Din Değil Dinsizlik öğretisi!

Dinde reform ve ibadetleri zamana uydurarak İslamiyeti ıslah(!) etme yarışına girenlerden, görüldüğü gibi din adına dinle hiç mi hiç alakası olmayan ve aslında dinsizlik öğretisine dayanan fikirler bulmak mümkündür:

“...Mabetlerde, camilerimizde, sıralar, elbiselikler-gardıroplar tesis edilmeli ve ayakkabılarla mabedlere girilmesi önemle tavsiye edilmelidir....”

“...İbadet lisanı Türkçe olmalı, ayinlerin (herhalde ibadetler denilmek isteni-yor), duaların ve hutbelerin Türkçeleştirilmiş şekilleri kabul edilmeli ve uygulamaya konulmalıdır...”

“...Musikişinasların gözetiminde teganniye yönelik güzel sesli imam ve mü-ezzinler yetiştirip, ibadetlerin daha ruhani bir şekilde yapılması sağlanmalıdır... Bunun için de ibadetlerdeki ruhaliniğe yardımcı olması açısından, camilerimize musiki aletlerinin; saz, kanun, keman, piyano, darbuka, ney, vs. gibi aletlerinin konması gerekmektedir...”

“...İbadetlerin ilahi mahiyetinde asri ve enstrümantal musiki (klasik ve hafif batı müziği denilmek isteniyor galiba!) eşliğinde yapılmasına kat’iyyen ihtiyaç vardır...”

“...Secde yerleri yerden 20-25 cm. yükseklikte kurularak, secde makamının yüksekliğine, ulviliğine (!) uygun davranışlar gerçekleştirilmiş olur. Böylece ayakkabılarla cami içlerinde gezinilirken, secde mahallerine basılmamış olur!..”

“...Kur’an’ın ve Kelamcılarm anlattığı gibi ve nede Tasavvufçuların izah ettiği gibi olmadığını beyanla, Türklere uygun (!) bir tarzda Kur’an felsefesi geliştirilmelidir...”

“...Bütün bu ‘dini ıslah projesi’nin gerçekleştirilmesinde en etkili iki devlet kuruluşu, biri Daru’l-Fünün İlahiyat Fakültesi, diğeri İstanbul Devlet Konservatuvarı ’dır.

20 Haziran 1928 yılında gündeme gelen ve daha önce de bazı devlet erkanıyla, bazı din erkanı arasında müzakere edilmiş olan bu projelerin, dini geliştirmek adına değil, aslında dini batırmak ve dini yok etmek adına yapıldığı, bir diğer ifadesiyle, “vahiy dini” olan “İslâm yerine, yeni bir beşeri din (Yeni İslâm)“ ortaya çıkarmak adına yapıldığı ortadadır. Tüm batılı araştırmacılar bu yeni dine “Kemalizm” adım vermişlerdir.

Yukarıda özetlemiş olduğumuz dinde reform cümleleri söylediklerimizin birer kanıtıdır. 1988 Türkiyesi’nde, en solcusundan, en sağcısına kadar sorulduğunda tüm bu fikirlerin aslında dinsizlik ve dini yıkmak adına yapılmış olduğu rahatlıkla söylenecektir.

 

Atatürk Dine Karşı Kesin Tavırlı Olmasaydı, Dini Reformla** Daha Kolay Gelişirdi’*

Kimi yazarlara göre de bu durum, Kemalist laik anlayışının uygulama biçimi ile Mustafa Kemal’in bizzat kendisinin dine karşı olan tavrından kaynaklanmaktadır.’,(1)

Hatta yukarıda dile getirdiğimiz dinî reform projesi bile, “Muhtemelen din adamlanna yeniden güç kazandırır ve onları laik iktidara rakip bir otorite merkezi haline getirir’ ’ endişesiyle uygulamaya koyulmaktan vazgeçilmiştir.(2)

Amerikalı araştırmacı-yazar ve Türklerin de çok iyi tanıdığı kişi olan Prof.D.A. Rustow, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarının sunduğu “Dini reform projesi”nin gerçekleştirilmemesine Atatürk’ün yukarıda belirttiğimiz endişeye binaen uygulamaya koymadığını/koydurtmadığını dile getirmiştir.(3)

Yine buna benzer bir mütalaayı Uriel Heyd dile getirmektedir. Heyd, “Eğer Atatürk’ün dine karşı tutumu olmasaydı, Türkiye’de ilginç bir dinsel reform gündeme demektedir. (4)

Halide Edip Adıvar ise, bu düşüncelerin geniş halk kitlelerinde büyük hoşnut-suzluklar meydana getirdiğini söylediği, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar’’ başlıklı İngilizce yazısında(5) devlet ve hükümetin dine karşı tavırlarına ve devletin dine olan baskısına dikkat çekerek: ‘Laiklik adına yapılanlar, aslında laiklik ilkesiyle çelişmektedir” tesbitinde bulunmaktadır.

Halide Edip Adıvar sözkonusu yazıda, laikliğin temeli olan * ‘Kaesar’ın hakkını Kaesar’e, Tanrı’nın hakkını da Tanrı ’ya...” sözünü hatırlatarak, Türkiye’deki din- -devlet ilişkilerine değinmiş ve ‘ ‘Türk halkı sonunda Kaesar’ın hakkı olanı Kaesar’a, yani devlete verdiler. Fakat öte yandan Kaesar ya da devlet, Tanrı’nın hakkı olan şeyleri hâlâ ellerinde tutmaktadırlar” diyerek devletin dine karşı olan tavırlarına ve laikliği, ladinilik şeklinde uygulamasına dikkat çekmiştir.

Halide Edip Adıvar son olarak, uygulanan Kemalist laik anlayışla devletin dinin yersiz müdahalelerinden kurtulmuş olduğunu ve fakat devletin dini gözetim ve baskı altında tutmasının da apaçık bir kusur olduğunu belirterek, “Uygulanan laiklikle, Türkiye’deki Hristiyanlar ve Yahudiler bu bakımdan daha özgür yaşamaktadırlar” demektedir.(6)

Halide Edip Adıvar Hanım’ın, 1930 yıllarında yaptığı, “Uygulanan laiklik anlayışı ile Türkiye’deki Hristiyanlar ve Yahudiler Müslümanlar’dan daha özgür yaşamaktadırlar” tesbitini 1985 Aralık ayında kendisiyle yaptığım bir konuşmada Prof. Dr. Mümtaz Soysal da aynen tesbit ve tekrar etmiştir. Prof.Dr. Mümtaz Soysal: “İnanç ve düşünce olarak Türkiye’de haklan sınırlananlar, azınlıklar değil çoğunluklardır. Asıl haklan kısıtlananlar, inanç ve düşünce olarak baskı altında tutulanlar, Müslüman çoğunluktur. Bu durum laikliğin gereği olarak ortaya çıkmıştır. Müslüman halkm dinle ilgili haklan laik devletin kurallarıyla sınırlandırılmıştır. Oysa Türkiye’de ibadet özgürlüğü ile ilgili sınırlamalar gayr-i müslim azınlıklara uygulanmamaktadır.”(7) diyerek, Halide Edip Adıvar’dan tam 40 yıl sonra aynı gerçeği dile getirmiştir.

Prof.Dr. Hüseyin Hatem’i de bir hukukçu olarak, laiklik adına dine ve dindarlara karşı alınan tavırlara, “Laiklik enginizasyonu” demeyi uygun görmüştür.(8)

“Ferdin dini vecibelerini, inanışının yoğunluğuna göre uygulayıp uygulamaması, kendisine ait bir olaydır. Buna kimse müdahale edemez. Dini vecibelerini yerine getiren dindar vatandaşlara devlet müdahalede bulunuyorsa, bu müdahale aslında laikliğe karşı yapılmış bir müdahaledir.’’(9) tesbitleriyle de yazar Atilla İlhan, 1924’lerden itibaren -ve bugün de devam eden- uygulanan laiklik paradoksuna işaret etmiştir.

Çankaya kitabının yazarı Falih Rıfkı Atay ise, 1930 Ağustosu’nda yazdığı biz yazıda din-devlet ilişkilerinde sahnelenen bu olayların demokratik olmadığını teslim etmekte ve: “Türkiye’de demokrasi, hoca ve mürteci saltanatıdır. ”(10) diyerek, antidemokratik oluşun adeta gerekçesini göstermektedir.

Demokrasi adına yapılan antidemokratikliğin gerekçesi olarak Falih Rıfkı Atay, rahatlıkla dindar Müslümanları gösterebilmektedir.

Bütün bunlar gösteriyor ye ispat ediyor ki, devletin dine baskısı, dinde, dini olmayan reformlara gitmesi veislamiyeti ıslah(!) adı altında garib projeleri gündeme getirmesi 1928’lerden itibaren başlayan dini sindirme ve yok etme faaliyetlerinin bizzat rejim tarafından nasıl “şuurla” yürütüldüğünü ortaya koymaktadır.

 

1- Mete Tunçay, Nizayi Berkes, Halide Edip Adıvar, Ingiliz Kadm Yazar G.Ellison, Uriel Heyd ve Türk Maarif Tarihinin yazan Osman Nuri Ergin bu görüştedirler.

2- Mete Tunçay, Tek Parti, s. 220.

3- Prof. Dr. D. A. Rustow, Politics and İslam in Turkey, s. 69-70, (Derleyen R.N. Fiye, Islam and West, Lahey, 1957).

4- Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1979, Ankara), s. 97.

5- Halide Edip Adıvar, “Dictatorship and Reforms in Turkey’’, Yale Rewiew, Güz 1929, s. 27-44. :'

6- Halide Edip Adıvar, Conflict of East and West in Turkey. (Türkiye’de Doğu-Bau Çatışması) konferansından. Sözkonusu konferansı Hindistan’da, * ‘Camia-ı Milliye-i Islamiy- ye’ ’ için verilmiştir. Bu konferansta okunan bildiriler aynı adla 1937 yılında ŞeyhMuhammed Eşraf tarafından Lahor’da yayımlanmıştır.

7- Prof. Dr. Mümtaz Soysal, “insan Haklan ve Başörtüsü Üzerine’ ’, Konuşan Haşan Hüseyin Ceylan, İslâm Dergisi, Aralık 1985, Sayı. 28, s. 12-13.

8- Prof.Dr. Hüseyin Hatemi, İslâm Dergisi için ‘ ‘ Başörtüsü ve İnsan Haklan Üzerine’ ’ yaptığımız bir görüşmede bu tesbitini dile getirmiştir. (İslâm, sayı 28, Aralık 1985, s. 141

9- Atilla İlhan, İslâm Dergisi, Sayı 28, Aralık 1985, s. 15

10- Falih Rıfkı Atay, Eski Saat 1917-1933, s. 433, İstanbul 1933
Devamını Oku »

Bunalım ve İnsan

insan-ve-bunalim

Kitabımızın başından beri savunageldiğimiz üzere, tekrar edelim ki, organizmamız ve duyularımız sınırlılığı, esirliği, fâniliği, izafiliği telkin ettiği halde; iç idrâkimizi teşkil eden şuurumuzda, bunların zıddı özlemler buluyoruz. Şuurumuz sınırlı,fani,esir ve izafi bir organizmanın içine hapsedilmiş ebedîlik, sonsuzluk, hürriyet ve mutlaklık gibi durmaktadır. Bizim organizmamızda sanki sonsuzluk sınırlılığa,hürriyet esarete, ebediyet fâniliğe, mutlaklık izafîliğe teslim edilmiş gibidir. Bizi bunaltan, bu durumu idrâk etmekdir. İdrakimiz bu çelişik durumdan kurtulamamanın çırpmışları içindedir.Daracık bir kazan gibi duran organizmamın bu duyularımın sınırlarını zorlayan, onu yetersiz bulan ve onu aşmaya çalışan, şuurumuzu istilâ eden bir iç haykırışı inkar etmek kaabıl değildir. Sanki, sonsuzluk, ebediyet ve mutlaklık bizim gönlümüze oturmuş, organizmamızın ve duyularımızın sınırlılığını, güçsüzlüğünü ve yetersizliğini işaret edip durmaktadır.

Bir Hadis-i kudsîde "yeryüzüne ve göğe sığmam; fakat inanan kulumun gönlüne sığarım' diye buyurulur.

Sonsuz olan, sınırlı olanın "kalbinde" taht kurarsa ne olur? Sınırlı olan aczinden çırpınır durur. Böylece idrâkimiz duyuların sınırlarını zorlayıp ebediyete, hürriyete, sonsuzluğa ve Allah'a doğru bir çıkış ve yükseliş yolu aramaktadır.

Görülüyor ki, bunalım, şuurun duyuları aşma cehdini, ruhun organizmanın güçsüzlüğünü görmesini ifade eder. Bunalım bizi ebediyetlere doğru Allah'a doğru fırlatan bir iç iticidir, insan yüksek idrâk seviyesini iptal etmedikçe bundan kurtulamaz. Bunalım içinde boğulduklarını söyleyen nesillerin uyuşturucu maddelere düşkünlüğü ne kadar mânidârdır. Kendi gerçeğini görmemek için gözlerini yummak gibi, içindeki çığ'lığı duymamak için şuurunu uyuşturmak veya içgözunü kapamak insana gerçekten hüzün veriyor .

S.Ahmed Arvasi
Devamını Oku »