Üç İslam Algısı:Teolojik,Siyasi ve Kültürel Meydan Okuma

Üç İslam Algısı:Teolojik,Siyasi ve Kültürel Meydan Okuma

İslâm'ın tarih sahnesine çıktığı VII. yüzyılda, Hıristiyan­lık Avrupa'nın ortalarından Arap yarımadasına kadar yayılmış bir dindi. İslâm ve Hz. Muhammed hakkında ilk bilgi sahibi olan hıristiyanlar, doğuda yaşayan hıristiyan-lardı ve bunlar Süryânî, Nestûrî, Monofizit ve Melkit gibi farklı etnik ve mezhebi gruplardan oluşuyordu. Katolik kilisesinin ve Avrupa'da yaşayan hıristiyan toplulukla­rın İslâm ve onun elçisi hakkında ilk bilgilere ulaşması ise birkaç yüzyıl alacaktır. Aşağıda da değineceğimiz gibi, Ortaçağ Batı dünyasının temel sorunlarından biri, İslâm ve müslümanlar hakkında ilk elden kaynaklara dayalı, sağlam ve güvenilir bilgiden yoksun olmasıdır. Ne iki yüzyıldan fazla süren Haçlı seferleri ne de yedi yüzyıl süren Endülüs-İslâm tecrübesi bu cehalet ve bilgi eksikliğinin önüne geçebilmiştir. Bugünkü Avrupa ve Amerikan kamuoyunun genel eğilimleri ve bilgi seviyesi, bu sorunun hâlâ devam ettiğini gösteriyor.

Hıristiyan dünyası İslâm’ı en başından itibaren dinî-teolojik bir meydan okuma ve rakip olarak algıladı.İbrahimi geleneğin son halkası olduğunu söyleyen İslâm,Yahudilik ve Hıristiyanlık'la ortak noktaları bulunmasına rağmen, onlara önemli eleştiriler de yöneltmekteydi.

İslâm’ın kısa sürede Arap müşrikleri ve Doğu hıristiyanları arasında yayılması, rekabet duygusunu daha güçlendirdi. Bunu, siyasî tehdit algısı takip etti. Diğer dünya dinleriyle kıyaslandığında, büyük bir hızla yayılan İslâm, Hz. Muhammed’in vefatından yüzyıl sonra Kuzey Afrika, İran, Irak, Suriye, Afganistan ve Anadolu’ya kadar yayıldı. İslâm ordularına karşı sürekli toprak kaybeden Bizans’ın kurtarılması, Avrupa’nın ortak davası haline geldi. X. yüzyıldan itibaren siyasî meydan okuma­yı, kültürel tehdit algısı izleyecektir. Güçlü bir kültür ve medeniyet üreten İslâm dünyası, X. yüzyıldan XVI. yüzyılın sonlarına kadar bütün Avrupa’yı etkisi altında bulunduran bir bilim, düşünce ve eğitim geleneği inşa etti. Bu güçlü ilim faaliyeti, sadece skolastik hıristiyan dünyasını değil, Ortaçağ yahudi düşüncesini de derin­den etkiledi. İslâm düşünürlerinin etkisi altında şekil­lenen yahudi kelâmı ve İşrâkiliği bunun tipik örnekleri arasında zikredilebilir. Şimdi bu üç algılama biçimine yakından göz atalım.

İbrâhimî dinler geleneğinin son halkası olan İslâm, yeni bir din olduğunu iddia etmemiş, bunun yerine kendisinden önceki vahiylerin getirdiği tevhit öğretisini teyit ettiğini söylemiştir. Tevhit inancının evrenselliği ve sürekliliği, İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden biridir. Bunun altını çizmek için Kuran, Hz. Âdem’den Hz. Muhammede kadar uzanan peygamberler tarihi ve çeşitli kavimler hakkında detaylı bilgiler verir; mukayese ve tahliller yapar. Kuranda anlatılan Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Süleyman, Hz. Mûsâ ve Hz. îsâ gibi peygamberlerin hayatları, aynı zamanda yahudi ve hıristiyanların kutsal kitapları Eski ve Yeni Ahit’te ayrıntılı bir şekilde ele alınır. Kuranı duyan hıristiyanların ilk tepkisi tam da bu noktada ortaya çıkar: Kur’an’ın anlattıgı tarih, aynı zamanda Tevrat ve İnciller’in tarihidir. İki tarihî anlatım arasında yer yer önemli farklı­lıklar vardır. Meselâ İncil, Hz. İbrâhim'in kurban olarak sunduğu oğlunun İshak olduğunu söylerken, Kur’an bu kişinin İsmail olduğunu belirtir. Detaylardaki bu farkla­ra rağmen, Kur’an’ı okuyan bir hıristiyanın ortak tarihî referansları görmezlikten gelmesi mümkün değildir.

Hıristiyanlar açısından asıl şaşırtıcı olan husus, Kur’an’da Hz. îsâ ve Hz. Meryem’e yapılan atıflardır. İslâm, Hz. îsâ’yı tanrının oğlu değil, elçisi olarak görür. Her ne kadar Hz. Isâ’nın dünyaya gelişi mûcizevî bir şekilde gerçekleşmişse de ne Hz. Meryem ne de Hz. îsâ ilâhî özelliklere sahiptir. Müslümanlar, Hz. îsâ’yı büyük peygamberlerden biri kabul eder ve ona bu şekilde saygı duyarlar. Aynı şekilde Kur’an, Hz. îsâ’nın çarmıha gerilmesi hadisesini farklı şekilde açıklar. Kuranın yoru­muna göre Hz. îsâ çarmıhta ölmemiş, Allah’ın katına yükseltilmiş, onun yerine çarmıhta bir başkası ölmüş­tür. Öte yandan Hz. Meryem Kur’an’da ismen pek çok defa zikredildiği halde, încil’de ancak birkaç defa anılır. Feminen mâneviyatın en önemli temsilcisi kabul edilen Hz. Meryem, müslümanlar için kutsal tarihin önemli figürlerinden biridir; fakat hiçbir zaman “tanrının anne­si” olarak nitelenmemiştir.

Son olarak Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlâk sistemi, Tevrat ve Incil'in ahlâk sistemleriyle önemli benzerlik­ler arzeder. Kur’an bütün ilâhî dinler gibi, insan olu­şun asgari şartını ahlâkîlik olarak tanımlar. Hırsızlık, yalancılık, haksız yere öldürme, zulüm gibi günahları yasaklayan İslâm, insanları Allah’a ibadet etmeye, iyi­lik yapmaya, ana-babaya karşı iyi davranmaya, sadaka vermeye, fakir ve yetimleri korumaya, ortak iyiyi kurumlar aracılığıyla yaygınlaştırmaya davet eder. Bu temel ahlakî ilkeler, dünya dinleri arasında ortaktır. Bu noktada İslâm’ı sapık bir mezhep olarak gören hıristiyan teologlar, özünde yanlış bir öğretinin bu ahlâkî ilkeleri niçin ve nasıl kurumsallaştırdığı sorusunu sormuşlar ve bu soruya, Batı’nın İslâm algısı açısından kayda değer cevaplar vermişlerdir.

VIII ve IX. yüzyıllar, İslâm karşıtı teolojik polemiklerin yoğunlaştığı bir dönemdir. Bede (ö. 735), Yuhannâ ed-Dımaşki (Johannes Damascenus) (ö. 749) ve öğrencisi Theodore Ebû Kurre (ö. 825) gibi hıristiyan teologları,  eserlerinde İslâm, Kuran ve Hz. Muhammed’den bahseden ilk düşünürlerdir.(1) Eserlerini Arapça, Yunanca ve Süryânîce yazan Ebû Kurre, Abbâsî Halifesi Me’mûn’un sarayında müslüman kelâmcılarla pek çok tartışmaya katılmıştır. Konumuz açısından Yuhannâ ed-Dımaşkî hususi bir öneme sahiptir. Çünkü Dımaşkı Ortaçağ boyunca hâkim olacak teolojik İslâm algısının ilk önemli temsilcisidir. Doğu hıristiyan teolojisi üzerine önemli eserler yazan Dımaşki, Emevî sultanının sarayında görevli olarak çalışır. Babası Segios Mansûr, sarayın malî işlerinden sorumlu bir memurdur. 720 yılında Kudüs’te inzivaya çekilen Dımaşkı, burada kaleme aldığı eserle­rinde ilk defa İslâm dinine “İsmâiloğulları’nın sapıklığı” olarak atıfta bulunur. Arapların İsmâil soyundan gel­diğine inanan bu hıristiyan düşünürü için İslâm yeni bir vahiy değil, Hıristiyanlığın içinden çıkmış sapık bir mezheptir. Yine Dımaşki’ye göre Hz. Muhammed bir “Sahte peygamberdir; şans eseri Eski ve Yeni Ahit’i görmüş, bir Aryan din adamıyla (burada hıristiyan din adamı Bahîrâ’ya atıf yapılıyor) karşılaştığını iddia etmiş ve böylece kendi sapık mezhebini kurmuştur.”(2) Dımaşki,İslam'a aynı zamanda “deccalin habercisi” olarak atıfta bulunur. Bu algılama biçimi Ortaçağ boyunca devam edecek ve bugüne kadar uzanacaktır.

Bütün bu polemiklere rağmen Doğu hıristiyanları, İslâm’ın teolojik ve hukukî yaklaşımları karşısında topyekün bir ret ve çatışmaya yönelmemişlerdir. Bunun en çarpıcı örneğini Haçlı seferleri sırasında Arap hıristiyanlarının Avrupalı savaşçılara karşı aldıkları tavır­da görüyoruz. Birkaç asırdır Memlûk yönetimi altında müslümanlarla barış içinde yaşayan hıristiyan Araplar, Frenk”ler olarak bilinen Haçlılar’la iş birliği yapmaya yanaşmadılar. Yabancı ve uzaktaki bir kilise tarafından yönetilmektense, müslüman idaresi altında kendi özerk­liklerini korumayı yeğleyen ve yerel barışın bozulmasına karşı olan oryantal hıristiyanlar, birkaç istisnaî hadise dışında, genellikle ya müslümanların yanında saf tut­tular ya da çatışmaların dışında kaldılar.(3)

Kısaca ifade etmek gerekirse, İslâm yahudi ve hıristiyanları tevhit inancını zedelemekle suçladığı halde, onlara hukukî bir statü vermiş ve din özgürlüklerini güvence altına almıştır. Dinler tarihinde bir ilk olan bu tavır, İslâm’ın hıristiyan hâkimiyeti altındaki bölgele­re hızla yayılmasını sağlamış ve hıristiyanlarm İslâm ¡karşıtı muhalefetini kısmen yumuşatıcı bir etkiye fsahip olmuştur. İslâm, Yahudiliğe karşı tevhit inancının evrenselliğini vurgulamış ve İlâhî vahyin belirli bir ulusun dini olması fikrine karşı çıkmıştır. Yahudilerin seçilmiş topluluk” inancını reddeden İslâm, yahudi din adamlarının muhalefetiyle karşılaşmıştır. Katolik kilisesinin tanrı ile birey ve toplum arasında zorunlu bir  aracı olarak gördüğü din adamları sınıfını da reddeden İslâm, Ortaçağ Avrupası’nda yer yer “avamın dini” olarak görülmüştür.

Bu dinî ve teolojik meydan okumaya kısa sürede siyasî tehdit algısı eklenecektir. Yahudiliğin aksine İslâm hiçbir zaman bir “diyaspora dini” olmamıştır. İstisnaları olmakla beraber müslüman toplulukların azınlık halinde yaşaması, modern dönemde ortaya çıkan bir durumdur. Müslüman toplumlar, yahudilerin tersine, “coğrafî bölünmüşlük” sorunuyla da genellikle karşılaşmamışlardır. Klasik dönemde olduğu gibi bugün de İslâm coğrafyası belli bir toprak bütünlüğü ve sürekliliği arzeder. Bu, İslâm kültür ve medeniyetinin çok geniş bir coğrafyada kök salmasının önemli sebeplerinden biridir.

Hıristiyanlığın yayılmasıyla mukayese ettiğimizde, İslâm’ın farklı bir tecrübeye sahip olduğunu görüyoruz. Avrupa’nın bir hıristiyan kıtası haline gelmesi yaklaşık binyıl sürmüştür. Kuzey Avrupa ve özellikle Kuzey İngiltere, IX. yüzyılın ortalarına kadar Hıristiyanlığa direnmiş, Hıristiyanlık öncesi geleneklerinden vazgeçmemiştir. Bunun tersine İslâm, VIII. yüzyıldan itibaren hızla yayılmış ve çok geniş bir coğrafi alana hükmetmeye başlamıştır. Emevî ordularının Güney Avrupa’ya ilk olarak 711 yılında ayak basması, bu sürecin hızı hakkında bir i fikir verebilir. Emevîler (661-750) ve Abbâsîler (750-1258) döneminde İslâm dünyasının sınırları Kuzey Afrika, Mezopotamya, İran ve Horasan bölgelerine ulaşırken,Büyük Selçuklu Devleti (1038-1157), Anadolu Selçuklu Devleti (1076-1308) ve Osmanlılar (1299-1908) zamanında Balkanlar, Anadolu ve Orta Asya ile Afrika’nın içlerine kadar genişlemiştir.

Bu hızlı siyasî ve coğrafî yaydım, Batı hıristiyan dünyasında büyük infiallere yol açmış, kıyametin yaklaştığı inancını güçlendirmiştir. Daha önce hıristiyan devletle­rin himayesi altında olan toprakların müslüman idare­sine geçmesi, Katolik kilisesinin Avrupa’daki yöneticiler üzerinde baskı uygulamasına fırsat vermiştir. İslâm’ın bir “kılıç dini” olduğu, yani şiddet yoluyla yayıldığı inan­cının bu dönemde Avrupa’da ikna edici bir söylem haline geldiğini görüyoruz. Haçlı seferlerinin düzenlenmesinde “güneyden gelen İslâm tehdidi” etkin bir şekilde kullanıl­mıştır. İslâm’ı sapık bir öğreti, Hz. Muhammed’i de büyü­cü ve sahte bir peygamber olarak gören Avrupalılar için İslâm’ın hızlı yayılımını izah edecek iki temel argüman da böylece ortaya çıkmış oluyordu: Şiddet ve cinsellik.

Hz. Muhammed’in insanları zorla müslüman yaptı­ğı, İslâm’a girmeyi reddedenleri öldürttüğü şeklindeki söylentiler, kısa sürede büyü ve cinsellik ile birleştiri­lecektir. Buna göre Hz. Muhammed, zaten yarı akıllı ve bedevi olan Araplar’ı kendi dinine çekmek için büyüyü kullanmış; erkekleri kandırmak için de onlara kadınlar üzerinde her tür cinsel özgürlük ve tasarruf hakkını tanımış, onlara bu dünyada câriyeler, cennette hûriler vaat etmiştir. Cinsellik vurgusunun Hz. Muhammed’in şahsına yönelik saldırılarda da son derece yaygın oldu­ğunu görüyoruz. Hz. Muhammed’in birden fazla kadınla evlenmiş olması, tarihî ve sosyal şartlarından bağım­sız ele alınmış ve onun şehvet düşkünü olduğu fikri yayılmıştır. Yine Hz. Muhammed’in Hz. Âişe ile genç yaşta evlenmesi de pek çok polemiğin konusu olmuştur. Şiddet ve cinsellik temaları, Ortaçağ boyunca İslâm ve Hz. Muhammed hakkındaki imajın değişmeyen unsur­ları olacaktır. Aynı iki temanın Hollywood filmlerinden karikatürlere kadar bugün İslâm toplumları ve Araplar ¡hakkında kullanılıyor olması dikkat çekici bir husustur.

Teolojik ve siyasî meydan okuma algısına IX ve X. yüzyıllardan sonra kültürel tehdit algısı eklenecektir. Bu dönemde İslâm medeniyetinin bilim, düşünce ve sanat alanlarında önemli atılımlar yaptığını, İslâm öncesi düşünce ve bilim geleneklerini özümseyerek yeni bir sentez ürettiğini görüyoruz. XVI. yüzyılın ortalarına kadar dünyanın en büyük bilim ve düşünce merkezleri İslâm topraklarında bulunmaktaydı. Endülüs’te yahudi ve hıristiyan aileler çocuklarının iyi bir eğitim alması için müslüman medreselerini ve araştırma merkezlerini tercih etmekteydi. Arapça, yahudi ve hıristiyanlar arasında da bir bilim ve düşünce dili olarak kabul edilmişti, İbn Meymûn (Moses Maimonides) gibi ünlü yahudi ilâhiyatçılarının eserlerini Arapça kaleme almış olmaları, bu etkinin boyutlarını göstermektedir.

İslâm düşünce ve kültürü, özellikle Güney Avru-pa’nın okumuş kesimleri arasında IX. yüzyıl gibi erken bir dönemde etkili olmaya başlayacaktır. Bu dönemde yaşamış Alvaros adlı İspanyol’un aşağıdaki yakarışı bunu teyit ediyor:

Benim hıristiyan kardeşlerim, Araplar’m şiir ve aşk hikâyelerinden zevk alıyorlar. Müslüman kelâmcı ve filozofların eserlerini onları reddetmek için değil, Arapça’yı doğru ve seçkin bir şekilde konuşmak için inceliyorlar. Bugün kutsal metinlerimiz üzerine yazılmış Latince şerhleri okuyan kilise dışından birini nerede bulabilirsiniz? İncilleri, peygamberleri ve havarileri okuyan kim var? Heyhat! Yetenekleriyle temayüz etmiş genç hıristiyanlar Arapça’dan başka bir dil yahut edebiyattan haberdar bile değiller. Arapça kitapları büyük bir dikkat ve heyecanla okuyorlar. Büyük masraflar yaparak bu kitapları topluyor ve her yerde Arap kültürüne övgüler yağdırıyorlar.(4)

Arapça bilim ve felsefe eserlerinin Latince’ye tercüme edilmeye başlandığı XI. yüzyıldan itibaren Islâm düşün cesi ve kültürü. Avrupa üzerinde etkili olmaya başladı. Antik Yunana ait pek çok eseri ilk olarak Arapça ter cümelerinden okuyan Latin düşünürleri; Kindi,Farabî, îbn Sînâ, Gazzâlî, îhvân~ı Safâ, İbn Rüşd, ibn Bacce,îbn Tufeyl,Ebû Bekir er-Râzî gibi filozofların eserlerini oku­makta ve fikirlerini tartışmaktaydı, önemli felsefî konularda müslüman düşünürlerin görüşlerini göz ardı etmek mümkün değildi. Ortaçağ dinî düşüncesine damgasını vuran ve "Batının Gazzâlîsi“ diyebileceğimiz St. Thomas Aquinas, Summa Theologia adlı eserinde îbn Sînâ ve İbn Rüşde 200’den fazla yerde isim vererek atıfta bulunur.

İslâm düşüncesinin Latin entelektüelleri ve din adamları üzerindeki derin etkisini pek çok alanda görmekteyiz. “Latin İbn Rüşdcülüğü” diye ün salan düşünce hareketi, XIII ve XIV. yüzyıllarda Avrupa’da hararetli tartışmalara ve skolastik düşünürler arasında kamplaşmalara yol açacaktır. Latin İbn Rüşdcülüğü’nü hıristiyan teolojisine ve dolayısıyla Katolik kilisesinin otoritesine karşı bir tehdit olarak gören Paris Piskoposu Tempier, 1217 yılında bir deklarasyon yayımlar ve Ortaçağ’da “şârih” olarak bilinen İbn Rüşd’ü ve onun Latin takipçilerini sapıklıkla suçlar. 219 maddeden oluşan . deklarasyonda Latin İbn Rüşdcülüğu nün hıristiyan teolojisine göre reddedilmesi gereken yönleri ayrıntılı pir şekilde anlatılır. İslâm düşüncesinin hıristiyan dünya üzerindeki etkisine son vermeye kararlı olan Piskopos Tempier, Paris Meydanında İbn Rüşdün kitaplarını ¡toplu olarak yakar.(5)

Bu dönemde öncelikle Endülüs, yani Güney Avrupa üzerinden gerçekleşen kültürel etkileşim sonucunda Avrupalı düşünürler, İslâm bilim, eğitim ve düşünce geleneğinden önemli aktarımlar yapacaklardır. Müslüman bilim adamlarının optik, cerrahî, astronomi ve matematik alanındaki çalışmaları, XVI ve XVII. yüzyıllarda ortaya çıkan bilim devriminin temellerini atacaktır.Meselâ Keplerin ünlü astronomik tabloları, İbnü’ş-Şâtir ve Nasîrüddîn-i Tûsî gibi bilim adamlarının geliştirdiği ve Arapçada “zîc” denilen tablolara dayanmaktaydı.

Müslüman eğitim kurumları, yani medreseler ve medrese dışındaki araştırma kurumları, tercüme oda­ları ve aynı zamanda bilimsel araştırma kurumları olan rasathane ve hastaneler, Avrupa’daki kolej ve üniversite sisteminin gelişimini doğrudan etkilemiştir. Meselâ “kampüs sistemi”, ilk olarak medreselerde uygulanmış­tır. Doktora, kürsü, cübbe gibi uygulamalar, yine Islâm eğitim sisteminden alınmıştır.(6)

Felsefe ve düşünce alanında da Islâm’ın Batı üzerin­de derin etkilerinin olduğunu gürüyoruz. Müslüman Peripatetikler İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün dışında pek çok İslâm filozofunun eseri de Latince’ye tercüme edilmiş ve böylece yeni felsefî edebiyat türleri geliştirilmiştir. İbn Tufeyl’in Hay b. Yakzân adlı felsefi romanı, “doğal teoloji” türünün en başarılı örneği olarak benimsenmiş ve Daniel Defoe’nun ünlü romanı Robenson Cruzoe da edebî bir form kazanmıştır. Edward Pococke the Younger (ö. 1727), İbn Tufeyl’in eserini Latince’ye Philosop-hus Autodidacticus (kendi kendine öğrenen filozof) adı altında tercüme etmiştir.(7) Ortaçağ’ın en önemli edebi­yat ve teoloji eseri olan Dante’nin İlâhî Komedya’sı, Hz- Muhammed’in miracını anlatan mîraçnâme literatürü­nün izlerini yansıtır. İbn Bâcce’nin Tedbîrul-mütevah’ hid adlı eserinde geliştirdiği “bireysel yaşam” felsefesi Latinler arasında tartışılmış, birey ve toplum ilişkileri üzerine farklı görüşlerin ileri sürülmesine imkân sağ­lamıştır.

Ortaçağ boyunca Avrupa’da hor görülen ve sık sık kovuşturmaya uğrayan yahudi düşünürler de İslâm düşüncesinden önemli ölçüde etkilenmişlerdir. İbn Meymûn (ö. 1204), Saadia Gaon (Sâid b. Yûsuf el-Feyyûmî; ö. 942), Solomon İbn Cebirol (ö. 1058), Bahya b. Pakuda (ö. XI. yüzyılın ortaları) ve Sühreverdî’nin Hik- metul-işrâk adlı başyapıtına önemli bir şerh yazan İbn Kemmûne (ö. 1284) gibi yahudi kelâmcı ve filozofları, Ortaçağ yahudi düşüncesini İslâm tefekkür geleneğin­den derin etkiler alarak oluşturmuşlardır.

Bu derin kültürel etki, modem çağlara kadar devam edecektir. Avrupa rasyonalizmine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan romantik hareket, Ömer Hayyâm, Sa‘dî-i Şîrâzî ve Hâfiz-ı Şîrâzî gibi Fars şiirinin büyük ustaları­nın etkisinde kalacaktır. Aynı etki, Amerikan düşüncesi­nin önde gelen iki filozofu olan ve “transandantalistler” olarak bilinen Emerson ve Thoreau’nun eserlerinde de açık bir şekilde görülür.(8) Yine modem dönemlerde Arap ve Fars edebiyatının başlıca eserleri, Batı’da etki­sini sürdürmüştür. Binbir Gece Masalları ve bu büyük edebî eserden alman Alaaddin ve Sihirli Lambası, Sinbad, Şehrazat ve Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi karakter ve hikâyeler, çağdaş Batı edebiyatında yaşamaya devam etmektedir.

Kültürel etkileşimin bu kadar yoğun yaşanmasına rağmen, teolojik ve siyasî tehdit algısı, Ortaçağ Avrupasının Islâm tasavvurunu pek çok açıdan belirlemiş, bu süreç günümüze kadar uzanmıştır. Rönesans’la beraber belirginleşen bir tavrın ilk nüvelerini bu döneme götürmek mümkündür. Avrupalılar bir din olarak İslam'ı bir kültür ve medeniyet olarak Islâm'dan kesin olarak ayırmış; birincisine şiddetle karşı çıkarken İkincisini hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir.

Bu ayırım yer yer o kadar keskin bir nitelik kazanmıştır ki İslâm hakkında bölük pörçük bilgiye sahip olan Avrupalılar, İslâm kültür ve medeniyetinin başarılarının İslâm dinine rağmen gerçekleştirildiğine inanmıştır.İslâm filozoflarının etkisine kayıtsız kalamayan Roger Bacon (1214-1294) gibi skolastik düşünürler, Fârâbî ve İbn Sînâ'nın aslında hıristiyan olduğunu, gizlice vaftiz olduklarını ve sadece müslümanların şiddetinden emin olmak için kendilerini zâhirde müslüman olarak gös­terdiklerini söyleyecektir. Zira Bacon'a göre, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi birinci sınıf filozofların, İslâm gibi sapık ve irrasyonel bir dine mensup olması düşünülemezdi. İslâm dini ile İslâm kültürü arasındaki bu zıtlık ilişkisi, Ortaçağ'dan günümüze kadar Batılı İslâm algısını belir­lemeye devam edecektir. Böylece İslâm'ın teolojik, siyasî ve kültürel bir tehdit olarak algılanmasının temelleri, iki medeniyetin ilişkiye geçtiği VIII ve IX. yüzyıllarda atılmıştır. Bu yüzyıllar aynı zamanda İslâm ve Bizans toplumlarının sanıldığından daha fazla alışveriş halinde olduğu bir dönemdir.

Dipnotlar:

1-Theodore Ebû Kurre ve İslâm hakkmdaki görüşleri için bk. Adel-Theodore Khoury, Les Théologiens Byzantins et ITslam: Tex­tes et Auteurs (Louvain: Editions Nauwelaerts, 1969), s. 83-105.
2- Daniel J. Sahas, John of Damascus on Islam: *The Heresy of the Ishmaelites” (Leiden: E. J. Brill, 1972), s. 73.
3- Batı ve Doğu Hıristiyanlığının Haçlılar dönemindeki bu tarihî karşılaşması için bk. Youssef Courbage-Phillipe Fargues, Chris­tians and Jews under Islam (London: I. B. Taurus, 1997), s. 46-49.
4- Alvaro, Indiculus luminosus, bölüm 35, aktaran Gustave E. von Grunebaum, Medieval Islam (Chicago, The University of Chicago Press, 1946), s. 57.
5- Tempier’in yasakladığı 219 madde için bk. Arthur Hyman-James J. Walsh, Philosophy in the Middle Ages: The Christian, Islamic and Jewish Traditions (Indianapolis: Hackett Publishing Company, 1973), s. 584-591.
6- İslâm eğitim kurumlarimn Batıya etkisi konusunda bk. George Makdisi, The Rise of Colleges: Institutions of Learning in Islam and the West (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1981).
7- Hayy’m Latince mütercimi Pococke, babası olan ve Specimen historiae arabumun yazarı diğer Edward Pococke (ö. 1691) ile karıştırılmamalıdır.
8-Bk. John D. Yohannan, Persian Poetry in England and America: A 200- Year History (Delmar, N.Y.: Caravan Books, 1977).
İbrahim Kalın-İslam ve Batı,syf;45-56

İsam Yay.





Devamını Oku »

Gerçek Özgürlük

"Nedir öyleyse özgürlük?

Mücerret bir istiğna halinden başka ne olabilir?

Allah ve Resulünden başka her şeye müstağni kalmaktan başka ne ile açıklayabiliriz özgürlüğü? Bir gaza için,varını yoğunu getiren, kendisine çocukları için ne bıraktığı sorulduğunda: "Allah'ı ve Resulünü bıraktım" cevabı alınan Hz. Ebu Bekir'dir özgür (hür) olan.



Kelime-i şahadet: Kişinin Allah ve Resulünden (İslâm) başkasından istiğnası.

Namaz: Bütün putlardan istiğna.

Oruç : Nefsin kendinden istiğnası.

Zekât: Kişinin malından ve malın maldan istiğnası.

Hac : Kabe dışında, bütün mekândan istiğna.



İslâm'da özgürlük, bir istiğna disiplinidir dense yeridir.



Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Din İnsanı Muhtar ve Otonom Kılmaktır

Din İnsanı Muhtar ve Otonom KılmaktırHz. Peygamber'in doğumu münasebetiyle düzenlenmiş bu toplantı bana İslam'ın cüret edebilirsem böyle söyleyeyim, kefeni yırttığını göstermektedir. Bir fikriyat olarak, zihniyet olarak dolu dizgin yürüyüp insanlığı, dünyayı bugün büyük meselelerden kurtarmaya geldiğini göstermektedir.

Bunu bir laf cambazlığı olarak alınamanızı rica ediyorum. Bir medeniyet ve onun fıkri temelleri 300-400 yıllık derin bir uykudan böylesine uyanabiliyor ve bu fikir dünyasının mensupları bir araya gelip fikri alışverişte bulunabiliyorlarsa buradan çıkarabileceğimiz tek sonuç, demin size arzettiğim sonuçtur. İnsanlık, tarihinde görmediği müthiş bir bunalım içerisinde yaşa­maktadır günümüzde. Suçlu aramıyoruz, zaten lüzum da yok. Ama teşhiste bulunmak mecburiyetindeyiz. Bu teşhisi çocuklarımız, torunlarımız için yapmamız gerekiyor. Burada kazaya uğrarsak, teşhiste yanılırsak bunun hesabını herhalde ahirette bizden fena halde soracaklardır. Mesele, islam medeniyeti ile falanca medeniyet arasındaki düşmanlık değil, mesele Hak dini olarak, vahyi arkasına almış ve meşruiyetini oradan kazanmış bir düzen olarak İslam'ın gücünü kaybetmiş olması ve onun yerine sırtını Hakka dayamamış olan bir medeniyetin ortaya çıkmasıdır. Bunun sonuçlarını bütün açıklığıyla görüyoruz. Bunun sonuçları sadece Türkiye'de, Mısır'da, Cezayir'de, Madagaskar'da, Malezya'da, Fiji'de değil, Almanya'da, Kana da'da, Amerika'da, Avustralya'da, İngiltere'de ve Fransa'da da bütün vehametiyle yaşanıyor. Hadiseyi çok çeşitlendirmeyelim, çok çetrefilliğe götürmemize hacet yok. Birkaç basit fırça darbeleri ile resmi ortaya koyabiliriz.

Aşağı yukarı XVI. yüzyılın başlarından itibaren Akdeniz'in kuzeyinde, İtal­ya'da başlayan bir süreç nihayet XVIII. yüzyılın başlarında İngiltere'de zirveye ulaşıyor ve ingiltere'nin bayraktarlık ettiği yeni hareketle hadise deniz aşırı boyut kazanmıştır. Amerika'ya, Avustralya'ya, Asya'ya, Afrika'ya taşınmıştır. Mesele birtakım anatomik kelimelerin tartışması değil. Esası­mız "kalp midir, baş mıdır, beyin midir" meselesi değil. Aklı XVI. yüzyıldan itibaren temel alan bir medeniyet aklın aslını unutmuştur. "Aklın esası nerededir" sorusunu sormayı ihmal etmeye başlamıştır ve akıl kendi kendisine dayanan kendi meşruiyetini kendisinde bulan bir hadise olup karşımıza çıkmıştır. "Aklın aslı esası nerededir" diye sorduğumuzda sorumuz havada kalmıştır. Aklın ilahi esası, aklın vahye dayanan esasları ihmal edilmiştir,unutulmuştur. Bunun yol açmış olduğu ahlaki sonuçlar müthiştir. İslam'ın en önemli umdesi adalettir. Adalet yerini bulmak, tayin etmek demektir.

Halbuki adaletin zıddı olan zulümde yer şaşırılır. İşte şaşırmanın en belirgin örneği olan kavram kargaşası da zulümde ortaya çıkmıştır. Yerli yerine konulamayan kelimeler karanlıkta kalmışlar ve bizi karanlıkta bırakmışlardır.

Ne ortaya çıkmıştır? Cüret ortaya çıkmıştır, ukalalık ortaya çıkmıştır, edepsizlik ortaya çıkmıştır. "Dik duran her şeyi ben meydana getirdim" diyen bir insan tipi ortaya çıkmaya başlamıştır. Birden bire olmamıştır bu. Bu hadise yüzyıllar boyunca sürüp gitmiş ve en açık örneklerini günümüzde gözümüzün önüne sermiştir. "Haddini bilmez insan" tipi karşımıza çıkmıştır. inanalım inanmayalım, herkesin inancı kendine. Kimse kimseye iman aşılamakla görevli değil, bu Peygamberimiz'e bile verilmiş bir görev değil iken hiçbirimiz böyle bir cürete kapılamayız. Ama her birimizin başta gelen ödevi saygılı olmaktır. işte bu süreç, biraz önce bahsettiğim ve İslam'ın karşısına dikilmeye başladığı o süreç, tek kelime ile saygısızlığı beraberinde getirmiştir, haddini bilmezliği getirmiştir. Aklımın sınırları vardır. Aklımın ulaşamayağı yörelere el atmanın beni gayri meşru bir duruma düşürebilir. Tabii ki tıpta çeşitli meselelere, çeşitli hastalıklara çare bulmak gerekir, ama ben kalkıp da "ölüme çare bulacağım, artık ölümü ortadan kaldıracağım" şeklinde bir zehaba ve zanna kapılırsam orada aklımın sınırını aşmış olurum. Gelenek ile sünnet arasındaki fark da buradadır. Sünnet değişmez değerlerin nesilden nesile aktarılmasıdır.

Bunlar senden benden bağımsız ilahi bir ilhamla Allah'ın elçisine gelmiş olan vahyin yanında biz hadisleri de bu şekilde görmemiz gerekiyor. Ama gelenek elbette değişen olaylardır. Geleneğin değişme sınırı nedir, değişme frekansı nedir? Geleneğin değişme frekansı sünnete ve vahye uyma ve uymama derecesine bağlıdır.Akılla bütün meselelere çare bulmak mümkün mü? İrade-i külli dediğimiz alana çare getirmemiz, cevap getirmemiz mümkün değil. "Ben niye insanım da kuş değilim?" sorusu mesela, bu çeşit sorudur. Buna cevap verilemez. "Ben niye falanca tarihte Türkiye'de doğdum da bundan 300 yıl önce Uganda'da doğmadım" sorusunun da cevabı yoktur. Buna cevap veremeyiz. Bunun üzerinde durmamız saçmalıktır. İşte dinen caiz olmayanla, felsefi anlamda saçma olanlar örtüşürler.

İddia edildiği gibi İslam'da felsefe ile din arasında bir kavga yok; yeter ki o felsefe haddini bilsin. Haddini bilmeyen felsefe sadece islam'a aykırı düş­mez, insanın tabiatına da aykırı düşer. Çünkü islam insanın tabiatı demektir ve belli bir millete, kavme gelmiş bir tebliğ de değildir, o bütün insanlık içindir. Sonuçta islam'ı biz dinle çakıştırabiliriz, bunlar ayrı şeyler değildir ve hangi din İslam'a yaklaşıyorsa Hak dini olmaya hak kazanır, uzaklaştığı ölçüde de batıla gider. Ancak iş bununla da bitmiyor. Yani, meseleyi bu şe­kilde sadece teorik bağlamda halledemiyoruz. İşin ibadet yanı da var. İslam,ibadetiyle birlikte insan için en önemli değer olan disiplini de getiriyor. Kimse kimsenin namazından, orucundan, zekatından sorumlu değil, karışamaz.

Ama bunun yararı nedir, bunun yararı biraz önce söylediğim gibi haddimizi bildirmek yönünde terbiye edici en önemli unsur olan disiplinin gelmesidir.İşte şımaran insan disiplinsiz insandır. Disiplini olmayan kişi üretemez. Sadece din mi disiplin getirir? Hayır, askeriyede de, okulda da disiplin vardır.

Bunlar dış disiplinlerdir, din iç disiplini getirmektedir. insanın kendi kendisini zaptına alma hadisesini getirir. Yani kısaca din, insanı muhtar ve otonom kılmaktır. Senin tepene kimse balyozla vurup da "şöyle yapacaksın, böyle. yapacaksın" demeden kendi kendine, zaptının altına alınana yol açmaktadır. Tabii dünyada en zor iş dindar olmaktır. Her an, her durumda Allah'ın seni denetlediği hissetmen müthiş, zor bir iş olsa gerektir. Ve bundan dolayıdır ki, mümine dünya cehennem, münkire cennet denmiştir. Hakikaten, İslam'ı tam manasıyla uyguladığınız vakit iş çok zor olmaktadır. Ancak uygulamadığınız vakit, kısa vadede çok kolay oluyor gibi görünse de, uygulandığında, uzun vadede toplumu refaha ve huzura eriştirmektedir. Bilim bu disiplinin içerisinde tek başına bir değer değildir. Bilim genel manada din çerçevesi içerisinde mühim bir yer işgal eder. Geçenlerde yaptığım bir konuşmanın tasnifini burada tekrarlayacağım. Bizim asıl bilgilerimizi veren kaynak vahiydir. Bu vahiyden gelen bilgileri tercübeyle denetleriz.

Denetlemek belki iyi yerine oturmadı, bunların farkına tecrübeyle varırız. Vahiy hayatı,vahiyden gelen değerlerin sentezinden biz ilmi elde ederiz. ilim insanın hem manevi hem de tabiat karşısında aldığı tavırla ilgili bir çalışmadır ve nihayet ilmin içerisinde bilim bir şubedir ve sadece tabiat hadiselerinin incelenmesine bizi götürür. Tabiat hadiselerinin, tabiat kuvvetlerinin incelenmesinde biz ölçmeyi biçmeyi ve hesabı kullanırız ama sınırımızı aşar, haddimizi hududumuzu bilmezsek bilimin yöntemini ilme taşımaya başlarız, ilim ile bilimi karıştırırız ve insanı da taş, toprak, sümbül, bülbülmüş gibi görür ve bilimsel bir anlamda açıklamaya başlarız.

Gelenek bahusus bilim için söz konusudur. Yenileşme bilimde olur. Devrimler dahi bilimde olur. ilme geçtiği­niz vakit bunlar anlamlarını kaybederler. ilimde sürekli olarak muhafaza etme hususu söz konusudur. Kazanılmış değerleri muhafazayı terkettiğiniz vakit kendinizi boşlukta bulmaya başlarsınız. Tabii ki bilimde de kazanılmış değerlerin yeri çok önemlidir. Yani quantum mekaniği için relativite teorilerine ihtiyacınız vardır. Relativite teorileri için klasik mekanikle hareket edersiniz. Ancak bilimde gelenekler önemli ölçüde ilmin çerçevesinde yer almaktadır. Şu halde iddia edildiği gibi bilim de tümüyle değerden bağımsız değil­dir. Bilim adamının tabiata yönelişinde yine büyük ölçüde değerleri vardır.

İşte müslüman mütefekkirler günümüzdeki şartları analiz ederken üç farklı alanı çok iyi bilmek zorundadırlar. Bunlardan birisi din, öbürüsü ilim ve nihayet bilim. Bu üç alanı ihata etmekle memur kişi en önemli diyebilecegimiz düşünce adamı hakimdir, fılozoftur. Her üç sahayla içten içe bağ kurması gerekir. Bunlardan birinde veya ikisinde daha özelleşmiş, uzmanlaşmış olabilir ama öbürlerini de bilmek zorundadır. Şu halde biz bu "din, ilim ve bilim" sınıflamasını esas alırsak, sanıyorum gelenek ve yenileşme kavramları yerlerini bulacaklardır. Az önce Hamid Algar beyefendi' İran'dan bahsederken devrim kelimesini kullanmıştır. İslam'da devrimin dinen söz konusu olabilecegini düşünemiyorum. Çünkü devrimin tarifinde alınmış, mirasına konulmuş degerlerin terki ve yeni degerlerin yaratılması söz konusudur.

İslam adına yola çıkmış kişi yahut kişilerin geçmiş değerleri terketmeleri düşünülecek bir şey değildir. Diyeceksiniz ki, "bu bilim çerçevesinde söz konusu olabilir mi?" Olabilir ama toplumla ilgili hadise bilimin konusu degildir.

Bilim sadece ve sadece tabiat olayına yöneliktir. Çünkü tabiatta bize konu olan nesnedir. Nesneyi ölçüp hiçebiliriz ama insanı kendimize konu aldıgı­mızda insan yüce bir yaratık olarak Allah'ın kainattaki temsilcisi, halifesi olarak o bir nesne olamaz. O da benim gibi bir öznedir. o da benim gibi bir sübjedir. Şu halde insanı bilimin çerçevesinde ele almak insanı öteki varlıkların derecesine düşürmek demektir. Efendim, bu ölçülerin içerisinde müslüman düşünürlerin, mütefekkirlerin, filozofların, bilim adamlarının yol alacaklarını ve böyle güzel münasebetlerle bir araya gelip daha nice fikir alış­verişlerinde bulunacaklarını Allah 'tan diliyorum. Hepinize tekrar saygılar,sevgiler arzediyorum. 'Teşekkür ederim

 

http://isamveri.org/pdfdrg/D048137/1996/1996_DURALIT.pdf
Devamını Oku »

Kendimiz, derdimiz; niyetimiz, seferimiz; bilgimiz, azığımızdır...

Kendimiz, derdimiz; niyetimiz, seferimiz; bilgimiz, azığımızdır...

………

Bir mümin için asıl olan Hayat’tır; dünya ve âhiret yalnızca birer sıfattır; sıfatı bırakıp mevsûfa, dolayısıyla zâta bakmalıyız. İnsân kuldur; muhâlif değil... Kul olmak ise, Varlık dâiresindeki her bir var-olanın, var-olma koşuluna uygun eylemesidir. İnsanın var-olma koşulu, düşünmedir/bilmedir; bu nedenle halîfedir; yani muhâtabtır; mükelleftir; mesûldür. Nitekim bu hakikati Âşık Paşa, Garîb-nâme’de şöyle dile getirir: “Aklun oldur tâ‘atı kim fikr ile / Dilün oldur ta‘atı kim zikr ile.” Peki! Neyi bilmeliyiz? Hz. Ali, yukarıda andığımız üç temel sorudan hareketle, insanın yine üç temel bilgi alanından bahseder: ilm min-eyne(:nere-den’in bilgisi), ilm fi-eyne(:nere-de’nin bilgisi) ve ilm ilâ-eyne(:nere-ye’nin bilgisi)...

Bilindiği üzere, ilm kavramı, Arapça’da bilgi anlamına geldiğinde, çoğul olmaz; bu nedenle bilgi parçalanmaz, parçalanamaz. Sonuçta ilm fi-eyne(:nere-de’nin bilgisi) topyekûn insanın hâlihazırda bulunduğu Evren’in bilgisidir. Bu nedenle insanın Dünya[: Evren] ile ilişkisi bir muhâlefet değil, bir bilgi ilişkisi olmalıdır. Ne diyor Âşık Paşa, Garîb-nâme’de: “Anlaya bu dünyanın ahvâlini / Âna göre bile kendü hâlini...” Öte yandan, ehl-i irfân, insanın üç yapı[:sûret, sîret ve heyʻet] ile üç niteliğin[:melekî, şeytânî ve âdemî] kombinasyonundan mürekkep olduğunu söyler. İnsan, insan olarak kaldığı sürece, bu kombinasyondan mutlak anlamda berî olamaz; yani bu kombinasyona kayıtsız kalamaz. Unutulmamalıdır ki, insan bir arayıştır; ne hep’te ne de hiç’te sâbitlenebilir; iki uç arasında, beyne’l-recâ ve’l-havf, salınım hâlinde olmalı; aramalı, ve dahî aranmalıdır.

Dünya’yı tedavî etmek gibi bir görevimiz yok; çünkü ‘fî: de’, geçici olarak bir mekânda bulunmaktır; yaşam geçicidir; ancak Hayat devam edecektir... Bize, düşen şu ya da bu olmak değil, sadece ve sadece insan olmaktır... Muhâlefete gelince, insan ancak, insana muhâlefet eder; bu anlamda, tarihî sürece baktığımızda, doğrudur, irfân siyâsî bir muhâlefettir aynı zamanda... Neye karşı? İnsanı, insanlıktan, kısaca kul olmaktan çıkartan her şeye karşı; öyle de olmalıdır... Ancak, irfân, Dünya’ya[:Evren’e] muhâlif değildir; tersine Dünya’yı bile, insan nefsinden korumak gerektiğini söyler.

Sonuç olarak, mevcûdât içinde, Evren’de, sorunlu ve sorumlu tek var-olan insandır; çünkü yalnızca anlamını arayan odur; başka bir var-olanın bir anlam arayışı bulunmaz; bu nedenle insandan başka hiçbir var-olanın tedâvîye ihtiyacı yoktur... İnsânın nihâî devâsı da anlamını bulmaktır; ancak biraz önce dediğimiz gibi, insan için bulmak değil aramak esastır... Madde ile ma‘nâ’yı şahsında birleştiren, bu nedenle de ara-da olan insan ara-yacaktır... Çok ilginçtir, Âşık Paşa, Garîb-nâme’sinde bunu şöyle dillendirir: “Kendü orta menzili dutmış-durur / Ol iki mülk ehlini utmış-durur”…..

………

yukarıda da dile getirdiğim gibi, bir mümin için asıl olan Hayat’tır; dünya ve âhiret yalnızca birer sıfattır; sıfatı bırakıp mevsûfa, dolayısıyla zâta bakmalıyız. Bakınız Âşık Paşa, bu gerçeğe şöyle işâret ediyor: Dünya dahı âhiret cânun-ıla / Karışıpdur tendeki kanun-ıla. Bu nedenle, İslâm, yaşam ile ölümü birlikte dikkate alan ve anlamın meta-fizik zeminini Tevhîd’de bulan, yani, biraz önce dediğimiz gibi, Tanrı’dan başka, Varlık’ta büyülü, sprituel hiçbir unsuru tanımayan, Evren’de ilâhlar varsaymayan, yaşamda kula kulluğu reddeden, bir Hayat Görüşü’dür... Bu inanç, salt vicdânî değil, aynı zamanda makûldür... İşte dediğim de tam budur: Günümüzde İslâm, makûliyetinden arındırılarak, salt vicdânî/psikolojik bir inanca indirgenmeye çalışılıyor... Bu tür salt vicdânî/psikolojik inanç da, takdir edersiniz ki, insanın anlam arayışı için bir şey ifâde etmez; dinî, siyâsî, iktisâdî, vb.. hakimiyet alanları için bir araç vâzifesi görür.

İzninizle, bir sıfat olarak kullanılan “İslâmî” sözcüğünü de tavzîh etmek istiyorum... Her şeyden önce şu mukaddimeyi vaz edelim: Her tür beşerî eylemimizi önceleyen ve kendine göre davranmamızı zorunlu kılan, aşkın (a-historic/meta-historic) İslâmî bir model yoktur... “İslâm”dan değil, “İslâmî model”den bahsediyorum... İslâm ilkeleri verir; bu ilkeleri benimseyen kişinin, müslümanın, hayat ile girdiği ilişki tatbikâtı oluşturur; bu nedenle bir yerde aynı ilkelerin tatbikinden kaynaklanan model ile başka bir yerdeki tatbikinden kaynaklanan model, şartların farklılığından dolayı, farklı olabilir. Burada şatrı ilkeler, şartı tarihî bağlam verir. Örnek olarak, “İslâmî matematik” diye bir şey yoktur; matematik yapan müslüman matematikçi vardır; benzer biçimde “İslâmî bilim” ya da “İslâm bilimi” diye bir şey yoktur. Müslüman bilim adamlarının yaptığı bilim vardır; alanı ne olursa olsun... “İslâm bilim tarihi” ya da “İslâm matematik tarihi”, bu anlamda, mecâzîdir ve İslâm coğrafyasında üretilen bilime ve matematiğe karşılık gelir, o kadar; başka değil; öyle derin, sözüm ona, İslâmî bir içerik aramaya gerek yoktur... “İslâmî iktisâd” da yoktur...

Böyle bir tanımlama, önceden verili, sâbit, değişmez, bir iktisâdî modeli var-sayar; bu da belirli bir mekân ve zamandaki iktisâdî uygulamalar ile İslâm’ı özdeşleştirme tehlikesi doğurur... Benzer durum ana-yasa için de geçerlidir; İslâm tarihine bakıldığında, ilkelerin tatbîkatı, uygulaması “kodifiye” edilmemiştir. Hele hele Devlet’in başkentinde, siyâsetin belirlediği, İslâmî diye nitelenen bir ana-yasa olmaz; İslâm’da ilkeler, bilginler tarafından, şartlar muvâcehesinde, dinamik bir biçimde, sürekli olarak yeni baştan yorumlanarak uygulanır; ve uygulamada sâbit, değişmez modeller değil, insanlar dikkate alınır... Tüm bunları söylerken, İslamî hayat görüşünün tarihî tecrübesi yok sayılmaz; yine Usûleynin koyduğu süreklilik ilkesi içinde tüm tarihî tecrübe tahkîk süzgecinden geçirilerek göz önünde bulundurulur elbette... Bu tür tavırlarda en büyük tehlike dini, salt formel bir uygulamaya, hukûka indirgemektir; bu da kaçınılmaz olarak, günümüzdeki anlamıyla selefî-vehhâbî yaklaşımı doğurur.......

………

Anadolu Selçuklu – Osmanlı, hatta Cumhuriyet tecrübesi, bize, bugünümüzü anlamada ve geleceği kurmada istikâmet verecek imkânları taşır. Unutmayalım, ibret, aynı zamanda bir noktadan başka bir noktaya geçiş demektir; tabîr gücümüz var ise, tarihte bir yerden bir yere geçiş imkânımız da vardır. Zâten bugün en büyük sorun, bizim kendi tarihî tecrübemizi kendimizin tabîr etmemesidir; edememesidir; başkalarının tabirleri, bizi başka yollara taşımaktadır... Bu nedenle, ilk iş, özelde kendi tarihî tecrübemizi, genelde küllî anlamda insanlık tarihini tabir etme gücünü elimize almak olmalıdır...; rü’ya görmeyen tabîr edemez; düş görmeyen, düşünemeyen yorumlayamaz. Kızılderililerin dediği gibi, “Ne zaman ki, kendi dertlerimizle ilgili düş görmeyi unuttuk, işte o zaman, beyaz adam karşısında yenilmeyi hak ettik”. Bizim için de aynısı geçerli değil midir?....

………

Uyuyan bir adamı uyandırmak kolaydır; ama uyuma numarası yapan bir adam çok zor uyandırılır. Bu deyişe bir de şunu ekleyelim: Derdi olmayan insanlar ise hiç uyandırılamazlar; çünkü onlar zâten ölüdürler; ama defn edilebilirler. Tembellere gelince; tembel, defn edilemeyen bir ölüdür. Durumun vehâmetini ihsâs ettirebildim mi bilmiyorum? Şöyle etrafınıza bir bakın lütfen; insanlar neye odaklanmış; ne için çalışıyor. Neye açsanız onun tokluğu için çalışırsınız; bu böyledir. Aklıma güncel pek çok örnek geliyor yakın zamanda yaşanan... Ama ilkemdir; kişilerle, öbeklerle uğraşmıyorum; çünkü derdi olan insan, işiyle; boş insan, k-işiyle uğraşır….

………

“İki asırdır düşünmediğimiz” yargısı bir yanılsamadır. Kimilerine göre bu bin yıldır böyle... Tarihî tecrübe bilinmiyor; malumât eksikliği var; ama öncüller olmadan kolayca çıkarım yapılıyor. Şimdi ben size bir soru sorayım: Bu yargıyı verenler, iki yüzyıllık zaman diliminde, bu topraklarda telif edilmiş hangi düşünce eserlerini okumuşlardır; ya da okuyabilirler mi? Daha ironik bir soru sorayım: Bu yargıyı dillendirenler, bu seviyeyi nereden elde ettiler; bu topraklarda mı? Bizim bilmediğimiz bir düşünce seviyesine erdiler de mi geçmişi ona kıyaslayıp olumsuz yargıda bulunuyorlar? Kıyaslama yapılmadan bir olgu-olay hakkında karar verilmez. “Düşünce” nedir? Bu soruya “ilmî-felsefî” bir yanıtları var mı? Gençliğimde ben de bu tür yargıları muhtelif, muhâfazakâr, İslâmcı, milliyetçi, sağcı, solcu farketmez mahfillerde çokça duydum; okudukları eserleri de biliyorum. Kusura bakmasınlar! Bir istekte bulunayım; öyle zor değil; en kolayından: Şeyhülislâm Mustafa Sabrî’nin, Mevkıf’inin, illiyet bahsini okuyup bir anlasınlar, ondan sonra gelsinler konuşalım... Sonra birlikte, Gelenbevî’nin Burhân’ını okuruz... Günümüzde günlük politik olgu ve olaylar üzerinde yazıp çizmek, bir iki Batılı düşünürün adını zikretmek, alengirli birkaç sözcük kullanmak düşünce sayılıyor...

Bu soruda ayrıca, müslüman derken, medlûlu nedir? Tüm İslâm coğrafyası mı? Türkiye mi kast ediliyor? Şunu anlarım: Çağdaş varlık felsefesimiz nedir? Bunun üzerinde konuşabiliriz? Ya da diğer felsefî-ilmî alanlardaki düşünce faaliyetlerimiz... Ama top-yekün iki asırdır müslümanların “düşünmenin imkânını” yitirmesinden bahseden kişi ya kendisi müslüman değildir –ki kendisi bir şekilde düşünüyor ve iki asırdır da dindaşlarının düşünmediğini söylüyor– ya da mesiyanik narsist bir tutum sahibidir... Düşünüyoruz; öyle olmasaydı; müslüman gençler olarak siz bu soruları soruyor olamazdınız. Ancak, düşüncemizin içeriğini, yöntemlerini, konularını, ifâde tarzlarını, vb. daha nasıl geliştirebiliriz; özellikle mevcud üzerinde günümüzdeki bilimsel etkinlikleri daha nasıl artırabiliriz gibi konularda yapmamız gerekenleri konuşuruz; konuşmalıyız da... İslâm, ölü bir gelenek değildir; yaşayan bir gelenektir; yol’dadır. Taşköprülü-zade’nin deyişiyle de “düşünmek yolda olmaktır”. Oturduğu yerden konuşanları da fazla ciddiye almayınız lütfen! Biz, yoldayız ve düşünüyoruz...

........

 

İhsan Fazlıoğlu - Soruların Peşinde (Papersense yay.)

 

 

 
Devamını Oku »

Hakikat Doğrultusunda

Hakikat Doğrultusunda
İslâm doktrini’n in durumu, hristiyanlık ve budizm gibi sadece, tek insanın kendi varoluş problemiyle ilgili değildir. O, fizikötesi, tabiatüstü ve insanüstü ile insan benliğinin ilişkisi, yani Allah’la insan arasın­daki bağıntı ve öte âlem yaşantısı yönünden bütün dinlerden daha derin ve hakikat özlü bir varoluş bil­dirisine ve hikmet icazına sahip olduğu gibi, ondan ayrılmaz ve onun tabiî sonucu ve uzantısı sayılabi­lecek bir toplum ve devlet düzeni sistemine de ma­liktir. Bu insan ve toplum anlayışı, bu metafizik ve pozitif hayat tarzı sentezi, tabiat ve tarihle karşıla­şınca bundan dır kültür ve medeniyet doğmuştur ki buna bütün dünya tartışmasız «Islâm Medeniyeti» adını vermekte tereddüt etmemiştir. Halbuki, buna karşılık, bir hristiyanlık veya budizm medeniyetinden bahsedilemez.

Bir hıristiyanlık ve budizm yaşantısı ve bu yaşantının, kişi sınırından toplum, hatta dev­lete yansıması, tarihî bir vakıadır ama, çok defa bu yansımalar, doktrinlerin özüne zıt olduğundan olum­suz sonuçlar doğmuş ve büyük çatışmalar sonucun­da geri kendi alanlarına dönme zorunda bırakılmışlardır. Tersine, İslâm, devlet ve toplum hayatına ha­kim olduğu ölçüde, insan, benliğiyle ve çevresiyle daha mutlu bir uyuma kavuşmuş, insanlık, medeniyet ve kültür bakımından en büyük açılımlarından birine ulaşma imkânını elde etmiştir.

İslâm Medeniyeti’nin orijinalliğini, büyük düşü­nürler, tarihçiler ve tarih filozofları kabul etmişlerdir. Etmeyenlerin itirazı da sadece bir noktada toplanlanmaktadır. Onda da, kaynağında judeo - chretien (yani yahudi - hıristiyan) bir tesir bulunduğu iddiasına dayanıyorlar. Daha ileri gidenleri de, hukukunun ro­ma hukukundan, müzik ve mimarisinin de Bizans mü­zik ve mimarisinden, tasavvufunun da hint mistisiz­minden geldiğini yazmışlardır. Bunlar, İslâmî anlaya­mayan ya da bilerek onu hakikatıyla göstermek is­temeyen, görevli veya gönüllü İslâm aleyhtarı yarı -bilginler veya yarı- düşünürlerdir.

İslâm, sadece arap düşüncesinin, bir açılımı de­ğildir. İslâm, insanlığın malı Hakikat Medeniyeti'dir. İlk insandan başlayan Hakikat Medeniyeti’nin gelişi­minin sonunda vardığı en mükemmel ve üstün açılı­mının adıdır. Sonradan asıllarından saptırılarak, baş­ka medeniyetlerle kaynaştırılarak değişik sistemlerin ve dünya görüşlerinin birer unsuru haline getirilen yahudilik ve hırîstiyanlığın ilk özlerinin hakikat uy­garlığından doğduğu gerçeğini belirterek, onları ası!- farıyla kendi özyapısında bulundurduğunu bildirmesi, İslâmın, bütün insanlığın hakikati ve medeniyeti ol­ması özelliğinden ileri gelmektedir.

Kur’ân, açıkça hakikatin, ilk insandan-beri bildi­rildiği ve inananların bulunduğu gerçeğini söylüyor. Ondan ayrılanları uyarıyor. Bütün insanlığı tekrar hakikatta birleşmeye çağırıyor. Hukuk, bilim, sanat ve hikmet bakımından ise, İslâm Medeniyeti, temelini tamamen Kur'an'dan alınıştır.Öbür medeniyetlerin etkileri, mahallî örf ve âdetlere verilen değer, diğer medeniyetlere bakışda değerleri alıp özümleyici bir hoşgörü ve genişlik tanımasından doğmaktadır. Ke­lâm da, tasavvuf da tamamen Kur‘ân-ı Kerîmeden doğ­muşlardır. Ancak, İslâm düşünür ve hekimleri Yunan felsefesini didik didik inceleyerek, onun yaşamaya değer taraflarını Büyük İslâm Medeniyeti yapısında eritmişlerdir.

Zaman zaman, bu eski medeniyetlerle karşılaşma ve hesaplaşmalardan, aşırı ekoller doğ­muşsa da, bu ekollerin İslâm Medeniyetine hakim olamayarak tasfiye edilmesini, doğan müsbet ekoller sağlamışlardır. Imam-ı Gazâli, Muhyiddin-i Arabi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, İmam-ı Rabbanî gibi ön­derler, bu sapma ve bozulma yollarını tıkamışlar, Is­lâm Medeniyetinin kendi öz doğrultusunda gelişim ve açılımını yapmasında üzerlerine düşen görevleri ye­rine getirmişlerdir.

Bundandır ki, Islâm Medeniyeti, Medine, Şam ve Bağdat Siteleri dönemlerinden sonra, bir Maveraün-nehir, Hint ve Osmanlı rönesansları ve varyasyonları dönemiyle son yüzyıllara kadar, Hakikat ve İnsanlık Medeniyeti olarak gelmiştir.

Ancak, Batıda, çok yazımızda belirttiğimiz gibi, antik medeniyetin, akıl ve materyalizm yönünde bîr gelişimiyle, yeniden - doğuşa gitmesi ve bunun do­ğurduğu tekniğin, İslâm dünyasınca dengelenmekte zamanında davranılmaması, Medeniyetimizi derin bir bunalımla karşı karşıya bırakmış, bunun doğurduğu panik de, Medeniyetin özcülüğünden biçimciliğine,oradan da Batı taklitçiliğine ve sonunda da marksist deney hayranlığına yol açmıştır.

**
Şimdi, medeniyet ve kültürümüz, bir yandan ye­niden diriliş’inin çilesi, öbür yandan bu dış baskı ve etkilerle hesaplaşmanın ölüm kalım günlerindedir.

Biz, yeniden özcülüğün ve köke dönüşün yolu açılarak yeni bir yeniden - doğuş yoluna dönüş ve -giriş savaşının, yani medeniyet ve kültürde yeni bir neslin boy göstermesi girişiminin başladığını ve sür­mekte olduğunu her fırsatta söyledik ve söylüyoruz.

Diriliş, nöbet eridir. Bu savaşta, sıranın kendisin­de olduğu inanç ve bilinci içinde, gücünün yettiği kadar, Ebedî İslâm Çağrısı’nın bir nöbet eri hizmet­lisi olarak, bu vazifeye kendisini adama isteğinde ve işinde, sapmama ve şaşırmama duasında ve dileğindedir.

 

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2
Devamını Oku »

İslam ve Amel

muslumanca-yasamak

Eğer dine (İslâm) hayatımızın her şeyi diye bakmıyorsak, onu kendisiyle amel edeceğimiz bir hükümler bütünü olarak görmüyorsak, dini bir zihin fantezisi olarak kabul ediyoruz demektir. Din, bir kez, bir zihin fantezisi olarak kabul edilince, bu fanteziye yüklenmek istenen değer ne kadar yüce ve yüksek olursa olsun, o artık kendisiyle amel edilen bir hükümler bütünü olmaktan çıkmış, nefsanî gayelerin hizmetine verilmiş zihin lüksünün, düşünce konforunun unsuru ve aleti durumuna getirilmiş olur.

Din, bir zihin konforu, kişinin bir tefahür (övünme) aracı haline geldikten sonra, ona artık “amelî” bir fenomen olarak bakmak imkânsızlaşır. Üzerinde zihnî spekülasyonlar yapmayı denediğiniz herhangi bir “toplum kurumu” olur. Bundan sonra ona övgüler, mersiyeler döşense, hatta onun vazgeçilmezliği layüsel sanılan “bilimin verileriy'le kanıtlanmaya girişilse, din amelî bir hadise olmaktan çıkmış, “nazariye”nin konusu haline getirilmiş olur.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

İslam ve İnsan

İslâm, belli bir sosyal ilişkiyi veya belli bir zihnî olguyu esas alıp her şeyi bu ilişki veya bu olgu doğrultusuna indirgemiyor. Tersine kişiyi, insanı, evreni, oluşu hem kül halinde, hem ayrıntılarıyla kavrayabileceği bir “zihin aydınlığı”na ulaştırıyor.Bu düzlemde artık,ne delil varır,ne aklın müdahalesi.İnsan çıplak hakikati çıplak gözle görebilcek bir kavrama yeteneğine kavuşmuş olur.

İslam'ın vasat insanlar üzerinde ki etkisidir bu:her vasat insana üstün bir kavrayış yüksekliği kazandırmak..Bu kavrayış yeteneğinin pratik sonuçları gözle görülebilcek kadar açıktır:başkasının fark edemeyeceği görebilmek...Bu görüş,yalnız evren,insan,oluş hakkında değil,aynı zamanda toplumsal ilişkilerin mahiyeti,siyasal olayların seyri içinde geçerlidir.

Müslüman olmayanların,Müslüman olanlara karşı,nasıl bir tavır içinde bulunduğunu bilen Müslüman,onlara karşı kendi tavrını belirlerken yanılmaktan korunabilecek bir donanıma sahiptir.Böyle söylemekle Müslümanı idealize etmiyoruz.Ona ait basit bir gerçekliği dile getirmek istiyoruz.

Burada,şu soru akla gelebilir;Müslüman,böylesine üstün yetenekli donatılmışlar da,bugün kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen milyonlarca insanın durumunu neyle,nasıl açıklayacaz?Bunun kabul edilebilir bir izhaı var:bugün Müslüman olduğunu söyleyen milyonlarca insan,aslında İslam'ın hakikatinden uzak bir hayat sürmektedir.İslam'ın insana bağışladığı yetenek;çilesiz,emeksiz elde edilemez.Biz İslam'a onun içinden kavramaya çalışarak yaklaştıkça,görüşümüze ''bedahat hissi'' de yerleşecektir.Müslüman'ın bugünkü hali,onun İslam'dan uzak düşmesiyle açıklanabilir.Ama bu açıklamayı anlayabilmek için bile İslam'ı anlamış olmak gerekmektedir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

İslam'dan Taviz Vermemek

Dinin sahibi ve koruyucusu Allahtır.Fakat onun emaneti Müslümanların üzerinedir.Halen yeryüzünde yaşayan Müslümanlar bu emaneti ''ehliyet''le koruyabiliyor mu?

Kendine Müslümanım diyen insanın davranışa bakarak bir kanıya varacak olursak, bu hususta sanırım iç açıcı bir sonuca ulaşmamız mümkün olmaz. Emaneti yüklenmiş görünen insanın davranışı, kendisi bilsin yada bilmesin hıyanetle suçlanabilir. Islâm'dan taviz vermeye yelteniyorsa, yapılan bu işe başka hangi ad verilebilir?

Kuşkusuz, verilen taviz için mazeret de dermeyan edilebilir. Nitekim edilmektedir. Bu mazeretler zımnında "zaman"a atıfta bulunulmaktadır: "Zaman öyle gerektiriyor, onun için böyle yapıyoruz" deniyor. Vebali samana yüklemekle iki kat sorum yüklendiklerininse farkında değiller.

Islam, Allah'ın indirdiği ve kabul ettiği tek din olarak, başka hiçbir dünya görüşüyle, başka hiçbir fikirle amelle uzlaşmaya girmeye muhtaç değildir. O, kendi başına, insanın ihtiyacını karşılamaya muktedirdir. Bu bakımdan, zaaf İslâm'da değil, fakat onu yüklendiğini söyleyen insandadır. Aslında insan, tanımının gerektirdiği davranış manzumesini hayatına geçirdiği an, dinden taviz vermesine gerek olmadığını kendiliğinden kavrayabilir.

Burada şu hususu vurgulamakta yarar var Müslümanın taviz vermesi, onun uzlaşmasız, katı bir insan olduğu anlamına gelmez. Taviz verilmeyecek husus, dinin hükümlerine ilişkin alandadır. Dinin hükümlerinden taviz vermeksizin küfürle mütarekeye girmek sulh akdetmek ayrı bir şeydir.

Halen kendine Mûslümanım diyen bazı insanların kafası çağdaş putlarla donatılmıştır. Günümüzde, “ortalama" her Müslüman bu putlardan birini bir bahane olarak kullanıp İslâm'ın hükmünden kaçabilmenin "yolunu" bulabilmektedir. O kadar ki, Islâm'dan taviz vererek İslâm yolunda mücadele yürüttüğünü zannedenlere bile rastlanmaktadır. Bu duruma İslâmî siyaset demek şöyle dursun, ortada tavizden bile fazla bir şey bulunmaktadır. Burada açıkça küfrün tuzağına düşmek, onun oyununa gelmek söz konusudur.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Müslümanca yaşamak
Devamını Oku »

Eşref-i Mahlukat olan İnsan

İnsanın “eşref-i mahlûkat” olduğu hususundaki söylem, müslümanca kavrayışta ona, Batı kültüründe olduğu gibi yeryüzü tanrısı olduğu vehmini vermemiş, tersine ona kul olma bilincini getirmiştir. Müslüman, kendisini “eşref-i mahlûkat” olarak görünce, bu görüş, ona Allah indinde kendisini kul olarak kavrayabilmesinin yolunu açmıştır. Çünkü insan, eğer “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) ise, bu durum ona tabiata ve tüm evrene, yani başka yaratıkların tümüne, şerefli bir yaratık olarak muamele etme mecburiyetini yükleyecektir. Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü (Yunus Emre) deyişi bu telakki tarzını ifade etmektedir. Yaratıkların en şereflisi olmak insana, tabiatı tahrip etme, onun üzerinde hükümranlık kurma hakkını ve yetkisini vermiyor, tersine tabiata ve evrene kardeşçe, insanca davranma mecburiyetini yüklüyor.

İslam, öngördüğü hayat tarzı itibariyle dış dünyaya müdahaleyi kendiliğinden kaçınılmaz kılıyor Müslüman'ın günlük yaşantısının hemen her safhası, bu dünyaya bir müdahaleyi gerektiriyor. Zaten İslam hükümlerinin (yani şeriatın) uygulama alanı bu dünyadır. Şeriat, öbür dünyaya dair hükümler öngörmez. Obür dünya, bu dünyadaki amellerin hesap yeridir. Şeriatsa bu dünyada uygulanır. Yani zekat bu dünyada uygulanır, öbür dünya bu uygulamanın karşılığının görüleceği bir hesap yeridir. Hac, namaz, oruç bu dünyada uygulanacak ibadet ve amellerdendir.Öbür dünya, bu ibadetlerin uygulama yeri değil, fakat hesaplarının görüldüğü yerdir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Niçin Müslümanım ?

Niçin Müslümanım ?

Gerçekte hiçbir Müslüman, niçin Müslüman olduğunu kolay kolay açıklayamaz. Bir Müslüman, kendisine yöneltilen böyle bir soru karşısında ilk elde bir bocalama geçirecektir. Aslında verilen cevap kendisinin nasıl Müslüman olduğu değil, Müslüman olduktan sonra İslâmî hükümlerde bulduğu hikmetlerin açıklaması niteliğinde olabilir. Bunun ise farklı bir husus olduğu açıktır. Bu niçin böyle oluyor? Çünkü Müslüman birtakım zihnî muhakeme safhalarından geçerek, birtakım sebepler bularak Müslüman olmuş değildir, iyice çözümlenirse, onun niçin Müslüman olduğuna dair sebepler bulması daha sonraki safhaya ait bir konu olarak ortaya çıkar. Yani kişi, ilkin Müslüman olmuştur. Daha sonra, İslâmî hikmetleri araştırmaya başlamıştır. Müslüman olmanın tamamlanması için bu ikinci safha, yani tahkiki imana sahip olmak mutlaka gerekmez.

İlk Müslümanlar, Hz. Peygamber'e sebep sormamışlardır. Onlarda hidayet vakası farklı yollardan tecelli etmekle birlikte gerçekte hiçbiri sebepler araştırarak İslâm'a gelmiş değildir. İslâm'dan önce Hanifler diye bilinen zümre mücerret hakikat araştırıcılarıydı. Onlar Allah'ın varlığına ve birliğine inanıyorlar, fakat hakikate ulaşmanın usulünü, yöntemini bilmiyorlardı. Hz. Ebu Zer Gıfarinin bize tevatüren ulaşan İslâm'dan önceki yaşayış ve inanış biçimi bu bakımdan ilginçtir. Onun Allah'a şöyle yalvardığı anlatılır: "Ya Rabbim, sana nasıl ibadet edileceğini bilmiyorum, bana ibadetin usulünü öğret." Bilahare tebliğe muhatap olunca, Müslüman olmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Burada ilginç olan husus ilk Müslümanların, daha Müslüman olmadan önce, Müslüman olmaya hazır bir ruhî ortam içinde bulunmasıdır. Bu yüzden onlar Hz. Peygamber'e Allah'ın varlığını ve kendisinin resul olduğunu ispat etmesi sadedinde anlamsız sorular sormamışlar; kendilerine tebliğ eriştiği anda Müslüman olmuşlardır.

Kısaca, İslâm'ı diğer inanış sistemlerinden ayıran başlı ölçülerden biridir, onun bu husustaki usulü: Müslüman sebeplerden kalkarak İslâm'ı benimsemez, Müslüman olduktan sonra hikmetleri araştırır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Sadece İman Etmek Tek Başına Yeterli Olmaz

Müslüman olmak için islâm Dini'ni hak ve doğru kabul etmek bir başına yeterli sayılmamaktadır. İslâm'ın hak olduğunu kabul etmekle birlikte Müslüman olmayı reddedenlere her zaman rastlanabilmiştir. İslâm'ın alâmet-i farikası onun "tek tanrılı" din olması da değildir. "La ilâhe illallah" demek gerek şarttır, fakat yeter değildir. Bu yönden, İslâm'ın ayırıcı niteliği keli-me-i şahadetin ikinci kısmında, yani "Muhammed-ün Resullullah" kısmında mündemiçtir. Kelime-i şahadeti söyleyen ve söylediğinin anlamına inanan herkes tanımı gereği Müslümandır. Ama bilinçli Müslüman diyebilmek için bir kimsenin şahadet kelimesini söylemesi yeterli sayılabilecek mi? Bilinçli olmak, şahadet kelimesinin getirdiği bütün sonuçlara katlanmayı ve yükümlülüklerin altına girmeyi de gerektirmektedir.

Bilinçli olma deyimini bilgili olma hususundan dikkatle ayırmak gerekiyor, demiştik. Bilginin belki bilincin besleyici kaynaklarından biri olduğu düşünülebilir ve bilgi böyle bir işlevi yüklendiği sürece değerli kabul edilebilir. Ama bilginin bir başına ne işe yarayabileceği gene de bir sorudur. Islâm fıkhını bütün incelikleriyle bildiği halde bu bilgisini hayatına yansıtmayan insan mı, yoksa bu bilgilerden yoksun olmakla birlikte İslâm'ın isterlerine göre Müslüman olarak dünyada işgal ettiği yerin farkında olarak tavır koyabilen insan mı makbul tutulacak? Mesele, kendimize "Ne kadar bilgili bir adam" dedirtmekse bunu başarmak kolaydır. Fakat bu durumda, eski bir benzetmenin, kitap yüklü merkep benzetmesinin bize yaraştınlabilecegini unutmamalıyız.

Öyleyse mesele kellenin bir malûmat deposu haline getirilmesi işi değildir. İnsan bildikleriyle amel etmedikten sonra niçin bilmediklerini de öğrenme hevesine kapılmalı? Aslolan bildiklerimizi hazmedebilmektir.Ha zımsa, bildiklerimizle amel ederek meydana gelir.Bildiklerimiz ancak o zaman bize faydalı olur., Aksi takdirde Allah Resulü'nün "Faydasız ilimden Allaha sığınırım" hadis-i şerifindeki hikmet gereğince bütünlerimizden Allah'a sığınmamız gerekir. Bu bağlamda gramer ilmini yutup da doğru dürüst bir tek cümle söylemeyi becerememektense, bu ilimden habersiz olarak 'gramere uygun' konuşmayı tercih etmeliyim, diyorum.

Öte yandan, kafasını gelişigüzel bilgilerle kırkambar halinde doldurmuş olan kimseyi âlim de saymıyoruz.

Belli bir alandaki bilgiler arasında ilişkiler kurabilmek, ilkelere yükselebilmek de gerekli. Bu ise, ayrı bir yetenek işi. Mesela birçok hadis rivayetçisi var, fakat bunlardan kaç tanesi aynı zamanda "fakih"tir (hukuk ait),Hukuk âlimi kuşkusuz, yasa maddelerini de bilir. Fakat hukuk âlimi olmak için bu yetmez, Hukukun genel ilkelerini de bilmek, bu ilkelerle muayyen yasa maddelerini ilişkilendirebilmek de gerekir. Bu takdirde, o alimin yasa maddelerini tek tek ezberlemesine gerek kalmaz. Çünkü o, genel bilgisi, İlmî sezgisiyle neyi nerede bulabileceğini, yasalarda böyle bir maddenin bulunup bulunamayacağını, bulunuyorsa bunun ne anlama geleceğini de bilir; daha da önemlisi neye ihtiyaç duyduğunu bilebilmesidir. Demek ki, meselenin özü çok şey bilmek  değil, fakat bildiklerimizin özünü, künhünü,ilkesini kavrayabilme noktasında toplanıyor.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

 

8-İslâm, spekulativ yahut spekulativ-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizâmı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bunlar, onun görev alanında yer almazlar. O, bunlarla birlikte bilcümle insan faaliyetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, etkinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belirlemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlîlde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcîl eden kaynağın, yânî ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlikte bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli kalmaz. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini bizlere bildiren Tebliğ, yânî Kur’ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerektiğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evrensel Peygâmberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed’dir. Ahlâkı biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde işlemden geçirerek sistemleştiren ve bunun bağlamında olayları değerlendirip anlamlandırmak suretiyle gerek sanat kurgularının gerekse bilgi binâlarının temellerini ve bilâhare sistemleştirilmiş bilgiler yapısı demek olan bilimin inşâa imkânlarını hazırlayan ‘filosof’tur. Gerek ‘peygâmber’ gerekse ‘filosof’, Allahın seçilmiş kullarıdır.

Ne var ki, peygâmber, kutsal kişidir. O ve aktardığı İlahî ahlâk nizâmı, ilkece, eleştiriden vârestedir. Aktardığı Tebliğ, “Allah tektir, eşi benzeri bulunmaz” yahut “haksız yere insana kasdedemezsin; hayatın dokunulmazlığı vardır” diyorsa, bu, soru konusu kılınamaz. Ahlâkın temel ilkeleri aklıaşkındırlar. Aklıaşkın olanı eleştiri süzgecinden geçirmek, aklaaykırıdır; saçmalamağa götürür. Filosof ise, kutsal-olmayan kişidir.

Kurduğu sistem, ilkece, eleştirilmeğe açıktır. Akla ve tecrübeye dayalı her yapı zorunlulukla eleştiriye tâbîdir. Allah Tebliği Kur’ânın, ilkece, eleştiriden vâreste olması, İslâmı akıl – tecrübe dünyasına sürmemizi imkânsız kılar. Ancak, İslâmın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir ‘dünyevî gelenek–görenek– hukuk–bilgi–bilim–toplum–siyâset–iktisât düzeni’ kurabiliriz; kurmalıyız da. İlhâmını Allah Tebliği Kur’ândan alan bu düzen, zorunlulukla İnsanşumûl Toplumcu– Paylaşmacı–Dayanışmacıdır; demekki Adâletcidir. Ne var ki, nice vurgulasak yeridir: Dünyevîdir; öyleyse, eleştiri ile değişmeye açıktır. İşte Maddiyâtcı–İktisâdiyâtcı Bireyci ‘Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ile onun temel ideolojisi ‘Sermâyeciliğ’e görünür tek canlı seçenek İslâmdan esinlenmiş Maneviyâtcı İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzendir. Bahse konu düzen, esâstan, Allah yaratığı ‘İnsancı’dır. Bu manâda insanın insana kul köle kılınmasını öngören bütün düzenlemeleri temelden reddeder. Peki, nedir bunlar?

Emeksiz gelir temînin gerektirdiği küçük ve büyük çapta sömürü, şirketlerin tekelleşmesi ile devletlerin imperyalistleşmesi; fennin, dur durak bilmez kazanç hırsı uğruna hayatın tüm vechelerine hâkim olup doğayı alabildiğine yıpratıp tüketmesi. İnsan şeref ve haysîyetinin gerektirdiği maddî ile manevî yaşama seviyesinin altına düşmeğe ‘sefillik’; emeksiz, sömürü ve suiistimâl yoluyla aşırı zenginleşip ‘ahlâksızlık çukuru’nda debelenme durumuna da, ‘sefîhlik’ diyoruz. Emeğiyle geçinip edebiyle yaşayan, üreten ve ürettiğine kısmen yahut tamamıyla mâlik olan bu iki aşırı  ucun arasındaki insandır. O işte, İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Düzenin Maneviyâtcı ‘ödev’ insanıdır. O, beninin değil, mensûbu bulunduğu topluluğun hâdimidir. ‘Benci’ değil, ‘bizci’dir. Üretenin, ürettiğine tümüyle uzak kalması, yabancılaşmaya yol açar. Tekelci– Sömürücü Sermâye düzeninin iki aşırı ucunda duran sefil de sefîh de kendisine yabancılaşmış kişidir.

Kendisine yabancılaşmış kişi, ya sefilde olduğu üzre, üretecek güc ile üretim araçlarından kısmen yahut tamamıyla yoksundur ya da sefîhte gördüğümüz gibi, kendi üretmez, ama toplumdaki beşerî, mâlî ile maddî üretim araçlarını tekelinde tutmak suretiyle ürettirir. İkisi de manevî yıkıma uğramış kişidir. Maneviyâtı çökmüş, özsaygısını yitirmiş kimsenin, değerlendirme ile anlam atfetme kâbiliyeti de kalmaz. Kendi ektiğini biçen, biçtiğini kendisinkilerle birlikte tüketen ‘özbilinc’ini duyumlayabilip özüne saygı duyar. Böyle biri, mütedeyyin, güvenilir, emekci, hayırlı ödev insanıdır. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzenin baş hedefi, mütedeyyin, güvenilir, hayırlı ödev insanının yetişmesini sağlamaktır.

Bu tür bir düzende haksız kazanç getiren fâiz, rant ile tekelleşme çeşidinden kötülüklere fırsat tanınamaz. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzen, bir yandan mahvedici yoksulluğu, öbür taraftan da şatafatı, ‘ayranı kabarmış’ şımarıklığı önler. Zâten bu iki temel kötülük birbirini kaçınılmazcasına zorunlu kılar. Nerede sefilliğe rastgelinirse, orada sefihlikle de karşılaşmak mukadderdir. İnsana ve dünyaya hizmetin gerektirdiği dirâyeti Allaha ibâdetin kişiye kazandırdığı nizâm ile intizâm tutumunda buluruz. Bu tutum, iç ile dış olmak üzre, iki çeşittir. İç nizâm ile intizâm duyuşunu bizlere ibâdet, dış tutumu da, askerî talîm ile terbiye kazandırır. Ödev bilincini duymak yoluyla beşerden insana terfîi olunur. Ödev bilincini duymak ve icâplarını yerine getirmek dirâyetli olmağı gerektirir.

Söz konusu dirâyetin husûle getiricisi eğitimdir. Onun da, demekki iki neviinden biri, dinîyken, öbürüsü de askerîdir. Nasıl ki ‘din’in suiistimâli bizi ‘Din devleti nizâmı’na (Fr Théocratie) sürüklerse, ‘askerliğ’inkisi de, ‘Askerciliğ’e (Fr Militarisme) götürür. O, İmperyalismin ilk basamakları arasındadır. Bu yüzden de, sakat ve gayrımeşrûudur. Öyleyse askerlik ile Askercilik birbirlerinden seçikce ayırdedilmelidirler. Birincisi, 207 beşer kılığındaki canlıyı insan kılan ödev bilinci ile bunu ifâ irâdesini tevlîd edip bileyen, ibâdetle birlikte, bir talîm terbiye —eğitim— işiyken, ikincisi bir siyâsî- iktisâdî düzendir. ‘Ödev bilinci’nin baş tâcı, ‘haksızlığa karşı çıkmak’tır.

Başkaldıran insanın ise, çelikleşmiş bir irâdeyle mücehhez olması zorunludur. Çelikleşmiş irâdeyi kişiye dinî ile askerî eğitimler kazandırır. Çağımızın Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin en fazla korkup ürktüğü olay, ‘başkaldıran insan’dır. İşte ‘sekülerleştirme’ ile ‘barışcıllaştırma’, kısacası, ‘uyuşturma’ çabalarının nedeni. İslâm ahlâkının esâsı, ‘zulm ile haksızlığa başkaldırı irâdesi’dir: ‘Cihât’. İşte İslâm düşmanlığının hikmetisebebi. Sonuc itibâriyle, İslâm, bir ‘başkaldırma hareketi’dir; Müslüman olmanın manâsı da, haksızlığa, adâletsizliğe, suiistimâle, sömürüye, Sömürgecilik ile İmperyalisme, Irkcılık ile Kavimciliğe ‘başkaldırma irâdesi’nde yatmaktadır.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;188-190

 
Devamını Oku »

İslam

İslamİlkece, İslâm, Allah Tebliğinin verisidir. Buna karşılık, daha önce de çeşitli vesilelerle bildirilmiş olduğu üzre, ideoloji, insan dimâğının eseri olan Felsefe- bilim çıkışlıdır. Bu ikisi, şu hâlde, birbirine zıttır. İkisinden birini öbürüne indir­gemek, felsefe-bilim bakımından saçma; Din yönündense, küfürdür. Ne İslâm\ ideolojileştirebilirsiniz ne de ideolojiyi İslâmileştirmeğe mezunsunuz.

Haddızâtında, İslama., dolayısıyla da insanlığa yapılabilecek en büyük kötü­lük, onun, siyâsî ile iktisâdî maksatlar uğruna suiistimâl edilmesidir. Böylelikle o. Din olmaktan çıkar; manevî yetkisi ile duruluğunu yitirip Yeniçağ dindışı Ba­tı Avrupa medeniyeti çerçevesinde bitip serpilmiş ideoloji zincirine eklenmiş ye­ni bir halka olmaktan öteye geçmez: İslâmcılık. Bu bakımdan İslâmın siyâsîleş­tirilmesi, hele din devletine konu kılınması teşebbüslerine Müslümanların var güçleriyle karşı çıkmaları, zorunluluktur.

Allahtan ruhsât yahut icâzet aldıkları iddiasıyla aşağılık dünyalık işlerini görmeğe girişmiş zevâtın, insanlığın başına açmış olduğu belâlara gerek geçmiş devirler gerekse çağımız tanıktırlar. Her suiistimâl kötüdür, suçtur, günâhtır. Ama en kötüsü ve bağışlanmazı, katıksız katışıksız, salt inanç demek olan imânın su­iistimâl idir, İşte, mümin kitlelerde Ruhbân sınıfının din sömürüsü ile suiisti­malinin yarattı yeğin ve derin hayâl kırıklıklarından Güney, Batı ile Kuzey Avrupanın ruhbân-olmayan çevresine mensup kimi ihtirâslı idareciler, tâcirler, düşünürler ile sanatçılar, 1300lerden itibaren git gide etkili biçimde yararlanır olmuşlardır. İşte Ruhbanın suiistimali,Ruhban olmayanın çıkarcı iş bitiriciliğiyle buluşunca ‘din’ ilkin sarsıldı, akabinde parçalandı, nihayet dağıldı ve buradan Laiklik neşvünema buldu.

İslam, spekulativ yahut spekulatıv-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizamı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bun­lar, onun görev alanında yer almazlar. 0, bunlarla birlikte bilcümle insan faali­yetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, et­kinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belir­lemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlilde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcil eden kaynağın, yânî, Ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlik­te bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli yoktur. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini (Fr modèle) bizlere bildiren Tebliğ, yânî, Kur 'ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerekti­ğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evren- sel Peygamberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed'dir.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

Kulluk Görevinin Bilinmesi

İslam’ın kendine mahsus yapısıyla yeniden yaşanması, yeniden hayat veren bir güç olarak insan hayatında yer tutması mümkün. Bu imkânın hiç kullanılmaması için yapılanlar Islâm’ı bir yönüyle ele alıp bütün olarak kurucu vasfını gizlemeye matuftur. Yaradılış itibariyle zayıf olan insan yeryüzü hayatı içinde birer oyalanma, birer avuntu olabilecek hedefleri zaman zaman İslâm’ın hedefleriyle karıştırıyor olabilir. Her ne kadar bu anlayış devamlı olmasa da hepimize vakit kaybettirir, kuşaklar boyunca birçok acıya sebep olabilir.

O halde ilk yapacağımız iş, İslâm’ın gerçek hedeflerini yanı yaradılışımızın, insan oluşumuzun sebeplerine matuf hedefleri tanımak olacaktır. Kulluk konusunda bize düşenin ne olduğunu anladığımız zaman İslâm’ın hedeflerini de açık seçik görebileceğiz.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

İslam'ın Hayatiyetine Bağlanmamız Gerekmektedir

İslâm’ı mevcut şartlara adapte etmek İslâm’dan uzaklaşmaktan başka sonuç vermez. İslâm’ın bir uyarlanma yolu olup olmadığını söylediğimiz zaman bazıları bir açmazla karşı karşıya olduğumuzu kabul edecek, öyle ya, Müslümanlar olarak Hıristiyanlaşmamıştır, Hıristiyanlık Avrupalılaşmıştır. Bu bakımdan Yahudilik Hıristiyanlıktan bir derece avantaj sahibidir çünkü Yahudiler dinlerini değil, kendilerini adapte etmişlerdir. Yani Musevilik, normları ve iç işleyişi itibariyle sabit kalmış, buna karşılık ve bir bakıma bunun temini uğruna Yahudi ferdler ve gruplar yeni doğan şartlara uyum sağlamışlar, kendi konumlarıyla Yahudiliklerini birbirinden ayrı telakki etmişlerdir. Netice itibariyle Yahudilik ve Hıristiyanlık yeryüzünde yalnızca birer mazeret ve bahane olarak varlıklarını korumaktadırlar. Bir din ve inanç olarak bütün canlılıklarım kaybetmişlerdir.

Eğer biz de İslâm’ı yeryüzündeki istifadeye açık imkânlar için bir mazeret ve bahane olarak algılayacak olursak dinimizin canlı özelliklerine darbe indirmiş oluruz. Gerçi İslâm’ı ölü bir din durumuna geçirmeye hiçbir mahlûkun gücü yetmez. Biz İslâm’ın hayatiyetine bağlanamaz isek, Allah bu bağı ika edecek yeni Müslümanlar halkeder.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Postmodernizm ile İslâm Arasında Bağ Varmıdır ?

İlk bakışta Postmodernizm, modernitenin aksine geçmişle bağ kurulmasından yana gözükmekledir. Ama hiçbir eksen ol­gusu ve yargısı olmadığı için elle tutulur somut bir sonuca ulaşamamaktadır.Öznesizlik ve belirsizlik onun en temel esprisidir. Hatta mevcut haliyle günümüz­deki borsa, ciddi hiçbir gerekçeye dayanmayan iniş ve çıkışlarıyla tipik bir post mo­dern durumdur. Yine kumar postmodernizmi simgeleyen bir olgudur; bir zarın atıl­dığı, bir kâğıdın çekildiği, birkaç saniyenin heyecanının sonsuzlaşlığı duygusunu ve­ren bir ilişki biçimidir. Burada kapitalizmin eleştirilebilir yönlerine rağmen düzenli kazanma düşüncesi bile köşe dönmecilikle yer değiştirmiştir.

Postmodernizmde çoğulculuğun kapısı açılmış tarih ve gelenek içeri alınmış, ama ne tarih ve ne de gelenek eski yerini bulamamıştır. Ancak çoğulculuktan yararlana­rak farklı sesler yükselmeye başlamıştır: Değişik etnik gruplar, feministler, eşcinsel­ler ve benzerleri değişik alanlarda seslerini duyurmaya başlamışlardır. Önceleri bas­kın toplumsal yapının egemenliği altında suskunluğa zorlanan gruplar seslerini yük­seltme ve baskın toplumsal yapıya varlıklarını kabul ettirme konumuna gelmişlerdir. En etkin kitle iletişim aracı olan televizyondan yararlanmaya başlayan bu geçmişin merkez dışı güçleri artık yeni kitlelere ulaşmayı başarmışlardır.

Moderniteye karşı geleneği savunmakla tanınan Nasr’a göre de postmodernizm çoğu açıdan modernite tezlerine zıttır. Ancak bu, kutsalın gerçekliğini ve zihinsel  manevi olanın kesinliğini savunma yönünden bir zıtlık değildir. Postmodernizm her türlü kesinlik, mutlaklık ve kalıcılığa karşıdır. Dinin kutsal yapısını, hatta kutsal ya­zıları bile yapı bozumuna uğratma gayretindedir. Modern kültür vahyi reddediyordu. Postmodernizm vahyin yanında aklı da reddetmektedir. Postmodernizm yukarıda söz konusu edilen yapı bozumunda da değerlerin ve kültürlerin göreceliğini vazede­rek dinlerde bir boşluk yaratma çabasındadır. Dolayısıyla İslâm’ın postmodernizm ile uzlaşması mümkün değildir.

Şüphesiz postmodernizm de İslâm gibi, dinin politikasıyla bağlantısı, bilginin ta­biatı, ahlâkın kaynağı ve kamusal alandaki yeri, din - bilim ilişkisi gibi pek çok soru üzerinde durmakta, fakat çözümleyici cevaplar verememektedir. Hâlbuki postmoderniteye karşılık İslâm, konulara hem daha çok nüfuz edebilmekte, hem de insanı daha etkileyici olabilmektedir

Yani bazılarının sandığı veya iddia ettiği gibi postmodernizm ile İslâm arasında an­lamlı bir bağın ve ortaklığın olduğu düşünülemez. Her ne kadar İslâm’ın moderniteye karşı tavırlarında postmodernizmle bazı benzeşen tarafları bulunsa bile İslâm ondan mega -söylem karşıtlığı gibi konularda bütünüyle ayrılır. Bir din olarak İslâm, postmodernitenin ifadesiyle hayatın ve kainatın geçiciliği, Ölüm gerçeği, ahlâk ve erdemliliğin gerekliliği, öte dünya, cennet- cehennem gibi büyük bir üst anlatıya sahiptir.

Sonuç olarak denebilir ki moderniteye yöneltilen eleştiriler aynen post modemiteye yöneltilebilir. Çünkü bir kültür düzleminde aynı şeyleri paylaşmakladırlar.Dolayısıyla postmodernizm aynı enkazın altında çırpınmaktadır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam'ın Sınırları

İslam'ın SınırlarıIslâm insanları hem bireysel faaliyetleri bakımından hem de toplum hayatına katıldıkları noktalarda sınırları sarahaten belirlenmiş ve fakat insanı bütün zaafları ve faziletleriyle tabii bir varlık olarak kabul eden bir yaşama düzenine çağırır. Bu hayat tarzında eğer zorlayıcı unsurlar varsa, bunlar insanın samimiyetinde, itikadı kuvvetlerinde işleyiş gösterirler. Yani İslam’da sınırlar dıştan konulmuş yasaklar olmaktan çok içten benimsenen mükellefiyetler biçimındendir. Bu yüzden Islâm’ın insana yükümlülük olarak sunduğu görevler, emir ve nehiyler münkir ve münafıklar için bir yük, külfet, baskı unsuru olarak görünecektir. Ama aynı davranışlara muhatap olan mü’min için bu sınırlar, kolaylığı kendi biçiminde saklı faaliyet alanlarıdır.

Dışardan bakan için İslâm’ın koyduğu esaslar çok sınırlayıcı, hareket serbestisini çok daraltıcı gibi görünebilir.

Nitekim Hıristiyan anlayışı Müslümanlığın insan hayatının her safhasına dair hükümler taşıyor olmasını çok daraltmış kayıtlar şeklinde anlamaktadır. Batı medeniyetinin değerleri gözönüne alınarak yapılan bir değerlendirme elbet meseleyi böyle anlar. Çünkü bu medeniyette beş duyunun mutlaklığı yaşanmakta, zihin tek boyutlu kalmaya zorlanmaktadır. Oysa algıların hâkimiyetini mutlaklaştırmayan İslâm’da her vecibe ferd için sınırsız bir yöneliş, bir içkinlik (immanence) taşıdığı için, her vecibe ufuk açıcı ve vâsıl edici özelliktedir. Batı hayatında insana baskın çıkan zorbalık İslâm yaşayışında sevginin kendisi olur.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »