İlk İnsan Topraktan mı Yaratılmış, Maymundan mı Gelmiştir?

İlk insan topraktan mı yaratılmış, maymundan mı gelmiştir?

İlk insan topraktan mı yaratılmış, maymundan mı gelmiştir?

İnsanın kendi geçmişi ile ilgilenmesi, şüphesiz aklın gereğidir. Dünyaya nereden ve nasıl geldiğini bulmaya çalışması gayet tabiidir. Ancak, bu tip soruları nasıl çözecek, konu ile ilgili dokümanları neyle tartıp değerlendirecektir? Sadece mücerret akıl bu soruları cevaplandırmaya kafi midir?

Bu konunun açıklığa kavuşması için önce aklın çalışma prensibinin bilinmesi gerekir; Akıl, hadiseleri değerlendirme ve yorumlamada, duyu organlarıyla alınan bilgileri mantık süzgecinden geçirir. Duygu organlarının görevi farklı olduğu gibi, tesir sahaları da sınırlıdır. Kulağımızla bütün sesleri işitebiliyor muyuz? Hayır! Sadece titreşimleri 20 ile 20.000 arasındaki sesleri alabiliyoruz. Nitekim göz de ancak belli dalga boyundaki ışıkları seçebiliyor. Yedi renkli bir daireyi hızla döndürünce beyaz görürüz. Beyaz ışık da renk tayflarına ayrılınca yedi renk olarak karşımıza çıkar. Demek ki, göz aldanabiliyor. Bir başka misal; sıcak sudan çıkan elimizi ılık suya batırınca, bu suyun soğuk olduğuna hükmederiz. Ama hakikatte su ılıktır.

Aslında burada aldanan ne gözdür, ne de el. Beyin, bu duyu organlarından gelen bilgilere dayanarak hükümler çıkarmıştır. Yani, her iki halde de yanılmış olan beyindir.

Herhangi bir konu hakkında akıl; “tüme varım” ve “tümden gelim” metotlarıyla değerlendirme yapar ve bir hükme varır. Bu hüküm gerçek bir hüküm olmayabilir de. Zira, daha sonra duyu organlarının akla vereceği malzemenin değişmesiyle aklın ortaya koyacağı kıymet hükümleri de değişebilecektir. Çünkü, tesir sahaları sınırlı olan duyu organlarından elde edilmiş bilgilerin de eksik olacağı tabiidir. Yetersiz bilgi ile aklın yeterli hüküm çıkarması beklenebilir mi? Bundan dolayı bir çokları tarafından bilim; "Her an yanlışlığı ispatlanabilen değer hükümleri" olarak tarif edilir.

150 yıl önce ses ve şekillerin nakliyle ilgili bilgiler şimdikinden çok eksikti. Bu bilgilerle o zaman, görüntülerin nakledilemeyeceği hükmü çıkarılmıştı. Demek ki çevreden elde edilen bilgilerin değişmesine paralel olarak, aklın ortaya koyduğu değer hükümleri de değişiyor.

O halde, ilk insanın yaratılışı hakkında öyle bir hüküm ortaya koymalıyız ki, zaman ve zemine bağlı olarak değişmesin. Yani, gerçek bir hüküm olsun.

Akıl yaratılışı tek başına ne dereceye kadar kavrayabilir? Bu sorunun isabetli cevaplandırılması, mes'elenin çözümünü yarı yarıya kolaylaştıracaktır.

Aklın nüfuz edebildiği saha belirli ve sınırlıdır. Bu alan dışında kalan ve aklın tek başına çözemediği problemler, metafiziğin konusunu teşkil ederler.

İşte aklın nüfuz sahası dışında olan metafizik konularından birisi de "yaradılış”tır. Konu, ilk insanın yaratılışı olunca, iş daha da zorlaşır. Aklın burada tek başına varacağı sonuçta hata payı büyük olacaktır. Akıl bu vadide yalnız gidemez. Giderse hatalı sonuçlara varması kaçınılmaz olur. Çünkü, bir anlama aleti olan aklın idrak sahası sınırlıdır, dardır. Onun için aklın burada ilahi beyan ve hükümlere, yani külli bir akla ihtiyacı vardır. O da Kur'an-ı Kerim'dir.

Yaratılışı sadece akla güvenerek çözmek isteyenler de çıktı. Hem de büyük bir gürültü ile. Ama sonuç ne oldu? Sonunda "Çıkmaz yol"a girdiler. İnsanın, bir takım hayvanların evrimiyle ve tesadüfen ortaya çıktığını iddia eder oldular ve bu düşünce günümüzde bir doktrin, bir felsefe şeklini aldı. "Evrim felsefesi" olarak kendisine bir hayli taraftar da buldu. Bu felsefenin bazı ateşli taraftarları, işi daha da ileri götürdüler. Öyle ki, evrim bunların elinde bir inanç sistemi haline geldi. Evrime inanmayan aydınlar, bu ilim çevrelerince aforoz edildiler. Orta çağda mı? Hayır! Yirminci yüzyılda.
Şunu hemen ifade edelim ki, evrimciler yaratılışı değil, evrimi kabul ederler. Onlara göre; tek hücre zamanla değişikliğe uğrayarak günümüzdeki milyonlarca çeşit canlı hasıl oldu. Tabii insan da bunlar arasındaydı ve bu değişiklikten o da nasibini aldı.

Bu değişiklikler nasıl oldu? Bunu kim yaptı? Evrimcilere göre bu soruların cevabı gayet basittir. Bu farklılaşma onlara göre; tesadüfen olmuştur. Bu durumun ise çok uzun zamanda cereyan ettiğini söylerler. Mesela; ne kadar zamanda? Bu zaman öyle bir süredir ki, tetkiki mümkün değildir. Faraza, iddia ettikleri değişikliğin, ileri sürdükleri zamanda cereyan etmediğini ortaya koysanız, evrimci sizi başka geçmişlere havale eder.

Evrimciler, bırakın yeni canlıların ortaya çıkışını, insan türünün ırklarını bile açıklayamıyorlar. Meşhur evrimci T. Dobzhansky, bununla ilgili olarak şöyle diyor:
"Darwin'den bu yana bir asır geçtiği halde, insan türündeki farklı ırkların orijinine ait problemi çözemedik. Mesele hala bir asır önceki kadar karışık." (*)

Bir kimse, ırkların orijinini dahi izah edemeyen bir teoriyle, bütün canlıların yaratılışı ve geçirdiği değişiklikler gibi derin meseleleri nasıl açıklayacaktır? Anlaşılan odur ki, evrim teorisine ilmi delillerle yaklaştıkça, bu teorinin müdafaası imkansız hale gelecektir.

Meşhur bir evrimci olan Simpson, insanın yaratılışıyla ilgili olarak şöyle der:
"İnsan, kainatta anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Şuursuz ve akılsız maddelerin bir ürünüdür. Dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı sorumludur. İnsan, kainatta yaratıcı, kontrol ve tayin edici bir güce sahip değildir. Fakat, kendisinin ustası ve amiridir. Bu bakımdan insan, kendi kaderini kendisi tayin ve idare etmelidir."

Simpson, evrim felsefesini açıklarken akıl ve mantık sınırını zorlamakta, bir cümlede söylediğini diğerinde yalanlamaktadır. İnsan, hem "...Kainatta anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlık" olarak kabul ediliyor, hem de "şuursuz ve akılsız maddelerin ürünüdür" deniyor. Şuursuz ve akılsız bu maddeler, şuurlu insanı nasıl meydana getirecek?

Maddelerin kendilerinde "anlama ve şuur" yok ki, insana verebilsin.

Paragrafın devamında "dünyaya gelişini kendisi başarmış bir insan" deniyor. Bir yaşında ancak ayağa kalkabilen ve 5-6 yaşında çevresini tanımaya başlayan insanın, kendisini yokluktan meydana getirmesine imkan var mı? Başlangıçta yok olan insan nasıl kendisini meydana getirecek?

Simpson yazısına şöyle devam ediyor: "insan kainatta yaratıcı, kontrol ve tayin edici bir güce sahip değildir. Fakat kendisinin ustası ve amiridir." Hem insanın kainatta bir güce sahip olmadığı, hem de kendisinin ustası olduğu iddia ediliyor. Kainata sözü geçmeyen insan, nasıl kendisinin ustası olacak? Zira, insanın var olabilmesi için yer küreye, güneşe, aya, havaya, kısacası bütün bir kainata gerek vardır.

Meseleleri doğru değerlendiremeyeceği düşüncesi ile 18 yaşına kadar kendisine kanuni ehliyet tanınmayan insana Simpson, anne karnında ve hatta önceki safhalarda kendi kendini idare ettiriyor.

En basit bir hücre içinde bile, yüzlerce olay bir anda cereyan ediyor. Milyonlarca hücreden meydana gelen ve hücreleri devamlı değişip tazelenen insanın, kendisini idaresi elbette düşünülemez. Kalbin çalışması, sinir sisteminin işlemesi, kanın temizlenmesi ve besinlerin sindirim için hazırlanıp taşınması gibi yüzlerce olayın cereyanı insanın isteğine mi bağlı? Hayır. İnsanın hiç müdahalesi olmadan bu hadiseler devam ediyor. Simpson'un kendisi de bu kanunun dışında değil.

Atom ve moleküllerden varlıkların teşkili ve kainatta cereyan eden bütün hadiselerin idaresi; ancak, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir yaratıcının, kainatta her an tasarrufta bulunmasıyla mümkündür.

Meşhur evrimcilerden L. Zuckerman da çalışma prensiplerini şöyle dile getirir: "Saf ilmi düşünceyle, fizik ve kimya kanunları ışığında işe başlıyoruz. Fakat, hemen objektif hakikatlerden uzaklaşarak kıyas ve tahmine dayanan sahaya kayıyoruz. Hissi bir sezişle veya izah tarzıyla insanın fosil tarihiyle ilgili hükmü veriyoruz."

Yine evrimcilerden Gould, çaresizliğini şu soru ile dile getiriyor: "Cedlerle nesiller arasında geçiş gösteren hangi deliller var?" O'nun bu sorusuna evrimci anatomi profesörü Kitts şöyle cevap veriyor: "Paleontolojinin (Fosil bilgisi), evrimle ilgili delilleri sağladığına dair parlak sözlerine rağmen, evrimcilerin problemleri çözülememiştir. Bunların en önemlisi, fosiller arasındaki boşluklardır. Evrim için türler arasında geçiş formu gereklidir. Halbuki paleontoloji bunu temin edememiştir."

İnsanın sorası geliyor. Madem evrim için geçiş formu gereklidir. Bu geçiş formları da bulunamamıştır. O halde niçin evrimi müdafaa ediyorsunuz?

Evrimcilerin bu şekildeki itirafları daha da çoğaltılabilir. Ama dikkat edilirse görülecektir ki, iddia ettikleri evrim fikrini destekleyen hiç bir delil yoktur. O halde niçin bu görüşlerinde ısrarlıdırlar? Tek cümle ile; bir Yaratıcıyı kabul etmemek için.
Evrimcilerin temel felsefesini şöyle özetlemek mümkündür: Sanat var, fakat sanatkar yok. Eser var, usta yok. Kitap var, fakat bunu yazan yoktur.

Evrimcilerin görüş ve düşüncelerinin nereye dayandığını Gish, şu ifadelerle en iyi şekilde dile getiriyor: "Evrim felsefesi, evrimcilerin kendi dünya görüşleri içerisinde yer alan bir inanç sistemidir, bir dindir."

Aslında evrim felsefesi materyalizmle iç içedir. Gish bu konuya şu sözlerle dikkat çekmektedir: "Bir çok ilim adamının evrimi kabul etmesinin sebebi, bu teorinin, bütün canlıların yaratılışını materyalist ve tabiatçı bir düşünce ile izah etmesindedir. Çünkü bunlar, materyalizme ve tabiata inanırlar." Nitekim bununla ilgili olarak meşhur evrimci Dobzshansky de şöyle der: "Bugün materyalist felsefe, mevcut biyoloji ilimlerinden çoğunun temelini teşkil eder."

Evrim teorisinin bütün ilim adamları tarafından kabul edildiği sık sık tekrarlanır. Aslında, bu, münakaşayı kazanmak için uydurulmuş ve alışkanlık haline getirilmiş bir yoldur.

İnsanın atası olarak ileri sürülen fosiller arasında beş tanesi çok fazla tartışma konusu yapılmaktadır. Üzerinde en çok tartışma yapılan bu fosillere kısaca temas edeceğiz.

1— Java Adamı

Java adamı olarak ileri sürülen varlık, şu parçalardan meydana gelmiştir: Yarım kafatası, uyluk kemiği, iki büyük ve bir küçük azı dişi.

Bu parçalar bir yerde ve aynı anda mı bulunmuştur? Hayır. Birbirinden uzak mesafelerde ve 1891-1898 yılları arasında toplanmıştır. Yani, sekiz yıl arayla...

Java adamı resimleri tamamen uydurmadır.

Son yapılan araştırmalarda bu kafatasının şempanzeye, büyük iki azı dişinin orangutana, küçük azı dişi ile uyluk kemiğinin de insana ait olduğu anlaşılmıştır.
Nitekim fosilleri bulan Dubois de, hayatının sonuna doğru gerçeği itiraf etmiş ve Java adamı olarak ileriye sürdüğü yaratığın gibbon maymunu olduğunu açıklamıştır. Ama artık ok yaydan çıkmış, Java adamı evrimciler katında müstesna yerini almıştır.

Orta öğretim ve hatta yüksek öğretim kitaplarında hemen hepimizin zaman zaman şahit olduğu; yüzü kıllı, alnı çekik, burnu ve çenesi ileriye doğru çıkmış Java adamının gerçekle ilgisi yoktur. O halde bu resim ve şekiller nedir? Bunlar tamamen hayal mahsulü olarak çizilmiş veya elle yapılmış modellerdir.

2— Pekin Adamı

Bu yaratığın; üç azı dişi, kafatası parçası ve iki alt çeneden meydana geldiği iddia edilir. "İddia edilir" diyoruz. Çünkü, adı geçen bu fosillerden iki diş hariç, diğerleri mevcut değildir. Şu anda sadece bu iki dişle evrimci Weidenreich tarafından yapılmış modeller bulunmaktadır.

Pekin adamına ait fosillerin kaybolduğu ileri sürülür. Bunların kayboluş hikayesi ise anlatana göre değişmekte, gerçek durumu hiç kimse bilmemektedir. Bazı evrimciler, 1921-1928 yılları arasında Dr. Black tarafından bulunan bu fosillerin, İkinci Dünya Harbi esnasında Japonlar'ın Pekin'i istilası sırasında kaybolduğunu iddia ederler. O sıra Pekin'de görevli bulunan O'Connel ise, Japonlar'ın buraya gelmediğini, bu fosilleri evrimcilerin kendilerinin imha ettiğini belirtir. Ona göre, eldeki materyaller iddia edildiği gibi maymunla insan arasında geçişi gösteren bir varlığın fosilleri değildir. Kafatası, o devirde avcıların avladıkları orangutan maymununa aittir. Bu hakikati gizlemek için evrimciler, eldeki fosilleri kendileri imha etmişlerdir.

Yapılan araştırmalar da Pekin adamının, insanın evrime uğramış bir atası değil, orangutan benzeri bir maymun olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Şimdi bir biyoloji kitabına baksanız, Pekin adamına ait düzgün bir baş modeli veya kafatası iskeleti ile çene kemiği ve dişlerin resmini görürsünüz. Bunlar gerçeği değil, evrimci Weidenreich'in hayalindeki varlığı yansıtırlar. Çünkü, hakikatte ne böyle bir varlık yaşamış ve ne de fosili bulunmuştur.

3— Piltdown Adamı

İngiltere'de bulunduğu 1912 yılından 1960'lı yıllara kadar hakkında ciltlerle kitap yazılmış bir varlık da Piltdown adamıdır. Bu kitaplarda insanın maymundan nasıl evrimleştiği, adı geçen fosil delil gösterilerek enine boyuna anlatılır. Bu izahlar zaman zaman inandırıcı da olmaktadır. Zira, mevcut fosiller içinde en idealidir. Bütün kafatası ve çene kemikleri ile dişler tamdır. Bu fosil, bir müze müdürü olan Woodward ile tıp doktoru Dawson tarafından bulunmuş ve takriben 500 bin yıl önce yaşamış olduğu bildirilmiştir.

1955 yılından sonra fluor testine tabi tutulan bu fosilin öyle iddia edildiği gibi eski değil, çok yeni olduğu ortaya çıktı. Daha sonra üzerinde yapılan detaylı araştırma ile eldeki materyalin sahtekarlık belgesi olduğu görüldü. Hem öyle bir sahtekarlık belgesi ki, kafatası ve dişler insana, çene ise 10 yaşındaki bir orangutan maymununa ait. Bu insan dişleri, maymunun çene kemiğine uydurmak için eğelenmiş. Bununla da kalınmamış. Kafatası ve çene kemiklerine, eskiye ait olduğu görüntüsünü vermek için potasyum dikromat ile lekelendirilip Piltdown semti yakınında bir çukura gizlice gömülmüş. Tabii bir müddet sonra da buradan merasimle çıkarmak için.

Bu sahtekarlığın ortaya çıkmasıyla ne değişti? Hemen hemen hiçbir şey. Sahtekarlığı yapanlar ölmüştü. Mes'uliyeti kimse üzerine almadı. Bu fosilleri ilim alemine takdim edenler ise, Afrika ve Avustralya'da yeniden arzularına uygun fosil aramaya başladılar. Bunlar zaman zaman insanın atasına ait olan fosiller bulduklarını iddia ediyorlar. Bu fosillerin insanın atası ile bir ilgisinin olmadığını anlamak için tekrar 40-50 yıl beklemeye bilmem gerek var mı?

4— Nebraska Adamı

Evrimciler tarafından insanın atası olarak ileri sürülen fosillerden birisi de Nebraska adamıdır. Tennessee'de H.F. Osborn tarafından 1922 yılında ortaya atılmıştır. Bu varlığa ait delil nedir? Sadece bir azı dişi. Bu dişin takriben bir milyon yıl önce yaşadığı farz edilen Prehistorik (Tarih öncesi) insana ait olduğu iddia ediliyordu. William Bryan, tek azı dişi ile insanın atası hakkında hüküm vermede acele edilmemesi gerektiğini bildirince bütün şimşekleri üzerine çekti. Evrimciler kendisini, geri kafalı olmakla itham ettiler. Fakat yıllar sonra yapılan detaylı araştırmalarla bu dişin bir domuza ait olduğu ispatlandı.

5— Hong Kong Adamı

Bu adamın da tuhaf antropolojik bir hikayesi vardır. Von Koenigswald, bir Çin dükkanından bir miktar fosil diş satın alır. Bunlardan üç dişi ayırır, bir kenara koyar. Bu hususta kendisine Weidenreich de yardımcıdır. Neticede bu üç dişe dayanarak bir fosil adam tayinine karar verirler. Buna bir de isim gereklidir. O da bulunur, "Hong-Kong Adamı." (*)

Sonuç olarak denilebilir ki, canlıların silsile halinde birbirinden hasıl olduğu görüşü tutarsız, tamamen sathi ve subjektiftir. İnsanın geçmişi ile ilgili iddialar da bu paraleldedir. Hiç bir ilmi delili ve tutarlılığı yoktur. Üstelik bugün evrimcilerin bazı sahtekarlıklarının ortaya çıkmış olması, kendilerine güveni iyice sarsmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla, bütün canlılar ve hususan insan, doğrudan mükemmel şekliyle yaratılmıştır.

Evrimcilerin yanıldığı noktalardan birisi de, bütün hayvan ve insanları; göz, kulak, burun vb. gibi organlardan ibaret olarak değerlendirmeleridir. Bir türden bir başkasının teşekkül ettiği iddia edilirken, bunların his ve duygu dünyasını da gözden uzak tutmamak gerekir.

Ceset veya vücut, canlıların elbisesi gibidir. Her canlının cesedi de ruhuna, hissiyatına uygundur. Koyunun bedenine münasip ruhu ve aslanın da yine ruhuna uygun bir bedeni vardır.

Koyunun ruhu ottan hoşlanır. Ona aslanın pençesini takmakla duygularını değiştirebilir miyiz? Bütün vücut üyelerini değiştirsek bile, ruhunu değiştiremediğimiz sürece, o yine ot peşinde koşan munis bir koyun olarak kalacaktır.

İnsan da böyledir. Onun da cesedi, ruhunun elbisesidir. Bedeniyle ruh duyguları arasında tam bir uygunluk vardır. İnsanda yazma hissi mevcuttur. Elleri de buna uygun olup kalemi tutacak şekildedir.

Görüldüğü gibi, maddeten ve manen mükemmel insan bedeninin; "Bir takım hayvani bedenlerin evrimiyle meydana geldiği"ni ileri sürmek, bu noktadan da tutarsızdır.

Batı'da evrim teorisinin lehinde büyük bir kampanya yürütülmektedir. Bu kampanyanın hangi ölçülerde sürdürüldüğü, aşağıdaki bir kaç misalle bir nebze anlaşılacaktır, sanırım.

Önde gelen biyoloğlardan A. N. Field, 1971 yılında yayınladığı "The Evolution Hoax Exposed" isimli eserinde şu görüşlere yer verir:

"...Evrimin ispat edilmiş bir vakıa olduğu, halkın boğazına takılırcasına her fırsatta tekrar edilmektedir... Evrim teorisinin, ilim kisvesi altında bir şebeke tarafından yürütüldüğü bilinmektedir."

Meşhur bir anatomi profesörü olan Thomas Dwight'ın ifadeleri de oldukça dikkat çekici. Bakın ne diyor:

"Evrim konusunda kurulmuş olan diktatörlük, meselenin dışında olanların tahmin edemeyeceği kadar despot hale gelmiştir. Sadece düşünce sistemimizi etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda terör çağlarını aratan bir baskıyı da sürdürüyor. Acaba bilim dünyası liderlerinden kaç tanesi bu konudaki düşüncelerini aynen açıklayabilir?"

İngiltere Kraliyet Derneği üyesi Paleontolog Merson Davis, 1926 yılında Victoria Enstitüsü yayınlarından birinde şunları yazmaktadır:

"Bugünlerde evrime karşı çıkmak, başkalarının da söylediği gibi para kazandırmıyor... Acaba kaç kişi Avrupa çapında meşhur zoolog Fleischmann'ın, evrimin ilmi olarak kabullenemeyeceğini ifade eden sözlerinden haberdardır? Fleischmann'a hiç kimse doğrudan doğruya karşı çıkmamıştır. Fakat üstü kapalı bir şekilde kınanmış ve kısa zamanda unutturulmuştur. İlim adamları, bu ve buna benzer hadiselerle karşılaştıkça bu konudaki fikirlerini beyan etmeyip kendilerini saklamaktadırlar."

1928 yılında Paul Shorey, Amerika'da yayınlanan Atlantic Montly dergisinde aşağıdaki görüşlere yer verir:

"Sadece gazete idarehanelerinde değil, Kuzey Amerika'daki bütün üniversitelerde hiç bir şey 'EVRİM' kadar kutsal olamaz. Bunun tenkidi mümkün değildir. Bir profesör, Hıristiyanlığa, ABD anayasasına, George Washington'a, kadın haklarına, evliliğe veya özel mülkiyete serbestçe dil uzatabilir. Fakat evrime asla... Bu, müsamahasızlık ve geri kafalılık olur."

Sir Ambrose Fleming'i sanırım tanımayan yok gibidir. Bu zat, radyo yayınlarını sağlayan termo iyonik radyo lambasını keşfetmiştir. 1934 yılında İngiltere'de teşekkül eden evrimi protesto hareketinde Fleming de vardır ve evrimi çürütecek bir metni radyoda okumak için BBC (İngiliz radyo ve televizyon kurumu) idaresinden müsaade ister. Fakat BBC müdürü C. A. Siepmann bu teklifi reddeder. Gerekçesi de şudur:

"Memlekette önde gelen bilginlerin çoğunluğunun desteğini sağlayabilmemiz için bu tip yayın yapılmaması, BBC'nin umumi politikasıdır."

Evrim lehindeki bu baskı, meşhur biyolog Prof. Sir William Batenson'u ise hayata küstürmüştür. Batenson, Amerikan ilmi İlerleme Birliği'nin Toronto'da yapılan kongresinde evrimi destekleyen delilin bulunmadığını dile getirmiştir. Lakin, tarafsız bir şekilde ortaya koyduğu bu düşüncesinden dolayı meslektaşlarının üzücü ve devamlı protestosuyla karşılaşması, O'nu büyük bir ümitsizliğe itmiş ve sonunda mesleğini terk etmiştir.

Dünya çapında meşhur evrimcilerden Douglas Dewar 1912 yılında "Türlerin Teşekkülü" adlı evrimi destekleyen bir kitap yazar. Bu kitabı, devrin başkanı Roosevelt tarafından da tavsiye görür. Dewar bu yayınından sonra araştırmasını daha da genişletir ve Hindistan kuşlarını detaylı şekilde inceler. Neticede, ani mutasyonlarla (değişme) türlerin değişmediği kanaatine varır ve evrim teorisini reddeder. Daha sonra "İnsan Özel Yaratık" adlı kitabını neşreder. Bu kitabının bir yerinde şöyle der:

"Evrimcilerin basını ele geçirmelerinin önemini pek az insan idrak etmiştir. Bu gün pek az dergide evrim teorisini reddeden makale çıkar. Hatta dini dergilerin bile bir çokları insanın hayvan soyundan geldiğini kabul eden modernistlerin elindedir... Genellikle bütün gazetelerin yazı işleri müdürleri evrimi, ispat edilmiş bir vakıa olarak bilmekte ve bu teoriye karşı herkesi cehalet, ya da delilikle suçlamaktadırlar... Hemen hepsi, evrimciler tarafından çıkarılan ilmi mecmualar ise, evrim mefhumuna ufak bir gölge düşürecek yazıyı bile yayınlamak istememektedirler... Kitap neşredenler ise, yürürlükte olan böyle bir teoriye karşı çıkıp da üzerine hücumlar toplayacak veya rağbet görmeyecek bir kitabı basmazlar. Hatta basım masrafları yazara ait olsa bile... Bununla yayınevinin itibar kaybedeceğini düşünürler. Böylece halk, meseleyi tek yönlü olarak bilmektedir. Halktan birisi, evrimi, yer çekimi kanunu gibi ispat edilmiş bir gerçek olarak bilir."

Batıdaki bu taassubun uzun sürmemesini dileriz.

Evrim teorisini müdafaa edenlerin büyük bir kısmının esas maksadı, insanın maymundan geldiği safsatasını zihinlerde yerleştirmektir. Bunu doğrudan söyleyemedikleri için, ilim kisvesi altında evrim teorisini ileri sürüp, bunu ispata çalışırlar.

Akla şöyle bir soru gelebilir: Niçin ısrarla insanın maymundan geldiği iddia ediliyor? Bu sorunun bir kaç cevabı olabilir.

Birinci ve en önemlisi; inançları sarsarak, materyalist felsefeyi ve inançsızlığı bütün dünyaya yaymaktır. Gerek Kur'an-ı Kerim'de ve gerekse İncil ve Tevrat gibi diğer semavi kitaplarda; insanın ilk atasının Hz. Adem olduğu bildirilir. Onun da topraktan yaratıldığı beyan edilir. Dolayısıyla dini inancı sarsmanın yollarından birisi, bu semavi hükme ters düşen felsefeyi ileri sürmektir.

Evrim nedir? İleri sürdüğü deliller nelerdir? Teori nedir? Bu teorinin leh ve aleyhindeki düşünceler nelerdir? Bütün bu soruların cevabını anlama ve araştırma safhasında olmayan gençlerin zihinleri, biyolojiden tarihe varıncaya kadar bütün derslerde evrim felsefesinin bombardımanı altındadır.

Evrim felsefesinin özellikle insanın geçmişi ile alakalı görüşü, ilim kisvesiyle bir kanun gibi devamlı telkin edilir. Ayrıca, evrim anlatıldıktan sonra, din ve ilmin çatıştığı tekerlemesinin de hemen ilave edildiğini unutmamak icap eder. Belki de bu genç, din ile ilmin değil, gerçekte evrim felsefesinin ortaya koymaya çalıştığı hayal mahsulü ile dinin çatıştığını, hayatı boyunca öğrenme imkanı bulamayacaktır.

Bazılarının evrimi savunmasının diğer bir sebebi de mesuliyetten kaçma hissidir. Çünkü, yaratılışı kabul, bir Yaratıcının varlığını gerektirir. Yaratıcıyı kabul edince ardından O'nun emir ve yasaklarına riayet gelecektir. Bu sorumluluktan kaçmanın tek yolu, yaratılışı tesadüf ve sebeplere havale etmektir.

(*) Daha fazla bilgi için: Fosiller ve Evrim, Tercüme; Â. Tatlı, Cihan Yayınları, 1984.
(**) Daha fazla bilgi için: Şişli, N. ve ark. Genel Biyoloji, MEB Yayınları, 1979, Ankara.

Adem Tatlı (Prof.Dr.)
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Zeyneb İle Evlenmesi Meselesi

Hz.Peygamber'in Zeyneb İle Evlenmesi Meselesi


Ahzab,37.Ayet Meali:

“Biz bunu, evlatlıkları hanımlarını boşayıp onlardan arzularını gidermeyi sona erdirdiklerinde evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri hususunda inananlar için bir sakınca olmasın diye yaptık. Böylece Allah'ın buyruğu yerine getirilmiş oldu."

Ayette açıkça ifade edilen bu gerekçeden de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in Zeyd'in boşadığı Zeynep ile evlenmesi, kendi arzu­suyla değil, tamamen Allah'ın izni ve iradesi dahilinde ve yanlış bir telakkinin toplumdan kaldırılması içindir. 0 halde bu evliliğin sebebi olarak uydurulan yakışıksız sözlerin tamamı yalandır.

Bir çok tefsirde yer verildiğine göre, güya bir gün Rasulullah (s.a.v.) Zeyd'le görüşmek için evine gider. Zeyd evde olmadığı için Peygamber'i, üzerinde dekolte bir kıyafetle Zeynep karşılar ve içeri buyur eder; 0 da bu teklifi kabul etmez ve geri dönerken "Kalplerin çeviricisi Allah'ım sen ne yücesin!" der. Zeynep de bunu işitir ve kocası eve geldiğinde bunları ona anlatır. Bu sözden Zeyd, Rasulullah'm Zeyneb'e gönlünün düştüğünü anlar ve Zeyneb'i boşayarak Peygamber’in onunla evlenmesine imkân tanır.(Zamehşari,Keşşaf,3,427...)

Kanaatimizce, özet halinde naklettiğimiz bu sözler bir çok yön­den doğru sayılamaz. Bize göre en önemlisi de şudur: Bu sözleri doğru sayanların dediği gibi, "Evet” Hz. Peygamber de insandır. Bir insanın, evli olmayan bir kadına gönlü düşüp, aşık olması da insani bir duygunun sonucudur ve tabiidir. Fakat bu doğal durum düşünülürken çok önemli olan bir ilke de gözden uzak tutulduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki, Hz. Peygamber de bir insandır. Her insa-

insani niteliklere 0 da sahiptir. Bunun aksini söylemek hem realiteye hem akla ve hem de Kur'an'a aykırı söz söylemek olur.Fakat ya gözardı edilen ya da bilinmeyen bir gerçek daha var.Şöyle ki;Hz Peygamber insandır, ama 0, herhangi bir hikmet ve kitap verdiği üsve-i insanlar arasından seçilmiş bir peygamberdir.Vahiy süreci boyunca eğitilmiş, Allah'ın tavsiye ettiği ahlak ile  ahlaklanmış,insani nitelikleri ve ahlaki güzellikleri

bakımından bir insanın ulaşabileceği en üst düzeye yücelmiş zir­vedeki mükemmel bir insandır. Normal insanlardan beklenebile­cek nefsi arzu ve şehvetle ilgili bir durumu O’ndan da beklemek ve bunu böyle mümtaz bir şahsiyete yakıştırmak, bizce en iyimser tahminle, O’nu tanımamaktan doğan büyük bir saygısızlıktır. Ayrı­ca boşanacağı bilinse bile, henüz boşanmamış olup bir başkasının taht-ı nikâhında bulunan bir kadına gözü ve gönlü, düşerek aşık olmak ve bunu bir biçimde açığa vurmak iffetsizlik olmaz mı? Dinen haram değil mi? Bu, O'nun sahip olduğu yüksek seciyesi­ne, ilmine ve hikmetine nasıl yakıştırılabilir! İşte bu gerekçeyle biz, "İçinde gizlediği şey Zeyneb’in aşkı, ona duyduğu sevgisidir." sözünü asla doğru bulmuyoruz! Bunu bir düşüncesizlik olarak değerlendiriyoruz.



M.Zeki Duman - 5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Hz.Peygamber Mü'minlere Kendi Canlarından Daha Kıymetlidir

Hz.Peygamber Mü'minlere Kendi Canlarından Daha Kıymetlidir

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُوْلُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَن تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُم مَّعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

Ahzab,6.Ayet Meali:Peygamber, mü'mirilere kendi canlarından daha değerlidir, hanımları da onların anneleridir. Akrabalar, Allah'ın Kitabı'nda birbir­lerine müzminlerden ve muhacirlerden daha ileridirler; ancak dost­larınıza örfe uygun olarak yaptıklarınız başka! Bunlar Kitap'ta böyle yazılmıştır."

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ

Pek çok müfessir gibi Celaleyn'in şarihlerinden Savî de bu ayeti şöyle izah etmiştir: Bir tehlike ya da bir iyilik karşısında kişinin nefsi ile Hz. Peygamber'in nefsi karşı karşıya kaldığında, mü'min kesinlikle Peygamberi kendisine ter­cih etmeli ve yeri geldiğinde O'nun için canını bile feda etmekten çekinmemelidir.

Hz. Peygamber mü'minler için canlarından daha değerli olunca, elbette O, insanın canından daha az kıymete haiz olan çocukların­dan, mallarından, eş ve dostlarından daha da evla olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, başta iman ve İslam olmak üzere mü'minlerin dünyada ve ahirette sahip oldukları ve olacakları üstün meziyet ve nimetlerin hepsinin en önemli vasıtasıdır.’’

Bu ayet bir de şöyle izah edilebilir: Mü'min, Hz. Peygamber'in istediği ve teşvik ettiği şeye uymalı, aynı konuda nefsinin hoş gö­rüp arzu ettiği şeyi terk etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber'e itaat Allah'a itaattir, O'na itaatsizlik de Allah'a isyan sayılır. Ayrıca Hz. Peygamber İlim, Hikmet ve Kitap sahibi seçkin ve faziletli bir pey' gamberdir. O sürekli olarak Rabb'inden vahiy almaktadır. Nefsi­mizin arzu ettiği şeyin hakkımızda şer olma ihtimali vardır; bazan istediğimiz şey ilme ve hikmete aykırı da olabilir, ama Hz. Peygamber'in bizim için istediği şeyde mutlaka hikmet vardır.

.......

Fuzulî'nin de söylediği gibi:

Cânımı canan eğer isterse minnet canıma

Can nedir ki anı kurban etmeyim cananıma...

Öyle ya! Nihaî amaç Rabb’imizin rızasını kazanmak olmak üze­re getirildiğimiz şu geçici sınav ortamında ancak iman ve İslam ile değer kazanabilen bu naçiz canımız ve hayatımız, onun müsebbibi olan Rasulullah (s.a.v.)’e niçin feda olmasın ki! Özellikle de bu anlayış içerisindeki fedayı can Rabb’imizin rızası ile de ödüllendiriliyorsa!...



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?

Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?


“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Ama bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar."(Nisa,48,116)

Bu ayetten anlaşılıyor ki Yüce Rabb’imiz, sadece müşrik olarak ölen kimseleri bağışlamayacaktır. Ama bunun dışındaki kimseleri, dilerse bağışlayacaktır. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, büyük günahlardan kaçınan kimselerin küçük günahlarını bağışlayacağına dair söz verdiğini de biliyoruz. Fakat adam öldürmek, zina etmek, anne ve babanın haklarını gözetmemek gibi büyük günahlardan birini ¡işleyen kişi, ne sebeple olursa olsun, tevbe etmeye imkânı olduğu halde tevbe etmeden ölmüşse böylesi bir günahkâr kişinin affe­dilmesi beklenebilir mi? Bu hususta da ümit devam etmeli midir?.- İşte bu konu, ehl-i sünnetten olan ilim adamları ile mu’tezilî görûş sahip olanlar arasında tartışılmaktadır;

Elbette Allah Teâlâ'nm, dünyada ve ahirette bir kulu için dileyip yapmak istediği bir şeyi engelleyecek hiçbir güç yoktur; O mutlak güç sahibidir... "Allah sana bir iyilik yapmak istediği zaman, onun fazlından yapacağı bu iyiliği engelleyebilecek hiçbir güç yoktur.'' (Yunus,107)O halde Allah, bir şeyi murad etmişse, bu olur mu. olmaz mı, şeklinde tartışmak bile abesle iştigaldir... Ama suç ve ceza Allah'ın vaadi ve vaadleri, Allah'ın adaleti gibi temel ilkeler açısın­dan konuya yaklaşıldığında tartışmanın sona ermesi de mümkün değildir. Kullar hayatta olduklan ve yaşama ümit ve imkânları devam ettiği sürece Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesmemelidirler. Fakat inkâr etmediği halde büyük günahlardan birini ya da bir kaçını işlemiş, tevbe etmeden ölmüş olan kimseler için de bu ümit devam etmeli  mi? Kanaatimizce asıl tartışmaya açık olan husus budur...

Ehl-î sünnetten olan ilim adamlarına göre, inkâr olmadığı süre­ce büyük ve küçük günah mü'mini dinden çıkarmaz. O sebeple günahkâr olarak ölmüş olan kişi mü’mindir ve Allah'ın onu affetmesi umulur. Mesela İmam Maturidî demiştir ki, “Gerçekte küfür örtmek demektir; günahkâr kişi Rabb'inin nimetlerini örtmemiş ve hakkını inkâr etmemiş ki imanı batıl, kendisi de kâfir olsun Örfte iman, işitmek ve tasdik etmek demektir; günah sahibi hiçbir konuda Allah'ı yalanlamadığına göre, o mü'mindir.”(Maturidi,Tevhid,syf;334) affı da beklenebilir ‘’"Sadece şirk, tevbe ile affedilir, diğerleri ise kişinin nail olacağı faziletlerle bağışlanması caiz olduğu gibi yapacağı iyiliklerle de örtülür.(Maturidi,age,338)

Mutezile mezhebinden olan ilim adamlan ise, bilhassa büyük günahtan dolayı tevbe etmemiş olan bir kimsenin affedilmesini ummayı makul bulmuyorlar. Mesela Zemahşeri, şirkin dışındaki günahlarla ilgili ayette söz konusu edilen bağışlamanın, suçlunun tevbe etmesi şartına bağlı olduğunu savunuyor. O, tevbe etmeden öldüğü takdirde, büyük günah işleyen kimsenin atfedilebileceğini teklemeyi, şaşılacak bir beklenti olarak değerlendirmiş ve şöyle demiştir; "Allah'ın, haksız yere bir mü'mini öldüren kimse ile ilgili Nisa 92. Ve 93.ayetlerdeki hükmünü okuyup duran Resulullahın;’’Allah katında dünyanın tamamen yok olması,bir müminin öldürülmesinden daha hafiftir’’Yarım kelime ile de olsa bir müminin öldürülmesine katkıda bulunan kimse,kıyamet gününde alnında Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."

Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."(M.Ali Sabuni,Ahkam Tefsiri,1/497-498)

Furkan suresinin 70. ayetinden de anlaşılabileceği gibi bu üç büyük günahtan birini ya da hepsini işlemiş olan bir kişi, zama­nında ve kabul şartlarına uygun olarak tevbe edip büyük bir piş­manlıkla Allah'tan bağışlanmasını dilemeli, iman etmeli ve geri kalan hayatını salih amel ile geçirmelidir. Tevbe etmeyi ihmal etmiş olsa bile en azından İmam Maturidî'nin dediği gibi kötülük­lerini örtebilecek iyilikler, salih ameller ile bir kısım faziletlere nail olmalı, kalan ömrünü sırat-ı müstakim üzere sürdürmelidir. Aksi halde büyük günahlardan sakınmamış, bunlardan birini ya da hepsini işlemiş olup da ömrü boyunca hiç tevbe etmemiş; kendisi­ni ıslah edip Allah'a yönelerek salih amel işlememiş kimselerin, mü'min de olsa bağışlanmalarını beklemek elbette şaşılacak bir şeydir! Kaldı ki Allah Teâlâ'nın "Siz, yasaklanan büyük günahlar­dan kaçınırsanız, biz sizin diğer günahlarınızı örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdiririz."(Nisa,31) buyururken, büyük günah­lardan kaçınmayı mü'minlere bırakmış olduğu da bilinmektedir!

Özellikle büyük günahlar husususunda geleceği ihtimallere bı­rakmak, güvenilir bir yol değildir. Çünkü Cenab-ı Hak, ancak dile­diği kimsenin şirkin dışındaki günahlarını bağışlayacağını söyle­miştir. Bunda, dilerse bağışlamaz anlamı da vardır. Ya bağışlamaz­sa!

Aynca Allah, büyük günahlar olarak bilinen Allah'tan başkası­na dua eden/şirk, haksız yere adam öldüren ve zina eden kimseler hakkında: İsrafa dalmayan ve daima orta yolu takip eden mü'minler, (...) Allah'la birlikte başka bir tanrıya dua etmezler, haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymazlar ve zina etmezler. Bıılan yapanlar, cezalarını bulurlar. Bunların azabı kıyamet gü­nünde kat kararttırılır ve cehennemde önemsiz kişiler olarak ebedi kalırlar," (Furkan,68-69)dedikten sonra hemen devam eden ayette de şöyle buyurmuştur:

"Ancak tevbe edip iman eden ve salih amel yapanlar başkadır, Allah onların seyyielerini hasenata çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir."(Furkan,70-71)

Görülüyor ki Allah Teâlâ büyük günahların bağışlanmasını tevbe etme, iman etme ve salih işler yapma şartına bağlamıştır. 0 sebeple "Büyük günahlar için mutlaka tevbe şarttır." görüşü, ina­nan kimsenin lehine bir görüştür. İhmal edilmeye gelmez!

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Ahzab 71.Ayet Meali ve Tefsiri

hzab 71.Ayet Meali ve Tefsir
Ahzab 71.Ayet Meali;

Allah da sizin işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Peygamber’ine itaat ederse kesinlikle o büyük bir zafere ermiştir."

Özü doğru olanın sözü de doğru olur; özü, sözü doğru olanın elbette işi de doğru olur. Eğer kul, özü ve sözü doğru olur, her zaman iyi niyetle işe koyulursa, yöntemi yanlış da olsa, Allah ona basiret verir yolunu düzeltir, başarıya ulaştırır, günahını da bağışlar.

Şöyle de denilebilir: Kul, özü ve sözü doğru olur, her zaman iyi niyetle işe koyulursa Allah da o kuluna karşı oldukça merhametli olur; her şeyde ona kolaylık ihsan eder, işlerini yoluna kor ve onu başarıya ulaştırır, günahlarım da siler, asla cezalandırmaz. Atalarımızın: "Doğru söylemeyenin işi rast gitmez.’’ sözü de bunu ifade etmektedir...

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri


İslam öncesi Arap kadınları da kendi geleneklerine göre giyini­yor, başlarını bir biçimde örtüyor ve süsleniyordu. Ama kadının saygınlığını koruyacak, onu kötülüklerden uzak tutacak nitelikte bir tesettür geleneği yok idi. Evdeki kıyafeti veya tek başörtüsü ile sokağa çıktığında bir mü'min kadını diğerlerinden ayırt etmeye yarayacak farklı bir kıyafet de söz konusu değildi.(Nişaburi,Garaibul Kuran ve Reğaibul Furkan,XXI/32)  Yani uzaktan bakıldığında kadınları, kıyafetleriyle de olsa, birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu...

Kurtubı'nın naklettiğine göre Arap kadınları, genellikle başlarina aldıkları örtüyü arkalarına doğru sarkıtıyorlar; bu yüzden boyunları, kulakları ve göğüsleri açık bulunuyordu.Kimileri de başlarını hiç örtmüyordu.

Allah Teâlâ, mü'min kadınların dışarıya çıktıkları zaman tanınmaları ve saygınlıklarının korunması;yanlışlıkla da olsa herhangi bir saldırıya maruz kalmamaları için kendilerini mümin olmayan kadınlardan ayıracak nitelikte bir örtüyü, kendilerini tanıtıcı bir alamet olarak üzerlerine almalarını şöyle tavsiye etmiştir.

Ayet: 59

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle de dışarı çıkarken cilbablarını üstlerine alsınlar Bu, onların tanınmaları ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.''

Bir şeyi kendisine yaklaştırmak anlamına gelen,elbise ile gelince yani, bollaştırdı; üstten aşağıya salıverdi; saldı, sarkıttı, örttü, anlamındadır.

Lügatta örtü/deriyi örten; geniş elbise anla­mındadır. İbn Mesud, Ubeyde” Hasan el-Basrî, Said İbn Cübeyr ve daha birçoklarına göre cilbab, başörtüsünün üzerinden giyinilen rida, gömlek, Arapların bugünkü tabiriyle abâyesidir. İbn Abbas ve

İbn Mesud (ra)'dan nakledilen bir rivayete göre de cilbab,yani, abâye ve cübbe gibi elbisenin üstünden giyilen veya sırta alman geniş örtü demektir.

Kurtubî'ye göre cilbab'ın örfteki manası, bedenin tamamını ya da büyük bir kısmını örten ve başörtüsünden daha büyük bir ör­tüdür.

Müslim'in es-Sahih'inde nakledildiğine göre:Rasulallah, Şayet herhangi birimizin cilbabı yoksa ne yapalım? diye sorulduğunda Rasulullah; kardeşi, ona kendi cilbabını giydirsin,, sokağa öyle çıksın, buyurdu"(a.g.e,XIV/243)

Nesefiye göre “Cilbab’’. yatak çarşafı gibi bedenin tamamını örten büyük bir örtü,(Nesefi,Tefsir-un Nesefi,3/312)Elmalılıya göre ise ‘’Cilbab,baştan aşağı bedenin tamamını örten çarşaf,ferace,car gibi dış kisvesinin adıdır.(Elmalılı,Tefsir,VI/3929)

Nakledildiğine göre,evlerde tuvalet bulunmadığından kadınlar,genellikle akşamları def-i hacet için dışarıya çıkıyolardı.Bu esnada bir kısım namussuz erkekler, karanlıktan yararlanarak kadınlara laf atıyor veya cariyeleri uzaklara götürüyorlardı. Kadın­lar arasında, özellikle hür mü'min kadınlarla cariyeler arasında belli bir kıyafet farklılığı bulunmadığından, mü'min kadınların da zaman zaman aynı saldırıya maruz kaldıkları oluyordu. Bu kimse­ler de sorgulandığı zaman, bilmedim, ben cariye sanmıştım... gibi mazeretler ileri sürüyorlardı. İşte bu durum sebebiyle bu ayetler indirilmiştir.(İbn Kesir,Tefsir,VI/471) Kur'an-ı Kerim'de, mü'min kadınların giyim ku­şamlarıyla ilgili bununla beraber dört hüküm bulunmaktadır.

Birincisi: Nûr suresinin otuz birinci ayetinde namahrem, yani nikâhı helal olan erkeklerin yanında mü'min kadınların yüzleri ve ellerinin dışında, bedenlerinin tamamını örtmeleriyle ilgili hüküm.

İkincisi: Yine aynı ayetin devamında yer verilen baba, amca, dayı, kardeş, yeğen... gibi mahrem olan erkeklerin yanında asgari göbek ile diz kapağı arasını örtmekle ilgili hüküm.

Üçüncüsü: Nûr suresinin altmışıncı ayetinde, hayız ve nifastan kesilmiş olmakla beraber cinsel duyguları tamamen yok olmuş yaşlı kadınlarla ilgili istisnaî hüküm.

Dördüncüsü: Bu, cilbap ayetidir. İlk üç hüküm şart ve ortamın­da süreklilik arzettiği halde bu hüküm, tamamen yaşanılan toplu­mun ahlâki durumuna bağlıdır. Yaşadıkları toplumda mü'min kadınların diğerlerinden ayırt edilmemeleri sebebiyle dışarı çık­tıklarında taciz edilme ihtimali var ise, cilbab olması da şart değil, bir tedbir olmak üzere kendilerini tanıtıcı bir kıyafete veya başka bir alamete ihtiyaç vardır. Fakat mü'min kadınlar, normal teset­türleri içerisinde rahatlıkla dışarı çıkabiliyor ve herhangi bir sıkın­tı verici duruma maruz kalmıyorlarsa, o toplumda böyle bir örtüye de ihtiyaç olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bir kısım emirler illetine mebnidir.İllet  devam ettiği sürece, hüküm de devam eder. İllet ortadan kalktığı zaman hüküm de kalkmış sayılır.



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Mezhep Hakkında İfrat ve Tefrit Tutumlar

Mezhep Hakkında İfrat ve Tefrit Tutumlar

Efendimiz döneminde mezhepler yoktu, vefatından sonra bunlar ortaya çıktı. Dolayısıyla mezhepler bidattir.' Bu ilmen yanlış bir tesbittir. Bir uygulama, sırf Efendimiz döneminde olmadığı için bid’at sayılmaz. İslâm'ın temel kaynaklarına başvurularak yapılan bir uygulama bid'at değildir. Bunun tipik örneği, Mushaf-ı Şeriftir. Mushaf; Asr-ı Saadette, Hz. Ebubekir. Hz. Ömer ve hatta Hz. Osman devrinde var mıydı? Hz. Ali Efendimiz döneminde Mushaf-ı Şerif çoğaltılarak yayıldı. Şimdi buna bid’at mi diyeceğiz? Elbette ki hayır! İşte mezhepler için de aynı şey geçerlidir. Mezhebi, kişinin yaşadığı zaman, mekân ve şartlarına bakarak yükümlülüklerini belirlemek şeklinde algılarsak Efendimizin uyguladığı bir usuldü bu.

Meselâ bir deve çobanına anlattığı Islâm'ı hatırlayalım: “Günde beş vakit namaz kılacaksın, yılda bir oruç tutacaksın. Malın mülkün yok, zekât vermek sana farz değildir. Zilhiccede hacca gideceksin. Bir de benim Allah'ın Resûlû olduğuma îmân edeceksin." Bunu dinleyen deve çobanı, “Bilin ki, bunların hepsi kabulümdür ve hepsini yerine getireceğim. Ne bir fazlasını ne bir eksiğini yaparım'" mealinde bir şey söyleyip gider Efendimiz yanındaki zevât-ı kirama, “Cennetlik birini görmek istiyorsanız giden adama bakın!” der. Pekiyi deve çobanına söylenen Islâm, herkes için geçerli mi? Hayır. O Islâm söz konusu şahıs içindir, başka şartlara sahip olanlar başka türlü bir İslâm ile mükelleftirler. Dünya hayatımızca hiçbirimiz deve çobanı seviyesinde kalmaya râzı değiliz. Hep daha iyi ve yükseğin peşindeyiz. Pekiyi dinimizi yaşamakta niye deve çobanı seviyesiyle yetinmeye yelteniyoruz? Bu, imânla bağdaşır mı? Bir düşünüverelim, lütfen.

Evet, Asr-ı Saadet'te mezhepler vardı, sadece adlandırılmıyordu; zarfsız mazruf hâlinde uygulanıyorlardı.İçtihadlarına göre hareket edilen sahâbiler vardı. Ayrıca mezhepler dört adetten ibaret değildir, yüzlerce mezhep sayılabilir. Meselâ Evzâiye diye bir mezhep vardır. Selahaddinn-i Eyyûbi dönemine kadar Suriye, Ürdün. Lübnan ve Batı Irak Müslümanları, türbesi Beyrut'ta olan imam Evzâf Hazretlerine tabi olmuştur. Bu mezhep ilk önce Şâfii, sonra Hanefiliğe intikal etmiştir. Bir mezhebe tâbi olmayı, Efendimizin “Ashabımdan her biri bir yıldız gibidir, hangisine uyarsanız doğru hedefe varırsınız.” mealindeki hadis-i şerif rühuyla açıklamak mümkündür. Mezhep imamıza tâbi olurken bir anlamda Sahabe Efendilerimize uyuyoruz. Biz İslam'a dâir her bir şeyi bilmeyebiliriz, bilenlere tabî olarak İslam üzere yaşamış oluyoruz.

..............

Bana Hz. Peygamber yeterli, mezhep imamlarına uymama gerek yok!” demek doğru olmadığı gibi mezhebi, dinin kendisi olarak görmek de doğru değildir. Ne yazık ki bu iki hatâya da düşülüyor. Bir tarafta kendisini allâme-i cihan görenler, diğer tarafta mezhep imamının içtihadını Allah’ın emri zannedenler oluyor. Bu ikisi de yanlıştır. Çünkü İmam Gazâli Hazretleri bir müçtehid iken İmam Şâfi Hazretlerine tâbi olmuştur.

Mesela Hz.Abdulkâdir-i Geylâni Hazretleri bütün ihvan ve dervişanıyla beraber “Şu mezhepteniz.” demiştir. Dolayısıyla mezhebi küçûmseyemeyiz, ancak onları din olarak da göremeyiz. Zirâ din değiştiremeyiz, ama mezhebi değiştirebiliriz. Mekân ve şartlannuz değişince bize daha uygun diğer bir mezhebe geçebiliriz. Bunu oyun hâline getirmemek ve nefsimizin kandırmasıyla tembelliğimize perde etmeye kalkmamak kaydıyla... Zâten fiilen de böyle olmakta. En belirgin örnek hac menâsıkindedir. Hac ibâdetinde Hanefiler bazı hususlarda Şâfiı mezhebinin içtihadlarına uymaktadırlar.

Ömer Tuğrul İnançer - Muhabbet Peygamberi Hz.Muhammed
Devamını Oku »

Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ileTerbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen her şeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder.

Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur.
Eğer şerre alıştırılır ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur:

“Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrîm, 6)

Mademki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır.

1- Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren gözetim altında tutulmalı, ihmal edilmemelidir. Onu sâliha, dindar, helâl yiyen bir kadının sütüyle beslemek uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslenen çocuğun tabiatı pisliğe meyleder!

2- Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmektir. Bunun için onu kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süsü ve lüksü kendisine sevdirmemek gerekir. Çünkü böyle yetiştirilirse, büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatını zâyi edip, ebediyen helâk olur.

3- Çocukta aklı erme alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce yetiştirmek gerekir. Bunun ilk alameti, hayâ duygusunun belirmesidir. Çocuk, utanarak bir kısım fiilleri terk etmeye başlamışsa, aklın nûru onun üzerinde doğmuş demektir. Bu Allah Teâlâ´nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının olgunluğa döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir ve çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir.

4- Çocuğa ilk galebe çalan sıfat, yemeğe karşı oburluktur. Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemeli, edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa, yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemek adabını öğretmelidir. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak, besmele ile başlamak, acele etmemek ve önünden yemek gibi… Çocuğa bazen katıksız ekmek vermeli ve basit yemek yemeye alıştırmalıdır ki, çocuk iyi yemekler yemeyi şart görmesin.

5- Çocuğa lüks kıyafetleri değil, sade elbiseleri sevdirmelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Erkek çocuğunu süslü giymekten muhafaza etmelidir.

6- Çocuğu, onun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir.

7- Çocuk, Kur´an´ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve hallerini öğrenmelidir ki, kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda hayasızlığı öven şiirlerden ve şarkılardan uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat, çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.

8- Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir.

9- Eğer bazı durumlarda çocuk hata ederse göz yumulması uygun olur. Çocuğun hayâ perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Yoksa çocuk hataların açığa çıkmasından perva etmez olur.

10- Çocuğu sık sık azarlamak doğru olmaz. Çünkü çok azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğa babaya saygıyı öğreterek çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır.

11- Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevk eder. Gece uykusundan ise mahrum etmemelidir. Çocuğu yumuşacık yataklara ve rahata alıştırmamalıdır. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmaya alıştırmamalıdır.

12- Çocuğu, ebeveyninin servetiyle, elbiseleriyle akranlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğa, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir. Kısacası çocuğuna paraya karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Büyükler için de böyledir.

13- Çocuğuna oturup kalkmayı, terbiyeyi öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmeli, bunun düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Çocuğu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle bir şeye alışmasın. Lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hürmetle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir.

14- Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğuna, öğretmenine saygı duymayı, ceza verse bile sabretmeyi, böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu söylemelidir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda ciddiyetle durmayı telkin etmelidir.

15- Çocuk mektepten dönünce, ona, oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve hep öğrenmeye mecbur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, ilmi terk etmek ister ve çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur.

16- Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terk etmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğa muhtaç olduğu şer´î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur.

17-Çocuğa dünyanın temelsiz olup bâki olmadığını, âhiretin daimî vatan olduğunu, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu öğretmelidir. Böyle bir kimsenin Allah nezdinde derecesinin büyüyüp cennet nimetlerinin genişlediğini öğretmelidir.

Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır.
Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60

Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar'ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan Allah'ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona 'Nasıl hatırlayayım ve anayım?' diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: Allah benimledir. Allah beni görür. Allah şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:

"Ey Sehl! Allah'ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse Allah'a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde 'Himmetimin dağılmasından korkuyorum' dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur'an'ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur'an'ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra'ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra'ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.

Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan'da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster'e döndüm. Allah Teâlâ'nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".

Ahmed der ki: 'Sehl et-Tüsterî'nin ölüp Allah'a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim'.



İmam Gazzali,İhya,cild:3
Devamını Oku »

Evliliğe Dair Hükümler ve Edepler

Evliliğe Dair Hükümler ve Edepler




 EVLENİLECEK KADINLARDA ARANACAK ÖZELLİKLER



Evlenmeye kesin karar veren kimse, evlilik için dindar, saliha, akıllı ve kanaatkar kadınlardan başkalarını düşünmemelidir. Ancak bu hususlara uyduğu takdirde kişi niyetinde ihlas sahibi olmayı başarabilir. Bu konuda Hz.



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

‘Kadın malı, güzelliği, soyu ve dindarlığı için nikahlanır; sen dindar olanını seç.(Buhari,Nikah 15)

 Hadisin diğer bir lafzı şöyledir:

Kim bir kadını malı ve güzelliği için nikahlar ise, hem malından hem de güzelliğinden mahrum olur.Kim bir kadın ile dindarlığı sebebiyle evlenirse, Allahu Teala onu hem malından hem de güzelliğinden rızıklandırır.(Taberani,el-evsat,no:2527)

 Bu hususta rivayet edilen başka bir hadis-i şerif de şöyledir:



Güzelliği sebebiyle bir kadın ile evlenmeyin; güzelliği onu kötü duru­ma düşürebilir. Malı için de evlenmeyin; malı onu azdırabilir. Bir kadın ile dindarlığı için evlenin.(İbn-i Mace,Nikah 6)

Bir kadın ile dindar ve saliha olduğu için evlenmek, ahırete giden bir yola girmektir. Özürlü, çirkin ve yaşlı kadınlar ile evlenmek zühdün kapıla­rından biridir.

 Ebu Süleyman ed-Dârânî (rah) şöyle derdi:
“Zühd her şeyi kapsar! Hatta, bir kimsenin yaşlanmış olan ve güzel görünümlü olmayan bir kadın ile evlenmesi de dünyaya karşı zühd göster­menin bir işareti sayılır.”



Mâlik b. Dînâr da (rah) şöyle derdi:

“Bazıları yetim kızlarla evlenmeyi istemez. Halbuki bunlarla evlenseler sevap kazanırlar. Hem onların geçi­mi, doyurulması ve giydirilmesi gibi geçim yükleri hafif olur. Eğer dünya ehlinden birinin kızı ile evlenecek olsa; o kadın canının çektiği her şeyi is­ter: “Bana şöyle bir elbise al, şu evsafta etek satın al...” der durur. Bu gi­bileri kişinin dinine zarar verir!”



Ahmed b. Hanbel (rah), sağlam ve güzel kardeşi dururken onun yeri­ne tek gözü görmeyen kadın ile evlenmeyi tercih etmişti. Evlenmeden ön­ce: “Hangisi daha akıllıdır?” diye sormuş: “Bir gözü olmayan daha akıllı­dır!” diye cevap alınca: “Beni onunla evlendirin!” demişti.

Seviyesi düşük ve dengesiz bir kadın ile evlenmenin şöyle bir fayda­sı olabilir; bu tür kadınlara pek rağbet edilmediği için onu kalbi kendi tara­fına rahat çekilir ve insan rahat eder.

Evlenmeden önce evleneceği kişinin yüzüne ve evliliğe teşvik eden yerlerine bakması müstehaptır. Yüzün yanında ellerine de bakılmasında Hicaz alimlerine göre bir sakınca yoktur. Yüze bakılması konusunda sağ­lam hadisler bize kadar ulaşmıştır.



Bunlardan biri Muhammed b. Mesle- me'nin şu hadisidir:

“O, evlenmeyi düşündüğü bir genç kızı görebilmek için mahallesi için­de takip etmiş, nihayet bir hurmanın arkasına gizlenerek onu görmüştü. Kendisine: “Sen Resûlullah’ın (s.a.v) ashabından olduğun hâlde nasıl böyle bir şey yaparsın?” denilince şöyle dedi:

“Böyle yapmamızı bize Resûlullah (s.a.v) emir buyurdu! Efendimiz bize:

“Allahu Teala birinizin kalbine bir kadın ile evlenme düşüncesini düşü­rünce, kendisini bu evliliğe teşvik edecek şeyleri görmek için o kadına baksınr buyurdular!”(Tirmizî, Nikah, 74)



Bu konudaki başka bir hadis de şöyledir:

'Ensar'ın hanımlarının gözlerinde bir şey vardır. Ensar’dan bir hanım ile evlenmek istediğiniz zaman onların gözlerine bakın.(bk.Müslim nikâh 12)



Hadis-i şerifin diğer bir lafzı şöyledir:

"Birinizin içine bir kadın ile ev­lenme düşüncesi doğduğunda, ona baksınl Çünkü bakmak, kalplerinin birbirine kaynaşmasını sağlar.(Tirmizî, Nikah, 74 )

Buradaki kaynaşma, iki derinin birbirine değerek oluşturduğu sıcaklık­tan daha derin bir anlam ifade eder. Cildin dış tarafının birbirine değmesi ile oluşan sıcaklıktan daha güçlü olan içteki kaynaşmadan söz edilmekte­dir. Birbirine kaynamak tabiri, ifadedeki mübalağaya işaret eder.
Bu hususta A'meş (rah) şöyle der:

“Birbirini görmeden ve bakmadan yapılan her evliliğin sonu gam ve kederdir.”

.........



EVLENECEK ERKEKTE ARANACAK ÖZELLİKLER
Bidat çıkaran, fasık, zalim, içki içen ve faiz yiyenlere kız vermemek gerekir. Eğer bir kimse kızını bunlardan biri ile evlendirirse dinini yarala­mış, akrabalık bağını kesmiş ve kızına karşı bir velinin üzerine düşen so­rumluluğu yerine getirmemiş olur; çünkü yaptığı işi hakkını vererek yerine getirmemiştir. Yukarıdaki kötü özellikleri taşıyan kişiler; hür ve iffetli müslüman hanımların dengi olamazlar.



Seleften bir zat şöyle der:

“Evlilik bir nevi köleliktir; her biriniz kızını nereye köle olarak vereceğine iyi dikkat etsin!”



Alimlerden biri de şöyle der:

“Kızlarınızı takva sahibi kimselerden baş­kasıyla evlendirmeyin; çünkü, onlar eğer kızınızı severse ona değer verir, şayet sevmeyecek olursa kızınıza insaflı davranırlar.”



Hz. Resûlullah da (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

Nutfeteriniz için (kadının) hayırlısını tercih edin. Kendinize denk olan­larla evlenin, denklerinizin kızını isteyin.(İbnu Mâce, Nikah 46)

Nikahın geçerli olabilmesi için iki adil şahit ve kızın velisinin hazır bu­lunması gerekir. Evlenecek kadın dul ve velisi de yok ise; sultan (devlet yöneticisi) veya onun tayın ettiği yetkili, velisi olmayanların velisidir. Sün­nete uygun olan budur.



ERKEĞİN AİLESİNE VE ÇOCUKLARINA KARŞI SORUMLULUKLARI



Evlenecek kişinin hayız (kadınların aybaşı) halleriyle ilgili hükümleri, aybaşında meydana gelen değişiklikleri, loğusa (doğum yapan kadın) hakkındaki hükümleri, bunların en uzun ve en kısa sürelerinin ne kadar ol­duğunu öğrenmesi gerekir. Aynı şekilde istihaze ile ilgili hükümleri, ne zaman temizlendiğini bilmesi ve hanımına da öğretmesi gerekir.Böyle yapmakla, hanımının dışarı çıkarak bu konuları başka erkekle­re sorma zahmetinden kurtarır.

Bunun yanında ailesine, bilinmesi gerekli farzları; namazla ilgili hü­kümleri, İslâm'ın diğer hükümlerini, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre bilin­mesi gerekli itikat esaslarını öğretmesi gerekir.

Eğer erkek bu söylenenleri yerine getirirse, kadının bu konuları öğ­renmek için çıkıp alimlere müracaat etmesine gerek kalmaz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebine göre Allah'ın birliği, İslâm'ın ve imanın temel esasları konusunda bilinmesi zorunlu olan konularda eksiği bulunan ha­nımlar, bu konudaki eksiklerini tamamlamak için dışarı çıkabilirler. Ancak bilinmesinde zorunluluk değil de fazilet bulunan konuları öğrenmek için hanım kocasından izin almadan dışarı çıkamaz.

Kadın kocasını haram kazançlara zorlamamalı ve günah işlemeye se­bep olacak yollara sevk etmemelidir. Erkeğin de kötü yollara girmemesi,dünya için ahiretini satmaması gerekir. Eğer hanımı kendisi ile birlikte iyi­lik ve takva üzere sabrederse onunla evliliğini devam ettirir. Eğer hanımı kendisini günaha ve düşmanlığa sürükleyecek olursa, o kadından ayrıl­ması gerekir. Eğer ayrılacak olurlarsa, Allahu Teala herkesi kendi lütfü ile ihtiyaçtan kurtarır.



Denilir ki: Kıyamet gününde kişinin yakasına ilk olarak yapışacak olan hanımı ve çocuklarıdır. Yakasına yapışır, onu Allahu Teala'nın huzurunda durdurur ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizim hakkımızı bu adamdan al! Bu adam bilmediklerimizi bize öğretmedi! Bilmediğimiz hâlde bize haram yedirdi!” Sonra, adamdan hanımının ve çocuklarının hakları alınır.



Konuyla ilgili olarak gelen bir rivayette şöyle denilir:

“Kul mizanın önünde durur. Dağlar gibi yığılı iyilikleri vardır. Ailesini gözetip gözetmedi­ği, onların haklarını yerine getirip getirmediğinden sorguya çekilir. Ardın­dan, malını nereden kazandığı ve nerelere harcadığı sorulur. Kendisine sorulan her soru ile, işlediği amellerin karşılığı olan dağ gibi yığılı sevabı biter. Sevabından eser kalmaz. Sonra bir melek: "Şu adam; dünyadaki bü­tün iyilikleri ailesi tarafından yenilen ve amelleri ile bu gün rehin kalan bi­ridir!" diye ilan eder.( Zebîdî, ithaf, 6/72; hadisin son kısmıyla ilgili bir rivayet için bkz: Tirmizî, Kıyamet, 1.)



Bu yüzden seleften bir zat şöyle der:

“Allahu Teala bir kulun kötülüğü­nü murat ettiğinde, ona dünyada parçalayıcı dişleri olan bir canavar mu­sallat eder.” Parçalayıcı dişlerden maksat ailesi ve çocuklarıdır.



Bu konuda gelen bir rivayet şöyledir:

“Bir kimse, çoluk çocuğunu ca­hil bırakmaktan daha büyük bir günah ile Allahu Teala'ya kavuşmazI.(Şevkânî, el-Fevâidu’l-Macmûa, Nikah, 67, Zebîdî, İthaf, 6/73.)



Konuyla ilgili meşhur bir rivayet de şöyledir:

“Sorumluluğu altında bu­lunan ailesini zayi etmesi kişiye günah olarak yeteri’(Müslim, Zekat, 40)

Ailesini bırakıp kaçan bir kişinin; efendisinden kaçan bir köle gibi oldu­ğu söylenir. Bilindiği gibi efendisinden kaçan kölenin, efendisinin yanına dönünceye kadar ne kıldığı namazı ve ne de tuttuğu orucu kabul edilir!



Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Ey iman edenleri Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun.(Tahrim,6)

Görüldüğü gibi aile, burada kişinin nefsinden bir parça kabul edilmek­tedir. Emir ve yasakları öğrenip uygulamak suretiyle kendi nefislerimizi nasıl ateşten korumaya çalışıyorsak, aynı şekilde onlara da emir ve ya­sakları öğretmek suretiyle ailemizi ateşten kurtarmamız bizlere emredil- mektedir.



Bu ayetin tefsirinde şöyle denmiştir:

“Kadınlarınıza ilim öğretin ve onları terbiye edin!"



Konuyla ilgili olarak diğer bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) çobandır ve halkından sorumludur. Erkek ailesinin çoba­nıdır ve ailesinden sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da evinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve koru­ması istenen şeylerden sorumludur.(Buhari,Ahkam 1)


KADININ SORUMLULUKLARI VE GÖREVLERİ



Denilmiştir ki:

"Kadın, kocasının izni olmadan evinde kimseye bir şey yediremez. Ancak beklemekle bozulmasından korkulan yemekleri izinsiz verebilir. Kadın, kocasının izni ve rızası ile yedirirse kendisi de kocası gi­bi. sevap kazanır. Şayet kocasının rızası olmadan yedirirse, sevabı koca­sı kazanır ve kendisine de (izinsiz verdiği için) günahı kalır!(Ebû Dâvûd, 1688)

Erkek, hanımına tıpkı bir anne gibi nasihat ederek şu sözlerle en bü­yük hakkının ne olduğunu öğretmelidir: Kocana itaat et. Çünkü kocan se­nin hem cennetin ve hem de cehennemindir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kocası kendisinden memnun olduğu hâlde vefat eden her kadın cen­nete girer.(Tirmizî, Rada 10)

''Resûlullah (s.a.v) zamanında adamın biri sefere çıkmıştı. Çıkarken de karısına, üst kattan alt kata inmemesini tembih etmişti. Kadının baba­sı alt katta oturuyordu ve hastalandı. Kadın, Resûlullah’a (s.a.v) birini gön­dererek alt kata inmek için izin istedi. Efendimiz (s.a.v) ona: “Kocanın sö­zünü tut diye haber görderdi. Daha sonra kadının babası vefat etti. Ka­dın tekrar Resûlullah’tan (s.a.v) izin istedi. Resûlullah (s.a.v) yine ona:

“Kocanın sözünü tut!” buyurdu. Kadının babasını toprağa verdiler. Daha sonra Resûlullah (s.a.v) kadına şöyle haber gönderdi:

“Kocanın sözünü tutman sebebiyle babanın günahları affedildi'(İbni Hacer, el-Metâlibu’l-Aliyye, No: 1616)



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kadın beş vakit namazını kılar, Ra­mazan orucunu tutar, namusunu muhafaza eder ve kocasına itaat ederse Rabb’inin cennetine girer.(Ahmed, Müsned, No: 1661;)

Bu hadis-i şerifte görüldüğü gibi, kadının kocasına itaat etmesi, İs­lam'ın temel şartları ile birlikte zikredilmiştir. Bunlar, bir kişinin cennete gi­rebilmesi için mutlaka yerine getirmesi gerekli şartlardır. Cennete girmek için de kocaya itaat şart olarak konulmuştur.



Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) yanına bir kadın geldi, yanında iki de çocuğu vardı. Kadın bunlardan birini sırtına almış, diğerini de elinden tutuyordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) onu böyle görünce takdirlerini şöyle ifade buyurdu­lar:

“Kadınlar çocuklarını karınlarında taşırlar, doğururlar ve onlara merha­met ederler. Bunlar bir de kocalarına eziyet vermeseler, namazlarını kı­lanlar cennete girerler.( İbnu Mâce, Nikah, 62)



Başka bir hadis-i şerif de şöyledir:

“Cehennem bana gösterildi; bak­tım, oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm. Cennet de bana gösterildi; kadınların orada çok az olduğunu gördüm. “Kadınlar nerede ?” diye sordum; bana: “İki kırmızı, yani altın ve zaferan onları cennete gir­mekten alıkoydu!” denildi.(Buhârî, Rikak, 16)

Resûlullah’ın (s.a.v), iki kırmızı ile kastettiği şeyler, kadınların ziynet­leri ile giydikleri süslü püslü parlak elbiselerdir. Arapların bunlara düşkün­lükleri herkes tarafından bilinen bir durumdur.



Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v) kadınlara hitaben şöyle buyurmuştur:

“Takı ve ziynet eşyalarınızdan sadaka zekat verin, çünkü ben, cehen­nemliklerin çoğunun kadınlardan oluştuğunu gördüm.” Bunun üzerine ka­dınlar:

“Neden Ey Allah'ın Resûlü!” diye sordular; Efendimiz şöyle cevap ver­diler:
“Zira siz kadınlar çok şikâyette bulunuyor, kocalarınıza nankörlük edi­yorsunuz!(Buhârî, lydeyn 7)

Resûlullah (s.a.v) burada, kadınların kocalarına karşı geçimsizlikleri­ni dile getirmiş ve kocalarının sundukları nimetlere karşı nankörlük yap­maları sebebiyle bu tür kadınların cehennem ehlinden olduklarını ifade buyurmuşlardır. İşte bu sebeple hanım sahabiler içinden bir genç kız aya­ğa kalkarak: “Ey Allah'ın Resûlü! Ben hiç evlenmeyeceğim!” demişti. Bu konuyla ilgili rivayet şöyledir:



Ümmü Abdi'l-Muğniye Hz. Aişe validemizden şöyle rivayet eder:
Bir genç kız Resûlullah’a (s.a.v) gelerek dedi ki:
“Ey Allah'ın Resûlü! Bana dünür geldi, ben ise evlenmek istemiyorum. Kocanın hanımı üzerindeki hakkını bana bildirir misiniz? Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Eğer kadın, tepeden tırnağa irin içinde olan kocasını dili ile yaiasa, yine de kocasına olan şükran borcunu yerine getirmiş olmaz!" Bunun üze­rine genç hanım dedi ki:
"Peki öyleyse evlenmeyeyim mi?” Efendimiz de buyurdu ki:
“Bilakis evlenmelisin, evlilik senin için daha hayırlıdır.(Bezzâr, el-Müsned, No: 1465)

Yukarıdaki bu hadis-i şerif, kocanın hanımı üzerindeki hakkına dair Has’am kabilesinden bir kadından rivayet edilen hadisin özeti mahiyetin­dedir.



İkrime (rah) Ibnu Abbas’tan (r.a) şöyle rivayet eder:

Has'am kabilesinden bir hanım Resûlullah’a (s.a.v gelerek şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Resûlü! Benim kocam yok ve evlenmek istiyoruml Koca­nın hanımı üzerindeki hakları nelerdir? Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
-Kocanın haklarından biri, deve sırtında iken dahi kocası kendisiyle birlikte olmak istese, kadının buna engel olmamasıdır.(Ebû Yalâ, el-Müsned, No: 2455)



Kocanın hanımı üzerindeki haklarını ifade eden kapsamlı bir hadis-i şerif de şöyledir:

Eğer birine Allahu Teala'dan başkasına secde etmesini emredecek olsaydım; kocanın hanımı üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı ka­dının kocasına secde etmesini emrederdim.(Ebu Dâvud, Nikah, 41;)

Kocanın haklarından biri de, kadının, kocasından izinsiz evden bir şey vermemesidir. Eğer verirse, sevabı kocasının ve günahı da kendisinin olur.

Kocanın haklarından biri de, hanımın kocasından izin almadan nafile oruç tutmamasıdır. Eğer tutarsa sadece aç ve susuz kalmış olur, hiçbir se­vap kazanamaz.

Haklardan biri de, kocasından izinsiz evden çıkmamasıdır. Eğer çı­karsa; eve dönünceye kadar ya da tevbe edinceye kadar melekler o kadı­na lanet eder.

Kadın her gece kendisini kocasına sunmalıdır.”



Yine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kadının Rabb'ine en yakın olduğu yer, evinin en içi, en kapalı kısmı­dır. Kadının, evinin avlusunda kıldığı namaz mescitte kıldığı namazdan daha faziletli, evinde kıldığı namaz avluda kıldığı namazdan daha fazilet­li ve evin en iç kısmında kıldığı namaz evinin açık yerinde kıldığı namaz­dan daha faziletlidir.(Ebû Dâvûd, Salat, 53;)

Evin en iç kısmı, evin içinde kapı ile girilen ve dışarıdan görülmesi mümkün olmayan kısmıdır; çünkü kadın avrettir, yabancılar tarafından gö­rülmemesi gerekir. Yabancılar tarafından görülmemesinin en uygun ve en emniyetli yolu da evinde bulunmasıdır. Namazını evinde kılması kadın için daha faziletlidir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kadın avrettir, dı­şarı çıktığı zaman onu şeytan karşılar/kendisini süslü gösterir.( Tirmizi, Rada 18,)



Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Kadında on avret vardır; ev­lendiği zaman bu avretlerden biri örtülür. Kadın öldüğü zaman, kabir bu on avretin hepsini de örter.’(Bkz:Taberani, el-Mucemu’l*Kebir, No: 12657;)

Koca, hanımına dinin emirlerini aykırı olmayan bir şey emreder de Kadın buna karşı çıkarsa, hanımına nasihat eder ve onu zorlayabilir. Ha­nımı kocaya muhalefete devam ederse, onu yatağında yalnız bırakır.



Alimlerden bazıları:

“Yatakta ona sırtını döner” der. Bazı alimler de: “Ha­nımını yatağında bir, üç ve yedi güne kadar yalnız bırakır; eğer bunlarla başarılı olmaz ve bunları umursamaz ise; hanımına hafifçe vurur” demiş­lerdir.

Alimler, buradaki vurmanın yaralamayacak ve iz bırakmayacak tarz­da hafif bir vurma olduğunu söylemişlerdir.

Bir kimse, dinin emirlerinden biri sebebiyle hanımına on günden bir aya kadar kızgın durabilir. Nitekim Resûlullah da (s.a.v) hanımlarından bazılarının söylediği sözler sebebiyle bir ay onlara kızgın kalmıştı. Bir de­fasında Zeyneb’in (r.a) evine bir hediye göndermiş, o da hediyeyi geri çe­virmişti. O anda Zeyneb’in evinde olan diğer bir hanımı, Efendimize (s.a.v): “Hediyeni iade etmekle seni kızdırmak istedi” dedi. Efendimiz de (s.a.v):

“Bu yaptığınızla Allah katında çok basit bir hâle düştünüz” buyurdu ve daha sonra hanımlarının hepsine bir ay süreyle kızgın kaldı.


KOCANIN AİLESİNE KARŞI VAZİFELERİ



Kocanın, ailesine yaptığı harcamada çok sıkı davranması uygun de­ğildir.



Bu konuda Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Sizin hayırlılarınız, ailesine karşı en hayırlı davrananızdır.(Tirmizî. Menâkıb 85)

Hz. Ali'nin (k.v) dört hanımı vardı. Hanımlarından her birine dört gün­de bir dirhemlik et satın alırdı.



Hasan-ı Basrî der ki: “Onlar bir yerden bir yere kafile ile giderken yi­yecekleri bol olurdu; ev eşyaları ve elbise yönünden ise birbirlerine yakın durumda idiler.”



ibnu Şîrîn (rah) şöyle der:



"Erkeğin her ay ailesiyle ilgilenmesi müstehaptır."

Koca, ailesinden zuhur eden ufak tefek hatalara, ağızdan kaçan söz­lere sabır göstermelidir. Ailesine karşı yumuşak ve şefkatli davranmalı, kaba ve sert olmamalıdır.



Bu konuda bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

"Kadın, erkeğin eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Onu düm­düz etmeye kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri olarak kalır ve ondan istifade edersin.(Buhari,Nikah 79)



Bu hadis-i şerifin Hasan'dan gelen rivayetinde: "Onu kırmak, boşamaktır'' lafzı da bulunmaktadır.



Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) hanımları bazen Efendimizin sözlerine karşı­lık verir, Efendimiz de akşama kadar gün boyunca onlara dargın kalırdı. Bir defasında hanımlarından biri kendisini göğsünden itmiş, bundan dola­yı bu hanımı annesi azarlamıştı. Hazret-i Peygamber de kayın-validesine;

“Bırak onu, onlar bana bu gördüğünden daha fazlasını da yapıyorlar!" de­mişti.(Zebîdî, ithaf, 6/139)

Hazret-i Peygamber (s.a.v) ile Hz. Aişe (r.ah) validemiz arasında bir münakaşa cereyan etmişti. Bu esnada Hz. Ebu Bekir (r.a) içeri girdi. Ara­larında geçen hadiseye onu hakem tayin ettiler. Resûlullah (s.a.v) hanımı­na: “Sen mi konuşmaya başlayacaksın yoksa ben mi önce konuşayım?” diye sordu. Hz. Aişe validemiz de: “Hayır, önce sen konuş; fakat sadece hakkı söyle!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a) onun ağzının üzeri­ne öyle bir tokat attı, ağzını kanattı; ona: “Ey nefsinin düşmanı! Resûlul­lah haktan başka bir şey söyler mi hiç?" diyerek kızına çıkıştı. O Hz. Resûlullah’a (s.a.v) destek olmak maksadıyla böyle yapmıştı. Aişe validemiz hemen Efendimiz'e sığınarak onun arkasına sindi. Efendimiz (s.a.v) Ebu Bekir’e: “Seni bunun için çağırmamıştık! Senden böyle yapmanı isteme­miştik!” buyurdular.

Yine Hz. Aişe validemiz, kızgın olduğu bir defasında Resûlullah’a (s.a.v): “Peygamber olduğunu iddia eden sen misin?" demiş, Efendimiz (s.a.v) de rahmeti ve şefkati ile ona tebessüm edip geçmişti.



Resûlullah (s.a.v) bir defasında Hz. Aişe validemize şöyle demişti:
“Ben senin bana kızdığın ve benden razı olduğun zamanları biliyorum!" Aişe validemiz: 'Bunu nereden anlıyorsunuz? diye sorunca; Efendimiz (s.a.v):
Benden râzı oldun mu bana: “Hayır, Muhammed'in Rabbine yemin olsun !'' diyorsun. Bana öfkeli olunca: “Hayır !é İbrahim’in Rabbine yemin ol­sun !" diyorsun buyurdu. Hz. Aişe validemiz de:
“Doğru söylüyorsun, Ey Allah'ın Resûlü! Ben (kızgın olduğum zaman) sadece senin adını terk ederim? dedi."(Buhari,Nikah,108)

Resûlullah (s.a.v), bazı zamanlar hanımları ile şakalaşır; davranış ve ahlak yönünden onların anlayabilecekleri seviyeye göre hareket ederdi. Bir haberde rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.v), insanlar arasında hanımları ile en çok şakalaşan biriydi.



Lokman Hekim şöyle derdi:

“Akıllı kişi evinde ve ailesinin yanında ço­cuk gibi; dışarı insanların arasına çıktığı zaman da erkek gibi davranan kimsedir!



Yukarıda nakledilen sözün tefsiri mahiyetinde şöyle denilmiştir:

“Allahu Teala, kendini beğenen kibirli ve kaba kimselere buğzeder.(Hadisin benzer lafızlarla rivayeti için bkz: Buhârî, Edep, 61, Eyman, 9; Müslim, Cennet, 46.)

Bundan maksat; aile halkına karşı sert davranan ve kibirli olan kimse­dir.

“Kaba, sonra da kötülükle damgalı olan var ya(kalem,13) ayet-i kerimesinin bir manası da; ailesine ve idaresi altında bulunanlara karşı kötü sözlü ve katı kalpli olan kişidir.



Bu konuda gelen bir rivayet şöyledir:

“Allahu Teala'nın nefret ettiği kıskançlık, herhangi bir şüphe ve leke olmadığı hâlde kişinin ev halkına karşı kıskanç olmasıdır. (Ebu Davud, Zekat, 66)

Bu davranış, sanki Allahu Teala'nın ve Resûlullah’ın (s.a.v) yasakla­mış olduğu kötü zan içine girmektedir.



Hz. Ali’nin (k.v) şöyle dediği rivayet edilir:

“Ailene karşı aşırı derecede kıskanç olma; sonra bundan dolayı onu kötü işler yapmakla suçlarsın!”

Yeminle söylüyorum! Erkeğin hanımını kıskanmasının da bir sınırı vardır. Kişi bu sınırı aştığı zaman görevinde kusurlu ve hakkı çiğnemiş olur!



Hasan-ı Basrî (rah) şöyle derdi:

“Kadınlarınızı güçlü erkeklerin arasın­da sıkışmaları için mi çarşılara gönderiyorsunuz! Allahu Teala, kadınları­nı kıskanmayanların yüzünü karartsın!”


KADINLARIN DIŞARI ÇIKMASI



Abdullah b. Ömer (r.a) Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu riva­yet eder:

*Allah'ın kadın kullarını mescitlere gitmekten alıkoymayın.(Buhâri, 2/80)



Abdullah b. Ömer (r.a) bu hadis-i şerifi nakledince, oğullarından biri­si: “Hayır, vallahi kadınları mescitlere gitmekten men edeceğiz!” dedi. Bu­nun üzerine Abdullah (r.a), oğluna vurdu ve kızarak şöyle dedi:
“Sen beni dinlesene; ben sana “Resûlullah (s.a.v) kadınlara mani ol­mayın!” dedi diyorum, sen ise: “Hayır vallahi onlara mani olacağız!” diyor­sun! Halbuki Allahu Teala: “Allahu Teala her şey için bir ölçü koymuş- tur!.(Talak,3) buyuruyor.



Ehl-i hikmetten biri şöyle der:

“Bir hususta aşırı gidip sınırı aşan kişi, tıpkı o işi ihmal edip eksik yapan gibi kınanır."

İffet sahibi hür kadınlar ihtiyaçları için çıkmak zorunda olduklarında bunları gidermek için dışarı çıkabilirler.



Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöy­le buyurmuştur:

“Siz kadınların dışarı çıkmasına izin verildi. Ancak, sadece ihtiyaçla­rınızı yerine getirmek için.(Buhari,Nikah 115)

Aynı şekilde kadınlar bayramlar için de dışarı çıkabilirler. Resûlullah (s.a.v) zorunlu ihtiyaçları için hanımlarına genel olarak izin vermişti. Ancak onlar, Resûlullah’ın (s.a.v) izni olmadan ve rızasını almadan dışarı çık­mazlardı. Kadın, mecbur kaldığı durumlar dışında, yani dışarı çıkmadan ihtiyacını gideremeyeceği haller dışında çıkmamalıdır.



Resûlullah (s.a.v) bir gün kızı Fatıma’ya (r.ah):

“Kadın için en hayırlı olan nedir?’ diye sordu; Hz. Fatıma (r.ah): ‘Onun yabancı bir erkeği ve yabancı bir erkeğin de onu görmemesidir” de­bi; bu cevap üzerine Resûlullah (s.a.v) kızını kucakladı ve: “Fatıma ben­den bir parçadır!” buyurdular.(Bezzâr, Müsned, No:1405)

Sahabe-i Kiram, kadınların dışarıdan görülmemesi için evlerinin du­varlarındaki delik ve çatlakları iyice kapatırlardı. Rivayet edildiğine göre; Muaz b. Cebel (r.a) duvardaki delikten dışarıyı gözetleyen bir kadın gör­müş ve ona vurmuştur. Yine, hanımı bir hizmetçi çocuğa birazını yediği el­mayı verdiği için de ona vurmuştur.



Ömer b. el-Hattâb (r.a): “Kadınların örtülerini çıkarmamaları konusun­da onlara tembihte bulunun ve dikkat edin!” derdi.



Yine şöyle derdi: “Kadınlarınızı isteklerine karşı hayır demeye alıştı­rın!"



Hz. Ömer (r.a), bazen evinde bir konuda söz söyler, hanımı da ona bazı sözlerle karşılık verince, ona şöyle derdi: “Senin görevin bu konular­da söz söylemek değili Sen şöyle evinin bir kenarında otur. Sana bir ihti­yacımız olduğunda söylersin, değilse susman gerekir”


HANIMIN SIKINTILI HÂLLERİNE SABRETMEK



Erkek, ailesinin kötü sözlerine tahammül eder ve ondan gelen ezaya sabır gösterirse, hanımıyla iyi geçinmeye çalışmasından dolayı sevap ka­zanır. Muhammed b. el-Hanefiyye (rah) şöyle derdi: “Beraber yaşamak zorunda olduğu kişi ile, Allahu Teala kendisine bir kurtuluş ve çıkış yolu gösterinceye kadar güzel bir şekilde geçinmeyen kişi, hikmet ehlinden de­ğildir.”

Eğer kadın sivri dilli, her şeyi kabullenmeyen, cehaleti derin ve çok fazla eza veren birisi ise; ondan boşanmak iki tarafın da dinlerinin selame­ti, dünya ve ahirette kalplerinin rahat etmesi bakımından daha hayırlı olur.



Adamın biri Resûlullah’a (s.a.v) gelerek hanımının dilinin bozuk oldu­ğundan şikayette bulundu. Efendimiz (s.a.v) de: “Öyleyse onu boşa!” bu­yurdular. Adam: “Ama onu seviyorum!” deyince, Efendimiz (s.a.v): “O hâl­de yanında tut!” buyurdu.

Bu kişinin hanımına olan sevgisinden dolayı, boşadığı takdirde dü­şüncesinin dağılmasından endişe duydu; çünkü kişinin himmetinin ve dü­şüncelerinin dağılması bedenin çektiği ezadan çok daha büyük acı verir.

“Açık bir fuhuş yapmadıkça kadınları evlerinizden çıkarmayın, onlar da çıkmasın.(Talak 1)

ayet-i kerimesiyle ilgili olarak İbnu Mesud (r.a) şöyle der:

“Bir kadın ailesine ve kocasına çirkin söz söyler ise, fuhuş yani çirkin bir iş yapmış olur.” Ancak buradaki ayette bahsedilen durum, kadın bo­şandıktan sonra iddet beklediği zaman için söz konusudur; çünkü Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:

*Varlık durumunuza göre siz nerede oturuyorsanız onu da orada otur­tun.(Talak,6)



Bu ayet-i kerime:

“İddeti sayın ve onları evlerinden çıkarmayın.(Talak 1)ayetinden başlayarak aynı konuyu, yani kadının iddet bekleme konusu anlatmaktadır.

Bu ayetlere bakarak bazıları boşanmanın yasaklandığı görüşüne ka­pılmışlardır. Bu görüş, ayetlerin öncesine ve sonrasına bakmadan, asıl maksadı dışında yanlış yorumlamanın sonucudur. Boşanma mubahtır; ancak boşanma makul bir sebebe dayanmıyor ise mekruhtur.



Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

"Allahu Teala’nın, helal kıldıkları arasında en hoşlanmadığı şey, bo­şamadır!(Ebu Davud, Talak 3)

Kadın, Allah'ın koyduğu sınırlara uyamamaktan ve kocasının hakları­nı yerine getirememekten korkarsa; kocasının kendisini boşaması için fid­ye vermesinde (ayrılmak için ona mal teklif etmesinde) bir sakınca yoktur. Ancak bu fidyenin erkeğin mehir olarak ödediğinden daha fazlasını alma­sı mekruhtur.



Konuyla ilgili ayet-i kerimede Allahu Teala şöyle buyurur:

"Eğer erkek ve kadının, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsanız; o zaman kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede (hakkından vazgeçmesinde) ikisine de bir günah yoktur.(Bakara 2/229.)

İşte alimlerin çoğunluğuna göre caiz olan “Hul“ budur. Bir kadının, ko­casından kendisini boşamasını istemesi veya rızası olmadan mal karşılı­ğında boşanma talebinde bulunması, helal değildir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Hangi kadın, makul bir sebep yokken kocasından kendisini boşama­sını ister ise, cennetin kokusunu alamaz!(Ebu Dâvud, Talak, 18;)Yine, bu tabiattaki kadınların münafık yapılı olduklarını haber vermiş­tir.( Ebû Dâvûd, Talak, 3.)

Geçimsizlik bazen her iki taraftan da olabilir. Ancak, kadında bir ge­çimsizlik ve serkeşlik görüldüğünde kocasının ona vurmasına izin veril­miştir. Koca tarafından bir geçimsizlik görüldüğünde ise; aralarının düzel­tilerek barıştırılması tavsiye edilmiştir.



Bu konuda Allahu Teala;

“Barış da­ima daha hayırlıdır!(Nisa 4/128.) buyurmaktadır.

“Nüşûz” (geçimsizlik); aslında eşlerden birinin böbürlenip diğerinin üs­tüne çıkması ve ona cefa etmesi, birbirleriyle uyuşamadıkları için farklı yol tutup birbirlerinden uzaklaşmalarıdır. Bu durumda birisi çirkin sözler söy­lerken, diğeri de ona eza verir. Ya da onu yalnızlığa terk eder. Bu durum­da, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden de bir hakem tayin edilerek; iki tarafın karşılıklı olarak dinlenmesi suretiyle adil bir şekilde ba­rıştırmalarına çalışılır. Hakemler tarafların ayrılmalarının daha hayırlı ol­duğuna hükmederlerse; Allahu Teala her ikisini de yoksulluktan kurtara­cağını vaad ederek şöyle buyurmuştur:

*Eğer eşler ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle her ikisini de zengin eder (diğerine muhtaç eylemez).(Nisa 4/130.)



Tıpkı evlendiklerinde yoksulluktan kurtarmayı vaad ettiği şu ayet-i ke­rimede olduğu gibi:

İçinizden bekarları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah lütfü ile onları zengin eder.(Nur 24/32.)

Yoksulluktan ve ihtiyaçtan kurtulma ise mal ile olduğu gibi; Allahu Te- ala'nın kendilerine bahşettiği gizli lütuflar ile, eşlerden her birinin diğerine muhtaç olmaktan kurtulması yoluyla da olabilir!



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Şu üç kimsenin duası kabul edilmez: Kötü huylu bir hanımı olup, Al- lahu Teala boşama yetkisini kendi eline verdiği ve dilediği takdirde boşa­yabilecek iken, “Allahu Teala beni senden kurtarsın!” diyen erkek, kötü huylu hizmetçi ve kötü komşu!(Bkz: Buhari, Tefsir-Kalem suresi, 1;)

Kişi, ailesiyle güzel geçinmeli, onların haklarını yerine getirmeye dik­kat etmelidir.



Bu konuda Allahu Teala şöyle buyurur:

Eğer size itaat eder­lerse artık onların zararına (boşamak için) başka bir yol aramayın.(Nisa 4/34.) bu­yurmuştur.

Yani, eğer size itaat ediyorlarsa, onlardan ayrılmak, onlarla davalaş­mak ve kötülüklerini istemek için başka yollara girmeyin! İşte bu davranış; iman davetine kulak vermiş mutmain nefislere yakışan bir davranıştır. Mü­minlerin ahlakına yakışanı da, bu durumdaki hanımlarına karşı candan ve merhametle yaklaşmalarıdır.



Nitekim Allahu Teala Kur’an-ı Kerîm'de, kişinin ailesiyle güzel bir şe­kilde geçinmesini, tıpkı kişinin ana-babasıyla güzel geçinmesine benzet­mektedir. Ana-baba hakkında şöyle buyurur:

Onlarla (ana-babanla) dünyada iyi geçin.(Lokman 31/15.)



Kadınlarla geçinme hakkında ise şöyle buyurur:

Onlarla (kadınlarla) iyi geçinin.(Nisa, 4/19.)

İslam dini, erkeklerin hanımları üzerinde hakları olduğu gibi kadınla­rın da kocaları üzerinde hakları bulunduğunu şu özlü ayet-i kerime ile bil­dirmektedir:

Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da er­kekler üzerinde hakları vardır.(Bakara 2/228.)



Kadınların en büyük hakları hakkında şöyle buyurulur:

“Onlar (kadınlar) sizden sağlam bir söz almışlardı.(Nisa 4/21.)
“... ve yanınızdaki arkadaşa iyilikte bulunun... (Nisa 4/36.)

Burada kastedilen, kişinin yanındaki hanımıdır.

Ayrıca Resûlullah’ın (s.a.v) vefatından önce ashabına tavsiyede bu­lunduğu ve sesi kısılıncaya kadar tekrar ettiği üç tavsiye arasında kadın­lara iyi davranma konusu da vardı.



Efendimiz şöyle buyurmuşlardı:

-“Namaza dikkat edin, namaza dikkat edin. Elinizin altında bulunan hizmetçilere de dikkat edin; güç yetiremeyecekleri şeyleri onlara yükleme­yin. Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Kadınlar hakkında Allah'tan kor­kun.Onlar sizin yanınızda esir gibidir. Siz onları Allah'a söz vererek aldı­nız ve Allah'a söz vererek namuslarını kendinize helal kıldınız!(Ebu Dâvud, Edeb, 134)



-Adamın biri Resûlullah (s.a.v)’e gelerek: “Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu; Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:“Kendisi yediğinde ona da yedirmesi, kendisi elbise aldığında hanımı­na da elbise alması, suratını asmaması ve evinin dışında onu yalnız bı­rakmamasıdır.(Ebu Dâvud, Nikâh, 42;)



EVLİLİKLE İLGİLİ İLİMLERİ ÖĞRENMEK 



Evlenmek isteyen kişinin, kadının muhtaç olduğu iyi geçinme, hakla­rını yerine getirme, güzel şekilde idare etme ve karşılıklı olarak anlaşabil­me gibi konuları öğrenmesi gerekir. Allahu Teala'nın kadınlara neleri em­rettiğini ve kocanın hanımı üzerindeki haklarının ne olduğunu öğrenip hakkıyla yerine getirebilmesi için, öğrendiklerini hanımına da öğretmesi gerekir.

Kadın, erkeğin yetkisinde olan işlerden hiçbirini kendi uhdesine alıp sahip olamaz; çünkü Allahu Teala, bu işleri erkeğin yetkisine vermiştir. Eğer kişi hevasına uyarak Allahu Teala'nın hikmeti gereği yaptığı bu dü­zenlemeye müdahale edecek olursa, iş sonra kendi aleyhine döner. Böy­le yapan kişi, sanki düşmanı olan şeytana itaat etmiş ve şu ayet-i kerime­de anlatılan duruma göre davranmış olur:

“(Şeytan) şüphesiz onlara emredeceğim de onlar Allah'ın yarattığını değiştirecekler (dedi). (Nisa 4/119.)



Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah'ın geçiminize vasıta kıldığı mallarınızı aldı ermezlere (sefihlere) vermeyin.(Nisa 4/5.)

Burada aklı ermezler ile kastedilenler reşit olmayan çocuklar ile ka­dınlardır.



Nitekim bu manada Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

Hanımına kul olanlar yûz üstü sürünsün.(Hadisin meşhur olan rivayeti: (“Taparcasına altına, gümüşe, kumaşa gönül verenler helak ol­dular." şeklindedir. Bkz: Buhari, Rikak, 10)

Çünkü hanımının arzusuna göre hareket edenler asla perişanlıktan kurtulamazlar. Böyle yapan kişi, Allahu Teala’nın kendisine lütfettiği nime­te karşı nankörlük etmiş olur.

Allahu Teala, erkeği kadının efendisi kılmıştır.



Şu ayet-i kerimeden bu husus açıkça anlaşılmaktadır:

“Kapının yanında kadının efendisine rastladılar.(Yusuf,25)

Bu ayet-i kerimede, kadının kocası için “kadının efendisi” ifadesi kul­lanılmıştır. Bu da, erkeğin hanımının efendisi olduğuna işaret etmektedir.


KONTROL VE GÜZEL GEÇİM



Hasan-ı Basrî (rah) şöyle der: “Bugün, hanımının her dediğine itaat eder bir duruma gelmiş olan kişi, mutlaka yüz üstü cehenneme atılır!”

Erkek hanımını belli şeylere alıştırmamalıdır. Bu yolla kadın kendisine karşı daha cüretli olur ve kendisinden alışmış olduğu şeyleri istemeye kal­kar. Kadının durumu, nefsin ahlaki yapısı ile benzer yapıdadır. Dizginlerini gevşettiğin zaman azgınlaşır, itaatten çıkar. Sen dizginlerini bir karış salı- versen, o seni bir adım öteye çeker. Eğer dizginlere sarılır ve sıkı tutarsan, ona sahip olursun ve belki de gönüllü olarak sana itaat eder hâle gelir.



imam Şâfiî (rah) şöyle derdi: “Şu üç kesime değer verip yüceltirseniz onlar size gereken hürmeti göstermezler; fakat onlara fazla yüz vermez­seniz size değer verirler. Bunlar, kadın, hizmetçi ve Nabatlılardır.”



Arap kadınları kızlarını evlendirecekleri zaman şu şekilde kocalarını denemelerini kızlarına öğretirlerdi:

Yavrucuğum! Zifafa girmeden önce ko­canı dene! Mızrağının dipçiğin çıkar. Eğer buna ses çıkarmaz ise, kalka­nında et döversin. Şayet bunu dabir şey demezse, kılıcıyla kemik kırarsın. Buna da sabır gösterirse, sırtına semeri vurup üzerine binersin; çünkü o tam bir eşektir!”



Arapların hikmet ehli zatlarından Esma b. Hârice el-Fizârî,642 evlenip zifafa girecek olan kızına şu öğütlerde bulunur:

“Yavrucuğum! Eğer, annen hayatta olsaydı o seni benden daha iyi terbiye edebilirdi. Annen olmadığı için, şu anda seni benden daha iyi ter­biye edecek kimseyi bulamazsın!

-Söyleyeceklerimi iyi dinle:

Artık doğup büyüdüğün yuvandan çıktın, hiç tanımadığın birinin hayat arkadaşı oldun!

Sen ona yer yüzü gibi ol; o da sana gökyüzü gibi olsun!
Sen ona istirahat yeri ol; o da sana direk olsun!
Sen ona cariye ol; o da sana köle olsun!
Bir şey isterken çok ısrarcı olma ki, sana kızmasın.
Ondan fazla uzak kalma ki, seni unutmasın!
Sana yaklaştığında sen de ona sokul!
Senden uzak durduğunda sen de belli bir mesafede dur!
Onun burnunu, kulağını ve gözünü kötü şeylerden koru.
Kocanın burnu senden sadece güzel kokular koklasın, kulağı sadece
güzel sözler işitsin ve gözü sana baktığında sadece güzellikler görsün!”



-Şairin biri hanımıma şöyle der:

Kusurlarımı görme ki devam etsin muhabbetim.

Öfkelendiğim zaman konuşup sınırı aşma sakın.
Bir işin aslını öğrenmeden beni tefe koyma,
İç yüzünü bilmediğin şeyi anlayamazsın.
Fazlaca şikayetçi olarak nefsinin hevasına uyma,
Sebep olursun kalbimin dönmesine; kalp hep değişir!
Kanaatim odur ki, muhabbet ve eza bir araya gelse eğer,
O kalpte muhabbet barınamaz, çıkar gider.



Araplardan biri de oğluna şu tavsiyelerde bulunur: “Şu altı sınıf kadın ile evlenme: Fazla inleyen, fazla minnet eden, fazla şefkatli, keskin bakış­lı olan, çok berrak olan ve çok konuşan kadın!”



Bu sözün açıklaması şöyledir:Fazla inleyen kadın; çoğunlukla kişinin başına bela olur. İnlemesi, sız­lanması ve şikayetleri hiç bitmez.

Fazla minnet eden kadın; kocasını hep minnet altında bırakır. “Sana şunu yaptım, bunu yaptım, şöyle yapacağım, böyle yapacağım...” der durur.

Fazla şefkatli kadın; iki yüzlü olur. Başka birinden olan çocuğuna da­ha şefkatli olur. Daha önce evlendiği kocasına karşı sevgi ve şefkat gös­terir.

Keskin bakışlı kadın; keskin bakışları ile gördüğü her şeye yönelir ve her şeyi almak ister. Canının istediği her şeyi alması için kocasına baskı yapar. Çoğu zaman erkekler keskin bakışlı kadının dikkatini çeker, tıpkı aynı durumdaki bazı erkeklerin gözlerinin kadınlara takıldığı gibi!

Çok berrak kadın, iki manaya gelebilir.



Birincisi; yemek konusunda huysuz olan, sayılarının azlığı sebebiyle veya ahlakının kötülüğü sebebiy­le herkesin gözüne batan kimse demektir. Yemek konusunda huysuz olan kadın, şerrinden dolayı neredeyse tek başına yemek yer. Ayrıca diğer bü­tün konularda bunun payı müstakil olarak ayrılıp verilir. Bu kelimenin bu anlamda kullanılışını Yemenlilerden öğrenmekteyiz. Onlar bir kadına ve­ya çocuğa kızdıklarında, tek başına yemek yemesi anlamında (barikal- mer’etü, barikas-sabiyyu) derler.

İkinci anlamı; kadının yüzündeki parlaklığın fazla olması demektir. Yüzündeki bu güzellik ve parlaklıkla sürekli gösteriş yapar.

Çok konuşan kadın ise; fazla sözlerle kafa şişirir, sivri dilli ve ağzı bo­zuk olur.



Bu konuda nakledilen bir rivayette şöyle denilir:

“Allahu Teala, sözü uzatarak konuşan geveze kimselere gazap eder.(Bkz: Tirmizi, Birr, 71;)



Yine bu konuyla ilgili şöyle bir kıssa anlatılır: Ezd kabilesinden gezgin biri, seyahatlerinden birinde İlyas (a.s) ile karşılaşır; o kendisine evlenme­yi tavsiye eder, bunun daha hayırlı olduğunu söyler, bekarlıktan uzak dur­masını öğütleyerek şöyle der:

“Şu dört kısım kadın ile evlenme, bunların dışındakilerle evlenebilir­sin. Bunlar; fidye vererek boşanan kadın, övünen kadın, zina eden kadın ve üstünlük taslayan kadın!"'

Fidye vererek kocasından boşanan kadın; boşanma için meşru bir se­bep olmadığı ve kocası kendisini sevdiği hâlde kocasına para veya mal teklif ederek kendisini boşamasını isteyen kadındır.

Övünen kadın; kocasından dünyalık şeyler isteyen, dengi olan kadın­ların övündükleri gibi, onlara karşı övünmek için kocasından daha başka şeyler isteyen kadındır.

Zina eden kadın; günahkar kadındır. Bilinen bir erkek ile veya gizli dost ile ilişkileri olur. Şu ayet-i kerimede belirtildiği gibi:"... gizil dost da tutmamaları şartı İle...
Üstünlük taslayan kadın; söz ve davranışları ile kocasına karşı haddi aşan ve üstünlük taslayan kadındır.



Hazret-i. Ali (k.v) şöyle derdi: “Erkeklerin en kötü kabul ettiği şu has­letler, kadınlar için en hayırlı hasletlerdir; cimrilik, kendini beğenme ve kor­kaklık!“

Çünkü, kadın kendisini beğendiği zaman kendisiyle konuşmak iste­yen erkeklere yüz vermez. Korkak olduğu zaman da her şeyden uzak du­rur; evinden dışarı çıkmak istemez.



Ebu Talib el Mekki - Kalplerin Azığı,cild:4(Semerkand Yayınları)

Devamını Oku »