Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu [i]

Doç.Dr. Vefa TAŞDELEN [ii]

Öz

Batı Tefekkürü ve İslam. Tasavvufu, Necip Fazıl Kısakürek’in kitaplaştı- rılmış konferans metinlerinden biridir. Kısakürek bu çalışmasında Batı kültürünün temel üreticilerinden biri olan felsefe ile İslam kültürünün temel üreticilerinden biri olan tasavvuf arasında bir karşılaştırma yapar. Doğulu ve Batılı zihin biçimleri üzerine bir çözümleme denemesi olarak da görülebilecek olan bu eser, kültür tarihinde önemli bir sorun oluşturmuş olan akıl ve vahiy, din ve felsefe ilişkilerine de değinir; bu çerçevede Batı ve İslam kültürlerindeki temel kriz noktalarına işaret eder ve çözüm yolları önerir. "Çifte kanat" metaforu, Doğu ve Batı kültürlerinde yaşanan uygarlık krizi karşısında bir çözüm önerisi olarak da ortaya çıkar.
Devamını Oku »

Genç Adam,Düşün !

Genç Adam,Düşün !· Genç adam, düşün! Evvelâ, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!

· Senin yaşadığın devirde insanların meşin toptan birer kafa taşıdığını ve bu topu dolduran havanın en basit fikri bile kavurup kül edici bir kezzap buharı olduğunu düşün!

· Düşünmeyi düşün; düşünülecek her şey ondan sonra kuyruğa girer. Filozof: “Mademki düşünüyorum, öyleyse varım!” der. Ya biz ne diyelim?..

· Bırak filozofu, milozofu: Kâinatın ve insanlığın Ufku, bir ân düşünceyi bilmem kaç yıllık ibadete denk tutar ve şöyle buyurur: “Yarabbi; bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!” Aziz varlığın aziz aynası fikir… Düşün!

· Seni karartmak isteyen tesirler evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yani varlık şiarını körletmekle işe girişti. Bunu düşün!

· Hiç bir kaptan haritadan, hiç bir şoför kilometre işaretinden, hiç bir doktor röntgen camından şüphe edemez. Fakat sen, Tanzimattan bu yana, önüne sürülen bilgi ve hakikat unsurlarından şüphe edebilirsin!.. İlimde bile dolandırıldın? Bunu düşün!

· Düşün ki, genç adam, Masonluk, Yahudilik, Kozmopolitlik, daha bilmem ne ve ne, Türk bütünlüğünü çürütmeye memur, gizli ve maskeli tesirler eliyle, senin için yalancı tarih kitapları düzülmüş, zehirleyici telkin iklimleri kurulmuş, kök kurutucu aşılar hazırlanmıştır; ve senin, gayet mazur olarak, bunlara inanman, kapılman, bağlanman sağlanmıştır. Düşün!

· Beynelmilel fesat erkân-ı harbiyesi Yahudiliğin, kâh emperyalist, kâh komünist, kâh liberal cepheden, fakat daima murakabesiz bir taklitçilik ve hesabı görülmemiş bir ilericilik telkiniyle yürüttüğü bu tesir, her şeyden evvel, senin, mutlak temele dayalı mükemmel ahlâkını didiklemeyi hedef tutar. Ondan sonra kafanı herc-ü-merce uğratmak, senin bütün gerçek kahramanlarını düşürmek ve sahtelerini, yani emirleri altındakileri yükseltmek… Bu iş için siyasî recüllerden, sözde ilim adamlarına, sanatkârlara iş ve servet otoritelerine kadar, devir devir, müstemleke – şahsiyetler bulmakta hiç zorluk çekmemişlerdir. Düşün!

· Sana sürdürülen bu kaba ve nefsânî hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine ait uyandırıcı telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış, sana lâşe gibi gösterilmiştir. İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve onun ahlâkı, yaşanmaya değer hayatın hesabı ve onun duygu ve düşünce ölçüleri, onlarca sebze hâllerinin süprüntü eşyasıdır. Düşün!

· Bunlar sende, dimağî cihazı kişniş şekerinin tanesi kadar küçültüp, hazım ve tenasül cihazlarını alabildiğine şişirmekten ve urlaştırmaktan başka yol takip etmediler. Bu gidişi görüp seni tezgâha çekecek ve beyninle tabanın arası büyük ruh imarına tâbi tutacak bir rejim de hiç bir gün kurulmadı.

· Sen yalnız düşün!
· Suç senin değildir!
· Suçu irca edeceğin vâhidleri, sınıfları ve şahısları düşün! Düşün!
· Sen, düşünmeyi düşünmekten başlayarak düşün, yeter!

Necip Fazıl Kısakürek,İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Basın Yönünden İnkılaplar

Basın Yönünden İnkılaplar

• Üç inkılâp devremiz var: Tanzimat, Meşrûtiyet, Cumhuriyet... Bunlardan birincisi 137,ikincisi 68, üçüncüsü 53 yıllık...

• Garplı bir müessise olan gazete, bizde Tanzimat ile başlar.

• Tanzimat... Kendisinden birkaç asır evvel Garp âlemine karşı olanca taaruz iktidarını kaybetmiş, hazin ve mezbuh bir müdafaaya geçmiş bir cemiyetin, tamamiyle muvazaacı satıh üstü, malûm, maymunvâri hareketi... Bu devrin gazetesinden, büyük Türk topluluğunun kök haklarını koruyabilmesi zaten  beklenemezdi. Hattâ bu mahrem ve girift hakların müdafası şöyle dursun, bizzat gazete, o devirde, ayrıca ve yüzüncü sınıf bir taklit ve özenti eseri olmaya mahkûmdu. Elbette ki, Garba körü körüne tâbi ve nefs muhasebesinden mahrum ellerde bulunacaktı.

• Meşrutiyete kadar hep böyle gitti. Basit teknik ve dış yüz ifadesiyle  dahi gazete şekillenemedi. Hele Türk topluluğunun iç plânlardan nabzını dinlemek,onun tercüme edemediği ruh acılarını dile getirmek istidadında tek
gazete zuhur etmedi.

• Bacakları çarpık ve bakışları yılgın, pantolonu ve ceketiyle Garplı, fesi ve galoşiyle Şarklı bir Tanzimat paşası neyse Meşrutiyete kadar Tanzimat gazetesi de odur.

• Gazetenin, şöyle böyle gazete olarak zuhuru, Meşrutiyette...

• Bu devrede, kendini gûya tepesindeki Kızıl Sultan baskısından – ah o ne mübarek baskıydı!-  kurtulmuş farzeden gazete, hakikatte, tam bir Yahudi tertibi «Hürriyet, Müsavat, Adalet» maskeleri altında, perde arkası gizli kuvvetlerin kuklası olur. «Eşek» ten «Kalem» e kadar türlü isimler altında  ve göstermelik cambazhane hayvanlarına mahsus bir hürriyet içinde gazete, o zamanki galip ve hâkim seciyesiyle, doğrudan doğruya kozmopolitlik ve köksüzlüğün idare ettiği bir iflâs curcunası...

• Mütareke yıllarında ve İstiklâl Savaşı başlarında, millî ruhla temasa geçer gibi olan gazete, Halk Partisi ve Cumhuriyet teşekkül eder etmez, bazı millî  ntesirleri yıkmak adına kendini kaptırdığı garp tesiri baskısına, bir de, cihanın hiçbir zaman ve mekânında görülmemiş bir korku ve menfaat baskısının bindiğine şahit olmuş; ve 1923’ten 1946’ya kadar tam 23 yıl, bu yürekler acısı esaret, riya ve meddahlık memuriyetinde sadıkane devam etmiştir.
Öyle ki, «Allahtan ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!» diyecek ve bunu gazete gazete tamim edecek kadar küçülebilmiş, cihanda hiçbir (tiran) ve zâlim bulunamazken, bu imtiyaz, İkinci Dünya Harbi ortalarında Halk Partisi hükümetine nasip olmuştur. Kendisinden mahud tarihî emri alan gazeteler de «albabda emr-ü ferman...» edasıyle zaten öz yüreklerince müsamaha ve müsaade edilmeyecek bir keyfiyetin lüzumsuz yasağı önünde eğilmeyi, caizecilik ahlâkına  bağlı bir edeb ve sadakat borcu bilmişlerdir.

• Tanzimattan Cumhuriyete kadar bir türlü gelemeyen, olamayan gazete, bu  halini, en büyük meziyet derecesine çıkaracak bir geliş, bir oluş ve bir zümre ruhuna bağlanış olarak muhafaza etti. Halk Partisi ne kadar halkın partisi olabildiyse, o da aynı derecede Hakkın sesini ters tarafından temsilde muvaffak oldu. 1956 yılına kadar Halk Partisi iktidarı boyunca gazete, Türk milletine kendi kendisini unutturmak plânının tatbiki işine bağlı parti bürolarından  birisidir.

• Hürriyet için hürriyet mefkûrecisi büyük cihan kutuplarının zoriyle de, gazete, 1946’da, tam 23 yıl kölesi geçindiği rejimle birlikte, hürriyet oyunu oynamaya mecbur oluyor! Tamam! Cebren verilen bir hazin hürriyetin ve onu takip  eden devrenin mahzun mânasını düşünün! Hürüz; fakat kendi istediğimiz ve olduğumuz gibi değil, başkalarının dilediği ve olmaya zorladığı gibi... Cebren gelen hürriyet...

• C.H.P. iktidarından sonra ise bütün mâna, dışardan gelen, serbestçe burun kaşıyacak kadar küçük bir hürriyet neticesinde Türk milletin ne yaptığı ve karşılığında ne bulduğudur. Türk milleti, başından, derhal şekâvet çetesini atmış, fakat onu attıktan sonra gene istediğini değil, ancak o ân olması mümkün olanı bulmuştur.

• Bu oluşun içindeyse, Türkün asliyet ve şahsiyetine zıt kutupların madde ve mâna sermayesiyle teçhiz edilen bir matbuat, bu anda (Demokrasi) ve hürriyet adına, Türkün kökünü kemirmekte kendince hak sahibi olmuştur. Ve bu matbuat, Türkün özü ve kökü ile devlet ve hükûmeti müttefik görünce, ona da karşı gelmekte, asla tereddüt sahibi olmamıştır. O devrenin Yahudi kolpoları da işte bu ölçüye göre davranışlar...

• Tarihi Tanzimatla başlıyan ve örneklerinin çoğunluğu bakımından millî  kök ve içtimaî ruha zıt, gizli tesirlerin mikrop nahiyesini teşkil eden  gazeteciliğimizde, bugüne kadar alıştığımız, ister istemez alıştırıldığımız patron vasıflar veya patronluk vasıfları acaba nelerdir?

• Bizde gazete patronu, umuiyetle, ya tüccardır, çilesiz ve faziletsiz bir sermayenin sahibidir; nazarında paradan başka kıymet yoktur. Yahut millî bütünlük ve hayatiyetimizi sömürücü bir iç veya dış sınıf ve cereyanın kuklasıdır; her şeyini ona bağlamıştır. Yahut da doğrudan doğruya hükûmetlerin meslekî pohpohçusudur; giden kim ve gelen ne olursa olsun, hep bu sefil işin daima sabit bareminde birinci dereceyi tutmak ister. Ve ilimsizdir! Ve fikirsidir! Ve esersizdir! Ve imansızdır! Ve ihlâssızdır! Ve ahlâksızdır!

• Halbuki on parmağını birden taktığı istinat ve imtiyaz halkaları ne zaman muazzam şeyler: İlim, fikir, hak, hakikat, vicdan, iman, hürriyet, medeniyet, halk vicdanı...

• Bu işe, gazetenin yuları çözüldü çözüleli, bir de açık fuhuş kartpostalı satıcılığı binmiştir.

• Gerçekten, Tanzimattan bu yana, Şark ve Garba doğru esen kasırgalar arasında yalpalaya yalpalaya harap olmuş Türk varlık ağacının kökündeki lif hummasından, dallarındaki tomurcuk hasretine kadar, hiçbir patron kalem, bu milletin nefs muhasebesine nisbet belirtmemiştir. Zira bizde gazetecilik,hayflar olsun ki, Tanzimattan beri bu dilsiz milletin öz hakikatine her ân biraz daha uzak ve ters bir aksülâmel mihrakı etrafında kurulmuş ve hep çıkış noktasına göre yol almıştır. Bizzat gazete, bizde aslında vasıta ve âletlerin en azizi olduğu halde, teftişsiz ve murakabesiz, hazımsız ve temsilsiz Garp taklitçiliğinin ilk ve menfî eseri kabul edilebilir.

• Onun içindir ki, bu mesleğin «esbak» ve «sâbık» ları, millî tefekkür ve tahassüs teknesinde yoğurulmuş büyük «entellektüel» ler yerine çeyrek münevverler, günü birlik açıkgözler, basit heves ve küçük teşebbüs adamlarıdır; onları takip eden dünküler ve bugünkülerse, züppelikte, sahtelikte, kışırcılıkta, istismarcılıkta, riyakârlıkta, eyyam güderlikte şehinşah rütbesinde mirasyediler...

Necip Fazıl,İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Sınırlar

Sınırlar

Allahı sev! Ne kadar?.. «Had» mefhumunu da yaratan o olduğunu bilecek, onun tecelli ettiği her yerde hiçbir zatî had imkânı kalmadığını sezecek, yani «had» mefhumunun zatiyle beraber bütün hadleri yok görecek, yoklukta bile mutlak yokluk haddini tanımayacak kadar...

Allah sevgisi, her şeyi sınırlayan mutlak sınırsızlıkta kaybolmanın hudutsuz fışkırış noktasıdır. Onu sev, yanıp kül oluncaya kadar sev!..

Bundan sonra, en büyüğünden en küçüğüne doğru hadler âlemi başlıyor. Allahın, had içine aldığı varlılar içinde büyüğü, bütün hadleri tek noktasına sığdıracak derecede büyüğü, onun Son Resulüdür.

Allahın Resulünü sev! Ne kadar?. Yalnız ona Allah demiyecek kadar... Ona Allah dememek şartiylene dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

Allah Resulünün Sahabîlerini sev! Ne kadar?.. Yalnız onlara nebîdemiyecek kadar... Onlara nebî dememek şartiylene dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

Allah Resulünün yoluna sımsıkı bağlı Allahıvelîlerini sev! Ne kadar?.. Onlara Sahabî çapında dememek şartiylene dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

Ve böylece hadler ve dereceler, en büyüğünden en küçüğüne doğru iner, gider.

Babanı sev, anneni sev, zevceni sev, çocuğunu sev, toprağını sev, dilini sev, ocağını sev! Ne kadar?...Herbirinin ifadelendirdiği had çerçevesini taşırmayacak ve onu daha üstün çerçeveye karıştırmıyacak kadar...

Ve nihayet milletini sev! Ne kadar?.. Onu, Allah ve Resulünü sevdiği ve bu sevgiyi etrafında halkalanabildiği kadar... Ona yalnız «Seni senin için seviyorum, sen ne olsan yine severim!» demiyecek kadar... «Seni böyle olduğun için seviyorum; ve sen sevilecek bir millet olduğun için böyle oldun!» diye düşünecek kadar... O zaman onu, bu hudut içinde hudutsuz sevebilir; ve bu sevgiyi, kabuk değil de öz, zarf değil de mazruf, posa değil de cevher milliyetçiliği halinde sistemleştirebilirsin!..

Necip Fazıl,İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Niçin ? Niçin ? Niçin ?

Niçin ? Niçin ? Niçin ?

İslâm ve Şeriat mefhumlarından niçin korkuyorsunuz? Siz, küfür rahipleri! İslâm ve Şeriat mefhumlarını, niçin tarafımızdan karşılığı olan bir fikir meselesi olarak değil de, çocukların, izahsız ve cevapsız umacı ruhiyatı içinde görüyorsunuz?

Bizim bu mevzuda söyliyeceğimiz ve dünya çapında izahına girişeceğimiz sözümüz var da, sizin verebileceğiniz cevap niçin yok? Yoksa bu iki mefhum, sizce, ananızı ve babanızı öldürmüş ve ocağınıza incir dikmiş iki kaatilin ismi midir?


Bu halinize sebep, İslâm ve Şeriat mefhumlarını, bir zamanlar, bizzat İslâm ve Şeriate zıt anlayışla temsil edenlerin sebep oldukları felâketler ve kötü misallerse, sizden evvel dinin mahkûm ettiği ve edeceği o sakîm zihniyeti suçlu bulacağınıza, niçin İslâm ve Şeriati suçlu buluyorsunuz?


Bütün kanunlarınız ve ölçüleriniz hakkında isteyen, kendi şahsî mide gurultusunu bile esas tutarak
bir kıymet hükmü koyabilirken, niçin sadece İslâm ve Şeriat böyle bir hak ve selâhiyetten memnû
tutuluyor?


Sâf ve hakikî kanun anlayışında; İslâmı medhetmekle, temel devlet nizamlarının onunla değiştirilmesini istemek arasında, eve girmesi yasak edilmiş bir kadının «içeriye girsin» demeksizin güzelliğini ve doğruluğunu övmek gibi, biri fiille teşvik ve öbürü sadece tefekkür ve tasavvur plânında tecelli gibi muazzam bir fark varken bu mevzuda «gık!» diyenin 163 numaralı torpile çarptırılışındaki facia nedir? Yasak olan, fiilî teşvik veya fiile teşvik halinde Müslümanlık mıdır? Eğer Müslümanlık yasak değilse; bir mü’minin kendi dâvasını «kanunlarınızı buna uydurun!» demeden savunmasından daha tabî ne olabilir?


Bu toprağın sahipleri, üzerinde dolaşan 33 milyon insanı mı, onu idare eden 3300 kişi mi, yoksa altında yatan 3 milyar 300 milyon Türk mü? bir memleketin hakikî sahiplerini, kendi öz ruh kökünden utandırmaya ve bu ruh kökünün hükümleri üstünde söz söylemeyi suç saymaya kadar giden bir ölçü, eğer o memlekete dışarıdan musallat bir işgal rejimine ait değilse, hangi idare şekline bağlanabilir? Hele demokrasya iddiası güdülen bir âlemde, Firavunlar asrının bile tanımadığı bu hürriyetsizlik havası; ve söz, tebliğ ve telkin hürriyetini tahdit edici şekiller, ne demektir? Şapkasının biçiminden potininin bağına kadar taklit ettiğiniz Amerikada Protestanlığın ağzına böyle bir gem vurulsa, yahut vurulacağı ihtimalinden bahsedilse, yahut da böyle bir mevzu açılıp açılamıyacağı sorulsa, acaba ne olur?

Sizin, ey ilericiler, kanunlarınız ve ölçülerinizle cihan demokrasyasında vaziyetiniz, hiçbir fikir hakkını kanun dışı saymayan bu âlemde doğrudan doğruya kanun dışı sayılmanız olabilir! Biz, sağ, sol, bu tâbirlerden hiçbir şey anlamayız. Biz sade ve elhamdülillâh Müslümanız. Bu defa da küfür adına çalışan ruhundaki erimez nasır bakımından, asıl takibi gereken yobaz sizsiniz! Siz, dini anlamamak ve nefsine uydurmak bakımından isimlendirdiğimiz dünün yobazı karşılık, onun tersi ve aksülâmeli olan, halis ve mükemmel küfür yobazlarısınız! Ve elinizde demokrasya, iğneli fıçıda oturttuğunuz milletin, «Egemenlik Ulusundur» levhası altında, içinden kan ağlama ve dışarıya karşı gülümseme ve mutlu görünme işkencesinden başka bir şey olmamıştır.

 

Necip Fazıl,İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Uydurma Dil Felaketi


Uydurma Dil Felaketi

KISA HECELER... Aşağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mâna murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz:

• "Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru şu ki, gericiliğe mi, ilericiliğe mi, ne tarafa döneceğini bilemeyene, ne diyeceğini, ne edeceğini bulamayana, baba izini görmeyene, anadilini yitirene, yolunu şaşırana, ya kuzu gibi boyuna budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi boşuna sıralayana, şu yeni kuşağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?”

İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun hece yoktur ve böyle bir lisan yeryüzünde mevcut değildir.

• Bu hâl, tarihin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelişmemiş bir millete işarettir.

TEK HECELER... Dilimiz umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü:

al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yar, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap, tap, yap, say, yay, kay, cay, sil, bil, ek, çek, şiş, piş, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden bir dizi...

Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer “mak” veya “mek” edatı eklenince ancak iki heceli masdarlığa çıkabilen “emr-i hâzır”lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler kalabalığı içinde yabancı dillerden devşirilmiş dolgun heceler de Türk hançeresine uymadığı için bölünmüştür:

Psomi (rumca ekmek)-İpsomi...

Fikr-Fikir... Spor-Sipor... Film-Film... Nefs-Nefis... Remz-Remiz...

Vesaire...

• Başka dillerde tek hecede 4-5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler Türkçede 2-3 sesi aşamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir.

• Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet işaretidir.

• Türk milletinin, ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konuşmaya ve dolayısıyla düşünmeye vakti olmayan bir topluluğu ifade eder.

MÜCERRET MEFHUM... Türkçe’de, kendi öz anlamı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur. Aşağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karşılığını arayınız:

Zaman, mekân, mesafe, zevk, şevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden olan bu kelimelerden bir tanesini bile Türkçe’de bulamazsınız. “Allah” adının hiçbir lisanda eşi bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile Türkçe’de yoktur. “Tanrı” kelimesi “tanyeri”nden gelir ve mücerretlikle alâkasız, putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. “Mevzuu” kelimesine uydurulan “konu” ise “koymak” gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. “Vazetmek” fiili “koymak” değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans-gamiza) belirticidir.

• Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beşerî tefekkür malzemesinden mahrum bir lisan karşısında kalıyoruz. Hattâ “dil” bile “lisan” kelimesine uymuyor ve ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.

(FONETİK) İMLÂ... Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda bulduğuna göre, onun yazılış tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir.

• Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçe’nin yazılış derecesinde (fonetik-seslendirildiği gibi) olsun...

• "Fena mı, kolaylık!” mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî “zor”u ortadan kaldırmakla, insanı süflî bir basite götüren kolaylık!.. Hece usulü yerine bugün kaim olan kelime usulünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılış şekliyle bir resim gibi ezberleme ve ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretim düsturları arasına girmiş ve bizim bundan haberimiz olmamıştır. (Fonetik) imlâ jandarma erlerine göredir.

• Aslı ve ibtidaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılış şekliyle de, zihin terbiyesi gücünden yoksun bir fakirliğe düşürülmüştür.

UYDURMA DİL CİNNETİ: Dil, istikrâi, yani kendi iç ve öz kanunlarıyla mevcut bir müessesedir ve dışarıdan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.

•Tıpkı kâinat gibi... Esrarı ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulamaz. Lisan ile kâinatın hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karşılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çeşidi görülmüştür ama, böyle bir dâvaya “evet!” diyeni görülmemiştir.

DİLİN PİŞMESİ: Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili nâkili vücuda getirebilsin... Sonradan da zorla bu nâkile dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur-yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfa ile tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânada cascavlak hale getirmek olur. Sadece ihanet...

ABESLER SERİSİNDEN: Türkçe’de meselâ “sebep”, “mevzuu” gibi Türkçeleşmiş, fakat asılları Arapça kelimelere karşılık, icat edilen “neden”, “konu” tabirleri, vahşet hissi verecek kadar iptidâî ve sathîdir.

Evvelâ "neden?" bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, “sebeb”in yeri ayrı...

Meselâ:

-Neden bu sebebi öne sürüyorsunuz?

Derken:

-Neden bu nedeni?..

Diye mi söze başlayacağız?.. “Mevzuu” ise vazetmekten geldiği için Türkçe’ye tercümesine zâhirî tesiri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum, en kaba bir müşahhasa düşürülmüş ve bayağı işlerde kullanılan “koymak” masdarına bağlanmıştır. Halbuki “mevzuu”, çuvala kömür konurcasına maddî bir “koyuş” fiiline yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısını gösteren, zoraki ve daima Arapça’nın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.

NİSPET EKLERİ... Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı yerine (sel), (sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçe’ye mal edilmeye çalışılan tabirleri, güvercinler arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsıyla alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören, vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof işgal kuvvetleri gibi görünecek ve aşıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan)ın, (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm...

• Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.

ARAP İŞGALİ YERİNE GÂVUR İŞGALİ... “Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve dreviewüasyon skandalları, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entelektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve lâboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmuştur.” Şu 43 kelimelik cümleden, 6 adet “ve”yi, 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçe’ye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!

• Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat’iyetle mevcut değil demektir.

• Besbellidir ki, atılmak istenen şey dil değil, Türkün ruh cevheridir.

• Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapça’ya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmiştir.

DÖNME AĞZI... Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya başlamıştır. Bu ağzın ilk tecellilerinden biri, şart edatı olan “ya”, iki kere kullanılarak kendisini belirtir:

-Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!

Veya:

-Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, şapa oturursun!

Fransızca’da olduğu gibi, her dilde de böyle...

• İslâm düşmanı bir “eleştirmeci”den kalma daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar yanaşma bu dil, dikkat edilecek olursa Moskova’nın milletleri çürütme plânından hususî bir madde olarak solcu ağızların edasıdır.

• Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işaretinden başka bir şey değil... İşaret küçük ama delâleti büyük...

• Onların ağzıyla hüküm:

-Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da...

Şimdi kendi ağzımızla:

-Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz, sedasız, çürüyüp gideceğiz!

TEŞHİS VE ÇARE... Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle görülebilir maddî hadiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret yok... Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün aşikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet... Irzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açmış bir dil... Bu dil her şeye rağmen Türk’ün, içinde doğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta...

• Cedlerimiz İslâm’ı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesini yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmiştir; bunun için de maddî kılıcına eş bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın?

• Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...

• Türk, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyazî bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslamiyet’i kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrak etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunan ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçe’nin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini silkelemeyi tek yol kabul etmiştir.

• Ecdadımız aynen Batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmiştir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mal etmeyi ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsça’nın ifade mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hal hataların en büyüğü olmuştur.

• Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir “münevver” için, Osmanlıca’yı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.

• Hatâ bundan oldu ve hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı topyekûn ana sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Başımızdaki bugünkü kurbağaca, işte bu dil şahsiyetsizliği yüzünden!..

• Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça örneği çıkmıştır. Üstelik Türk lisan mimarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hâdisesidir; ve artık bu bahisde son söz “sebep” ve “netice”nin tesbitine kalmıştır.

• Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi “sarf ve nahiv” dünyasından ayırmak, kendi (gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak, Batı dillerinden gelenleri de yalnız teknik plânda olmak şartıyla almak ve aynı muameleye tâbi tutmak, yani Türkçe’leştirmek...

ÖLÇÜLER: Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.

• Alman dilinin kıvam bulmasında en büyük rolü oynayanlardan (Goethe) diyor ki: “Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.” Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatiyle oynamaktır.

• Dillere daima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu işi sadece sanatkârlar yapabilir.

• İşte, Türk dili evvelâ müşahade altına alınamamış, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam beceremediği incelik noktaları görülememiş, aksine ve sadece İslâm nefretiyle ulvî mefhumların aziz eşyası süprüntülüğe atılmış, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk şapkalı barbar eşyası yığmak modası alıp yürümüş, bütün idrak melekelerini kavurucu bir ruh yangını manevî vatanı silip süpürmüş ve neticede bugünkü kısırlaştırıcı, iğdiş edici, her türlü büyük kafa yetiştirmeye engel ve eser vermeye mâni felâket iklimi doğmuştur.

İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl
Devamını Oku »

Hürriyet

Hürriyet

İnsan hür değildir; hür olan, eşek veya köpek...

Tam frensizlik ve alıkoyucu melekelerden yoksunluk mânâsına hayvanî hürriyet, hayvanda bile sınırlıdır ve ona pisliğini toprakla örttürecek kadar olsun, bir hicap zabıtası telkinedicidir!

İnsanda, aynı insan tarafından biri istiklâline kavuşturulacak ve başına taç konulacak, öbürü de zindana tıkılacak ve ayağına pranga vurulacak iki zıt hüviyet vardır: Ruh ve nefs... Ruh, hürriyeti, hakikate esir olmakta bulur, nefs ise onu her istediğini yapmak mânâsına alır.

Nefsin, tanrılık iddiasına kadar isteklerine pâyân yoktur. İnsan ruhunu, tek kum tanesini açıkta bırakmamış topoğrafyası diyebileceğimiz tasavvuf ölçülerine göre, insanda İlâhînura perde olarak yaratılan ve büyük marifete ermek için mutlaka yıkılması, eğilmesi, çiğnenmesi gereken nefs, nasıl fert plânında murakabe altına alınması zaruri bir nesne ise, misalimizin cemiyet plânına tatbikinde de, ma’şerî vicdana (toplum vicdanına) fertleri bağlayıcı bir mutlakiyet tanınması telkin edici bir keyfiyettir.

O halde, fert plânında ruha karşı nefs neyse, cemiyet plânında da ma’şeri vicdana karşı fert odur; ve mutlaka hakkı eksiksiz verilmek şartiyle sımsıkı bir disiplin cenderesi içinde kıskıvrak bağlı kalması, cemiyetinin bekası noktasından hilkat kanunu icabıdır.

Hürriyet için hürriyete talip milletler, kendi kendilerinin esiri olmaktan kaçarken, başkalarının esiri olmaya mahkûm...

Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez. Demek ki, Allahın, Kur’anında «dinde ikrah yoktur» fermaniyle doğruladığı ve hakkını bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten başka bir şey değildir.

Hürriyetin tecelli ettiği her yerde hak bulunamada, hakkın tecelli ettiği hiçbir yerde hürriyet müdafaa dilemez. Hürriyetin –hak için- olmadığı yerdeki felâket, hürriyetin –sırf kendisi için- olduğu yerdeki felâketten büyük değildir. Yani zulme esaretle nefse esaret aynı belâ...

Her şeyle beraber hürriyetin de hakikati ve aslî kaynağı bizdeyken, tam bir vicdan istiklâli yolundan erilmiş, bir petek bal gibi mânası ve hendesesi içiçe, aslında muhteşem ve muazzam nizamımızı bozmak için bize hürriyet tuzağını kuranlar, hürriyetten anladıklarına zıt olarak başıboşluğumuzu sağlamaya bakmışlar; ve böylece, göğsümüze taktıkları, içyüzü gizli «hürriyet» madalyasiyle ruhumuzu esir etmeyi bilmişlerdir.
Devamını Oku »

Asıl İnkılab

Asıl İnkılabEski teşhibimiz: Bir asrı aşan bir zamandan beri, türlü sun’î gübreler ve kimyevî yemlerle bir Noel ağacını beslemeye çalışıyoruz. Batılılık dedikleri ağaç... Yemişleri, Noel ağaçlarının dallarındaki takma ve iliştirme eşyadan ibaret... Bu meyveler ağacın Türk milleti olması gereken kökünden doğma ve beslenme değildir.

Dal dal taşıdığı takma ve iliştirme eşya altında bu ağaç tıpkı Noel ağaçlarının bir sarhoşluk gecesi sonundaki kusulmuş haline dönmeye mahkûm... Nitekim hep böyle oldu ve hep böyle olacak... Ya bu dallardaki yemişlere yeni bir kök bulacaksınız, yahut ağacın öz kökünü dallarına hâkim kılacaksınız! Hilkat kanunu bu; başka türlü olamaz!
Bizde bir asır üstüne bir çeyrek asırdan beri dallarımızın nimetini dışarıdan taşıyanlar bu sistemsiz ve temelsiz marifetlerine karşılık sistem ve temele dayalı olarak içeriden kökümüzü kurutmaya baktılar. Halbuki dışarıda ne kadar dal nimeti varsa hepsi mde belli başlı bir kökten gelme. Kökü yabancıda ve yemişi bende bir nakli ve iktibas işine inanabilmek için hayvan olmak bile fazla...


Yeni zaman yemişlerini olduracak hamleyi, eğer 4-5 asırdır kendi ağacımızın kökünden geçinerek devşirmedikse bunun sebebini nihayet köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki, ruha nüfuz edememek ve hep sığlarda kalmak sebebiyle birleştirmeli... Dünün her türlü dal nimetine düşman din hikmetleri dışı ham kaba softası neyse bugünün
Noel ağacı simsarı küfür yobazı odur! Birbuçuk asıra yakın bir süredenberi gelen inkılâpcılarımız anlıyamamışlardır ki, âdi at, ıstıfa süzgecinden geçirile «safkan» derecesine ulaştırılabilir; fakat eşekle evlendirilecek olursa meydana katırdan başkası gelmez.


Tanzimattan beri gelen, medeniyetler arası muvazaacılığımız, işte böyle atla eşeği evlendirmeye kalkışmaktan öteye geçmemiştir. Zira medeniyetler arası mahsup sırlarına ermiş, bir tefekkür sınıfı yetiştirilmemiştir. En büyük millî zaafımız işte bu tefekkür eksikliğindedir. Cumhuriyet devrinden beri büsbütün kurutulan ve ortaya olanca lûgatçesi birkaç hırıltıdan ibaret, çilesiz, ıstırapsız, meselesiz bir nesil çıkaran ruh ve fikir iklimimiz, eğer dâva bir anda idrak edilip sıhhî imdat ekipleriyle üzerine varılmazsa, bütün rotanın topyekûn kanser illetine tutulmasından daha felâketli olabilir.


Asıl inkılâp, cüce ve yarım oluş devirlerini kapayıp kendimize dönmek ve 4 asırdır kaybettiğimiz kendi kendimiz 21 inci Asrın eşiğinde ve onun icapları önünde yeniden murakabe ve keşfetmek olacaktır.


İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl

 

 
Devamını Oku »

Asıl Dava Hep'çilikte

Asıl Dava Hep'çilikte

Bin ciltlik dâvamızı, bir cilde, bir yaprağa, bir satıra, bir cümleye dökülebileceğimiz gibi, bir heceye de yerleştirebiliriz. O hece şudur: Hep!..

Evet, hep!..Hep’e bağlanmak, hep’çi olmak... yol budur! Yani yolun ana metodu, bu!..

Hangi dâvanın adamı olursa olsun, hep’çi olmayan hiçbir şeyci değildir.

Biz hep’çiyiz; ve İslâm,gökte tek yıldız ve yerde tek kum tanesi bırakmamak şartiyleher şeyimihrakında toplayıcı hep’çilik ruhu...

Kuvvet, sadece bu metodu sımsıkı tutmak ve topyekûn eşya ve hâdiselere tatbik etmekten geldiği gibi, zaaf da onu gevşetmekten, kısmaktan, boyuna arazi kaybetmeye ve tâviz vermeye mahkûm kılmaktan doğar.

Nihayet bu hal, İslâmın fezayı kuşatan dairesini daralta daralta, tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar küçültmeyedek varır. Böyle olmamış mıdır?

Necip Fazıl,İdeolocya Örgüsü

 
Devamını Oku »

İslam ahlakı…Buna muhtacız

İslam ahlakı…Buna muhtacız.Kimin malını aldımsa, işte malım,gelsin alsın; kimin sırtına vurdumsa,işte sırtım,gelsin vursun!..diyen Allah Sevgilisinin ahlakı…Buna muhtacız.

Çölde,devesine,kölesiyle nöbetleşe binen Reisler Reisinin ahlakı…Buna muhtacız.

Sokakta,zina halinde gördüğü bir çift insanın üstüne cübbesini yayıp “Yarabbi,ne yazık,gizlenecek yerleri de yok” diye fısıldayan Mezhep kurucusunun ahlakı…Buna muhtacız.

Söz verdiği yerde günlerce dostunu bekledikten sonra,ona zimmen yalancılık isnat etmemek için günlerce yerinden kıpırdamayan Velayet Büyüğünün ahlakı…Buna muhtacız.

Bulunca şükrederiz,bulamayınca sabrederiz sözüne,” Horasan’ın köpekleri de böyle yapar;bulunca dağıt,bulamayınca şükret,karşılığını veren Vecd Kahramanının ahlakı…Buna muhtacız.

Şeyhinin ocağına,tam 40 yıl,cetvel tahtası gibi dümdüz odunlar taşıyarak tam 40 yıl sonra beliren “dağda hiç eğri odun yok mu?,dikkatine “senin kapından eğrilik geçmez!” cevabını bastıran Ulvi Dervişin ahlakı…Buna muhtacız.

Ayyaş padişahın gösterdiği camiye bakıp; güzel amma yanında bir meyhane eksik, cinasını yapıştıran muhteşem Hakimin ahlakı…Buna muhtacız.

Batı dünyasının,kendi içinde ve kendi kendisine karşı,kaybedilmiş bir ruhla bir ahlakın güya kurtuluş savaşını yaptığını bilmek; ve bu beşeri savaş dışında artık hiç hayata yer kalmadığını anlamak şuurunun ahlakı…Buna muhtacız.

Ve bu ana baba gününde,en soylu ahlakın kaynağından gelen
Türk Milletinin,hem kendisine,hem de dünyaya ait ruhi ve içtimai kıymetler kadrosunun dışında kaldığını,cesaret ve samimiyetle tespit etmenin ahlakı…Buna muhtacız.

İslam ahlakı…Buna muhtacız.

Necip Fazıl , İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Başyücelik Emirleri-Kıyafet ve Şapka

Başyücelik Emirleri-Kıyafet ve Şapka

• Prensip, şahsiyetimizin, bütün maddî tezahür çerçevelerinde, baştanbaşa istiklâl kazanmasıdır. Bu istiklâl ifadesini, ruhumuzdan başlıyarak, en hurda madde unsuruna kadar nakşetmekle mükellefiz.

• Dâvanın, müşahhas unsurlar kadrosunda, (1) numaralı maddesi, kılığımız ve serpuşumuzdur.

• Tarihî "haşr-ü neşr"leri bakımından aynı kıyafet ölçüleri içinde pişmiş olmalarına rağmen Avrupalı milletlerden her birinin öbürüne nazaran keskin farkları varken, sbizim gibi apayrı ve zıd kökten gelen bir milletin, Avrupayı, orta malı ve hususiyetsiz (gardrop) plânında maymunvârî taklid etmesinden daha hazin bir iflâs tavrı olamaz.

• Dâva, ne şalvara, ne de kavuğa dönmekte. Madde unsurlarının, bizzat madde sıfatiyle hiç bir kıymet ve haysiyeti yoktur. Herşey mânada...

• Dâva sadece, Yirminci Asır hayat tarzının dâvet ettiği şeklî zaruretler içinde, şahsiyetimize lâyık müstakil kılık ölçüsünü bulmakta...

• Şahsiyetimizin, ruhumuza üflenen korkunç hayretle beraber, nasıl kılığımızıda hayretler içinde bırakıcı bir buhrana düştüğüne misal, Tanzimattan bugüne kadar devre devre (gardrop) unsurlarımızdır. Artık şalvarı içinde, yeni zamanların gerektirdiği çevikliği bulamıyan eski tip, zorla pantalonu benimserken, bu hakîr madde paröasının nefs muhasebesinden uzak; ve fesiyle pantalonu, cübbesiyle potini arasında en canhıraş hayreti belirten bir tezad ifadesine maliktir.

• Nihayet bu milletin başına zorla ve kanunla yerleştirilen şapka, (Giyyom Tel)in direk üzerinde selâmlamaya mecbur edildiği zulûm şapkası hâdisesinden daha ağır bir cebirle, şahsiyetimizi topyekûn Garba teslim ettirilişimizin, yüzde yüz palyaço haline getirilişimizin, bir paspas üzerinde millî ırzımızı Avrupalıya feda etmeye zorlanışımızın resmî, alenî ve nihaî hamlesi olmuştur. Binaenaleyh şapkada, şapkayı aşan bir mânâ vardır. Bütün dinî, millî, bediî, tarihî ölçülerimizin istikrah duyduğu bu unsuru başımıza geçirmeye mecbur tutulmakla topyekûn mukaddesatımızı, tarihî can düşmanımızın emrine vermeye zorlanmış oluyorduk.

• Halbuki şapkada, dinî, millî, bediî, tarihî ölçülerle, bizzat maddesi bakımından, muhabbet veya nefret hissine değer hiçbir kıymet ve haysiyet mevcut değildir. Bütün kıymet ve haysiyet, onun remz ve âlem teşkil ettiği ruh ölçüsündedir. Bu da küfürdür.

• Bize zorla ve cihanda bir eşi görülmemiş kanunî bir mükellefiyetle şapkayı giydiren fikrî saik, şahsiyet ve hüviyetimizi küfre teslim etmekten başka tek gat-ye sahibi değildir. Yoksa ne fes, fes olarak güzel; ne de şapka, şapka olarak çirkindir. Nitekim bir Müslümanın, gölgesine bile el değdiremiyeceği salip, bizzat şekli bakımından hiçbir suç sahibi değilken, remzi olduğu küfür noktasından suçlunun suçlusu ve çirkinin çirkinidir. O, sadece âlemi olduğu mâna adına küfrü temsil eder; binaenaleyh küfrün, madde çerçevesinde tâ kendisi sayılır.

 

İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl
Devamını Oku »

İçtima-i ve İktisad-i Mezhepler

İçtima-i ve İktisad-i Mezheplerİslâm inkılâbı, liberalizma ve kapitalizme, faşizma ve nazizma, sosyalizme ve komünizma gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimaî ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder «Herbirinizin. bütünü kucaklayamayadan, ayrı ayrı ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır; ve herbirinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde
İslamiyettedir.»


· İslâm inkılâbının bu hitabı, ona inanmayanlar için ve kof bir iddiadır; fakat inananlar için değil de sadece hakikat adına tarafsız bir cephe tutanlar için. Bütün bir lâboratuar tecrübe ye müşahedesine dayalı riyazî bir vâkıa haysiyetindedir.


· İslâm inkılâbının, bilhassa, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi bugün medeniyet dünyasını en vuzuhlu çizgilerle üçe bölen ve tarih boyunca tatbik mevzuu olabilmiş yegâne üç mezhebi teşkil eden rejimler karşısındaki mevkiini tayin ederken, ilk metod inceliği şu noktada toplanır: İslâmiyetin bunlardan hiçbirine tâbi olması ve hiçbirine kendi ismini ilâve etmesi mümkün değil; ancak bunlardan herbirinin öbüründe kaybetmek istemediği hak ve hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici küllî mizanın tahkikik ve tefahhusu, ancak İslâmiyet içinde kabildir.


· Demek ki, İslâm inkılâbı, tam saffet ve asliyetiyle İslâm temeline dayanarak, hesabını dünya ve insanlık çapında vermek üzere, kendisini, bütün yanlışları doğrultucu bütün bozukluktan düzeltici; ve bu arada meydana çıkacak her meseleyi kaybedilen hakikati bakımından cevaplandırıcı ve kimsenin hakkını .kimsede bırakmıyacağı mikyasta küllî bir vâhid olarak mütalâa edilmek mevkiindedir. O, bunlardan hiçbiri değil, her şey kaybettiği hakikatiyle onda...


· Onun içindir ki, ya İslâmiyeti, ya bu mezhepleri, yahut ve en doğrusu, hem İslâmiyeti ve hem bu mezhepleri tanımayan bazı echel ve züppe tefsircilerin dillerine pelesenk ettikleri şekilde, İslâm demokrasya ve liberalizması, Islam fasizması ve hattâ İslâm sosyalizma ve komünizması tarzındaki beyanlar, hakikat çilesi çekenlerce dünyanın en sefil, bîçare ve hakikate zıt ifadeleridir, İslamiyet. Kendisini bunlardan birine benzetmekten ve bunlardan birini öncü olarak kabul etmekten tamamiyle münezzeh; aksine, bunlardan herbirinin, teker teker malik oldukları kısmî hak ve küllî haksızlık içinde, parça parça bulup da bütünleştiremedikleri yekpare ve toplayıcı hakikat merkezine, yani kendisine davet etmekle mükelleftir.


· Bu mezheplerden herbiri, ancak öbürüne karşı hâk ve kuvvetine rağmen âzami haddine çıkarılmış bir bâtıl içinde harcayıp tükettiği hakikatin İslâmiyette olduğunu görecek; ve orada, her mezhebin, bu ölçüyle, birleştiğini, toplandığını ve yalnız Islâmiyetten ibaret kaldığını tesbit edecektir.


· Liberalizma ve kapitalizmanın insanî mülkiyet mefkuresi, aslî hakikat bakımından İslâmın fert haklan kadrosunda kemâle ulaşırken, bu mülkiyetlerin deh-hâmeleşmesi, ur haline gelmesi ve bütün vücudu sömürmesi neticesinde bir aksülâmel olarak doğan sosyalizma ve komûnizmanın umumî tesviye ve adalet dâvası da, İslâmda, zekâtın emir ve faizin yasak oluşiyle hakkını ve tam mânia tedbirini elde eder; ve yine demokrasya nizamının istimnâ haline getirdiği ye bizzat gayeleştirdiği başı boş hürriyete karşılık türeyen faşizmanın müdahaleci ruhu. İslâmda, ancak hak sahiplerine verilen hürriyet ve bütün hürriyetleri hak kutbunda İstihlâk eden merkezî hakikat ölçüsüyle gayesine varır.


· Böylece, her üç mezhebin öbürüne karşı elinde tuttuğu müthiş (koz) ve kendi «doğru» sunu bulamadan öbürünün nezdinde ispat ettiği müthiş yanlış, her «parça doğru»nun «bütün doğru» olabilmesi için gereken yekparelik istinadiyle, lslâm çerçevesinde mahsubuna kavuşur; ve böylece, istâmî mihrakta erimiş, öz hakikatini bulmuş ve önü kabul etmiş olarak, bugün dünyayı idare eden üç veya iki mezhep de, bütün ismini ve cismini ona feda ettikten sonra İslâmiyette müşterek (sentez) ahengine erişir.


· İslâm inkılabının bugünkü içtimaî mezhepler karşısında vazifesi, liberal ve kapitaliste «gel de, fertteki mülkiyet ve hürriyet hakkının maddî ve mânevî tam hakikat ve kefaletini İslâmiyette gör!», sosyalist ve komüniste «gel de, fert hakkına ve her fertte değişik keyfiyet payına el sürmeden iş gören içtimaî ve iktisadî tesviye ve teavün âmilini ve sermaye tahakkümüne karşı zabıta faktörünü İslâmiyette bul!»; faşist ve naziye «gel de, şahsî hürriyetleri nefsanî müdahalelerle incitmeden bütün şahısları ister gönüllerinden ve ister cisimlerinden kavrayıcı hak ve hakikatin nizam ve saltanatını İslâmiyette seyret!» demekten ve İslâmiyet!, topyekûn zaman ve mekân bo yunca her şeyi, her hamleyi, oluşu ve her hakikati kuşatıcı ve toplayıcı bilmek ve bildirmekten ibarettir.


İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl

Devamını Oku »

Derin ve Gerçek Müslüman

Derin ve Gerçek Müslüman

• İslâm inkılâbını, fikir plânında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.

• Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? İste bütün mesele! Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek borcunu da yükleniyoruz.

• Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır: Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde sahsî ruh ve akıl…

• Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalâ edecek olursak, hüküm şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her sey, alttaki üsttekine tâbi olarak bu üç hakikat plânını yerine getirmekten ibarettir.

• Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazî ifade çerçeveleri içinde herbiri sonsuz ve dipsiz sırların isareti ve bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mîzanı olan Şeriati, dâva ve gayenin ruhu; onun bâtını olan tasavvufu da, âlemin ve insanlığın kemâl sırrını saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır.

• Öyle ki, baştan başa eşya ve hâdiseler plânına hâkim ve yeryüzünü maddî ve manevî bütün mevcutlariyle kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet vehakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanadlariyle, bu kanadların ortasında ileriye doğru uzanmıs bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir.
Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçeklestiricisi halinde Şeriatle tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsî ruh ve akıl…

• Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muazeneleştirmis, zimmet ve matlûp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mîzana sokmus, yapılacak ve yapılmıyacak her şeyi tesbit etmis, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemis, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmıs, en uzak buğday basağının ucundaki taneden günesin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her noktaya dikmis ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermis, yer yüzüne ve madde âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmis, idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmus, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve sükûna varmıs; kısaca, insan basını sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamıs, plânlaştırmıs ve bunun insan cemiyetini teşkilâtlandırmıs, kâmil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğunu da, gerçek ve derin Müslümanın kısım kısım hüviyeti tâyin edilirken görülecek, İslâm inkılâbını yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.

GERÇEK VE DERİN MÜ’MİNDE AKIL

· Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl başladığı noktada biterse, akıl da nihayet «mutlak» dan hiçbir şey anlayamayacağını anladığı yerde nihayete erer.

· Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini «Sidretül – Müntehâ» ya kadar taşıyabildi; ve orada «Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!», dedi. «Ya buradan ileriye nasıl geçilir?» sualine de «Aşkla!» cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte, bütün nükte buradadır.

· Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.

· İşte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.

· Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkûmiyet neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır. Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.

· Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.

· Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü «Allah ve Resulüne esir olan, hakikat ve hürriyete ulaşır!» düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu, hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi kendisini tahrip etmekten başka çare bulamayan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire asgarîye dönen âzamî payı...

· Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı vermiştir: «Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...» Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey yapılamayacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir.

· Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartıyla, anlayamadığını anlayarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allah’ın sınırına baş eğmektir. Anlamadığını yine akıl anlayacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i Ebu Bekr’in ölçüsü: «İdrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir» ...

· Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a «Sen aklı tahrip ettin» diyen akılcılara karşı cevap şudur: «Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku, kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!...» Garp, İslâmiyetin getirdiği bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.

· Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır. Şeriata köle, cihana sultan akıl...



Necip Fazıl Kısakürek - İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Reformacı inandığından şüphe edendir !

Reformacı inandığından şüphe edendir !*Reformacı inandığından şüphe edendir !

*Tanzimat dinin muhitinde aciz, şaşkın, kısır bir reforma hareketi iken, Meşrutiyet daha az şaşkın ama daha çok idraksiz bir biçimde bu reformacılığın devamıdır.

*Son devir ise reformacılığın bu iki arada bocalayıcı çelişkilerini kaldırarak davayı tamamen menfi kutuba çekti. Her davanın temel isteği tutarlılıktır ana hangi istikametten ? Küfürden mi imandan mı ?

*Suni ışıklar ne kadar güçlü olursa olsun güneşi kaybetmiş bir beldenin hali gibi, üzerimizde mıhlanıp kalan manevi karabulut eksikliğin din olduğunu ihtar edince bu sefer güya dini sahiplenme iddiasındaki yeni reformacı tipinin türeme ihtimali belirdi.

*Bir çok bölüme ayrılan bu tiplere göre din lazımdır. Elbette Allah’a inanılır. Peygmber bazılarınca luzumludur, bazılarınca değildir. Kuran bazılarınca Allah’ın kitabıdır, bazılarınca değil. Peygamberi ve Allah’ın kitabını tanıyan yine bazıları için bile günde beş vakit namaz luzumsuzdur. Namazın şekli iptidaidir, abdest imkansızdır. Kadın hayattaki yeni konumundan geriye sürülemez. Kuran her dilde Kurandır. Kuranda pek çok ibadetin sarahatine dair açıklama yoktur, bunların hepsi yobazlar tarafından uydurulmuştur.
Hadisler hep uydurmadır, aklın kabul etmediği hiç bir şey doğru olamaz. Bütün dini merasimleri estetikçiler elinde güzelleştirmek gerekir, zaten tasavvuf da bu eksikliği tamamlamak için sonradan bulunmuştur….
Bu hünsa ruhlara göre din işte bütün bunlar olmamak şartıyla güzeldir. Fakat!!! İşte bu «fakat» işin en belâlı dönemeci…

*Henüz sesi pek güçlü çıkmasa da yarın birdenbire güçlenmesi muhtemel olan bu kafirle dindar arası köprü tip, mensubiyetinde pek çok meslek barındırır ve genellikle münevver klişesi taşır.

Tanzimatın muhitteki şaşkın yenilik hareketine karşılık, bu yeni zümre dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyip merkezde reform yapıp muhite tatbik etmeye çabalar.
Reformacı der ki: Allah’a ve peygambere evet, şeriate hayır! Yani güneşe evet, ışığına hayır ! O kadar saçma !..

*Aralarında hiç inanmayan istismarcıların da bulunduğu bu zümre, Yunan efsanalerindeki başı insan vucudu keçi bir hilkat galatıdır ve gerçek müminin gözünde zift renkli inkardan daha kara daha tehlikeli bir küfür kolunu temsil eder.

Düpedüz kafir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir, hidayet vincine bağlanırsa doğrulur ve mükemmel bir tekne halinde yüzer.

Fakat reformacı ?.. O güya yüzer, ama her noktasından sızdıran, kırık dökük, perçin ve macun kabul etmez bir haldedir.

*Yarın meydan yerini ele geçirme ihtimalindeki bu zümre, küfre ait bir hayat biçimini iman evine, Allah’ın hakkı Allah’a Sezar’ın hakkı Sezar’a demogojisiyle sokmaya çalışmaktadır.
Biricik farikası münevverlik yaftası altında salah kabul etmez bir enayilik ve cahillik olan bu tipin bir gün bir punduna ile İslamiyet himayeciliğine geçmesi daima mümkündür.

*Reformacı en çok yobaz dediği, şeriatın kabuğuyla meşgul olan tipe düşmanlık ederken aslında kendisi de aynı tipin diğer kutuptaki tam karşılığıdır.
Dini insan yığınlarının sevk ve idare aracı olarak gören, keyiflerine göre din icat ettiklerinin dahi farkında olamayan, baktıklarını görmekten ve idrak etmekten aciz bedbahtlar…

*Bir de Türkiye dışının reformacıları var ki ilmi bir nikap altında ve kitaplık çapta gayretlerle İslam’ı fesada sürüklemektedirler.

*Hangi neviden olursa olsun Reformacı İslam’ı çökmeye mahkum bir bina olarak gören ve onu dış desteklerle ayakta tutuğunu vehmeden bir fikir haini ve iman yoksunudur !

BİRİNCİ HÜKÜM: İslam inkılabı bunlarla olmaz !

Necip Fazıl,İdelocya Örgüsü

 
Devamını Oku »

Ana Kaynak İslam

Ana Kaynak İslamİSLAM VE KAİNAT


 

• Kâinattaki her şey ve sen... Kâinattaki her şeyle bereber senin evveli, nihayetin, vücud hikmetin.. Niçin oldun, ne oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacaksın? İşte bunların cevabını ve hesabını veren dindir. Bütün bunların cevabını ve hesabını dosdoğru veren de hak ve tek din, İSLÂM...

• Yeryüzünde hak ve bâtıl, topyekûn veya parça parça tasdik veya inkâr edici tek bir inanış sistemi yoktur ki, bu suallerin cevabını vermek vazife ve iddiasında olmasın... İnsan, inananlarca, yanlız bu suallerin cevabını ve hesabını aramaya memur merkezi mahlûk;

inanmayanlarca da, yine aynı suallerin cevabını ve hesabını ters tarafından veren başıboş varlık... Çare yok; her şeye yok demek mümkümdür; fakat bu suallere, insan başını fare kafasından ayırd eden bu biricik tefahhus hummasına yok diyebilmek henüz mümkün olmadı.

• İslâmda kâinat, peygamberler kolundan kendisine kadar gelen dinlerin son ve kâmil ifadesi halinde, bütün dipsizliği ve sonsuzluğu, zerre zerreYaratıcıyı haykıran muhteşem zaman ve mekân cümbüşü, muğdil ruh ve madde mimarîsiyle, esrarına ve teshirine memeur olduğumuz bir hârikalar manzumesidir.Yani fezaya insan göndermek maddecinin değil, ruhçunun vazife ve hakkı. Müslümanın memuriyeti..

• Ezelden ebede kadar topyekûn insanoğlunun başı, son kemâl haddi, uğrunda âlemlerin yaratıldığı en üstün insan ve ALLAHın Sevgilisi olarak vücut bulan Peygamberler Peygamberi, işte bütün edâsı ve mânâsiyle bu kâinatın anahtarını ALLAHtan aldı ve Ümmetine getirdi. ALLAHın insan ruhuna gömdüğü o anahtar ki, aslî sahibini buluncaya kadar ilk insan ve Peygamberden, en büyük İnsan ve Peygambere kadar mukaddes bir bayrak koşusu halinde elden ele teslim edilerek geldi... Ve kâinat; bbir atomu bir dünya farzederseniz, onun mevhum merkezindeki atoma kadar küçüle küçüle ve her atomda ayrı bir dünyaya ulaşa ulaşa nâmütenahi küçük; ve bir atomdan bir arza, bir arzdan bir güneşe ve bir güneşten sayısız yıldızlara, sonra içinde yıldızların atom kesesi halinde çınladığı dipsiz fezalara kadar büyüye büyüye ve her fezada ayrı bir fezaya uğraya uğraya nâmütenahi büyük mimarîsiyle, bütün esrarını, o en Büyük Resulün başı üzerinde halkalandırdı.

• Kısaca İslâmda kâinat, bütün esrarı ve kanunlariyle, O'nun, O yaratıldığı en Büyüğün bâtınında çağlayan nâmütenahi ince ve girift mânalardan ve bu mânaların aksettiği büyük tecelli plânından ibaret..

• Bu tecelli karşısında insanoğlu, ben, sen, o, biz, siz, onlar, topyekûn beşeriyet, kundaktan kefene, bütün ferdî oluşlar; ve köyden metropole, bütün içtimaî tekevvünleri boyunca, okyanusları birbirine katıştıran kanallar açmaktan, bir tohumun nabzındaki çatlama ve açılma hummasını âhenkleştirmeye kadar her cehdinde, tek tek ve sâf sâf memuriyetini bulacak, maddî ve mânevî varlık ve iş plânını göz göz petekleştirecektir.

• Herşeyi içe bağlayan hudutsuz bir dış... İçin tecellisi nisbetinde derinleşen fena ve âdem kuyusuna doğru topyekûn yuvarlanış... Ve bu yuvarlanış karşısında ölümsülük ve gerçek hayat kapısını bütün insanlık çapında açan ezelî mimarî.. İşte İslâm ve kâinat!..

İSLÂM VE DÜNYA


• İslâmda dünya, dünyanın en ulvî ölçüsü halinde vecizelendirilmiştir. Âhiretin ekin yeri... Dünyada ne ekilirse öbür tarafta o biçilecektir.

• İslâmda dünya, ebedî hayatın eşiğidir. Düşünelim; İslâmda dünya, bütün hudutlu buudları içinde ne hudutsuz bir mâna sahibi!..

• Birbirine zıt ne kadar mefhum ve hâdise varsa aralarındaki en ince kaynaşma ve ayrılma noktalarını farkların en incesiyle belirten İslâm, işte böylece dünyaya birbirine zıt iki nazarla bakar; ve sonra bu bakışları tek ve en ileri bir gözde birleştirir: Biri, fânilik ve hiçlik plânı

dünya; öbürü, bu en dipsiz fânilik ve hiçlikten zıplanacak ebedî hayatın basamağı, yine dünya...

• Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

• Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

• İslâmda dünya, varlığın arkasından yokluk, yokluğun arkasından varlık gelen ve iki tempolu âhenk halinde bir ademi, bir de mutlak vücudu haykıran zamanı; ve her ân hiçlik pası altında eriyen fânî mekâniyle, sadece ne mkal olduğu ve nasıl bir gayeye yaradığı bilinecek bir atlama taşıdır. Bir atlama taşı ki, ona gözlerin en bedbiniyle baktıktan sonra onu gözlerin en nikbiniyle süslemeye, bezemeye ve gelişmeye memur bulunuyoruz.

• Böylece İslâmda dünya, gerçek ve üstün mü’minler için, birtakım bâtıl itikatlarda ve inanış sistemlerinde olduğu gibi, fânîliğine inanıldıktan sonra herkesin arkasını döneceği ve kabuğuna çekileciği bir mahkûmiyet plânı değil, içyüzü biline biline bütün iş sahalariyle kucaklanacak, atom atom sayılacak, tertiplenecek ve düzenlenecek bütün bir beşeri hâkimiyet plânıdır.

• İslâm, âhiretin ve ebedî oluşun topyekûn sahipliğinden sonra, bütün oluşların ve en haşin madde hesaplariyle de topyekûn dünyanın maliîki...

• Müslümanlıkta dünya odudr ki, mü’min onu zapt edecek, ona hâkim olacak, fakat onun esaret ve hâkimiyetine düşmeyecektir. Tıpkı İslâmda gerçek fakrin, mal sahibi olmamak değil malın ona sahip olmaması ve onu köleliğe düşürmemesi demek olduğu gibi... Bu harikulâde inceliği anlayan, en dakik (nüans-gamıza)lardan ibaret İslâmın dünya ölçüsünü de kavrar; ve bu vakte kadar eşya ve hâdiselere İslâm adına nasıl tek taraflı bir gözle bakıldığını ve dünyanın nasıl elden kaçırıldığını görüp ürperir.

ALLAH, Kur’ânında insanı kendisine halife olarak yarattığını ve onu eşya ve hâdiseleri teshire memur ettiği emriyle, fânî ve ebedî, sahte ve gerçek dünyalara ve her ikisine karşı insanî vazifelere ait sırrı bildirmiş ve ölçüyü vermiştir.

Sadece bu, dünyaya bakıştır ki İslâmın hak din olduğunu göstermeye yeter.

 

İSLÂM VE İNSAN


· İnsan, neden ve niçin olduğunu, nasıl ve ne olacağını; her canlının başına musallat bu tek sualin biricik cevabını yalnız İslâmda bulur.

· İnsan, İslâmda, derinliğine ve yüksekliğine doğru ruhunun, genişliğine ve uzunluğuna doğru da aklının, biri gök ve öbürü yeryüzünü donatıcı iki büyük hükümranlık işine memurdur. İnsan, bu memuriyetlerden birinde mâna ve öbüründe madde âleminin anahtarlarını elinde taşıyacak ve bu iki âlemi en büyük saltanatla zapt ve teshir ettikten sonra “solmaz”a, “eskimez”e, “ölmez”e, “bitmez”e ulaşacaktır.

· İslâmda ruh ve akıl, insan varlığının ne eksik ve ne fazla, tam ve mükemmel kıvam isteyen bu iki temel kutbu; biri dünya ve madde, öbürü de mâvera ve üstün hayat gayesine karşı, değişmez ve kıpırdamaz esaslar etrafında nâmütenahi derin ve geniş bir hürriyet ifadesiyle, iki yol gösterici mizana sahiptir: Şeriat ve Tasavvuf... Mücerret hikmetlerinin yeri bu bahis olmayan Şeriat ve Tasavvuf, muhteşem ve ebedî gerçeklik sarayının, insanoğluna mahsus iç ve dış plânından başka bir şey değildir.

· İslâmda insana yol, sırlardan ve sistemlerden hiçbirinin yanaşamadığı şekilde ve kulluğun en üstünü halinde, Allah halifeliğine kadar açıktır.

· İnsan olduğu için İslâm oldu; ve İslâm olduğu için insan vardır.

· Maddî ve manevî bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse, bunun biricik müteahhidi İslâmdır.

· İslâmda insan, hem kangal kangal kemmiyetiyle üstüne düştüğü ve fâni adetler boyunca nefsine devam aradığı dünya ve madde kadrosunda, hem de her ferdi yekpare bir ebediyet ve keyfiyette toplayan mâvera çerçevesinde, ölümsüzlüğün mümessilidir. İslâm, insanın yüzüne şu nurdan satırı yazdı: “Sen ölmeyeceksin!”

· Bekâ yalnız Allahın sıfat ve hakikati olduğuna göre, ayağına fânilik zemini çekilip başına sonsuzluk tacı oturtulan insan, İslâmda, her iki tarafın hakkını gerçekleştirmeye memur Şeriat ve Tasavvuf yollarından, Allahın ilâhî çaptaki hediyesine nâildir. Mahlûkların en şereflisi sıfatiyle ya bu hediyenin kul üstü seviyesine yükselecek, yahut yaratıkların en sefilinden de aşağıya düşecek...

· Ebedîlik divanesi insan, İslâmdan başka her görüş sisteminde lâğım faresinden daha aşağı, İslâmdaysa, sonsuzluk şevkinin pırıldattığı nur yüziyle, en büyük kahraman.

· Bütün sırrı şu ölçüde bulunuz: “Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı.”

İSLAM VE AHLAK


· İlk Peygamberden Sonuncusuna, en doğrusu, İlkinden ilki ve Sonların Sonuna kadar, ahlâkı getiren, gösteren, vaz’eden, esaslandıran, yalnız İslâm...

· İnsanın fikirle gördüğüne karşı hisle takındığı değerlendirme edâsı, ahlâktır. Fikir, “niçin?”i, ahlâk da “nasıl?”ı cevaplandırır.

· Hakikatin “niçin?”leri önünde, ruhun tavır ve hareketleri bakımından “nasıl?”ları, ahlâktır.

· Hakikat karşısında ruhun bürüneceği tavır ve eda melekesi olan ahlâk, ruhun başlıca sıfatı ve hâdiselerin ruhta kıymet hükmüdür. İçimizde ve dışımızda olan her şeyin ulvî ölçüsü ahlâktadır.

· Ahlâka fikir öncülük ettiği kadar, fikre de ahlâk yol gösterir. Fikrin gösterdiği sebepten ahlâk doğduğu gibi, ahlâkın doğuşundan fikir sebep kazanır. Öyle ki, ikisini de, içiçe, birbirini muhit (kuşatıcı) ve birbiriyle muhat (kuşatılmış) sayabiliriz. Âdeta fikrin “niçin?”lerini, ahlâkın “nasıl?”ları içinde buluyoruz. Dâvanın en sağlam ifadesi şu ki, ruh, bütün melekeleriyle el ele, bir anda buluyor, ruh bulduktan sonra fikir öne geçiyor, peşinden ahlâk zuhura geliyor; hakikatteyse hangisinin ve neyin önde olduğu belirsiz kalıyor.· Amma ki, fikrin kuşattığı yerde bir ahlâk kümelenmesi, ahlâkın kuşattığı yerde de bir fikir bulunması zarurî... Hacimle renk gibi bir kaynaşma...

· İnsanoğlunun, içine ve dışına doğru bütün münasebetlerinde birer fikrî “niçin?”e bağlı “nasıl?”lar halinde ahlâk dayanağını temel kabul etmek, mütearifedir. Beşeriyet bu mütearifeyi fikir hendesesinin ilk bedaheti sayar ve oradan yola çıkar. Onsuz ne ruh, ne insan vardır. Denilebilir ki ahlâk, fail olmak yerine münfail sıfatta, sadece tavır ve eda hüviyetiyle, içinde fikir, mâna, sır, hikmet, her şeyi istihlâk eden ve kendisinden zuhura geldiği ruhu zuhur ettiren üstün duyuş ve anlayıştır. Ahlâk, anlayıştan doğar ve anlayışı tamamlar.

· “Ben ahlâkî yücelikleri tamamlamak için gönderildim!” ve “Müminlerin en faziletlisi, ahlâkı en güzel olandır!” buyuran Allah Resulünü işte bu incelikler içinde anlamaya çalışmak lâzım...

· İslâm ahlâkının binbir sütun üzerinde duran ahlâk çatısında dört ana direği, ihlâs (samimîlik), aşk, fedakârlık ve merhamet diye göstermekte hata yoktur. Sade şunu bunu değil, ruhun ve hakikat merkezinin bütün topoğrafyasını getirmiş olan İslâm, iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da nefste mihraklandırdığına göre, bu dört esas, ruhu pırıldatmak ve nefsi dizginlemekte en tesirlileri.

. ihlâs, samimîlik, «olduğu gibi»lik; nefs hislerinin maskesini düşüren ve hakkı karşılamanın temel şartını veren hakikat ateşi... Onun bulunduğu yerde riya, yalan, dolan, sahtecilik yoktur; ve ihlâs, nefsin hapsettiği ruhu meydana çıkaran ve onun yerine nefis hapseden biricik zabıtadır. Baştan başa hakikat, iman ve ahlâkın arsası, ihlâs... İhlâs,doğrunun, gerçeğin zarfı,kabuğu...

.Aşk mı?.. Canın ışığı, varlığın mayası, hayatın desteği tek hikmet... Aslî hedefi Allah... Aşk olmasaydı varlık olmazdı; ne kuşlar öter, ne de sular fısıldaşırdı. Allahın, en büyük Resûlüne yakıştırdığı vasıf, Sevgilisi olmak... Nefs yalnız kendisini sevdiğine göre aşkı aslî hedefine ve onun rızası etrafına mahluklarına yöneltmek, insanda insanı gerçekleştirir. Seven adamda kibir, benlik, âdilik, küçüklük, miskinlik, cansızlık barınamaz.

.İhlâssız aşk olmayacağı gibi, aşksız da fedakârlık olmaz. Fedakârlığın olduğu yerde de bütün fert alâkalariyle cemiyet, hamle, atılganlık, yardım, en üstün tecellileriyle adâlet hazır ve her türlü hasislik gaiptir.

. Merhamet o kadar İslâmın şiarıdır ki, gerçek ve derin mü’minde onun özentisi, şamatası edebiyatı yok, yalnız hakikati vardır. Bir güvercin öksürürken merhametinden ağlayan mümin, kılıcını çekip Allaha hakkını vermeyenlerin üzerine yürüdüğü zaman, bunu kendi nefsinden değil, onlara merhametinden ve kılıcının ucunda kurtuluş ilacını taşımak idealinden yapar. Kin ve nefretin tam zıddı olan merhamet, onların besleyicisi kıskançlık ve küçümsemenin, ihlâs, aşk ve fedakârlıkla beraber panzehiridir. Merhamette şefkat, rikkat, yumuşaklık, incelik tümen tümen; darlık, katılık, kabalık, vurdumduymazlık hiç yok... Daha nice ahlâkî yücelik, kendileriyle beraber bu dört temele bağlı...

.Nihayet ahlakın ezelî ve ebedî bir örneği mevcut... O, Allahın Sevgilisi... Ahlâk O’nun ahlâkı; en üstün mücerredi ve en parlak müşahhasiyle O’nun ahlâkı... Başka hiçbir vasıf O’na yetişemez.

.Ve nihayet ahlâkın nihaî ideali bir din emriyle çerçeveli: «Allahın ahlâkıyle ahlâklanınız!» Mutlak hikmet sahibinin, o hikmete kıymet hükmü ve sıfat olarak ifadelendirdiği ahlâk ve ondaki sır...

 

 

İSLÂM VE ADALET


Âlemde tek adâlet kaynağı, İslâm...

Adâlet, hakkı «mâvuzualeh»ine, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu dengi olan karşılığı kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi o şey ister bir mâna, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makamına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak... Adâlet budur.

En büyük, nâmütenahî büyük hak Allahdır ve bütün bu kâinat onun tarafından yaratılmış olmak makamına oturtulunca, kalbde imanın ilk şartı ve bu hak tecelli eder. En büyük haksızlık da bunun aksi..Mükafat ve cezaları da en büyük hakla, en büyük haksızlığa göre... Bu bakımdan her mâna ve maddenin, kalıbına nisbetle oturtulacağı yer, ulaştırılacağı karşılık, kavuşturulacağı ölçü, ayrı ayrı..

Hakikatin, yerini bulmasından ve bir cisimle onun kumdaki yatağı arasındaki intibakı kazanmasından ibaret olan adâlet, zat ve tecelli, keyfiyet ve takdir, iş ve karşılık olarak, iki kefeli bir terazi halinde, iki cepheli bir oluş ve muvazene arzeder; ve içimizle dışımızı denkleştirici ruhî ve maddî, ferdî ve içtimaî, bütün kıymet hükümlerini kuşatır.

Anlaşılyor ki, adâletin, en mücerret fikirden en müşahhas medde tezahürüne kadar, hudutsuzdan gelip hudutluda meydana çıkan bir kök ve dal mâhiyeti vardır; ve insanoğlunun amelîmânada adâletten anladığı, onun cemiyet münasebetlerindeki müşahhas tezahürlere bağlıdır.

Adâletin tam zıddı olan zulüm de, eşya ve hâdiseleri, nispet ve liyakat belirttikleri makamların, plânların, ölçülerin dışına çıkarmaktan başka bir şey değil. En büyük hakka karşı en büyük zulmün ne olduğu kendi kendisine anlaşılıyor: Allahı inkâr.. Nefsin kendi kendisine zulmü..

En hâlis ve mutlak adâlet emirleriyle, en sağlam ve keskin zulüm yasakları sadece İslâmdadır. Ve İslâmdaörgüleşen adâlet emirleriyle zulüm yasakları, cemat, nebat, hayvan ve insan, her şeyin, her maddenin, her mânanın ve bütün bunlar arasında her münasebet şeklinin hakkın sımsıkı çerçevelemiştir. Bütün dünya kadrosunda hakkını isteyen kim ve ne varsa bize gelsin!.

Bize dünyanın en kokmuş, çürümüş ve azmış cemiyetini teslim edinîz; teahhüt ediyoruz ki, o cemiyette İslâm ideolocyasının sonsuz ruhu sindirilinceye kadar sadece İslâm adâletinin kışrındaki ölçüler tatbik edilmekle, göz açıp kapayıncaya kadar kurtuluş, dış yapıda gerçekleşecektir. İslâmadâleti öyle bir şeydir ki, İslâmainanmayan bile onun adâletini şekilde tatbik etmekle dünyasını olsun kurtarır. Müslüman için de en üstün adâlet görüşü Allah neylerse onu adâletin ta kendisi bilmek, bu sırra akıl ulaşmanın muhal olduğunu anlamak ve adâleti Hakkın emirlerine noktası noktasına riayette aramaktır. Adalet, ne türlü olursa olsun,

Allahın işi; ve bize, mutlaka şu ve bu türlü olarak Allahın emri..

İnsan hayatına kıyanların hemen başlarını uçuracağına, onlara hayatını bağışlayan; ve hırsızlık edenlerin derhal kollarını keseceğine kendilerine hapishane köşelerinde rahat rahat geviş getirecekleri yataklar ve sanatlarını ilerletecekleri dershaneler hazırlayan zihniyet, birer kötü kişiye medeniyet göstermek için bütün iyi kişilerin hayatına ve malına kıymış olmak mânasındadır. İslâmadâletinden başka her ölçü, bizce cezalandırmaya yeltendiği kötülükle bilmeden ittifak halindedir.

İslâmda hâkim, bütün devlet ve millet manzumesinin bağlı olduğu kök telakkiye ait ölçülerin müstakilkazaî temsilcisidir. Bu hüviyetiyle o, devlet ve hükümet, reislerine, herhangi bir çöpçü ve dilenciden ayırt etmez bir irtifadan bakar.

İslâm adâletini ışıldattığımız ve insanlığa serpmek istediğimiz çağlarda en küçük kazancımız Viyana surları önünde boy göstermek oluysa, o adâleti paslandırdığımız devirlerde de en küçük kaybımız yurt dışını düşmâna ve yurt içini eşkiyaya sardırmak oldu. Ondan sonra da, her zaman ve mekâna ait ebedî adâlet hazinesinin anahtarını cebimizde taşıdığımızdan habersiz, çapraşık ve dolambaçlı medeniyet dünyasının binbir icabı karşısında, bir adâlet buhranından öbürüne atlayarak, adâlet adına boyuna zulüm kopyacılığı yapmaktan ve en hâs ve halis zâlimleri sürü sürü türetmekten başka işimiz olmadı.

 

İSLÂM VE KADIN


Her madde, her mâna ve her şey gibi kadının da bütün vücud ve hikmeti, keyfiyeti ve mevkii İslâmda...

Kadın, İslâmda,kendisine Şeriat yolundan ulaşmak şartiylesevgili bir varlıktır. Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberi ki buyurmuşlardır ki: «Bana dünyanızda üç şey sevdirilmiştir: Kadın, güzel koku ve namaz...»

Hemen anlamak gerektir ki, meşru şekiller ve hadler içinde kadına bağlılık, Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberinin mizacına uymak bakımından İslâmive makul bir hâdise... İslâmınzâhir ve bâtın çerçevelerinin bütün kahramanları bu şekiller hadler içinde kadına bağlı kalmışlardır. Ruhbaniyet kabul etmeyen İslâm,batinî büyük marifet yolunda nefs körletmenin usûlu olarak kadından uzak durmayı kabul etmez. Aksine büyük marifet yolunda, meşru şekiller ve hadler içinde kadın alâkası şarttır.

Kadın, İslâmda,her şeyden evvel derin bir hayâ mevzuudur: ve bütün mahrem köşeleriyle çepçevre hisarlar ortasında yükselen bir saray gibi, edep, ismet ve gizlilik surlariyle halkalanmıştır.

Mukaddes İslâm Şeriatı, kadını, her noksaniyle kocasının nazarlarına helâl olarak teslim ettikten sonra, onun cemiyet hayatını, mahremi bulunduğu veya bulunmadığı insanlara karşı ayrı ayrı görünüş şekilleriyle ve son derece sarahatle tanzim etmiştir. İslâmcemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek bir saçın bile dâhil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedâr bir unsur olabilir.

Kadını kafes arkalarına ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece ve bir ân için cemiyet koridorundangeçiri vermek, İslâmiölçü ve gereklerin emrettiği bir iş değildir. Her bakımdan mükemmel olan dine bir şey eklemek veya ondan bir şey eksiltmek, dinî anlamamaya ve nihayet ya ham ve kaba softalığa ve kör-kütük anlayışsızlığa varacağına göre asırlar boyunca Türk cemiyetinde kadının halini, dinî vecd ve idrâkten mahrum ham ve kaba softaların esiri diye mütalâa ve bu halden İslâmiyetitenzih etmek lazımdır. Şer’î ölçülere bürülü olarak kadın, İslâmcemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve faaliyet sahasında, bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.

Ayrıca kadın, mücerred kadın olarak,mücerred güzellik ölçüleriyle, ancak İslâmŞeriatinin gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki, tesir ve kıymetinin azamisine ulaştırılmıştır. Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırçıplak etin vahşetini esiri bir tılsıma götüren örtü sırrı, münhasır (estetik) göziyle de yalnız İslâmdadır.

Dslâmdakadın,içtimaî vazifeler arasında yalnız iki tanesinin ehliyetine malik değildir: Biri imamlılık, öbürü hakimlik... Bunda da son derece ince bir hilkat sırrı güden İslâmiyet,her şeyden evvel hissîlik ilcaîlikten uzak bir erkek seciyesi isteyen bu iki işte başka kadına hiçbir içtimaî vazifeyi yasak etmemiş, fakat kadının en yüksek ve ulvî mevkiini, onun ve erkeğinin yuvası olarak göstermiştir.

Kadın; anne, hemşire, zevce; güzellik bakımında kadın, içtimai vazife noktasından kadın, hilkat sırrının maddî ve mânevi bütün tecelli şekillerini İslâmda arasın ve yanlız onunla övünsün!

İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl
Devamını Oku »

Ahlak Davamız ve Ahlak Kaynağımız

Ahlak Davamız ve Ahlak Kaynağımız
Siz iyi ve temiz bir Türk müsünüz?... Eğer bir elinizle bugünkü ahlâk faciamızın müşahhas tecelli plânındaki tüyler ürpertici manzaralarını pençelemiyor; öbür elinizle de muhtaç olduğumuz ahlâkın mücerred inşası bakımından varılması mümkün yegâne teşhise işaret etmiyorsanız, biricik vatanî ve millî borcunuzu yerine getirmiyorsunuz demektir.

Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu et tutabilen insan, iyi ve temiz bir Türk değildir. İyive temiz Türk’ün, ağlaya ağlaya su kesileceği yakın bir istikbalden hâl günlerini yaşıyoruz.

Âlemde bedâhetler arası hiçbir tezahür, şehirde, köyde, evde, mektepte, sokakta, pazarda, cemiyette, ailede, fikirde, kanaatte, işde, vazifede, ahlâk buhranlarının en korkunç ve dipsizine düşmüş bulunduğumuzdan daha yalçın bir gerçek belirtemez.

Ahlâk bozgunumuz da, fikir bozgunumuzla kolkola geldi.Bizi, evvelâ ham ve kaba softalık yere serdi; sonra körkütük hayranlık ve şahsiyetsizli kıskıvrak bağladı, daha sonra kaatil züppelik ve ahmak kopyacılık zehirledi; en sonra da iman ve ahlâk kaynaklarımızla aramızı büsbütün açan cebrî ve ceberutî ilericilik komaya yatırdı.

Cumhuriyet İnkılâbını doğuran İstiklâl Savaşının ruhuna bağlı ve o ruhun fedaisi herkes, sadece bu fedailiğin verdiği hakla, ondan inkılâp gerçeğini ve gerçek inkılâbı istemelidir! Hindlilerin "gulûgulû"su gibi, "inkılâp, inkılâp!" diye geviş getirmek mi gerçek inkılâba hizmettir; yoksa ona, kaynaklarını tıkadığı eski ahlâk telâkkimize karşılık yeni bir kaynak açmak kaygısını aslâ duymamış olduğunu hatırlatmak mı? İşte o zaman inkılâp şapa oturacaktır.

Gerçeğimiz tektir! Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı fıkırdatacak; ve (Serkldoryan)daki baydan Ağrı dağındaki çobana kadar bütün kulakları yırtacak kuvvetle haykırmak borcunda olduğumuz tek gerçek: Ahlâk yaramız, beynimizden topuğumuza kadar işlemiştir; asıl bunun kurtuluş savaşına muhtacız.

AHLÂK KAYNAĞIMIZ

Bizim, olmuş ve olabilecek ahlâk kaynağımız adıyla ve sanıyla İslâm ahlâkıdır. Bunu anlayamadık; anlaşılacak olan buydu; anlaşılacak olan budur!

Bir zamanlar ne olduksa bu ahlâkın yüzü suyu hürmetine olduk; ve ne olmadıksa, bu ahlâkı gölgelendirmek ve sonra büsbütün karanlığa gömmek yüzünden olamadık. Bunu bilemedik;bilinecek olan buydu; bilinecek olan budur!

Kafalar arası bir kere daha mahyalaştıralım ki, dünyanın biricik kâmil ve esasî ahlâk manzumesi olan İslâm ahlâkını, bize, Tanzimattan evvel ham ve kaba softa, Tanzimattan sonra da aynı seciyenin tersi ahmak ve şahsiyetsiz Garp taklitçisi kaybettirdi. Bunu göremedik; görülecek olan buydu; görülecek olan budur!

Bütün intikal ve istihale basamaklarımızda, muhtaç olduğumuz ahlâk doğruluşunun bayrağını açacak terkipçi ve sistemci Türk mütefekkirlerinden hiçbir haber gelmedi. Böylece güme giden fâtihlik, zaman ve mekânımızı yeniden kazanma yolunda her hamlemiz ruhta dayanaksız kaldı. Sadece dayanaksız kalmadık; en sağlam dayanağımızla ruhumuz arasındaki ulaşma yollarını tıkadık; satıhta süslenmek isterken kökte kuruduk ve nihayet son 50 yıllık
misilsiz ruh ve ahlâk buhranına çattık. Bunu örgüleştiremedik; örgüleştirilecek olan buydu; örgüleştirilecek olan budur!

Islâhcılık ve yamacılık hareketimizin hiçbir çığırında seçemedik ki, maddî ve manevî bütün plânlariyle vatan; Anadolu, Trakya, köy, kasaba, şehir ve mektep, mabed, sokak, meydan, dükkân, resmî daire, fedaî Mehmedçik, masum Emine, müşfik anne, ben, sen, o, biz, siz, onlar; topyekûn Türk cemiyetini terkip eden bütün şahsiyet ve asliyet unsurları, yekpâre bir millet kadrosu halinde, ana çizgilerini İslâm ahlâkının potasında eriyerek almıştır; ve bu unsurları o ahlâkın ikliminden sürüp çıkarmak, kül ve çamur haline getirmekten farksızdır.

Bunu seçemedik; seçilecek olan buydu; seçilecek olan budur! Yol, en eski dünle en uzak yarın arasında hiçbir zaman değişmedi ve değişmeyecek; kafamızla intibak zorunda olduğumuz yeni zaman ve mekân âlemine, ruhumuzla, İslâm ahlâkını taşıyacak ve aşılayacaktık. Bunu yapamadık; yapılacak olan buydu; yapılacak olan
budur!

İslâm ideolocyasını, ham ve kaba softanın kuru, keyfi, hikmet ve asliyetlerine aykırı naslar baltası olmaktan kurtaracak, yâni İslâmlığı bütün hakikatiyle anlayacak onu sâf ve mutlak bir iman, vecd ve aşk kandili halinde Türk evinin baş köşesine asacaktık. Bunu duyamadık; duyulacak olan buydu; duyulacak olan budur!

Müslümanlık cevherini gübre beyinli yobazın dar ve ışıksız ruhundaki küf ve pastan ayıklayıp, tek zerresini feda etmeden millî Türk ruhunun tertemiz iptidâi maddesi halinde kullanacaktık. Bunu sezemedik; sezilecek olan buydu; sezilecek olan budur!

Aklın eşya ve hâdiselere tahakküm hakkiyle ruhun iman ve ahlâk boyunduruğu içine girmek ihtiyacını, birinde dış örneği içimize, öbüründe iç örneği dışımıza tatbik ederek kaynaştıracaktık. Bunu bulamadık; bulunacak olan buydu; bulunacak olan budur!

Maddî ve mânevî bütün plânlariyle Türk vatanını, Anadolu’yu, Trakya’yı, köyü, kasabayı, şehri, evi, mektebi, mâbedi, sokağı, meydanı, dükkanı, resmî daireyi, her şeyi, her şeyi içine alan yekpâre bir cemiyet ve devlet şuuriyle ahlâkın kapısını çalmak; işte kurtuluşumuzun sırrı!.. Buna eremedik; erilecek olan buydu; erilecek olan budur! 400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz, göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz, seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediğimiz, bulamadığımız, eremediğimiz, kendi öz kaynağımızdan ibaretti ve bu kaynak her evin içinde, her köyün ortasında ve her şehrin meydanındaydı. Bilemedik, göremedik, anlayamadık. Tek cümleyle herşey, evet, tek zerresi feda edilemez bir bütün halinde İslâmanüfuz etmekti. Edemedik. Nüfuz edilecek olan buydu, nüfuz edilecek olan budur!

İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl
Devamını Oku »

Avrupalı tuzağı

Avrupalı tuzağıBiz, hangi milleti ve siyasi zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.

Zira bizim, hangi milleti ve siyasi zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkarımız nisbetinde kabildir.

Bizim, kendi kendimizi bulmamız, Avrupalıya akıl ve madde marifetleri yolunda erişmemiz ve bu yetkinliği kendi ruh hamurumuz içinde pişirip, onun karşısına, yeni ve ileri bir millet vahidi halinde çıkmamız, onu şadetmek şöyle dursun, ancak ürkütür, bedbaht kılar ve binbir vasıtayla üzerimize çullandırır.

Şu yüzdenki; biz Avrupalının kendi familyasından sandığı bir millet değiliz. İstediğimiz kadar ondan olduğumuzu iddia edelim, onun kılığına bürünelim ve harfleriyle yazı yazalım, Avrupalı bu iddiamızı, hatta bu iddiada muvaffakiyetimizi alkışlarken, için için bize gülecek, bizden tiksinecek ve tuzağa kendi ayağiyle düşen bu safdil avı kaçırmamak için her şaklabanlığı yapacaktır.

Kendimizi, Avrupalının bizi hakikatte gördüğü gibi görmek istersek, bütün bir tarih, din ve medeniyet kökü bakımından kendimize ve ona <<ben benim, sen de sen!..>> diyebilmemiz lazımdır. Çünkü o bunu içinden daima söylemekte ve daima bu ölçüye göre iş görmektedir: <<Ben benim, sen de sen! Seni senden ayırmak ve kökünü kurutmak için de sana, dış yüzleri kopya etmek metodiyle asla varılamıyacak birşeyi, benim halime özenmeni ve beni körükörüne taklit etmeni telkin ediyorum!..>>

Yarın, farz bu ya, kendi başımıza ve dışardan tek yardım almadan bir sanayi kurmaya muvaffak olur ve iptidai toprak mahsullerimiz karşılığında civata ve somunlarına kadar dışardan getirttiğimiz aletlerin kaynağını, fikir planından döküm potasına kadar benimsemek kudretine geçer, buna da Avrupalının müsaade ettiğini görecek olursak, o vakit onun bizi sevdiğine ve tuttuğuna inanabiliriz. Halbuki Türk milletinde böyle bir yetkinlik, Avrupalıyı, kendi sınırlarına tarafımızdan bir tecavüz olmuş kadar şahlandıracak ve her vasıtayla buna engel olmaya zorlayacaktır. Zira dava yalnız bizden ibaret değildir, gerimizde bir de büyük Asya vardır. Batının, mamul eşya ihraç pazarı büyük Asya...

Tarih boyunca birbirine karşı en ağı imtihanları vermiş olan Şark ve Garp medeniyetleri,neticede Garbın, akıl ve madde hâkimiyetiyle Şarkın boynuna, müstemleke ve istismar sahası boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşundan beri, karşılıklı ve zımnî bir anlaşma halindedirler: Bütün medeniyet unsur ve âletlerini Garplı imal edecek ve Şarklı, sadece ahmak müstehlik sıfatiyle bunları kullanacak ve mukabilinde tarlalarını Garplı hesabına ekip biçecek ham maddelerini onun emrine verecektir. Bu arada Şarklının Garplıya yaklaşma haddi, sadece iradesiz bir hayranlık ve ipin ucu daima efendide kalmak şartiyle satıhtan taklittir.

İşte Türk milleti, 18 inci asırdan sonra Garp cemiyetini işbâ haline getiren ağır sanayi, büyük kapitalizma ve bunların emri altındaki Garp emperyalizmasının bir avı halinde, boyuna kurtuluş reçeteleri getirerek kendisini zehirleyen inkılâp rehberlerinin izinden, Garbın bu tarihî tuzağına bütün külçesiyle oturtulmuştur

 

İdeolocya Örgüsü - Necip Fazıl
Devamını Oku »