerden biridir. Bu hadîs şu şekilde tenkide ko­nu olmuştur: Bu âhad rivâyet, mütevâtir bir haber olan kendisinde en ufak bir şüphe bulunmayan Kur’ân’la bağdaşması mümkün değildir. “Derken şeytan onun aklını karıştırıp ‘Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacım ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi' dedi” (Tahâ, 120) Bu ri­vayetler ise Adem-Havvâ olayında asıl suçlu olarak Hz. Havva’yı gös­termekte ve onun Hz. Adem’i kandırıp ihanet ederek yasak meyveden yediğine ve ona da yedirdiğine işaret etmektedir. Şu haliyle bu rivâyet, Kur’ân kaynaklı değil, Tevrat kaynaklıdır.

Şüphesiz, Kur’ân ile hadîs arasında kesin bir aykırılık olsa bunu ka­bul etmek mümkün olurdu; ancak kesin bir aykırılıktan nasıl bahsede­biliriz? Çünkü Kur’ân’da şeytanın Hz. Âdem ile Havvâ’ya birlikte ves­vese verdiği zikredilmektedir.(Bakara,35,A’Raf,19-21) Bununla birlikte Tâhâ Sûresi’nin 120. Âyetinde, şeytanın “Ey Âdem!” diyerek sadece ona vesvese verdiği ifade edilmektedir. Her iki âyet grubunda vesvese verilen konular da ay­nıdır. Yani şeytanın “Ey Âdem!” dediği yerde de “Ey Âdem ve Havvâ!” dediği yerde de vesvese konuları aynıdır. Hangi âyetleri esas alacağız? “Ey Âdem” denilen âyeti esas alırsak ikisine birlikte vesvese verildiğine dair olan âyeti nasıl anlayacağız? Daha doğrusu bu makul olur mu? An­cak ikisine birlikte vesvese verildiğini ifade eden âyeti esas alırsak “Ey Âdem” şeklindeki âyeti anlamak mümkün olur. Zira Allâh, önce her iki­sine birlikte vesvese verildiğini ifade etmiş, başka bir yerde oranın du­rumu gereği şeytanın sadece Âdem’e vesvese verdiğini beyan buyurmuş­tur. Dolayısıyla şeytanın sadece Hz. Âdem’e vesvese vermesi, onun da Havvâ’ya bunu söylemesi, en azından âyetlerin zahirinden anlaşılmaz.

Bu durumda aklıma iki ihtimal geliyor:

a-Nasıl ki Allâh Teâlâ bir yerde ikisini birlikte zikretmiş, konum gereği başka bir yerde sadece Hz. Âdem’i zikretmişse aynen bu şekilde Hz. Peygamber de konum gereği (muhatapların durumu veya Havvâ üzerinden bir mesaja vurgu olabilir) Havvâ’yı zik­retmiştir. Bu anma, asla Havvâ’nın bu işin başı olduğu anlamı­na gelmez. Çünkü Peygamberimizin hafızasında elbette her iki­sine birlikte vesvese verildiğine dair âyet vardır. Hatta Allâh m, konumu gereği sadece Âdem’i zikrettiğine dair örnek de... Bel­ki de Resûlullâh (s.a.v.) bu örnekten yola çıkarak bizzat kendisi Havvâ olayına temas etmiş, mesajını onun üzerinden vermiştir. Esas itibariyle ise şeytan, her ikisine birlikte vesvese vermiştir. Şunu bir parentez olarak belirtelim ki, hadîste geçen “ihanet”, cinsellik vb. hususlarla ilgili değildir. Yasak meyve ile ilgilidir.

b-Şeytan, her ikisine vesvese verir. Ancak, bu ara belki de Hz. Hav- vâ’nın bir ısrarı olur. Tabii bu durumda Hz. Âdem “ne yapalım, yasak meyveden yiyelim mi” şeklinde kısa duraksama yaşamış ol­malıdır. Bu duraksamayı Havvâ “Ne var bunda, ebedîlik bizim ola­cak işte, istemez misin?” şeklinde bir telkin ve ısrar ile harekete ge­çirmiştir belki... Peygamberimiz muhtemelen Havvâ’mn bu özel­liğine dikkat çekmiştir. Buradan hanımların yanlış işlerde kocala­rını sıkıştırmamalarına, ısrarcı olmamalarına işaret etmiştir. Hav- vâ’nın bu telkin ve ısrarı Kur’ân’da geçmemektedir. Hadîsi dikka­te aldığımızda, böyle bir artı ısrarın olabileceği akla gelmektedir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Gayr-ı Müslimlere Selam Vermek,Kuran'a Aykırı Mı?





Gayr-ı Müslimlere Selam Vermek,Kuran'a Aykırı Mı?




Hz.Peygamber şöyle buyurur: “Yahudi ve Hıristiyanlara önce siz selâm vermeyin!”(Ebu Davud,Edeb,137)

“Onlar selâm verdiklerinde ‘es-sâmu aleykum/ölüm üzerinize ol­sun’ derler, siz de Ve aleykum’ diyerek mukabelede bulunun”. (Ebu Davud,Edeb,137)Sahîh bir hadîstir.

Ashâb, “Ehl-i Kitâb bize selâm veriyor. Nasıl karşılık verelim?” di­ye sorduklarında, Allâh Resulü, “Ve aleykum deyiniz”, buyurmuştur. (Ebu Davud,Edeb,137)

Müsned’dt “Müşriklerle yolda karşılaştığınızda önce siz selâm ver­meyin! Onları yolun en dar kısmından (geçmeye) zorlayın” ifadesi ge­çer. İsnadı hasendir.

Bütün bu hadîslerin şu âyetlere aykırı olduğu akla gelebilir: “Babası: 'Ey İbrâhîm! Sen benim tanrılarımdan yüz çevirmek mi istiyorsun? Bundan vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım; uzun bir su-

re benden uzaklaş git. dedi. İbrâhîm şöyle cevap verdi: ‘Sana selâm olsun. Senin için Rabbim’den mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır.(Meryem, 46-47)

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürlerve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) ‘Selâm!’ derler (geçerler).(Furkân, 63)

“Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz, derler.” (Kasas, 55)

“Allâhı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat edemezler. Ancak bile­rek hakka şâhidlik edenler bunun dışındadır. And olsun onlara kendile­rini kimin yarattığını sorsan elbette ‘Allâh’ derler. Ohalde nasıl (Allâh a kulluktan) çeviriliyorlari (Resûlullâh’m:) “Yâ Rabbi! Bunlar, îmân et­meyen bir kavimdir” demesini de (Allâh biliyor). Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selâm olsun de. Yakında bilecekleri buyurdu.” (Zuhruf, 76-79)

Hadîsler kâfirlere önce selâm vermeyi yasaklarken âyetler kâfire selâm verilebileceğini göstermektedir.

Konuyla alakalı görüşler şöyledir:

Cumhûr, Ehl-i Kitâb’a önce selâm vermeyi hoş karşılamaz. Cumhûrun kanaatine göre, Hz. ibrâhîm’in babasma söylediği “selâm sana” ifadesinden kasıt rahmeti belirten selâmlaşmak değil, terk edip, bırakmak anlamında barış ve esenlik dilemektir. Yani, “esenlik içinde kal!” demektir.

Bazıları da Hz. İbrâhîm’in selâmını “Benden yana emin ol!” şeklin­de te’vîl etmişlerdir. Kimisi de babasına; “Selâm olsun sana” demesini, ayrılma maksadıyla bir selâmlaşma olarak değerlendirmiştir.

Bu yorumlar kâfire önce selâm vermeyi doğru bulmayanların gö­rüşleridir. Bunun yanında kâfire selâm vermenşn câiz olduğunu söyle­yenler de vardır. Bunlardan bazıları yukarıdaki âyetleri ve “selâmı yay­makla” ilgili hadîsin[1] umumunu dikkate alarak Ehl-i Kitâb’a selâm vermenin câiz olduğunu kabul etmiştir. Bununla birlikte Resûlullâh’ın

Ehli Kitâb’a selâm verdiği, ayrıca İbn Mes’ûd’un da böyle yaptığı, “Bu nasıl olur?” şeklindeki bir soruya “Onlar bizimle arkadaşlık ettiler, arkadaş­lılığın bir hakkı vardır” dediği nakledilir. Bir grup âlim de bir zaruret, ihtiyaç veya bir sebepten dolayı selâm verilebileceğini kabul etmiştir. Aslında İbn Mes’ûd’un davranışını bu çerçevede değerlendir­mek mümkündür.

Aynı şekilde İbn Uyeyne’ye “Kâfire selâm vermek caiz midir?” diye sorulmuş, o da “Evet” demiştir. Çünkü Yüce Allâh, “Sizinle dîn husu­sunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yap­manızı ve onlara adaletli davranmanızı Allâh size yasaklamaz. Çünkü Allâh, adaletli davrananları sever” (Mümtehine, 8) diye buyurduğu gi­bi; “lbrâhtm’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten uyula­cak güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine, 4) diye buyurmuştu. İbrâhım de babasına, “Selâm olsun sana” demişti.

Kurtubî de âyet-i kerîmeden anlaşılan kuvvetli görüşün, Süfyân b. Uyeyne’nin görüşü olduğunu vurgular. Ama ona göre, bunlara aykırı olabilecek farklı hadîsler vardır. Bu hadîsler yukarıda zikrettiğimiz ha­dîslerdir. Kurtubî burada kâfirlere selâm vermenin câiz olduğuna dair bazı nakillerde bulunur. Şöyle ki:

Nehaî’ye göre bir Yahudi yahut bir Hıristiyan’ın yanında görece­ğin bir ihtiyacın varsa ona ilk olarak selâm verebilirsin. Bununla Ebû Hureyre’nin “İlk olarak siz onlara selâm vermeyiniz” diye rivâyet etti­ği hadîsin üzerimizdeki bir hakkı yerine getirmek yahut onlar nezdinde görmemiz gereken bir ihtiyacımızın bulunması, arkadaşlık, komşu­luk ya da yolculuk hakkı gibi onlara öncelikle selâm vermemizi gerek­tirecek bir sebebin bulunmaması hali için söz konusu olduğu açıkça or­taya çıkmaktadır.

Taberî de seleften kitâb ehli olan kimselere selâm verdiklerine da­ir rivâyetlerin nakledildiğini belirtmiştir. İbn Mes’ûd da yolda beraber yolculuk yaptığı bir eski İranlı toprak ağasına bu şekilde davranmıştır.

Alkame’ye “Ey Abdurrahman’ın babası, onlara bizim tarafımızdan Öncelikle selâm verilmesi mekrûh değil mi?” diye sordum. O, “Evet öy­ledir, ama arkadaşlık hakkı vardır” dedi.

Ebû Usâme evine gitti mi yolda Müslüman olsun, Hristiyan ols^ küçük olsun, büyük olsun kime rastlarsa hepsine selâm verirdi. Bu Zi susta ona soru sorulunca şöyle cevap verdi: “Bize selâmı yaymamız rolunmuştur.”

Evzaî’ye bir kâfirin yanından geçip ona selâm veren Müslümanın durumu hakkında soruldu. O şöyle dedi: “Eğer selâm verecek olur. san senden önceki sâlih kimseler de selâm vermiştir. Şayet vermeyecek olursan yine senden önceki sâlihler de selâm vermeyi terk etmişlerdir.” Kurtubî, önce selâm vermeyi doğru bulmayanların, görüşlerine selâmın bir tahiyye (selâmlaşma) ve bu ümmete has olduğunu delîl gös­terdiklerini belirtir. Çünkü Enes b. Mâlik yoluyla gelen hadîste Resûlullâh (s.a.v.)’ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: “Şüphesiz Yüce Allâh benim ümmetime onlardan önce hiç kimseye vermediği üç husu­siyet vermiştir: Biri selâmdır ki bu cennetliklerin selâmlaşmalarıdır.”

Bu görüşlerden şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:

1-Şu veya bu şekilde hukukumuz olan kâfirlere selâm vermek câizdir.

2-Bu selâm; cennetliklerin, yani mü’minlerin birbirine söyledikle­ri rahmet ve bereket selâmı değil, merhaba, günaydın anlamın­da bir dünya selâmıdır. Bununla, “Benden size bir zarar gelmez, esenlik içinde kalın!” kastedilmektedir.

Ömer Nasuhi Bilmen’in yorumuyla, Hz. İbrâhîm, babasının o şiddetli mukabelesine karşı yine nezaketten, hayır dilemekten ayrılmadı; bilakis (dedi ki: Sana selâm olsun) yani endişe et­me, ben selâmetine duâ etmekteyim. Yahut seninle barış halin­de mütarekede bulunmuş durumdayım, sana bir fenalık yapa­cak değilim.

3-Mü’minlerle dîn konusunda savaşmış, onlara zorluklar çıkarmış, zulmetmiş, hainlik düşünmüş, horlamış olanlara önce selâm ver­mek câiz değildir.

4-Dolayısıyla, âyetler, hukukumuz olan kimselere, ayrıca câhil olan kâfirlere selâm verilebileceğini gösterirken; hadîsler, mü’minlere zorluk çıkaran, onlara ihanet eden, zulmeden kâfirlere önce selâm verilemeyeceğini ortaya koyar. Bu açıdan aralarında bir tenakuz yoktur.

Son olarak söylemek gerekirse, bir mü’min ile bir kâfirin bulun­duğu topluluğa selâm vermek ise câiz kabul edilmiştir. Mücâhid’e gö­re Ehl-i Kitâb’a bir şey yazarken, selâm yazmak zorunda kalınırsa en gözeli “Selâm hidâyete tâbi olanların üzerine olsun” diyerek iletişim kurmaktır.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler



Devamını Oku »

Dünya Mü'minin Zindanı mı ?

Dünya Mü'minin Zindanı mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir”.(Müslim,Zühd,1)

Bu hadîs, şu âyetlere aykırı görülmüştür: “Allâh’ın sana verdiği şey­lerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma”(Kasas,57)

“De ki: ‘Allâh’m, kullan için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim harâm kılmış?’De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyâmet gününde ise yalnız onlara özgüdür.’ İşte bilen bir topluluk için âyet­leri, ayn ayn açıklıyoruz.”(Araf,32)

Nevevî, mezkûr hadîsi şöyle anlar: “Her mü’min şehvetler, haram­lar, mekruhlar gibi dünyada yasaklar zindanındadır. Zor taat fiilleriyle mükelleftir. Öldüğünde bu zorluklar bitecek, Allâh’ın hazırladığı daim ve naim cennetlerinde olacaktır. Kâfir ise dünyada zorluğu azdır. Öl­düğünde daim azaba düçar olacaktır”.

Mü’min şehvetlerden kendini korumakta ve güçlükleri yerine getirmektedir. Sanki zindanda gibidir. Kâfir ise şehvetlere istediği gibi da­labilmektedir. Sanki cennette gibidir.

Bir başka açıdan bir mü’min dünyada ne kadar iyi olsa da cennetteki makamına göre hapishanede gibidir. Bir kâfir de dünyada ne ka­dar sıkıntılı bir hayat sürse cehennemdeki derekesine göre dünya ken­disi için cennet mesabesindedir.

Mâturîdî, “Dünya mü’minin zindanı; kâfirin cennetidir” hadîsini iki şekilde yorumlamıştır:

a-Çünkü mü’minin dîni, onu şehevî arzularından alıkoyar, onu helake gitmekten sakındırır. Kâfiri, dünyada şehvetinden alıko­yacak hiçbir şey yoktur. Onun için dünya cennet gibidir.

b-Kâfir ölüm anında yerini, yani ona va’dedilen cehennemi görür. Bu durumda dünya onun için cennet gibi olur. Mü’min de cen­netteki konumunu görür. Dünya onun için zindan gibi olur.



Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Meddahların Tavrı,Kuran'a Aykırı mı ?

Meddahların Tavrı,Kuran'a Aykırı mı ?


Peygamber şöyle buyurmuştur: “Meddahları gördüğünüzde yüzlerine toprak saçın.’’(Müslim,Zühd,68)

Aşağıda göreceğimiz gibi, bu hadîs, Hz. Yûsuf’un “Beni yeryüzü­nün hâzinelerine muhafız kıl! Ben iyi bir muhafızım, bunu iyi bilirim (Yûsuf, 55) dediği âyete aykırı görülmüştür.

Ibn Kuteybe’ye göre hadîste bâtılı övenler kastedilmektdeir. Şair­lerin yaptığı gibi, maksat, arzularına erişmeye övgüyü vesile kûmlardır. Nitekim şairler, “Sen rüzgârdan daha hızlısın, sen geceden daha kor­kutucusun” derler. Hz. Peygamber, bu gibi şeyleri hoş karşılamamıştır. Çünkü bunlar yalan olup kendini beğenmişliğe ve kibre götürür. Bundan dolayı Hz. Ömer, “medh,öldürmektir” demiştir. Bu sözle, bir adamı onda bulunan vasıflarla övmek kastedilmemiştir.

Hz. Peygamber, şiir ve hitabeleri konusunda övülmüştür. Övenle­rin yüzlerine de toprak saçmamıştır. Peygamberler de kendilerini öv­müştür. Nebî (s.a.v.), “Ben Âdemoğlunun efendisiyim, övünmem” buyurmuştur» Kişinin kendinde olan şeyle kendini övmesi câiz olduğun­da başkasını övmesi de câız olur. Mesela, Nebî (s.a.v.) ensârı övmüş­tür. Nevevî’nin el-Ezkârda dediği gibi, bu biraz da karşıdakinin du­rumuyla ilgilidir. Eğer övülen kimse; kalbi, îmânı, yakîni sağlam, nef­sine hakim ise fitneye kapılıp bununla aldanmazsa, böyle bir övmek, haram da mekrûh da değildir. Nitekim Peygamberimiz, Hz. Ebû Be­kir, Ömer ve Ali'yi övmüştür. Eğer bunlardan korkulursa methetme tahrîmen mekrûh olur.

“Toprak saçma” ifadesine gelince bunu şöyle anlamak mümkün­dür;

Hz. Peygamber bununla, yaptıkları şeyi reddetme sadedinde onla­ra sert bir tavır takınmayı (tağlîz) kastetmiştir. Maksadı bizzat bu fiilin gerçekleşmesini istemek değildi. Nitekim, şarap içen hakkında “Dör­düncü kez içerse onu öldürün” demesi böyledir. Onun bilfiil öldürül­mesini kastetmemiştir. İnsanları ondan alıkoymak için sert ifadelerle bu sözleri sarfetmiştir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Fidye Hadisi Kuran'a Aykırı mı?

Fidye Hadisi Kuran'a Aykırı mı?


Rıvâyete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ümmetim rahmete mazhar olmuş bir ümmettir. Onlara âhirette azap yoktur. Kıyâmet günü her bir Müslümana Yahudi ve Hıristiyanlardan bir ki­şi verilecek ve ona ‘ey Müslüman, bu senin ateşten kurtuluşunun fid­yesidir’denilecektir”. (Ebû Dâvûd, Fiten, 7; İbn Mâce, Zühd, 34; İbn Hanbel, Müsned, IV, 418; Hâkim en-Neysaburî, el-Müstedrek)



Bu hadîs, on sahâbî tarafından nakledilmiştir. Bazı tarîklerinde “Kıyamet günü her bir Müslümana...” ifadesi yoktur. Bu ifade, müs­takil hadîs olarak nakledilmiştir. Genel bir değerlendirme yapmak ge­rekirse, hadîsin iki bölümüyle alakalı şunlar söylenebilir:

Buhârî, mezkûr rivâyetin yaklaşık olarak tüm tarîklerini nakletmiş ve ardından -özellikle hadîsin ilk cümlelerini dikkate alarak- şu değer­lendirmeyi yapmıştır:

“Hz. Peygamber’den şefâatle ilgili nakledilen haberler ve bir top­luluğun azap gördükten sonra cehennemden çıkacağına dair hadîsler daha çoktur ve daha açıktır”.

Bu ifadeye göre Buharı, hadîsteki "onlara âhirette azap yoktur” bölümünün şefaatle ilgili hadîslerle çeliştiğini kabul etmektedir. Dolayı sıyla hem sayı itibariyle daha çok, hem daha açık hem de daha meşhur olması itibariyle şefâat hadîslerinin tercih edilmesi gerekmektedir, bu durum, Buharınin mezkûr hadîsi sahîh kabul edilmesine rağmen illet, li bulduğunu göstermektedir. Böylece Buhârî’nin mezkûr hadîsi iki açıdan illetli bulduğu ortaya çıkmaktadır:

a-Metin açısından: Şefâat hadîslerine vurgu yapması ve onları ter­cih etmesi bunu göstermektedir.

b-Sened açısından: Şefâat hadîslerinin daha çok ve açık olmaları, sened açısından da tercih edildiklerini göstermektedir. Buna gö­re Ebû Burde kanalıyla nakledilen hadisin senedi, muztarib ol­maktadır.



Diğer nokta, fidye meselesidir. Hadîsler, Müslüman ve Ehl-i Kitâbı -herhangi bir tahsîs yapmaksızın- mutlak anlamda kullanmaktadır. Şüp­hesiz, Yahudi ve Hıristiyanlar, itikâdları sebebiyle cehenneme girecek­lerdir. Ancak zâlim bir Müslüman için cehennemden kurtuluşun bede­li olarak masum bir Yahudi ve Hıristiyan fidye olararak verilecek mi­dir? Diğer bir ifadeyle her bir Müslümanın günahı Yahudi veya Hıris­tiyan’a yüklenecek midir? Bu fidye meselesine Hz. Peygamber’den ön­ceki Yahudi ve Hıristiyanlar da dahil midir?

Vezir el-Yemânî (ö. 840/1473)’ye göre hadîste belirtilen durum, Yahudi ve Hıristiyanlara zulmetmek anlamına gelmemektedir. Çün­kü Yahudi ve Hıristiyanlar, dünyada Müslümanlara zulmetmişlerdir. Bunlar Müslümanlara düşmanlık göstermiş, onları korkutmuş, öldür­müş ve onlarla savaşmıştır. Müslümanlar arasında hatta boynuzlu ko­yun ile boynuzsuz koyun arasında kısas uygulanarak adaletin sağlana­cağı bilinmektedir. Aynı şekilde, mü’minlerle kâfirler veya diğer dîn müntesipieri arasında da kısas uygulanacaktır. “Şüphesiz peygamber terimize ve îmân edenlere hem dünya hayatında hem de şâhtdlerin şâhidlik edecekleri günde yardım ederiz”(Mü-min,51) âyeti buna işaret etmekte­dir, Bununla birlikte, kısasın iyilikler ve günahlar arasında söz konu­su olacağı da sabittir. Zâlimin iyilikleri varsa, ondan zulmü miktarınca alınıp mazluma verilecektir. İyilikleri yoksa mazlumun günahın­dan alınıp zulmü miktarmca zâlime yüklenecektir. Bu adaletin gereği olup “Hiç kinse kimsenin günahım yüklenmez” âyetine aykırı de­ğildir. Zira “Elbette kendi yüklerini (günahlarım), kendi yükleriyle bir­likte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyâ- met günü mutlaka sorguya çekileceklerdir”, “Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacak­lardan olasın” âyetleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu ifadelerden, açıkça hadîste belirtilen durumun mutlak olmadığı an­laşılmaktadır. Müslüman ve Ehl-i Kitâb arasındaki bu olay tamamen tarihseldir. Dolayısıyla, şayet Müslüman olmaktan maksat, Hz. Pey­gamberce inanmak ise, hadîsin ondan önceki Ehl-i Kitâb’ı kastetme­si düşünülemez. O halde, eğer bir yahudi veya Hıristiyan, bir Müslümana zülüm yapmışsa, kıyâmet günü bu haksızlık bir şekilde gideri­lecektir. Yoksa genel anlamda bir Yahudi veya Hıristiyan’ın herhangi bir Müslümanın yerine cehenneme girdirilmesi söz konusu değildir. Bu haliyle hadîste herhangi bir problem yoktur. Ancak, bunun “Üm­metim rahmete mazhar olmuştur; onlara âhirette azap yoktur” ifade­si çerçevesinde zikredilmesi problemli gözükmektedir. Zira bu ifade­ler, umumî bir manayı çağrıştırmakta, her bir Müslüman için azaptan kurtuluşun fidyesi olarak diğer dîn müntesiblerinin cehenneme soku­lacağını ima etmektedir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »