Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile İngiliz- Yahudi Medeniyetleri



Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyetleri

(1) Ortaçağ için yaptığımız gibi, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudi medeniyetlerini de devirlere ayırıyoruz. Böylesi ayırmalar, tanhi daha seçikçe anlayıp değerlendirmemize imkân tanır. Bu cüm­leden olmak üzre, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetini üç devir hâlinde mütâlea ediyoruz: Erken devrin başlangıcı, Ortaçağdan Yeniçağa geçiş tarihi ola­rak kabul ettiğimiz 1500dür. Bu tarih dolaylarında Ortaçağ Avrupasının hâkim toplum-kültür-siyâset manzarası demek olan derebeğliği, en azından, Batı Avrupadan silinmiş görünüyor. 1150ler ile 1200lerin İtalyan sâhil şehir devlet­çiklerinden Kuzey İtalya yoluyla Fransaya, Felemenk ile Baltık kıyılarına doğru yayılan merkantilist ticâret usulü, 1500 küsûrlarda Güney, Batı, Orta, Doğu ile Kuzey Avnıpanın bellibaşlı bütün ülkelerinde artık geçerakcaydı. Ticâretin temel ölçüsü altın ile gümüş esâsına dayalı paraydı. Özellikle tâze keşif Amerikadan taşınıp getirilen altın ile gümüş, ülkeler arasındaki ticâret ile servet dengelerini büyük çapta etkileyecekti. Mal — mal takasına dayalı köhne merkantilist usulü­nün yerini, altın ile gümüş pâyândâsına yaslanmış para merkantilisminin alması, Batı ile Orta Avrupa ülkelerine eski has imlan ile rakipleri olan Dârul-İslamın kar­şısında ilk defa üstünlük sağlamak imkânını tanıyacaktı.

Para, mala irtibâtlanmaktan kurtulup kendi başına değer olma durumuna gelmiştir. Bundan böyle altın yahut gümüş arkalı paraya dayanılarak ticârî muâmeleler yürütülmektedirler. Giderek, para arkalı, onu temsil eder nitelikte senet ve benzeri ‘değerli kâğıtlar’piyasaya sürülmeğe başlanacak. Böylelikle metâanın yerini mâlî piyasa alır olmuştur. Gerçek değer olan metâanın takas edildiği mahal, pazar yeridir. Buna karşılık, sunî bir değer ölçüsü olan paranın tedâvüle sokulup el değiştirdiği, demekki mâlî işlemlerin yürütüldüğü kuruluş, bankadır. Paranın git gide belli özel ile tüzel ellerde toplanır olması, gerçek anlamda ser­mâyenin teşekkülünü sağlamıştır. Buradan da para sermâyesinin, Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde öncelikle İngilterede ortaya çıkan sermâyeciliğe zemin hazır­ladığını görüyoruz.

Ticârî muâmele yürütmek maksadıyla kişinin yahut şirketin elinde bulun­durduğu kullanılabilir metâa yahut para cinsinden iktisâdî değere ‘sermâye’ denir. Mal-mülk, yanî metâa çeşidinden olan sermâye ‘anamal’dır. Buna karşı­lık, paraya dayalı sermâye ‘anapara’dır. Bunlardan birincisi eski olmasına karşı­lık İkincisi yeni tür sermâyedir. Metâanın özellikle günümüzden önceki çağlarda nakli ve muâmeleye sokulması müşkil bir işdi. Para yahut ona dayalı senet, gerek kısa gerekse uzun yol ticârete ivme kazandırıp rahatlık ile güven sağlamıştır. Mâlî muâmelelerin kökleri Onbirinci yüzyıl İslâm medeniyetine değin gerisin geriye uzanmaktadır gerçi. Ancak, paranın yerini tutan ‘değerli kâğıt’la ticârî muâmele yürütme başarısı, Haçlı Seferleri sırasında Filistende olgunlaştırılmış bir ruhban-savaşcı teşkilât olan Tapınakcılara(52) nasîb olmuştur. Mali sermaye oluşturma ve senetle ticâret yapma usulünü İtalya ve bilâhare Fransa üzerinden Avrupaya sokan da yine onlardır. Nihâyet bu tutum ile usulün kurumlaşmaları Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde gerçekleşmiştir.

Din, oldum olası, yeryüzünün her yerinde olduğu üzre, butun Avrupada da, gerek toplumun kurulu düzeni olarak gerekse bireyin hem kendine, hem yakın ile uzak efrâdı ve öteki varolanlara her ân takındığı tavırları ile davranışlarını belirleyen ana manevî-maddî etken olma keyfiyetini Yeniçağın ortalarına değin taşı- yagelmiştir. Yeniçağın ‘Erken’ devrinde başgösterip sonlarındaysa iyice belirginleşen, az önce bahsettiğimiz vasfıyla dinin, yaşama gündeminden git gide sürülüp çıkarılması vakası, toplumun kurumsal genelinde olduğu karlar, onu oluştu­ran teklerin dahî gönüllerinde kırılmalar ve yetki ile rehberlik boşlukları yarat­mıştır. Dinin, demekki Tanrının veya Onu temsil iddiasını güden kişinin yahut kurumun, öncelikle manevî ve buradan doğup gelişmiş maddî yetkililik ile reh­berlik iktidarını yitirmesi, Batı Avrupanın kimi ruhbân-olmayan toplum sınıfları­na neredeyse sonsuz, sınırsız hamle ile teşebbüs kapılarını ardına dek açmıştır. Bahse konu Klasik Yeniçağ anlayışının Fransızcada düstûrlaştırılmış şiârı, Türkceye “bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şeklinde aktarabileceğimiz, “lais- sez-faire”dir.

(2)“Bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şiârı, kalblerin mühürlenip ruhların kararacağı günlerin şaşmaz habercisiydi. Besini ile gücünü, insanın en insani hasleti olan vicdânın köreltilmesi ile ‘utanma’nın dumura uğratılmasından almış­tır: ‘Vicdânın sızlamadıktan’ ve dahî Hadisin dediği üzre, “utanmadıktan sonra, ne yaparsan yap!”(53) Sonuçta, içi boşalıp kalbsizleşen, gönlünden uzaklaşan insan, beşerleşmeğe doludizgin yol alır olmuştur. Beşerleşmenin bariz alâmeti, maddeye taparlıktır. Bunun da tezâhürü servet düşkünlüğü ile avcılığıdır.

Servet edinme ile zenginleşmeye doğru hamle, karşı konulamaz ihtiras olmuştur. Bir yanda, yeğin bir olumsuzluğu ifade eden, dinmek bilmez daha fazla servet edinme hırsı, öbür taraftaysa, insanı hayrete düşürecek raddede olumlu bir duygu durumu, karşı durulmaz bir merak güdüsü, Batı ile Kuzey Avrupadan bir­takım olağanüstü yiğit adamları, ufuklarının ötesi kesinlikle bilinmez uçsuz bucaksız azgın suları aşmaya sevketmiştir. 1500 ile 1550 arası ‘Erken’ devir Yeniçağının en baskın özelliği olarak iki hususa işâret cdilebilinir; bunlardan birincisi servet avcılığı, öbürüyse gerek geçmişiyle gerekse o günüyle dünyayı fizik ile coğrafî bağlamlarda bilme tutkusu. 1450lerde başgösteren bu tutkuya kapılmış kişilerin, denizler ile karaları keşfetme etkinliklerinin olgunlaştığı ve yapıp ettikleri üstüne düşünüp taşınarak bunların anlamını ortaya koymağa baş­ladıkları dönem 1550lerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devri olan 1550 ile 1700 arası, düşünce ve eylem bakı­mından binlerce yıllık Avrupa tarihinin en ilgi çekici, verimli ve hareketli iki döneminden biridir.(54) Musikîde, resimde, heykeltraşlıkta, mimarlıkta, keşifte, icâtta, mekanikte, gökbilimde, doğa araştırmalarında, mantık ile matematikte ve nihayet metafizikte tarihin kalburüstü dimağları işte şu yüz elli yıl kadar kısa sürede boy göstermişlerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde atılan olağanüstü önemli tohumların başaklan­ması ve nihâyet hâsatlarının derlenmesi 1780lere rastgelir. 1700 - 1790 artık ‘Geç’ devir Yeniçağıdır. Bu devirde Yeniçağ medeniyetinde temâyüz etmiş İngiliz kültürü, git gide kendi başına medeniyet boyutlarına erişmeğe koyulmuş­tur. Yeniçağın merkez kültürü olan Fransızın ana şiârı “laissez-faire”i devralan İngiliz, kültür kabuğunu zorlayıp kırmağa yüz tutmuştur.

(3)Pariste 1788den itibâren patlak veren bir dizi ayaklanmanın arkasından ortaya çıkan 1789 Fransız İhtilâlikebîrle Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti, inki­şâfının şâhikasına ulaşmıştır. Temelde kentsoylu toplum sınıfının devrimci hare­keti olan İhtilâlikebîr, yeni bir toplum sınıfı olacak ‘emekciliğ’in (prolétariat) kuvvesini bağrında barındırmıştır. 1789 İhtilâlikebîr, bir şâhikanın olduğu kadar, kırılmanın yahut ayırım çizgisinin de ifadesidir. Bu tarihten sonra yeni bir mede­niyet biçim kazanacaktır. O da Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeni­yetidir. Bahis konusu ‘nevzuhûr’ medeniyet, selefi Yeniçağ Batı Avrupa medeni­yetinin giderayak dünyagörüşü durumunu alacak maddeci—mekanikçi—hürriyet­çi—positivci—dindışı dünyatasavvuru çerçevesinde Hür Sermâyecilik ideolojisini geliştirecektir. Adı geçen ideoloji de nihâyet sömürücülük—sömürgecilik—ımperyalism sacayağına dayanacaktır.

(4)1789dan itibâren zuhûr eden Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti ‘Erken’ devrini yaşamağa koyulmuştur. İkisi sıcak, biri de soğuk tabîr olunan üç dünya savaşının sonunu ilân edecek 1990a değin sürmüş bu ‘Erken’ devirde ilkin hür sermâyeciliğin dördüncü ayağını ifade eden ‘sanayi devrimi’ vukûu bulmuştur. Bilâhare sermâyecilik, önce Batı, Orta, Güney ile Kuzey, sonunda da Doğu Avrupaya, buranın ardından yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılacaktır. İlkin ‘beşerî emek-yoğun’ sanayinin rüzgârıyla ‘yelken açan’ ser­mâyecilik, 1920lerde başlayıp 1990larda tepe noktasına ulaşan bu tür sanayii bertaraf ederek tümüyle fennî olana geçmiştir. Böylelikle Çağdaş küreselleş/ tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Klasik’ devrini idrâk eder olmuştur. İmdi bugün dünyaca içinde yaşadığımız Çağdaş küreselleş/tiril/en Îngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘Klasik’ devridir; yoksa anlamca içerikten yoksunmu yoksun ‘Postmodern’ devir filân değildir. ‘Çağdaşlığ’ın sona erip ‘çağdaşlık sonrası’na (Fr post-modeme) geçiş şöyle dursun, adı anılan çağın ‘Klasik’ devrinin bitimi bile henüz görünürlerde yoktur. ‘Geç’ devrin başgöstermesi, ancak farklı seçenek bir medeniyetin ufukta belirmesiyle söz konusu olabilir.

‘Erken’ devir Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin aslî ideolojisi ‘hür sermâyecilik’, toplumu iki temel sımfa ayırmıştır: Büyük çaplı üretimi elinde tutan­lar, bunlara ‘mâlikler’ diyebiliriz ve mâlik olmayan üretenler, yanî ‘emekçiler’. Bu iki temel kesimin dışında bir ara sınıf bulunur; buysa, küçük tarım üreticisi, esnaf, zanaatkâr ile hizmetlilerden oluşur. Söz konusu dört kümeyi belli bir sını­fa yerleştirmiş olmamıza rağmen, bunlar mütecânis bütünlük oluşturmazlar. En azından ilk iki küme ile sonuncular arasında önemli fark vardır. Küçük çiftci-tarımcı ile zanaatkâr, üretirler. Ancak, kendilerine sermâye birikimine imkân tanıyacak ölçüde artı ürünü, maddî nedenlerden ötürü, meydana getire­mezler.

Bununla birlikte, ortaya koydukları ‘emek’ ile kullandıkları malzemenin karşılığını görürler. Demekki, büyük sermâyenin buyruğunda çalışan emekci-işciden farklı olarak ‘emekleri’ne de onun ‘semere’sine de ‘yabancılaş­maklar. Küçük çiftçi yahut tarım üreticisi ile zanaatkâr, artık ‘çıkmaz yol’, ‘çağ­dışı’ yahut ‘köhne’ iktisâdî etkinliklerden sayılırlar. Aynı değerlendirme, aslında üreticilik yanı bulunmayan, küçük esnaf için de geçerlidir.

Üretici olmamakla birlikte, küçük esnaf, iktisâdî bir etkinlik içerisindedir. Hizmetliler, oysa, iktisâdî etkinlikte bile bulunmazlar. Buna karşılık, toplum hayatının düzen ile tertîbini sağlarlar. Şu var ki, bahsi geçen kısmen alışılagelinmiş öbeklendirme sermâyeci esâslı Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin günü­müz toplum yapısını, artık tam yansıtmıyor. Bir kere, A.B.D., İngiltere, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika Birliği, Fransa, Almanya-Avusturya, Felemenk, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Ispanya, Meksika, Şili, Aıjantin, Brezilya, Lehistan (Polonya), Macaristan, Rusya, Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Tayland ile Malezya gibi, yeryüzünün ‘kalkınmış’ yahut, en azından, mâlî sermâyeci düzene dâhil olmuş ülkelerde özel ile kamu kuruluşları tarafından istihdâm olunan geniş bir ‘hizmetliler kesimi’ daha bulu­nur: Araştırmacı bilimadamları. Bunların, gerek üretime gerekse toplumun tanzi­mi ile tertibine doğrudan kısa vadede katkıları olmaz. Sözü edilen kesimin yanı- sıra, hiçbir yaran görülmeyen çığ misâli devleşen bir ‘işsizler ordusu’(55) ile ‘eğlence sanayii işçileri’(56) de vardır.

Görüldüğü gibi, Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin klasik devrinde, öncelikle elektronik sanayi hamlesinin ardısıra başgösteren ‘özgüç’ (Fr&İng automation) olayının sonucunda üretimçin istihdâm zorunluluğu gittikçe gerilemektedir. Yine de bu durum, sömüren - sömürülen keskin ayırımını ortadan kaldırmıyor. Tersine, söz konusu uçurumu genişletip derinleştirmektedir.

Günümüzde yürürlükteki Klasik İngiliz-Yahudi medeniyetinde zanaatkârın, küçük çiftçi ile esnafın ve hizmetlinin ‘sınıf niteliği bile müphemdir. Esnaf ile hizmetli, bir fasıl ‘küçük kentsoylu’ sayılmakla birlikte, zanaatkâr ile çiftci-tarımcı hangi öbeğe yerleştirilmeleri icâb ettiği belli değildir. Haddizatında bu, bir sorun olmaktan çıktı. Zirâ mâlî sermâyeci düzenin, hâkimiyetini tesis ettiği diyârlarda ‘el emeği göz nuru’, büyük çapta, hayatta kalmış ‘eskiler’in sisli puslu anı­larında yaşayan bir olaydan ileri geçmez oldu artık. Mamûl mallar, yüzde seksen, doksan oranında kendikendine işleyen âlet edevât yoluyla el değmeden üretilmek­tedirler.

Koca koca imâlathânelerde, fabrikalarda, kuruluşlar ile eneıji üretim mer­kezlerinde, bakıyorsunuz, beş on kişiden mürekkep mühendisler ile teknisyenler topluluğundan başkası yok. Çirkinlik abîdesi dev boyutta gemiler, altı yedi kişi tarafından tümüyle elektronik âletlerle yürütülüyor. Katar (tren) makinistleri ile metro sürücüleri araçlarında süs niyetine oturuyorlar. Yakında aynı durum, pilot­lar için de söz konusu olacağa benzer. Pek çok alanda kişinin, işlerini evinden yahut taşıtından bilgisayar ile telefon yoluyla yürüttüğünü görüyoruz. Bu yüzden yeryüzünün bellibaşlı büyük şehirlerinde işyeri satmak yahut onu kiraya vermek bayağı sorun olmağa başlamıştır. Oralarda yazıhâneler doluymuş gibi gözüksün, bundan dolayı da satış yahut kira râyiçleri düşmesin diye bunların ışıkları söndü­rülmüyor. ‘Alınteri dökerek ekmeğini taştan çıkarmak’, önemli ölçüde, çağdaş nesillerin tanımadığı ‘tarihöncesi’ bir tavrın deyimleşmiş hâlidir. Önemli ölçüde diye niteliyoruz.

Bu, Türkcede amelelik dediğimiz, kaba inşâat işçiliğinin dışında geçerliliği kalmamış bir maişeti temin çeşididir de ondan. O, inşaatlarda çalıştırı­lan, konutlar ile kamuda temizlik işlerinde kullanılan vasıfsız işçi, yanî ‘amele’dir. Kısacası, bu kişi, ucuz işgücü sunan, köleliğin bir gömlek üstünde bulunup her türlü toplum güvencesinden yoksun ‘sınıfdışı’ bir Lumperıproletardir. ‘Safahat toplundan ’ kendilerine yakıştırmadıkları en mihnetti ve pis işleri, yeryüzünün ‘bahtsız toplumlar’ından devşirip getirdikleri bahsi geçen Lumpenproletârlere gördürürler. Onlar da, kendi yerlerinde yurtlarında aç sefil kaldıklarından, mezkûr işleri boğaz tokluğuna görmeğe dünden teşnedirler. Amele olamayanlara kader daha da kötü bir oyun oynar.

Kadınlar, genç kızlar ile küçük erkek çocuklar, yer­yüzünün kimi yerlerinde dev boyutlara erişmiş fuhuş pazarlarında satışa arzolunurlar. Bunlar, kelimenin tam manâsıyla fuhuş köleleridir. Onları pazarlayanlar da köle tâcirlcridir. Bu tâcirler, kimi zaman işi meslek edinmiş kimselerdir. İşin daha da kötüsü, zaman zaman, baba, amca, ağabeğ yahut koca neviinden, ‘köle’nin birinci dereceden yakını dahî olabilir. Fahişelik, insanlık şeref ile haysîyetini topyekûn ayaklar altına alan en aşağılık tür köleliktir. İnsanın bundan daha fecîi duruma düşmesi düşünülemez. Fakat ‘insan’ bir kere ‘beşer’ düzlemi­ne indirgenmeyegörsün, her çeşit insanlıkdışı durum olağanlaşır.

(5) İnsan-olmanın maddî ile manevî çıkış yahut hareket noktası karşı cinsi­yete mensûb iki kişinin ‘sevişme’sidir. Aile dediğimiz temel toplum katmanı bu yoldan vucut bulur. Ama beşerleştiren Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetiçin ‘aile’ mefhumu ortadan kalkmıştır. Bu mefhum ve bunun türevi olan kurumla birlikte ‘sevgi’, ‘saygı’, ‘dayanışma’ ile ‘savunma’ gaileleri de yok olmuştur. O hâlde her şey gibi, cinsiyet de serbestçe pazarlanır, satılır ve satın alınabilinir. Bu yüzden işte, en gözde metâa cinsiyet tâcirliğidir. Bahis konusu ticârette metâa her vakit açıkça sergilenmeyebilir. Ticârî ile siyâsî yatırımları ve mâlî kaynakları harekete geçiren, kişiyi cinsiyet alışverişine hazır hâle getirmek; çoşturmak; şeh­vete dâvet çeşidinden bellibaşlı etkenlerdir.

Batakhâneler, kumarhâneler, meyhâ-neler, genelevler, buluşmaevleri, ‘demiryolu hattı’nın son duraklarıdır. Oralara varmadan önceki ‘durak’lar, dev boyutlara erişmiş bir sanayinin kısımları gibi­dir. Nedir bu kısımlar? Öncelikle erkeği sevişmeğe, kadını da erkeği şehvetlendirmeğe teşvîk edici basın, yayın, sinema, tiyatro, roman, hikâye, müzik yollu propaganda, reklam; kamunun bakışma açık mahallerde levha yahut duvar ilânları. Bütün bir yaşama ve davranma tarzının kökten değiştirilişi; bu değişmenin öncelikle kadının giyimi ile kuşamında kendini yansıtışı: Çıplaklığa varacak rad­dede bedenin açık saçık teşhiri. 1960larda bu tavır deniz kenarında, kumsalda sergilenirken 1970lerin başlarından, özellikle de 1990ların ikinci yansından itibâren büyük şehirlerin kalabalık, işlek, saygın caddeleri ile mutenâ semtlerine taşınmıştır.

Asırlarca bütün müstesnâ medeniyetlerce müstehcen ve müstekreh görülüp kabul olunmuş insan manzaraları artık umûru-adiyeden addolunmaktadır. Tersine, yine öncelikle kadının iffetli, ağırbaşlı davranışı ve buna koşut kapalı giyim kuşamı yerilmekte ve hattâ kimi ülkelerde yasaklanmaktadır. Tasvirini sunduğumuz bu gidişin iktisâdî—ticârî nedenlerinin yanında, siyâsî sebepleri de var. Fuhuş ile zinâ, bireyin günümüzde son toplumsal dayanağı ile sığmağı olan aile kurumunu yıpratıp aşındırmakta; sonunda da çökertmektedir. Böylelikle birey, tümüyle dayanaksız ve korumasız kalmakta, sonuçta küresel sömürü kar­şısında dirençsiz bırakılmaktadır.

(6)1780lerde başlayan küreselleşme çabalan, başarının doruğuna 2000de ulaşmış görünüyor. Felsefe-bilimin dialektik yöntemiyle düşündüğümüzde, görülmemiş zafer, çöküşünün, inkırazının tohumlarını da bağrında taşıdığını anlarız. Çağdaş Küreselleşen İngiliz-Yahudî anlayışının, medeniyet düzleminde, görünürde, rakîbi, onu bırakın, en azından, seçeneği bile yoktur. Onun bildirdiği düstûrların, kalıpların dışında düşünüp eyleyemezsiniz. Ürettiği fennî araçlar ve cihâzlarla geçmişte yaşanmamış raddelere varan denetim, dolayısıyla baskı mekanismalarını kurup harekete geçirebilmektedir. İnsanın yaşamak amacıyla birinci derecede ihtiyâç duyduğu havanın, su ile ekmeğin yanında adâlettir. Haddizâtında bu dörtlünün başında adâlet gelir. O, sakatlanmışsa, hiç değilse, ekmek ile suyun temini zorlaşır, giderek imkânsızlaşır.

Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin ana ideolojisi olan mâlî sermâyecilik adâleti ayaklar altına alan bir fikrî—siyâsî—İktisâdi işleyiştir. Dünya nüfusunun beşte biri yeryüzünün sunabildi­ği nimetlerin yüzde seksenine yakın payını zimmetine geçiriyorsa, beşte dördü­ne de yüzde yirmilik hisse kalır. İşte, uzaklara gitmeğe hâcet yok; A.B.D.nin 2004 başkanlık seçimlerine Demokrat Partinin aday adayı Lyndon LaRouche'un 24 temmuz günü, yani 11 eylül kundaklamalarından kırk sekiz gün önce, Birleşmiş Milletler ile Vaşingtonda iki yüz elli kişinin önünde yaptığı video des­tekli konuşmada mâlî sermâyeciliğin baş kalesi Birleşik Devletlerinin içinde bulunduğu durumu bizlere şöyle tasvir etmiştir:

“Mâlî bunalımda bulunuyoruz... Sistemimiz iflâs etmiş durumdadır. Ulaşım, takat/eneıji, eğitim, sağlık teşkilâtla­rımızın tamamı, altyapı ile sanayimiz çöküş hâlindedir. Halkın yüzde seksenini dar gelirliler oluşturuyor. Bunların durumu 1977dekinden fenâdır. Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile hâlihazır siyâsetler devâm ettiği, Wall Street ile Federal Reserv sistemi varolan hâkimiyetlerini sürdürdükleri sürece, A.B.D. de kimse gelişme beklemesin... Çöküş, kendini birden duyurmaz. Kötü siyâsetler, sürer gider; bunalım ânsızın patlak verir. Sâdece A.B.D. değil, Batı Avrupada İngiltere, Almanya, Fransa ile İtalya dahî iflâsın eşiğindedirler...”(57)

(7)Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, tarihin sönümü­dür? Tarihte ilk defa seçeneksiz bir medeniyet olması itibâriyle adı anılanın çürü­yüp çökmesi, batmasıyla insan varoluşunun noktalanması mantık gereğidir. Dış görünüşçe ‘beşer’e benzese bile, duygulanmayan, tefekkür edemeyen; şan, şeref, haysiyet, adâlet, merhamet ile güzellik duygularından yoksun fabrika yahut laboratuvar ürünü ‘ruhsuz', hattâ ‘nefssiz’ ‘beşer kopyaları’na yahut ‘kopyalanmış beşerilere, ‘insan’ bir yana, ‘beşer’ bile diyemeyiz. Kimliğiyle, toplum ortamıy­la, doğal çevresiyle, bir bütün olarak, ‘insan’, ‘soykırım’a uğramaktadır.

 

Dipnotlar:

 

(52)- Bkz: Teoman Duralı: “Çağdaş Küresel Medeniyet’, 74. - 77.syflr.

(53)- Bkz Abdübakı Gölpınarlı: “Hz Muhammed vc Hadisleri’, I43.sayfa, 916,satır.

(54)- Öbürüyse, Eskiçağ Ege medeniyetinin M.Ö. Beşinci ile Üçüncü yüzyılar arasında kalan Klasik dev­ridir. Ege medeniyeti Klasik devrinin,Yeniçağınkinden en bariz farkı, etkilelerini nisbeten dar bir coğ­rafyaya yayıp duyurabilmiş olmasıdır.

(55)- İşsizler ordusu içinde çalışma yaşında olup iş bulamayan vasıflı - vasıfsız istihdâm edilebilir olanla­rın yanında, emekliye ayınlmışlar da yer alırlar.

(56)- Tekmil ‘hâne’lerde istihdâm edilen kadın, erkek ve hattâ çocuklar. Bu andığımız kadın, erkek ve hattâ çocuklar, çoğu kere, özellikle ‘fuhuş sanayii’nde köle durumunda çalıştırılırlar.

(57)-Lyndon LaRouche (1922 - ); “How to Survire the Ongoing Financial Collapse''

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:275-281
Devamını Oku »

4-Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyeti ile Sermayeciliğin Tarihteki Konumu

İngiliz Yûhudîlık ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken

İngiliz Yûhudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken

''Farklı görüşteki kişiler ile değişik insan kümelerinin vücut vermesine rağmen, Hür Sermayeciliği asıl belirleyip başlangıç safhalarından bu yana yürüten merkezî mahfil, milletler-üstü bir teşkilât olan Farmasonluktur. Sıkı bir silsile-i meratıp düzeni ile tavizsiz bir gizlilik kuralı doğrultusunda çalışan Farmasonluk, belit bir kişinin, aile yahut boyun güdümünde olmayıp dünya çapında kurumlaşmış bir teşkilâttır. Mensupları, teşkilâtın merkezî ve bağlı bulundukları locaların tüzükleriyle zapturapt altına alınmış olmalarına karşılık, teşkilât ile loca dışındaki özel hayatlarında tümüyle serbestçe yaşayabilirler. Cinsiyet hâriç, din ile milliyet nevinden hiçbir ayırım gözetmeyen Farmasonluk, üyeleri arasında görüş ile çıkar destekleşmesini herhâlükârda şart koşar. Bununla birlikte, eşitler arasında ustun olanlar, yine de İngilizler olup onları Yahudîler takîb ederler. İngilizlerin arasındaysa, günümüzde tavsamış bulunsa bile, soyluluk mertebeleri uyarınca derecelenme söz konusudur.

İşte, ilkin 1789 İhtilâlikebîrle Fransada köprübaşı tutup oradan Avrupanın değişik yörelerine intikâl eden, öncelikle de sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her tarafında, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılan ingiliz-Yahudî medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır.

Bunlar, bir yanda, doğrudan doğruya kendileri, öte taraftan da, Rotary, Lions gibi, meslek yahut hayır demekleri ve toplulukları kisvesindeki resmî - gayrıresmî alt kuruluşları yoluyla, Hür Sermâyeciliğin tohumlarını serpmiş, ardından da onu dünya çapında fikren ve maddeten inkişâf ettirmişlerdir. Dost kisvesi altında cezbedilmiş yahut zor kullanılarak esir alınmış toplumların en kabiliyetli akıllı, zekî ve tercihân soylu soplu bireylerini bağrında barındıran en etkili —zanaat, sanat, sanayi, ticâret, siyâset, öğretim, silâhlı kuvvetler— çevreleri. Farmasonluk, gözetir. Anılan çevreler yoluyla Farmasonluk, İngiliz Yahudî zihniyetini teşkîl eden inançlar ile ülküleri hedef topluma yahut millete en üst seviyeden zerketmeğe bakar.

Tactique ve stratégiesiyle Farmasonluk, İngiliz-Yahudiliğin ana örnekliğini teşkil eder. Kendisine sakladıkları ile dışındaki çevrelere ‘ihrâc ettiği’ değerler, birbirlerine ters düşerler. Farmasonluk, bir kere, muhafazakâr, maneviyâtcı ile silsile-i merâtipci olmasına ve kendisi için gizlilik ile câmia-içi dayanışmayı savunmasına karşılık, kendi dışındakilere maddiyâtı, eşitlikciliği, ilericiliği, devrimciliği, şeffaflık ile bölünüp bireyleşmeyi telkîn eder. Tıpkı kendisinden geldiği ve temsîl ettiği iki ana zihniyetten sapına dek dindar Yahudiliğin, kendi dışındaki dindarları yobaz olarak nitelemesi, kendisi kavmiyetçi olmasına karşılık, başkalarının milliyetçiliği ile yurtseverliğini ırkçılık,giderek, Yahudî-aleyhdarlığı şeklinde telâkkî etmesi gibi. Yine tıpkı, kendisinden türeyip kendisini temsîl eylediği öbür anlayış olan İngilizliğin, ilericiliği,eşitlikçilik ile cumhuriyetçilik fikirlerini ihrâc etmesine karşılık, kendisinin muhafazakârlık, silsile-i merâtib ile hükümdarlık ülkülerine bağlı kalması gibi. Aile hayatı ile dayanışması, evlilik kurumu ve askerî güç kavrayışı neviinden kendisini zaman içerisinde kanıtlamış nice değer varsa, öncelikle Yahudîlik ve gittikçe gerileyen derecede

Ingilizler, bunları kendilerine alıkoyarlarken, kerih bildiklerini hedefteki özge toplumlara ‘yedirerek’onların mücâdele irâdelerini, dolayısıyla, dirençlerini kırmağı amaçlamaktadırlar.
Ingiliz-Yahudiliğin, anlayışıyla, dünya ile insana bakışıyla, hâl hareketleriyle, öncelikle, İngilizlik kanadını yeryüzünün en ücrâ köşelerine taşıyan bir kurum da, millileştirilmiş Kilise durumundaki Anglikancılıktır.

Ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısından itibâren Fransa, Felemenk, İsviçre, İsveç, Danimarka; Birinci Dünya Savaşının ardındansa, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Orta ile Doğu Avrupanın ufak ülkeleri git gide sözünü ettiğimiz medeniyetin etki alanına girmişlerdir. Nihâyet bu tarihlerde Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, aslında kendisinden türemiş olan İngiliz-Yahudî medeniyetine karışmıştı.

ii- Din ile Dindışının Birbirlerine karşı Mevzilenişleri

Tarihi yönlendiren tümel tasarım varmıdır? Kelâmın terimleriyle ifâde edilirse, ‘küllî irâde’ denilen çeşitten tümel tasarıdan söz edilebilinirmi? Vardır, diyenler, dar yahut geniş anlamda dindar, yânî doğrudan doğruya yahut dolaylı şekilde dinin etkisinde kalan kimselerdir. Dar anlamda dindarlar, yalnızca Tanrıya inanmakla kalmayıp doğrudan yahut dolaylı olarak Ondan nâzil olduğuna inandıkları Tebliğlerden birini benimseyip o doğrultuda toplumsal ile bireysel hayatlarını tanzîm ederler. Geniş anlamda ‘dindar’ diye nitelediklerimiz, âlemdeki düzenin bir kurucusunun yahut belirleyicisinin bulunduğunu onamakla birlikte, herhangi bir iytikât düzenine uymağı reddederler. Bunlara, gevşek bir deyimle, Sekülerler diyebiliriz.

Nihâyet, tek tek olup bitenleri belirleyen bir düzeni kabul etmekle birlikte, bunun ‘mimar’ını tanımanın, nesnel, positiv şartlar çerçevesinde imkânsız olduğu, bu yüzden de, böyle bir mercinin yahut gücün varlığından anlamlı tarzda bahsedilemeyeceği kanısını taşıyanlar vardır. Onlar, Bilinmezcilik (Fr Agnosticisme), Positivcilik, Maddecilik, Tanrıtanımazcılık (Fr Athéisme) akımlarından birinden yahut birkaçından sayılabilirler. Özetlersek, Tanrıcılar ile Tanrıtanımazların (Fr athée) ortak paydası, evrende belli kurallar uyarınca işleyen bir düzenin bulunduğu kabulüdür. Ayrıldıkları husussa, zorunlu kurallara uygun işleyen düzenin müellifi varmıdır, yokmudur ve onun kimliği nedir, sorularına verdikleri cevaptadır.

İşte dar ile geniş anlamdaki ‘dindarlar’a hep birlikte Gerekirciler (Fr Déterministes) demenin yanlış olmayacağı kanısındayız. Aslında, bir yanda Gerekirciliği benimsemek, öbür taraftan da Tanrının varlığını inkâr etmek, âşîkâr bir çelişkidir. Bu sebeple, esâs tutarlı Tanrıtanımazlar, evrende zorunlu düzenin bulunmadığını öne sürenlerdir. Söylediklerimizin kanıtını, öncelikle Vladimir İlyiç Ulyanov, nâmıdiger Lenin’le (1870 – 1924) karşılaştırıldığında, Jacques Monod’nun (1910 – 1976) sergilediği tutarlılıkta buluyoruz. Tanrıtanımaz Ortakmülkcülüğe bağlı çağımızın önde gelen biyolog ile filosoflarından Jacques Monod, evrenin, dialektik yasalar doğrultusunda işleyen maddî etkileşimlerin verisi olduğu iddiasını toptan reddetmiştir.

Monod’ya göre, ne doğa ne de tarih bağlamında zorunluluktan mantıklıca söz edilebilinir. Haddizâtında, zorunsuzluğu (Fr&İng contingence) Yeniçağda savunan İngiliz Deneyciliğinden hareketle Charles Darwin, evrim varsayımıyla, eşyânın tabiatı gereği, bütün olup bitenlerin rastlantılı olduğu savını çağımız zihniyetine hakketmiştir. Monod, Darvinci anlayışın gereğini en tutarlı tarzda yerine getirmiş çağımızın düşünürüdür. Dünyaya yatay düzlemde, yânî olaylara gözümüzün önünde olup bittikleri tarzda baktığımızda, zorunsuzluk ilkesini reddedemeyiz.

Akıl–deney yolu, başka bir sözle, positiv yöntem bunu gerektirmektedir. Eksik varolanlar olarak bunun dışına çıkamayız. İşte bu bağlamda olup bitenlere baktığımızda, doğada evrimi, toplumdaysa tarihi görürüz. Ne var ki, Vahiy ve ‘iç sesimiz’, yânî vicdânımız ise, bize Mükemmelliği, başka türlü söylenirse, mutlak zorunluluğun hükmünü bildirirler. Zorunsuzlukları doğal olarak algılarız; mükemmellik ise, bilinemez: Onun varlığına ya imân edilir ya da edilmez. Bu sebeple, sokakta yürürken başıma düşen saksı olayını ya “tesâdüf eseridir”, “kazadır” ya da “kaderin tecellisidir” şeklinde niteleyebilirim.

İki tavır arasında bilgi teorisi açısından fark yoktur; ideolojik fark, tabîî ki, âşîkârdır. Yatay düzlemde olup bitenleri izlediğimizde, karşılaştığımız etkilerin ancak birkaç adım önceki nedenlerini tesbît edebiliriz. Burada öyleyse kısa vadeli, kısmî tesbîtler söz konusudur. Hakîm aşamasındaki kimselerde yatay gerçeklik düzleminin aşılıp İlahî görüşe yaklaşmanın mümkün olduğu, konunun erbâbı tarafından bildirilen bir husustur. Burada artık toptan görme ―basîret― bahis konusudur. Tarihe bilimsel tavırla bakmak alışkanlığında olmamız, onda şaşmaz hikmet yansısını, nurunu görmemize engel değildir.

Hikmeti aramak cefâsına kapılınmaksızın kendiliğinden hakîm olunamaz. ‘Bilim’in üstü ve kaynağı ‘felsefe’dir. Onun fışkırdığı pınarsa, ‘hikmet’tir. Bunun da en uç noktası, tam ve şüphesiz idrâk ile bilme demek olan ‘hadsisâdık’tır. Tarihi incelerken sezgilerimiz bize önemli ölçüde yardım ederler. Sezgilerimiz, akılyürütmelerimizi destekledikleri oranda kullanılırlar. Ortalama zekâ seviyesinde herkes biçimsel mantığın ana yolu olan akılyürütmeyi olağan bir orta ile yüksek öğrenim sonunda öğrenebilir. Hâlbuki hadsisâdık, pek az kimseye nasîb olan mazhariyettir. Bu yüce kâbiliyetle mücehhez kişi, taleb ettiği takdîrde bir mürşidin mürîdi olarak eğitilir. Tasavvufî eğitim, biçimsel öğrenimden bambaşkadır. ‘Biçimsel öğrenim’ bize ilkece şüpheye açık değişken ‘bilimsel’ yahut ‘fennî’ bilgilerin edinilmesini sağlarken, ‘tasavvufî eğitim’ insanı ilkece şüpheden ârî, kâmil ve tam irfân demek olan Hakkelyakîne ulaştırabilir.

Buraya değin olaylardan uzaklaşıp kopmadan onların yılankavî yol alışlarını adım adım izlemeğe çalıştık. Batı dünyasında cereyân etmiş olaylar zincirini ve sonuçta Onyedinci yüzyıldan itibâren Yahudî sermâyesi ile kendi toplum–siyâset şartları çerçevesinde İngiliz teşebbüscülüğünün ‘izdivâc’ından neşet etmiş günümüz medeniyet durumunu, ona rakîp ve seçenek gördüğümüz İslâm anlayışıyla dahî yer yer karşılaştırmakla birlikte, bahse konu kılınmış taraflardan birine yahut öbürüne alenen haksızlık etmekten olabildiğince kaçınarak, tesbîtci ve tasvîrci tutumla yansıtmağa çaba harcadık. Ne var ki, haksızlık etmekten kaçınmak, taraf tutmamak anlamına gelmez. Tarafsızlık, ahlâksızlıktır.

Haksızlık etmek ise, adâletsizliktir, yânî zulmdür. Tarihin hiçbir devrinde haklı ile haksız günümüzde cereyân eden mücâdeledeki kadar açık seçik biçimde ortaya çıkmamıştır. Hâkim güç, aklın havsalanın alamayacağı derecede kuvvetli, kudretli ve zengindir. Yeryüzü, beşerî ve tabîî tekmil kaynaklarıyla ona teslîm olmuş gözüküyor. Şimdimizden kaygılıyız; geleceğimizden ise, endîşe duyuyoruz. Olup bitenler, yüzbinlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın infilâkı değil, parmaklarımızın arasından kayıp giden insanlığımız ile onu barındırıp ihyâ eden dünyamızdır. Olaylardan kimisi niye bu yöne saptılar da, başka taraflara yönelmediler, sorusunu da sormadan edemiyorsunuzdur. Tesbît ile tasvîr ettiklerimizin büyük çoğunluğunu nedensel çerçevede kanıtlamak imkânından yoksunuz. Öncelikle, tarihte vukûu bulmuş olaylardan pek azı belgelenebilir cinstendir. Bundan dolayı neden – etki bağıntılarını inşâa etmek olağanüstü zor bir beceridir.

İnşâa etmekten uydurmağa kaymak işden bile değildir. Uzak ile orta vade geçmiş vaka silsîleleri arasında karîneler yoluyla neden – etki bağıntılarını kuran tarih filosofu, ölümcül uçurumun üstünde uzanan buzdan köprüyü geçerken önünü ardını defâlarca yokladıktan sonra her adımını atan dağcıyı andırır. Tarihte belirlenim arayan filosoflar, hep, vaka silsîleleri, niye falanca yönde ilerilediler de, filâncaya sapmadılar sorusuyla becelleşip buna cevab aramışlardır. Onlar, tarihin esaslı biçimde değerlendirilip anlamlandırılmasına birtakım maddî ile coğrafî şartların sıralanıp dökümünün çıkarılması ile zaman, mekân çerçevelerinin çizilmesinin yetmeyeceği kanısını taşımışlardır. Sözgelişi, çağımız dünyası niye Kuzey batı Avrupada biçimlendi de, onun iklîm şartları ile coğrafî konumunu andıran yeryüzünün özge yörlerinde şekillenmedi?

Onaltıncı yüzyılda yüksek bir zanaat (Fr&İng technique) sevîyesi sergileyen Çin, nasıl oldu da düzenli biçimde uzak ufuklara yelken basıp denizaşırı toprakları yerleşimine açamadı 176; nihâyet bunu İngilizler, Felemenkliler, Danimarkalılar, Fransızlar, Ispanyollar ile Portekizliler başardılar? Hele, nüfus ile yüzölçüm boyutları itibârıyla, koskoca Çin ile küçücük Felemenk ile Danimarka ülkelerini karşılaştırınca, muazzam başarı ibresinin ikincilerden yana ağır basması, daha bir şaşırtıcı olmuyormu? Herbert W.Armstrong, bu hâli, “Vahiye göre Anglo-Saksonlar” başlıklı dikkate değer eserinde İlahî İnâyete bağlamıştır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 – 1831) ise, “Tarih Felsefesi Dersleri” başlıklı dev eserinde tarihin, ‘Maneviyât’ (Alm Geist) tarafından belirlenip yönlendirildiğini öne sürmüştür. ‘Dünya Maneviyâtı’nın (Weltgeist) hükmü altında yol alan medeniyetin güneş misâli, doğudan doğup Batı Asyada en üst noktasına erişerek batıda kemâle erdiği görüşünü savunmuştur. Hegel’e göre, Maneviyât, doğada olduğu gibi, tarih diye adlandırdığımız inssanlık âleminde dahî, milletlerin maşerî (Fr collectif) maneviyâtları (Alm Volksgeist) aracılığıyla Kendisini izhâr eder.

Bu süreçte bâzı milletler başı çekerlerken, diğerleri bir çeşit figüran rolünü oynarlar. Maşerî maneviyâtın kendisinde odaklaştığı kimseler, Hegel’in gözünde, Büyük İskender (356 – 322), Gaius Iulius Caesar (102 – 44) ile Napoléon Bonaparte (1769 – 1821) gibi tarihî kişilerdir. Bunlar, kendi başlarına cüzî amaçlarının takîpcisiyken, aslında, tabîî ki bilmeden, “aklın bir hîlesi”ne âlet olurlar. Yine Hegel’e bakılırsa, maneviyâtın kendisini göstermesi, mutlak hukuk ile hürriyet ilkelerinin gerçekleşmeleri (“Freiheitsverwirklichung”) yoluyla olur. Hürriyetin gerçekleşme basamakları, insanlığın ilerileme (“Fortschritt”) aşamalarını temsîl eder. Hürriyetin gerçekleşme sürecinin akîm kaldığı yahut ilgâ kılındığı durumlarda, gerileme (“Rückkehr”) başgösterir. İlerilemeyi durduran en önde gelen etken ise, doğaya hâkim karanlık güçlerin (“dunkle Macht der Natur”) baskısına insanın, bel vermesidir. Hukuk ile hürriyyet ilkelerinin bayrakdârlığını yapan millet, tarihtedeki ilerilemenin de öncüsü sayılır.

Bu çabalarında doğanın veya tarihin istibdât fırtınalarına göğüs geremeyen yahut bayrakdârlık tâkatını gösteremeyen milletler, hukuktaki üstünlüklerini, yânî devlet olma vasıflarını ve hürriyetlerini yitirirler. Devlet geleneğinin Asyadan yayıldığını bildiren Hegel, kendi bireysel kaderinin ―İslâmî terimlerle söylersek, ‘cüzî irâde’sinin― bilincine erişme mücâdelesini vermek suretiyle kişileşmek, kölenin tersine, Atinalı vatandaşa185 nasîb olmuştur, diyor. Çağdan çağa ve toplumdan topluma farklılık gösteren örflere bağlı birey olma durumundaki insandan Tektanrılı Vahiy dini ―Hegel’in kasdettiği, Hırıstıyanlıktır― sâyesinde ahlâk insanı doğmuştur. Ahlâk kişisi olarak insan, hürriyet ile akıl varlığıdır.

Hür insan, konumunu Lutherci Islâhatcı (“Reformation”) hareket ve daha sonra Hürriyetcilikle (“Liberalismus”) pekiştirmiştir. Hırıstıyanlığın yaratma görüşüyle, yeryüzünün, doğadışı güçlerden arındırılmasının ardından (“entgötterte Natur”), Lutherci Islâhat ve sonraki Hürriyetci hareketlerin sonucunda, Hegel’e kalırsa, insanın kendisi, kendisine karşı serbestce tavır alır hâle gelmiştir. Bu serbestleşmesindeki en önemli âmil, onu, doğanın, Hegel’in deyimiyle söylersek, karanlık, müstebit güçlerine karşı muzaffer kılan sanayi devrimi olmuştur.

iii- Manevî İnsana karşı Maddî Beşerin Mevzilenişi

İşte, insanın, doğaya cephe alışı ve Sanayi devrimi doğrultusunda kendisini kendisine karşı âzât kılmasıyla, Hürriyetci–Sermâyeci anlayış, büyük bir ivme kazanmıştır. Bu eşi menendi görülmemiş gelişmelerin anahtarıysa, Yahudîlik ile İngilizliğin tarihî ittifâkında aranmalıdır. İnsanın, kendisine karşı kendisini âzât kılmasının ne anlama geldiğini gözden geçirdik. Bu yüzden aynı konuya burada dönmeyeceğiz. Yalnız, bu yolda onun, dur durak bilmez korkunç ilerileme marazına dûçâr olduğunu belirtelim.

Bireyler, tüzel topluluklar, şirketler ile milletler arasında kıyasıya, sonu belirsiz yarış başgöstermiştir. Yarış için yarış! İlk ve biricik hedef, kuvvete, kudrete, şana, şöhrete, servete kavuşmak. Hep daha çok; daha, daha fazla; çok daha fazla! ‘Önüme ne çıkarsa, devirir, basar, geçerim; ihtirâslarımın sonu sınırı yok!’ ‘Dünya benimdir ve sonunda her yanıyla, her şeyiyle bana kalacak!’ İmdi, Maddeci–Mekanisist–Akılcı–Deneyci–Laik–İnsancı–Hür Sermâyeci (yahut Toplumcu)–Çağdaşcı insanın vehmi: Bu insan, içsizdir, bencildir, bencidir, benmerkezcidir, çıkarcıdır, ukalâdır, bilgiçtir, zekîdir, arsız hayâsızdır; çıkarına dokunulmadıkca, rahat bırakıldıkca başkasına karışmaz ―’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!’―; kısacası, daha önce belirttiğimiz üzre, tragique varlıktır.

Çıkarlarını yürütmek maksadıyla oldum olası kimsenin aklına esmemiş yollara başvurur. Fennî üstünlüğüne dayanarak kendisine karşı çıkanları, toptekneleri (İng gunboat), tank, top, uçak, yangın bombası neviinden gelişkin ateş gücü yüksek; kimyevî, biyolojik yahut çekirdeksel (Fr nucléer) bombalar gibi, maşerî yıkıcılığı olan silâhlarla sindirmiştir.

Bunların etkisi de, beklenin altında kalınca, başka müdhiş yöntemler denenmiştir: 1900lerin başında Çinlilere revâ görüldüğü gibi, kalabalık kitlelere zorla afyon yutturulmuştur. Ama bundan daha sinsisi dahî var: Felsefî sistemlerin çarpıtılmasından elde edilmiş ideoloji verisi, içi boş, dışıysa rengârenk kâğıtlarla allanıp pullanmış, sarıp sarmalanmış deyimler ve deyişlerle yığınla zihinlerin bulandırılması, uyuşturulup yozlaştırılması! Böylelikle insanın savaşma ile başkaldırma hassasına öldürücü darbe indirilmiştir.

5- Hür Sermâyeciliğin Yapma Seçeneği: Toplumculuk

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti, ana ideolojisi olan Hür Sermâyeciliğe seçenek olarak Ortakmülkcülüğü oluşturmuş yahut oluşmasına el vermiştir. Bu yolla Hür Sermâyeciliğe esaslı bir seçeneğin doğması, vucut bulması önlenmek istenmiştir. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin dışından çıkıp geleceği sanılırken, onun içerisinden beklenmedik bir bozuk ses yükselmiştir: Faşism. Hür Sermyecilik gibi, Toplumculuk ve onun türevi, Ortakmülkcülük de, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin temel dünyatasavvuru olan Maddecilik– Mekanisismden esinlenerek biçimlenmiştir. Muhâfazakârlığa karşı olup ilerici– hamlecidir.

Yine Sermâyecilik gibi, iktisâdı ilahlaştırır. Bu esâslı ortak özelliklerin yanında, Toplumculuğun, özellikle de, onun aslî uzantısı olan Ortakmülkcülüğün, Sermâyecilikten ayrıldığı hususlar elbette var. Aksi tadîrde, nasıl seçenek olurdu? Nitekim, ‘birey’in ‘bireysel benliğ’ine çakılıp kalmağı derpîş eden Sermâyeciliğin tersine, Ortakmülkcülük, ‘toplumsal benliğ’e sıçramağı —üretim ile tüketim ilişkilerinden hız alıp bunların şartlarını değiştirmeği— öngörür: Devrim. Bununla İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Hürriyetcilik–Sermâyecilikten memnun değilseniz, buyrun işte, size seçenek ideoloji, Toplumculuk yahut Ortakmülkcülük!’, demek istemiştir.

Nasıl birincisini Thomas Hobbes, John Locke (1632 – 1704), David Hume, Adam Smith gibi İngiliz filosofları biçimlemişse, ikincisini, Almanyada doğup büyümüş olmakla birlikte, asıl zihin olgunluğuna İngilterede ulaşmış Karl Heinrich Marx belirlemiştir. İngiliz tarihini kendisine örnek alarak bunun bir bakıma türevi şeklinde görünüme çıkmış Sermâyeciliği irdelemiştir. Çıkardığı sonuçları Avrupa, hattâ dünya çapında yaygınlaştırarak insanlığın geçmişteki aşamalarını değerlendirip bunlardan hareketle geleceğe ilişkin tahminler yürütmeğe çalışmıştır.

Karl Marx, klasik mekaniğin öngördüğü bilimsellik incelemelerini yürütüp sonuç çıkarmağa çaba harcamıştır. İleride, tarafdarları ile aleyhdarlarınca kendisine yakıştırılacak heyecân ile duygu dolu nitelemelerden, az önce söylediklerimizden de anlaşılacağı üzre, Karl Marx, vâreste tutulmalıdır. Karl Marx, bilimsel, duru, seçik akılyürütme tutumunun gerektirdiği biçimde araştırmalarını dar çerçeveden genişe doğru yürütmüştür. Sonuçta, ona bakılırsa, Toplumculuk, Sermâyeciliğin rakîbi veya seçeneği olmayıp “Tarihî maddecilik gereği devâmı”dır. İngiltereden Kıta Avrupasına, oradan da yeryüzünün öbür illerine ellerine yayılacağını iddia etmiştir.

Böyle bir oluşumun başgöstermesi, ancak o dönem İngilteresinde varolmuş maddî ile zihnî şartlar çerçevesinde mümkündür. Nitekim zamanla Toplumculaşmış Sermâyecilik yahut Sermâyecileşmiş Toplumculuk —: Toplumsal halkidâresi (Fr Démocratie sociale)—, İngiltere ile benzeri Kuzey batı Avrupa ülkelerinde yer edinmiştir. Bu ülkelerde siyâsî düzen, toplum devleti (Fr Etat social) şeklinde nitelenmiştir. Gerek Rusyada gerekse onun zoru ve desteğiyle başka memleketlerde zuhur etmiş ve dar anlamda Rus siyâsî ve askerî yayılmacılığının aracı ve âleti olmuş Leninci-Stalinci Ortakmülkcülük, yânî Bolşeviklik, İngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘mimarbaşları’nca yahut başka bir deyişle ‘iyi-saatte-olsunlar’ca öngörülmemiş bir ârızadır, kazadır.

6- Öngörülmemiş Tepkiler: Beşerî Akıl Temelli Maddecilik–Mekanisism Dünyatasavvuruna karşı Romantiklik - İdealism ve Sermâyecilik ile Milletlerarası Toplumculuk İdeolojilerine karşı da Faşism ile Millî Toplumculuk

i- Duygu–Heyecân temelli Organisism–Romantiklikten çıkan yol

Faşism ile Millî toplumculuk, kendilerini doğurmuş bulunan Romantiklik– İdealismle birlikte, İngiliz-Yahudî medeniyetince öngörülmemiş bir diğer kaza olup onun dünyatasavvuru durumundaki Maddecilik–Mekanisism ve bilâhare ideolojileri olan Sermâyecilik ile Toplumculuğa karşı meydana getirilmiş ve şiddeti gittikce artmış tepkilerdir. Doğanın, matematik tekanlamlılığını, heyecânsızlığı ile tarafsızlığını temel almış Galilei–Descartes–Newton bilim anlayışından hareket eden dünyatasavvuruna karşı Giambattista Vico (1668 – 1744), özellikle “Milletlerin Doğal Hukukunun Tekrar İkâme olunacağı bir Başka Sistemin İlkelerinin Yardımıyla Milletlerin Doğası hakkında Yeni bir Bilimin İlkeleri” başlıklı eserinde insanı ve tarih çerçevesinde biçimlenmiş değerlerini esas almıştır.

Bunlar, ilk bahsolunan Maddeci–Mekanisist ve Akılcı olanların tersine, düpedüz akılla izâhı mümkün olmayan manevî değerlerdir. “Latin Dili esas alınmak suretiyle İtalyanların en eski Bilgeliklerinin Sergilenmesi” başlıklı kitabındaysa, bu çeşit değerleri paylaşan toplumların tarihte milletleşebildiklerini öne sürmüştür. Vico, René Descartes’ın “cogito ergo sum” (“düşünüyorum öyleyse varım”) vargısının, analizci tarzda elde edilemeyeceğini; bunun, bilinçte, giderek, toplum benliğinde bitip serpildiğini, neşvünemâ bulduğunu savunmuştur. Doğaya da, kişinin, tarafsız, ilgisiz bakışla yönelemeyeceğini; tersine, toplumun etkisiyle kazanmış olduğu bilinçle yol alabileceğini ileri sürmüştür. Böylelikle çağdan çağa, toplumdan topluma farklılık gösteren doğa görüşleri tarih sahnesini doldurmaktadır.

Mutlak kesin Bilgi —Hakkelyakîn— yalnızca Allahtadır. Ona yakınlaşıldığı ölçüde bilgilerdeki görelilikler giderilebilinir. Şu hâlde bilgilenme bir akılyürütme ile gözlem sürecine tâbîyken, ‘irfânî nurlanma’ ânlık sezgi verisidir. Tanrının evrensel düzeni, insanlık âleminde devlet nizâmıyla görünüme çıkar. Aydınlanmacı–İnsancı–Laik zihniyetin, merkeze çektiği ‘birey’ kavrayışına karşı, başta, Vico’da tanık olduğumuz üzre, Tanrı – Devlet esaslarına dayanan bir anlayışın geliştiğini görüyoruz. Bu anlayış, “Fırtına ve Hamle” diye Türkceleştirebileceğimiz (Almanca) “Sturm und Drang” hareketi altında tanınan ve Organisism dünyatasavvurunda esaslanan Romantik akım çerçevesinde 1770'den itibâren Almanyada yer edinip yayılmağa başlamıştır. Maddeci–Mekanisistlerin biçimsel aklın verisi kabul ettikleri değerlerin reddolunup bakîr doğaya geri dönüşü taleb eden, bu cümleden olmak üzre, sanayileşmeğe tepki gösteren hareketin, duyguyu,sezgi ile gönlü dikkatlerinin odağına çeken Romantiklerin indinde, yer aldığına tanık oluyoruz.

ii- Romantiklikten Faşisme

Geleneksel yaşama biçimlerinden köylülük, toprağı işlemek arzusu ve bunlardan neşet etmiş —doğayı sevip özlemek, dostluk, dayanışma, maddiyâta sırt çevirmek, savaşcılık, mertlik türünden— kadîm değerleri yüceltmek eğilimi, benden ziyâde biz için mücâdele etme irâdesi ağır basar olmuştur. İktisâttaysa, tüketim ihtiyâçları yelpâzesini —fabrikalaşma— habire rekâbeti alabildiğine kamçılayan Sermâyeciliğe karşı usta – çırak ilişkisi çerçevesinde gelişen küçük üretim birimleri —zanaate dayalı imâlathâne— arasında oluşturulmuş dayanışma teşkilâtlanmasını esâs almış Korporatism191 ikâme edilmeğe çalışılmıştır.

Kısacası söz konusu akım, Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren Kuzey batı Avrupada başgösteren ve 1789 Devrimiyle artık elle tutulur, gözle görülür duruma giren yeniliklere, Yenilikciliğe karşı tepki hareketidir. Bundan dolayı da Tepkici yahut geçmiş ve ‘altın çağ’ diye anılan bir devire geri dönülmek istendiğinden, Gerici şeklinde adlandırılmıştır. Bahse konu hareketin ideoloji hâlini alması İtalyada olur: Faşism.

Bu ideoloji, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Giuseppe Garibaldi (1807 – 1882) gibi Millîyetci ihtilâlciler ile Gabriele D’Annunzio (1863 – 1938) neviinden şair–düşünürlerin İtalyayı ecnebîlerin işğâlinden kurtarma ile birleştirme savaşlarında biçimlenmiş; Yirminci yüzyılın ilk yarısında da, öncelikle Vilfredo Pareto’nun (1868 – 1913) Fransızca kaleme almış olduğu “Cours d’Economie Politique” (“Siyâsî İktisât Dersleri”) ve anadilinde yazdığı “Manuale d’Economia Politica” (“Siyâsî İktisât Elkitabı”) ile “Trattato di Sociologia Generale” (“Genel Sosoyoloji İncelemesi”) kitaplarında bellibaşlı siyâsî ile iktisâdî özelliklerini kazanmış; nihâyet, Fransız Devrimci sendikacısı Georges-Eugène Sorel’den (1847 – 1922) hatırı sayılır raddede etkilenmiş olan Önder (İ il Duce) Benito Mussolini’nin (1883 – 1945) siyâsî mücâdele düzleminde kemâle ermiştir. İtalyan Faşismi, kendisini Romanın devlet ile savaş düzeninin vârisi olarak ilân etmiştir.

Ne var ki, M.Ö. Birinci yüzyıl Romasından M.S. Yirminci yüzyılın İtalyasına köprülerin altından pek çok su akmış olduğundan, İtalyan milleti, asla Romalının savaşcı ciddîliği ile tertibine ayak uyduramamış; bu ülkünün fikir babalığı ile önderliğini üstlenmiş Benito Mussolini dahî, bir başbuğdan beklenecek gözüpek yalınkılınç yiğitlik ile kişilik tutarlılığını gösterememiştir. Faşism, Eflâtun’un Devlet – Toplum – Asker tıkızlığı ülküsünü gerçekleştirme gâyesine takılmıştır. Ancak, her millet, toplumsal kişiliği bakımından, böyle zorlu bir gâyeye erişecek güçte olmadığı vakıasını Eflâtun, kendi tecrübelerinden öğrendi.

Tarihte hiçbir filosofun beceremediği zor bir maceraya atıldı. Görüşlerinin —bilim felsefesinin terimiyle söylersek, ‘varsayımı’nın— geçerlilik derecesini öğrenmek amacıyla üç kere silâhlı mücâdelenin başını çekti. Bozgunla sonuçlanan denemelerinden hareketle Eflâtun, “Devlet”inde dile getirdiği düşüncelerini son eseri “Kanunlar”da değiştirdi. Mussolini de, milletinin ruh hâletini esâslıca tanıyıp Eflâtun’u bir filosof irfânıyla, ağırbaşlılığı ve dikkatiyle inceleseydi, ne kendisini ne de toplumunu bildiğimiz o korkunç sona sürüklemiş olurdu. Sonun korkunçluğu, maddî olmaktan ziyâde, manevîdir. Ortalık günlük güneşlikken başlarının tâcı kıldıkları Önderlerini, talih rüzgârları ters dönünce, uzatmalı sevgilisiyle birlikte, ayaklarından asıp balgam yağmuruna boğdular.

Kendisine has ayırdedici manevî, dolayısıyla da davranış özellikleri taşıyan bireye nasıl, ‘kişi’ diyorsak, benzer bir oluşuma tâbî olmuş toplumu da ‘millet’ diye anıyoruz. Kişiler gibi, milletlerin dahî ‘seciye’si (Fr caractère) vardır. İşte, burada kısaca tasvîr ettiğimiz bir Akdeniz milleti ile onun, daha ziyâde opera sahnelerine çıkmağa uygun Önderinin seciyesiydi. Öte yandaysa, Ducenin müttefiki ve kendisi ile önderliğine soyunduğu İtalyan milletini sırtlamaktan bîtâp düşmüş Führerin sonu, ilkine, maddeten benzer, fakat manen bambaşka olmuştur. Führerle uzun, meşakatlı bir yola düzülen Alman milleti, sonunda, onunla birlikte gözünü kırpmadan ateşe atlamıştır.

Kaçınılmaz sona yaklaştığını anlayan Führer ise, tabancasıyla kendisini vurmadan önce, ölümünü sağlama bağlamak amacıyla, ne olur ne olmaz bâbından, bir de, çok güçlü bir zehir yutmuştur. Bu da bir başka seciye örneği. Sonuçta, halkidâresinin, demokrasinin dağıtıcılığından, savrukluğundan kaçınayım derken, milletler, kendilerini istibdâdın kucağına, mutlak iktidarın bozucu etkilerini unutarak, bırakıverirler.

Buyrunuz: Ölümlerden ölüm beğeniniz! Faşism ile Millî toplumculuk, kendisinden hareket ettikleri zemîn itibârıyla, birbirlerine ters düşerler. Roma–Latin devlet anlayışının bağlandığı dil – kültür birliği kıstasını kendisine esâs ihdâs eden Faşism için saf ırk mülâhazasının önemi yoktur. Hangi soydan gelirse gelsin, kim Latinceyi anadil olarak kullanıyorsa, Roma yaşama uslubuna uygun yaşıyor, irâdesini benimsiyorsa, ve canla başla Roma devlet fikriyâtını içine sindiriyorsa, o, Romalıdır 193 düstûrundan hareket eden Faşism için devlet (L civitas) ülküsünü kişiliğinde canlandıran önderin çevresinde derlenip toparlanmış, dayanışma hâlinde bulunan, gözünü de budaktan sakınmayan esâsen gençlerden kurulu bir toplumun inşâaası, ulaşılması arzulanan amaçtır. Geçmiş nesillerin elinden çıkma ulvî değerlerin muhâfazası nice ağırlık taşıyorsa, Faşism için, gerek doğanın gerekse onun içerisinde gelişen insanın hâlisliğinin korunmasının da onca önemi vardır.

Şu hâlde her çeşit doğadışı, doğal olmayan tasarruf, bozgunculuk yahut sapıklık suçlamasıyla reddedilir. İktisâdî ve fennî, özellikle de sınaî gelişmeler, demekki doğanın bütünlüğü ile hâlisliğine, insanınsa nefs – beden saflığı ile sağlığına halel getirmemecesine gerçekleştirilmelidir. Buna bağlı olarak, insanın nefs – beden saflığı ile sağlığı, onun cinsiyeti ile zihin ve bünye durumu göz önüne alınarak geliştirilmeli düşüncesi eğitime esâs alınmak istenmiştir. Burada kız çocuğunun, ileride ailenin temel dayanağı olacak sâdık, iffetli ev kadını ve anne; erkeğin ise, ailesi ile topluluğunu geçindirip koruyacak faziletli, sözünün eri birey olması hedefi gözetilmişitr. Aynı devlet ülküsüne sâdık bireyler birbirlerinin vatandaşıdır (L civis). Roma devletinin bu ülküsü, Roma medeniyetinin, yavrularından Fransız kültürü yoluyla 1789 İhtilâlikebîrinin çarpıtılmış ruhuna sızabilmiş tek tük unsurlardan biridir: ‘Vatandaşlık’ (L civiles, cives; Fr citoyenneté)...

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;106-118

 

 
Devamını Oku »