'Tarihi Teknoloji' Sergisi,Islam Dünyasının Ortaçağını Aydınlatıyor



Prof.Dr.Orhan Okay

1 Ağustos 2004

TOPKAPI Sarayı’ndaki “Minyatür Salonu” çok dikkate değer bir sergiye sahne oluyor. Bundan beş yüz ilâ binikiyüz yıl Önce, şaşılacak bir zekâ ve meharetle tasarlanmış, uygulanmış birtakım mekanik âletler, konuya ilgi duyan seyircilerin hayret dolu merak ve tecessüs bakışlarını bu objeler üzerine çekiyor. Beşyüz veya altıyüz ilâ binikiyüz yıl öncesi, Avrupa kıtasının karanlık Ortaçağ’ını içine alan bir dönemdir. Doğu’da ise İslâm dünyasında yükselmekte olan tefekkür ve ilim güneşinin aydınlattığı büyük bir coğrafya oluşmaktadır.

Sergi, bu coğrafyada ilim adamlarının, birtakım ince hesaplarla tasavvur ettiği, eserlerinde çizimlerini yaptığı, belki büyük bir kısmını da pratik uygulamaya koyduğu yüzlerce mekanizmadan bir bölümünü sergiliyor. Bu âletler, döneminde kaleme alınmış veya daha sonraki yüzyıllarda istinsah edilmiş yazma eserlerdeki tariflerden ve çizimlerden faydalanılarak günümüzde yeniden imâl edilmiş. Bunlardan sadece bir kısmının sergilendiğini söyledim. Aslında imâl edilenler de bilinen, bilinmeyen yazma eserlerdeki örneklerin bir kısmı.

Bunların da dışında kaybolmuş, nice yangınlara maruz kalarak zayi olmuş pek çok elyazmasında daha başka alet çizimlerinin bulunabileceği, şüphesiz birçoklarının da kitaplara girmemiş olabileceği düşünülürse İslâm Ortaçağı’nın zengin bir teknoloji devri yaşamış olduğunu tahmin etmek güç olmaz.

Teşhir edilenler arasında basit görünüşlü olanlardan dönemine göre oldukça teferruatlı ve karmaşıklarına kadar zannederim elli kadar âlet var. Pusulalar, çıkrıklar, suyun nakli, özellikle yükseğe çıkarılması için su dolabı dediğimiz basit çarklar ve daha karışık mekanizmalar, sıvıları damıtma ve yoğunluklarını ölçme teknikleri, uzun deniz yolculuklarında astronomi bilgisi yardımıyla yol bulma âletleri, gökyüzünde güneşin, gezegenlerin hareketleri ve birbirleriyle ilişkileri, çeşitli operasyonlarda kullanılan birtakım tıbbî âletler... Bütün bunlar bahsettiğim yazmalardaki tarifler ve çizimler dikkate alınarak ahşaptan ve metalden imal edilmiş. Birçoklarının üzerlerinde çizgi ve rakamlarla gösterilmiş ölçümler, belli ki ince ve hassas birtakım hesaplara göre yapılmıştır. Bazılarında bir düğmeye, bir manivelaya dokununca bütün mekanizma harekete geçiyor.



Çizimlerinden ve tariflerinden faydalanılan bu ilmî eserlerin orijinal yazmalarının birçogu Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde ve diğer kütüphanelerde ve Osmanlı hakimiyetinde kalmış memleketlerin kütüphanelerinde bulunuyor. Salonda onlardan bazıları da ilgili sayfaları açılmış olarak teşhir ediliyor. Böylece seyirci yazmadaki şekil ile yeniden imâl edilmiş âletleri mukayese edebiliyor.

Avrupa’nın bazı şehirlerinde teşhir edilen, ümit ederim ki bundan sonra da dünyanın başlıca şehirlerinde teşhir edilecek olan sergi, Almanya’da Frankfurt Üniversitesi’nde bulunan “Arap ve İslâm İlimleri Tarihi Enstitüsü”nün uzun yıllar boyunca araştırma ve çalışmalarının bir ürünü.

Bu Enstitü’nün başında bir Türk profesörünün bulunduğunu Türkiye’de kaç kişi, hatta kaç aydın biliyor? Hayattaki insanları mübalağalı sıfatlarla anlatmaktan hoşlanmam. Bunun, benim kadar, gerçekten büyük olan o insanlara da sıkıntı vereceğini bilirim. Ama bu sergi vesilesiyle bahsettiğim enstitünün müdürünü, maalesef birçok Türk aydının bilemediği, hatırlamadığı Fuat Sezgin’i birkaç cümle ile tanıtmak isterim. Zira Türkiye’deki biyografi kitaplarında, ansiklopedilerde bu dünya çapındaki ilim adamımızın adını arayacaklar hayal kırıklığına uğrarlar.

Deha seviyesinde olağanüstü bir zekâsı ve ondan daha şaşılacak derecede bir çalışma gücü olan Fuat Sezgin, 1960 sonrasında 147’ler olayı diye bilinen tasfiyede üniversite dışında bırakılan ilim adamlarımızdan biridir.

Bu olayla beraber, o tarihten daha önce ve sonra Türk üniversitelerinden çeşitli sebeplerle uzaklaştırılmış, ayrılmak zorunda bırakılmış kızgın, kırgın, küskün ilim adamlarımızı yurtdışına kaçırmamış olsaydık Türkiye’de bugünkü pek çok üniversiteden daha seviyeli kaç üniversite kurulabileceğinin hesabını acaba yapan olmuş mudur? Fakat meseleye bir başka açıdan bakıldığında Fuat Sezgin ve benzerlerinin yurtdışındaki üniversitelerde, enstitülerdeki faaliyetleri dikkate alınınca da bunları Türkiye’de, Türk üniversitelerinde uygulayabilmenin ne gibi bürokratik ve belki daha önemlisi etik ve politik engellere takılacağını da düşünmek gerekir. O zaman onu ve onun gibilerini üniversite dışında bırakanların belki de sonuçta memlekete değilse bile insanlığa iyilik ettiklerini itiraf etmek gerekir. Acı bir paradoks.

Benim ilk tanıdığım zaman, 1950’lerde genç bir asistan olarak İstanbul Üniversitesi İslam Tetkikleri Enstitüsü müdür muavini olan Fuat Sezgin’in o yıllardaki hedefi, Alman şarkıyatçısı Brockelmann’ın yakın yıllara kadar çok önemli bir kaynak olan Arapça eserler kataloğunu aşacak bir eser ortaya çıkarmaktı. Fuat Sezgin bu maksatla Türkiye’deki bütün yazma eserleri eksiksiz bir taramadan geçirdiği gibi her fırsattan yararlanarak hemen bütün dünya ülkelerine de seyahat ediyor, ilim dağarcığını zenginleştiriyordu. 147’ler olayından sonra mecburen yurtdışına gittiği ve yerleştiği Frankfurt Üniversitesi’nde de aynı yönde çalışmalarına devam etti.

Nihayet 1967'da Hollanda’da Brill Yayınevi tarafından çıkarılan ilk cildiyle, Arapça Yazma Eserler Tarihi gün ışığına çıkmış oldu. Yirmi cilt olarak tasarlanan eser şu anda 12. cilde kadar gelmiş bulunuyor. Ekleriyle beraber beş ciltlik Brockelmann beşbin sayfa civarında iken, Sezgin’in sadece bugüne kadar çıkmış olan 12 cildi yedibin sayfayı buluyor.(Brockelmann’ın başlangıçtan 19. yüzyıla kadar yaptığı taramaya mukabil Sezgin’in çalışmasının sadece 11. yüzyıla kadar olan yazmalar üzerinde oluşu ayrıca dikkate alınmalıdır.)

Her cildin mukaddimesinde ilim tarihiyle ilgili olarak verilen bilgiler, bazıları büyük çapta bir monografi seviyesinde olan biyografiler çalışmanın değerini artırmaktadır. (Fuat Sezgin’in bu eserini daha yakından tanımak isteyenler DİA İslâm Ansiklopedisi’nin 14. Cildinin 37-38. sayfalarına bakabilirler.) Bu eserinden dolayı Fuat Sezgin, Türkiye dışında önemli ödüllere de lâyık görülmüştür. Türkiye’de ise pek çok ilmî esere, makaleye, ansiklopedi maddesine referans olmakla beraber resmî, akademik, üniversiter bir ilgi gösterildiğini bilmiyorum. Umarım gözümden kaçmıştır.

Bu arada öğrencilik yıllarımda Fuad Bey’le yakınlığımız dolayısıyla benim meslek hayatımdaki önemli bir kırılma noktasını da yazmalıyım. Öğrenciliğimin ilk yıllarından beri tanıştığımız, son sınıflara doğru daha da candan dost olduğumuz Fuat Sezgin’den mezuniyetime yakın bir teklif geldi. O sıralarda İslâm Araştırmaları Enstitüsü kurulmuş, müdürlüğüne Zeki Velidi Togan getirilmişti ama Enstitü’yü asıl idare eden, problemlerine hâkim olan müdür muavini Fuat Sezgin’di. Bir yıl önce de doçent olmuştu.

Bana Enstitü kadrosunda asistan olmamı teklif etti. Kendimi birdenbire beklemediğim farklı bir alanda tasavvur ettimse de fazla düşünmeden kabul ettim. O sırada Arapça ve Farsçam de epeyce iyiydi. 1955 yılı Şubat’ında mezun oldum. Herhâlde o yılın Mart ayı içinde açılan imtihanı kazanarak asistanlığımın ilk basamağına adım atmış oldum. Hatta hemen arkasından doktora için kaydımı da yaptırdım.



Enstitüde henüz resmen doktora programı bulunmadığından geçici olarak Müdür Zeki Velidi Tagan’ın kürsüsüne, yani Umumî Türk Tarihi’ne kaydolmuştum. Fuat Bey benim için bazı projeler üzerinde düşünmeye başladı. Kendisi Buharî’nin kaynakları üzerinde çalışmıştı. Bana aynı metodla “Müslim’in Kaynakları” konusunda bir doktora konusu verecekti. Gelgelelim, mezun olunca açıkta kalmayıp öğretınenligim garanti olsun diye girdiğim Yüksek Öğretmen Okulu dolayısıyla 6 yıl mecburi hizmet beni bekliyordu.

Bu gibi durumlarda üniversitenin isteği üzerine mecburî hizmetin o üniversiteye devri için Milli Eğitim Bakanlığı’nın muvafakati gerekiyordu ve çok defa da devrediliyordu. Nedense benim için bu istek gerçekleşemedi. Her zaman olduğu gibi güçlü bir aracı arandı. O sırada iktidardaki Demokrat Parti’nin Ağrı milletvekili, çevresinde sözü geçen, üstelik bir akademisyen (eski Türk edebiyatı doçenti] olan Kasım Küfrevi araya girdiyse de işe yaramadı ve ben Öğretmenliğe başladım.

Yaz tatillerinde İstanbul’a geldiğimde Fuat Bey"le buluşup görüşüyorduk. O uzun zaman asistanlıgum ümit etti ve teşebbüslerde bulundu. Hatta Erzurum’daki asistanlığımın ilk yılında konu bir daha canlanmıştı. Fakat bu defa hocam Mehmet Kaplan istekli görünmedi. Erzurum’da kendisinin kurduğu bölümde, kendi alanı için aldığı asistanının böyle kısa bir zaman sonra ayrılmasını belki de haklı olarak istemiyordu.

Derken 1960 askerî darbesi oldu, ihtilâlin tozu dumanı içinde bir süre sonra üniversiteden atılan 147 öğretim üyesi arasında Fuat Sezgin de vardı. Benim asistanlığım konusu da bir daha aşılmamak üzere kapandı. Fuat Bey de Frankfurt Üniversitesi’nden aldığı bir davetle Almanya’ya gitti, gidiş o gidiş...

Bu hadisenin benim meslek hayatımda önemli bir kırılma olduğunu söyledim. Eğer asistanlığım gerçekleşseydi, Fuat Bey’in düşündüğü gibi bir hadis külliyatının kaynakları üzerinde çalışsaydım, o enstitü bugün ha var ha yok hükmünde olduğuna göre hadis hocası olarak bir ilâhiyat fakültesinde mi olurdum? Yoksa 27 Mayıs dolayısıyla 147’lerden birinin yanında çalışmış olmaktan dolayı benim de başıma bir iş mi gelirdi? Kaderin etrafımızda nasıl bir ağ ördüğünü bilemiyoruz ki.

Fuat Sezgin’in, şimdi teşhir edilmekte olan âletlerle ilgili çalışmalarından, doğrusu son birkaç yıl öncesine kadar benim de haberim olmamıştı. Şüphesiz yukarıda bahsettiğim katalog çalışmaları sırasında doğmuş bir fikir olmalıdır. Bu serginin ruhu, bilim tarihine olduğu kadar, Avrupa Rönesansı hakkındaki yanlış bilgilere de yeni bir yön vermektedir. Bu ruh, Ortaçağ’da İslâm teknolojisinin, Rönesans’a büyük kapılar araladığını, tahminlere veya birtakım hamâsî ve spekülatif bilgilere değil, somut delillere dayanarak göstermektedir. Serginin Batı ülkelerinde de gösterilmesi sonucunda, Avrupalıların İslâm medeniyeti hakkındaki görüşlerine de daha açıklık gelmiş olmalıdır.

Ancak bu gerçeğin ortaya çıkmasında yine 19. yüzyıl başlarından itibaren bazı Avrupalı şarkıyatçıların emeklerinin de gözardı edilmemesi gerekir. Nitekim bu hususun ihmal edilmediği, onlara da kadirşinaslık borcunun açıkça ödenme gayretinde olunduğu, serginin çıkışında okuduğumuz şu satırlar göstermektedir:

“Eğer Müslümanlar son yüz, özellikle son elli yıl zarfında kendi kültür dünyalarının bilimler tarihinde büyük daha doğrusu çok büyük bir yeri olduğu bilincini edinmeye başladılarsa bunu, hayatlarını doğal bilimlerin araştırmasına adayan birçok büyük oryantaliste borçludurlar. İslâm dünyasının 800 yıl kadar süren yaratıcı katkısını tanımayan veya tanımazlıktan gelen yapmacık “Rönesans" tasarımının tarihsel gerçeğe tamamen aykın olduğu düşüncesini Herder, Goethe, Humboldt gibi büyük hümanistlerin savundukları sırada, Müslümanların daima minnetle anacakları bir grup oryantalist Arapça doğal bilimlerin etütleriyle ortaya çıktılar.”

Bu cümlelerin altında kendilerine minnet duyulan Avrupalı 14 şarkıyatçının adı sıralanmaktadır.Tarihe, bilim tarihine, teknik âletlere meraklı olanlara, özellikle de fen ve teknik alanlarda araştırma yapan bilim adamlarımıza, matematikçilerimize, fizikçilerimize, mühendislerimize, tıb tarihine ilgi duyan tabiplerimize ağustos sonuna kadar açık kalacak olan sergiyi muhakkak görmelerini tavsiye ederim.(6)

Prof.Dr.Orhan Okay - Silik.Fotoğraflar,syf.172-178

Dipnot:

6-Sergide gösterilen objeler bugün daha geliştirilerek programlı bir şekilde Gülhane Parkı içindeki Islam Teknolojisi Müzesi'nde teşhir edilmektedir.

Devamını Oku »

İslam Bilimlerinin Avrupa'ya Etkisi Büyük Oldu



İslam Bilimlerinin Avrupa'ya Etkisi Büyük Oldu

Prof. Dr. Fuat SEZGİN

Kıymetli Misafirler!

Tarih anlayışının yeterli bir gelişme göstermeye başladığı asırlardan itibaren birçok in­sanın zaman zaman şu veya bu aletin veya cihazın nerede ve ne zaman ortaya çık­tığı yönünde kafa yorduğu ihtimaline bir gerçek nazarıyla bakılabilir Tarih bilimi, ge­nelde ve çok uzun bir süre politik, askeri ve bir dereceye kadar da iktisadi olay ve değişmelerin toplanıp kaydedilmesinden ibaret sayıldı, bilim ve teknolojinin kazandı­ğı gelişmeler bir üvey evlat muamelesi gördü.

Bilim ve teknolojinin Yunanlılara kadar gerçekleşen gelişmesinin kademelerini takip etmek çok zor. Onlar, yani Yunanlılar bilimler tarihinde işgal ettikleri yaklaşık sekiz yüz yıllık muazzam yapıcı safhada, öncülerine dair çok az ipucu veriyorlar Kaynaklara işa­ret etme geleneği kendilerinde çok zayıf.

Onların muazzam yerlerini başlangıç olarak görmeye alışkın modem bilimler tarihi­nin üç yüz yıldan beri alışılan görüşü, Sümerlerin, Babillilerin, Asurilerin, Hititlerin, Kenanilerin, Aramilerin ve Mısırlıların kültürlerinin arkeolojik araştırma ve bulunan kita­be çözümlerinin modem bilimler tarihine getirdiği ışığa rağmen, önemli bir değişik­liğe uğramadı. Bilimler tarihinin büyük otoritelerinden Avusturyalı Otto Neugehalerin yarım yüzyıldır Yunanlıların başta değil ortada bulunduktan, onların bilim tarihin­deki önderlik bayrağını ellerine aldıklarından beri geçen 2500 yıllık devreye, geçmiş olan 2500 yıllık bir öncül devreyi daha eklemek gerektiği yolunda savunduğu tez çok az dikkat çekti. Yedinci yüzyılın ilk yansında, Yunanlıların elinde çok yüksek bir düzeye ulaşmış bilimlerin Doğu Akdeniz havzalarında ve Sasaniler İranında ağır adımlarla çok küçük mesafeler geriye bırakmakta olduğu bir sırada, İslam bu kültür merkezlerini içine alan bir kudret olarak tarih sahnesine çıktı. O kültür merkezlerinin mümessilini, hangi inançta olursa olsunlar büyük tolerans ve anlayışla entegre etti ve onların hocalığını kabul ederek, bilimlere yeni bir kıvılcım kazandırdı. Sekizinci yüzyılın ortalarında Hind kaynaklarına uzanıldı, iki yüzyıl kadar süren bir resepsiyon ve asimilas­yon safhasından sonra yaratıcılığa ulaşıldı.

Bilimlerin İslam Dünyasında ulaştığı yaratıcılık safhası bazı alanlarda daha 8. yüzyılın ikinci yansına, bazı sahalarda ise 9. yüzyılın ortalarına doğru gerçekleşmiş oldu. Bu ya­ratıcılık safhası sonraları sür'at ve kantite düşmekle beraber 800 yıl yani 16. yüzyılın sonlarına kadar devam etti. Onların başarılarının bugün küçük bir kesimini biliyo­ruz. Ayrıntılı olarak saymaya kalkışmak yerine şu şekilde ifade edilebilir Onlar diğer kültür dünyalarından, özellikle Yunanlılardan aldıkları bilimleri geliştirdiler, yeni bilim­leri ortaya koydular önderlik durumuna geçerek kültür dünyasında ortaya çıkacak bazı bilimlerin yollarını döşediler. "Büyük" ve ‘Yaratıcı” diye vasıflandırdığımız bilimin 800 yıl kadar süren bu safhasında Müslümanların Arapça yazan Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarının katkısı az olmadı.

Bilimler tarihine bu yaratıcı safhada nelerin kazandırıldığının hepsini veya büyük bir kısmını bilmekten henüz çok uzak bulunuyoruz; tamamını tanımak belki hiçbir zaman mümkün olmayacaktır Ama bugün bildiklerimiz, bilimlerin en büyük birkaç safhasın­dan biri karşısında bulunduğumuzu duymamıza yetiyor Şüphesiz ki içinde bulunulan devir faktörü ve diğer birçok koşullar; öncülerle ardılların başarılarının yön, karakter ve tabiatlarını etkiliyor

Bilimler tarihçisi için, büyük safhaların kendine has temel değerlerinin belirtilmesi işi kolay olmuyor Ben şahsen yıllar boyunca İslam bilimler safhasının kendine has pren­sipleri olarak şunlara ulaşabildiğimi sanıyorum;

  • 1-Adil tenkit prensibi

  • 2-Vazıh bir tekamül kanunu düşüncesi

  • 3-Kaynak zikretmede diğer kültür dünyalarında olduğundan daha çok gösterilen gayret

  • 4-Bilim tarih yazarlığının 10. yüzyıldan itibaren ortaya çıkışı ve gelişmesi

  • 5-Tecrübe ile teori arasında bir denge kurma prensibi ve tecrübenin araştırma­da sistemli bir şekilde kullanılacak bir vasıta olarak yer alması

  • 6-Uzun süreli gözetleme prensibi; bunun sonucu olarak rasathanelerin icadı

  • 7-Bilimin sadece kitaptan değil, hocadan ve kitaptan öğrenilmesi; buna bağlı ola­rak ilk üniversitelerin ortaya çıkışı

  • Bilimler tarihinin en önemli başlangıç çizgilerinden biri şudur ki; İslam kültür dünyası­nın kitapları, aletleri ve ilaçlan 10. yüzyılın ikinci yansından itibaren ispanya üzerinden Batı Avrupa'ya yol buldular Müslümanlar 711 yılında iberYarımadası'na ayak basmak­la İslam kültür dünyası ile Avrupa arasındaki bağlantıyı kurmuş, geliştirecekleri bilimle­rin birkaç yüzyıl sonra ayn bir kültür dünyasında yayılma kaderini çizmişlerdi.

iki kültür dünyasını birbirine bağlayan yollar zamanla artmaya devam etti. Bunların en önemlileri Sicilya, İtalya ve Bizans üzerinden geçiyordu; Bahusus İslam dünyasın­daki teknolojinin Avrupa'ya ulaşmasında Haçlı Seferleri büyük bir rol oynamıştı.

Bilim ve Teknolojinin İslam dünyasından Avrupa’ya ulaşma safhası- ki bu resepsiyon ve asimilasyon diye iki kademede gerçekleşti- en azından beş yüz yıl sürdü. Avrupa’da gerçek manada 16. yüzyılda kreativite ve aynı yüzyılın ikinci yansında İslam dün­yasında bilimlerin duraklaması başladı. On yedinci yüzyılın başlarında Avrupalılar bi­limde önderlik durumuna geçtiler

Bu münasebetle bir tarihi realiteye istemeye istemeye işaret etmeyi zaruri buluyo­rum. O da şu ki Latin kültür dünyasının Arap-İslam kaynaklarından alma işi, Müslü- manların Yunanca kaynaklarından alışındaki açıklıkla olmadı. Müslümanlar Aristo’yu “Büyük Üstad” diye adlandırıyordu. Bokrat’ın, Galen’in ve diğerlerinin kitaplarından “Faziletli Bokrat”, “Faziletli Galen” diyerek alıyorlardı. Ama Arapça kitapların birço­ğunun Latince tercümelerinde gerçek müelliflerin adları kayboluyordu. Kaynak zik­retme alışkanlığı hemen hemen hiç yoktu.

Bunun sonucu olarak, Avrupalılar 17. yüzyılda önderlik durumuna nasıl geldiklerini bilmiyorlardı. Gerek Avrupalılar; gerek Müslümanlar; bunu yüzyıllardan beri gelen üs­tün bir mazinin devamı sanıyorlardı. Bunun sonucu, Avrupalılarda Müslümanlara kar­şı bir üstünlük, Müslümanlarda ise yavaş yavaş bir aşağılık duygusu gelişiyordu. Avru­palılarda doğan bu üstünlük duygusu, aradan çok büyük bir zaman geçmeden, daha doğrusu 18. yüzyılda Rönesans tabiri içinde, günümüze kadar geçerliliğini pek kay­betmemiş olan kalıplaşmış ifadesini buldu. Buna göre, bilimlerin birkaç yüzyıldan be­ri tanınan yeni safhası, Avrupa'da doğrudan doğruya Yunan bilimlerinden kaynaklanan bir kalkınmaydı.

Derin bir minnet duygusuyla anılmalı ki bu, I955’te Fransız filozofu Etienne Gilson’un “Profesörler Rönesans’ı” diye maskaraya aldığı görüşe karşı hümanist bir reaksiyon da daha aynı yüzyılda kendini göstermeye başlamıştı. Bunların arasında Fransızlardan filozof ve tarihçi Voltaire, Almanlardan Johann Gottfried Herder, Johann Wolfgang von Goethe ve Alexander von Humboldt vardı.

Kısmen bu Hümanistlerin yanı sıra, kısmen de ara sıra ortaya çıkan Avrupa merkez­li bilim tarihçiliğinin bilmezden geldiği çok önemli yeni bir hümanist cereyan vardı; o da Arpça, Farsça ve Türkçe kitaplarının Latince tercümelerine değil de asıllarına da­yanarak İslam bilimlerini araştırmak. Bu cereyan çok yavaş bile olsa, daha 17. yüzyıl­da başlamış ve 19. yüzyılda konservatif bilim tarihçiliğini bazı alanlarda tashihlere zor­layacak kadar kuvvet kazanmıştı. Felsefe alanında dinler ve felsefe tarihçisi Ernest Re­nan 1852 yılında yayımladığı “Averroes et faveroisme” isimli kitabında Endülüslü İbn Rüşd'ün Batı Avrupa ve İtalya da felsefi düşünceyi ne kadar derinden etkilediğini çok mahir bir şekilde gösterdi.

Onun çağdaşı filozof Heinrich Ritter İslam bilimlerinin Avrupa’ya felsefe dışındaki et­kisinin çok büyük olduğu, Arap felsefesinin fiziksel yönünün Hıristiyan Ortaçağ bili­minde bir değişim sağladığı tezini savunuyordu. Fransız Sedillor ve oğlu,A Sedillor 60 yılı aşan çalışmalarıyla Müslümanların astronomi alanında gösterdikleri başarının büyük bir kısmını ortaya koymakla çağdaş meslektaşlarını hayrete düşürüyorlardı.

Diğer taraftan J.T Reinaud aynı zaman içinde İslam kültür dünyasının coğrafya «ilanındaki başarılarını elli yıl kadar süren etütleriyle tanıtıyordu.

Matematik alanında hümanist Alexander von Humboldt'un Paris'te adı geçen bilgin- lerin yanında doktora yapmaya gönderdiği Franz VVoepcke başardığı kırkı geçen çok enteresan etütleriyle konservatif matematik tarihçiliğini çok ciddi tashihlere zorladı. Mesela o çağın en ünlü matematik tarihi kitabında Müslümanların cebir alanında ikin­ci derece denklemlerin ötesine geçemedikleri iddia ediliyordu. Woepcke 11. yüzyıl­da yaşayan Ömer Hayyam' ın üçüncü derece denklemin sistematik tanıtımını taşıyan Cebir kitabını yayımlayıp Fransızcaya çevirmekle, üzerinde çalıştığı alandaki eski hü­kümlerin ne kadar geçersiz olduklarının çok açık bir misalini sunmuştu.

19.yüzyılın ikinci yansı İslam bilimlerinin tanıtılması yönünde çok önemli gayretlere şahit oldu. Mesela coğrafya alanında çalışan Hollandalı Michael Jan de Goeje ve Al­man Ferdinand VVüstenfeld yanm yüzyılı aşan çalışmalarında günümüze ulaşmış olan hemen hemen bütün önemli Arapça coğrafya yazmalarını yayımlayıp kısmen de Av­rupa dillerine çevirdiler Çağdaşlan Alois Sprenger; daha 1864 yılında 10. yüzyılda ya­şayan Makdisi'yi kitabının bir yazmasını Hindistan'da bulduktan sonra "yaşamış olan en büyük coğrafyacı” olarak ilan ediyordu. Daha sonraki etüdler gerçekten insan coğrafyasının 10. yüzyıl İslam dünyasındaki düzeyine Avrupa'da ancak 19. yüzyılda rastlanabildiğim kolaylıkla gösterebildi.

1875 yılından itibaren İslam doğal bilimler tarihi araştırmalarına Erlangen şehrinden Eilhard Wiedemann adlı fizik bilgini katıldı. Bu dinlenmek bilmeyen bilginin 1928 yılına kadar yayımladığı 200’den fazla etüdü bilimler tarihinde anıtsal bir yer alıyor İslam dünyası ona ne kadar teşekkür etse azdır Onun İslam kültür dünyasının bazı aletleri­nin modellerini ilk yapan kimse olduğunu anmayı bir borç biliyorum. Öğrendiğime gö­ne, onun yaptığı modellerden birkaçı Münih Müzesi’nin arşivinde muhafaza ediliyor

Oryantalistler birkaç yüzyıllık çalışmalarıyla Müslümanların bilimler tarihinde çok önemli bir yeri olduğunu göstermeye yetecek kadar önemli sonuçlara vardılar. Bu­nunla beraber bu yerin ne kadar büyük olduğunu gerçeğe yakın bir şekilde öğrene­bilmekten çok uzağız veya hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bu yolda birkaç adım ile­riye gidebilme amacıyla 1982 yılında Frankfurt Üniversitesine bağlı bir Arap-İslam Bi­limleri tarihi Enstitüsü kurduk. Çalışmalarımız esnasında, Müslümanlar tarafından ge­liştirilen ve icad edilen aletlerin modellerini yapmak düşüncesi doğdu; böylece ora­da bir müze ortaya çıktı. O aletlerin benzerlerinin bugün açılmakta olan çok büyük bir ziyaretçi kitlesi tarafından görüleceği ümidini taşıyor, onun bilimler tarihinin bütün insanlığın müşterek malı olduğu hususundaki temel düşüncemizi yansıtmak için müs­tesna bir yer olduğuna inanıyoruz.

DİPNOT

Prof. Dr Fuat Sezginin 24 Mayıs 2008 de İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesinin açılışında yaptığı

konuşma


Devamını Oku »