İslâmcı Kadının Geleneksel ve Modern Fonksiyonu-2



Başörtüsündeki Kimlik, Başörtüsündeki Kişilik

Başörtüsünün kimlikle eş değer olduğu durumlar, başörtü­lü kadınların psikolojik yapılarına da yansımaktadır. (Tuksal, 2000a, 59) Başörtüsünü çıkarmış çoğu kadının kendi görün­tüsüne alışamadığı bilinmektedir. Bu gerilim, başörtüsünün yalnız kimlikle değil kişilikle de ilgili olduğunu izah edebil­mektedir. Çünkü kişilik yapısını oluşturmada din birincil güç­lerdendir. Sosyalleşmenin, bireysel yeti ve kişiliğin oluşmasın­da, gelişmesinde dinin gücü diğer etkenlerin çok üstündedir. Üniversite eğitimi için başörtüsünden vazgeçmek tek başına siyasal veya kimlikle ilgili olmasa gerek. Bu tutum Türkiye deki İslâmî oluşumların genel yapısına sinmiş ve pragmatik hare­ketler mücadelenin kapsamı içine alınmıştır.

Türkiye'de İslâmcılık düşüncesinin çok parçalı, konjonk- türel, kısa vadeli hedeflere kilitlenmiş, yönlendirilmeye açık ve en başta temelli inşa faaliyetini, uzun soluklu yapı hedefi­ni gözetememesi umumi karakteri halini almıştır. Başörtüsü üzerinden siyasal mücadele esasında düşünce sorgulamasını da peşinden getirir. Uzun soluklu düşünce ve tutum geliştire­meyen İslâmcılık hareketinin “tereddüt”, "ihtiyat” başlıkları al­tındaki kısa vadeli çözüm arayışları, küçük menfaat birikimleri İslâmcılığın kendine özgü niteliğini zayıflatmıştır. Başörtüsü başlığı altında İslâmcılık düşüncesi kendine yönelik bakış açı- sını giderek kimlik ve karakter inşasını da gerçekleştirmiş olur.

Başörtüsü benim dindarlaşmamın sembolüdür; asla siya- sal bir sembol olmamıştır. Ben dindarlaşmaya karar verdiğim gün örtünmeye de karar verdim.” derken Tuksal bir tercihi de ortaya koymuş oluyordu. Bu, Türkiye'de İslâmî dönüşümün gerçekleşmesi talebiyle kabaca dindarlık başlığı altında yürü­yen düzenle problemi olmayanların neoliberal İslâmcılığın entegrasyonist tavrını ve ayrımını izah eder.

Başörtüsünün “değer oluşturucu”, “değer ölçücü” ve “mü­cadele sahası” niteliği bir kez daha kendini bu şekilde ifade eder. Seküler dünya içinde başkalarından bir adım önde olma başörtüsü ile sağlanır. Dindarlığın ölçütü de başörtüsü olarak kurgulandığına göre “dindarlığı gerekli görmeyenlerin” başör­tüsü takmaması zaten normaldir. Başörtüsü gerekçelerinde­ki dindarlık kıstası kendinden çok “başkalarının” selametini önemsemektedir aslında. Bu bireysel tutum modern kadının kendi kendine karar alabilme sürecinin adıdır. Kadınlar başör­tüsü kullanılması hususunda içtihatlarını kendileri yapabile­cek kadar özgürleşebilmişlerdir. Dolayısıyla bazı başörtülüler için başörtüsü tanımları modernleştirmenin bir türü olarak yerini alabilmektedir.

Başörtülü kadınların temel “imaj”larını sistem karşısındaki tutumları oluşturur. Bu bağlamda da başörtüsü çoğunlukla si­yasal “bayrak” olarak algılandı. Başörtülü okumanın geleneksel olarak ataerkil zihniyeti özelde Müslüman erkeklerin gelenek­sel tavırlarını kırdığı yollu tezin dışında büsbütün Türkiye’deki yerleşik otoriter zihniyet ve sistemle ilgisi vardır.

Türkiye'deki İslâmî düşüncenin yolunun tıkanması ve bir imkân olarak ortaya çıkmaya kalkıştığı her dönemde sekteye uğratılması, kurucu Cumhuriyet iradesinden sonra gerçekleş­miştir. Burada sistemin değişik referanslarının yanında, kendi­sine tehlike gördüğü ideolojilere karşı kullandığı metodoloji de çok ilginçtir. Çünkü Türkiye’de sistem sert müdahalelerle birlik­te daha çok “yumuşak geçişler” ve kontrollü / denetimli ilerle­meyi esas almış, totaliterliğini göstermeden de belli tarafları dö­nem dönem destekleyerek sonra onları da gayrı meşru sayarak muhataplarını saf dışı edebilmiştir. İslâmcıların devletin örtük ve aleni teklifleri karşısında ölçü koymamaları yalnızca “devlet bizim, yöneticiler değil” anlayışından kaynaklanmasa gerek.

İslâmcılığın ve Müslümanların çeşitli dönemlerde “irticai” faaliyetlerle bir tutulması yönlendirmenin başta gelen araç- larmdandır. özellikle başörtüsü, nikâh, çokevlilik, boşanma, okuma, miras, el kesme vs. konular İslâmcıların doktriner planda yıpratılmasında, savunma psikolojisine bürünmesinde kullanılan yöntemlerdendir. Başörtüsünün kamu macerası, si­yasal hareketlerde referans özelliği sistemle olan ilişkilerde dai­ma göz önünde olmasını getirmiştir. Bu bakımdan İslâmcıların olaylara ve düşünceye, dünyadaki gelişmelere, dünya sistemi­nin kendisine olan bakış açısında hakikatte sorunlar taşıdığı daha da önemlisi bu konular üzerinde sarih hemen hiçbir va­sıflı fikir geliştiremediği görülmektedir.Dünyada yürürlükte olana ruhun yansımaları Türkiye'de hemen kendini gösterebilmektedir. Dünyadaki sistemin dili ve metotları rahatlıkla Türk İslâmcılığında kendi usulünce dö­nüştürülerek kullanılabilmektedir.

İslâmcılığın “boy atmaya” başladığı dönemler, genellik­le siyasal hareketlenmelerin ve dünya sistemine karşı muha­lefetin ve yerel başkaldırma ve emperyalizmden “kurtuluş savaşlarının dönemine rastlaması, İslâmcıların diğer İslâm ül­kelerinde olduğu gibi devletin de demokrasi gibi “şirk” (Aktaş, 2000a, 44) düzeni nitelemesine varmasını kolaylaştınyor ve şartlarını oluşturmadan, dinamiklerini ve kurgusunu tam ola­rak yapmadan bir eleştiri furyasına gidilmesini gerektiriyordu. Zaman zaman marjinalliğe itilse bile başörtüsü mücadelesi hemen her dönemde merkezde yerini almıştı. Fakat başörtü­sünün İslâmî bir tercih ve iddiadan kaynaklandığını örtecek gelişmeler her dönemde açıkça vurgulandı.

“Devlet Bizim, Yöneticiler Değil!”

Başörtüsü mücadelesinin aslında yalnızca başörtüsü müca­delesi olmadığını hem İslâmcılar hem de başkaları sarahaten dile getirmekteydiler. Hayatlarında hiç başörtüsü takmayacak olanların başörtüsü mücadelesine destek vermeleri (Barbaro­soğlu, 2000,33) olayın bir yüzü. Mesele islâmcıların bu kişilere destek vermesi, aynı karede görünme isteği, onları öne çıkar­ma telaşıdır. İslâmcılığın "başka”ları nezdinde şirin gözükme meşruiyet kazanma kompleksi her daim yürürlüğünü sürdürmüş, onların bu destekleri karşısında takındıkları "ılımlı" "yumuşak” üslup temel karakter halini almıştır.

Buradaki çelişki İslâmcılığın geldiği noktayı da çok açık bir şekilde işaretlemektedir. Çünkü her gruptan İslâmî kim­lik sahipleri, Türkiye'deki İslâmî potansiyel, tarihsel köken ve kaynaklarla bu memleketin esasında rahatça "İslâm Devleti" biçiminde tanımlanabileceğini düşünmektedir. Böylece as­lında "devlet bizim ancak başkaları idare ediyor" fikri etkisini sürdürür ve kadrolaşma veya tepeden İslâmîleştirme yöntem­leri ile tekrar idare ele alınabilir. Türkiye’deki millet gerçeğinin böyle konjonktürel yöntemlerle ilişkisi çok da sağlam değildir. Bu düşünme biçimi daha çok entelektüellerin, okumuşların te­orileridir. Bunların dış etkisi açıkça fark edilebilmektedir. Me­selenin bir diğer ayağında da görüleceği gibi bu yöntemlerin klasik İslâm düşüncesi kaynaklarına dayandırılması, "Felsefî altyapı görüntüsünün entelektüel birikimle”(3) desteklenmesi sağlam dayanak oluşturma gayretleri olarak biçimlenmektedir.

Neoliberal İslâmcılık için aslında temel kaygının "bir İslâmî dönüşüm" yerine "devlet idaresinde devinim ve dönüşümdür."(4) Otoriter düşünce perspektifinden bakıldığında marjinalleri sisteme endekslemekten ziyade, toplumsal desteği kabule yat­kın ve direkt eleştiri getiren ideolojileri eklemlemek daha ko­laydır. Türkiye’de Komünistlere ve İslâmcılara yapılan da tam tamına budur. Çünkü belirleyici olan bireylerin ve hareketin kendi aralarındaki dayanışma ve kendilik bilgilerinden çok, devletle olan alışverişleridir.

İslamcı kadınların tezleri ile İslâmcıların devlet ile ilgili planları esasında örtüşür. DP döneminin rahatlığı sisteme kar­şı gelenlerin cüretlenmelerine neden olurken modernitenin ve Cumhuriyetin İslâm karşısındaki yok edici etkisini silebilmek yine modern yöntemlere bağlıdır. Çünkü İslâmcı kadınların sık sık tekrar ettikleri gibi bu iş ancak bilgi ve iyi yerlere gel­me, kariyer ve başarı gösterebilmeye bağlıdır. Onun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan okumalı ve devlette iyi bir yerlere gelmeli. Sistemin baskılarına karşı hem bilgi olarak hem de ekonomik planda “donanımlı” olmak gerekir.

Bu tezlerin örtük modernizm olduğu bugün daha net ken­dini gösterebilmektedir. İslâmcı kadının çıkışı, dinamik bir hal alışı ve dikkatleri çekmesi tamamıyla bununla ilgili. Çünkü sadece okumayla ilgili mesele değil İslâmcı kadının yaptığı. Sisteme karşı erkekler ne kadar donanımlı olması gerekiyorsa kadınların da aynı derece ve hatta “daha ileriye” geçmeleri ge­rektiği düşüncesi sistem karşıtlığının ötesine geçmiştir. İslâmcı kadın nitelemesi muhalefetin gereği olarak algılanmış, son za­manlarda söylendiği gibi kadının kendini öz-gerçekleştirimine yavaş yavaş gelinmiştir.

Doğal olarak İslâmcı kadınlar bir yandan Müslümanların, dinini yaşayanların “cahil kadın” imajını yıktıkları gibi sisteme karşı güçlenmeleri sayesinde de hayli etkili olmuşlardır. İslâm düşüncesinin aile kurumuna atfettiği ve kadın erkek ilişkile­rinde “tamamlayıcılık” ilkesine dayanan bu yapı başörtüsü konusunun çıkışında da kendini göstermiştir. Çünkü kadının başörtüsü ile okuması, hem bir “gösterge” hem bir bayrak hem de kadınsı işlerde donanımlı olmayı gerektirdiğinden, erkeğin ilgilenemeyeceği konularda yardımcı ve tamamlayıcı rolünü oynamasına uygun tasarlanmıştır. İslâm düşüncesinin, diğer ideolojiler tarafından eleştirildiği “yumuşak karınlarından biri olan aile, Tevbe suresi 71. ayette belirtildiği Müslüman ka­dını erkeğin yardımcısı olarak tespit etmiş, geleneksel olarak Müslüman kadın erkek ilişkilerinde ve evlilikte de geçerliliğini korumuş ve sağlamıştır. İşte aslında sisteme karşı geliştirilen İslâmcı kadının da yeterli donanımı alması, en azından cahil kalmaması, bu birliktelik anlayışının sonucu, gerekçesidir.

İslâmcı kadınların yapıp ettikleri ile ilgili esaslı çalışmalar hâlâ yapılmamıştır. Kimin hangi amaç ve metodoloji içinde oldukları sistematik olarak tespit edilmemiştir. İslâmcı kadın­ların hedeflerini sözlerinden kestirmek son derece zor. Bizim için veri, gelinen nokta. Bu açıdan İslâmcı kadınların Müslü­manları dönüştürmede gösterdikleri büyük başarı üzerinde tam durulmadığı gibi bunun planlı ve organize olmadığı fikri de işlenmemiştir. İslâmcı kadınların moderniteye karşı olup olmadıkları, bunun derecesi sarih değildir. Gelinen aşamada giyim kuşamdaki değişim böyle bir kaygının gelişmediği yö­nünde. Sorun İslâmcı kadınların ne için yola çıktıklarını sık sık unutmalarında: “İslâmcı kadınların temel sorunu, münte- sibi oldukları dinin ilkelerini belirleyici kılabilecekleri bir dün­yevi hayatın imkânlarını oluşturmada önlerine çıkan engelleri nasıl aşabilecekleridir.” (Ramazanoğlu, 2000, 160) Dolayısıyla yürürlükteki sistemle kadınların ilişkisi bile tam anlamıyla ta­nımlı değil:

Düzenle çok uğraştık değil. Çok uğraşmadık, bilinçsizce uğ­raştık. Düzen bize kan ağlatıyor. Türkiye’de hayatı burnumuzdan getiriyor. Düzen affedilmez, affedilmemeli. Ama herşey düzen değildir (Çakır, 2000b, 110).

........

Asıl Mücadele Evde

2000’li yıllardan önce üniversite kapısına dayanmamış ya da kamusal alana çıkmamış kadınların yaptığı en hafif tabirle mücadele olarak kabul ediliyordu. Çocuklarını “İslâmî bilinçle yetiştirmiş olmak" da bir mücadele biçimiydi ama sistemle direkt münasebete girmediği için çok da ehemmiyetli kabul edilmiyordu. Dönem itibariyle İmam Hatip okullarına ve akabinde üniversitelere bile kızlarını gönderseler de kamusal alana çıkmalarına müsaade edilmiyordu. Yani kızların çalışmaları gayri İslâmîydi.


Zira mesele donanımlı olmaktı. Cahil kalmadan, ilimden yoksun olmadan, üniversite hayatı görerek ev hanımlığına dönüş yapmak, çocuklarına bu bilinç ve görgü ile eğitim vermek temel esaslardan biriydi. Zaten kızların yönelimi de bu minvalde idi; “Zaten çalıştırmayacaklar” sözüyle başlayan üniversiteli örtülüler, aldıkları eğitimle hem iyi bir anne hem iyi bir eş hem de bilinçli bir Müslüman olma yolunda çaba göstermişler, eğitimleri ve birikimleri sayesinde çocuklarını da yetiştirmek istemişlerdir. 2000’li yıllardan sonra benzer yaklaşımlar İslâmî kesimin kamusundan çekildi. Kamuda yer almak sistem karşısında İslâmî kimlikle dimdik durmaktan gelişen Türkiye’nin nimetlerinden faydalanmaya, dönem itibariyle zorlaşan ekonomik durumlara karşı karı koca bir arada çalışarak durmaya evrildi.

İslâmcı kadınların görünmekten çok görünmemeye yönelik tavırlarında da değişimler hızla gerçekleşti. Sivil toplum kurumlarının piyasaya hâkim olmaya başlamasıyla birlikte İslâmcı kadınlar da kamuda daha çok yer aldı. Kadınların basörtüleriyle görünürlükleri mekan ve zaman tanımadan ilerlerken,kitle iletişim araçlarında yaygınlaştı.

Zihni kesinlik ve pür islâmi söylem,sahici metot yerine retorik yogun söylem kendini göstermeye başladı. 80 ve 90'lı yılların Çoğu zaman sonu pathos haline varan konuşmaları, paradigması 2000’li yıllarda saldırgan bir üsluba evrildi.Iki dönem arasındaki farklar gözle görülecek derecede belirginleştikçe 80'li ve 90'lı yılların halisane tavırları, mimikleri, dili yerini kendine güvenen, sistemin akışına müdahil olmak isteyen, başkalarının hayattan aldıgı payın aynısını isteyen yenibir dile evrildi.

Asıl mücadelenin evde olacağı fikri arkaik bir hal aldı: “Oysa bilinir ki; 'Salih hayat göze batmayan hayattır! Çünkü riya ve gösterişten daha uzaktır. Kadın için İslâmî mücadele meydanlarda, görünür alanlarda değil, tüm fertlerin yaşamını planladığı evlerde sürmektedir.” (Büyükcoşkun, 1996, 8)

........

İslâmcılığın Dönüşümü

'Türkiye'de İslâmcı hareketin kendini “aşırı kamulaştırması” sağlam bir fikir hareketi olmasını engelledi. İktidarı ve kay­nakları kullanmaya dönük kadro hareketi olmaya vakfetti. Bir yandan teorik açıdan kendini üst düzeyde koşullandıran İslâmcılar öbür taraftan kamunun içinde yaşamaya başladık­ça normalleşmeye başladılar, öyle ki teorinin esasında çok da tutarlı olmadığını dile getiren yorumlarını artırdılar. İslâmcı kadınların üniversite ve kamu macerası da benzer yola girdi. Üniversiteye girmek, sonra başörtülü iş güç sahibi olmak ha­yali gerçekleşemeyecek kadar büyüktü. Gerçekleşince büyük bir şaşkınlık oldu. Çünkü hiçbir şey olmamıştı, değişen yalnız­ca maddi refah seviyesindeki artıştı.

Hedef Türkiye'nin İslâmî dönüşümle yeniden büyük bir devlet ve millet haline gelmesi olmayınca, kamuda yer işgal etme hedefi büyük çoğunlukla başarılmıştı:

Müslüman kadının kendini gerçekleştirmesi için çıkmaya zorunlu sayıldığı o büyülü ve resmî kamusal alan ise, hegemonik iktidar merkezlerinin kitleleri biçimlendirmesi için tasarlan­mış, bulunma ve görünme koşullan iktidar sahipleri tarafından belirlenmiş, bir resmî baskı mekanizması olarak işlev görmeye hazırlanmış bir alandı. Böyle bir alan kurmacaydı, halüsinasyondu, koca bir yalandı, bir mizansendi, olanı değil olması gerekli bulananı gösterdi; sizin için çok önemli olma ve görünme biçim­lerinin karşılığı bulunamazdı orada (Aktaş, 2000a, 41).

Bundan sonra İslamcılığın genel çerçevesi ile birlik­te İslamcı kadınların gündemleri de farklılaşmaya başladı. İslamcı kadınların kamuda, gündelik yaşamda, ailede ortaya çıkan sorunlarını çözmeye yönelik, başarılı iş kadınlarının ka­zandıklarını tüketecekleri alanlar tartışılmaya başladı.

Türkiye’de II. Dünya Savaşı ile birlikte el değiştiren dünya sisteminin yöntemleri çok bariz biçimde etkisini, kıvraklığını gösterdi. Denetim, izleme, kontrol ve yönlendirme fonksi­yonunu, sert tedbirlere başvurmadan gerçekleştiren sistem, İslâmcıların dönüştürülmesini de bu sayede gerçekleştirdi. Devlet/sistem her durumda İslâmcılar gelişip, güçlendikleri dönemde bile yumuşak yasaklar, maddi ve manevi destekle­melerle İslâmcılığın kamu başlığı altındaki alana hapsolmasını sağladı. Sonra da o alanı kendine uygun idare edebilmeleri için yetiştirdi. “Eylem devletinin yerini, platformları ve karşılıklı görüşmeleri ayarlayan ve bunların yönetmenliğini yapan pa­zarlık/müzakere” (Beck, 1999, 210) metodu İslâmcılığın ken­dine dönük yüzünü törpüledi.

Kamuda yer bulmak marazi hal aldı. Sistem kamuyu İslâmcılar için ulaşılması güç, şaşalı, parıltılı haline getirdiği için şizofrenik durum İslâmcılığın karakteri oldu. (Eraslan, 2000, 102) Sistem hem kamuyu kutsallaştırdı hem de bağla­nımdan kopartarak dar bir çerçeveye sıkıştırdı, başörtüsü dı­şındaki her tür problem dekor halini aldı:

''ne öteki ezilenler ve bakı görenlerle yeteri kadar ilgilenebilmekte ne de kendi dünya görüşü etrafındaki herhangi bir mesele veya etkinlik alanında yeteri kadar derinleşebilmektedir.'' (Aktaş, 2000a, 39).

İslâmcılar, 2000 li yıllara geldiklerinde masumiyetlerini, safiyetlerini kaybetmişlerdi. İslâmcılık hareketi müntesiplerine yüksek kültür, hayat karşısında donanım sağlama bir tarafa geldikleri yerin saflığını da bozdurmuştu. Üniversiteye ve son­ra kamuya başörtüsüyle giren sonradan başını açmak zorunda kalan İslâmcı kadınların ruhi ve fikri yapıları eskisi gibi değildi artık. En azından İslâm! inançlarını dönüştürmüşler kamunun İslâmî dönüşüme uğraması fikrini zihinlerinden tamamen çı­karıp, İslâm'ı özel hayatlarına yöneltmişlerdir. Türkiye'de ba­şörtüsü mücadelesi geride kamuda başım açarak çalışan, tüke­tim kültürüne yatkınlığı had safhaya çıkmış, türedi orta sınıf halini almış, ritüel düzeyinde İslâmî kimliği önemseyen büyük bir kitle üretti.

Modernite ulaşamadığı kesimlere başörtüsü mücadelesi vasıtasıyla ulaştı ve onları da sistemin içine çekti. İslâmcı er­keklerin “çalışma zorunluluğu" ile başörtüsü eylemlerini orga­nize ettikleri kadınları kendi hallerine bırakması, Müslüman işyerlerinin başörtülü çalıştırmada tereddüt göstermesi, üni­versiteye girişte okurken, çıktıktan sonra çalışma hayatında devamlı çatışma, kabul ettirme çabası, psikolojisi çöküntü ile sona erdi.

İslâmcı hareketin konjonktürden bağımsız geliştiği söyle­nemez. Öyle ki zamanın ruhu bir tarafa dili bile konjonktürün eseridir İslâmcılarda. Moda haline getirilen bazı değerlerin he­men “İslâmcası” İslâmcıların diline yerleşmede zaman kaybet­mez. Bu bakımdan İslâmcıların talepleri de döneminin genel hayallerine denk düşer.

İslâmîleşme sürecini yeni bir dünya, vicdanlı ve adil bir dünya özlemiyle yaşadık. İlerlemenin ve gelişmenin, çağdaşlığın ve me­deniliğin görüntülere, kendini inkâra ve aşağılamaya, yerli olan her şeyden tiksinti duymaya başlandığı bir paradigmaya duydu­ğumuz tepkiyle, kimlik tanımlaması ihtiyacıyla, İslâmiyeti öğren­meye ve yaşamaya çalıştık (Aktaş, 2000b, 129).

Mensubiyet arayışının had safhaya çıktığı 70'li yıllardan sonra İslâmcılık düşüncesi çok yönlü gelişme ve atılım içine girdi. Belirttiğimiz gibi kontrollü bile seyretse İslâmcılık tek boyutlu değildi. Fakat İslâmcı kadın cephesinden aktörler önemli hal almıştı. İslâmcı kadınların bilinçlenmesinde, başör­tüsü ile sokağa inmesinde, başörtülü kadın olarak konuşma, tebliğ yapma, okuma ve çalışmasında erkeklerin büyük des­teği ve öncülüğü olmuştur. Bu bakımdan İslamcılık öncelikle erkeklerin yürüttüğü bir harekettir. (Aktaş, 2000b, 128; Çakır, 2000b, 15)


Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:337-352;357-359;370-373

Önceki yazı için bkn:

http://ilimcephesi.com/islamci-kadinin-geleneksel-ve-modern-fonksiyonu-1/

Dipnotlar:

1- Bu sayılanlar aslında tamamen modernitenin insana “yüklediği” bir zorunlu­luk. Dolayısıyla kadınların eğitim ve çalışma başta olmak üzere kamusal saha­da "iş" yapması mahremiyet sahasının da bir anlamda yeniden tanımlanma­sıyla ilgilidir. Çünkü ailenin özel alandan kamusal alana çekilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasal konumlanmaların birbirleriyle içsel hale getirilmesi, kadınla­rın "talep" hakkını da beraberinde getirmiştir. Kadınlar çoğunca ucuz iş gücü olarak görüldükleri oranda fabrikalarda çalıştırılmış, kentsel alanın yayılımı ve nüfus, uzmanlaşma bağlamında gelişen eğitim ve sağlık alanlarında özel tercihe tâbi tutulmuşlardır. Dolayısıyla "yeni dünya görüşü” teknolojik ve fel­sefi sorunsallar en çok kadınların “aleniyet sahasını erkeklerle paylaşmasına” neden olmuştur. (Hobsbavvm, 1998,60; Habermas, 1997, 270; Touraine, 2000, 248; Canatan, 1995,95)

2 -1968 Dünya Sistemi’nin en "sıkı” muhalefete uğradığı, liberal merkeziyet fikrinin yıkılarak, sağ ve sol ideolojilerin muhafazakâr sistemden "kendi”lerine bir yer açma uğraşında olduğu doktriner temellerin tekrar düşünüldüğü ve ge­leceğe yönelik adımların atıldığı bir yıldır. (Wallerstein, 1998, 93-117; 1998b, 134) Dolayısıyla Türkiye’de sol hareketler kadar İslâmcıların da bu dalgadan etkilendiği görülmektedir. Milli Nizam Partisinin ortaya çıkması da bu süre­cin bir ürünüdür.

3- İslâmî hareketin 70'lerde diğer ülkelerden yapılan çeviriler ve gazete ve dergi gibi kamusal imkanları (Habermas, 1997, 309) kullanmaları bilinçlenmeye, entelektüel bilgi birikimine yol açmış, bir takım ve çoğu “devşirme” fikirler spesifik düşünceler gibi algılanmıştır. “Başkalarının İslâmcı tehlike hayali de gene bu “epistemolojice dayanır.

4- AK Parti’nin Türkiye’deki İslâmî yönelimlerin çok büyük bir kısmının des­teğini alması bu hakikati doğrulamıştır. Devleti idare eden kadroların sirkülâsyonu ve “suyun başına geçme” psikolojisinin tatmini İslâmcılara kâfi gelmiştir.



Devamını Oku »

İslâmcı Kadının Geleneksel ve Modern Fonksiyonu-1



Müslüman kadının, geleneksel rolü “kendi halinde” ve “ev”le ilgili olarak tasvir edilirken statüsünde ona yüklenen “analık rolü”, modern dünyada hem “evle ilgili” hem de “evin varlığını” teminat altına almaya evrilmiştir. Böylece Müslüman kadının modern sonrasında içine düştüğü durum ona modernleştirici rolünü de yüklemiştir. Geleneksel ihtiyaçlar, siyasal örgütlen­me ve cemaat temelli yapıyla sosyolojik konumlanma, kadın­ların başörtüsü için mücadele etmesinin anlamını onaylama­dığı gibi buna meşru bir temel bulamamıştır. Çünkü kadının geleneksel yapıda başörtüsü “bayrağı altında” toplanmasına ne gerek ne de ihtiyaç vardır. Dolayısıyla gelenek sonrası ka­dınlarının geleneksel kadın imgesini yıktığını söylemek tarih­sel kırılmayı işaretlemekten çok farklı ihtiyaçlardan kaynakla­nan yeni toplumsal ilişkileri, kamunun örgütlenme biçimini, Türkiye'nin içine girdiği değerler sistemini gösterir:

Zihinlere yerleşmiş kaderine boyun eğen, pasif, yumuşak başlı, itaatkâr, geleneksel Müslüman kadın imgesi, evinin kapalı kişisel dünyasından çıkarak koUektif kitlesel hareketlere kansan,aktif, talepkâr, hatta militan olan İslâmcı kadınlar tarafından ki- olmaktadır (Göle, 1994,78).

Bu yargı, Müslüman kadınların "talepkâr "lığının geleneksel kadın fikrini ortadan kaldırmaya yönelik olduğu gibi kadınla­rın modern hayatta yaşaması, buna uygun dönüşüm geçirme­sine yatkın işler yaptığını da açıklar. Bu, Müslüman kadının yeni rolüdür artık.

İslâmcılığın başta siyasa üzerine yoğunlaşan düşünceleri, bu yöndeki birikimler ve hareketin umumi görüşü Asrı Saadet modelinin Müslümanların içinde bulunduğu yenilgi ve geri­liğin giderilmesi için tek çare olduğu yönündedir. İslâmcılık hareketinin çelişkisi Asrı Saadet gibi "altın çağı” modern yön­temlerle kurmaktan geçer. "Asrı Saadet miti”ne ilk sarılanların şehirli ve eğitimli kadınlar olması hiç de tesadüf değildir. (Kur- toğlu, 2000, 24)

Modernite toplumları dönüştürmenin önemli unsurların­dan biri olarak kadınları keşfetmiş, kadınların öncü, ikna edici gücü sayesinde seküler değerlerin kurumsallaştırılması sağlan­mıştır. Bundan payını geç modernleşmeyi yaşayan Türkiye’de almış ve Müslüman kadınlar 1970’li yıllardan itibaren aktif rol üstlenerek sisteme karşı başlattığı hareket ile kıyıda köşede kalmış tüm kadınları kamunun içine çekmeyi başarmış, kendi giyim kuşam reformunu dahi yapmıştır.

İslâmcı kadın hareketinin modern bir "kalkışma” olması birçok yazar açısından "geleneksel ve evinde oturan”, "kendi­sini ispatlayamamış ev ve çocuk eksenli yaşam” kipindeki ka­dına karşı kazanılmış bir mücadeledir aynı zamanda. İslâmcı kadının modernleştirici etkisi o derece kuvvetlidir ki kamuya açılmak şeklinde sunulan seküler faaliyetlere bigane kalmış kendi İslâmî dünyasında yaşayan kadınları bile "gözler önüne” çıkarmayı başarmıştır.

İslâmcı Kadın Kimliğinin Oluşumu

Hareketin feminist niteliğini tartışmak esasların gözden kaç­masına neden olur. Bu bakımdan İslâmcı kadın hareketinin marjinalleşmemesi, etkisini kaybetmemesi için feminist tanı­mı hiç yapılmamıştır. Dış görünüş itibariyle kendine özgü nitelık arzeden İslamcı kadın hareketi içerik bakımdan feminist öğeler taşır. Zira başörtülü kadının “cahil imajını yıktığı” (Ak- taş,1992,42), değişmenin bir “gereklilik” (Meriç, 2000, 59) ola­rak görüldüğü fikirlerinin yaygınlığı göz önüne alınırsa “mili­tan bir kadına dönüşen (Göle, 1994,78) Müslüman kadınların İslâm'ın mı yoksa modernitenin mi savaşını verdiğini sormak gerekir.

Müslüman kadınların mücadelesi bu açıdan tek yönlü de­ğildir. Bir yandan “yönetime karşı başörtüleriyle okuma ve ça­lışma mücadelesi” veren İslâmcı kadınlar öte taraftan da “şim­diki dünyanın” koşullarıyla yaşama mücadelesi içinde varolma savaşımı içindedirler:

Okumak, çalışmak, meslek sahibi olmak, ekonomik bağım­sızlık... evet, çok modernist talepler gibi görünüyor. Ama Müslü­man kadınlar da herkes gibi ‘şimdi ve burada’ yaşıyorlar. Çevreleri Allah dostlarıyla, sahabeyle çevrili değil. Müslüman erkeklerin de dahil olduğu karmaşık, insanın kötü tarafının ağır bastığı, şeyta­nileşmiş bir dünyada yaşıyorlar ve böyle bir dünyayla baş etmek zorundalar (Gülnaz, 2000,104).

Müslüman kadının, İslâmcı diye tavsif edilerek, “sahaya in­mesine” neden olan süreç de tastamam bununla örtüşür. Evini çekip çeviren, tarım ve hayvancılık yapan kadının modern za­manlarda kentli vahşiliğe dâhil olması, modern İktisadî sektör­lerde kendine yer bulma çabası buna bir de başörtüsüyle çalış­ma isteğinin eklenmesi ister istemez “İslâmcı kadın” kimliğini icbar ettirir. Artık kamusal sahada “kadın” olarak yer almanın yanında bir de başörtüsü ve “dinsel geleneği” ile de “var olmak” hatta sahayı “dönüştürme” niyeti, moderniteyi kendiliğinden içselleştirmenin göstergesidir.

Yürürlükteki sistemin içinde çalışarak ideal İslâmî hayatı yaşamanın daha da ötesi Asrı Saadeti kurmanın imkansızlığı kadınların aşamadığı, modernitenin çok iyi yönettiği bir me­seledir:

Modern hayat nefs ile mücadele etmenin daha önceki zaman­lara göre daha zor olduğu bir hayattır. Çünkü her şey hız etrafında cereyan etmektedir. (...) Modern insan, ulvî olan ile bağını yitirmemek için sürekli olarak akışa karşı durmak, akışa karşı yüzmek zorunda. Geleneksel dünyada hayat durgun bir sudur. Hayat usul usul yaşanır. Ve bir üslûp içinde yaşanır (Barbarosoğlu, 2000,22)

Romantik bakış açısından nefs ile mücadele etmenin imkânsızlığı ile “kendinize ve çevrenize, akışa karşı durduğu­nuzu söylemiş" olmak mümkün görünmemektedir. İslâmcı kadınların örtüleriyle ve dini inançlarıyla modern şartların içinde yaşamak, çalışmak, okumak(1), kısaca kamusal bir sa­hada görünmek isteği modernitenin kendi içinden çıkardığı bir hedeftir. (Eraslan, 2000b, 213) Müslüman kadın için mo­dernitenin koşullarından işe başlamak ne kadar paradoksal görünürse, aynı koşullar ve paradigmayla moderniteye karşı durmak da o kadar paradoksaldır.

Çok Partili Hayat, Dünya Sistemi ve İslâmcılık

Türkiyede İslâmcılığın olduğu kadar İslâmcı kadının da en­telektüel yapı kazanması ve aktif, belirleyici, yön verici çoğu zaman da özne konumunda yer alması 1980'li yıllara denk gelir. 60, 70, 80’li yılların darbelere rağmen/darbelerle bera­ber İslâmî canlanma, Müslümanların daha rahat imkânlara kavuş(turul)ması, tesettürlü kızların üniversite hayallerini ge­liştirmiş, üniversitede okuyarak sistemle mücadele hevesleri gittikçe artmış, kamusal sahada bir yer edinme çabaları ile bir­likte yeni sorunlar peşinden gelmiştir.

Dünya sisteminin yeni evresinin Türkiye'de Özal ile hayat bulması Müslümanların şirket, para kültürü ile yüz yüze kalma­sı, küçük cemaatlerin bile desteklenerek büyümesi Türkiye'de İslamcılığın yeni evreye girdiğini gösterir. Bir yandan dünyada­ki ekonomik sistemin kurumlarını içselleştiren İslâmcılar öbür taraftan başta tesettür olmak üzere tezlerini kuvvetlendirme­ye çalışmıştır. Ama umumi manzara İslâmcıların Türkiye'deki sisteme karışmak için büyük bir atak yaptığını göstermektedir. Çünkü ekonomik plandaki atılım, siyaset düzlemindeki et­kinlikle birlikte kadınların artık çekinmeden “hayatın içinde" gezinmeleri, eğitim, siyaset hatta kamunun çeşitli kollarında görünmeleri İslâmcı tezlerle sistemin işleyişinin aynı zemine oturmakta kararlı olduğunu göstermekteydi.

Bu karşılıklı olarak birbirini yontarak gelişen bir süreç­ti aslında. Zaman zaman desteklenen çoğu zaman sindirilen İslâmcılık düşüncesi ittifaklarla birlikte eklektik düşünceyi kanıksamaya başlamıştı. İslâmcı kadınların bu eklektizmdeki rolleri her zamanki gibi üst düzeydeydi. “Başörtüsü mücadele­sinde yol alma” bu eklektizmin en belirgin ifadesidir.

Alınan yolların kaybedilmemesi, “bir onlardan bir bizden” yargısını güçlendirmişti. Meşruiyet ve mensubiyet arayışı İslâmcıların savunma refleksini güçlendirirken, savunurken uyuşmayı beraberinde getirmiştir. “Karşı tarafın saldırıları” ve sürekli sorulan sorular karşısında İslâmcılar ritüellerine bir dayanak aramak, “sisteme karşı yürüttükleri savaşımda” simgelerine ve simgeselliklerine “meşruiyet” bulmak kaygusu içinde kalmış, başörtülülerin okumalarına dayanak bulma en­dişesi üst düzeye çıkmıştır.

Karşı taraf nezdinde güçlü ve bilgili olmak, mücadeleyi va­sıflı hale getirmek amaçları kamusal plana çıktığında “memle­ket için” söylemine dönüşmüştür. İşte bu eleştiriler ve sorular karşısında İslâmcı erkeklerin olduğu kadar kadınların da zi­hinleri teşevvüş hale gelmiş, örtünmenin anlamı bilinenin öte­sine geçmeye başlamış, yeni yeni anlam arayışlarına gidilmiş hatta tesettürün klasik ontolojisi sorgulanmaya başlamıştır.

İslamcı kadınların başörtüsü takmalarındaki sebep hep tar- tışılagelmiş ancak bu konuda sarih bir açıklama veya yorum İslâmcılardan da laiklerden de gelmemiş, iki tarafın birbirine karşı kullandıkları dil, taraftarlık ithamları hakiki ve sahici gerekçeyi örtmüştür. Dolayısıyla tesettürle bir mükellefiyeti yerine getirme niyetindekiler bile aslında bunun birden fazla anlama geldiğini, kendilerinin bile hadisenin aslına vakıf ola­madıklarını “deneyimle” öğrenmişlerdir. Çünkü Türkiye İslâmî hareketinin genel geçer yapısına uygun epistemolojik yakla­şımla pratik “düşünsel” yapının kesiştiği düzlem olarak başör­tüsü, zaman zaman “kurmaca” bir fantezi ve hayal dünyasının peşine sürüklenmiştir. Hadise biraz da konjonktürel mahiye­te bürünmüştür. Süreç başörtüsünün ontolojisini açıklamaya değil örtmeye yönelmiştir. Öyle ki laik kesim ve sistemin it­hamları karşısında savunmacı dil başörtüsünün varoluşunu yönlendirecek yeni gerekçelere kapı aralamış; esası gizli tuta­rak karşı tarafın isteklerine göre cevap vermekte mahir olan İslâmcılar günlük siyaset diliyle bu suçlamaları geçiştirmeyi becermişlerdir.

Türkiye’nin İslâmî Dönüşümü ve İslâmcılık

İslâmî hareketler Türkiye’nin İslâmî bir dönüşüm geçirmesi hedefini gütmüşler mi? İslâmî dönüşümün hangi kaynak, kad­ro ve alt yapıyla gerçekleşeceğini hesap etmişler midir? Dö­nüşümün metodu hususunda sahici yaklaşım içine girmişler midir? Yoksa kendilerinin bile niyetleri o kadar olmadığı hal­de “sistem” onlara bu hedefleri dikte mi etmiştir? Başörtüsü hususunda kontrolü çoğu zaman elinden kaçıran İslâmcılar yönlendirilmiş tartışma ortamları içinde kalmışlardır. Çünkü sistem İslâmcıları kendilerinden daha iyi tanıdığı için başör­tüsünün mahiyetini manipüle edebilmektedir. İslâmcı ya da Müslüman kadın kavramı İslâmcı kadınların bile kabul edebi­lecekleri bir şey değil zira. Kendi tezleri ve başörtüsü anlam­landırması içinde varlık gösterme İslâmcı kadınlar için çok cazip değil. Mühim olan feminist tezlerde olduğu gibi kadına değer vermek, Îslâmî nitelemelere başvurmadan kendi başına kadını ele almak daha ötesi “gerçekten kadın" üzerinde dur­maktır. (Aktaş, 2000a, 39)

İslâmcı kadının taleplerinden “başını da örtenlerin" ta­leplerine evrilmek Türkiye’de İslâmî fikriyatın niteliğini, İslâmcılığın takip ettiği yönü net olarak gösterebilir. Başörtü­sünün ontolojisi üzerine tartışmalar hangi yöne giderse gitsin, başörtüsünün “safiyane niyet”le örtüldüğü tartışıladursun te­melde başörtüsü / İslâmcı kadının “siyasileşen İslâm’ın bayra­ğı” haline geldiği eleştirileri tükenmeyecektir. (Göle, 1994, 77) Çünkü örtülüler bir anlamda İslâmî hareketlerin simgesi du­rumuna gelmiş (Aktaş, 1992, 36), toplumsal yönlü bir algılayış ve “Müslüman kadınları sembolize etme” imkânının yanında (Şişman, 1996, 38) onlara bir kimlik de sağlamıştır:

İslâmî örtünme, Müslüman kadınların kendi kimlik tanım­lamalarında dini ve ahlaki değerleri laik modernizm karşısında mazur gösterme çabası olmadan öne sürmelerini ifade etmekte­dir (Göle, 2000a, 28).

Bu gerekçelerin açıkça kabul edilmesi, başörtüsünün modernizmin “cazip” teklifleri karşısında bir tepki olarak yeniden düşünülmeye başlandığı (Aktaş, 1992, 37) gibi yorumlarla bir­leştiğinde mevzu daha çekilmez hale evrilir. Başörtülülerin bir “kimlik”le beraber algılanması gerektiğini belirten ve örtünün takanlara kimlik verdiğini düşünen, dolayısıyla örtüden sıyrıl­manın kimlikten sıyrılma manasına geldiğini öne süren anolojiler de kurulmaktadır. Kimlik derken İslâmî kalıplar içinde, kadınların örtünmesinin “manevi” yönlerinden ziyade formel unsurlarıyla bağlantılı olup, onların “görünürlüklerine kat­kı yapma kastedilmektedir. Temel sorun kimliğin “belirleye­ni” gözler önüne sermesindedir. Modern dünyada başörtüsü Müslümanlığın gösterenidir. Modern dünyada kimlik sizi baş­kalarından ayırmaya yarar:

''İslâmî açıdan kimliğinizi aleni kılmanız şartı vardır. Çünkü İslâmiyet hem bireysel hem de toplumsal bir din olma özelliği taşır.'' (Barbarosoğlu, 2000, s. 137).

Dolayısıyla kimlik ile başörtüsü örtüşür. Modern yaşam ala­nı içinde kimliği göstermenin farklı yolları vardır. Müslüman kadın için başörtüsü aynı zamanda kimliktir. Ancak İslâmcı kadınların bu gerçeği dile getirmelerine rağmen tesettür söz konusu olunca indirgemeci yapıları, sistemin ithamlarına ma­ruz kalmama endişeleri, kompleksleri devreye girer:

''Ki ben başörtüsünün bir kimlik değil, kimliği olanların kul­landığı örtü olduğunu vurgulamaktan vazgeçmeyeceğim.'' (Barbarosoğlu, 2000, 36).

Başörtüsünün ne olduğu belli bir aşamaya kadar yorum­lanarak getirilir fakat hakikatin kapısından hep geri dönülür. Acaba gerçek, karşı tarafın “onun arkasındaki asıl niyet baş­ka” ithamına maruz kalmamak mıdır yoksa gerçekten İslâmcı kadınların böyle bir niyet taşımamaları mıdır? Başını örten kadınların örtünme gerekçeleri her zaman kategorilere ayrı­lır. Çünkü örtünme için karşı tarafın argümanları “dindarlık ve siyasallık” olarak belirlenirken, “din” emrettiği için örtün­düğünü söyleyenler de bir ana başlık altında toplanabilir. Bu anlamda Ruşen Çakır iki örnek verir ve başörtüsünü dinleri gereği takanlar ve radikalleri karşılaştırır. Buna göre ilk yolu deneyenler toplumun vicdanına seslenip hitap ettiği çevreyi genişletmek, radikaller ise “küfür düzenini teşhir etmek” ni­yetindedirler. Konunun özeti, Türkiye'deki İslâmcı kadınların fikirlerinin ortak noktası ve başörtüsü konusunda sarih bir ni­yet ve pratiğin oluşmamasının kesiştiği nokta aynı görünmek­tedir; İslâmcıların kendi aralarındaki metodolojik farklılıklar yani “davaya giden yoldaki uygulayımlar.” (Çakır, 2000b, 60)

Kadınların Kamuda Yer Alması mı Başörtüsünün Kamuda Olması mı?

Sahiden mesele yalnızca yöntem üzerinde anlaşamamakta mı­dır? Tüm cemaatler, tarikatlar, Müslümanlar "yok birbirimiz­den farkımız” mı demektedir? İslâmî kesimdeki tüm bu grup­ların "İslâmlaştırma - İslâmîleştirme” ikilemine sıkışmaları sorunun cevapsız kalmasındandır. Meselenin düğümlendiği yer sahiden Türkiye’nin İslâmî dönüşüm geçirmesinde Müs­lümanların aktif rol alıp almayacağı ile ilgili görünüyor. Bu soru başörtüsü ile özdeşleştirilebilir. Başörtüsü ile kamuda yer almak ile kamuda kadının yer alması ayrımı Müslümanların en büyük meselesi olmalı idi. Bütün bu soruların geçerliliği İslamcılar nezdinde yok farz edilmekte.

Oysaki kültürel ve siyasal hedefleri olan Müslümanlar için, kullanılan “ara” yöntemler, bir anlamda başörtüsüne de sirayet etmiş dolayısıyla da çoğu zaman “devlet” söylemi karşısında başörtüsü feda edildiği gibi, öncü bir “yoklama” olarak da hep kurban verilmiştir. Başörtüsü sistem ile İslamcıların iktidar hırsları arasında mücadele simgesi olarak yerini aldığı müd­detçe örtünme enstrümantal niteliğini muhafaza edecektir. Tesettür, örtünme İslâmcı kitlelerin hemen sarılabilecekleri potansiyel gücü oluştururken sistem açısından da İslâmcıları iktidara kendi yöntemleriyle taşımanın garantisidir. İki kesim arasında başörtüsü, konjonktürün el verdiği ölçüde görünür­lüğünü artırmış, fonksiyonu bittiğinde tamamen saf dışı bırakılıverecek “imaj” bozan bir “nesne” olarak tanımlanmıştır. Başörtüsünün işlevsel bir niteliğe bürünmesinde “başörtüsüne kimlik” biçmenin etkisi varken siyasal örgütlenmede yerleri­nin olmadığını söyleyen cemaatlerin, başörtüsüne yükledikleri bu “verili” kimlikle, tamamen “siyasal bir çıkarsama” içine gir­dikleri de gözlenir.

Üniversitelerde eylem yapan ve uzatılan mikrofonlara ba­şörtüsünü “siyasal bir kimlik” taşımadan taktığını, Allah’ın emri olduğu için örtündüğünü söyleyen kızlardan, “bir mü­cadelenin” içinde olduklarını söyleyenlerine kadar, başörtüsü konusundaki “temsilî” söyleme ne kadar yatkın bir dil gelişti­rildiğinin fark edilmemesi en çok da sistemin işine yaramakta­dır. Tüm bu gerekçelerin sonucunda “postmodern başörtüsü çoğulculuğu” doğmakla kalmamış, her türden insan için bu söylem havuzundan yararlanabilecekleri pragmatik bir gerek­çe kendiliğinden oluşmuştur.

İslâmcı Pragmatizm, Pragmatizm İçinde Başörtüsü

islâmcılık hareketinin pragmatik hedefleri geçtiğimiz on beş yıllık süreçte daha net gözlendi. Yalnızca başörtüsü husu­sunda değil çoğu İslamcı tez ve kutsal ile devlet ilişkisinin bu pragmatizme malzeme olduğu görülmüştür. Başörtüsünün “kutsal" yönü pragmatik hedefler karşısında kimlik kaygısının arkasında kalmış ve örtünme İslamcı tezlerin devletle olan pa­zarlığının en önemli nesnesi olmuştur. İslâmcılığın devlet he­defi karşısında sekülerizmi bile içselleştirmeleri, kutsalla olan irtibatlarını arka plana itmeleri başörtüsü konusundaki kaygı­larını da asgariye indirmektedir. Buna göre başörtüsünde gös­terilen hassasiyetin İslamcılar bağlamında da “devletin kutsal­lığı" ve ele geçirilmesi kadar yeri olmadığı, başörtüsünün türlü yorumlara indirgenebilmesinden anlaşılmaktadır.

Bu bağlamda Türkiye'de başörtüsüyle okula girmeye baş­layan İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacariın bu eylemi, bir yandan o günkü gençlik-özgürlük hareketlerine bağlan­makta diğer yandan da pozitivist bir mağlubiyet olarak vasıf- landırılmaktadır. (Barbarosoğlu, 1996, 20) Dolayısıyla dünya sisteminin oturmuş yapısında bir yırtılma yeri, sisteme karşı oluşturulan “her türlü" muhalefet hareketinde Müslüman bir “duruş'un temsili(2) geleneksel Cumhuriyet fikrinde oluşturulan “cahillik" savının da sonudur. Bu durumdan İslamcı kadınlar her zaman yakınmakta ve en kısa zamanda bunun düzeltilme­sini istemektedir. Ancak sorun sadece okumakta değil, başör­tülü olarak okumanın bir “araç" olarak kullanılması ve “dip­lomayı amaç değil, İslâm'ın yeryüzünü huzurla doldurması için araç olarak görmeli, onu kazanmak için de asla inancının, imanının gereğini yaşamaktan taviz vermemelidir.” (Nuroğlu, 1996,15) durumuna getirmektedir.

Başörtüsünün buradaki araçsal varlığı, sonuçta bir tek ken­di bağlamı içinde değerlendirilmeyecek derecede çok yönlü­dür. Siyasal sonuçlar da dindar niyette bu sözlere eşlik edebilir. Mesele, diplomadan “Allah rızası”nın nasıl çıkarılacağı, oku­manın İslâmcı kadınlara hangi vasıfları yükleyeceği, kamuda yer almanın İslâmcı düşünceye ne tür açılımlar sağlayacağı, geleneksellikten kurtulmuş modern İslâmcı kadınların İslâmcı düşünce ve kamuya katkısının hangi yönde olacağı yönündedir.

devamı için bkn:


http://ilimcephesi.com/islamci-kadinin-geleneksel-ve-modern-fonksiyonu-2/


Devamını Oku »

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri


İslam öncesi Arap kadınları da kendi geleneklerine göre giyini­yor, başlarını bir biçimde örtüyor ve süsleniyordu. Ama kadının saygınlığını koruyacak, onu kötülüklerden uzak tutacak nitelikte bir tesettür geleneği yok idi. Evdeki kıyafeti veya tek başörtüsü ile sokağa çıktığında bir mü'min kadını diğerlerinden ayırt etmeye yarayacak farklı bir kıyafet de söz konusu değildi.(Nişaburi,Garaibul Kuran ve Reğaibul Furkan,XXI/32)  Yani uzaktan bakıldığında kadınları, kıyafetleriyle de olsa, birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu...

Kurtubı'nın naklettiğine göre Arap kadınları, genellikle başlarina aldıkları örtüyü arkalarına doğru sarkıtıyorlar; bu yüzden boyunları, kulakları ve göğüsleri açık bulunuyordu.Kimileri de başlarını hiç örtmüyordu.

Allah Teâlâ, mü'min kadınların dışarıya çıktıkları zaman tanınmaları ve saygınlıklarının korunması;yanlışlıkla da olsa herhangi bir saldırıya maruz kalmamaları için kendilerini mümin olmayan kadınlardan ayıracak nitelikte bir örtüyü, kendilerini tanıtıcı bir alamet olarak üzerlerine almalarını şöyle tavsiye etmiştir.

Ayet: 59

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle de dışarı çıkarken cilbablarını üstlerine alsınlar Bu, onların tanınmaları ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.''

Bir şeyi kendisine yaklaştırmak anlamına gelen,elbise ile gelince yani, bollaştırdı; üstten aşağıya salıverdi; saldı, sarkıttı, örttü, anlamındadır.

Lügatta örtü/deriyi örten; geniş elbise anla­mındadır. İbn Mesud, Ubeyde” Hasan el-Basrî, Said İbn Cübeyr ve daha birçoklarına göre cilbab, başörtüsünün üzerinden giyinilen rida, gömlek, Arapların bugünkü tabiriyle abâyesidir. İbn Abbas ve

İbn Mesud (ra)'dan nakledilen bir rivayete göre de cilbab,yani, abâye ve cübbe gibi elbisenin üstünden giyilen veya sırta alman geniş örtü demektir.

Kurtubî'ye göre cilbab'ın örfteki manası, bedenin tamamını ya da büyük bir kısmını örten ve başörtüsünden daha büyük bir ör­tüdür.

Müslim'in es-Sahih'inde nakledildiğine göre:Rasulallah, Şayet herhangi birimizin cilbabı yoksa ne yapalım? diye sorulduğunda Rasulullah; kardeşi, ona kendi cilbabını giydirsin,, sokağa öyle çıksın, buyurdu"(a.g.e,XIV/243)

Nesefiye göre “Cilbab’’. yatak çarşafı gibi bedenin tamamını örten büyük bir örtü,(Nesefi,Tefsir-un Nesefi,3/312)Elmalılıya göre ise ‘’Cilbab,baştan aşağı bedenin tamamını örten çarşaf,ferace,car gibi dış kisvesinin adıdır.(Elmalılı,Tefsir,VI/3929)

Nakledildiğine göre,evlerde tuvalet bulunmadığından kadınlar,genellikle akşamları def-i hacet için dışarıya çıkıyolardı.Bu esnada bir kısım namussuz erkekler, karanlıktan yararlanarak kadınlara laf atıyor veya cariyeleri uzaklara götürüyorlardı. Kadın­lar arasında, özellikle hür mü'min kadınlarla cariyeler arasında belli bir kıyafet farklılığı bulunmadığından, mü'min kadınların da zaman zaman aynı saldırıya maruz kaldıkları oluyordu. Bu kimse­ler de sorgulandığı zaman, bilmedim, ben cariye sanmıştım... gibi mazeretler ileri sürüyorlardı. İşte bu durum sebebiyle bu ayetler indirilmiştir.(İbn Kesir,Tefsir,VI/471) Kur'an-ı Kerim'de, mü'min kadınların giyim ku­şamlarıyla ilgili bununla beraber dört hüküm bulunmaktadır.

Birincisi: Nûr suresinin otuz birinci ayetinde namahrem, yani nikâhı helal olan erkeklerin yanında mü'min kadınların yüzleri ve ellerinin dışında, bedenlerinin tamamını örtmeleriyle ilgili hüküm.

İkincisi: Yine aynı ayetin devamında yer verilen baba, amca, dayı, kardeş, yeğen... gibi mahrem olan erkeklerin yanında asgari göbek ile diz kapağı arasını örtmekle ilgili hüküm.

Üçüncüsü: Nûr suresinin altmışıncı ayetinde, hayız ve nifastan kesilmiş olmakla beraber cinsel duyguları tamamen yok olmuş yaşlı kadınlarla ilgili istisnaî hüküm.

Dördüncüsü: Bu, cilbap ayetidir. İlk üç hüküm şart ve ortamın­da süreklilik arzettiği halde bu hüküm, tamamen yaşanılan toplu­mun ahlâki durumuna bağlıdır. Yaşadıkları toplumda mü'min kadınların diğerlerinden ayırt edilmemeleri sebebiyle dışarı çık­tıklarında taciz edilme ihtimali var ise, cilbab olması da şart değil, bir tedbir olmak üzere kendilerini tanıtıcı bir kıyafete veya başka bir alamete ihtiyaç vardır. Fakat mü'min kadınlar, normal teset­türleri içerisinde rahatlıkla dışarı çıkabiliyor ve herhangi bir sıkın­tı verici duruma maruz kalmıyorlarsa, o toplumda böyle bir örtüye de ihtiyaç olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bir kısım emirler illetine mebnidir.İllet  devam ettiği sürece, hüküm de devam eder. İllet ortadan kalktığı zaman hüküm de kalkmış sayılır.



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri

İslam öncesi Arap kadınları da kendi geleneklerine göre giyini­yor, başlarını bir biçimde örtüyor ve süsleniyordu. Ama kadının saygınlığını koruyacak, onu kötülüklerden uzak tutacak nitelikte bir tesettür geleneği yok idi. Evdeki kıyafeti veya tek başörtüsü ile sokağa çıktığında bir mü'min kadını diğerlerinden ayırt etmeye yarayacak farklı bir kıyafet de söz konusu değildi.(Nişaburi,Garaibul Kuran ve Reğaibul Furkan,XXI/32)  Yani uzaktan bakıldığında kadınları, kıyafetleriyle de olsa, birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu...

Kurtubı'nın naklettiğine göre Arap kadınları, genellikle başlarina aldıkları örtüyü arkalarına doğru sarkıtıyorlar; bu yüzden boyunları, kulakları ve göğüsleri açık bulunuyordu.Kimileri de başlarını hiç örtmüyordu.

Allah Teâlâ, mü'min kadınların dışarıya çıktıkları zaman tanınmaları ve saygınlıklarının korunması;yanlışlıkla da olsa herhangi bir saldırıya maruz kalmamaları için kendilerini mümin olmayan kadınlardan ayıracak nitelikte bir örtüyü, kendilerini tanıtıcı bir alamet olarak üzerlerine almalarını şöyle tavsiye etmiştir.

Ayet: 59

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle de dışarı çıkarken cilbablarını üstlerine alsınlar Bu, onların tanınmaları ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.''

Bir şeyi kendisine yaklaştırmak anlamına gelen,elbise ile gelince yani, bollaştırdı; üstten aşağıya salıverdi; saldı, sarkıttı, örttü, anlamındadır.

Lügatta örtü/deriyi örten; geniş elbise anla­mındadır. İbn Mesud, Ubeyde” Hasan el-Basrî, Said İbn Cübeyr ve daha birçoklarına göre cilbab, başörtüsünün üzerinden giyinilen rida, gömlek, Arapların bugünkü tabiriyle abâyesidir. İbn Abbas ve

İbn Mesud (ra)'dan nakledilen bir rivayete göre de cilbab,yani, abâye ve cübbe gibi elbisenin üstünden giyilen veya sırta alman geniş örtü demektir.

Kurtubî'ye göre cilbab'ın örfteki manası, bedenin tamamını ya da büyük bir kısmını örten ve başörtüsünden daha büyük bir ör­tüdür.

Müslim'in es-Sahih'inde nakledildiğine göre:Rasulallah, Şayet herhangi birimizin cilbabı yoksa ne yapalım? diye sorulduğunda Rasulullah; kardeşi, ona kendi cilbabını giydirsin,, sokağa öyle çıksın, buyurdu"(a.g.e,XIV/243)

Nesefiye göre “Cilbab’’. yatak çarşafı gibi bedenin tamamını örten büyük bir örtü,(Nesefi,Tefsir-un Nesefi,3/312)Elmalılıya göre ise ‘’Cilbab,baştan aşağı bedenin tamamını örten çarşaf,ferace,car gibi dış kisvesinin adıdır.(Elmalılı,Tefsir,VI/3929)

Nakledildiğine göre,evlerde tuvalet bulunmadığından kadınlar,genellikle akşamları def-i hacet için dışarıya çıkıyolardı.Bu esnada bir kısım namussuz erkekler, karanlıktan yararlanarak kadınlara laf atıyor veya cariyeleri uzaklara götürüyorlardı. Kadın­lar arasında, özellikle hür mü'min kadınlarla cariyeler arasında belli bir kıyafet farklılığı bulunmadığından, mü'min kadınların da zaman zaman aynı saldırıya maruz kaldıkları oluyordu. Bu kimse­ler de sorgulandığı zaman, bilmedim, ben cariye sanmıştım... gibi mazeretler ileri sürüyorlardı. İşte bu durum sebebiyle bu ayetler indirilmiştir.(İbn Kesir,Tefsir,VI/471) Kur'an-ı Kerim'de, mü'min kadınların giyim ku­şamlarıyla ilgili bununla beraber dört hüküm bulunmaktadır.

Birincisi: Nûr suresinin otuz birinci ayetinde namahrem, yani nikâhı helal olan erkeklerin yanında mü'min kadınların yüzleri ve ellerinin dışında, bedenlerinin tamamını örtmeleriyle ilgili hüküm.

İkincisi: Yine aynı ayetin devamında yer verilen baba, amca, dayı, kardeş, yeğen... gibi mahrem olan erkeklerin yanında asgari göbek ile diz kapağı arasını örtmekle ilgili hüküm.

Üçüncüsü: Nûr suresinin altmışıncı ayetinde, hayız ve nifastan kesilmiş olmakla beraber cinsel duyguları tamamen yok olmuş yaşlı kadınlarla ilgili istisnaî hüküm.

Dördüncüsü: Bu, cilbap ayetidir. İlk üç hüküm şart ve ortamın­da süreklilik arzettiği halde bu hüküm, tamamen yaşanılan toplu­mun ahlâki durumuna bağlıdır. Yaşadıkları toplumda mü'min kadınların diğerlerinden ayırt edilmemeleri sebebiyle dışarı çık­tıklarında taciz edilme ihtimali var ise, cilbab olması da şart değil, bir tedbir olmak üzere kendilerini tanıtıcı bir kıyafete veya başka bir alamete ihtiyaç vardır. Fakat mü'min kadınlar, normal teset­türleri içerisinde rahatlıkla dışarı çıkabiliyor ve herhangi bir sıkın­tı verici duruma maruz kalmıyorlarsa, o toplumda böyle bir örtüye de ihtiyaç olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bir kısım emirler illetine mebnidir.İllet  devam ettiği sürece, hüküm de devam eder. İllet ortadan kalktığı zaman hüküm de kalkmış sayılır.



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »