Terkedilen Meseleler

Gerçeğin ne olduğunu öğrenebilmek için insanların meselelerini de değiştirmesi bahis konusudur. Günümüz dünyasında olayların peşi sıra meselelerin de sık sık de­ğiştiği söylenebilir. Ama bütünüyle doğru bir tesbit ol­maz bu. Düşünce hayatındaki hareketlilik gerek batı ül­kelerinde gerekse bu ülkelerin ilkesiz taklitçisi olan Tür­kiye'de gerçeğin bilinmesi yolunda yeni meselelerle kar­şılaşıldığı için değil, yeni meselelerin cazib kabul edilme­si sebebiyledir. Yani köklerinden kopmayı marifet sayan günümüz insanının modaya uymak hususundaki heves­leri düşünce alanında da müessir olabilmekte.

Modaya uymaktan başka endişe taşımayan kadın, mevsim değişince üstündekileri atıp yeni kabul ettiği el­biseleri nasıl giyiniyorsa, adı aydına çıkmış insanlar da bazı şeylerin zamanının geçtiğine karar verip yenidir di­ye inandıkları meseleleri meşguliyet alanına dahil et­mektedirler. Yeni meselelerin ortaya çıkmasında gayri tabii sayılacak herhangi bir şey yok. Çünkü hayatın ha­reketliliği sürekli olarak uğraşılacak yeni meseleler do­ğuracak ve bu meselelerin çevresinde çalışmasını yürüten bilim adamları, sanatçılar ve meraklılar hep olacak­tır. Bu kadarına kimsenin itirazı olabileceğini sanmıyo­rum. Ama eğer insanların önlerine mesele olarak aldığı hususlar, bir sonuca bağlanabilecek olgunluğa ulaştırıl­madan yeni bir meseleye dalmıyor, mesele olarak alman husus hangi ihtiyaçtan doğdu ise o ihtiyaca olan rabıtası sonuna kadar muhafaza edilemiyorsa, o zaman değişen meseleleri ciddiye almakta zorluk çekeriz. Bilim ve felse­fede bir meselenin çözümü istikametinde katedilen yol yeni meseleler getirir. Oysa günümüzde meseleler ani­den doğuveriyor, hele ülkemizde bu iyice sürprizli bir oyun sanki. Türkiye'de meseleden meseleye atlanılması­nın, her mesele üzerinde ilk heves alınıncaya kadar an­cak durulmasının sebebi biraz her düşüncenin batı'dan alınmasına duyulan mecburiyet, biraz da ortaya çıkan her durumun batı ülkelerinden tamamen zıt bir mahiyet arzediyor olmasıdır. Bütün bunlar Türk aydınını düşün­celeri bakımından bir modasever yapmaya yetiyor

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Şeriatın Kestiği Parmak Acımaz !

Türkçemizde "şeriatın kestiği parmak acımaz" diye bir söz var. El kesme cezasının hırsızlık karşısında uygulanan bir had olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki Osmanlı tarihi boyunca 600 yılı aşkın bir fıkhî tatbikatta recm ve el kesme cezalarının pek ender uygulandığı, çünkü tevbenin cezayı ıskat etmesi ilkesine/ "şüpheler sebebiyle hadleri düşürün" gibi hadislere uymanın bu dönemlerde dikkate alındığı kitaplarda yazılıdır. Beni asıl düşündüren "atasözü" nün, niçin "şeriatın kestiği el acımaz" olarak değil de "şeriatın kestiği parmak acımaz" ibaresiyle şekillendiğidir. Yoksa ceddimiz el kesmeyi pek uygulamadığı yetmezmiş gibi, uygulandığı kadarını da "parmak kesmeğe" mi indirgemiş? Tetkike değer.

Geleneksel toplumlarda hukukî normlar, o toplumu oluşturan insanların tabiatı uyarınca yeniden biçimlendi­ği gibi, iklim, beslenme şartları ve başka kavimlerle ilişkiler sebebiyle içine düşülen zaruretlere cevap verme­yi gözardı etmeksizin oluşur. Geleneksel toplumlarda hukuk düzenini gerektirecek temel motif "din" muhafa­za edilerek, hayat içînde bir esneklik ve seyyaliyat sağla­nabilir. Bu yüzden "şeriat" bir bakıma bütün topluluğun içten içe katıldığı, hatta onu kendi içinde bulduğu bir ya­pıya kavuşur. Bu yüzden şeriatın kestiği parmağın acı­mayacağına, çünkü bunun bir bakıma tedavi olduğuna inanılmıştır.

Toplumun geleneksel yapısı bozulduktan sonra ya­ni inanç ve bu inancın gerekli kıldığı yapılar sarsıldıktan, insan ilişkileri temel dinî motiflere uyularak düzenlen­mekten uzaklaşıldıktan sonra hâlâ geleneksel hukuk normlarının uygulanması toplumlarda zulmü doğurma­ya başlamıştır. Çünkü bu şartlarda toplumun işleyen tarafı ile bu işleyişi mümkün kılan tarafı arasında bir ko­pukluk doğmuştur. Böyle bir kopukluk hukuk alanında bir keyifliği de ister istemez getirebilmiştir. Zira yasaları anlamak ve onlara uymak bir bilmece haline gelmiş sayılır. Gücü elinde bulunduran, fiilî hakimiyetine mesnet olacak hukukî mazeretleri geleneksel normlardan rahatlıkta çıkarabildiği gibi, güçsüz olan, geleneksel normların (artık akıl dışı hale gelmiş) yaptırımları altında ezilebilir.

Bu karmaşıklığı gidermek için modern hukuk anlayışlarına geçilmiş veya demokratik temayüllerin tesciline başlanmıştır. Modern toplumların şeriatleri artık "din" kaynaklı değil, "akıl" kaynaklıdır ve bazı insanların isimlerini taşır "Code Napoleon" gibi. Aradaki zaman farkına ve getirdikleri kuralların kendilerine seçtikleri konular arasındaki uzaklığa rağmen "Napolyon kanunu" ile Cengiz yasasını" aynı ruh içinde görebiliriz.

Modern toplum artık geleneksel hukuk normlarına hiç yüz vermiyor. Fakat gariptir ki, insanların yine kolu, eli, kellesi kopuyor. 'İş kazaları" diyoruz bunlara. Acaba kadılarin verdikleri parmak kesme, kol kesme, kelle ko­parma hükümlerinin sayısını modern endüstriye geçil­dikten sonra iş kazalarında kopan kafalar, bacaklar ve  kollarla oranlarsak ağırlık hangi tarafta kalır dersiniz?

Geleneksel hukuk normlarına dönme heveslerinin  dünyada zaman zaman kabardığı bir gerçek. İlk bakışta bunun clumlu olduğu söylenebilir. Ama yanlıştır. Çünkü dönülmesi gereken geleneksel hukuk normlarını ortaya çıkaran dayanak, yani inançtır. Bu inançla birlikte  yaşama biçiminin yeniden canlanması, hayat bulması gereklidir. İnsan ilişkilerinin, üretimin, tüketimin, felsefî yaklaşımın "modern" kaldığı ortamda, suni bir "gele­neksel hukuk aşısı" uygulamak, zulümden başka bir so­nuç doğurmaz. Bu şeriatin başka bir şeraite "monte" edilebileğini düşünmek saçmadır. Şeriatin kestiği parmağın acımaması için o parmağın zaten önceden de şeriate ait olması gereklidir. Her insanın faydayı beklediği yapı da, zarar gördüğü yapı da "kendinin" olmalıdır''.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

İnsan İle Tabiat

Söze "insanla tabiat arasındaki ilişki..." diye başlamak, bu sözü söyleyenin tümüyle batılı bir kafa yapısı sahibi olduğunu göstermeye yeter. İnsan ve tabiat ayrı­mı yapıldıktan sonra ister bu iki unsuru birbiriyle düşman isterse ahenkli bir bütünlük içinde kavrayınız Kar­tezyen düalizmin içine düşmüş olursunuz. Yani artık ka­fanız bu günkü batı bilimini bu yüksek noktaya getirmiş olan tarzda çalışmaya başlamıştır. Böyle düşünmekle yıl­dızlar arası seyahati mümkün kılacak bir gelişmeye, mikro organizmalar arası ilişkilere karışabilen bir güce erişebilirsiniz. Ama, "ben" ve "dünya" ayrımı yapmış ol­makla kaybettiğimiz huzurunuzu bir daha hiç bulamıya-caksınız.

17.yüzyılda, yani kapitalizmin şafağı dediğimiz çağda yaşamış olan René Descartes, batı biliminin hızla gelişmesini mümkün kılan düşünme metodunu getirdi: Ruh ve madde ayrımının uzantısı olarak, birbirinden ay­rı ve bağımsız iki alan kabul ediyordu Descartes. Bunlar­dan biri bilen, bilme işini yapan zihin (res cogitans) öteki de bilinen, bilmeye konu olan madde alemi (res extensa) idi. Kartezyen düalizm bilim adamlarına kendileri dışın­daki her şeyi ölü sayma, üzerinde deney yapabilme ruh­satı verdi. Bir tarafta insan vardı, bir tarafta ise tabiat.

Böyle bir ayrım yapınca tabiat nesnel, yani objektif ola­rak tasvir edilebilir, ölçülebilir, üzerinde değişiklik yapı­labilir bir kavram olarak insanların kafasına yerleşti. Yalnız bilim adamları değil, biraz mürekkep yalamış herkes tabiat diye bir soyutluk olduğuna, bu soyut varlı­ğın objektif bir tasvirinin yapılabileceğine inandı. Sanki bu tasviri "insan" gibi noksan bir varlık yapmıyormuş, Ölçüleri koyan kendisi de ölçüme tabi değilmiş gibi bir anlayış egemen oldu. Nitekim ateist hümanizm "ölçü koyan" insanı ölü tabiat karşısında en üstün pozisyona "tanrılık katına” yerleştirmekte tereddüt etmedi. Aynı şekilde, ateist hümanizmin anlayışı içinde kartezyen ka­fanın türettiği tabiat kavramı tanrısal yüklemi de üzeri­ne almış oluyor, "tabiat kanunu" sözü "âdetullah" kavra­mı yerine ikame ediliyordu.

Bugün modern batı bilimi kartezyen öncüllerle di­namizmini muhafaza edemiyor. İzafiyet nazariyesi, nük­leer fizik ve modern mantık alanındaki gelişmeler ben ve dünya İkilisiyle düşünmenin yanlışlığı, bırakılması, yeni düşünme biçimi alanlarına girilmesi gibi mesafeler katettirdi insanlara. Ama kartezyen mantığın yanlışlığı­na yine o mantığın sınırlarına ulaşmak suretiyle, evrenin mekanik açıklamasının yetersizliğine yine bu açıklama­ların kazanımları üzerinde hareket etmek suretiyle vardı insanlar.

Madem batı düşüncesi, teorisi, pratiği, şusu busuyla bizzat batılılar tarafından anlaşılmıştır da niçin batı batılı olmaktan vazgeçmiyor diye düşünülebilir. Nitekim, bu yolda yürünmüyor da değil. Bugün İslâm da dahil olmak üzre metropol ahalisi üzerinde doğu düşüncesinin gerek mistik gerekse rasyonel yollarla etkisi hesaba katılır ölçüde. Ama bir zıtlık, bir çatışkı yaşıyoruz bu alan­da. Batı düşüncesini terketmenin gerekliliğini görecek kadar kafası gelişen insanlar artık doğu düşüncesini be­nimseyebilecek saflığı, hayranlığı kaybetmiş oluyorlar. Doğu düşüncesini saflıkla ve gerekli hayranlığı elde tu­tarak kendi bünyesinde yaşatmaya hazır kafalar da müs­tevli batı zihniyetinin bütün zokalarını yutacak kadar te­dariksiz. Çünkü bütün boyutlarıyla yaşayan bir gelenek­sel çevre, külliyen tanıyabileceğimiz doğu atmosferi yok. Öyleyse kendimizi aldatmacaya kaptırmadan "bu belli şartlarda" ne yapılacaksa yapmaya girişmek, çağı­mızı göze almak zorundayız.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Yanlışın Değeri

Günümüz insanları iki yönden toplum tarafından yılgınlığa uğratılıyor. Bunlardan biri içinde yaşanılan sistemin gereklerine uymadığı takdirde mahvolacağı korkusu, öteki de içinde yaşanılan sistemin gereklerine uyduğu taktirde mahvolacağı korkusudur. İnsanlar bu korkulardan hangisini atmaya çalışırsa diğeri tarafından tehdit edilmektedir. İçinde yaşadığımız sistemin yaşama şartlarına, geçim usûllerine, eğlenme ve bilgi edinme yollarına rıza göstermezsek hayatımızı idame ettirmenin imkânsız olduğunu düşünüyoruz. Herkes gibi çalışacağız, herkes gibi para harcayacağız, herkes gibi besleneceğiz, herkes gibi seyahat edeceğiz, herkes gibi gazete okuyacak, herkes gibi okullara gideceğiz, herkes gibi giyinecek, herkes gibi toplumsal ilişkiler kuracağız. Bütün bunları tamtamına yapmayabiliriz.

Yani herkes bir işyerine bağlı olarak çalışırken biz yaptığımız elişini satarak geçiniyor olabiliriz. Yahut herkes konserve yerken biz yalnızca taze sebze ile besleniyor olabiliriz. Herkes tedavi için hastahanelere ve özel doktorlara giderken biz kocakarı ilâçlarıyla iyileşmeyi deneyebiliriz. Ama bir alanda başkalarından ayrılışımız bir başka alanda başkalarına aşırı bağlılık göstermemizi zorunlu kılabilir, kılar da. Çünkü bazı konularda herkesten ayrılabilmek için bazı imkânlara, özellikle malî imkânlara sahip olmamız gerekir. Mali alanda güçlü olabilmek ise sistemin herkesçe yürütülen düzenin aksamadan yürümesiyle mümkündür. Yani herkes herkes gibi olmazsa siz herkesten ayrı olamazsınız.

Önemli olan sizin kendi varlığınızı koruyabilmek için herkes gibi olmaya mecbur bırakıldığınızı hissetmenizdir. Toplum yapısının üzerimize saldığı birinci yıldırıcı kuvvet bu duyguda odaklanır. İkinci yıldırıcı kuvvet eğer herkes gibi olursak bir hiç olacağımız yolunda yine toplumca türetilmiş bir önyargıdan neş'et eder. Sizde herkeste bulunmayan birşey olmalıdır. Toplumda herkesten ayrı bir yeriniz olduğunu hissetmezseniz mevcudiyetinizi de hissedemiyeceğiniz duygusu toplum tarafından size aşılanmıştır. Bir statünüz olacak. Bu statüyü size ya para yahut bilgi veya herhangi bir sebeple elde ettiğiniz şöhretiniz sağlayacaktır. Bu yüzden herkes daha zengin daha bilgili, daha meşhur olmaya çabalar.

Çünkü herkes gibi olmak herkes tarafından yok sayılmak demektir. Bu yüzden insanlar hiç kimse tarafından farkedilmeksizin yaşamaktansa, herkes tarafından kötü gözle bakılan biri olmayı tercih edebilirler. Yani statünün müsbet olması şart değildir. İnsanlar hiç statü sahibi olmamaktansa, menfi bir statüyü benimsemeye hazırdırlar. İşte yanlışın değeri burada ortaya çıkar. Doğrunun bir insan için değerli olabilmesi ancak doğruya sahip çıktığı zaman kendine üstün bir yer elde ettiği zaman vardır. Eğer doğru davranmak hiçbir dikkat çekici özellik taşımıyorsa, insanlar yanlışın değerine daha fazla inanmaya başlayacaklardır. Eğer benimsedikleri yanlış insanları toplum içinde yer sahibi kılıyorsa, bu yanlışa daha çok bağlanacaklar bu yanlışın değerini gözlerinde büyüteceklerdir.

Nitekim ideolojik inatlaşmalarda yanlışa verilen değer büyük bir rol oynamaktadır. Çoğu insan belli ideolojileri bu düşüncelerde bulduğu üstün vasıflardan ötürü değil, söz konusu ideolojilerin kendilerine bir marka temin ettiğine inandıkları için el üstünde tutarlar. Bazı insanların elinden ideolojisini alırsanız onun kimliğini, kişiliğini de almış okusunuz. Altık o da herkes gibi olur. Herkes gibi olmak ise hiçin içinde erimek, yok olmak ve mahvolmaktır.

Demek ki insanlar bir taraftan içinde yaşanılan sistemin bir birimi olmadan hayat bulamıyacaklarına inanırken, Öteki taraftan da sistemin herhangi bir birimi oldukları taktirde hayatlarının ellerinden alınacağına inanıyorlar. Ancak dikkat edersek insanlar üzerine yüklenen bu iki yıldırıcı güç insanları sadeçe dış yüzleri ile hesaba katan anlayışın hakim olduğu ortamda yıldırma imkânına sahip olabilir. İnsanları iç dünyaları bakımından önem sahibi sayan anlayış içinde bu yaklaşımlar ne kuvvet kazanabilir ne de yılgınlık doğurma fırsatı bulabilirler.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Kaideler İstisnaları Bozar

Gerek bilimde, gerekse sosyal hayatta konulmuş kaidelerin her zaman istisnaları olagelmiştir. Kaidelerin, kuralların savunucularının bu istisnaların önemini kü­çültmek, etki alanlarını daraltabilmek için eskiden beri.

istisnalar kaideleri bozmaz" şiarını baştacı ettikleri bilinir. Oysa kaide, hatta kanun olarak kabul edilen, bü­tünün yapışma uymayan farklı unsur veya olay bir kai­denin, kanunun mahiyetinin yeniden düşünülmesini zo­runlu kılar.

Eğer bir kuralın istisnası varsa, o kuralın geçerliliği yeniden tartışılmak gerekir. Nitekim, bilimde­ki, özellikle pozitif dedikleri bilimlerdeki yasalar istisna­larla karşılaşır karşılaşmaz yeniden düşünülmeye değer bulunmuş ve istisnanın da içinde yer alabileceği yeni bir kaidenin teşkili, elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Eğer bir olay önceden bilinen kaideler gereğince cereyan et­memişse, ortaya çıkan bir sonuç kabul edilen kanunların çerçevesi içinde açıklanamıyorsa o zaman olayın ve sonucun varlığından değil, onun niçin gerçekleştiğini açıklamakta aciz kalan kaidenin ve kanunun geçerliliğinden şüphe etmek pozitif bilimlerin şanındandır. Bu durumda istisnalar kaideleri bozmaz demek, gerçekleri değil insan vehimlerini savunmak anlamına gelir. Öyle ise "istisnalar kaidelerin mezarıdır" sözü daha doğru bir yaklaşım sağlar demeliyiz. Çünkü bilimdeki bütün yeni buluşlar karşılaşılan istisnanın sebebini bulmak gayretiy­le girişilen zahmetlerin sonucu olmuştur. Gerçi varılan sonuç daha sonra yeni bir kaide, yeni, bir kanun kabul edilmiştir, ama her yeni kanun ancak kendi istisnasıyla karşılaşıncaya kadar güçlü bir açıklama sunabilir insan.

Sosyal hayâttaki kaideler, bilimde kabul edilen kanunlardan elbet farklı mâhiyettedir. Toplum hayatının  kaideleri örf, âdet ve alışkanlıklardan örülüdür. Toplum  kaidelerinin dışına çıkmak ancak suç işlemek, namussuzluk etmek, töreyi bozmak şeklinde olur.Bu bakımdan istisnaların ‘’toplum kaidelerini bozanlar’’ şeklinde anlaşılmaları imkânsızdır. Toplum hayatında istisna, üs­tün bir yetenek, keskin bir zekâ, derin bir duyuş sahibi kimse olarak kabul edilmesi gerekir.

Eğer bir toplumda suç kaidelere uygun olarak işlenebiliyorsa; namuslu ol­mak özü boşaltılmış bir kaide biçiminde kabul ediliyor­sa; töre, şeklin muhafazasıdır, diye anlaşmıyorsa o zaman istisnaların kaideler tarafından bozulmaya mahkûm olduğunu söyleyebiliriz. Madem ki "istisna" denilen kişi bir toplumdaki üstün yetenekli, parlak zekâlı, derin duyuşlu insandır, kaidelerin yeteneksizi, budalayı ve duygusuzu esas unsur kıldığı ortamda üstün vasıftakiler zarar göreceklerdir. Birinci ihtimal üstün vasıflara sahip kimsenin bu vasıflarını toplum kaideleri uyarınca işe koşmasıdır. Bu şüphe yok ki istisna sayılan kişinin ruhça bozulması sonucunda başarılabilecek bir şeydir. Bir fırsatçı, bir sahtekâr olmadığı sürece hiçbir insan kaidele­rin ancak suçu ve namussuzluğu koruduğu bir ortamda gerçek üstünlükteki vasıflarını kullanamıyacaktır. İkinci ihtimal "istisna" vasıflara sahip bir insanın hiçbir etkin­lik gösteremeyişidir. Bu ise onun ortalama yetenekte, orta zekâda ve orta duyarlıktaki herhangi bir insandan çok daha fazla acı çekmesi demektir. Sıradan olamıyacak kadar vasıflı, sıraya giremiyecek kadar da üstün nitelikli­dir.

Katolik papazlar Galileo'nun yaptığı teleskoptan Ay'a, Venüs veya Jüpiter gezegenlerine bakmayı reddet­mişler. Çünkü papazların anlayışlarına göre Allah'ın yarattığı kâinattaki güzellik ve ahengi görmek için bu usul uygun değilmiş. Yani bu papazlar bir kaide koy­muşlar ve Galileo'nun getirdiği istisnanın kaideyi boza­cağına inanmışlar. Oysa bugün, o günkü istisna kaide olmuştur ve Galileo'dan kalkan modern bilim öyle yerlere gelmiştir ki çıplak gözle Ay'a bakmak, yıldızları sadece yıldızlar olarak görebilmek istisnadan sayılmak­tadır. Dünkü istisna kaideyi bozdu evet ama, bugünkü kaideler de istisnayı bozuyor. Çağdaş bilim çok temel bazı gerçekleri söyleyenleri beyin ameliyatlarına, elekt­roşoklara sürüklüyor. İstisnalar alkolizmin, beyaz zehirin, şiddetin eline teslim ediliyor. Kaideler sağlamlaştık­ça istisnalar çürüyor, bozuluyor.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Müslüman, Zalimden Değil Mazlumdan Yana Olur

Müslümanların zalimden değil, mazlumdan yana oldukları kesin, açık, su götürmez bir gerçektir. Mazlumdan değil de zalimden yana ortaya konulan her davranış gayr-i İslâmî’dir. Bu konuda kimsenin kem küm etmesine ne ihtiyaç vardır, ne de inancının sorumluluğunu yüklenmiş Müslümanlar tarafından bu safsatalı gerekçeler dinlenilmeye değer bulunabilir.

Bütün mesele neyin zulüm olduğunun tesbitinde galiba. Kur’ân bu hususu da açık seçik dile getirmiyor mu ?

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »