Endüstriyel Toplum ve Insanın Anlamı



İstisnası yok ki bütün ideolojik modeller insanı belirli bir çerçeve içinde tanımlayarak kurulmak istenen sistemin gereksinim duyduğu bireyi -bir çarkın dişlisi gibi tasarlama gayreti içindedir. Bireylerin kurduğu değil, bireyi kuran bütünlük fikri insanın anlamı yönünden derin bir açmazı gösterir ki  ideoloji kavramı da insan olma ideasını doldurma amacı içerir. Bu doldurma eylemi, işaret ettiği anlamın (müsemmanın) yerine insan isminde bir takım suretler üretme becerisinden ibarettir:

Kapitalizmin insan fikri özgür bireylik, haz tatmini, tüketim değerleri veya yönetim iradesi gibi ibarelerle işaret edilen bir nesnedir; sistem içerisindeki her bireyin erişmek için gayret etmesi gereken bir model vardır ve bu model işi, gücü, ilişkileri, alışkanlıkları ve değerleriyle birlikte tüm gün reklamlar vasıtasıyla belletilir.

Sosyalizmin insan fikri de toplumsal amaçlar tarafından araçsallaştırılmış olmak yönünden kapitalist idealinki ile özdeş olmakla birlikte bireyi kuşatan özgürlük, haz ya da yönetim iradesi kendine özgü farklılıklar içerir: Sosyalist birey aynı değerleri toplumsal tabanda eşitlik söylemine yaslanarak mantıksallaştırır. Her iki ideolojik toplumsal yapıda da bireyler, tıpkı feodal toplumsallıkta olduğu gibi yönetim kademelerindeki değişmeyen oligarşik eğilimlerin özgürlüğü, hazzı ya da bilimsel olanı/gerçekliği belirleme güçlerine karşı ilgisizdirler. İdeoloji tam olarak bu ilgisizlikten doğan boşluğun sosyal bilinç ile doldurulmasıdır ki bu yanlış bilinçtir.

Basit bir biçimde feodal toplumsallığın devamlılığı için ihtiyaç duyduğu standart insan ile kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu standart insan mukayese edilirse üretim faaliyetinde asıl gerçekleştirilenin -her ne ad altında olursa olsun- sistem tarafından ihtiyaç duyulan insan modeli olduğu gözlemlenebilir. Günlük yaşamın akışı içerisinde sosyal olarak belirlenmiş rol ve statülerine göre sıradan insanların motivasyonları, öncelikleri, amaçları çerçevesindeki faaliyetleri ve bu faaliyetler ile zihnen ya da psikolojik olarak sağlanan tatmin durumları, bireylerin dünyaya atfettikleri anlam kapsamında gerçekleşiyorsa da bu anlamın bireyce keşfedilmiş bir anlam değil, işleyen sosyal mekanizmanın yönlendirmesi kapsamında olduğu açıktır. -İdeolojinin bilinç inşa etmesiyle kastedilen budur.

Üretim sürecinin tüm sektörlerini dahil ederek diyebiliriz ki endsütriyel toplumsallık da özü itibariyle ekonomi kurumu adı altında örgütlenirken liberal iktisadın çizdiği “sınırsız ihtiyaçlar”ı karşılamaktan ötede bu örgütlenmenin ve elbette kapitalizmin ihtiyaç duyduğu insan modelini yaratmaya odaklıdır. Buna göre modern kapitalist bir dünyada birey, doğuştan sahip olduğundan çok edindiği statüler kapsamı içerisinde uygun olan rolleri benimseyerek eğitim ve çalışma düzeninde amaçlar edinir ve sosyal dünyanın ufkunu belirleyen değerlere uyum sağlayarak -bu değerlerle mümkün mertebe çatışmamaya odaklı olarak- yaşamını sürdürür.

Feodal bir toplumdaysa farklılık değerlerin başkalığı olduğu kadar statünün doğuştan gelmesi gibi -yine sistemin ihtiyaç duyduğu- bir biçimlendirmededir: Modern dünyanın demokratik, liberal, eşitlikçi ve özgürlükçü, birey odaklı, göreceli bilgi yaklaşımının aksine feodal dünyada birey; içselleştirilmiş hiyerarşik bir toplumsal düzenin gereğine uygun olarak eşitlik ve özgürlük talepleri içermeyen katı bir mutlak gerçeklik dünyasına mahkumdu.

Bu durumu değiştiren esas unsurun insan bilgisindeki bir farklılaşma olduğu söylenebilir: Belirli bir tarihsel atıf içinde modernlik olarak ele alınan dönemle birlikte insanın bilme tarzı ve elbette bilgi nesnesi hakkındaki değerlendirmesi değişmiştir. Bu süreç arka planındaki profan akla işaretle bilginin laikleştirilmesi ya da kozmosun desaklarizasyonu diye anılabilir özetle: Descartes tarafından modern felsefeye sunulan “cogito ergo sum” sözünden doğan yaklaşımla vehmî usu odağına alan anlayış, bilgiyi böylece analitik sürece iliştirmiş ve onu üretilecek bir metaa da dönüştürmüştür. Aynı zamanda bu yaklaşım vehmî bireysel var oluşu bir değer merkezi şeklinde niteleyerek liberalizmin ortaya çıkışının da yolunu açmıştır.

Liberalizmin insan hak ve özgürlüklerine vurgusu, girişim özgürlüğünden söz etmesi temelde birey üzerinden hümanist bir özgürlük söylemine dayandığı yönünde bir yanılsama var etse de bugün bu ideoloji kanalıyla gelinen endüstri toplumsallığı, tüm süreç içerisindeki özgürlük beyanlarının birer safsatadan ibaret olduklarını göstermektedir. Kaczynski, bir tehdit olarak gördüğü sanayi toplumunun içerdiği teknolojik altyapı nedeniyle onun insan özgürlüğüyle hiçbir biçimde uyuşamayacağını gösterirken bu yönde reformist hiçbir düzenlemenin de sonucu değiştirmeyeceği kanaatindedir. Bunun nedeni teknolojik yapının bir bütün olarak işleyebilme durumudur ki kötü taraflarını atıp iyi taraflarını korumak imkânı yoktur. Modern tıbbı buna örnek olarak değerlendirirken ileri düzey teşhis ve tedavi yöntemlerinin gerektirdiği teknolojik altyapının fizik, kimya yanı sıra bilgisayar biliminde de belirli bir düzeye ihtiyaç duyduğu ve bunun da ekonomik yönden zengin toplumlar için bir imkân olduğuna değinir.

Bugün ekonomik zenginliğinse yine teknolojik ilerleme ve endüstriyalizmle bütünleşmiş bir hâle işaret etmesi açık bir kısır döngüyü gösterir. Çevresel yıkım veya toplumsallık açısından bariz zararlar bile ileri endüstriyel üretim modeli ve tekniği üzerine ciddi bir sorgulama ve baskılamaya imkân tanımaz: Sosyal şartlanmanın medya gibi mekanik aygıtları veya ilerlemecilik, rekabet, dayanışma gibi organik aygıtları vesilesiyle sürekli giderilme telaşındaki ihtiyaçların düzeyi arttıkça yıkıma katılım da kitlesel olarak artmakta ve yıkımın araçlarını üreten tekniğin yaslandığı ideoloji kendine geniş bir taban desteği sağlamaktadır. Nihayetinde devletlerin bir ihtiyaç olarak belirlediği nükleer enerji üretimi ile hijyen saplantısına sokulmuş sıradan bir aile bireyinin tuvalet kağıdı ihtiyacı yıkımın ortaklığı noktasında bağdaşık unsurlardır.

Bu bağdaşıklığın bir gereği olarak zararlı bulunan teknolojik bir  unsurun üretim kapasitesi üzerindeki olumlu bir etkisi, liberal değerlerle kurulu bir piyasa gerçekliği içinde berataraf edilemeyecektir. Bu yol büyük ölçüde kapalıdır ki özellikle tarım ve gıda teknolojilerinin zararları karşısında piyasanın düzenlenme olanağının oldukça sınırlı kalışına karşın fiilen bir çözüme götürmeyen eleştiri ve yakınma üretmek haricinde herhangi bir tepki dahi ortaya koyulamamaktadır.

Bunu düzenleme güç ve iradesine sahip olabilecek siyaset kurumu günlük yaşamda hiçbir karşılığı olmayan soyut meseleler, çürümüş değerler ve spekülasyonlarla sürekli meşgulken, siyaseti yönlendirdiği düşünülen kitleler de televizyon ve internet başında hijyen gibi konulara dair herkesin kanı sahibi olmasını temin eden malumat bombardımanı altında afyonlanmaktadır.

Sanayi toplumsallığına dair görülmek istenmeyen gerçeklere ilişkin fikirleriyle Kaczynski modern tıbbın getirileri konusunda da bugün için radikal sayılabilecek bir sorunu ele alır: Hastalıkların doğal seçilimin bir paydası olarak görülmesi durumunda teknolojik ilerlemeyle birlikte tedavi edilen kişilerin kalıtım yoluyla bu hastalıkları sonraki nesle aktardıkları ve böylece insan türünde hastalığın oransal olarak yaygınlaşmasına yol açtıklarını belirtir. Bu durum insan türünün genetik olarak bozulması gibi bir sonuç doğurmaktadır ki gelecek açısından gözden kaçırılabilecek kadar önemsiz bir mesele değildir. Fakat görmezden gelinmektedir. Doğal seleksiyonun sunduğu çözümün reddedilmesi durumunda tek çare genetik mühendisliğidir ki bu bilim yoluyla insanın artık doğal bir canlı ya da tanrı yaratısı olmasının ötesinde bir ürün hâline geleceği anlamını taşır. Yukarıda değinildiği gibi ideolojik bir kurgu olan endüstri toplumsallığı da bu yolla insanın ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçerek sistemin devamlılığı için üretilmiş bir standartlığa evrilecektir. Böylesi bir evrilmeyle belirecek olan insanın anlamı meselesinin nasıl bir ivme kazanacağı sorusu endüstriyel toplumsallığın bütünlüğü içinde cevaplanmak zorundadır.

Kaczynski buna karşı ancak tıbbî etiğin ileri sürülebileceğinden söz eder. Ancak burada etiğin değerlerle ilişkisi yönünden içi doldurulmaya ne kadar müsait olduğu -en azından ticaret ya da borç hukuku alanlarındaki yeni değerler açısından ele alındığında bile- kapitalizmin baskınlığının artışı ölçüsünde sosyal dünyayı biçimlendirişi hatırlanabilir. Üst-orta sınıfların denetimi altındaki tıbbî etik ancak onların değerlerinin tüm sosyal tabakalara dayatılması şeklinde kurumsallaşacaktır.

Aksi olsa ve değeri demokratik bir çoğunluk biçimlendirse bile bu defa da azınlık üzerinde manipüle edilmiş bilginin tahakkümü ortaya çıkacaktır. Bu mevzuda özgürlüğü teminat altına alacak tek çözüm genetik mühendisliğinin yasaklanmasıdır. Ne ki teknolojik bir toplumsallık içinde böyle bir mühendislik imkânının görmezden gelinmesi pek olası gözükmez. Tam olarak bu nokta, endüstriye paralel olarak tezahür eden teknolojik ilerlemenin, insanın anlamı ve özgürlüğü karşısındaki kesin baskınlığını göstermektedir.

Bu çelişki için Kaczynski motorlu taşıtları örnek verir: Kimse ilk başta motorlu taşıtları kullanmaya mecbur bırakılmamıştır, imkânı olanlar için sadece bir seçenektir. Ancak zaman içinde yaygınlaşmasına bağlı olarak ve toplumsal düzenin, motorlu taşıtların ürettiği hızı temel alarak yapılanmasının neticesinde hemen tüm insanlar -en azından çalışabilmek için- bu araçlara muhtaç duruma gelmiş ve hız ile temellendirilmiş dünyaya boyun eğmek zorunda kalmıştır.

Anlaşılacağı üzere potansiyel olarak ortaya çıkmış bir teknolojik gelişme ilk etapta bir seçenek olarak sunulsa da bu, durumun daima böyle kalacağı anlamına gelmemekte, zaman içinde söz konusu teknolojik düzey, tüm toplumu belirli bir davranış tarzına mecbur bırakmaktadır. Tıpkı elektriğin ya da iletişim teknolojilerinin tek başlarına insan hayatı için büyük zararları olamayacağı fikriyle insanların geneli tarafından olumlanmaları gibi genetik mühendisliğin bazı hastalıkları yok edebilme şansı da bir “ilerleme” olarak kabul görüp olumlanacaktır. Bu sonuçsa artık insanın sadece zihnen değil biyolojik olarak da ideolojinin gerektirdiği biçimde üretilmesi ile eş anlamlıdır.

André Gorz da ileri endüstriyel toplumsallığın amaçları için araçsallaştırılmış insan anlayışını eleştirirken bir başka toplumsallığa yönelişin imkânını sorgular: Ona göre bu imkân, toplumsal yaratıcılığın yeni bir biçimini ortaya koyarak yaşamı us/hesaplama pratiği değil bir sanat/hissediş olarak kavramakla mümkün olacaktır. Gorz sanayileşme süreciyle birlikte gerçekleşen değişimin tarih boyunca iktisadî usun çerçevesinde var olan üretim, tüketim, ticaret, mübadele, kâr, mülkiyet gibi kavramları yeni boyutlara taşıdığını gösterir.

Modernlikle baskınlaşan rasyonalizm vesilesiyle us hayatın düzenleyicisi hâline getirilerek insanın var oluşu toplumsallığın yeni çerçevesine mahkum edilmiştir. Bu süreçte insan hayatının önemli bir yerini işgal eden çalışma olgusunun da dönüştürülen anlamının izini süren Gorz’un ifadesiyle kapitalizmin ileri safhalarında, amaçlarla araçlar yer değiştirmiş ve “çalışma ile ihtiyacın arasındaki bağ kop[muştur].” Ya da Ivan Illich’in deyişiyle, “Soyut ve imkânsız hedefler belirleyince, bunlara erişmek için kullanılacak araçlar da amaç durumuna gel[miştir].”

Bu kopuş veya yer değiştirmenin çalışmak fiiline yüklenen yeni bir anlam sayesinde olduğu açıktır: İnsanın çalışması, belirli bir alanda ulaşılması umulan bir amaç için uğraşıdır. İş de geçimin temin edilmesi için bir araçtır. Fakat rasyonel dünyada ya da endüstriyel bir toplumda iş geçim için gerekli faydayı sağlamanın ötesinde tüketim yapabilmek için bir birikim imkânıdır. Bu birikimin güvence altına alınması kaygısı bir istikrar arayışını ve sürekli çalışmayı zorunlu kılar. Zaman algısının da ince dilimlere bölünerek hayatın grafikleştirilmesi, bireyin günlük uğraşını aylık ödemeler, yıllık krediler, ömürlük emeklilik hesaplarına tevcih etmesini gerektirir.

Görünüşte birey hâlâ ihtiyaçlarını karşılamak için bir işte çalışmaktadır fakat sorun ihtiyaç kavramının da çalışmak kavramı gibi manipüle edilmiş olmasındadır.

Düşünülmesi gereken bir nokta: Üretimin, insanların ihtiyaçlarını giderme gâyesinden taşıp ihtiyaçların üretimin yayılması için bir işlev kazanması durumunun modernlikle ilgili bir kırılma olup olmadığıdır. Yani böyle bir anlam değişikliğinin modernlikle beraber ortaya çıktığına dair verilerin gözden geçirilmesi de gerekmektedir. Burada bir bakış açısı olarak insanın üretme kapasitesine bağlı olarak tarihsel bir sürecin işlerliği olup olmadığı da düşünülmelidir muhakkak.

Endüstriyel üretime geçilmeden önceki dönemlerde de insanların yaşam dünyasında, örneğin bugünkü hijyen duyarlılığına benzer -ama üretim kapasitesi etrafında şekillenmiş- başka duyarlılıklar, yani icat edilmiş ihtiyaçlar görülemez mi mesela? Bir ihtiyaç olarak güvenlik kameralarıyla donatılmış bir şehrin sokaklarındaki gözetimi yine bir ihtiyaç olarak bahçenin etrafındaki çitten ayıran nesnel bir ayrım mevcut mudur? Ya da yaylı yatağı bir sedirden farklı kılan onun üretiminde kullanılan tekniğin farklılığı veya fabrikasyon model olması mıdır?

Bu soruların yanıtlarına yakın bir biçimde çalışma olgusunun tarih içerisindeki dönüşümlerine odaklanırken bugünkü gibi toplumsal kimlik, bağdaşıklık ve yurttaşlığın üzerinde temellendiği çalışma olgusu ile maişet anlamındaki -geçim için- alın teriyle yapılan çalışmayı ayırır Gorz. Ücretli çalışma olgusunun modernliğin bir icâdı olduğunu belirterek daha önce hiçbir zaman bir toplumsal bütünlük unsuru olarak görülmediğini vurgular.

Antikiteden beri emeğini satmak anlamındaki çalışmak, kölece bir uğraş olmuş, antik toplumlarda başkaları hesabına çalışmakla kölelik eşdeğer görülmüştür. -Ki bu nedenle çalışanlar/emekçiler de özgür bireyler sayılmayıp kamusal işlere katılma hakkından mahrum bırakılmışlardır. Bu yönden çağımızda modern ideolojiler arasında temelde bir farklılık da yoktur.

Sovyet tecrübesi sonrasında sosyalizm ile kapitalizm arasındaki koşutluğun açığa çıkışı bunu gösterir: Reel sosyalizm de çalışma ideolojisini aynı biçimde kabul ederek insanların köleleştirilmesi hususunda kapitalizmle birleşmiş ve insan için sahici bir umuda asla dönüşememiştir. Gorz, insanlığın “bu bana yeter” noktasından “fazla mal göz çıkarmaz”a nasıl geldiği üstüne düşünürken “geleneksel düzenin parçalanması” ile bazı şeyleri özetler: “Ahlaki ve dini kuralkoyucu gerçekliklerin çöküşü ve dini kurumların çürümesiyle birlikte” doğru ve evrensel olanın meşruiyeti için hiçbir otoriteye ihtiyaç kalmamış ve başarı, kişisel takdir ve yaşam kalitesi sorunu olmaktan çıkıp kazanılan, biriktirilen servetle ölçülür olmuştur. “Kapitalizmin ruhu”nun çalışmayla ihtiyaç arasındaki bağı koparmasının da anlamı budur: İhtiyaçların sınırlı niteliğinin ötelenmesi, yani zamanla tüketime evrilecek birikim…

Burada Weber hatırlanabilir. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda, Avrupa’da sanayileşme öncesine dair ilginç bir örnek verir: Sanayileşmenin başlangıcında ilk işçiler, mümkün olan en fazla kapasiteyle çalıştıklarında kazançlarını ne kadar artırabileceklerinin arayışında değildirler. Bunun yerine, evvelden de ihtiyaçlarını karşıladıkları miktarda kazanmak için ne kadar süre çalışmak gerektiğini sorarlar kendilerine. Nitekim, işçilerin tam gün çalışmak istememeleri sonucunda ilk fabrikalar çöker. Bunun üzerine sanayiciler politikalarını değiştirerek ücretleri düşürmüşler ve bu durum işçilerin kapasitelerini daha fazla kullanmalarına, eski gelir düzeylerine kavuşmak için daha fazla çalışmalarına yol açmıştır.

Neticede üretim diye adlandırılan faaliyet, tüm ferdî ve sosyal anlamlarından tecrid edilmiş ve alelâde bir ücret kazanma çabası hâline gelmiştir. Yani, “hayatın bir parçası olmaktan çıkıp, hayatını kazanmanın aracı ol[muştur].” Böylece, çalışmak için ayrılan zaman da yaşamdan kopmuştur.

“Üretici bir toplumdan veya bir çalışma toplumundan, kültürel veya toplumsal olanın iktisadi olan üzerinde egemen olduğu serbestleşmiş zaman toplumuna geçiş”in hayâl olmadığına değinen Gorz, bu sayede bireyin çalışarak harcayacağı çaba düzeyini olduğu gibi ihtiyaçlarının düzeyini de saptamakta özgür bir hâle gelebileceğini ve böylece iktisadî ussallığın da icra edilebileceği bir sahanın kalmayacağını ileri sürer. Bunun mümkün olması durumunda zamanın serbestleşmesiyle bireyselliklerin özgür gelişimine de imkân doğacaktır. Serbest zaman ile açığa çıkacak olan dolaysız kültürle de yaşam, “dünyanın büyüsünü yeniden kazanmasını” ve “duyguların yeniden doğuşunu” teşvik edebilecektir.

Sonuçta Gorz da Illich gibi çalışmanın ve üretimin insanî değerlere tevcih edilmesiyle hayatın şenlikli araçlar kazanabileceği fikrindedir. Her ikisi de Kaczynski’nin aksine endüstriyel hayatı yadsımamakta ve amaç hâline gelmiş şeyleri yeniden araç hâline getirmekle -zor olsa da düzeltmenin mümkün olacağı fikrine bağlı kalmaktadırlar.

Ne ki Nazilerin çalışma kamplarında “Çalışmak insanı özgür kılar” yazdığı da hatırlanarak, endüstriyel toplumsallık biçiminde günlük yaşamda içselleştirilmiş çalışmak övgüsü göz önüne getirilirse yine insana yüklenen bir anlam eşliğinde düşünmeye ve eylemeye girişileceği açıktır. Sonuç yine hüsran olacaktır.

Endüstriyel toplumsallığın kurgusu içerisinde üretilen/yönlendirilen bir insan hâlinden söz edildiğinde bu insanın anlamı, var oluşun boyutları açısından -en azından doğal dünyaya uyumsuzluğunda görüldüğü gibi- tehlikeli ve oldukça yozlaşmış bir anlamdır. Bu anlamın, alternatif üretim modelleri sunan ideolojilerin yaptıkları gibi salt hedefler yönünden değil temelden ve bütüncül olarak sorgulanması gerektiği ortadadır. Bu sorgulama insanın çalışmaya da yaşam dünyasındaki tüm diğer unsurlara da doğal veya anlam yüklenmemiş, ideolojilerce saptırılmamış bir noktadan bakabilmesi, kelimelerin gösterilenlerini bilginin desaklarize edilmesinden önceki eksende kavrayabilmesiyle mümkün olabilecektir. Ki insanın anlamının da hakikate müteveccih olarak kavranılmasına kapıyı bu aralayacaktır. Ancak bu durumda üretim odaklı bir hayatın bitmek bilmez oyalayıcısı olan çokluk fikri, yerini bir olanın bütüncül akışına bırakacaktır.(Anadolu Gençlik dergisinde yayımlanmıştır.)

derindusunce.org

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.153-161

Devamını Oku »

Uygarlık Krizi: Otoriteden İktidara

İktidar kavramı, mâdun olan herkesin ve her şeyin üzerinde kurulan bir güç yönetim ve uygulaması olarak salt siyasî alanda değil, ebeveynin çocuk üzerindeki denetiminden piyasa koşulla­rının tüketici üzerindeki dayatmacılığına kadar her alanda tecrübe edilebilen bir mekanizmanın adıdır. Bu yaygınlık onun doğrudan olumsuzlanması için bir direnç var eder: Nihayetinde aile kurumu, İktisadî piyasa, toplum-devlet yapılaşması iktidara ihtiyaç duyulan organizasyonlar olarak görülebilecektir.

İktidar olgusunun olumlanıp olumlanmayacağına ilişkin dü­şünceyi besleyecek iki yönü dikkate değerdir: Birincisi, Foucaultcu bir denetim mekanizması olarak güç kavramı; İkincisi de Guenonyen bir ayrımla manevî otorite ve maddî iktidar arasındaki farklılık hususudur. Bu iki yönü birleştirici olan taraf, içinde yaşadığı­mız hayatın gerçeklik olarak nitelenmesi ve iktidarın da bundaki payıdır. Ki bu gerçeklik insan zihninde çırılçıplak bir algıyla oluşmamakta, biçimlendirilerek sunulmaktadır ki biçimlendirmeyi yapan güce iktidar denmektedir. Gerçeklik olarak algılanan kesin bir biçimde toplumsallığın ürünüdür ve toplumsalın kendisi gibi bir güç denetimiyle açığa çıkmaktadır. İnanan birisi için tanrı ta­savvuru, iyi-kötü-doğru-yanlış nitelemeleri, düşünme biçimi, ih­tiyaçları giderme yöntemleri vs. insanın kendini arıtıp ya da üze­rinde ince ince düşünüp aldığı kararlarının bir sonucu olmaktan çok, içine doğduğu toplumun öğrettikleridir. Toplumsallaşma sü­reci, normal diye adlandırılan kalıpları edinme ve uygulamayla ger­çekleştiğinden birey için gerçeklik demek iktidar demektir. Nor­mal ve gerçeklik her zaman örtüşmese de normal, gerçekliğin bir ölçütü olarak gelişmek durumunda olduğundan, bireyin tüm al­gıları gerçekliği dayatan iktidara tabidir.

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde modern sonrası kabul edilen bugün, normal olanla ilgili çok ciddi bir kırılmayı temsil etmektedir. Bu kırılma, tıpkı gerçekliğin kırılması gibi belirsizlik ve boşlukla iç içedir ve bu sebeple normalliğe dair hiçbir güven kalma­mış durumdadır. Bununsa bireye gerçekliği dayatan toplumsallıkla,daha doğrusu toplumsalı da denetleyen iktidar ile ilgili olduğu açıktır. Birkaç yüzyıldır süregelen uygarlık krizini tetıkleyen bu denge­sizlik, iktidarın ikinci yönü olarak değinilen maddî ve manevi av­amıyla ilişkili görülüyor: Guenonün “tamamen maddileşmiş tek uygarlık” olarak nitelediği modern toplum biçimlerinin temel ka­rakteristiği; maddî olanın, manevî olanı değilse de manevî alana ait algıyı biçimlendirmesidir. Manevî alan otoriteye, maddî olan ise iktidara ilişkindir. “Manevî iktidar” sözü oksimorondur. Ya da manevî yönlendirme iradeyi teslim almadığından bir iktidar biçimi değildir, otorite biçimidir. Bunlar birbirlerinin yerine geçemezler ki bugün uygarlık krizi olarak adlandırılan şey, maddî iktidarın manevî otoriteyi etkisiz hâle getirmişliğinden ibarettir.

Maddî bir olgu olan iktidar anlayışının Avrupa’dan başlamak üzere, benzer ve çeşitli araçlar sayesinde tüm toplumları denetim altına alması dolayısıyla Marx ve Engels “katı olan her şey buhar­laşıyor' diyorlardı ve Weber ''büyüsü bozulmuş bir dünya”dan söz ediyordu. Bunun tarihsel açılımını Aydınlanma düşüncesi, kartez­yen felsefe, bilimsel devrim, Fransız ihtilâli gibi bazı anahtar kav­ramlarla yapma eğilimi yaygındır: Bilginin öznel bir keşif ve fütu­hat olması fikrinin terk edilip yerine bilginin nesnel bir gerçeklik hatta mutlakıyet olarak tanımlanıp kavranılmasının gerçekten de bu tarihî olaylarla açıktan ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Antiki­tede, Ortaçağ Avrupasında, Musevî-Hristiyan-Islâm dünyasında ve Uzakdoğu’da yaygın olarak nesnelleştirilmemiş olan bilginin; Rönesans’tan sonra Avrupa’da gelişen bir algı sisteminin kurbanı olduğunu söylemek mümkündür. Elbette Yunanda da Asya’da da materyalist bilgi anlayışını savunan ve dünyayı da buna göre sis­temleştirerek açıklayanlar tarih boyunca var oldular; ancak bu du­rum, toplumların hayatı anlamlandırmaları, ekonomik rejimleri, siyasal yapılanmaları, kültürleri yönlendirebilecek bir güce sahip değildi.

Bu gücün etkisi oldukça kapsamlıdır: Manevî olanın üs­tünlüğü sadece bireylerin maddîleşmeleriyle ilgili değil, kentlerin merkezinde tapınak ya da ibadethane olması, krallıkların meşru­iyetinin dinî otorite tarafından tasdik edilmesi, kutsalı dışlayan sanatın reddi, dünyanın kainatın merkezi olarak değerlendirildiği fizik algısı gibi hayatın her alanında geçerli bir durumdur.

Bilgi, gözlem ve deney için uygun hâle getirilerek nesnelleştiri­lirken gerçekliğin olağan hâli bakış açısına sabitlenmiştir. Descartes’la birlikte felsefi olarak yerleşip güçlenmişse de Rönesans’ta zaten ticarî gereksinimlerle entelektüel birikimine başlanmış bu eğilim, Aydın­lanma döneminde üst kültürü tamamen ele geçirmiş ve sonra gide­rek her sahada dalga dalga yayılmıştır: Kapitalizm, bireycilik, mo­dern sanat, Sanayi Devrimi, ulus-devlet yapılanması vs... Bu süreç, artık maddi gücün her şeyi biçimlendirip anlamlandırmaya ve top­lumsallığın biçimlendirilme gücünün, otoriteden iktidara doğru kaymaya başladığı bir aralığa işaret ediyor.

Bilginin kendinde de­ğeri su-i istimal edilerek, “Bilgi güçtür” sözüyle açık olan bir araca dönüştürülmüştür. Bilimselliğin başlamasıyla artık bilginin ikti­dar için araçsallaştırılması paraleldir. Ki Orwel'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, iktidarın uygulanması olarak bilginin hem alınması hem de sunulmasından söz ediyordu; yönetim bir taraftan birey­ler üzerinde sıkı bir denetim uygulayarak her ânı gözetliyor, diğer taraftan başta tarih olmak üzere bütün bilgi birikimini dönüştür­mek için çabalıyordu.

Kapitalist küreselleşmeyle beraber dünya, özellikle teknoloji­den faydalanılarak bu sistemin yerleştirildiği bir tahakküm rejiminin hemen eşiğine getirilmiştir. Ted Kazcynski, teknolojinin özgürlük talebinden daha etkin bir sosyal güç olduğunu söylerken, teknolo­jinin insanların yaşamsal ihtiyaçlarının başlarında yer alan güvenlik istemlerini gıdıklayarak biçimlendirilmesinin bu güç hakkında bir fikir vereceğini gösterir. Can ve mal güvenliği söylemiyle şekillen­dirilmiş bir kameralı gözetim sisteminin yaratacağı denetim algısı toplumsal çoğunluk tarafından özgürlüğe tercih edilecektir ya da internetin sunduğu bilgilere erişim hakkında zararlı içerikten ko­runma içgüdüsü yine özgürlükten daha başları olacaktır.

Esas olan bilginin iktidar denetiminde olmasıdır ve bunun için artık teknolojik tüm imkânlar kullanılmakta ve bu sayede toplum­lar denetim altında tutulup, istenilen yöne sürüklenebilmektedir.

Bu teknoloji; matbaa, kitap, televizyon, sinema, kamera, ses ka­yıt cihazı, internet olabilir, fark etmiyor. İktidar önce bilgiyi ele geçiriyor, sonra bu bilgiye dayalı bir kurgu inşâ ediyor ve nihayet bu kurgu gerçeklik olarak dayatılıyor ve insanların gerçeğe saygılı olması üstüne bir ahlâk ve hukuk inşâ ediliyor. Bilginin bir güç hâline getirilmesi, teknolojik ilerleme, dünyanın maddîleşmesi ve iktidar denetiminin yoğunlaşması hep aynı sürecin farklı yönleri­dir. Nihayetinde iktidarın, manevî olanı uzaklaştırırken bilgi süreç­lerini nesnel ve maddesel kılması bir gerçeklik tahakkümünün de oluşturulması anlamına gelmektedir. Yani gerçek olanın belirlen­mesi artık tamamen maddî iktidarın denetim ve tasdikiyle müm­kün olmaktadır.

Bilimin öncülüğünde eşyanın değerlendirilmesi, perspektif se­bebiyle gözlemlenebildiği ölçüdedir. Burada ilâhî olanın, manevî olanın yeri yoktur ve tüm değerler, insan türünün ölçütlerine göre bir silsile içindedir. Değerlere ilişkin algıdaki bu değişim doğal ola­rak gerçeklik düzlemini yeniden üretmektedir. Gerçekliğin yeniden üretilmesi ise ancak ideoloji kavramıyla ifade edilebilir ki perspek­tif bu sebeple bir sanatsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir gerçek­lik tasavvurundan ibarettir.

Modern akıl ile baktığımız bir minyatür eserinde -kimilerince çocukça diye nitelenebilecek- bir saflık göze çarpar: Resim içindeki nesneler maddî gerçeklikleriyle değil, manevî derecelerine göre sıra­lanmıştır; padişah uzakta bile olsa büyüktür, kul yakında bile olsa küçüktür örneğin. Aynısı Rönesans öncesi Avrupa resminde de vardır; başlarında hâle olan insanlar, ışık saçan nesneler, melekler vs. Eğitim sistemi ve sosyal dünyanın bireylerde hâkim hâle getir­mek üzere örgütlendiği modern aklın, gözleme dayalı olarak kur­duğu gerçeklik, özne ve nesne arasında mudak bir ayrım var ede­rek nesneyi, öznenin denetimi içine hapsetmektedir. Yani yine bir iktidar ilişkisi kurulmaktadır. Bu hapis manevî olanı yok saydığı için modern sanat algısı, maddî olanın bireysel psikolojideki yan­sımalarıyla yetinir. Bu durumda padişahın kullardan büyük “gö­rünmesi” bir hatadan ibarettir, çünkü değerli olan görünendir ve gerçeklik tecrübe edilenden ibarettir. Tecrübe eden ise modern akıl sahibi olarak ifade ettiğimiz gözlemcidir.

Hayata yüklenen anlamdaki bu değişmeden kaynaklanan böyle bir bakış açısı farklılığının sosyal dünyayla birlikte ekonomiyi, dev­leti, bilimi, kültürü ve sanatı baştan sona değiştireceğini anlamak güç değildir. Tüm bunlar aynı zamanda bir bütün olarak uygarlığın yeniden anlamlandırılması demektir ki uygarlık krizi tam olarak bu tersyüz oluş hâlidir: Dünyanın mevcut yapılanmasının sosyal olarak kalıplan çıkarılmış kültürel tektipçi evrensel insan modeline doğru, siyasal olarak merkeziyetçi bir kontrol toplumuna doğru yö­nelmesi, kapitalizmin birikimci çarpıklığının para/madde merkezli hayat anlayışının olası neticesidir. Bu neticeye doğru hızla ilerlenir­ken bugün kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak postendüstriyalizmin çerçevesinde gelişen teknolojik güç kullanımı, her geçen gün kişilerin ve toplumların üzerindeki denetimini yoğunlaştır­maktadır.

Bu denetimin doğal bir gereği olarak aşırı bilgi üretim ve dağıtımı ile bunun manipülasyon ve propaganda araçları; kül­türel ve yaşamsal alanda içselleştirilmekte, tekniğin en alelade ve ihtiyaca dönüştürülmüş hâldeki kullanımında dahi zihinsel süreç­ler pasifize edilmektedir. Bu ise zihin kontrolü gibi isimlerle anılan bazı projelerin gelecekteki küresel merkezî kontrol iktidarlarına varılıncaya kadar şimdiden başlatılmış olduğunun, insan aklının öz ­denetimden ve kendinden uzaklaştırılmaya başlatıldığının erken bir göstergesi olarak okunabilecektir.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.37-41
Devamını Oku »

Hayatı İnternette Dolaşır Gibi Yaşıyoruz

İnternet-hayat


Hayatı internette dolaşır gibi yaşıyoruz. Bir anda birkaç pencere birden açarak, ayrı iklimlerde geziniyoruz. Bedeni­miz bir yerde, ancak ruhumuz başka başka yerlerde gezini­yor. Bir gülüşün tam ortasında, uzay gemisinden yanlışlık­la dünyaya düşmüş bir yabancı gibi kalakalıyoruz. Sahi, ben orada değilken bu kadar komik ne otmuş olabilir? Niye gü­lüyor çevremdeki bu insanlar? Neyi kaçırdım ben?

Kaçırdığım şey, insan olmanın ta kendisi. Bir başkasının gözlerini ve yüzünü dikkatle izlemeyi kaçırdım. Gözlerin­de dolaşan bulutları, yüzünün bazı kelimelerde seğirmesini kaçırdım. Kelimelerin aldıkları vurguyla yeni anlamlara bü­rünmesini kaçırdım. O an orada olamamakla, hayan kaçırdım. Bir daha geri gelmeyecek o anı, sonsuza dek yitirdim.

O sohbet, o gülüş, o istiğrak hali geri dönmeyecek. Ben ha­yal yutmuş zombiler gibi hiçbir yerde olamamanın çölünde deveran edeceğim. Yurtsuz bir hayalet gibi.

Orada olamamak hayatın mutluluğunu alıp götürüyor. An bölünmemeli. Bir hazine gibi saklanmalı, üzerine titrenmeli. Bir kelime heyecanla ateşlenmeyecekse hiç dilimize düşmemeli. Sessizlik sözün tacıdır. Susmak ve dinlemekle­dir ki, ana katılırız. Dil sessizlikle olgunlaşarak vücut bulma­lı. Bir dostun huzurunda durduğumuzda, onun varlığı kafa­mızdaki bütün hesapları silmeli.

Teknolojik seslerin nüfuz edemediği kovukları olmalı ha­yatımızın. Baharın rayihalarını içimize çektiğimiz, toprağın hışırtısını duyduğumuz, rüzgârın fısıltısını işittiğimiz sak­lanma anları. Dost’un sesini duyabilmek, ruhu onun konuş­masına ayarlayabilmek için çılgın kalabalıktan uzaklaştığı­mız saatler.

Yine bir yazı yazmakla ruhuma şifa arıyorum. Orada ol­mak için, anın oğlu olmalıyım. Yaşanan an beni doğurmalı. Ve bütün ruhumla ona kendimi katmalıyım.Başka şansım yok: Rüzgârla konuşmalıyım.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Bir sosyal medya ilmihaline ihtiyacımız var





Kadim zamanlarla modern zamanlar arasındaki en büyük farklardan biri muhakkak "hız"dır. Günlük yaşantıların, ülke gündeminin, ticaretin ve dünya siyasetinin hızlanmasına kimine göre vesile kimine göre sebep olan teknoloji, bir yandan dünyaya hız katarken bir yandan da kendisi hızla ilerledi. Buharlı makine, seri üretim, petrol kullanımı, atom bombası, seyyare, tayyare derken bugün şaşkın bir halde teknolojiden ziyade piyasadaki teknolojik ürünleri izliyoruz.

Teknolojik ürün deyince aklımıza günlük hayatımıza en fazla sirayet eden, günlük hayatımızda en çok kullandığımız ürünler geliyor: Telefon ve bilgisayar. İnternet ise bu iki cihazın mütemmim cüzü haline geldi. Şunu hatırlatmak gerekir ki hemen hemen tüm teknolojik cihazlar ve icatlar gibi telefonbilgisayar veinternet de askeri çalışmalar sırasında ortaya çıkmıştır, daha sonra günlük kullanıma sunulmuştur. Bu üçlü esasen varoluşlarını savaşlara borçlular. Belki de bu yüzden, yani tabiatları gereği kendi kullanıcılarını düşük yoğunluklu savaşa benzer bir hâle sürüklüyorlar.

Gelin görün ki gerçek savaşın bizde bir fıkhı, yani kurallar manzumesi varken; bu sanal savaşın ve teknolojinin bir fıkhı yok. Çünkü teknolojinin, teknolojik ürünlerin ve sanal dünyanın içtihadını yapamadık, yapamıyoruz, görünen o ki yapmakta da zorlanacağız.

Başlarda iletişim cihazlarının ileti yolları kısıtlıydı. Hızla ilerleyen bilişim bu cihazların teknolojik yönünü geliştirdi. Tabi ki kapitalizmin enstrümanları da bu teknolojiden yeni sermaye alanları yaratmaya çalışıyordu. Başarısız ve kısa süreli denemelerden, bilinçsiz uğraşılardan sonra ortaya istikrarlı, bilinçli, sektör ve platform haline gelen bir alan çıktı: "Sosyal Medya".

Ne yani, şimdi biz ahlâksız mıyız?”

Sosyal medyaya ve ahlâka dair düşüncelerimin su üstüne çıkmasına sosyal medyada tanık olduğum üzücü bir hadise sebep oldu. Bir vakfın mensupları bir paylaşım üzerine yorum yapıyor, farklı düşünceler serdediyorlardı. Herkesin neredeyse kardeş hukukuna sahip olduğu bir arkadaş grubu, muhtemelen kendilerinin de tam olarak anlayamadığı bir sebepten ötürü tartışmaya başladı. Bir ağabeyimizin “keşke sosyal medya ahlakı diye bir dersimiz olsa” yazması ise olayı alevlendirdi. Sosyal medyada jest, mimik, duygu, ses tonu gibi durum ve hareketler muhatap tarafından algılanamadığı için yazılan her şey yanlış anlaşılmaya teşne bir hal alıyor. Bu iyi niyetli ve ciddi cümle, muhataplar tarafından bir iğneleme olarak algılandı ve “ne yani, şimdi biz ahlâksız mıyız?” diye uzayıp giden bir kavgaya dönüştü.

Sosyal medya, iletişimi fonksiyonel kılsa da duyguları ve niyetleri örten bir yapıya sahip. Samimiyeti setreden bir doğası var. Nostalji güzellemeleri yapmak istemem fakat mektup bile duygularımızı daha rahat ifade etmemizi sağlayan bir iletişim yoluymuş, bunu anlayabiliyoruz. Mektuptan daha hızlı ve en az mektup kadar uzun yazabileceğimiz sosyal medya - karakter sayısı mecraya göre değişse de – neden mektup kadar samimi değil? Çünkü sosyal medyanın bizim oluşturmadığımız, kendine has bir ahlâkı, ahlâksızlığı var.



Sosyal medya hızlıdır, uzunluğu kaldırmaz. Bu uzun yazmama durumu genel kullanıcı kitlesi itibariyle “az ama öz”den ziyade “az ve boş” olarak şekilleniyor. Sosyal medya çabuk tüketir, çabuk tükettirir. Yanında, altında “Hz. x” yazan bir söz hemen paylaşılır ve bir daha akla gelmez. Sosyal medya sadece şirketlerin değil, şahısların da reklam yapacağı bir alan olduğu için, reklamınızı iğneleme yolu ile yapmak reklam gelirlerinizi arttırır. Bu yüzden artık arkadaşlar bile birbirine söylenen sözlerden şüphelenmeye başlıyor. Sosyal medya haberi çabucak yayar. Herhangi bir cümle, doğruluğu teyit edilmeyen bir haber, ağzınızdan kaçan bir söz bir anda milyonlar tarafından görülebilir ve paylaşılabilir.

Toplumu gerçek yüzleriyle kandıramayacak insanlar...

Sosyal medyanın hayatımıza soktuğu önemli hususlardan biri de sahte hesaplar. Tanınmış insanların adına açılan hesaplar ile yazılanlar, atılan 'tweetl'er, paylaşılan fotoğraflar vs. tam bir dezenformasyon örneği oluşturuyor. Bu dezenformasyon politikadan tutun da dini hükümlere kadar her alanda yer buluyor. Hatta tesadüfe bakın ki, şu satırları yazdığım sırada meşhur bir akademisyen-şairin adına açılmış bir hesaba denk geldim ve Hz. Aişe Validemiz’e dair çocukların bile güleceği bir hüküm okudum. İşin bir acı tarafı da bu hesapların sahte olduğunu anlamayan kullanıcıların bir hayli kalabalık oluşu. Tıpkı Hz. Aişe’ye dair verilen saçma hükme dair “Allah razı olsun hocam” cevabının yazılması gibi, pek çok kullanıcı bu hesaplardan yazılanlara inanıyor ve bunu gerçekmiş gibi yayıyor.

Geçtiğimiz aylarda Erkan Oğur’un adına açılmış bir sahte hesap ve bu hesaptan atılan tweetler yüzünden Oğur’un bir konseri iptal edildi. Geçtiğimiz senelerdeÖmer Tuğrul İnançer tarafından adına sosyal medya hesapları açanlara ulaşılmaya çalışıldı, bu hesapların kapatılması rica edildi. Milli Eğitim Bakanımız Nabi Avcıneredeyse her ay “Twitter hesabım yok” diye açıklama yapmak zorunda kalıyor. Bazı yazar-çizer, sanatçı ve siyasetçiler sırf bu yüzden kendilerine ait bir hesap açmak zorunda kalıyor. Toplumu gerçek yüzleriyle kandıramayacak insanlar, profil resimlerine adına hesap açtığı kişinin fotoğrafını koyuyor ve ucunun nereye gideceğini bilmediği, belki de bildiği olaylar silsilesini yaratmaya başlıyor.

Yalanlarla insanları manipüle etmek

Sosyal medyanın, fısıltı gazetesinin yazıya bürünmüş halini aldığını söyleyebiliriz. Bu mecra bir dedikodu kazanına dönmüş durumda. Fısıltı gazetesinin ve dedikodunun yanında sönük ve masum kaldığı bir durum var ki o da yalanlar. “Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” misali, çok gizli bilgiler verdiği izlenimi uyandıran sosyal medya hesapları her türlü tezviratı yapabilmekteler.

Bir müddet önceye kadar araştırmalar neticesinde sosyal medyanın egoyu ve tatminsizliği yükselttiğini söylerken, artık bunları mumla arar hale geldik çünkü egonun belki yalnızca sahibine zararı varken yalan haberlerin, manipülasyonların tüm topluma zararı oluyor. Takipçileri de meraklandıran ve heyecanlandıran bazı haberler, yazılar hem “lâ tecessesü”yü hiçe saymaktalar hem yalan söylemekteler hem de bu yalanlarla insanları manipüle etmekteler.

Sosyal medyada yayılan yalan haberler yüzünden bazı toplumsal olaylarda hararetin arttığını, insanların olaylara katılmaya tahrik edildiğini, hatta olayların bu yüzden büyüdüğünü biliyoruz.

Sosyal medyaya dair bir ilmihalimiz ve fıkıh kitabımız olsa

Yalnızca medyada değil, hayatın her alanında geçerli olacağı üzere, kural olmayan bir alanda kaos oluşur. İşte sosyal medya da kaosun ne kadar vahim boyutlara ulaşabileceğini gördüğümüz bir alan hâline geldi. Tüm bu olumsuzlukları, bozuklukları düzeltmek için belirli, oturmuş bir düzen gerekmektedir. Bilgisayar ve telefonları basit bir iletişim cihazı halinden çıkarıp, kompleks bir iletişim ve medya cihazı haline getirenler ve bunu kullananlar şeytanın geleneksel, nostaljik, eski, yeni, fütüristik, teknolojik gibi takıntılarının olmadığını pek hesaba katmamış olabilir. Fakat şahısların nasıl ki her yerde ve her zamanda bir ahlâka riayet etmesi gerekirse, sosyal medyada da bir ahlâka riayet etmesi gerekir. Çünkü sosyal medyada, bizim günah dediğimiz ve halen ciddiye aldığımız eylemlerin, hâllerin pek çoğu eş zamanlı olarak yaşanmaktadır. Mezkur günahlara bulaşanlar sanal olarak değil, gerçekten günaha girdiklerinin farkına varmalılar.

Bu problemlerin önüne TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı), Emniyet Müdürlüğü Siber Suçlarla MücadeleŞubesi gibi kurumların geçeceğini söyleyemeyiz elbette. Bunlar ancak suçu işleyeni tespit edip suçu durdurur ve cezai müeyyide gerektiren durumlarda savcılıkla işbirliği yapar. Yani fıkhın, içtihadın ceza bahsini öyle veya böyle halletmiş olurlar.

Fakat biliyoruz ki fıkıhta ceza adaleti sağlasa ve caydırıcı olsa da, ceza gerektiren işlemi yapmamak-yaptırmamak için belirli bir ahlâk tertibi vardır ailede-çevrede-toplumda. Bu yüzden sosyal medyanın içtihadını yapacak ve bunu yaygınlaştıracak, buna riayet edecek kullanıcılara ihtiyacımız var. “Mevcut fıkhı, bırak sosyal medyayı sosyal hayatta uygulayamıyoruz” diye temel bir tepki, ya da “Henüz kitle medyasına dair yerleşmiş ve istikrarlı bir kurallar bütünü oluşturamadık ki sıra ona gelsin” gibi bir tepki gayet yerinde olur. Zaten böyle bir girişimin zor olduğunu biliyoruz ama zararın neresinden dönersek kârdır.

Bütünden ziyade parçayla uğraşmak daha kolay olabilir. Keşke şu önümüzde duran, bas bas bağıran, güncelliği taptaze olan ve halen “yeni” sayıldığı için kaosa açık olduğu kadar nizama da açık olan sosyal medyaya dair bir ilmihalimiz ve fıkıh kitabımız olsa...



Muhammed Özbey yazdı

Aldığım yer:http://www.dunyabizim.com/polemik/18702/bir-sosyal-medya-ilmihaline-ihtiyacimiz-var

Devamını Oku »

20.Yüzyılda Bilim

20.Yüzyılda Bilim

...20. yüzyılın ortalarına gelindiği zaman, modern bilimin cesur yeni dünyası, yaygın ve sert bir eleştiriye tabi tutuldu: Teknoloji, insanı canlı tabiata de­ğil, yapay özler ve cihazların ortasına fırlatarak, araçların amaçları yuttuğu ve etkisiz hâle getirdiği endüstriyel çalışma yöntemlerinin insanların mekanikleşmelerini gerektirdiği, bütün problemlerin gerçek varoluşsal cevaplar üretmek yerine yalnızca teknik araştırmalarla çözümlenebilir olarak algılandığı estetikten uzak bir şekilde standardize edilen bir ortamda insanı teslim alıyor ve gayr-ı insanileştiriyordu.

Teknik iş ve işlev görmenin, kendi kendine işleyen ve kendi kendine artan zorunlulukları, insanı, Tabiat’la kurduğu aslî iliş­kiden uzaklaştırıyor ve köksüzleştiriyordu. Kitlesel üretim, kitle iletişim araç ları, karabasan havasının ve içinden çıkılmaz problemlere gömülen çarpık ve gayr-ı şahsî kentleşmenin etkisi altında yok olan insanın kişiliği sürgit zayıflı­ yor, kırılganlaşıyordu.

Geleneksel yapılar ve değerler hızla çatırdıyordu. Sonu gelmez teknolojik ilerlemelerle modern hayat, eşi görülmemiş, başdöndürücü bir değişimin pen­çesinde kıvranır hâle gelmişti. Devâsâ yapılar, kurumlar ve hayatın her alanı­ na hızla sirayet etme eğilimi gösteren kargaşa, aşırı gürültü, hız ve karmaşıklık, insanın yaşadığı çevreye hâkim oluyordu. İnsanın içinde yaşadığı dünya, insanın geliştirdiği biliminin kozmosu kadar insansızlaşıyor ve gayr-ı insanile­şiyordu.

Modern hayatın nüfûz edici bir şekilde anonimleşmesi / kitleselleş­mesi, anlamsızlaşması ve materyalistleşmesiyle birlikte, insanın, teknolojinin hükümferma olduğu, çepeçevre kuşattığı bir ortamda insanlığını koruyabilmesinin sürgit artan bir şekilde tehlikeli hâle geldiği gözleniyordu. Pek çok ki­şi için, insanın özgürlüğü, kendi varlığı ve hayatı üzerinde kontrolü kendi ellerine alabilmesi artık bir hayli problemli bir görünüm arzediyordu.

Bununla birlikte, bu hümanist eleştirileri şiddetlendirmek, bilimin aksi / ters sonuçlarının çok daha tedirgin edici somut işaretleriydi. Gezegenin suyunun, havasının ve toprağının kirletilmesi; sayısız canlı türlerinin yok olması; hayvan ve bitki hayatına büyük zararlar verilmesi; yeryüzünün ormanlarının azaltılması; toprağın üst tabasının erozyonu; kaynak sularının kuruması; toksik atıkların hızla birikmesi; sera etkisinin gözle görülür bir şekilde şiddetlenmesi; atmosferdeki ozon tabakasının delinmesi; gezegenin eko-sisteminin radikal bir şekilde tahrip edilmesi; -bütün bunlar, sürekli olarak artan güç ve karmaşıklıkla dehşetengiz şekilde ortaya çıkan ciddî problemlerdi.

Kısa vadeli İnsanî perspektif açısından bakıldığında, yeri başka şeylerle aslâ doldurulamayacak tabiî kaynakların süratle tüketilmesi, tehlike çanlarının çalmasına yol açmıştır. Hayatî kaynaklarda yabancı ülkelere bağımlılık, küresel ekonomik ve siyasî hayata yeni, tehlikeli boyutlar katmıştır. Sosyal dokudaki yeni felâketler ve streslerin, doğrudan ya da dolaylı olarak bilimsel bir uygarlığın gelişmesiyle irtibatlandirildiği gözlenmeye devam ediliyor: Aşırı büyüyen ve aşırı kalabalıklaşan kentler; kültürel ve sosyal köksüzleşme; duygusuzlaşan mekanik iş gücü; sürgit tehlikeli görünümler almaya başlayan sanayi kazaları; otomobil ve hava yolculuğundaki ölümler; kanser ve kalp hastalıkları; alkol ve uyuşturucu bağımlılığı; zihni-aptallaştırıcı ve kültürü yoksullaştırıcı televizyon; artan suç, şiddet ve psikopatoloji oranları.

Bilimin en fazla sevinçle ve takdirle karşılanan başarıları bile, paradoksal olarak, hastalıkların daha kolaylıkla tedavi edilmesi ve ölüm oranlarının azalmasının neden olduğu yeni ve streste yaşanan patlamalar, gıda üretiminde ve ulaşımdaki teknolojik gelişmelerle birleşince, sonuçta, küre ölçeğinde aşırı nüfus artışı tehdidini şiddetlendirmiştir. Diğer alanlarda ise, genetik mühendisliğinin belirsiz bir gelecekte kullanılmasının neden olabileceği sorunlarda olduğu gibi, bilimin ilerlemesi yeni Faust’çu açmazları da beraberinde getirmektedir. Daha genelde ise, -ister küresel, isterse lokal ortamlarda olsun, ister sosyal sistemler, isterse insan bedeninde olsun- bütün ilgili değişkenlerde bilimsel olarak anlaşılması zor karmaşıklıkları, bu değişkenlerin teknolojik sonuçlarını tahmin edilemez ve sıklıkla da tehlikeli hâle getirmektedir.

Bütün bu gelişmeler, tabiat bilimi ile politik tarih, atom bombası üretmek için işbirliği yaptığı zaman erken ve çok önceden meşum doruk noktasına ulaşmıştı. Einstein’ın kütle ile enerjinin eşit olduğunu ve bununla bir madde parçacığının yoğunlaştırılarak enerjiye dönüştürülebileceğini keşfetmesiyle birlikte, tarihte ilk defa insanlığın kendi kendini yok edebilecek bir geleceği haber verdiği trajik de olsa son derece ironik bir gerçeğe dönüşmüş görünü­yordu: Bu, insanın entelektüel parlaklığının ve yaratıcılığının en zirve noktasını yansıtan kendisini pasifizme vakfeden Ginstein gibi bir kişi tarafından yapılan bir keşifti.

Hiroşima ve Nagazakili sivil halk üzerine atom bombalarının atılması, bilimin, yalnızca sınırsız zararsız gelişmesine inanç şöyle dursun, ahlâkı bakımdan tarafsız olamayacağına kesinkes inanılmaya başlanmıştı. Bunu takip eden süreçte yaşanan Soğuk Savaş sürecinde geliştirilen ve gergin küresel bölünme veya kutuplaşma sırasında bütün gezegenimizi bir kaç kez yok edebilecek boyuta ulaşacak kadar eşi görülmemiş tahrip edici füzelerin sayısı amansız bir şekilde artırılmıştı. Uygarlık, kendi marifetleri nedeniyle tüyler ürpertici bir yok oluş sürecinin eşiğine sürükleniyordu artık. İnsanın varoluşunun önündeki engelleri ve yükleri dramatik bir şekilde azaltan aynı bilim şimdi de insanın varoluşunun önündeki en büyük tehdidi oluşturuyordu.

Bilimin art arda elde ettiği büyük zaferler ve kümülatif ilerleme, şimdi bilimin sınırlarına, tehlikelerine, suçlarına ve suçluluğuna dâir oluşan yeni bir negatif duyguyla gölgelenmişti. Modern bilimsel zihin, zihniyet ve düşünce, kendisini şimdi pek çok cephede birden aynı ânda kuşatılmış hissediyordu: Epistemolojik eleştiriler, artan sayıda alanda ortaya çıkan teorik problemler, modern dünya tasavvurunun insan-dünya ayırımını birleştirmenin zorunlulu­ğuna dâir âcil psikolojik çabalar ve hepsinden de önemlisi, gezegenin karşı karşıya kaldığı bunalıma doğrudan neden olduğu olumsuz sonuçlar gibi.

Bilimsel araştırmaların yerleşik politik, askerî ve şirket yapılarıyla yakından ilişki içine girmesi, bilimin geleneksel olarak mesafeli masumluk imajını yerle bir etmeye katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramıyordu. Artık “masum bilim” kavramının bizatihi kendisi, pek çok düşünür tarafından, bütü­nüyle illüzyon olduğu ifade edilerek şiddetle eleştiriliyordu. Bilimsel zihni/yeti/n, dünyanın gerçeklerine nüfûz edebildiği, tarih-ötesi, evrensel objektif ger­çekliği yansıtan dev bir ayna gibi tabiatı kaydettiği, kayda geçirdiği inancı, artık yalnızca epistemolojik olarak naif bir inanç olarak görülmekle kalmıyor, aynı zamanda bu inancın, bilinçli veya bilinçsiz şekillerde, sosyal ve ekolojik hâkimiyet programlarına hizmet etmesi için geniş kaynakları ve istihbarat im­kânlarını kullanmaya izin veren spesifik politik ve ekonomik gündemlere hizmet etmekten başka bir işe yaramadığı kabul ediliyordu. Tabiî çevrenin saldırganca ve vahşîce sömürülmesi, nükleer silahların süratle geliştirilmeye devam edilmesi, küresel katastrof /felâket tehlikesi; işte bütün bunlar, şimdi insanın kendi kendisini yok edebilecek akıldışılıkların kölesi hâline getirdiği gözlenen bilimin, özellikle de insan aklının suçlanması gerektiğine işaret ediyordu.

Eğer bütün bilime dayalı bu hipotezler, güçlü ve tarafsız bir şekilde sınanmış olsalardı, o zaman, modern dönemin yegâne üst-hipotezi olan bizzat “bilimsel dünya görüşü”nün kendisinin, ampirik dünyadaki zararlı ve geri tepen yıkıcı sonuçları tarafından gözle görülür bir şekilde yanlışlandığı ortaya çıkardı. Daha önceki aşamalarında kültürel bir felâket -felsefî, dînî, sosyal ve psikolojik çözülme ve çöküş- getiren bilimsel çaba, şimdi biyolojik varlığın tehlikeye girmesine neden olmuştu. Dünyanın açmazlarının ve problemlerinin basitçe bilimsel ilerlemelerle ve sosyal mühendislikle çözümlenebileceği iyimser inancı, tastamam bir şaşkınlık hâline dönüşüvermişti artık. Batı, bir kez daha inancını yitiriyordu; bu kez dine olan inancını değil, aksine, bilime ve özerk insan aklına olan inancını kaybediyordu.

Bilime, hâlâ değer veriliyordu; pek çok açından saygı duyuluyordu. Ama bilim, insanlığın kurtarıcısı olarak sunulan aşınmaz ve sarsılmaz imajını çoktan yitirmişti. Bilim, ayrıca, uzunca bir süredir dillendirdiği handiyse mutlaklaştırılan kognitif güvenirlik iddialarını da yitirmişti. Ürünlerinin artık bütü­nüyle masum olmadığı, tabiî çevreye ilişkin indirgemeci algılama biçimlerinin apaşikâr bir şekilde yanlış olduğu, politik ve ekonomik kabullere gözle gö­rülür bir şekilde teslim olabildiği artık çok bâriz bir şekilde ortaya çıktığı için, önceleri bilimsel bilgiye karşı sorgusuz sualsiz ve ikna edici bir inandırıcılıktan yoksun güvenin artık benimsenebilmesi çok zordu.

İşte bu tür çeşitli nâzik faktörün de devreye girmesiyle birlikte, -izafileştirilmiş Kant’çı a priori kognitif yapılarla harmanlanan- Hume’un radikal epistemolojik şüpheciliğine benzer bir algılama ve dünya görüşü biçiminin yaygınlaşmaya, köksalmaya başladığı gözleniyordu. Modern felsefenin güçlü epistemolojik eleştirisinden sonra, aklın geçerliliğinin temeli olarak geriye kalan başlıca ilke, aklın bilim tarafından ampirik olarak desteklenmesi olmuştur. Salt felsefî eleştiri, aslında yalnızca soyut bir çabaydı; kültür ya da bilim üzerinde daha genel ölçekte ve düzlemde kesin ve somut bir etkisi yoktu; bu yüzden eğer bilimsel çaba, pratik ve kognitif gelişimini bu şekilde devam ettirmeyi sürdürecek olursa, yine somut sonuçlar doğurmayacak, soyut bir girişim olarak kalacaktı. Ancak öte yandan da, bilimin somut sonuçları son derece problemli olduğu için, aklın bu son temeli ve direği de, muhkem ve güvenilir bir temel olma özelliğini yitirmişti artık.

Bütün bu yakıcı gelişmeler, bunlarla zihnî olarak karşı karşıya kalan sadece profesyonel felsefecileri değil, vicdan sahibi çok sayıda gözlemciyi [düşü­nür, bilim adamı, yazar ve sanatçıyı], insan bilgisinin konumunu yeniden gözden-geçirmeye ve yeniden-değerlendirmeye mecbur kaldı. İnsan şeyleri, olup bitenleri bilimsel veya başka yollarla bilebildiğini düşünebilirdi; ama açıkça bunun bir garantisi yoktu: İnsan, evrensel hakîkatlere a priori akılcı bir vukûfiyet imkânına sahip değildi; ampirik veriler, teori-yüklüydü ve gözlemcinin, bilim adamının yaklaşımına, bakış açısına, dünya görüşüne göre farklı şekillerde yorumlanabiliyordu ve bilimsel dünya görüşü temel sorgulamalara açık hâle gelmişti; zira bilimsel dünya görüşünün dayandığı kavramsal çerçeve, insanlığın önüne küre ölçeğinde başa çıkılması son derece zor ve büyük problemler çıkarıyor ve bu problemleri daha da şiddetlendiriyordu. Bilimsel bilgi, gerçekten de şaşırtıcı şekillerde etkiliydi; ama bu etkiler, bu tür bir bilginin, belli bir açıdan da olsa, son derece tehlikeli bir şey olabileceğini gösteriyordu...

Richard Tarnas - Batı Düşüncesi Tarihi 2,syf;204-208

Külliyat Yayınları
Devamını Oku »

İslam Bilimlerinin Avrupa'ya Etkisi Büyük Oldu



İslam Bilimlerinin Avrupa'ya Etkisi Büyük Oldu

Prof. Dr. Fuat SEZGİN

Kıymetli Misafirler!

Tarih anlayışının yeterli bir gelişme göstermeye başladığı asırlardan itibaren birçok in­sanın zaman zaman şu veya bu aletin veya cihazın nerede ve ne zaman ortaya çık­tığı yönünde kafa yorduğu ihtimaline bir gerçek nazarıyla bakılabilir Tarih bilimi, ge­nelde ve çok uzun bir süre politik, askeri ve bir dereceye kadar da iktisadi olay ve değişmelerin toplanıp kaydedilmesinden ibaret sayıldı, bilim ve teknolojinin kazandı­ğı gelişmeler bir üvey evlat muamelesi gördü.

Bilim ve teknolojinin Yunanlılara kadar gerçekleşen gelişmesinin kademelerini takip etmek çok zor. Onlar, yani Yunanlılar bilimler tarihinde işgal ettikleri yaklaşık sekiz yüz yıllık muazzam yapıcı safhada, öncülerine dair çok az ipucu veriyorlar Kaynaklara işa­ret etme geleneği kendilerinde çok zayıf.

Onların muazzam yerlerini başlangıç olarak görmeye alışkın modem bilimler tarihi­nin üç yüz yıldan beri alışılan görüşü, Sümerlerin, Babillilerin, Asurilerin, Hititlerin, Kenanilerin, Aramilerin ve Mısırlıların kültürlerinin arkeolojik araştırma ve bulunan kita­be çözümlerinin modem bilimler tarihine getirdiği ışığa rağmen, önemli bir değişik­liğe uğramadı. Bilimler tarihinin büyük otoritelerinden Avusturyalı Otto Neugehalerin yarım yüzyıldır Yunanlıların başta değil ortada bulunduktan, onların bilim tarihin­deki önderlik bayrağını ellerine aldıklarından beri geçen 2500 yıllık devreye, geçmiş olan 2500 yıllık bir öncül devreyi daha eklemek gerektiği yolunda savunduğu tez çok az dikkat çekti. Yedinci yüzyılın ilk yansında, Yunanlıların elinde çok yüksek bir düzeye ulaşmış bilimlerin Doğu Akdeniz havzalarında ve Sasaniler İranında ağır adımlarla çok küçük mesafeler geriye bırakmakta olduğu bir sırada, İslam bu kültür merkezlerini içine alan bir kudret olarak tarih sahnesine çıktı. O kültür merkezlerinin mümessilini, hangi inançta olursa olsunlar büyük tolerans ve anlayışla entegre etti ve onların hocalığını kabul ederek, bilimlere yeni bir kıvılcım kazandırdı. Sekizinci yüzyılın ortalarında Hind kaynaklarına uzanıldı, iki yüzyıl kadar süren bir resepsiyon ve asimilas­yon safhasından sonra yaratıcılığa ulaşıldı.

Bilimlerin İslam Dünyasında ulaştığı yaratıcılık safhası bazı alanlarda daha 8. yüzyılın ikinci yansına, bazı sahalarda ise 9. yüzyılın ortalarına doğru gerçekleşmiş oldu. Bu ya­ratıcılık safhası sonraları sür'at ve kantite düşmekle beraber 800 yıl yani 16. yüzyılın sonlarına kadar devam etti. Onların başarılarının bugün küçük bir kesimini biliyo­ruz. Ayrıntılı olarak saymaya kalkışmak yerine şu şekilde ifade edilebilir Onlar diğer kültür dünyalarından, özellikle Yunanlılardan aldıkları bilimleri geliştirdiler, yeni bilim­leri ortaya koydular önderlik durumuna geçerek kültür dünyasında ortaya çıkacak bazı bilimlerin yollarını döşediler. "Büyük" ve ‘Yaratıcı” diye vasıflandırdığımız bilimin 800 yıl kadar süren bu safhasında Müslümanların Arapça yazan Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarının katkısı az olmadı.

Bilimler tarihine bu yaratıcı safhada nelerin kazandırıldığının hepsini veya büyük bir kısmını bilmekten henüz çok uzak bulunuyoruz; tamamını tanımak belki hiçbir zaman mümkün olmayacaktır Ama bugün bildiklerimiz, bilimlerin en büyük birkaç safhasın­dan biri karşısında bulunduğumuzu duymamıza yetiyor Şüphesiz ki içinde bulunulan devir faktörü ve diğer birçok koşullar; öncülerle ardılların başarılarının yön, karakter ve tabiatlarını etkiliyor

Bilimler tarihçisi için, büyük safhaların kendine has temel değerlerinin belirtilmesi işi kolay olmuyor Ben şahsen yıllar boyunca İslam bilimler safhasının kendine has pren­sipleri olarak şunlara ulaşabildiğimi sanıyorum;

  • 1-Adil tenkit prensibi

  • 2-Vazıh bir tekamül kanunu düşüncesi

  • 3-Kaynak zikretmede diğer kültür dünyalarında olduğundan daha çok gösterilen gayret

  • 4-Bilim tarih yazarlığının 10. yüzyıldan itibaren ortaya çıkışı ve gelişmesi

  • 5-Tecrübe ile teori arasında bir denge kurma prensibi ve tecrübenin araştırma­da sistemli bir şekilde kullanılacak bir vasıta olarak yer alması

  • 6-Uzun süreli gözetleme prensibi; bunun sonucu olarak rasathanelerin icadı

  • 7-Bilimin sadece kitaptan değil, hocadan ve kitaptan öğrenilmesi; buna bağlı ola­rak ilk üniversitelerin ortaya çıkışı

  • Bilimler tarihinin en önemli başlangıç çizgilerinden biri şudur ki; İslam kültür dünyası­nın kitapları, aletleri ve ilaçlan 10. yüzyılın ikinci yansından itibaren ispanya üzerinden Batı Avrupa'ya yol buldular Müslümanlar 711 yılında iberYarımadası'na ayak basmak­la İslam kültür dünyası ile Avrupa arasındaki bağlantıyı kurmuş, geliştirecekleri bilimle­rin birkaç yüzyıl sonra ayn bir kültür dünyasında yayılma kaderini çizmişlerdi.

iki kültür dünyasını birbirine bağlayan yollar zamanla artmaya devam etti. Bunların en önemlileri Sicilya, İtalya ve Bizans üzerinden geçiyordu; Bahusus İslam dünyasın­daki teknolojinin Avrupa'ya ulaşmasında Haçlı Seferleri büyük bir rol oynamıştı.

Bilim ve Teknolojinin İslam dünyasından Avrupa’ya ulaşma safhası- ki bu resepsiyon ve asimilasyon diye iki kademede gerçekleşti- en azından beş yüz yıl sürdü. Avrupa’da gerçek manada 16. yüzyılda kreativite ve aynı yüzyılın ikinci yansında İslam dün­yasında bilimlerin duraklaması başladı. On yedinci yüzyılın başlarında Avrupalılar bi­limde önderlik durumuna geçtiler

Bu münasebetle bir tarihi realiteye istemeye istemeye işaret etmeyi zaruri buluyo­rum. O da şu ki Latin kültür dünyasının Arap-İslam kaynaklarından alma işi, Müslü- manların Yunanca kaynaklarından alışındaki açıklıkla olmadı. Müslümanlar Aristo’yu “Büyük Üstad” diye adlandırıyordu. Bokrat’ın, Galen’in ve diğerlerinin kitaplarından “Faziletli Bokrat”, “Faziletli Galen” diyerek alıyorlardı. Ama Arapça kitapların birço­ğunun Latince tercümelerinde gerçek müelliflerin adları kayboluyordu. Kaynak zik­retme alışkanlığı hemen hemen hiç yoktu.

Bunun sonucu olarak, Avrupalılar 17. yüzyılda önderlik durumuna nasıl geldiklerini bilmiyorlardı. Gerek Avrupalılar; gerek Müslümanlar; bunu yüzyıllardan beri gelen üs­tün bir mazinin devamı sanıyorlardı. Bunun sonucu, Avrupalılarda Müslümanlara kar­şı bir üstünlük, Müslümanlarda ise yavaş yavaş bir aşağılık duygusu gelişiyordu. Avru­palılarda doğan bu üstünlük duygusu, aradan çok büyük bir zaman geçmeden, daha doğrusu 18. yüzyılda Rönesans tabiri içinde, günümüze kadar geçerliliğini pek kay­betmemiş olan kalıplaşmış ifadesini buldu. Buna göre, bilimlerin birkaç yüzyıldan be­ri tanınan yeni safhası, Avrupa'da doğrudan doğruya Yunan bilimlerinden kaynaklanan bir kalkınmaydı.

Derin bir minnet duygusuyla anılmalı ki bu, I955’te Fransız filozofu Etienne Gilson’un “Profesörler Rönesans’ı” diye maskaraya aldığı görüşe karşı hümanist bir reaksiyon da daha aynı yüzyılda kendini göstermeye başlamıştı. Bunların arasında Fransızlardan filozof ve tarihçi Voltaire, Almanlardan Johann Gottfried Herder, Johann Wolfgang von Goethe ve Alexander von Humboldt vardı.

Kısmen bu Hümanistlerin yanı sıra, kısmen de ara sıra ortaya çıkan Avrupa merkez­li bilim tarihçiliğinin bilmezden geldiği çok önemli yeni bir hümanist cereyan vardı; o da Arpça, Farsça ve Türkçe kitaplarının Latince tercümelerine değil de asıllarına da­yanarak İslam bilimlerini araştırmak. Bu cereyan çok yavaş bile olsa, daha 17. yüzyıl­da başlamış ve 19. yüzyılda konservatif bilim tarihçiliğini bazı alanlarda tashihlere zor­layacak kadar kuvvet kazanmıştı. Felsefe alanında dinler ve felsefe tarihçisi Ernest Re­nan 1852 yılında yayımladığı “Averroes et faveroisme” isimli kitabında Endülüslü İbn Rüşd'ün Batı Avrupa ve İtalya da felsefi düşünceyi ne kadar derinden etkilediğini çok mahir bir şekilde gösterdi.

Onun çağdaşı filozof Heinrich Ritter İslam bilimlerinin Avrupa’ya felsefe dışındaki et­kisinin çok büyük olduğu, Arap felsefesinin fiziksel yönünün Hıristiyan Ortaçağ bili­minde bir değişim sağladığı tezini savunuyordu. Fransız Sedillor ve oğlu,A Sedillor 60 yılı aşan çalışmalarıyla Müslümanların astronomi alanında gösterdikleri başarının büyük bir kısmını ortaya koymakla çağdaş meslektaşlarını hayrete düşürüyorlardı.

Diğer taraftan J.T Reinaud aynı zaman içinde İslam kültür dünyasının coğrafya «ilanındaki başarılarını elli yıl kadar süren etütleriyle tanıtıyordu.

Matematik alanında hümanist Alexander von Humboldt'un Paris'te adı geçen bilgin- lerin yanında doktora yapmaya gönderdiği Franz VVoepcke başardığı kırkı geçen çok enteresan etütleriyle konservatif matematik tarihçiliğini çok ciddi tashihlere zorladı. Mesela o çağın en ünlü matematik tarihi kitabında Müslümanların cebir alanında ikin­ci derece denklemlerin ötesine geçemedikleri iddia ediliyordu. Woepcke 11. yüzyıl­da yaşayan Ömer Hayyam' ın üçüncü derece denklemin sistematik tanıtımını taşıyan Cebir kitabını yayımlayıp Fransızcaya çevirmekle, üzerinde çalıştığı alandaki eski hü­kümlerin ne kadar geçersiz olduklarının çok açık bir misalini sunmuştu.

19.yüzyılın ikinci yansı İslam bilimlerinin tanıtılması yönünde çok önemli gayretlere şahit oldu. Mesela coğrafya alanında çalışan Hollandalı Michael Jan de Goeje ve Al­man Ferdinand VVüstenfeld yanm yüzyılı aşan çalışmalarında günümüze ulaşmış olan hemen hemen bütün önemli Arapça coğrafya yazmalarını yayımlayıp kısmen de Av­rupa dillerine çevirdiler Çağdaşlan Alois Sprenger; daha 1864 yılında 10. yüzyılda ya­şayan Makdisi'yi kitabının bir yazmasını Hindistan'da bulduktan sonra "yaşamış olan en büyük coğrafyacı” olarak ilan ediyordu. Daha sonraki etüdler gerçekten insan coğrafyasının 10. yüzyıl İslam dünyasındaki düzeyine Avrupa'da ancak 19. yüzyılda rastlanabildiğim kolaylıkla gösterebildi.

1875 yılından itibaren İslam doğal bilimler tarihi araştırmalarına Erlangen şehrinden Eilhard Wiedemann adlı fizik bilgini katıldı. Bu dinlenmek bilmeyen bilginin 1928 yılına kadar yayımladığı 200’den fazla etüdü bilimler tarihinde anıtsal bir yer alıyor İslam dünyası ona ne kadar teşekkür etse azdır Onun İslam kültür dünyasının bazı aletleri­nin modellerini ilk yapan kimse olduğunu anmayı bir borç biliyorum. Öğrendiğime gö­ne, onun yaptığı modellerden birkaçı Münih Müzesi’nin arşivinde muhafaza ediliyor

Oryantalistler birkaç yüzyıllık çalışmalarıyla Müslümanların bilimler tarihinde çok önemli bir yeri olduğunu göstermeye yetecek kadar önemli sonuçlara vardılar. Bu­nunla beraber bu yerin ne kadar büyük olduğunu gerçeğe yakın bir şekilde öğrene­bilmekten çok uzağız veya hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bu yolda birkaç adım ile­riye gidebilme amacıyla 1982 yılında Frankfurt Üniversitesine bağlı bir Arap-İslam Bi­limleri tarihi Enstitüsü kurduk. Çalışmalarımız esnasında, Müslümanlar tarafından ge­liştirilen ve icad edilen aletlerin modellerini yapmak düşüncesi doğdu; böylece ora­da bir müze ortaya çıktı. O aletlerin benzerlerinin bugün açılmakta olan çok büyük bir ziyaretçi kitlesi tarafından görüleceği ümidini taşıyor, onun bilimler tarihinin bütün insanlığın müşterek malı olduğu hususundaki temel düşüncemizi yansıtmak için müs­tesna bir yer olduğuna inanıyoruz.

DİPNOT

Prof. Dr Fuat Sezginin 24 Mayıs 2008 de İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesinin açılışında yaptığı

konuşma


Devamını Oku »

Sınır Tanımayan Teknoloji,Rabbini Tanımayan İnsan Üretiyor




SINIR TANIMAYAN TEKNOLOJİ, RABBİNİ TANIMAYAN İNSAN ÜRETİYOR

 

Prof.Dr. Teoman DURALI ile yapılan mülâkat

Konuşan: Ayşe ADLI


............


-3 G teknolojisi büyük gürültü kopararak hayatımıza girdi. Uluslararası terminolojide, 3 G’yi yoğun kullanan toplumları tanımlayan bir sıfat var: Ubiquitous; ‘her yerde aynı anda hazır ve nazır olan’ karşılığını veriyor sözlükler bu tanıma. Toplumlar, Tanrı’yı tanımlamak için kullanılan bir sıfatla niteleniyor. Sadece bu bile zihinlerin ve ruhların ne kadar karmakarışık olduğunu ortaya koyuyor sanki?

Bana artık kabak tadı veren bir deyimlendirmem var. Çağdaş medeniyete ‘İngiliz Yahudi Medeniyeti’ diyorum ben. Bu medeniyetin en önemli iddiası sömürü, ideolojisi ise sermayecilik yani kapitalizmdir. Sömürmek için aldatmak zorundasınız. Aldatmak için uyuşturacaksınız. Aklı uyuşturmak duygulara ağırlık vermek demektir. Aklın ürünü ‘düşünme’dir çünkü. Düşünmeyi bastırdığın ölçüde duygulara ağırlık veriyorsun.

 

-İnsanı akleden olmaktan çıkarıp hissedene dönüştürüyorsun…

Evet. His kötü müdür? Hayır. Aklın ve düşünmenin denetiminde kaldığı sürece duygu iyi ve hoş bir şeydir. Aklın kontrol edemediği duygular, biraz aşırı bir deyim kullanayım, insanı zinaya götürür. Ne diyor Kur’an, ‘Zina etme’ değil, ‘Zinaya yaklaşma!’ Çünkü yaklaşırsan dizginleyemezsin. Nedir onu dizginleyecek olan? Akıl. Bu sömürü düzeni düşünmeyi topyekûn durdurma kararında. Duygusunun esiri olan insan, nefsinin esiridir aslında. Düşünce insana mahsustur ve duygudan gelmez. Bu anlamda insan hayvandan neş’et eden bir evrim çizgisinin neticesi değildir. Cep telefonlarının insanlığa ne yararı olmuştur? Benim yok, neyim eksik? Arabam da yok. Lüzumlu mu? Değil. Bunu şuradan biliyorum. İnsanlar binlerce yıldır yol alıyor, yer değiştiriyor. Bugün İstanbul’dan Pekin’e 10 saatte gidiliyor. Marko Polo bir yılda gitmiş. Onun yaşadığı, gördüğü ve bunların kendisine kattığı zenginlikleri düşünün, bir de bugün yaşanan seyahatleri. Binlerce insan sürekli yer değiştiriyor. Ne oluyor sonuçta, ne değişiyor. Neye dönüşüyor bu hareket? Dönüştüğü şey şu: Dünyamızı mahvettik.

 

-Bir de biyoteknoloji meselesi var ki, insanlığı ölümsüzlüğe taşıyor sanki bilim adamları…

Ömrün uzaması falan söz konusu değil. Laf bunlar. 3 bin yıl önce yaşamış ve yüz yaşını devirmiş bir sürü adamın adını sayabilirim. Bugünse tanıdığımız adamların ortalama ömrü 60-70 sene. Hani ömür uzayacaktı? Bazı teknolojiler çok hayır getirmiştir. Tıp gibi. Ama aynı zamanda şer de getirmiştir. Adı ne olursa olsun teknoloji ürünlerinin hiçbiri bizi bir yere taşımaz.

 

-Bakış büyüdükçe önümüzde büyük gibi duran şeyler küçülüyor…

Bilmiyorum… Daha mı iyi görüyoruz. Şimdi Mevlana gelse buraya, oturup konuşsak o mu daha iyi bilir yoksa biz mi? 3 G’yi bilmiyor evet, mikroskobu da bilmeyecektir, fotoğraf makinesinden de haberi yoktur. Ne olacak yani? Zatına halel mi gelecek? 1990’larda gittiğimde Sumatra Ormanları’nda yaşayan insanların bu teknolojilerden hiç haberi yoktu, neleri eksikti? Tam aksine benden daha zengindiler. Mutluluksa amaç, onlar bütün bunlara erişmiş insanlardan katbekat mutlu. Aralarında cinsiyetlerin birbirine tahakkümünü görmedim. Erkek kadını dövmüyordu mesela. Evleri, yiyecekleri, tertemiz suları, tertemiz havaları var. Ve uyumlu bir insan ortamına sahipler. Avrupalı antropologların ‘ilkel’ dediği insanların en önemli özelliği çevreleriyle uyum içinde olmaları. Bugün nereye gidersem gideyim adam beni takip ediyor. En sevmediğim şey gözlenmek. Kaçabileceğimiz yer kalmadı. İslam’ın temel şartlarından biri mahremiyettir. Ama odanızın içine kadar giriyor, her şeyi görüyor ve dinliyor.

 

-Bir adım sonrasını da biyoteknoloji mümkün kılmıyor mu? Genetik uygulamalar sebebiyle bedenin mahremiyetinden söz etmek bile zor artık…

Aynen öyle, hiçbir mahrem alanımız yok ve açıktır ki mahremiyeti kalmayan birey robottur artık.

 

-Geriye ne kalıyor bu durumda?

Hiçbir şey… Bir mekanizmadan başka. Çağdaş medeniyetin yapmaya çalıştığı şey, insanı ‘organizma’dan ‘mekanizma’ya dönüştürmektir. Eflatun insanı üçe ayırıyor. Belden aşağı, göğüs ve baş. Belden aşağı; süfli, bayağı duyguları temsil ediyor. Göğüs; yüce duygulardır, yüreklilik, yiğitlik. Başta ise duygular durulur, düşünceye dönüşür. Bu sınıflamaya uygun olarak çağımızın medeniyeti belden aşağısını hedeflemiştir. Yeme, içme, karşı cinsle ilişki içinde olma, gezme tozma. Bunlar üzerinde yoğunlaşmıştır.

 

-Hazcı bir yönelim.

Sadece hazzı düşünüyor. Beden acısını giderecek bütün tedbirler alınıyor. ‘Ruh acısı’ derseniz ruh kalmadı ki acısı olsun.

 

-Bu hâlin nihilizmi tetiklediğini söyleyebilir miyiz?

Gayet tabii. Tam anlamıyla bir hiççilik var. Hiççilik ‘değer tanımamak’ demektir. Aslında 19’uncu yüzyılın hiççileri değer tanıyordu, en azından hiçliği bir değer olarak görüyorlardı. Bütün değerlere başkaldırma, bütün değerleri yıkmak isteme de bir değerdir. Bugün insanın bu tarafı da yok. Onun için düşünmesi lazım. Düşünme yok ki, ‘değerleri yıkıyorum’ diyebilsin. Çünkü bunu dediğinizde o hareket ve düşüncenizin gerekçesini araştırmanız, sizi oraya yönlendiren sebepleri bulmanız lazım.

 

-Din buna müsaade etmediği için mi karşısına kafa tutan bir ideoloji çıktı?

İlk isyan bayrağı sermayeciliğin erken dönemlerinde kiliseye karşı çekilmiştir. Katolikliği yıktılar önce. Nihayet 1789 ihtilal-i kebiriyle (Fransa) birlikte ruhban olmayan, ruhbanı ezmiş yok etmiştir. Frenleri patlattılar. Sermayeciliğin felsefesi ‘bırakınız ne dilerlerse yapsınlar’dır. Kapitalizm ve liberalizm iç içe yürüyen iki hadisedir.

 

-Peki, bozulmanın 5 asırda bu kadar ağır ilerlemesi üretim süreçlerinin yavaşlığıyla mı alakalı?

Dini ortadan kaldırmak zor bir iştir. Kolay olsaydı bizde kalkardı. İnsan ne zaman ortaya çıkmışsa din de o zaman çıkmıştır. İnsanların inançlarını özellikle öteyle ilgili inançlarını tanzim eden bütün nizamlar dindir.

 

-Kitapta geçen yüzyılı ‘sorun çağı’ olarak niteliyorsunuz. Bilim ve teknoloji açısından bakarsak sorun teknolojinin üretimi mi yoksa kullanımının zorunlu telakki edilmesi mi?

Kullanımının zorunlu hâle gelmesi üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Onsuz yaşayamıyoruz. Öyle hissettiriliyoruz. Bu bir zorlama işi. Çalıştığım yerde odama zorla soğutucu koydular. Benim bütün çocukluğum, gençliğim, orta yaş dönemim soğutucusuz ortamlarda geçti, yine sıcaktı. Dünyanın en sıcak yerlerinde dolaştım. Soğutucu yoktu. Şimdi neden onu ‘olmazsa olmaz’ gibi kabul ediyoruz.

 

-Siz ‘doğaya dost teknoloji üretilemez, teknolojinin olduğu yerde doğaya yer yoktur’ diyorsunuz. Fakat ‘soluduğumuz havadan çok teknolojiye ihtiyacımız var’ gibi bir algı oluşmuş durumda. Bu inancın önüne geçme şansı var mı?

Her şeyden önce çağımızda filozof bilim adamı diye bir şey yok. O çağ, 1950’lerden itibaren Einstein, Heisenberg, Heideger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle kapandı. Bugün, teknoloji üreten, teknisyenler, mühendislerdir. Bilimin tarifi bambaşka şimdi. Altında değil felsefe, bilim bile yok. Düşünceden temel alan bir üretim olmadığı için sınırlanması da mümkün değil. Günümüzde alınan tedbirlerde, sapılan yollarda bir neden etki bağıntısı kurulamıyor. Sadece mevcut sistem yürüyor. Dikkat edin ‘teknoloji, teknoloji’ deyip günde 5 sefer secde ediyoruz âdeta. Teknolojide son 60 -70 yıldır yeni bir şey yok. Batı klasik müziğinde bir laf vardır, ‘bir tema üzerine varyasyonlar yapılır’. Çeşitlemeler yapmaktan ibaret üretimleri. Telefonu Graham Bell icat etti. Bugün 3 G’ye kadar geldik. Temelde bir değişim var mı? Hayır, bir türevden, uzantıdan başka. Füze teknolojisi II. Dünya Savaşı’nda vardı. Almanlar oraya buraya attı. Bugün onunla Merih’e gitmeye çalışıyoruz. Çığır açıcı, yepyeni, bilinmedik ne var?

 

-Yakın dönemin en önemli teknolojik gelişmelerinden biri biyoteknoloji alanında yaşanıyor. Siz bunun atom enerjisinden bile daha tehlikeli olduğunu söylüyorsunuz. Bunun ne kadar farkındayız?

Bugünkü düzenin amacı insanı kontrol altında tutmak. Şimdiye kadar kontrol, eğitim, propaganda ve reklamla sağlandı. Buna lüzum kalmasın isteniyor. Mesela rejim kurup, Rusya’ya komünizm getiriyor. Sonra öngörülmedik bir kaza oluyor ve Stalin çıkıyor. İran’da Şah’ı devirmek için İslami duyarlılığı kaşıyor; ama Humeyni’yi öngöremiyor. Hitler’i de göremediler. Nasyonel Sosyalizm’in çıkışını ayarlayamadılar. Başlarına püsküllü bela kesildi. Bu örnekler tekrar etmesin isteniyor. Bu yüzden de kendi kontrolünde bir beşer istiyor.

 

-Bu süreç doğrudan müdahale ve kontrol altına almaya kadar gider mi?

Aynen öyle.

 

-İnternet üzerinden sistemlere sızan hackerların başka bir versiyonu âdeta… İnsan da aynı şekilde müdahaleye açık olacak mı diyorsunuz?

Evet, evet… Çipleri organik imal etme çalışmaları sürüyor. Şimdikiler mekanik, henüz organiği üretilebilmiş değil. Bunu ekecek ve dışarıdan yönlendirecek. Şimdi nasıl bizim bütün iletişimimiz bir merkezden yönlendiriliyorsa, sadece dinlemiyor adam aynı zamanda yönlendiriyor da… Bunu bireyden bireye yapacaklar.

 

-Bilim kurgu film senaryosu konuşmuyoruz değil mi, gelecek öngörüleri bunlar?

‘Bilim kurgu’ diye bir şey kalmadı, her şey imkân dâhilinde artık. Jules Verne’in bilim kurguları vardı bildiğim, onların da tamamı gerçekleşti.

 

-Peki, bir de içeriden bakalım meseleye. Müslümanlar olarak bizim bu üretim ve gelişmeler karşısında nasıl konumlanmamız gerekecek? Özellikle de din bilimleri alanında çalışan ilim adamları bu sorunlara cevap vermeye hazır mı?

Düzeni İslamileştirmediğiniz sürece bireysel çabalarla bir şeyi değiştiremezsiniz. İslami bir düzen kurduğunuzda teknolojiyi durdurabilir misiniz? Tek başına kalırsanız yine durduramazsınız, yarışmak zorundasınız. Sizi yer bitirirler. Ancak çok geniş bir sahada, İslami bir düzeni gerçekleştirirseniz buna imkân doğar. Büyük nüfusu, büyük coğrafyayı etkilemesi, ifsat etmesi kolay değil.

 

-Teknolojiyi kullanmamak mı, yoksa muhasebesini yaparak ihtiyaca binaen kullanmak mı çözüm?

İhtiyaca binaen kullanmak elbette. Ama ihtiyacın ne olduğunu doğru koymak lazım ortaya. Teknik her zaman vardı, din gibi. Teknoloji nedir? Felsefe, bilimin yöntemini ihtiyaçların karşılanmasına kullanmaktır. En kısa tarifi bu. Burada aklın, vicdanın buyruklarını yerine getirmek lazım. Vicdan Allah’ın sesidir, başka bir şey değil. Bunu kontrol edecek, ‘yeter’ diyecek bir güce, otoriteye ihtiyaç var.

 

-Böyle bir otorite mevcut mu?

Eskiden bizde âlimler vardı. Başka yerlerde ruhban vardı. Onlardan kalan boşluk doldurulamadı. İslami bir hayat tarzı kurulmadıkça dolmaz. Müslüman güçlü olacak, teknoloji üretecek ama kapitalistleşmeden yapacak bunu. Mesela bugün hükûmetin aşırılıklarıyla tütün kesildi. Çok aşırı idi bana kalırsa, Türk usulü, ‘vur’ dedin mi öldürüyor. Bu tarzı cep telefonlarına uygulasalar, kamusal alanda yasaklansa. Sigara dumanından daha zararlı, çünkü ışın var. Bugün görmüyoruz, yarın kanserler, zihinsel engelli çocuklar patlak verecek, o zaman karşılaşacağız gerçekle. Genetiğe de etki yapıyor olması lazım, radyo dalgaları.

 

-Din ve bilim ilişkisine gelsek. Sürekli din ve bilim birbirinin karşıtı imiş gibi sunuluyor ve bilim ideoloji gibi dine alternatif olarak sunuluyor.

Bilim ideolojileşince dinle çatışır; ama bilim, bilim olarak kaldığı sürece böyle bir şey mümkün mü? Suyun kaç derecede kaynadığını araştırmamı din yasaklamıyor. Dinle bilim çatışır mı, çatışır tabii; ama en üst katlarda. Dinin işi hayatı düzenlemektir. Bilim haddini şaşırırsa -ki çok ender olacak bir şeydir bu-orada din müdahale eder. Ama bunun örneği yok denecek kadar az. Hıristiyanlıkta olmuştur. Çünkü kilise bir kurumdur. Ben Allah’ın bilgisine rakip olamam, gördüğümü söyler, görmediğimi ona havale ederim.

 

-Problem Allah’a rakip olma hırsı mı?

Tabii. Özellikle de bilimsel olarak kanıtlayamayacağım insanın türeyişinde. İnsanı hayvandan türetmek müthiş bir kafa tutuculuk. Allah kendi zatına uygun yaratmış. Ruhundan üflemiş, bir yerlerden getiremezsin. Zaten bütün dert o ruh, onu bir yok ettik mi gerisi çok rahat olacak.

 

-Hayvanın tabiatına teknoloji vasıtasıyla müdahale edileli çok oldu, bitkilerle oynandı. Toprakla, arzın yapısıyla. Ve şimdi biyoteknoloji, insanı hedef alıyor. Tek değişen mahlukun yapısı mı, toplumlar da nasiplerini alıyor mu bu süreçlerden?

Sadece sömürülen yıpratılıp yok edilmiyor, sömüren kendi sonunu da hazırlıyor. Buna ‘yabancılaşma’ diyoruz. İnsanın zatına yabancılaşması. Üretmek ibadettir. İbadetin maksadı insanı üreticiliğe alıştırmaktır. Bana gençler çok sorar. ‘Neden varım?’ diye. Görev yapmak için derim. Hepimize bir ödev verilmiştir. Onun için varız. Birinci ödev kâinatta Allah’ı temsil etmek. İkinci ödev birbirini kollamaktır. Bunu şaşırdığın anda her şey çığırından çıkar ve bugünkü tablo oluşur.

 

-Düşünce dünyası, fiziki dünya bu kadar altüst olmuşken hukuk ne durumda? Yeni sorunlara verecek hukuki karşılıklarımız var mı?

Ahlakın olmadığı yerde hukuk da olmaz. Düşünce dünyası zayıfladığında kavramlar çoğalır, düşünme bulanır. Bugünkü dünyada bunu görüyoruz, çok karışık, içi boş kavramlar var ortada. Hukuk; matematik, fizik gibi çok düzgün, açık, belirgin bir sahadır. Kavramları çok açık biçimde tarif edilmeye muhtaçtır. Hâlbuki bugünkü kavramlar muallak, karanlık. Bir sürü şey söylüyorsunuz. Demokrasi, insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları… Sağlam bir hukuk felsefesinin tek kavramı adalettir. Adalet bütün sorunları çözmeye muktedirdir. Bir şeyin layık olduğu yerde bulunmasıdır adalet.

------------------------------------------------

Aksiyon / 28 Eylül 2009

Devamını Oku »

Teknolojik Değişme ve Kültür

Teknolojik Değişme ve Kültür

Kültür, maddesi ve biçimi ile, bir toplumun gerçekleştirdiği hayattır. Bu oluşumun iki unsuru vardır, toplumun inanç yapısı ve hayatın maddesi yani malzemeleri. Toplum sahip olduğu inançların belirlediği ölçülerle hayatın malzemelerini kavrar, değerlendirir, sıralar ve belli bir biçimle hayatına katar. Böylece o malzeme kültürel bir olgu haline gelir.

Teknoloji, doğuşu itibariyle kültürün inanç yapısı ile yakından ilgilidir; büyük ölçüde onun tarafından biçimlendirilir, yönlendirilir. Ancak, sonuçları itibariyle teknoloji hayatın maddesindendir; hayat malzemeleri üretir. Bu bakımdan, teknolojik değişmeler hayatın maddesini değiştirirler; bununla birlikte üslûp değişir yani kültür değişir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur; hayat yani kültür değişir, ama kültürün mukaddesleri, iman yapısı değişmez. Yine ayni imandan doğan değer ve ölçülerle değişen malzemeler kavranır, değerlendirilir, işlevi belirlenir ve kültürün içindeki yerine konulur. Kültürün mukaddesleri dediğimiz, insanın bağlandığı, dünyaya bakışını ve kendi yerini belirleyen inançları ve gerçekleştirmekle yükümlü olduğuna inandığı gaye değerlerdir; bunlar hayatı değiştirirler biçimlen­dirirler ama kendileri değişmezler. Hayatın maddesi­nin değişmesi ile değişecek olan, ikincil ve vasıta de­ğerlerdir.

Kültürün ateşli, yaratıcı dönemlerinde kültürel olgular böyle gerçekleşir. Bunu bir iki örnekle açıkla­yalım: Bizim imanımızın belirlediği temel değerlerden biri, insana saygıdır. Bu temel değerin tezahür ettiği ikincil değerlerden biri misafirperverliktir. Yüz yıl ön­ceki hayatımızda konukseverliğin olağanüstü diri ve çok önemli bir değer olarak yaşadığını görüyoruz. Bu­nun bir temeli, imanımızın bize emrettiği insana saygı değerine bağlı oluşumuzdur. İkinci temeli, hayatın maddesinin bunu gerektirmesidir. O zamanki şehir, köy ve kasabalarımıza baktığımızda, yolcuların konak­layabilecekleri yer sayısının yok veya çok sınırlı oldu­ğunu görürüz. Tanrı misafiri, kaideten, başka çaresi olmadığı için kapımızı çalan insandır. Hayatın bize sunduğu malzeme budur: yoldan gelmiş, yorgun, belki karnı aç insan. Bizim imanımızın temellendirdiği insa­na saygı tutumumuz, bu insanı aç ve açıkta bırakamaz; ona, baş üstünde yer göstererek ağırlamaya koyulur. Yolculuk imkânları benzer olan toplumların konukse­verlikleri hep ayni değildir; çünkü insana saygıyı te­mellendiren iman sistemleri farklı farklıdır. (Bu açık­lamaları yaparken tiplemeler yaptığımızı ve etkili olan diğer bazı faktörleri dikkate almadığımızı bilmeliyiz. Böylece oluşumun ilkesi daha açık ortaya çıkmakta ve kolay kavranabilmektedir.)

Zamanla ve teknolojik değişmenin katkılarıyle hayatın maddesi değişmiş, ekonomik ve sosyal hare­ketlilik artmış, konaklama işi önemli bir hizmet sektö­rü olarak teşekkül etmiştir. Şimdi artık, şehirlere ya­hut kasabalara giden insanlar kimsenin kapısını çalmak gereğini duymadan, kimseyi rahatsız etmeden ko­naklama imkânı bulabilmektedirler. Hayatın madde­sindeki, malzemelerindeki bu değişme tabii olarak, in­sana saygı hassasiyeti devam ettiği halde, misafirper­verlik değerini ve onun çevresinde oluşan bir takım kültürel olguları daha geri planlara çekmiştir. Ancak köy gibi, konaklama hizmetlerinin ticari bir sektör ola­rak gelişmediği yörelerde konukseverlik yine benzeri bir dikkat ve hassasiyetle devam etmektedir.

Bu gelişmeler içinde kültürün verdiği insana saygı inancı, başka hayat alanlarında tezahür etmeye ve yeni ikincil değerler yaratmaya başlamıştır. Bunu, yabancılara karşı hoşgörülü ve sıcak davranmaktan, sosyal adalet kavramının yerleşmesine ve vakıf çalış­malarına kadar çeşitli alanlarda görebiliriz.

Kültürün yaratıcılığını kaybettiği soğuma dö­nemlerinde ise teknolojik değişme ve kültür ilişkileri­nin değişik tezahürleri olur. Bir kere, kültür yaratıcılı­ğını kaybetmiş olduğundan kendi teknolojisini ürete­mez, değiştiremez; yabancı kültürlerde oluşan tekno­lojik değişmeleri almak zorundadır. Ancak, yabancı kültürlerin ürünü olan teknolojiyi kabullenmekte zor­luk çeker. Aldıktan sonra, kendi kültüründeki hayatındaki yerini belirlemede, işlevini düzenlemede zor­luk çeker. Bu zorlukların yarattığı çelişkiler kültürün iman yapısını, mukaddeslerini zedeler, zayıflatır. Di­ğer bir ifade ile değişmemesi gerekenleri değişmeye zorlar. Yani, yaratıcı dönemlerde teknolojik değişme­ler daha çok üslûp değişmelerine yol açtığı halde, so­ğuma dönemlerinde inanç yapısını, bakış, kavrayış bi­çimlerini de değiştirebilir.

Nevzat Kösoğlu - Türk Kimliği ve Türk Dünyası
Devamını Oku »

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin,(yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!”demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.

Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma”şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu… Bizim Haya kavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?

Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.

Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı yok mu acaba?

İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük problemlerle yüz yüze… Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.

Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Sanat ve Kültür

Sanat ve KültürSanat bir kültürün en hususî, açıkça belli ve kendine mahsus ifade biçimlerinden biridir. Sanatın mâhiyeti hakkında çağdaş in­sanlığın pek fazla şuurlu olmadığı ve sanatı yerli yerinde ve hakîkî gâyelerine uygun biçimde kullanamadığı kanaatindeyim. Sanat, ta en başından beri, dinden ilham almış, ekseriya dine hizmet et­miş; ve din (yahut beşeriyetin hayatı hususunda geniş bir vizyon, bir dünya görüşü) tarafından biçimlendirilmiştir. Ta ki, değerler dünyasının parçalandığı ve müşterek bir değerler felsefesinin kal­madığı, modem zamanlar dediğimiz, son üç dört asra gelinceye ka­dar. Batı dünyasında dahi vaziyet böyle idi.

Modern zamanlar, insanı bir sanayi cemiyetinin dişlileri ara­sında öğütmüş ve değerler dünyasını dahi un-ufak etmiştir. Bugün­se modern devirlerin azgın ferdiyetçiliğinden ve değersiz, inançsız “scientism”inden (bilimsici saçmalıklardan) bıkmış usanmışız ve “televizyon” marifetiyle, elimizdeki kumanda âletinden değil, “çok daha uzak mahreçlerden kumanda edilerek aktarılan sözde viz­yonların” kargaşasından aptallaşmış ve şaşkın bir vaziyette kala­kalmış bulunuyoruz.

Bu sebeple eski kültür dünyasının bazı hususiyetlerine dik­kat çekerek, sanat meseleleri için temel teşkil edecek, kısa bir giriş yapmak istiyorum. İptidâî kültürler, kültürel faaliyet alanlarının yüksek seviyeli entegrasyonu (bütünlüğü, kaynaşmışlığı) bakımın- dikkate değer bir misal teşkil ederler. Orada, bir faaliyet, aynı zamanda cemaatin ekonomisine, politikasına, tekniğine, esâtîrine,dinine ve sanatına ait olabilir. İptidâi kabilelerin âyinlerine dikkat edin. Orada dinî ritüeller, âyin ve sanat içiçe olmakla kalmazlar, ay­nı zamanda, topluluğun diğer ihtiyaçlarına dahi hizmet eden fonksiyonları vardır. Çünkü iptidaî kültürler medeniyetler gibi kozmo-polit değildirler ve beşerî faaliyetler işbölümü ile farklı kompartmanlara yerleşmemişlerdir.

Esasen, teknolojinin, ekonominin, ya­hut başka bir görünüşü ile zenaatların nerede başladığım tayin et­mek, modem zamanların fabrikasyon imalatına gelinceye kadar, son derece zor bir iştir. Toynbee’nin dediği gibi, “Sanat hiçbir in­sani ihtiyaç veya faydaya hizmet etmezse hayat da yoluna sanatsız devam eder.” Elbette sanatın karşılayacağı ihtiyaç yahut fayda, ruhî olmalıdır. Sanat çoğu zaman dine hizmet etmiş ve din­den ilham almıştır: Zira din insanın temel meşgalesidir. Dinin ol­madığı yerde vizyon da olmaz, kültür de olmaz. Bütün kültür­ler dindardır. Bu bizi medeniyetin niçin kozmopolit ve dinsiz ol­duğu meselesine getiriyor.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Modern Kölecilik

Modern KölecilikAslında kölelerden çok daha fazla istismar edilen kitleler çıktı ortaya. Bugün bir köleden daha kötü bir vaziyette çalışan insanlar var. Kölelerin karnını doyurmak zorunda idi efendileri; modern patronlar karnını doyuracak kadar da ücret vermezler. Eski Yunan’ı hatırlayalım: Köleler çalışıyor; efendiler felsefî gevezelikler ve benzeri işlerle vakit öldürmeye çalışıyorlardı. Köleci cemiyet yapısı açıkça gayri ahlakidir ve kabul edilemez.Lakin modern dünyada eskisinden çok daha fazla terakki eden bir medeniyet sayesinde,çok daha yüksek bir alicenation ratiosu(yabancılaşma nisbeti) ve sosyal adaletsizlik var.Ancak, insan köleler yerine robot kölelerin geçtiğini hayal etmek mümkündür. Ve robotlar makinadan ibaret olduklarına göre, makinaların istismarı da bir sosyal adaletsizlik veya ahlâksızlık değildir.


Demek oluyor ki, sosyal adaletsizlik probleminin hâl çaresi olarak, humanoid robotların kölelerin yerine geçtiği bir sosyal organizasyon şeklini, yani ‘federalist ve köleci’ bir cemiyet yapısını,problemin yegâne çözümü sayıyoruz. Başkalarının emeklerine muhtaç olduğumuz ve emeği satın almak zorunda kaldığımız müddetçe, Marksist literatürdeki tabirle, “emeğin yabancılaşması” neticesinde doğan sosyal adaletsizlik ve istismar neticesinden kurtulmak mümkün değildir. Marx’ın komünizmi dahi, bütün cemiyetin köleleştirildiği ve devletin putlaştırıldığı bir sistem olarak, insan haysiyetine yakışmaz. İnsan karınca değildir; cemiyetin kölesi de olmamalıdır. Unutmayalım ki, bir tek dâhi milyonlarca şapşaldan daha değerli olabilir. Daha mutedil bir hâl çaresi olarak, anarşistlerin teklif ettiği federalizm ve meselâ Henry George’un ‘Tek vergili İktisadî sistem’i gibi sistemler dahi, sosyal adaletsizlik meselesini halledememiştir.

Şu hâlde, bu problemin yegâne ahlâkî hâl çaresi olarak robot ! teknolojisindeki gelişmelere, bir humanoidin inşa edilebilmesine intizar etmeye mecburuz. Humanoid köleleri geliştirmek ve ona göre bir sosyal organizasyon şeklini (eski köleci cemiyetlere benzeyen bir işbölümü tarzını) gerçekleştirmek zorundayız. Aksi takdirde, sosyal adaletsizlik problemi baki kalacaktır. Bu vaziyet ortadan kalkmadıkça da, ‘hukuk, iktisat, demokrasi, hürriyet* gibi mefhumlar aldatmaca, laf-ı güzaf olarak kalmaya mahkumdur. Böyle bir dünya kabul edilemez. Ve unutmayalım ki, modern teknoloji sayesinde, ‘güçlü olmak’ aldatıcı olabilmekte, bazen tek bir insan dahi bütün bir cemiyete meydan okuyabilmektedir. Böyle bir dünya ilânihâye sürüp gidemez. Çünkü sosyal adaletsizlik bir vâkıadır ve bu ortadan kalkmadıkça da, dünyanın akıbetinin ne olacağı pek belli olmaz. Bir gün bir terörist, nükleer bir bomba ele geçirirse ne olacak? Ki bugün, bunun malzemesi kaçakçılar tarafından pazarlanan bir metadır.

Prof.Şahin Uçar,Kültür ve Sanat Yazıları

Devamını Oku »

Teknoloji ile Gelen Modern Hayat ve Öncesi

Bilim ve teknoloji 20. yüzyılın ortalarına kadar bir fatih edasıyla toplum hayatında yer etti. Modern bilimin  doğduğu 17. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına kadar  dünya ölçüsünde eskiye galebe çalan bir yeniden sözedilebiliyordu. Fakat modern hayat katettiği her merhalede insan hayatını öylesine değişikliğe uğrattı ki bilim ve teknolojinin güdümüne girmeden yaşanılan zamanlar hatırlanamıyacak kadar geride kaldı ve bir yaşama biçi­mi olarak modem öncesi hayat tümüyle ortadan kalktı.

İşte bu safhasında bilim ve teknoloji artık yenileştirici, yeni ve parlak ufuklar açıcı vasfını kaybetti, muhafaza­kâr ve kendi iktidarını korumak için baskı yapmaya muhtaç bir kuvvet niteliği kazandı.

Günümüzde bilim ve teknoloji alanındaki yenilikler sona ermiş değildir, tersine bu yenileşmenin hızı öylesi­ne artmıştır ki insanlar günden güne yenileşmenin boşu­na bir çaba olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Bilimsel-teknolojik devrimden önce sanayi, geleneksel yaşama biçimlerinin yerine endüstri toplumunun şartlarını getir­mek gibi sade sayılabilecek bir hedef sahibiydi. Fakat bugün herhangi bir teknolojik araç veya bir fabrika 5-6 yılda modası geçmiş hale gelebilmektedir. Bu değişme de bilimsel-teknolojik alanda insan bilgisinin sürekli ve hızlı biçimde artmasıyla sağlanmaktadır. Bu bakımdan araştırma, laboratuvar çalışması, teorik hazırlıklar top­lum düzenlemesinde birinci sırada bir önem sahibi ol­muştur. Ne var ki araştırmacılık düzeyindeki teorik ça­lışmalar bilimsel-teknolojik bilgi piramidinin en üst katı­nı oluşturur. Uygulamanın yerine getirilmesi, uygulama­ya konmuş aygıtlar kompleksinin çalıştırılması ve ko­runması da ayrı ayrı bilimsel-teknolojik bilgiyi gerektirir.

İşte, bu vasfıyla bilimsel-teknolojik toplum, eğitimi kendi sağlığı için kaçınılmaz unsur kabul eder. Bir bakı­ma modern toplumun yumuşak kamı "bilgi," bilimsel- teknolojik bilgidir. Modern toplum bu bilgi olmaksızın hem maddî varlığını idame ettiremez, hem de bilimsel- teknolojik bilgiye sırt çevirmek bu toplumu çökertebile­cek bir tavır olarak anlaşılır. Eğer insanlar bilimsel ve teknolojik teçhizatlanmanın boşunalığı konu­sunda bilinç ve karar sahibi olursa çarkların dönmeme tehlikesi vardır.Yalnız bu kadar değil, bilim ve teknoloji dini, tapınaklarını ayakta tutacak müminlerden, sadaka ve kurbanlardan mahrum kalır. Bu ise, modern toplu­mun boşluğa yuvarlanması demektir.

Bu yönüyle düşünüldüğünde modern endüstri ötesi toplumun iplerini ellerinde tutan çevrelerin, elektronik çağın hakim unsurlarının geniş halk yığınlarını bilgisiz, "cahil" bırakmaktan son derece korkacaklarını söyleyebi­liriz. Daha çok insan bilimin ve teknolojinin önemine inandırılmak, daha çok insan aygıtların korunmasına, onların işletilmesi ve geliştirilmesi eylemine inandınlmalı, daha çok insan aygıtların korunmasına, onların işletil­mesi geliştirilmesi eylemine katılmalı ki düzen işleyebil­sin.

Gelişmiş denilen, bilimsel-teknolojik iktidar sahibi toplum güçlerini korkutan halk yığınlarının günden gü­ne bilgilenmeleri değil; birgün "bu gelişme niçin" diye sormaları ve hayatın anlamını gelişme, refah, zenginlik dışı bir alanda arama ihtimalleridir.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »