Zorunluluklara koşulmuş Beşer - Hür olan İnsan



 

Kaskatı zorunlulukların boyunduruğundan kurtulamamış beşer, hür varlık olan insanın hâlini anlayamaz. Buna karşılık, hür olan insan, zorunluluklara koşulmuş beşerin durumundan haberlidir.

(1)Kültürlerden kimisinin medeniyetleşmek sûretiyle tarih sahnesinde boy göstermesi öncelikle Asyada vukû bulmuştur. Bahsi geçen kültürlerin gelişimine bakıldığında, kesîf toplayıcılık evresinden sürek avcılığı ile ehlîleştirme(42) safha­sına onların, yaklaşık M.Ö. Yirmi ile On iki binler arasında geçtikleri tahmin olu­nuyor. Ancak, gerçekten üretim aşaması anlamına gelen tarım etkinliklerinin baş­langıcı M.Ö. Onuncu bindedir.(43)

Bir toplumun geçimini sağlayan hammadde kaynakları ile onu oluşturan bireylerin gerek davranma gerekse iş görme biçimleri ile tarzları, o özgül kültü­rün yaşama ufkunu, Markscıların öne sürdükleri kadar tek başına olmasa bile, önemli ölçüde(44) belirlerler. Yaşadığı tabîî-coğrafî imkânlar çerçevesi toplumun giyimini kuşamını, hâl hareketini, örfünü âdetini etkiler. Ama aynı zamanda inanç düzeni, hâlleri hareketleri, davranışları, doğayla ilişkiler ile görenekeri tayîn edip biçimler.(45) Kısaca, toplum hayatında tuttuklan yer bakımından maddî ile manevî taraflardan birinin, ötekisi karşısındaki önceliğini yahut üstünlüğünü, Karl Marx ile Markscıların öne sürdüklerinin tersine, nazarî/teorik düzlemde belirlemek mümkün değil. İnsana ve topluma maddeci-positivci bakış açısından yaklaşanlar, onu kalıtsal-evrimsel tabanlı ve fizyolojik işleyişler bütünlüğü şek­linde telâkkî ederler.

(2)İnsan yaradılışça âlemlerin ortak paydası; yaradılışın şâhikasıdır. Allah bunu nitekim, Tebliğinde bizlere şöyle bildirmiştir: “Biz, insanı, elbette, en iyi sûrette(46) yarattık” —Tîn/95 (4). Allah, insana salt temîz, sâf mizâcı(47) —nitekim o, dünyaya günahsız, pirüpâk gelir(48)—, faziletli olmağa ve hakbilirliğe yatkın tabiatı, anlamagücü ile hürlüğü ihsân buyurmuştur. Bu manevî cihetiyle insan meleğin fıtratındandır. Ama melekte bulunmayan bir özellik insanda vardır; o da hür olmaktır.

(3)Doğal, dirimsel ile toplumsal kalıplarından âzâd insan, karşılaştığı şıklar arasında tercihte bulunur. Hazır genetik-fizyolojik şabonlara dayanmaksızın kar- şılaşılan şıklar arasında tercihte bulunma gücü, irâdedir. İrâdenin kendini izhâr edebilirliğine hürlük diyoruz. ‘Hürlüğ’ün hâllere, hareketlere ‘tercüme’si ‘ser­bestliktir. Maddî-mekanik-dirimsel/biyotik dünyada bir ölçüde serbest, manevî âlemdeyse hür olan tek varlık insandır. Bedenlenmek sûretiyle dünyada yaşama­ğa koyulan insanın bilkuvve hürlüğü fulleşir, fiile dönüşür.

(4)Aslında théologique—métaphysique bir ilke olan hürlüğün gündelik yaşa­ma düzlemindeki tezâhürü serbestliktir. Hürlüğün kaynağı ve yöneticisi akılken, serbestliğin yönlendiricisi aklıselimdir. Hürlük, ilke olarak iyilik ile kötülük ara­sında tercihte bulunmaktır.

Aklın, kişiye seslenişi vicdândır. Kişinin genetik-fizyolojik-morfolojik- olmayan, demekki ‘manevî-ruhî içi’ne gönül denir. Akim, gönüldeki hitâbı demek olan vicdânın kendini ‘dışlaştırma gücü’yse, irâdedir. Onun da davranış­ları biçimlemesiyle eylemler ortaya çıkar. Eylemlerin ortamınaysa, serbestlik diyoruz.

(5)Akıl İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirir. Aklın, İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirmesine vicdân demiştik. Akıl, evvelemirde hatır­lar. Neyi hatırlar? İnsanın, Allaha, içtiği ilkaslî andını hatırlar. Bu ‘ant’, insanın tercihini hep ‘iyi’den yana kullanmasını şart koşar. Fakat, salt manevî varlıklar­dan farklı olarak insanın, bir de, fizik-fizyolojik veçhesi vardır ki, ona da beşer demiştik. İşte o beşer taraf, ‘ilkaslî and’ın geretirdiği akıl-vicdân yolunda seyret­mesinde —: Sırâtımüstakîm— kişiye pürüzler çıkarır. Akim isteği doğrultusun­da —: Hürlük— kişi gönlünde tercihini iyiden yana —: Sâlih niyet— kullanmak­la birlikte, davranışlarını o cihette biçimleyecek gücü —: İrâde— kendinde her vakit bulamayıp kötü eylem yönünde karar alabilir —: Serbestlik. Öyleyse, hür­lük ile serbestlik hep örtüşmeyebilirler. İkisi arasındaki uyumu ziyâdesiyle bozan, kişinin karşı karşıya kalabildiği doğal ile toplumsal zorlamalar ile dayat­malardır. Meselâ, hastalanma, nefsî-bedenî itkiler ile ihtiyâçların zuhûrunda, maîşeti temîn, esir düşme yahut mahkûm olma gibi durumlarda kişi, serbestliği­ni yitirmekle birlikte, hür kalmağı sürdürür. Onun niyet ile düşünmelerine dışa­rıdan müdâhale imkânı yoktur da ondan.

(6)Hem maddî hem de manevî veçhelerinin bulunması, insanı âlemde en sorunlu varlık durumuna sokmaktadır. Hürlük de, insanın böylesine bölünmüş olan varlığında ortaya çıkmaktadır. Maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirmekle ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetmekle yükümlü nefsini nasıl konumlandıracağı sorunu, kişinin kararına kalır. Karar yetkisiyle donanmış ve bunun sorumluluğunu taşıyan ruhun, kişi tekindeki tezâhürü olan akıl, hürdür. Akıldan aldığı buyruklar ile talimatlar doğrultusunda nefs, maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirir ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetirini yoksa onların câzibesine kapılıp boyunduruğunamı girer, sorusu, hürlüğün ana sorunudur. Akıl yoluyla Allah ile nefsin ‘ben’i arasındaki söyleşmeye vicdân muhasebesi diyoruz. Akıl doğruyu, hakîkî olanı bildirmekle birlikte, madde ile bedenin kölesi kesilmiş bir nefs bunu nazârı itibâra almayabilir.

Aklı yahut kişinin ruhunu Eflâtun, iki atın çektiği arabanın sürücüsüne ben­zetir. Atların ikisi de itâatliyse, mesele yok. Ama ters yönlere saparak koşarlarsa, arabacının başı dertte demektir.(49)

(7)Nefs, akıl tarafından yönlendirildiği oranda kişi hürdür. Aklın sesi, yanî vicdânın isteği, demekki irâdesi doğrultusunda beden faaliyetleri yoluyla dış dünyada etkinlik gösteren nefs, serbesttir. Nefs, kişinin beden faaliyetleri üstün­deki etkinliğini yitirdiği ölçüde, genetik—fizyolojik faaliyetler, bünyenin işleyi­şinde ağırlık kazanırlar. Yaşamayı fizik-kimya—genetik—fizyolojik anlamda yürü­ten faaliyetlere, dirimbilimci/biyolog olmayan kimseler, içgüdü demişlerlerdir. Nefs, dış dünyada yürütmekle yükümlü olduğu etkinliklerde serbestliği yitirdik­çe, onun bıraktığı boşluğu içgüdüler dolduracaklardır. Aklın hür irâdesi verilmiş kararları uygulamaya aktaran nefsin, bedeni serbestçe yönlendirmesiyle eylem­ler belirir. Nefsin serbestçe yönlendirme kudretinden yoksun beden ise, genetik-fizyolojik faaliyetlerin hükmü altında ‘ devinir'.

 

Dipnotlar:

 

41- Bkz EK le.

42-Bkz. EK 2ye.

43-Bkz: “The Times Atlas of World History”, 38.s.

44-Bkz: EK 3e

45-Bkz EK 4e

« TakvîmO: ‘Sûret’, ‘biçim’, ‘kalıp’, ‘tabiat’, ‘mizâc’, ‘bünye’, ‘bakışım’(Symmetrie)

47 Bkz. Rûm/ 30 (30)

48- Kalbleri mühürlü olanlar hâriç —bkz: Bakara/ 2 (7). Kur ’ânda ‘kalbi mühürlü olma’nın, ruhhekimliğindeki karşılığı ruhhastasıdır (Fr psychopathe).

49.Bkz: Eflâtun: “Faidros", 246.satır.

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;69-71
Devamını Oku »

İlahiyattan Kaynaklanan Felsefe Sahası:Ahlak



......

 

(2) Hâl, hareket, tarz, tutum, tavır ile davranış kurallar bütünü ahlâkı meydana getirir. Kuralların menşei vahiy tebliği verisi ana ilkelerdir. İslâm filosoflarından Ebu Yusuf Yakûb İbn Ishak el Kindi (öl 870) ile Uzlukoğlu Ebu Nasr Muhammed İbn Tarkan Farabinin (870 - 950) belirttikleri üzre, vahiyi insanlara tebliğ edip açımlayan peygamberler olup onda bildirilen ana ilke, kural ile düstûr bütünlüklerine dönüştürerek ahlâk düzenlerini kuran, bilgeler ile fılosoflar olmuştur. Söz konusu kurallar, bütün zamanları ve insanları kapsayacak kud­ret ile geçerliliktedirler. Evrenseldirler.

Doğrudan vahiyden çıkagelmeyip adına örf dediğimiz kurallar bütünüyse, belirli bir topluluğa mahsus olup bu yüzden mahallî ve mevziidir.

(3) Tekmil hâl, hareket, tutum, tavır, tarz, usul, uslub ile davranışlar, düşün­celerimizden kaynaklanır, onlar tarafından kotarılıp ayârlanırlar. Düşüncelerin kendileriyse, düşünme etkinliklerinin sonucunda belirirler. Tasavvur içeriği azalıp zayıfladığı ölçüde düşünce, ‘kavram’laşır. Tasavvur içeriği bulunmayan düşünce­ye fikir (Fr idée) diyoruz. Hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, usul ile uslupları gerek ‘kendim’e gerekse ‘başkaları’na ifade edip açıklayan, ilgili düşüncelerin, mantık kurallarına uygun biçimde birbirleriyle ilişkilendirilmelerinden ise, yargı oluşturulur. Önünde sonunda, hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, uslub ile usuller değerlendirmeden, anlamlandırmadan özge bir şey değildirler. Bunları taşıyan dil biçimi yargıdır. Basit bir harekete, meselâ, ‘koşmağ’a bakalım: Ânî bir ürkmenin doğurduğu tepki değilse, belirli bir kararın sonucudur. Karar da ifadesini belirli bir yargıda bulur: “Koşuyorum”, “koşayım”, “koşsam”, “koşmasam”, “koşmamalıyım” v.s. Görüldüğü gibi, ister kuvve, ister fiil hâlinde bulunsun, ‘koşmak’ cinsin­den basit bir eylemin bile, nice geniş bir imkân çeşitlemesi var.

Her yargı ifadesi, en az, bir düşünceyi barındırır. Bu düşünce yahut düşünce­ler ya tasavvurludur ya da kavramlaşmıştır. Sonuçta yargı da, kendine vucut veren düşüncelerin yapısı ile biçimi uyarınca az yahut çok tasavvurludur. Ne var ki, bütün değerlendirme-anlamlandırmalarımızın altında yatan iyidir-güzeldir yahut kötüdür-çirkindir temel éthique-esthétique yargıdır. Zikrolunan esâsa, dolaylı dahî olsa, dayanmayan değerlendirme-anlamlandırma-yargı-ifadesi olamaz.

(4)İyilik ile güzellik düşüncelerinin tasavvur içerikleri bulunmadığından,salt kavram, demekki fikirdirler. Üstelik, tecrübeden tümüyle bağımsız, yani transsendent fikirdirler. Matematik unsurlar da, haddizâtında fikirdirler. Ne var ki, aklımızda matematik işlem istidâdının yattığını söyleyebiliriz. Bir ucu dışımızdaki dünyaya uzanan tecrübelerimiz, andırışmalar (Fr analogie) yoluyla mezkûr istidadı harekete geçirip işletmektedir. Matematik işlemler, tamamıyla akıl vensı olmakla birlikte, bunlara konu olan unsurlar ile biçimlerin dışımızda­ki dünyada tam olmasa bile, yaklaşık karşılıklarını buluyoruz. İşte bu ‘yaklaşık karşılıklar , matematik unsurlar ile biçimlerin esin kaynağıdırlar. Buna karşılık, iyilik ile güzelliği bize esinleyebilecek bir dış dünya kaynağı yoktur. Tersine, iyi­lik ile güzelliği dünyaya insan yansıtır. İnsandaki iyilik ile güzellik fikirlerine dünyada tekâbül edebilecek olaylar yahut süreçler bulunmaz.

Bu fikirlere dünya- da uygun-düşen-karşılıkları tayın eden insandır. Nitekim, iyilik-güzellik fikirle­rine insanın, dünyada-uygun-düşen-karşılıkları tayın etme yetisine değerlendirme—anlamlandırma becerisi diyoruz. Mezkûr fikirler hususunda insanın, dünya­da-mürâcaat—noktalarından tamamıyla yoksun bulunması, değerlendirme— anlamlandırma biçimlerinin, toplumdan topluma ve çağdan çağa, öyleki toplumların kendi içlerinde de böylesine çeşitlilik, giderek tutarsızlık arzetmelerine yol açmıştır. Değerlendirme-anlamlandırmadaki tutarsızlıklara biçimlerinin tutarsız­lıklarına görelilik denir.(23) Göreliliğin hâkim olduğu bir toplum ortamında insanlar arasındaki bildirişme kesilir. Bildirişmenin kesildiği ortamdaysa, kırışma, böyle­likle de kargaşa başgösterir. Bu faciayı önlemek maksadıyla insan, başka bir felâ­kete yönelmiştir. Bir kişinin yahut öbeğin değerlendirme—anlamlandırma biçimi, zora başvurularak, başat kılınmıştır. Görüldüğü gibi, iki ucu pis değnek misâli, fâcia, felâketle takâs olunuyor.

İmdi, İlahî tebliğin hikmetisebebi, insanı mezkûr facia ile felâket fasit dâiresinden kurtarmaktır. Tebliğ, bu bağlamda, insana iyili­ğin, dolayısıyla da güzelliğin kıstaslarını bildirir. Bildirilen kıstaslar içerisinde, şablona uygun olarak peygâmber ve bilâhare hakîm yahut ahlâk filosofu öğreti­yi dokur. Bir meşrûu öğreti, değerlendirme-anlamlandırma biçimleri arasındaki tutarsızlıkları asgariye indirmek suretiyle bir yandan göreliliği kırışmaya, dola­yısıyla da kargaşaya sebeb olmayacak seviyeye getirmeğe, öbür tarafta da istibdâtın yolunu kesmeğe yönelik olmalıdır.

 

Dipnot:

 

23-bkz.ek 3e

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;92-93

 
Devamını Oku »

Varlık Bütünlüğü



(2) Varlık bütünlüğü, İslâm düşüncesi uyarınca, anlamlı düzenlenmişliktir. Düzenleme, anlam kazandırma işidir. Başka bir deyişle, anlamsız düzenleme olamaz; böyle bir şey mantığa aykırıdır. Anlam verme yahut kazandırmaysa, belirli bir gâye vazolunup onun istikâmetinde yol alan bir düzenin tesis edilmesidir. Bir olayı, süreci yahut varolanı bütün yanlan yönleriyle tanımak, onun hakkında bilinç sâhibi olmak demektir. Bilincine sâhib olmak ile anlamını yakalamak, örtüşen manevi-ruhî hâllerdir.

Varlık bütünlüğünün müellifi Allah, bu sebeple Alimdir. Düzenlediği varlık bütünlüğünün tam bilgisi ile anlamını vâkıftır. Allah tarafından tam bilinip anlamlandırılan Varlık bütünlüğüyse, Alemdir. Onu bilip anlamlandırma şevkiyle yanıp tutuşan, hayatını bu davâya adamış kişi de ‘âlim’dir. İnsanın yartılışındaki gâye de, fıtratı el verdiği ölçüde varlık bütünlüğünün manâsını temâşa ve tefekkür etmektir. İnsanın, Allaha, halîfe(35) olması buradandır. Nihâyet, varlık bütünlüğü ve onun yaratılış şahikası insanın esâs manâsı, adâletin gerçekleşmesidir.

Dipnot:
35-OrL vicarius Dei.

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:63
Devamını Oku »

İrade



 

(2) İrâde, insanda ferdi ve maşeri (Fr collectif) şekillerde belirir. Ferdî irâde, ancak, toplum kültür dediğimiz maşeri yapılanmanın(24) bağrında şekillenir, öyleyse her birimiz, birey olarak, dil ile din başta olmak üzre, genel ve daha ziyâde zahirî özelliklerimizi toplumumuz ile kültürümüzden alırız. Bahsi geçen zahiri özellikleri sindirerek içleştirirır. Buradan da kendimize, ‘ben’imize mahsus derûnî özellikler vucuda gelir. Kendimize has bireysel özelliklerle de kişiliğimiz oluşur. Genel ve zahirî özelliklerse, toplumun kimliğini meydana getirir. Şu hâlde, her birimizin kişiliği, ötekilerinkinden farklı olmakla birlikte, mensûbu olduğumuz toplumun kimliğine ilişkin bellibaşlı unsurları yansıtır. Nasıl ki, ılkın beşer olarak doğmadıkça insan olamazsak, buna koşut olarak, belli bir top­lum kimliğine kendimizi geri götürmedikçe kişiliğimizi de inşâa edemeyiz. Bireysel kişiliğimizle ne denli eşi bulunmaz bir seviyeye erişirsek, mensubu olduğumuz toplumun kimliğine de o ölçüde katkıda bulunuruz.

Bir toplumun kimliğiyse, onun âdet ile âdâbında, sanatında, zanaatında, iti­kadında, dilinde, mücâdele gücünde, beslenme tutumunda, adâlet ile mülkiyet anlayışlarında, eğitiminde, giyim kuşam tarzı ile zevkinde, yürüyüşünde, oturu­şunda, üretim ile tüketim tavır ile alışkanlıklarında kendini gösterir.

(3)Bir yahut birkaç merkez inanç etrâfında yahut altında tutarlıca derleştiğini tasavvur edebileceğimiz bir belirli itikâtlar bütünlüğü, belli bir ‘ kültür’ü oluşturur. Bahse konu merkez inançların dayandığı en temel olandan yahut belir­li az sayıdakilerden türemiş başka bir inançlar kümesi, akrabâsı olan/lar/la birlik­te oluşturduğu daha üst ve kapsayıcı kültür topluluğu seviyesine ‘medeniyet’ adını veriyoruz.

İşte, insan olarak hayatımızı biçimlendiren —aile, oba, oymak, boydan top­lum sınıfına, meslek öbeğine yahut millete dek uzanan— kültür katlan, değer kümeleri demek olan inanç ilmikleriyle örülür. Bahis konusu inançların içine doğuyoruz. Başka bir söyleyişle, dirimsel yapımız ile fizik çevremiz gibi, toplum-kültür ortamını da hazır buluyoruz. Bir şeyi hazır bulmak, onun, ben olma­dan önce varolduğunu gösterir. Yaşanan ândan önce varolmuş her şey geçmişte­dir. Toplum-kültür varlığını ifade eden gelenek-görenek-âdet çeşidinden geçmiş değerler öbekleri ‘geçmiş’ten ‘şimdi’ye akıp varırlar. İnançlaşmış bazı değerler­den kalkarak bedence ve ruhça kendi ‘ben’imi ve kültür-toplum ortamım ile fizik çevremi ‘değerlendiririm’.

 

Dipnot:

24-Fr structuration collective,

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:52-53
Devamını Oku »

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile İngiliz- Yahudi Medeniyetleri



Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyetleri

(1) Ortaçağ için yaptığımız gibi, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudi medeniyetlerini de devirlere ayırıyoruz. Böylesi ayırmalar, tanhi daha seçikçe anlayıp değerlendirmemize imkân tanır. Bu cüm­leden olmak üzre, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetini üç devir hâlinde mütâlea ediyoruz: Erken devrin başlangıcı, Ortaçağdan Yeniçağa geçiş tarihi ola­rak kabul ettiğimiz 1500dür. Bu tarih dolaylarında Ortaçağ Avrupasının hâkim toplum-kültür-siyâset manzarası demek olan derebeğliği, en azından, Batı Avrupadan silinmiş görünüyor. 1150ler ile 1200lerin İtalyan sâhil şehir devlet­çiklerinden Kuzey İtalya yoluyla Fransaya, Felemenk ile Baltık kıyılarına doğru yayılan merkantilist ticâret usulü, 1500 küsûrlarda Güney, Batı, Orta, Doğu ile Kuzey Avnıpanın bellibaşlı bütün ülkelerinde artık geçerakcaydı. Ticâretin temel ölçüsü altın ile gümüş esâsına dayalı paraydı. Özellikle tâze keşif Amerikadan taşınıp getirilen altın ile gümüş, ülkeler arasındaki ticâret ile servet dengelerini büyük çapta etkileyecekti. Mal — mal takasına dayalı köhne merkantilist usulü­nün yerini, altın ile gümüş pâyândâsına yaslanmış para merkantilisminin alması, Batı ile Orta Avrupa ülkelerine eski has imlan ile rakipleri olan Dârul-İslamın kar­şısında ilk defa üstünlük sağlamak imkânını tanıyacaktı.

Para, mala irtibâtlanmaktan kurtulup kendi başına değer olma durumuna gelmiştir. Bundan böyle altın yahut gümüş arkalı paraya dayanılarak ticârî muâmeleler yürütülmektedirler. Giderek, para arkalı, onu temsil eder nitelikte senet ve benzeri ‘değerli kâğıtlar’piyasaya sürülmeğe başlanacak. Böylelikle metâanın yerini mâlî piyasa alır olmuştur. Gerçek değer olan metâanın takas edildiği mahal, pazar yeridir. Buna karşılık, sunî bir değer ölçüsü olan paranın tedâvüle sokulup el değiştirdiği, demekki mâlî işlemlerin yürütüldüğü kuruluş, bankadır. Paranın git gide belli özel ile tüzel ellerde toplanır olması, gerçek anlamda ser­mâyenin teşekkülünü sağlamıştır. Buradan da para sermâyesinin, Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde öncelikle İngilterede ortaya çıkan sermâyeciliğe zemin hazır­ladığını görüyoruz.

Ticârî muâmele yürütmek maksadıyla kişinin yahut şirketin elinde bulun­durduğu kullanılabilir metâa yahut para cinsinden iktisâdî değere ‘sermâye’ denir. Mal-mülk, yanî metâa çeşidinden olan sermâye ‘anamal’dır. Buna karşı­lık, paraya dayalı sermâye ‘anapara’dır. Bunlardan birincisi eski olmasına karşı­lık İkincisi yeni tür sermâyedir. Metâanın özellikle günümüzden önceki çağlarda nakli ve muâmeleye sokulması müşkil bir işdi. Para yahut ona dayalı senet, gerek kısa gerekse uzun yol ticârete ivme kazandırıp rahatlık ile güven sağlamıştır. Mâlî muâmelelerin kökleri Onbirinci yüzyıl İslâm medeniyetine değin gerisin geriye uzanmaktadır gerçi. Ancak, paranın yerini tutan ‘değerli kâğıt’la ticârî muâmele yürütme başarısı, Haçlı Seferleri sırasında Filistende olgunlaştırılmış bir ruhban-savaşcı teşkilât olan Tapınakcılara(52) nasîb olmuştur. Mali sermaye oluşturma ve senetle ticâret yapma usulünü İtalya ve bilâhare Fransa üzerinden Avrupaya sokan da yine onlardır. Nihâyet bu tutum ile usulün kurumlaşmaları Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde gerçekleşmiştir.

Din, oldum olası, yeryüzünün her yerinde olduğu üzre, butun Avrupada da, gerek toplumun kurulu düzeni olarak gerekse bireyin hem kendine, hem yakın ile uzak efrâdı ve öteki varolanlara her ân takındığı tavırları ile davranışlarını belirleyen ana manevî-maddî etken olma keyfiyetini Yeniçağın ortalarına değin taşı- yagelmiştir. Yeniçağın ‘Erken’ devrinde başgösterip sonlarındaysa iyice belirginleşen, az önce bahsettiğimiz vasfıyla dinin, yaşama gündeminden git gide sürülüp çıkarılması vakası, toplumun kurumsal genelinde olduğu karlar, onu oluştu­ran teklerin dahî gönüllerinde kırılmalar ve yetki ile rehberlik boşlukları yarat­mıştır. Dinin, demekki Tanrının veya Onu temsil iddiasını güden kişinin yahut kurumun, öncelikle manevî ve buradan doğup gelişmiş maddî yetkililik ile reh­berlik iktidarını yitirmesi, Batı Avrupanın kimi ruhbân-olmayan toplum sınıfları­na neredeyse sonsuz, sınırsız hamle ile teşebbüs kapılarını ardına dek açmıştır. Bahse konu Klasik Yeniçağ anlayışının Fransızcada düstûrlaştırılmış şiârı, Türkceye “bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şeklinde aktarabileceğimiz, “lais- sez-faire”dir.

(2)“Bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şiârı, kalblerin mühürlenip ruhların kararacağı günlerin şaşmaz habercisiydi. Besini ile gücünü, insanın en insani hasleti olan vicdânın köreltilmesi ile ‘utanma’nın dumura uğratılmasından almış­tır: ‘Vicdânın sızlamadıktan’ ve dahî Hadisin dediği üzre, “utanmadıktan sonra, ne yaparsan yap!”(53) Sonuçta, içi boşalıp kalbsizleşen, gönlünden uzaklaşan insan, beşerleşmeğe doludizgin yol alır olmuştur. Beşerleşmenin bariz alâmeti, maddeye taparlıktır. Bunun da tezâhürü servet düşkünlüğü ile avcılığıdır.

Servet edinme ile zenginleşmeye doğru hamle, karşı konulamaz ihtiras olmuştur. Bir yanda, yeğin bir olumsuzluğu ifade eden, dinmek bilmez daha fazla servet edinme hırsı, öbür taraftaysa, insanı hayrete düşürecek raddede olumlu bir duygu durumu, karşı durulmaz bir merak güdüsü, Batı ile Kuzey Avrupadan bir­takım olağanüstü yiğit adamları, ufuklarının ötesi kesinlikle bilinmez uçsuz bucaksız azgın suları aşmaya sevketmiştir. 1500 ile 1550 arası ‘Erken’ devir Yeniçağının en baskın özelliği olarak iki hususa işâret cdilebilinir; bunlardan birincisi servet avcılığı, öbürüyse gerek geçmişiyle gerekse o günüyle dünyayı fizik ile coğrafî bağlamlarda bilme tutkusu. 1450lerde başgösteren bu tutkuya kapılmış kişilerin, denizler ile karaları keşfetme etkinliklerinin olgunlaştığı ve yapıp ettikleri üstüne düşünüp taşınarak bunların anlamını ortaya koymağa baş­ladıkları dönem 1550lerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devri olan 1550 ile 1700 arası, düşünce ve eylem bakı­mından binlerce yıllık Avrupa tarihinin en ilgi çekici, verimli ve hareketli iki döneminden biridir.(54) Musikîde, resimde, heykeltraşlıkta, mimarlıkta, keşifte, icâtta, mekanikte, gökbilimde, doğa araştırmalarında, mantık ile matematikte ve nihayet metafizikte tarihin kalburüstü dimağları işte şu yüz elli yıl kadar kısa sürede boy göstermişlerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde atılan olağanüstü önemli tohumların başaklan­ması ve nihâyet hâsatlarının derlenmesi 1780lere rastgelir. 1700 - 1790 artık ‘Geç’ devir Yeniçağıdır. Bu devirde Yeniçağ medeniyetinde temâyüz etmiş İngiliz kültürü, git gide kendi başına medeniyet boyutlarına erişmeğe koyulmuş­tur. Yeniçağın merkez kültürü olan Fransızın ana şiârı “laissez-faire”i devralan İngiliz, kültür kabuğunu zorlayıp kırmağa yüz tutmuştur.

(3)Pariste 1788den itibâren patlak veren bir dizi ayaklanmanın arkasından ortaya çıkan 1789 Fransız İhtilâlikebîrle Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti, inki­şâfının şâhikasına ulaşmıştır. Temelde kentsoylu toplum sınıfının devrimci hare­keti olan İhtilâlikebîr, yeni bir toplum sınıfı olacak ‘emekciliğ’in (prolétariat) kuvvesini bağrında barındırmıştır. 1789 İhtilâlikebîr, bir şâhikanın olduğu kadar, kırılmanın yahut ayırım çizgisinin de ifadesidir. Bu tarihten sonra yeni bir mede­niyet biçim kazanacaktır. O da Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeni­yetidir. Bahis konusu ‘nevzuhûr’ medeniyet, selefi Yeniçağ Batı Avrupa medeni­yetinin giderayak dünyagörüşü durumunu alacak maddeci—mekanikçi—hürriyet­çi—positivci—dindışı dünyatasavvuru çerçevesinde Hür Sermâyecilik ideolojisini geliştirecektir. Adı geçen ideoloji de nihâyet sömürücülük—sömürgecilik—ımperyalism sacayağına dayanacaktır.

(4)1789dan itibâren zuhûr eden Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti ‘Erken’ devrini yaşamağa koyulmuştur. İkisi sıcak, biri de soğuk tabîr olunan üç dünya savaşının sonunu ilân edecek 1990a değin sürmüş bu ‘Erken’ devirde ilkin hür sermâyeciliğin dördüncü ayağını ifade eden ‘sanayi devrimi’ vukûu bulmuştur. Bilâhare sermâyecilik, önce Batı, Orta, Güney ile Kuzey, sonunda da Doğu Avrupaya, buranın ardından yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılacaktır. İlkin ‘beşerî emek-yoğun’ sanayinin rüzgârıyla ‘yelken açan’ ser­mâyecilik, 1920lerde başlayıp 1990larda tepe noktasına ulaşan bu tür sanayii bertaraf ederek tümüyle fennî olana geçmiştir. Böylelikle Çağdaş küreselleş/ tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Klasik’ devrini idrâk eder olmuştur. İmdi bugün dünyaca içinde yaşadığımız Çağdaş küreselleş/tiril/en Îngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘Klasik’ devridir; yoksa anlamca içerikten yoksunmu yoksun ‘Postmodern’ devir filân değildir. ‘Çağdaşlığ’ın sona erip ‘çağdaşlık sonrası’na (Fr post-modeme) geçiş şöyle dursun, adı anılan çağın ‘Klasik’ devrinin bitimi bile henüz görünürlerde yoktur. ‘Geç’ devrin başgöstermesi, ancak farklı seçenek bir medeniyetin ufukta belirmesiyle söz konusu olabilir.

‘Erken’ devir Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin aslî ideolojisi ‘hür sermâyecilik’, toplumu iki temel sımfa ayırmıştır: Büyük çaplı üretimi elinde tutan­lar, bunlara ‘mâlikler’ diyebiliriz ve mâlik olmayan üretenler, yanî ‘emekçiler’. Bu iki temel kesimin dışında bir ara sınıf bulunur; buysa, küçük tarım üreticisi, esnaf, zanaatkâr ile hizmetlilerden oluşur. Söz konusu dört kümeyi belli bir sını­fa yerleştirmiş olmamıza rağmen, bunlar mütecânis bütünlük oluşturmazlar. En azından ilk iki küme ile sonuncular arasında önemli fark vardır. Küçük çiftci-tarımcı ile zanaatkâr, üretirler. Ancak, kendilerine sermâye birikimine imkân tanıyacak ölçüde artı ürünü, maddî nedenlerden ötürü, meydana getire­mezler.

Bununla birlikte, ortaya koydukları ‘emek’ ile kullandıkları malzemenin karşılığını görürler. Demekki, büyük sermâyenin buyruğunda çalışan emekci-işciden farklı olarak ‘emekleri’ne de onun ‘semere’sine de ‘yabancılaş­maklar. Küçük çiftçi yahut tarım üreticisi ile zanaatkâr, artık ‘çıkmaz yol’, ‘çağ­dışı’ yahut ‘köhne’ iktisâdî etkinliklerden sayılırlar. Aynı değerlendirme, aslında üreticilik yanı bulunmayan, küçük esnaf için de geçerlidir.

Üretici olmamakla birlikte, küçük esnaf, iktisâdî bir etkinlik içerisindedir. Hizmetliler, oysa, iktisâdî etkinlikte bile bulunmazlar. Buna karşılık, toplum hayatının düzen ile tertîbini sağlarlar. Şu var ki, bahsi geçen kısmen alışılagelinmiş öbeklendirme sermâyeci esâslı Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin günü­müz toplum yapısını, artık tam yansıtmıyor. Bir kere, A.B.D., İngiltere, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika Birliği, Fransa, Almanya-Avusturya, Felemenk, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Ispanya, Meksika, Şili, Aıjantin, Brezilya, Lehistan (Polonya), Macaristan, Rusya, Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Tayland ile Malezya gibi, yeryüzünün ‘kalkınmış’ yahut, en azından, mâlî sermâyeci düzene dâhil olmuş ülkelerde özel ile kamu kuruluşları tarafından istihdâm olunan geniş bir ‘hizmetliler kesimi’ daha bulu­nur: Araştırmacı bilimadamları. Bunların, gerek üretime gerekse toplumun tanzi­mi ile tertibine doğrudan kısa vadede katkıları olmaz. Sözü edilen kesimin yanı- sıra, hiçbir yaran görülmeyen çığ misâli devleşen bir ‘işsizler ordusu’(55) ile ‘eğlence sanayii işçileri’(56) de vardır.

Görüldüğü gibi, Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin klasik devrinde, öncelikle elektronik sanayi hamlesinin ardısıra başgösteren ‘özgüç’ (Fr&İng automation) olayının sonucunda üretimçin istihdâm zorunluluğu gittikçe gerilemektedir. Yine de bu durum, sömüren - sömürülen keskin ayırımını ortadan kaldırmıyor. Tersine, söz konusu uçurumu genişletip derinleştirmektedir.

Günümüzde yürürlükteki Klasik İngiliz-Yahudi medeniyetinde zanaatkârın, küçük çiftçi ile esnafın ve hizmetlinin ‘sınıf niteliği bile müphemdir. Esnaf ile hizmetli, bir fasıl ‘küçük kentsoylu’ sayılmakla birlikte, zanaatkâr ile çiftci-tarımcı hangi öbeğe yerleştirilmeleri icâb ettiği belli değildir. Haddizatında bu, bir sorun olmaktan çıktı. Zirâ mâlî sermâyeci düzenin, hâkimiyetini tesis ettiği diyârlarda ‘el emeği göz nuru’, büyük çapta, hayatta kalmış ‘eskiler’in sisli puslu anı­larında yaşayan bir olaydan ileri geçmez oldu artık. Mamûl mallar, yüzde seksen, doksan oranında kendikendine işleyen âlet edevât yoluyla el değmeden üretilmek­tedirler.

Koca koca imâlathânelerde, fabrikalarda, kuruluşlar ile eneıji üretim mer­kezlerinde, bakıyorsunuz, beş on kişiden mürekkep mühendisler ile teknisyenler topluluğundan başkası yok. Çirkinlik abîdesi dev boyutta gemiler, altı yedi kişi tarafından tümüyle elektronik âletlerle yürütülüyor. Katar (tren) makinistleri ile metro sürücüleri araçlarında süs niyetine oturuyorlar. Yakında aynı durum, pilot­lar için de söz konusu olacağa benzer. Pek çok alanda kişinin, işlerini evinden yahut taşıtından bilgisayar ile telefon yoluyla yürüttüğünü görüyoruz. Bu yüzden yeryüzünün bellibaşlı büyük şehirlerinde işyeri satmak yahut onu kiraya vermek bayağı sorun olmağa başlamıştır. Oralarda yazıhâneler doluymuş gibi gözüksün, bundan dolayı da satış yahut kira râyiçleri düşmesin diye bunların ışıkları söndü­rülmüyor. ‘Alınteri dökerek ekmeğini taştan çıkarmak’, önemli ölçüde, çağdaş nesillerin tanımadığı ‘tarihöncesi’ bir tavrın deyimleşmiş hâlidir. Önemli ölçüde diye niteliyoruz.

Bu, Türkcede amelelik dediğimiz, kaba inşâat işçiliğinin dışında geçerliliği kalmamış bir maişeti temin çeşididir de ondan. O, inşaatlarda çalıştırı­lan, konutlar ile kamuda temizlik işlerinde kullanılan vasıfsız işçi, yanî ‘amele’dir. Kısacası, bu kişi, ucuz işgücü sunan, köleliğin bir gömlek üstünde bulunup her türlü toplum güvencesinden yoksun ‘sınıfdışı’ bir Lumperıproletardir. ‘Safahat toplundan ’ kendilerine yakıştırmadıkları en mihnetti ve pis işleri, yeryüzünün ‘bahtsız toplumlar’ından devşirip getirdikleri bahsi geçen Lumpenproletârlere gördürürler. Onlar da, kendi yerlerinde yurtlarında aç sefil kaldıklarından, mezkûr işleri boğaz tokluğuna görmeğe dünden teşnedirler. Amele olamayanlara kader daha da kötü bir oyun oynar.

Kadınlar, genç kızlar ile küçük erkek çocuklar, yer­yüzünün kimi yerlerinde dev boyutlara erişmiş fuhuş pazarlarında satışa arzolunurlar. Bunlar, kelimenin tam manâsıyla fuhuş köleleridir. Onları pazarlayanlar da köle tâcirlcridir. Bu tâcirler, kimi zaman işi meslek edinmiş kimselerdir. İşin daha da kötüsü, zaman zaman, baba, amca, ağabeğ yahut koca neviinden, ‘köle’nin birinci dereceden yakını dahî olabilir. Fahişelik, insanlık şeref ile haysîyetini topyekûn ayaklar altına alan en aşağılık tür köleliktir. İnsanın bundan daha fecîi duruma düşmesi düşünülemez. Fakat ‘insan’ bir kere ‘beşer’ düzlemi­ne indirgenmeyegörsün, her çeşit insanlıkdışı durum olağanlaşır.

(5) İnsan-olmanın maddî ile manevî çıkış yahut hareket noktası karşı cinsi­yete mensûb iki kişinin ‘sevişme’sidir. Aile dediğimiz temel toplum katmanı bu yoldan vucut bulur. Ama beşerleştiren Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetiçin ‘aile’ mefhumu ortadan kalkmıştır. Bu mefhum ve bunun türevi olan kurumla birlikte ‘sevgi’, ‘saygı’, ‘dayanışma’ ile ‘savunma’ gaileleri de yok olmuştur. O hâlde her şey gibi, cinsiyet de serbestçe pazarlanır, satılır ve satın alınabilinir. Bu yüzden işte, en gözde metâa cinsiyet tâcirliğidir. Bahis konusu ticârette metâa her vakit açıkça sergilenmeyebilir. Ticârî ile siyâsî yatırımları ve mâlî kaynakları harekete geçiren, kişiyi cinsiyet alışverişine hazır hâle getirmek; çoşturmak; şeh­vete dâvet çeşidinden bellibaşlı etkenlerdir.

Batakhâneler, kumarhâneler, meyhâ-neler, genelevler, buluşmaevleri, ‘demiryolu hattı’nın son duraklarıdır. Oralara varmadan önceki ‘durak’lar, dev boyutlara erişmiş bir sanayinin kısımları gibi­dir. Nedir bu kısımlar? Öncelikle erkeği sevişmeğe, kadını da erkeği şehvetlendirmeğe teşvîk edici basın, yayın, sinema, tiyatro, roman, hikâye, müzik yollu propaganda, reklam; kamunun bakışma açık mahallerde levha yahut duvar ilânları. Bütün bir yaşama ve davranma tarzının kökten değiştirilişi; bu değişmenin öncelikle kadının giyimi ile kuşamında kendini yansıtışı: Çıplaklığa varacak rad­dede bedenin açık saçık teşhiri. 1960larda bu tavır deniz kenarında, kumsalda sergilenirken 1970lerin başlarından, özellikle de 1990ların ikinci yansından itibâren büyük şehirlerin kalabalık, işlek, saygın caddeleri ile mutenâ semtlerine taşınmıştır.

Asırlarca bütün müstesnâ medeniyetlerce müstehcen ve müstekreh görülüp kabul olunmuş insan manzaraları artık umûru-adiyeden addolunmaktadır. Tersine, yine öncelikle kadının iffetli, ağırbaşlı davranışı ve buna koşut kapalı giyim kuşamı yerilmekte ve hattâ kimi ülkelerde yasaklanmaktadır. Tasvirini sunduğumuz bu gidişin iktisâdî—ticârî nedenlerinin yanında, siyâsî sebepleri de var. Fuhuş ile zinâ, bireyin günümüzde son toplumsal dayanağı ile sığmağı olan aile kurumunu yıpratıp aşındırmakta; sonunda da çökertmektedir. Böylelikle birey, tümüyle dayanaksız ve korumasız kalmakta, sonuçta küresel sömürü kar­şısında dirençsiz bırakılmaktadır.

(6)1780lerde başlayan küreselleşme çabalan, başarının doruğuna 2000de ulaşmış görünüyor. Felsefe-bilimin dialektik yöntemiyle düşündüğümüzde, görülmemiş zafer, çöküşünün, inkırazının tohumlarını da bağrında taşıdığını anlarız. Çağdaş Küreselleşen İngiliz-Yahudî anlayışının, medeniyet düzleminde, görünürde, rakîbi, onu bırakın, en azından, seçeneği bile yoktur. Onun bildirdiği düstûrların, kalıpların dışında düşünüp eyleyemezsiniz. Ürettiği fennî araçlar ve cihâzlarla geçmişte yaşanmamış raddelere varan denetim, dolayısıyla baskı mekanismalarını kurup harekete geçirebilmektedir. İnsanın yaşamak amacıyla birinci derecede ihtiyâç duyduğu havanın, su ile ekmeğin yanında adâlettir. Haddizâtında bu dörtlünün başında adâlet gelir. O, sakatlanmışsa, hiç değilse, ekmek ile suyun temini zorlaşır, giderek imkânsızlaşır.

Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin ana ideolojisi olan mâlî sermâyecilik adâleti ayaklar altına alan bir fikrî—siyâsî—İktisâdi işleyiştir. Dünya nüfusunun beşte biri yeryüzünün sunabildi­ği nimetlerin yüzde seksenine yakın payını zimmetine geçiriyorsa, beşte dördü­ne de yüzde yirmilik hisse kalır. İşte, uzaklara gitmeğe hâcet yok; A.B.D.nin 2004 başkanlık seçimlerine Demokrat Partinin aday adayı Lyndon LaRouche'un 24 temmuz günü, yani 11 eylül kundaklamalarından kırk sekiz gün önce, Birleşmiş Milletler ile Vaşingtonda iki yüz elli kişinin önünde yaptığı video des­tekli konuşmada mâlî sermâyeciliğin baş kalesi Birleşik Devletlerinin içinde bulunduğu durumu bizlere şöyle tasvir etmiştir:

“Mâlî bunalımda bulunuyoruz... Sistemimiz iflâs etmiş durumdadır. Ulaşım, takat/eneıji, eğitim, sağlık teşkilâtla­rımızın tamamı, altyapı ile sanayimiz çöküş hâlindedir. Halkın yüzde seksenini dar gelirliler oluşturuyor. Bunların durumu 1977dekinden fenâdır. Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile hâlihazır siyâsetler devâm ettiği, Wall Street ile Federal Reserv sistemi varolan hâkimiyetlerini sürdürdükleri sürece, A.B.D. de kimse gelişme beklemesin... Çöküş, kendini birden duyurmaz. Kötü siyâsetler, sürer gider; bunalım ânsızın patlak verir. Sâdece A.B.D. değil, Batı Avrupada İngiltere, Almanya, Fransa ile İtalya dahî iflâsın eşiğindedirler...”(57)

(7)Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, tarihin sönümü­dür? Tarihte ilk defa seçeneksiz bir medeniyet olması itibâriyle adı anılanın çürü­yüp çökmesi, batmasıyla insan varoluşunun noktalanması mantık gereğidir. Dış görünüşçe ‘beşer’e benzese bile, duygulanmayan, tefekkür edemeyen; şan, şeref, haysiyet, adâlet, merhamet ile güzellik duygularından yoksun fabrika yahut laboratuvar ürünü ‘ruhsuz', hattâ ‘nefssiz’ ‘beşer kopyaları’na yahut ‘kopyalanmış beşerilere, ‘insan’ bir yana, ‘beşer’ bile diyemeyiz. Kimliğiyle, toplum ortamıy­la, doğal çevresiyle, bir bütün olarak, ‘insan’, ‘soykırım’a uğramaktadır.

 

Dipnotlar:

 

(52)- Bkz: Teoman Duralı: “Çağdaş Küresel Medeniyet’, 74. - 77.syflr.

(53)- Bkz Abdübakı Gölpınarlı: “Hz Muhammed vc Hadisleri’, I43.sayfa, 916,satır.

(54)- Öbürüyse, Eskiçağ Ege medeniyetinin M.Ö. Beşinci ile Üçüncü yüzyılar arasında kalan Klasik dev­ridir. Ege medeniyeti Klasik devrinin,Yeniçağınkinden en bariz farkı, etkilelerini nisbeten dar bir coğ­rafyaya yayıp duyurabilmiş olmasıdır.

(55)- İşsizler ordusu içinde çalışma yaşında olup iş bulamayan vasıflı - vasıfsız istihdâm edilebilir olanla­rın yanında, emekliye ayınlmışlar da yer alırlar.

(56)- Tekmil ‘hâne’lerde istihdâm edilen kadın, erkek ve hattâ çocuklar. Bu andığımız kadın, erkek ve hattâ çocuklar, çoğu kere, özellikle ‘fuhuş sanayii’nde köle durumunda çalıştırılırlar.

(57)-Lyndon LaRouche (1922 - ); “How to Survire the Ongoing Financial Collapse''

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:275-281
Devamını Oku »

İktisatperestlik



(1)-Tarih boyunca bütün toplum-kültürlerde ‘iktisât’, tıpkı solumak, yemek, içmek, evlenip aile kurmak gibi, üstünde durulmayacak kadar kendiliğinden anlaşılır, Frenklerin banal dedikleri, türden birtakım eylemelerin adı olmuştur. Hattâ, cinsiyet meseleleri gibi, hakkında konuşmak ayıp sayılırdı. İşte bu durum­daki ‘iktisât’, eşine benzerine geçmişte rastgelemeyeceğimiz yepyeni bir mede­niyetle birlikte hayatın ve bilcümle ifadelerin, başka bir sözle, söylemlerin, mer­kezini işğâl eder olmuştur.

(2)‘Makine’, kısaca, kendine vucut veren parçalar ile unsurların eşgüdüm hâlinde çalışarak verim sağlayan bir işleyiş bütünlüğüdür. Bir işleyiş bütünlüğünü açıp bunun içine baktığınızda, kurucu unsurlarını yahut yapıtaşlarını teker teker görebileceğiniz, bunların arasındaki neden - etki bağıntılarını teker teker tesbit edebileceğiniz iş gören yapıdır.(7) Böylece incelenmeye, çözümlenmeye açık olan, öyleyse gizli kapaklı, kısacası esrârengîz yanları yönleri bulunmayan işleyiş bütün­lüğü cinsinden mekanik yapılar insan elinden çıkmadır. İşte makine örneğinden hareketle, evrenin de bir işleyiş bütünlüğü olduğu öne sürülür olmuştur. Ne zaman­dır? Özellikle 1600lerden bu yana söz konusu iddia git gide güç kazanmıştır.

(3)İlk dönemlerde, meselâ Sir Isaac Newton'âz (1642 - 1727) bu işleyiş bütünlüğünün yaratılmış olduğuna inanılıyordu. Fakat öncelikle Ondukuzuncu yüzyılla birlikte bu inanç terkedilir olmuştur. Yaratıcısı bulunmayan, işleyiş yasa­ları doğrultusunda ezelden ebede dönüşümler geçirerek evrilen evrenin gerek tümü gerekse kapsadıkları, ilkece açıklanabilir süreçler veya varolanlardır. Böyle işleyen evreni ve kapsadıklarını inceleyip açıklayabilecek ‘ülküsel’ (ideal) bilim, fizik-kimyadır. O hâlde, fizik-kimya bilimleri ile bilim kollarının açıklayamadı­ğı süreçler yok sayılmalıdır; zirâ anlamsız, saçmadırlar. Fizik-kimya bilimlerinin, yânî çözümleyici aklın açıklamakta âciz kaldıklarına mucize diyoruz. "Ben kimim?”, “nereden gelip nereye gidiyorum?”, “niçin, nereden varoldum?', ‘“ben’imi çevreleyen bütün şu varolanların hikmet-i sebebi nedir?” türünden soru­lardan yansıyan irâdede kendini gösterip de insanın temel insan-olma  hâlini oluş­turan onun aslî vasfını, kimliğini çözümleyici akılla açıklamaktan kesinlikle âci­ziz.

Demekki insan, ama beşer değil, mucizedir. İnanışı, iyilik ile güzellik değer­lendirişleri, barınışı, yiyişi, içişi, konmuşu, aile ile topluluk bağlarını örüşü, sevişişi, iş görüşü, hak ile adâlet dağıtışı ve nihâyet teşkilâtlanışıyla insanın tüm kap- saycı eserine kültür diyoruz. İnsanın eseri kültür de mucizevîdir. Madem mucize­de çözümleyici aklın yeri yoktur, o hâlde orada inanç, salt inanç söz konusudur. İnanıp inanmamakta ise serbestiz. Görülüyor ki, inancın bulunduğu ortamda hür­lük vardır. Bir varolan insansa, onun hür olması lazım gelir. Hürse, insandır. İnsan, özden hürdür. Hürlüğün insandaki ilk ve asıl tecellî yeri, onun manevî—zihnî-ahlâkî âlemidir. Bu âlemin kötürümleşmesi, inşam hürlüğünden, dolayısıyla da insan-olma-durumundan eder. İşte, Kur'ân, serhoşluğu da bu sebeple yasaklar.

(4)Hür-olan, hürlüğünün hikmetisebebi demek olan kimliğini korumanın mücâdelesindedir. Kimliği olmayanın hürlüğü de yoktur. Hür-olmayan, ‘meka-nik’tir. Mekanik-olansa, her türlü işi direnmeden görmeğe teşnedir. İşte nasıl ilkin evren, doğa, dünya, mekanik kabul edilmişlerse, tedricen insan da dirim-beşer temeline indirgenerek kimliğinden, böylelikle de hürlüğünden yok­sun kılınarak mekanikleştirilmiştir. Böylece o, artık sömürünün konusu kılınmış­tır. Kimiliğini oluşturan cümle değerlerçin mücâdele veren ‘dindar-inanan-savaşan insan’, yanî mücâhid, kendine buyrulduğu biçimde hareket ve imâl eden, yiyip içen, mutlanmayan, ıztırâp çekmeyen, çiftleşip eğlenen beşer, demekki ‘iktisâdiyâtcı adam’(8) derekesine düşürülmüştür. Doğanın mekanikleştirilmesine maddecilik-mekanikcilik; beşerinkineyse iktisâdiyâtcılık diyoruz. Peki bu yeni dönem nerede, ne vakit başlamıştır?

 

Dipnotlar:

 

(7)-Fr structure fonctionnelle.

(8)- GeçL ‘homo economicus*

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:243-244
Devamını Oku »

Barış — Savaş zıtlığı



(1) Zorluk, başlıbaşına bir varlık değildir. Tıpkı yakın akrabâsı, kötülük gibi, zorluk da, olumsuzluktur. Olumsuzluksa, kelimenin yapısından anlaşılacağı üzre, ‘olum’un, ‘olma’nın bulunmaması anlamındadır. Zorluk şu durumda, rahatın, düzgünlüğün yoksunluğudur. Rahat, düzgünlük ve bunların devâmı, bireysel sağlık ile onun toplumsal mukabili olan barış olağanlığın ifadesidirler. Lâkin ola­ğanlığı, yine karşıtıyla idrâk edebiliriz. İşte bundan dolayı zorluktan rahat ile düzgünlük doğar. Nitekim Alman şairi Friedrich Hölderlin (1770 - 1843) bu hususu şu unutulmaz mısrayla dile getirmiştir: “Tehlikenin başgösterdiği yerde, çâre de göğüverir.”(207)

İnsanın ‘olağan’ hâli, birey düzleminde sağlık; toplum bağlamındaysa, barış­tır, demiştik. Barış,(208) sevgi ile saygının yaygınlık kazanması durumudur. Barışın zıddı savaştır.(209) O da, öfke ile nefret duygularından kalkan teşkilâtlandırılmış maşeri eylemler dizisidir. Ne var ki, barışın da savaşın da ortak paydası, saygı­dır. O ise, önünde sonunda edebin türevi olduğuna göre, ahlâkın en önde gelen unsurlarındandır. Öyleyse barış gibi, savaş da ahlâka dayanır. Aradaki fark, sevgi — nefret zıtlığında yatar.

(2)Sevgi, ‘ben’in, kendini ‘ben-olmayan’a katıp karıştırma çabasıdır. ‘Ben-olmayan-sen’in duvgularına ‘ben’in katılmasına duygudaşlık(210) diyoruz. Duygudaşlık, ıztırâb ile acıda da sevinç ile neşede de görülür. Duygudaşlığın, ıztırâptaki tezâhürü, merhâmettir. Onun da, zayıf ve yüzeyde kalan hâli, acıma; en güçlü ve tanrısal kudretteki ifâdesiyse, rahmettir.

(3)Duygudaşlık, öncelikle de merhâmet ile bunun genelleşmiş devâmı olan banş, dişi, böylelikle de anne; zıddı, savaş ise, erkek, demekki baba özelliğini barındırır. Her iki özelliği dengede tutabilen toplumun sağlığı yerindedir. Böyle bir toplum, banşta savaşabilme kuvvesi ile irâdesine mâlik olup savaşta, barışma imkânını elinde tutar. Aynı durumun aile düzlemindeki yansımasına baktığımızda, annesinden şefkat dolu destek gören çocuğun, babasından yapabileceklerinin sınırlarını, erk (Fr autorité) yoluyla öğrendiğine tanık oluruz. İster ailede, ister daha geniş toplum bağlamlarında olsun, şefkat ile merhâmet çeşidinden dişilik veçheleri, tek hâkim âmil durumuna gelirlerse, yozlaşma, giderek, soysuzlaşma başgösterir.

Sertlik ile kavga şeklindeki erkeklik tezâhürleri önplana çıkarlarsa, o takdirde de, kültür, medeniyet seviyesine asla ulaşamaz, vahşîlik dediğimiz durum, ortalığı kırar geçer. Öyleyse sevgi ve nefretle dengede birarada yaşamaya da savaşmaya da, ruhça ile bedence hazır olma tavrı, aklın ve sonuçta adâletin gerektirdiklerindendirler. Aklın bildirdiklerini âdilce ifa etmek ise, Müslümanlığın başta gelen vecîbelerindendir. Nitekim Hadîse bakılırsa, aklın onayladığı her şeyi, din teyîd eder; ve, dinin tasdik ettiği her şeyiyse, akıl da benimser. Şu durumda İslâmın, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımıza iliş­kin buyruk ile talimâtlan akılla çelişmez. Nihâyet, aklın kendisi de, dinin aslî uzvudur.

 

Dipnotlar:

 

(207)-“Wo aber Gefahr ist, wächst das Rettende auch” —“Patmos”.

(208)-Bkz: EK 11 e

(209)-Bkz: EK 12ye

(210)-Y sümpathia; Fr&lng compassion.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:211-212
Devamını Oku »

Bireylilik-Kimlik-Kişilik Sorunları



(1)-Her canlı, başka birtakım varolanlara nice benzerse benzesin, kendine has özellikler taşır. Bu özellikler, nice özelleşirlerse, onlarla donanmış canlı, o denli karmaşıklaşır. Kendine has özelliklerince başka hiçbir şeye geri götürüle- mez, indirgenemez varolana birey diyoruz. Hücreden beşere dek istisnâsız bütün canlılar, şu durumda, bireydirler. Yalnızca insanlaşmış beşerin bireyliliği, artık eşsiz diye niteleyeceğimiz özellikleri hâizdir. Böylesi bir bireylilik, kimlik kazanmış olur. ‘Kimlikli insan’sa, ‘kişi’dir. Kimlik kazanılıp kişileşildiği ölçüde insanlaşılmış olunur. İşte böylesine, kişilikli insan diyoruz. Kişilikli insan, düşünme itiyâdındaki bireydir. Düşünme itiyâdında olmak, olup bitenler hakkın­da olup bittikleri ânda düşünmekten ibâret olmayıp düşünme işlemlerinin ürünü olan düşünceler üzerine de düşünmektir. Birincisi az yahut çok mıkyâsta bütün insanlara yaygın olmasına karşılık, İkincisi pek az kimseye nasîb olur.

(2)-Düşüncesi üstünde katlanarak düşünebilen, hareketlerini de düşüncele­riyle biçimlendirir. Düşünceler yoluyla biçimlendirilen hareketlere eylem diyo­ruz. Şu hâlde kendi başına eyleyebilmekçin kendikendine, yanî özerkçe düşün­mek gerekir. Başka bir mercie bağımlı kalmadan düşünmekse, hür olmak demek­tir. Kendi düşünmeleri doğrultusunda hareket eden yahut eyleyen de özerk kişi­dir. Düşünme dizileri arasındaki mantık bağlantılarını dikkatten kaçırmamağa özen gösteren, tutarlı düşünür. Tutarlı düşünme çabasındaki kişinin, bu uğurda, düşünme dizilerini süreklice, düşünerek, denetlemesi, onu bilinçli kılar. Böyle birinin eylemleri arasında da sıkı bir düzen bulunur. Eylemlerinde tutarsızlık bulunmayana da disiplinli kişi deriz. Buna karşılık, yargılarında, davranmaların­ca, hâl ile hareketlerinde tutarsız olan kişi, tabiatı itibâriyle böyleyse, delidir; yok, bu tavrı, sunî yollardan meydana geliyorsa, serhoştur.

Bir kimsenin davranmasını, hâl ile hareketlerini, tavır ile tutumlarını belirle­yen ahlâkıdır. Davranışlarını, hâl ile görünüme çıkan hareketlerini, yanî eylemlerini kendine ve başkalarına karşı hâlis niyet besleyerek belirleyen, ahlâklı kişi­dir. Ahlâkında oynamalar olmaz, hep aynı minvâlde yürürse, bu kişiye dürüst deriz. Dürüst kişinin en belirgin vasfı, özü ile sözünün, niyeti ile amelinin birbir­lerini tutmalarıdır. Gerçi dürüst olmayan kişinin de özü ile sözü çakışabilir, örtüşebilir.Ölçüsü nedir öyleyse? Niyetin hâlis olup olmamasıdır. Bu hususu nitekim, lmmanuel Kant, şöyle dile getirmiştir: “...irâdeni izhâr edebileceğin öyle bir kural uyarınca davran ki, sonuçta o, genelgeçer bir yasa değerini kazanabilsin.”(169)

Derin düşünmeye, yanı niyete göre düzenlenmiş eylemler, ameller, ahlâk makûlesinden sayılırlar. Ama niyetin kendisine gelince; o, dinîdir. Madem niye­te dayanır, öyleyse sonuçta ahlâk da, din çıkışlıdır. Esâsında hayatımız da tabiat talâkkîmiz de dinîdir.

(3)-Görünür düzlemde olup bitenler, dinin zahirî yakasında yer alırlar. Dışarıdan bakıldığında algılanamayan niyetse, dinin bâtınî tarafındadır. Bâtınî hususlar, gözlemlenip irdelenmeğe yatkın değildirler. O hâlde onların yalnızca görünüme çıkmış, tezâhür etmiş taraflarıyla meşğûl olabiliriz. Nitekim Hz Muhammed, “gördüklerime inanır (yanî bilir), görmediklerimiyse, Allaha, havâle ederim” demiştir. Yine aynı iddianın bir başka ifadesini Ziyâ Paşa'da (1825 - 1880) buluyoruz: “Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz; şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”dir.(170)

Kişi, niyet sahihliğine, hâlisliğine fıtratından ya yatkındır ya da değildir. Şu var ki, fıtratını da, toplum, inkişâf ettirir veya ettirmez: Eğitim. Toplum, eğitme yetisini (Fr capacité) geçmiş nesillerden devralıp işler ve ileriki nesillere devre­der: Gelenekler ile görenekler. Peki, eğitimin kendilerinden kalktığı başlangıç ilkeleri nerede bulunurlar? Vahiyde. Ona sâdık kalan toplumlar, niyet sahihliğini besleyip geliştirirler. Vahiyi çarpıtan, kirleten yahut toptan unutan toplumların eğitim düzeni de iflâs eder. Eğitimi iflâs etmiş toplumlardan ahlâklı kişilerin çık­ması neredeyse mucize kabîlindendir. Ahlâk, birey düzleminde kişinin kendi kendisiyle barışık hâlde eyleme; toplumunkindeyse, öteki bireylerle, menfaati ön plana çekmeksizin, ödevi öyle gerektirdiğinden, iş görmesi kâbiliyetidir.

Kişinin kendikendisiyle barışık olması, ‘vicdân’ dediğimiz, kendi içerisindeki, Allah sesine kulak kabartması, bu seste ifadesini bulan Onun kılavuzluğuna tereddüt­süzce uyması anlamına gelir. Nitekim İslâm, Allahın kılavuzluğunu tereddüt etmeksizin kabul etmek (imân), özetle Ona teslim olmak manâsını taşır. Elçileri, Allahın buyrukları ile tavsiyelerini en eski devirlerde kendi topluluklarına, daha sonralarıysa, bütün insanlığa tebliğle yükümlüydüler. Tebliğlerde ağırlıklı biçimde bahsolunan konu, kişinin öteki insanlarla kurduğu yahut kuracağı ilişkilerdir: Kul hakkı. Bunun bulunduğu yerde ahlâk vardır.

(4)- Vahiyden doğrudan yahut dolaylı kaynaklanmayan gelenekler ile göre­nekler, ahlâk orununa çıkamazlar. Ahlâk orununa çıkamamış gelenek ile göre­nekler, aid oldukları toplumlara mahsûs kalıp cihânşumûl değerlere kavuşmuş gözükmezler. Mahallî ve mevziîdirler. Meselâ kadîm aşîret görenekleri, sizi, mensûbu olduğunuz topluluktan birini öldürdüğünüzde, katil; birinin malını çal­dığınızda hırsız olarak değerlendirir. Aynı fiilleri topluluğunuzdan olmayana karşı işlediğinizdeyse icâbı hâlinde, ödüllendirilebilirsiniz dahî.(171)

(5)-Milletleşmiş olsun olmasın, bütün toplumların dayandığı, ve kısaca din dediğimiz, inanç düzenleri vardır. Bunlardan îbrâhim dininin İlahî menşei sarih olup tamamı İslâmdır.(172) Filvakî, İslâm bütün inanç düzenlerinin toplu adıdır. Müslümanın indinde, Onun tek saptırılıp çarpıtılmamış hâli olmasından ötürü Müslümanlık, esâsında ‘din’ demek olan İslâmla örtüşür. Öbür(173) kutsal yahut öyle kabul görmüş tebliğler veya metinler, Kur ’ânın az yahut çok çarpıtılmış par­çaları yahut cüzleridir. Öyleyse Kur ’ân ile Islâm, bütünü temsil ve ifâde ederler.

Kur'ân, neye inanmamız ve bakarak görmemiz gerektiğini bize öğretir. Nite­kim, Allah, Rabbdır, öğretendir. Şüpheye düşmeden tereddütsüzce inanmak, imân­dır. Bu, çok sıkı bir iç düzen gerektirir. Bahse konu çok sıkı iç düzeni sağlayan din eğitimidir.(174) Onun, evvelemirde ibâdet alışkanlığım kazandırma ödevi vardır. Nasıl, talîm, en müşkil iş demek olan, savaşanı ölmeğe ve öldürmeğe hazırlamak­la yükümlüyse, ibâdet de, kişiyi Allahı süreklice anıp Onun buyurduğu yoldan istediği biçimde yürümeğe alıştırmakla görevlidir. Asker olmayanın, talîmin bit­eviyeliğini saçmalık olarak nitelemesi gibi, inanmayanın da ibâdeti, öncelikle de onun tören tarafını hiddet ve şiddetle yerip küçümsemesi umûruâdiyyedendir.

(6)-Dine inanmanın ve icâplarının ifasının başında ibâdet gelir. Yine de dine inanmak ile icâplarının ifası herkeste ve her vakit iç içe yürümeyebilir.(175) Yaşayan dinlerde aslî cinsten olmayan icâplar, zamanın ve zeminin gereklerine göre değişirler. Demekki durağan değildirler. Belli bir dine mensûb olamak, onun şart koştuğu ibâdetleri, muâmelâtı, usul ile erkânı, kısacası şeriatı harfi harfine yerine getiriyor olma anlamına gelmez. Çarpıtmaya uğramadıkça genelde din özellikle de Müslümanlık« inananlarının, şeriata uyup uymadıklarını, ilkece, kolluk kuvvetleri gibi, belirli bir dünyevî güç yoluyla denetleyemez. Buna tevessül ettiğinde, müellifi Tanrı olan din, dinliliğini yitirip kapalı devre çalışan felsefe sis- temi çıkışlı, demekki akıl ürünü, ideolojiye dönüşür. Nitekim bir din adının sonu­na ideolojiyi belirtir Türkcede ~cılık/~cilik, Fransızcadaysa ~isme ekinin ilâvesi Özde, dine tamamıyla aykırı bir keyfiyettir.(176) Din, önünde sonunda, demek, ideo­lojik siyâsî kuruluş, hizip filân değildir. Şeriat, gönüllü izlenmesi gereken bir yol yordamdır. Dinin manâsı, mümininin gönlüne gömülü olup ifâdesini irâdesinde bulur. Bâhusus Müslümanlıkta, başta insan olmak üzre, hiçbir dünya varlığı, yahut bir benzeri, tapınma nesnesi kılınamaz. Bundan dolayı dinin, dünyevî var­lığa tapmağı çağrıştıracak ad yahut ünvânla anılması kabule şâyân değildir.

(7)-Dinin, öncelikle de iç düzenini kişiye bahşetmeğe matûf ibâdetin zorluk­larından kaçanların, bu arada Tanrıyı reddetmeği de göze alamayanların, beğlik çâresi, “dine bağlı değilim, ama, evrensel bir düzgünlüğün ve yaratıcılığın varol­duğuna inanıyorum” kolaycılığıdır. Unutulan husus, din denilen kurumun gör­evinin, yalnızca Tanrıya yahut benzeri kudretitam manevî güce inanmanın şartla­rını sağlayıp belirlemekten ibâret kalmayıp insana yaşayışım bireysel ile toplum­sal düzlemlerde tayin ile tanzîm etmek olduğudur. Burkancılık yahut Konfuçiyusculuk gibi, öyle dinler var ki, bunların önem sıralamasında düzgün ve anlamlı yaşayışa dair sunulan reçeteler, tanrılılıkla ilgili belirlemelerin önünde ve üstündedir. Şu durumda din, daha önce de belirttiğimiz üzre, yaşanana anlam ve çekidüzen verme meselesiyle birebir ilgilidir. ‘Bu-dünya-ötesi’ demeler, anlatım­lar, yer yer ve zaman zaman, vesîle yahut araç kisvesine bürünmektedirler. Vurgu yapmak ve meşrûuluklarını temellendirmek amacıyla kullanıldıkları izlenimini vermektedirler. Nitekim neredeyse bütün dinlerde ibâdetin, genellikle öteki duyu­lara nisbetle görmeğe bunca ağırlık tanıması, tebliğ olunanı, kişinin, bizzât dünya hayatında görerek aklı ve kalbiyle tasdik etmesi maksadına matûfdur.

(8)- Görerek tasdik, dine mahsûs bir şart değildir. Bununla, başta bilim olmak üzre, inanma ile düşünme etkinliklerinin diğer kesimlerinde de karşılaşıyoruz. Bakarak görmek, aklı kullanmağı şart koşar. Sıkı ve tutarlı düşünmek demek olan ‘akılyürütme’nin kurallarını araştırıp tesbit etme sanatıysa, ‘mantık’tır. Mantık esâs­larına dayalı olarak gözlemlerde bulunup deney yapmak ve bu uğraşılardan geniş çaplı soyut gerekçelendirilebilinir ve denetlenebilir, tercihan da matematik ifâde­lerle techîz olmuş sonuçlara ulaşmak ‘bilim’in, bütün bunların nihâî değerlendirmesini yapıp sistemli bir evren tablosu yahut şablonunu çıkarmak da ‘felsefe’nin işidir. Bu hüneri edinmekse, felsefe-bilim öğrenimi yoluyla olur.

(9)-Sonuçta imân etme disiplinini edinmek ile dış fizik gerçekliğine bakıp onu görerek öğrenmek, bir ve aynı pınardan fışkırıp birbirlerini tamamlayan insanın iki meşrebidir. îlki, enine, boyuna ve derinliğine çok çeşitli hâlleri ve veçheleriyle ‘kendim’i tanımak, demekki bilinçlenmek; sonrakiyse, dış fizik ger­çekliği öğrenmek, yani bilgilenmektir. İkisinden birinin eksik kalması, daha da kötüsü ikisinin birden bulanık olması, bir medeniyeti ve onun mensûbu kültürle­ri kötürüm kılar. Kötürüm bulunan yahut öyle kılınmış olan bir kültür ortamının bireyleri de, ‘gelişen insan tipi’ anlamına gelen ‘kişilikli insan’ durumuna bir türlü intikâl edemezler. Kötürüm kültürlerin ve onlarda yer alan bireylerin insan kimlikleri, yanı kişilikleri de çözülüp çökmeğe hükümlüdür.

 

Dipnotlar:

(169)-Bkz. “Ahlâk Metafiziğinin Temeli

(170)-Bkz: "Terkibibent", 5.

(171)- Bahsi geçen kabîle-aşîret örfü çağlar boyu geçerliliğini askerî ortamlarda, yanî ordularda korumuş­tur. Birliğinizden birini vurduğunuzda, katil zanlısı olarak yargı önüne çıkarsınız. Çarpışmalar sıra­sında düşman saflarından adam öldürmek serbest olmakla kalmayıp ödevdir, ödevini yerine getiren göğsüne nişân takılarak ödüllendirilir.

(172)-Bkz: EK le

(173)-Bkz: EK 2ye

(174)-Kişiye dış, yanî giyimini, kuşamını, tavır ile davranışlarını belli bir tertibe sokmağa çaba harcayan öteden beri, genellikle, askerî eğitim olmuştur. Geleneksel Osmanlı Türk terbiyesinde, neredeyse sor dönemlere değin, din ile askerlik eğitimleri iç içe yürüyüp birbirlerini bütünlemişlerdir.

(175)-Dindar ile mütedeyyin farklı anlamlar taşırlar. ‘Dindâr’, belli bir dine mensûb olan ve bu mensûp luğunu beyân eden, mütedeyyin’se, mensûb olduğunu beyân buyurduğu dinin şeriatına harfi harfi ne uygun yaşayan kimsedir.

Bu önemli ince ayınım Türicceye dayanarak yapabiliyoruz. Haddizâtında, ‘dindar’ ile ‘mütedeyyit ayn anlamdadır. Ilkı, ‘-dar’ sonekiyle Farscayken, sonrakisi Arapcadır.

(176)- Kimi dinlerin yahut dinimsi oluşumların ~cılık/~cilik soneki almaları alelıtrâk hâle gelmiştir. Bunlar, Burkancılık, Konfuçiyusculuk gibi, kurucularının adıyla anılır olmuştur. Ancak, asla genelgeçer örnek oluşturmazlar. Meselâ İslâmî yahut Müslümanlığı 'İslâmcılık' veya 'Muhammetcilik’/ ‘Muhammediye’; Yahudiliği ‘Musâcılık’/'Musevîlik’; Hıristiyanlığı ‘İsâcılık' 'îsevîlik’ şeklinde zikretmek hatâdan da öte izânsızlık, basiretsizliktir.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:181-185
Devamını Oku »

Kültürün Aslî Dokusu: İnanç Düzeni



Nasıl toplum ile kültür, kesinlikle örtüşürlerse, birbirlerinden asla ayırt olunamazlarsa, inanç da bu iki unsurla aynı durumdadır. Kadın ile erkek tohumları­nın mezcinden anne rahminde beşer oluşur: Doğum. Beşerin, rahimden çıkışıy­sa, dünyaya gelmedir. Söz konusu safhadan itibâren biyo-fizik süreçlerin yanın­da, hattâ zamanla onlara baskın çıkacak şekilde, yeni özgün etkenler, gündeme girecek: İnançlar. Bunların gündeme girişiyle o safhaya değin sürüp gelmiş yaşa­manın —beşerin salt dirimlilik durumu— üstünde yeni bir yapı şekillenir: Hayat. Bu, yepyeni bir şekildir; benzersiz, tümüyle özgün. Hayat, varolabilmekçin yaşa­mayı şart koşar. Başka bir deyişle, hayat, dünyada varoluşça, yaşamaya bağlıdır. Bununla birlikte, birinci, İkincinin tabîî, uzvî uzantısı yahut türevi değildir. Diğer bir ifâdeyle, hayatı biyo-fizik çözümlemelerle beşere indirgeyip izâh edemeyiz.

Nasıl, ‘dirim’i belirleyen ‘gen’ ise, ‘hayat’ı da, aynı şekilde, ‘inanç’lar biçim­lendirirler. İnançlarla dokunmuş en geniş toplum örgüsüyse, ‘kültür’dür. İnançları gen esâsına indirgemek de, maddeci—mekanikçi dünyatasavvunına dayalı Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin hedeflerindendir. Bu yolla inanç, dirimötesi cihetini yitirerek mekanikleştirilip denetim altına alınabilir.

Beşer yaşamasının üstünde kurucu unsurları inanç olan hayatın temel vasfı hürlüktür. Hür olma keyfiyeti, insandaki ruhluluk veçhesinin en bâriz ifâdesidir. Manevî âlem. Kendi iç işleyişi doğrultusunda çalışan fizik-kimya-dirim dünya­sının, yanî maddî dünyanın tersine, inanç varlığı insan, doğal belirlenimden yok­sundur. Bu sebeple o, hürdür. Hür varlık baştan belirlenmiş olmaz. Baştan belir­lenmemiş varlık, yasaya tâbî değildir. Bundan dolayı, baştan belirlenmemiş var­lığın, yaşayabilmesi, demekki hayatını kurabilmesiçin kendine kurallar koymak zorundadır. Bunu o, Allah tebliğlerinin kılavuzluğunda duyu - sezgi - akıl üçlü­süne dayanarak başarır.

Baştan belirlenmiş doğal işleyişlere ‘yasa’ derken, hayatını kuran insanın kendine koyduğu kuralların en mütekâmil şekline kanun, bunlardan oluşmuş geniş ve karmaşık şebekeye de hukuk diyoruz. Hukukun vucut verdiği düşünü­lebilecek en kapsamlı ve çetrefil teşkilâtıysa, devlettir. Bütün bu inşâaları baştan belirlenmemiş, demekki hür bir varlık olarak insan, kısmen kendinden öncekiler ile çağdaşı olanlardan devraldığı, kısmen de kendisinin oluşturduğu inançlardan hareketle gerçekleştirir.

Belli bir iş görmek, maksada erişmek üzre kullanılabilir araç seçeneklerin­den birini yahut birkaçını seçmek, tercihtir. ‘Niye şu aracı seçiyorum da onu seç­miyorum’un gerekçesini hesaplayıp verme yetisiyse, hürlüktür. Bahis konusu gerekçeyi hesaplayıp verme yetisini hâîz ve işleten meleke de akıldır. Hâîz olduğu melekeyi akim, bilkuvveden bilfiile intikâl ettirme isteği, irâdedir. Seçenekler «asında tercihte bulunurken akıl, gereksediği gerekçeyi ‘yeter sebep' (YeL ratio sufficiens)ilkesinde bulur.Yeter sebep ilkesi,Leibnz'in deyişiyle ''Rationem reddere''den,yani aklın,bulunduğu tercihin hesabını vermesinden ortaya çıkar.Hesabı verilmemiş yahut verilmeyen bir seçme,şu durumda aklın tercihi sayılmaz.

Sonuç olarak aklın,bililtizam karar mercii olmadığı ortam ile durumlarda ne iradeden ne de onunla birlikte ışıyan hürlükten bahsolunabilir.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:164-166
Devamını Oku »

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Temel Dünya Tasavvuru

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Temel Dünya TasavvuruMaddecilik – Mekanisism

I. Esâs: Akılcılık-Deneycilik

Yeniçağ Avrupasında örnek bilim orununa yükselip oraya yerleşen ‘mekanik nedensellik’ esâsına dayanarak çalışan ‘fiziğ’in yöntemi, Onyedinci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte hayatın bütün vechelerini sarıp sarmalayan ‘dünyatasavvuru’ olmağa yüz tutmuştur. Sözünü ettiğimiz ‘klasik fizik’ uyarınca, evrendeki süreçler ile 85 etkileşimler,‘makine’yi andırır, ‘makinevârî’ yürürler. Makinevârî yürüyen bir işleyişin, ‘uzman’ kişiçin gizli kapalı yönü, esrârengîz ve muammâlı tarafı yoktur. Makinevârî tarzda işleyen ezelî ve ebedî evren düzeninin temel birimiyse, zaman ile mekân koordinatlarında yer alan ölçülüp biçilebilen ‘madde’dir.

İşte,’ Klasik’, yânî Galileo– Newtoncu ‘mekanik’ten yahut ‘fizik’ten türetilmiş dünyatasavvuru, ‘Maddecilik– Mekanisism’ lakabıyla tanınmıştır. Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuru çerçevesinde yaşayıp eyleyen biriyçin karşılaşılan tekmil olaylar, ilkece, bilinmeğe açıktırlar. Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunamayan, ölçülüp biçilemeyen ne varsa, ilkece, ‘inanc’a taallûk eder. İnanca taallûk eden ne varsa, yine ilkece, saçmadır, dolayısıyla da kaale alınmağa değmez.

Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunabilen, ölçülüp biçilebilen, giderek kişinin yararına açık görünenler, doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak duyulara konu olanlardır. Şu durumda duyularötesi yahut duyudışı olduğu iddia olunanlar, lâfıgüzâf, böylelikle de abestirler. Maddecilik–Mekanisism, böylece, duyu verisi algılardan oluşmuş tasavvurların ortaya koyduğu Akılcı–Deneyci dünyayla sınırlı bir anlayıştır.Burada inanca, iytikâta, hele imâna; başka türlü söylersek, zaman ile mekân çerçevesini aşan, ölçüye, hesaba kitaba sığmaz; kısaca, ‘maneviyât’ diye deyimlendirdiğimiz ‘iç’e ilişkin ‘değerler ağı’n aslâ ve kat’a yer yoktur. ‘İçsiz insan’ ise, ‘nedensel zorunluluk’la Tanrıya bağlı değildir. Bu hâliyle ‘maneviyât’ boyutundan ârî olan insan,fizyolojik süreçler ile etkileşimlerin verisi ‘nefsî’ (İng psychic)132 bir varolan olarak her çeşit fizik-kimya araştırmaya, teşrîh ile açımlamaya uygundur. İnsanın embriyolojik– fizyolojik etkileşimleriyse, evrim sürecinden rastlantı sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu da, ‘nefsî beşer’in ‘insanî cihet’inin bulunmadığını gösterir.

İşte, insanı beşerden ibâret sayan anlayışa ‘İnsancılık’ diyoruz. Öyleyse İnsancı insan anlayışı, yaratık yahut yaratılmış olmayan rastgele mekanik beşer görüşüyle çakışır. Kültürün üç esâsı vardır: Yaşamakçin zorunlu ihtiyâçların karşılanması hüneri ki, buna ‘zanaat’ denir; ve beşerin, hemcinsleri, canlı ile cansız doğal çevresiyle kaçınılmazcasına kurduğu ilişkiler ağı ki, bu da bize gelenekler ile görenekleri verir; ve nihâyet, Yunanlıların Arkhē dedikleri, esâsların da esâsı olan ‘inanç’lar ki, bunlar, İslâm terim dağarında ‘imân’ diye geçer. Canlıların yaradılıştan belirlenmiş gen düzenlerine karşılık, insanda süreklice inşâa olunan inançlar ile bunların teşkîl ettikleri nizâmlar bulunur. Kerterizlerini, ‘Kur’ânî Tebliğ’ misâli, doğrudan yahut Kamlıkta (Şamanlık) gördüğümüz gibi, dolaylı şekilde Tanrıdan alan inanç düzenlerine, geniş anlamda, din diyoruz.

Tarih boyunca ‘din’ ile ‘kültür’, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapcada kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), ‘din’le aynı söz kökünden gelir.Giderek, şehir devleti, kent anlamındaki ‘medîne’ ile ondan türetilmiş ‘medeniyet’ dahî bir köktendirler.Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, önceki yahut çağdaşı medeniyetler ile kültürlerden bambaşkalığı, burada ilk defa insanlık âleminde din ile kültürün tümüyle ayrışmalarıdır. Daha doğrusu, din, kültürü oluşturan tabakalardan biri hâline gelmiştir. Nitekim, Karl Marx’ın iddiasına göre, din, üstyapı kurumlarından biridir. Kültürün, dine taallûk etmeyen öteki tabakaları dindışı (Fr séculaire) yahut uhrevînin (Fr divin) zıttı anlamında dünyevî (Fr profane) şeklinde tavsîf olunmuşlardır.

Dindışı kültürün en önemli özelliği, dinî olanın tersine, kendisine vucut veren inançların, çağdan çağa, ortamdan ortama ve bakış açısına göre değişime açık olmaları ve oluşturulmalarıdır. İlahî Tebliğle bildirilmiş mürâcaat noktalarına dayanılarak oluşturulmuş inançlar kutsaldır. Şu durumda kutsal kabul olunan inançların vucut verdikleri kültürün tamamı da kutsaldır. Duyumlanan olup bitenleri belirleyen görünmez bir güce kudrete inanılır ki, buna da ‘ruh’ denir. Ehlikitab olsun olmasın, hattâ Kamlık, Hinduluk, Burkancılık gibi, âşîkâr Tanrı fikrini taşımayanlar dahî dâhil olmak üzre, tüm dinlerin ortak paydası, alelıtrâk ruh kavrayışıdır. Herkes, zihin seviyesince, kendi beninde olduğu kadar, özge insanların, öyleki canlı ile cansız varolanlarda varsayılan benlerde de alelıtrâk ‘ruh’un tezâhürünü, bir biçimde, görmeğe gayret etmiştir.

Ruhumun kendisini bende duyuruşuna, hissettirmesine, ‘basîret’ diyoruz. Başka bir ifâdeyle, ‘basîret’, ‘iç görüş’tür, ‘gönül gözüyle görmedir’. ‘Gönül gözüyle görme’yse, kişiyi ‘içten’136 kılar. ‘Gönül gözüyle görerek’ benini ‘içten bilen’, ‘bilinçli’dir. ‘Bilinc’i kuran unsurlar, kişisel yorumlamalar suretiyle ‘imân’dan neşet ettirilmiş ‘inanç’lardır. İmân/lar, zamanla toplumsallaşarak inananların ortak paydası hâline gelir. İmânın yahut imânların, toplumda yaygınlaşıp ona mâlolmalarıyla birlikte, yorumlanmaları benler arasında farklılık gösterir. ‘Yorumlama’nın derecesi, toplumun zihin seviyesiyle doğrudan bağlantılıdır. Zirveye ulaştığı toplum çeşidiyse, ‘felsefîleşmiş medeniyet’tir. Orada artık, yorumlama, ‘eleştirel’ veche kazanmıştır. Felsefîleşmiş medeniyette en üst kertesine erişen zihin– kültür işleyişi, yozlaşmanın da başgöstermesine yol açan ana etkendir.

Felsefîleşmiş medeniyetleri, böylelikle infilâk edip ‘varını yoğunu’ fezâya ışıl ışıl saçarak en azından onun bir kesimini ışığa kesen yıldızalara benzetebiliriz. İmân ortaklığı, ‘benler’i biz kılar. O, sonuçta ‘biz’i ‘bizler’e, yânî ‘din kardeşliği’ne, önünde sonunda da ‘İnsanlığ’a götürür. Bunun yanındaysa, imânın anlaşılıp değerlendirilmesi ile yorumlanmasından zuhur eden ‘inanç farklılıkları’ndan da ‘özgün kişilik’ler doğar. ‘İmân’, ‘Mutlak İyi’nin, ‘Meşrûunun Kelâmı’na sorgusuz sorusuz bağlanmadır.

Bağlanılan İmâna halel getirmemek şartıyla, yine onun ‘yüzü suyu hürmeti’ne inançlardaki farklılıklar, hoş görürlürler. Mümîn, esâsların esâsı Allahın Vahdetine inanmanın yanısıra, imân yoldaşlarının farklı yaradılışları ile anlayışlarına dahî saygı gösterip güvenendir. ‘İçten bilen’e bilinçli demiştik. Birbirlerini ‘içten bilerek’ ve ‘sayarak’ ‘imân ipi’ne sarılmış bireylerden oluşmuş topluma Dayanışmacı– Toplumcu diyoruz. Benin dışında olup bitenlerin duyumlanarak algılanmalarıyla yetinen ‘bilme’ türüne ‘bilgi’ denilir. ‘Bilinç’, şu hâlde, ‘benin içerisi’ni ―ruhu―; ‘bilgi’yse, ‘bendışı’ndaki ‘satıh’ları ‘bilme’dir.

Yeniçağdan önceki kültürlerde, özellikle de medeniyetleşmiş olanlarda, bilgi de, öyleki kimisinde, onun felsefî anlamda sistemleştirilmiş durumunu ifâde eden bilim de vardı. Ancak, Ispanyol filosofu José Ortega y Gasset’in (1883 –1955) de bildirdiği üzre, “gerek tek tek bilimler gerekse bilimin kendisi Ortaçağda ikinci dereceden bir bilgi türü olarak kabul ediliyordu... Bir olayın, meselâ, optik tarafından tesbît olunup açıklanması, onun, henüz kabule şâyân gerçek olduğunu göstermezdi. Esâs olan, evvelemirde, ilahiyât ve bilâhare felsefedir... 1550lere değin bilimlerden beklenen dünyayı inşâa etmeleri değildi...”Peki, insan, neye yaslanarak yaşayabilmiştir. Ortega y Gasset’in “yaşayıp yaşatan akıl” (Isp “razon vital”) dediği, bizim ise ‘aklıselîm’ şeklinde deyimlendirdiğimiz bir mercie sırtını vermiş insanlar, ‘Yeniçağ’a değin yaklaşık iki yüz bin yıldır yaşayagelmişlerlerdir.

Aklıselîm, hissiselîm, zevkiselîm kişi, mütedeyyin138 insan olmuştur. ‘Aklıselîm’ sâhibi ‘mütedeyyin’ insan, haddini hududunu tanıyan kişidir. Böyle bir kimse, ‘salt akl’ın dahî nerelerden nerelere uzanabileceğini kestirir; tüm gerçekliğin onun kendi kavrayışına açık bulunmadığını kabul eder. ‘Salt akıl’la kavrayamayıp açıklayamadığı gerçeklik kesimlerine saygıyla, hattâ huşûula eğilir. Salt akıl, aklıselîm, hissiselîm ile zevkiselîm, aklın bölmeleridir. Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasında bu ‘bölmeler’ arasında karışıklık yahut saha ihlâlleri ortaya çıkarsa, buradan bunalım doğar.

İşte 1550lerden itibâren tam da böyle bir durum belirmeğe başlamıştır.139 Bu çarpıcı geçiş devrinin başta gelen etkeni,Galileo Galilei (1564 – 1642) ile onun abidevî eseridir. Gerçekten de Galilei’yi Orta ile Yeniçağların arasında sınır taşı gibi görebiliriz. Onunla, en azından, teorik düzlemde, uhrevî ile dünyevî yahut din ile dindışı kesimler arasında bir daha birleştirilememecesine keskin bir ayırım çizgisinin çekildiğine tanık oluyoruz. Onda başlayan bu ayırım çizgisi, René Descartes’ın elinde felsefî işlenmişliğin doruğuna erişecektir....

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;87-90
Devamını Oku »

Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti ve Din Esaslı Alem Anlayışından Dindışı Dünya Görüşüne

 

teoman-durali-cagdas-kuresel-medeniyet1- Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile uslubunu tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, Onsekizinci yüzyıldan itibâren Batı Avrupadan çıkıp yeryüzünün dörtbir yanına yayılan Milliyetcilik akımlarının, İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir. Haddizâtında Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahalî özelliklerini Hırıstıyanlaştıktan sonra da sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 İhtilâlikebîrle Milliyetcilik, müphem bir hâlden toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim İhtilâlikebîrin, millî toplumdan murad ettiği, biçimbirliğine (Fr uniformité) eriştirilmiş, kuralı bozacak unsurlardan, istisnâlardan temizlenmiş toplumdur. Sonuçta, öncelikle Kavmî Milliyetcilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tekbiçimli (uniforme) toplum oluşturma ülküsünün takîpcisidir.

Toplumların kavmî ile mahalî özellikleriyse, Avrupanın kilisedışı dünyevî vechesi olarak temâyüz etmiştir. Daha İlkçağda Avrupa, bir yanda Romanın siyâsî ile medenî hâkimiyetindeki Latin dünyası ile onun kuzeyinde sık, soğuk ormanlarda yaşayan Germenlerin yurdu şeklinde cepheleşmiştir. Hırıstıyanlığın kabulünden sonra, başta Katolikliğin merkezi İtalya ―Vatikan― olmak üzre, Latin Güney batı Avrupa, Kilisenin ilahî kudretini, inişli çıkışlı dahî olsa, aşağı yukarı Onaltıncı yüzyıl ortalarına değin kıtanın her tarafına duyurmuştur. Anılan yüzyılda, Kilisenin sarsılmaz diye kabul olunan dinî-uhrevî kudretine, başta Almanya olmak üzre, öncelikle kuzey ülkelerinden gelen dünyevî yahut en azından yarı-dünyevî nitelikli meydan okumalar, hız ile güç kazandırmışlardır. Böylelikle öteden beri az yahut çok hüküm süren Latin – Germen sürtüşmesi daha bir şiddetlenmiştir.

2- Anaörneğini İslâmda bulduğumuz Tektanrılı Vahiy dininin zihniyeti ile kavram dağarını üstlenen Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, dine ―Hırıstıyanlığa― ‘sırt çevirmiş’tir. Bengisuyunu (OsmT âbıhayat) Doğaüstü pınardan temîn etmediğini öne sürerek, Onaltıncı yüzyılın sonlarından itibâren, tarih sahnesine çıkan ilk ve tek medeniyet odur. Baştan aşağıya felsefîleşmiş medeniyet olmakla birlikte, felsefenin ana odağı olan metafiziğini, özellikle Onyedinci yüzyılın sonlarından itibâren, din temeline dayandırmağı reddetmiştir. Hayatın en üst değerleri ve aslında dinî terimler olan akıl ile vicdân, başlıbaşına, özerk birimler olarak kabul olunmuşlardır. Başka deyişle, kendinden menkûl hakîkatlar olarak görülür olmuşlardır; Vahiy nevinden doğaötesi mercie uzanan bağları kesilmiştir.

Böylelikle de fâsit daireye hapsolunmuştur. İnsanda düşünülebilinecek en genel, zorunlu ve soyut çerçevelerin ―fikir― yer aldıkları ve aralarında düşünme kurallarına, yânî mantığa uygun bağların kurulduğu makam olarak tarîf olunan akıl nereye dayanır, sorusuna, yine aklın kendisine cevabı, aklaaykırıdır. Dışarıdan edindiğimiz tecrübeler artı genetiko–endokrinoloji işleyişlerimiz artı beynimizdeki sinir hücrelerinin faaliyeti eşittir, akıl, dersek, burada artık aklın kendisinden değil de, mekanik zekâ gibi bir şeyden bahsetmiş oluruz. Akla benzer şekilde, vicdânın dahî, dinle ilişiği koptumu, kişinin, Yaradanıyla muhâveresi kesilir; sonuçta, kendikendisiyle konuşan, demekki varlıkca parçalanmış ―şizoik― bir beşer manzarasıyla karşı karşıya kalırız. Manevî cephesi ‘yok sayılmış’, maddî–bedenî– nefsî71 beşerden beklenen, ‘ahlâk’a vucut vermesi değil de, zaman ile zemîne göre kılık değiştirecek ‘örf’ler inşâa etmesidir.

3- Toparlarsak: Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, insana başvuracağı ilk, en güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak aklı göstermiştir. Akıl, tektir, eşsizdir. Bütün insan hâl, hareket ile işlerini o, tayîn eder. Buna karşılık, onu kendisinden özge hiçbir güç, kudret ile merci belirlemez. Bu mutlak durumu arzeden aklın keşfine Yenidendiriliş denmiştir.

Akıl, insandadır. Onun dışında, ondan bağımsız bir kudret mercii değildir. Mademki akıl insana mahsûs bir meleke, yetidir; öyleyse, insan, aklından dolayı kendisine yöneleceği ilk, en güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak yine kendisini ilân etmiş oluyor. Bu düşünce tarzı ile tavrına İnsancılık denilir. Demekki insanın insana tapması İnsancılıktır. Bahse konu ‘din’in iki ana ‘mezheb’i vardır: Ya birey olarak kişi kendisine tapıyor ya da tümden insanlığa. Bu ayırım, aslında, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin temel farkına işâret eder.

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde akıl, tümden insanlığa mahsûstur. Mantık–matematik–mekanisma, aklın gösterdiği şaşmaz doğru yoldur, Sırâtımüstakîmdir. Bu yolun doğruluğu senin, benim, onun yorumuyla değişip zigzaglaşmaz. Kesindir. İşte, Gerekirciliğiyle Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, ‘geçmiş zaman’ dininin izini, belli belirsiz dahî olsa, hâlâ taşır. Akıl, mantık– matematik–mekanisma yoluyla tebârüz ettirdiği şaşmazlığın yansısını ahlâkta dahî görürüz. Artık söz konusu olan mantıklaştırılmış–matematikleştirlmiş– mekanikleştirilmiş ahlâktır. Demekki insanın hâlleri, hareketleri, davranışları, sanatları, iş görmeleri, kısaca, tüm hayatı mantıklaştırılmış–matematikleştirilmiş– mekanikleştirilmiş oluyor: Maddecilik–Mekanisism.

Aklı tebârüz ettiren ‘mantık–matematik–mekanisma’ üçlüsünü potasında eriten örnek bilim, ‘Klasik mekanik’tir. Klasik mekanik, aklın şaheseri ve dört dörtlük temsîlcisi şeklinde kabul olunmuştur. Nitekim, Klasik mekaniğin, aklın bütün yasaları ile kurallarını yansıttığı kanâatı Yeniçağ Fransız Akılcı filosof-bilimadamlarını onu aklî mekanik şeklinde adlandırmağa sevketmiştir.

1500lerin sonu ile 1600lerin başında Yeniçağ dindışı Batı Avrupa Medeniyetinin aklı, bir ‘kudretitam’ idi. Onu doğru kullanan, doğayı da şaşmazcasına kavrayıp açıklayabilirdi. Zirâ doğa dahî, aklın temel kurallarına aykırılık göstermeyen bir dev mekanisma şeklinde kabul olunuyordu: Gerekircilik.

1700lerin ikinci yarısından itibâren ‘doğa, aklın kurallarına uygun tarzda işliyormuşcasına’ görülür yahut ‘doğa, acaba, aklın kurallarına uygun tarzda işlermi?’ diye sorulur olmuştur: Eleştiricilik (Fr Critisisme). Nihâyet, 1800lerin başlangıcıyla birlikte ‘aklın kuralları, yalnızca insanın hâlleri, hareketleri, davranışları, incelemeleri ile araştırmalarıçin söz konusudur; ‘doğa’yı, herhâlde, bağlamazlar; bu yüzden de, onun hakkında kesinlemelerde bulunmak saçmalamaktır’; giderek, 1800lerin sonunda, ‘içerisinde bulunduğu durum ile şartlara göre ve kendi çıkar ilişkileri uyarınca, herkes, aklını farklı biçimlerde işletip kullanır’ görüşü arzıendâm etmiştir: Görececilikler. Nitekim, Eleştiricilikten Görececiliklere geçiş, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetine intikâline de denk düşmüştür. İlkinin aklı, ‘mantık–matematik–mekanik’ çizgisi doğrultusunda çalışırken, sonrakisi ‘kâr’ zenbereği üzre kurulmuş iktisâdî özelliklidir.

Filhakîka, Yeniçağ Batı Avrupa medeniyetinin mantık–matematik–mekanik Gerekirciliğinden Çağdaş İngilizYahudîninkinin Görececiliğine geçildiği ölçüde, zihinde, hürlük alanının genişlediği kanısı uyanır. Bu kanâat, hem doğru, hem yanlıştır. Doğrudur: ‘Kâr edeceğim sahayı bulgulamak ve oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım hususunda aklımı kullanmakta hürüm’. Buna karşılık, ‘çalışmalarımı yahut eylemlerimi, kâr yahut kazanç gâyesine yönlendirmekten kaçınamam!’ Başka deyişle, bütün olabilir işler ile eylemler, kâra yahut kazanmaya kilitlenmişlerdir.

İmdi,Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, ‘akılötesi’ belirlenimlerlerden sökülüp koparılarak kendikendisini mantık–matematik–mekanik bağlamda belirlediğine inanılmış ‘özerk akl’ın zemininden ‘Hürriyetcilik’ (Fr Libéralisme) bitip serpilmiştir. ‘Kâr edeceğim sahayı bulgulayıp oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım hususunda aklımı kullanmakta hürüm’ düstûrundan ise, Çağdaş küreselleştirilen İngilizYahudî medeniyetinin yan yahut alt ideolojisi olan Yeni Hürriyetcilik (Fr Néolibéralisme) ortaya çıkmıştır. Yeni Hürriyetcilik ile onun tamamlayıcı parçası olan Sermâyeciliğin kaynaşmasından İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel ideolojisi olan ‘Hür ~’ yahut ‘Hürriyetci Sermâyecilik’74 meydana gelmiştir.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;55-58
Devamını Oku »

Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti ve İngiliz-Yahudi Medeniyeti

Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti ve İngiliz-Yahudi Medeniyeti

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, Hırıstıyan Ortaçağ medeniyetinin tabîî uzvî uzantısı, devâmı yahut türevi değil, öncelik ve özellikle Ruhbân ile Ruhbânolmayan zümreler arasındaki yeğin çekişmenin sonucunda, ona tepki şeklinde vucut bulmuştur. Elbette anılan medeniyetlerin ikincisinden birincisine değerler intikâl etmiştir. Ne var ki, Ortaçağdan Yeniçağa etki, daha ziyâde, olumsuz anlamda olmuştur. Fransa hâriç, Germen dillerini konuşan Yeniçağın Batı ile Orta Avrupası, Latin dillerini kullanan Ortaçağın Roman Güney Avrupasının din esaslı değerler manzûmesini alaşağı ederek, devirerek ilkece, ‘Tanrı’ çıkışlı dini gündemdışı kılıp onun yerine, ‘insan dimâğı’nın ürünü ‘felsefî’ temeller üstünde kendisini inşâa etmiştir.

İngiliz-Yahudî medeniyeti’ne gelince; o, ‘Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti’nin tabîî uzvî devâmı olarak da görülebilinir. ‘Yeniçağ’da başgöstermiş olan Islâhât, İnsancılık ile Aydınlanma Devrimcilikleri (Révolutionisme), İngiliz-Yahudî medeniyeti çerçevesinde temellenerek kurumlaşmışlardır. Başta dinî–siyâsî–toplumsal hareketler olarak temâyüz etmişken, İngiliz-Yahudî medeniyetinde iktisâdî–siyâsî kurumlaşmaların ―felsefeden türetilmiş― ideolojik temelleri hâline gelmişlerdir. İşte, gerek Yeniçağ dindışı Batı Avrupa gerekse ondan türemiş ve çok daha keskince, belirgince biçimlenmiş olan Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetleri, insanın biçimselci düşünme–bilme yetisini esas almışlardır. Bütün öteki kültürler ile medeniyetlerin benimsemiş bulundukları Tanrıcı ve doğayı aşkındayanak yerine, İnsancı–dünyacı pâyândâyı gündeme sokmuşlardır.

Yeniçağ dindışı Batı Avrupanın kurumlaşmış felsefesi, René Descartes’ın (1596 – 1650) çığır açıcı res extensa kavrayışını (Fr&İng conception) esâs almak, ve bu kavrayışın gereği olarak da, bilimin ―aklî klasik mekaniğin― işleyişini örneksemek sûretiyle hayatın ve dünyanın tüm köşe bucağını izâh etmeğe kalkmıştır. Buradan da Maddeci–Mekanistik dünyatasavvurunu üretmiş ve nihâyet adı geçen dünyatasavvurunun üstünde belirlenimi gevşek kalmış, demekki sıkı sıkıya tarîf olunmamış bir ideoloji olan İnsancılık–dünyacılığı inşâa etmiştir. İnsancılık– dünyacılığı, Sécularisme–Positivismein diger bir deyimlendirilişi şeklinde kullanıyoruz. İngiliz-Yahudî medeniyetindeyse, İnsancılık–dünyacılık, ideoloji olma vasfını kaybedip dünyagörüşü hâline gelmiştir. Adı anılan dünyagörüşünün içerisiyse, insanın maddî ilişkiler ağıyla doldurulmuştur. Başka bir anlatımla, yalnızca dünyaya yönelmiş hâlde yaşayan insanın, yalnızca–dünyaya–yönelik–yaşayışını oluşturan doku, maddî ilişkiler ağından ibârettir. Bu derekede mütâlea ettiğimizde de, insanı, İslâmî bir deyişle, beşere indirgemiş oluyoruz.

...............

1300lerin sonu ile 1400lerin başları İtalyasında belirip ardından Fransa başta olmak üzre, Batı Avrupaya kayan ‘Yenidendiriliş’ (Fr Renaissance) hareketiyle başlatılan Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti, insanı ve doğayı aşkın esâslara dayanmağı terkederek, Tanrısallıktan koparılmış akıl temeli üstünde yükselmeğe gayret göstermiştir. Bilâhare, barındırdığı en önemli ve canlı kültürlerden, kendi başına buyrukluğu ve girişimciliğiyle temâyüz eden ve tarihî şartların berâberinde getirdiği Yahudî sermâyesini dahî yedeğine alan İngilizlik, 1700lerin ortalarından itibâren medeniyet boyutlarını kazanmağa yüz tutmuştur.

Başlıbaşına medeniyet olma vasıflarını arzeden bu muazzam kültür sürecini, ana özelliklerinden ötürü, İngiliz-Yahudî şeklinde adlandırıyoruz. İnsancılık ile Islâhatcılık neviinden Devrimci akımlardan da derinlemesine etkilenen bu medeniyetin kendisine has şartları çerçevesinde, ideolojilerin ilki olup günümüzde insanlığın tümünü biçimlendiren Hür Sermâyecilik, iktisâd esaslı bir felsefe sisteminin verisi olarak vucut bulmuştur. Hür Sermâyecilikten ise, Toplumculuk (Fr Socialisme) ile Ortakmülkcülük (Fr Communisme) doğacak. Ona ve dayandığı Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuruna karşı tepki olarak da, kökleri Romantism denilen dünyagörüşüne dek geri giden Faşism ile Millî toplumculuk ortaya çıkmışlardır. Yine bu medeniyetin siyâsî, iktisâdî, kültürel, toplumsal ve eğitsel sistemli birliği ile bütünlüğünü sağlayan ve yeryüzünün tüm köşe bucağına yayılmış ve kuruluşu 1700lerin başlarına değin gerisin geriye giden bir de merkez teşkilâtı vardır; o da ‘Farmasonluk’tur.

19 İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun temel ideolojisi olan Hür Sermâyeciliğin, iki yüz elli yıllık tarihî serüveni içerisinde, fikren de ―benimsenen nisbî eleştime–tartışma serbestliği sâyesinde― maddeten de ―meydana getirilen sanayi devrimiyle― ortaya çıkan yeni şartlara olağanüstü raddede ayak uydurma istidâtına kavuşmuş olduğunu görüyoruz. Bu medeniyet, kendisini biçimlendirmiş bulunan felsefî sistem insicâmını 16 askerlik sanatından tutunuz da eğitim ile öğretime dek varan geniş bir yelpâzede gösterir. Bu cümleden olmak üzre, biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde düşünme tavrını onun erişebileceği en üst aşamaya ulaştırmıştır. Nitekim, bu bağlamda, karşılaşılan ve karşılaşılabilecek olan tüm maddî, öyleki nefsî (Fr psychique)17 ve toplumsal sorunlara dahî, ilahiyâtla bağları kesilip tamamıyla sekülerleştirilmiş ‘felsefe sistem düşünüşü’ kılavuzluğu ile güdümündeki ‘bilim’den, onun yöntemleriyle iş gören ‘fen’den, nihâyet ‘fen’in de, ‘Sermâyeci iktisâdî’ hedefler doğrultusundaki uygulanışı anlamındaki ‘sanayi’den çözüm getirmeleri beklenmektedir.

Çözümler, genelde, insanlığın hayrı doğrultusunda tasarlanmazlar. Filvâkî, bu çeşit bir tasarlama, Maddeci– Mekanisist–dindışı–Positivci Hür Sermâyeciliğin esâslarına zâten aykırıdır. Tabîatıyla, rakîp menfaat öbeklerinden her biri, kendi çıkarlarına uygun çözümün bulunmasını bekler. Rakîp menfaat öbekleri, birbirlerinin hasmıdırlar. Rakîplik ile hasımlık, çekişme ile sürtüşme, haddizâtında, İngiliz-Yahudî medeniyetini oluşturan o iki ana cephe, yânî İngilizlik ile Yahudîlik arasında başgöstermiştir. Elân dahî devâm etmektedir. Ama ‘kol kırılır, yen içerisinde kalır’ misâli, yeğin didişmeler dahî, genellikle, ‘rekâbet gereğidir’ paravanası arkasında gizlenir, geniş çevrelere de ifşâ olunmazlar. Fakat ufukta ne vakit tehlike beliriverirse, başta İngilizlik ile Yahudîlik olmak üzre, o âna değin birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşğûl bütün bu rakîpler, kurt sürüsü zihniyetiyle, zorluğu yeninceye değin güc birliğine giderler. Sıraladığımız bellibaşlı bütün bu etkenler, İngiliz-Yahudî medeniyetinin günümüze değin sürmüş yenilmezliğinin de nedeni olmuşlardır.

.........

Onyedinci yüzyıldan itibâren Batı Avrupada dinin ―imânın― ‘ayrac’ içerisine alınması, yânî kamu hayatının dışına çıkarılması ve yalnızca felsefe-bilimden hareketle, geçmişte benzerine rastlayamayacağımız bir ‘dünyatasavvuru’nun tezâhürü, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetine vucut vermiştir. Bahsolunan dünyatasavvurunu esâs ihdâs edip ‘iktisâd’a ve ‘sanayi’ etkinliğine dayalı bir ‘dünyagörüşü’ çerçevesinde ‘ideoloji’yi ―‘Sermâyeciliği’― devreye sokan İngiliz kültürü, böylelikle Onsekizinci yüzyılın son çeyreğinden itibâren ‘Çağdaşlığ’ı başlatmıştır.

Daha önce de belirtildiği, bundan böyle de ayrıntılı tarzda irdeleneceği üzre, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin sînesinden çıkıp serpilen İngiliz kültürü, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte başlıbaşına dünya çapında medeniyet hâline gelmiştir. Bir ölçüde Yahudî asıllı mâlî kaynaklara dayanarak ideolojisini ―Sermâyecilik― sömürgelerinden ―Sömürgecilik― başlayıp yeryüzünün dörtbir bucağına yayan ―Yayılmacılık veya İmperyalism― İngiliz girişimciliğinden22 doğan çağdaş medeniyete ‘Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyeti’23 diyoruz. İşte, bugün dahî içerisinde yaşadığımız bu adı anılan medeniyettir.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;18-19,21-22,24
Devamını Oku »

Din İnsanı Muhtar ve Otonom Kılmaktır

Din İnsanı Muhtar ve Otonom KılmaktırHz. Peygamber'in doğumu münasebetiyle düzenlenmiş bu toplantı bana İslam'ın cüret edebilirsem böyle söyleyeyim, kefeni yırttığını göstermektedir. Bir fikriyat olarak, zihniyet olarak dolu dizgin yürüyüp insanlığı, dünyayı bugün büyük meselelerden kurtarmaya geldiğini göstermektedir.

Bunu bir laf cambazlığı olarak alınamanızı rica ediyorum. Bir medeniyet ve onun fıkri temelleri 300-400 yıllık derin bir uykudan böylesine uyanabiliyor ve bu fikir dünyasının mensupları bir araya gelip fikri alışverişte bulunabiliyorlarsa buradan çıkarabileceğimiz tek sonuç, demin size arzettiğim sonuçtur. İnsanlık, tarihinde görmediği müthiş bir bunalım içerisinde yaşa­maktadır günümüzde. Suçlu aramıyoruz, zaten lüzum da yok. Ama teşhiste bulunmak mecburiyetindeyiz. Bu teşhisi çocuklarımız, torunlarımız için yapmamız gerekiyor. Burada kazaya uğrarsak, teşhiste yanılırsak bunun hesabını herhalde ahirette bizden fena halde soracaklardır. Mesele, islam medeniyeti ile falanca medeniyet arasındaki düşmanlık değil, mesele Hak dini olarak, vahyi arkasına almış ve meşruiyetini oradan kazanmış bir düzen olarak İslam'ın gücünü kaybetmiş olması ve onun yerine sırtını Hakka dayamamış olan bir medeniyetin ortaya çıkmasıdır. Bunun sonuçlarını bütün açıklığıyla görüyoruz. Bunun sonuçları sadece Türkiye'de, Mısır'da, Cezayir'de, Madagaskar'da, Malezya'da, Fiji'de değil, Almanya'da, Kana da'da, Amerika'da, Avustralya'da, İngiltere'de ve Fransa'da da bütün vehametiyle yaşanıyor. Hadiseyi çok çeşitlendirmeyelim, çok çetrefilliğe götürmemize hacet yok. Birkaç basit fırça darbeleri ile resmi ortaya koyabiliriz.

Aşağı yukarı XVI. yüzyılın başlarından itibaren Akdeniz'in kuzeyinde, İtal­ya'da başlayan bir süreç nihayet XVIII. yüzyılın başlarında İngiltere'de zirveye ulaşıyor ve ingiltere'nin bayraktarlık ettiği yeni hareketle hadise deniz aşırı boyut kazanmıştır. Amerika'ya, Avustralya'ya, Asya'ya, Afrika'ya taşınmıştır. Mesele birtakım anatomik kelimelerin tartışması değil. Esası­mız "kalp midir, baş mıdır, beyin midir" meselesi değil. Aklı XVI. yüzyıldan itibaren temel alan bir medeniyet aklın aslını unutmuştur. "Aklın esası nerededir" sorusunu sormayı ihmal etmeye başlamıştır ve akıl kendi kendisine dayanan kendi meşruiyetini kendisinde bulan bir hadise olup karşımıza çıkmıştır. "Aklın aslı esası nerededir" diye sorduğumuzda sorumuz havada kalmıştır. Aklın ilahi esası, aklın vahye dayanan esasları ihmal edilmiştir,unutulmuştur. Bunun yol açmış olduğu ahlaki sonuçlar müthiştir. İslam'ın en önemli umdesi adalettir. Adalet yerini bulmak, tayin etmek demektir.

Halbuki adaletin zıddı olan zulümde yer şaşırılır. İşte şaşırmanın en belirgin örneği olan kavram kargaşası da zulümde ortaya çıkmıştır. Yerli yerine konulamayan kelimeler karanlıkta kalmışlar ve bizi karanlıkta bırakmışlardır.

Ne ortaya çıkmıştır? Cüret ortaya çıkmıştır, ukalalık ortaya çıkmıştır, edepsizlik ortaya çıkmıştır. "Dik duran her şeyi ben meydana getirdim" diyen bir insan tipi ortaya çıkmaya başlamıştır. Birden bire olmamıştır bu. Bu hadise yüzyıllar boyunca sürüp gitmiş ve en açık örneklerini günümüzde gözümüzün önüne sermiştir. "Haddini bilmez insan" tipi karşımıza çıkmıştır. inanalım inanmayalım, herkesin inancı kendine. Kimse kimseye iman aşılamakla görevli değil, bu Peygamberimiz'e bile verilmiş bir görev değil iken hiçbirimiz böyle bir cürete kapılamayız. Ama her birimizin başta gelen ödevi saygılı olmaktır. işte bu süreç, biraz önce bahsettiğim ve İslam'ın karşısına dikilmeye başladığı o süreç, tek kelime ile saygısızlığı beraberinde getirmiştir, haddini bilmezliği getirmiştir. Aklımın sınırları vardır. Aklımın ulaşamayağı yörelere el atmanın beni gayri meşru bir duruma düşürebilir. Tabii ki tıpta çeşitli meselelere, çeşitli hastalıklara çare bulmak gerekir, ama ben kalkıp da "ölüme çare bulacağım, artık ölümü ortadan kaldıracağım" şeklinde bir zehaba ve zanna kapılırsam orada aklımın sınırını aşmış olurum. Gelenek ile sünnet arasındaki fark da buradadır. Sünnet değişmez değerlerin nesilden nesile aktarılmasıdır.

Bunlar senden benden bağımsız ilahi bir ilhamla Allah'ın elçisine gelmiş olan vahyin yanında biz hadisleri de bu şekilde görmemiz gerekiyor. Ama gelenek elbette değişen olaylardır. Geleneğin değişme sınırı nedir, değişme frekansı nedir? Geleneğin değişme frekansı sünnete ve vahye uyma ve uymama derecesine bağlıdır.Akılla bütün meselelere çare bulmak mümkün mü? İrade-i külli dediğimiz alana çare getirmemiz, cevap getirmemiz mümkün değil. "Ben niye insanım da kuş değilim?" sorusu mesela, bu çeşit sorudur. Buna cevap verilemez. "Ben niye falanca tarihte Türkiye'de doğdum da bundan 300 yıl önce Uganda'da doğmadım" sorusunun da cevabı yoktur. Buna cevap veremeyiz. Bunun üzerinde durmamız saçmalıktır. İşte dinen caiz olmayanla, felsefi anlamda saçma olanlar örtüşürler.

İddia edildiği gibi İslam'da felsefe ile din arasında bir kavga yok; yeter ki o felsefe haddini bilsin. Haddini bilmeyen felsefe sadece islam'a aykırı düş­mez, insanın tabiatına da aykırı düşer. Çünkü islam insanın tabiatı demektir ve belli bir millete, kavme gelmiş bir tebliğ de değildir, o bütün insanlık içindir. Sonuçta islam'ı biz dinle çakıştırabiliriz, bunlar ayrı şeyler değildir ve hangi din İslam'a yaklaşıyorsa Hak dini olmaya hak kazanır, uzaklaştığı ölçüde de batıla gider. Ancak iş bununla da bitmiyor. Yani, meseleyi bu şe­kilde sadece teorik bağlamda halledemiyoruz. İşin ibadet yanı da var. İslam,ibadetiyle birlikte insan için en önemli değer olan disiplini de getiriyor. Kimse kimsenin namazından, orucundan, zekatından sorumlu değil, karışamaz.

Ama bunun yararı nedir, bunun yararı biraz önce söylediğim gibi haddimizi bildirmek yönünde terbiye edici en önemli unsur olan disiplinin gelmesidir.İşte şımaran insan disiplinsiz insandır. Disiplini olmayan kişi üretemez. Sadece din mi disiplin getirir? Hayır, askeriyede de, okulda da disiplin vardır.

Bunlar dış disiplinlerdir, din iç disiplini getirmektedir. insanın kendi kendisini zaptına alma hadisesini getirir. Yani kısaca din, insanı muhtar ve otonom kılmaktır. Senin tepene kimse balyozla vurup da "şöyle yapacaksın, böyle. yapacaksın" demeden kendi kendine, zaptının altına alınana yol açmaktadır. Tabii dünyada en zor iş dindar olmaktır. Her an, her durumda Allah'ın seni denetlediği hissetmen müthiş, zor bir iş olsa gerektir. Ve bundan dolayıdır ki, mümine dünya cehennem, münkire cennet denmiştir. Hakikaten, İslam'ı tam manasıyla uyguladığınız vakit iş çok zor olmaktadır. Ancak uygulamadığınız vakit, kısa vadede çok kolay oluyor gibi görünse de, uygulandığında, uzun vadede toplumu refaha ve huzura eriştirmektedir. Bilim bu disiplinin içerisinde tek başına bir değer değildir. Bilim genel manada din çerçevesi içerisinde mühim bir yer işgal eder. Geçenlerde yaptığım bir konuşmanın tasnifini burada tekrarlayacağım. Bizim asıl bilgilerimizi veren kaynak vahiydir. Bu vahiyden gelen bilgileri tercübeyle denetleriz.

Denetlemek belki iyi yerine oturmadı, bunların farkına tecrübeyle varırız. Vahiy hayatı,vahiyden gelen değerlerin sentezinden biz ilmi elde ederiz. ilim insanın hem manevi hem de tabiat karşısında aldığı tavırla ilgili bir çalışmadır ve nihayet ilmin içerisinde bilim bir şubedir ve sadece tabiat hadiselerinin incelenmesine bizi götürür. Tabiat hadiselerinin, tabiat kuvvetlerinin incelenmesinde biz ölçmeyi biçmeyi ve hesabı kullanırız ama sınırımızı aşar, haddimizi hududumuzu bilmezsek bilimin yöntemini ilme taşımaya başlarız, ilim ile bilimi karıştırırız ve insanı da taş, toprak, sümbül, bülbülmüş gibi görür ve bilimsel bir anlamda açıklamaya başlarız.

Gelenek bahusus bilim için söz konusudur. Yenileşme bilimde olur. Devrimler dahi bilimde olur. ilme geçtiği­niz vakit bunlar anlamlarını kaybederler. ilimde sürekli olarak muhafaza etme hususu söz konusudur. Kazanılmış değerleri muhafazayı terkettiğiniz vakit kendinizi boşlukta bulmaya başlarsınız. Tabii ki bilimde de kazanılmış değerlerin yeri çok önemlidir. Yani quantum mekaniği için relativite teorilerine ihtiyacınız vardır. Relativite teorileri için klasik mekanikle hareket edersiniz. Ancak bilimde gelenekler önemli ölçüde ilmin çerçevesinde yer almaktadır. Şu halde iddia edildiği gibi bilim de tümüyle değerden bağımsız değil­dir. Bilim adamının tabiata yönelişinde yine büyük ölçüde değerleri vardır.

İşte müslüman mütefekkirler günümüzdeki şartları analiz ederken üç farklı alanı çok iyi bilmek zorundadırlar. Bunlardan birisi din, öbürüsü ilim ve nihayet bilim. Bu üç alanı ihata etmekle memur kişi en önemli diyebilecegimiz düşünce adamı hakimdir, fılozoftur. Her üç sahayla içten içe bağ kurması gerekir. Bunlardan birinde veya ikisinde daha özelleşmiş, uzmanlaşmış olabilir ama öbürlerini de bilmek zorundadır. Şu halde biz bu "din, ilim ve bilim" sınıflamasını esas alırsak, sanıyorum gelenek ve yenileşme kavramları yerlerini bulacaklardır. Az önce Hamid Algar beyefendi' İran'dan bahsederken devrim kelimesini kullanmıştır. İslam'da devrimin dinen söz konusu olabilecegini düşünemiyorum. Çünkü devrimin tarifinde alınmış, mirasına konulmuş degerlerin terki ve yeni degerlerin yaratılması söz konusudur.

İslam adına yola çıkmış kişi yahut kişilerin geçmiş değerleri terketmeleri düşünülecek bir şey değildir. Diyeceksiniz ki, "bu bilim çerçevesinde söz konusu olabilir mi?" Olabilir ama toplumla ilgili hadise bilimin konusu degildir.

Bilim sadece ve sadece tabiat olayına yöneliktir. Çünkü tabiatta bize konu olan nesnedir. Nesneyi ölçüp hiçebiliriz ama insanı kendimize konu aldıgı­mızda insan yüce bir yaratık olarak Allah'ın kainattaki temsilcisi, halifesi olarak o bir nesne olamaz. O da benim gibi bir öznedir. o da benim gibi bir sübjedir. Şu halde insanı bilimin çerçevesinde ele almak insanı öteki varlıkların derecesine düşürmek demektir. Efendim, bu ölçülerin içerisinde müslüman düşünürlerin, mütefekkirlerin, filozofların, bilim adamlarının yol alacaklarını ve böyle güzel münasebetlerle bir araya gelip daha nice fikir alış­verişlerinde bulunacaklarını Allah 'tan diliyorum. Hepinize tekrar saygılar,sevgiler arzediyorum. 'Teşekkür ederim

 

http://isamveri.org/pdfdrg/D048137/1996/1996_DURALIT.pdf
Devamını Oku »