Batı Kültürünün Bugün İhtiyaç Duyduğu Şey Semavi Mesajın Özüdür

Kültür, bir zihniyet biçiminin ifadesidir. Zihniyet biçimi kültürü varlıkla, insanla, nesneyle ilişki halinde gerçekleştirir. Bu yaşantıdan doğan kültürün özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

(1)  Mitolojiden beri hız kesmeden süre gelen bilme ve anlama isteği.

(2)  Bilgiyi güç, üstünlük ve egemenlik aracı olarak tanımlama ve kullanma eğilimi.

(3)  Macera arzusu.

(4)  Kültür ve gelenek oluşturma tutkusu.

(5)  Düzen ve görkem oluşturma çabası.

(6)  Kendisi gibi olmayanı anlama eğilimi. Bu eğilim, giderek sosyal darvi-nizmde de olduğu gibi bir üstünlük ve egemenlik iddiasına dönüşebilir. Kolonyalizm bu iddianın açık ifadesidir.

(7)  Sınıfçı yaklaşım: Toplumsal düzeni sınıflar üzerine oturtma isteği. Bu sistem içinde soyluluğun, asaletin, toplumsal statünün belirleyici bir yeri vardır. Aristoteles, Politika'ın, köleciliği normal, hatta olması gereken bir durum olarak görmüş, toplumsal ekonomik sistemi, kendi zamanının pagan ruhunu yansıtacak şekilde bu sınıfsal ayrım üzerine oturtmuştu. Roma imparatorluğunun, köleci bir toplum olması da bu yüzdendir. Görkemin, ihtişamın, abartılı dünyasal-benliğin olabilmesi için, hizmet edecek nesne-insanın olması gerekir. Bütün pagan toplumlarda, sözgelimi Antik Mısırda, Antik Yunan’da, Antik Roma’da olup biten bu şekilde izah edilebilir. Sanat, felsefe, hukuk, semavi bağlantısı kesilmiş sonlu benliğin tutkulu bilme, anlama, düzen oluşturma ve egemenlik sağlama aygıtları olarak görülebilir. Sömürü ve kölecilik, hile ve entrika Grek tanrılarından kalmış kötü huy, miras ve alışkanlıklar gibi durmaktadır.

(8)  Batılı bilinç, kendisini doğanın ve insanlığın bir parçası olarak değil, onun efendisi olarak görür. Bu efendi-bilinç tasarımında, yine pagan benlik tasarımının yansımalarını görmek mümkündür.

(9)  Hıristiyanlık, Batı kültürünü semavi kültüre dönüştürmekte başarısız olmuştur, bunun yerine batı kültürü Hıristiyanlığı pagan gelenekler çerçevesinde anlamanın ve yorumlamanın yollarını aramıştır. Bunun bir sonucu olarak kilise devasa bir güç ve iktidar aracı olarak ortaya çıkmış, bilmekle egemen olmak arasında kurulan ilgi, misyonerliğin, özellikle yeniçağla birlikte sömürgeleştirmenin öncü gücü olarak görev yapması, sınıfçı yaklaşımın sürüp gitmesi, merhamet ve şefkat yoksunluğu, bu paganist yorumlarından sadece bazdandır.

(10)  Batı kültüründe söylem üretme kendi başına bir değerdir. Söylem ve realite arasındaki çelişki, Batılı bilincin kendi içindeki çelişik, çok yüzlü imajını da yansıtır. Batılı aklın, bir yandan yeryüzündeki bilimi, teknolojiyi ve insanlık değerlerini üretirken, diğer yandan da sömürü, köleleştirme ve yok etme stratejisi gütmesi, evrensel varoluş dengesi ve değer duygusu açısından ciddi tehdit oluşturmaktadır.

Batı kültürünün bugün en çok ihtiyaç duyduğu şey, kendisini oluşturan unsurları dengeleyecek ve kendi dünyasal benliğini insanlık değerleri çerçevesinde somutlaştıracak semavi mesajın özüdür. Batı uygarlığı içinden çıkan pek çok düşünürün de işaret ettiği “uygarlık krizi”, “dinsel kriz” insana varlık duygusu ve itibarı kazandıracak aşkınlık bilinci ile kazanılabilir. Batı zihninin bu mesajı anlama konusunda doğulu zihinden daha hazır ve üstün konumda bulunduğu söylenebilir. O, tarih boyunca sergilediği yüksek entelektüel aktivite ve bunun beraberinde getirdiği eleştirel deneyimle kendi sorununu algılama potansiyeline de sahiptir. Bunu beklemek gerekir.

Kaynak:

Batı Medeniyeti Özel Sayı-Hece Dergisi
Devamını Oku »

Batı Algısı:Kapitalizmin Belirlediği ve Dayattığı Bir Yaşam Biçimi

 

Batı Algısı:Kapitalizmin Belirlediği ve Dayattığı Bir Yaşam Biçimi‘Batı' kavramına ilişkin çok yazı yazıldı, kitaplar yayımlandı, sosyolojik incelemeler yapıldı bugüne kadar. Onca yaklaşımın her biri, doğal olarak, ideolojik bir bakış açısıyla yapıldığı için; ayrışmaları, karşıtlıkları beraberinde getirmiş; içerik olarak bir çatışmayı da hep gündemde tutmuştur. Böyle bakıldığında Batı kavramının alabildiğine siyasî bir kavram olduğu rahatça söylenebilir. Bu kavram, elbette coğrafi Batı anlamına da geliyor; ama böyle olmasının 21. yüzyılda hiçbir önemi yok. Yakın geçmişte Kuzey Amerika ve Avrupa’daki komünizme karşı olan ülkelerin Batı diye tarif edilmesi, bu kavramın yaşamsal içeriğini gizlemekten başka bir işe yaramamıştı.

Aslında Batı, Batı Uygarlığı, Batı Dünyası, Özgür Dünya denilen sosyolojik olgu; kapitalist-emperyalist devletlerin, yok etmeyi amaçladıkları dünyanın diğer uygarlıkları karşısına koydukları politik bir önermedir. Bu nedenle de tarihsel ve kültüreldir. Bugün Batı deyince, her bakımdan gelişmiş, kalkınmış; şimdilerde daha çok sermaye ihraç ederek sömürüsünü sürdüren; kendi kültürünü ve yaşam biçimini dayatan devletler us’a gelmelidir. Bu devletlerin tarihine, dünya politikalarına, toplumsal kurumlarının işleyişine, kültürel yapılanmalarına, inançlarının işleyişine, kısaca maddî ve manevî kültürel yapılanmalarına bakıldığında görülen o ki Batı, dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerini ele geçiren, ulusları kendine bağımlı hâle getiren, kendi inançlarını dayatan, başkalarına yaşam hakkı tanımayan, dünyanın geleceğini tüketen devletlerin örgütlü yapısından başka bir şey değildir.

Böyle olduğu için Doğu'nun, içeriği bakımından karşıt bir uygarlık, karşıt bir yaşam biçim, tarihsel ve tinsel derinliği olan bir kültür olarak varlığını sürdürüyor olması, Batı dünyasını rahatsız etmektedir. Batı, bütün anlamlarda, getirdiği onca çirkinliği egemen kılmak; İnsanî değerleri gözeten, dünyanın geleceğini önemseyen, bireysel olana saygı duyan, her türlü sömürüye karşı çıkan, bağımsızlığın ve kişisel özgürlüğün önemine vurgu yapan Doğu’mm kimyasını bozmak, onun yaşatan değerlerini yozlaştırmak için her türlü yola başvurmaktadır. Bunun için geliştirdiği ve bir hayli etkin kıldığı kültür endüstrisiyle, dünyanın her yerinde amacına uygun insan tipini oluşturmaya devam etmektedir. Ne yazık ki bunda başardı olduğu da bir gerçektir. Batı'nın sundukları doğru okunabilse, hiçbir toplum onun biçimsel izleyicisi olmaz; dayattıkları, kendini fark ettiren bir olanağa dönüştürülürdü. Ne denli geç kaimmiş olunursa olunsa, bugün yapılması gereken budur kesinlikle.

Ancak o zaman Batı, bu dünyanın sadece kendine ait olmadığını anlamak zorunda kalacaktır. Bunun için kendiliğinden bir toplum olmak yetmez; kendi için bir toplum olmak gerekir. Şimdilerde gereksinilen, bu bilince ulaşmaktır. Bu olasılığı gündeminde tutan Batı, kültürüyle, kültürel kurumlarıyla, politik refleksleriyle, ekonomik uygulamalarıyla, tarih bilincini yok edişiyle, sürekli gündemde tuttuğu inanç örgütlenmeleriyle egemenliğini pekiştirmeyi sürdürüyor. Bir yandan da başka toplumların tarihlerini, kültürlerini, inançlarını, İnsanî kavrayışlarını, politik yapılanışlarını, yaşam biçimlerini, ahlakını, ürettiklerini değersizleştirmeye çalışıyor. Bunu başardığı oranda da dünyanın tek sahibi olma yolunda dev adımlarla ilerlemiş oluyor. Batı’nın insanlığı önemseyen, hak ve hukuku gözeten, özgürlükçü, gelişmeyi önceleyen öznelere sahip olmasının; emperyalist-kapitalist işleyişi durdurabilecek bir güce dönüşmesi de çok uzak görünüyor.

Bu durumda Batı’nın insanlık için geliştirdiği bilimsel buluşlar benimsenirken, dayattığı çirkinliklerle de savaşmaktan başka çare yok. Öte yandan getirdiği modernitenin de aşılması gerekiyor. Yakın ve uzak gelecekte Batı dünyası ekonomik sömürüyü daha bir geliştirmek ve kalıcı kılmak için, şeytanın bile aklıma gelmeyecek yöntemler bulacağına hiç kuşku olmamalı. Tıkandığı yerde, ne denli gizlenirse gizlensin, dinî değerleri baz olarak kullanacağı, kalkıştığı savaşları da olageldiği üzere ekonomik nedenler ve din üzerine temellendireceğini saptamak yanlış olmaz.

Veysel Çolak/Hece Dergisi
Devamını Oku »

Daha Çok Tüketmek İçin Üreten Yeni İnsan

Modernliğin “hiper” ön eki; her türden aşırılığı, bütün isteklerin hemen/şimdi/burada karşılanması talebini, -bu noktada postmodernlikte kendisinden kurtulunmuş gibi görünen Freudizmin, her şeyi hemen/şimdi isteyen hayvan tabiatlı arsız idi geri dönüş gibi görünmektedir  kendini aşmayı, tüketim ve ticaretin egemenliğini ve de yeni bir tür evrimi ifade etmektedir. Peki ama bu üç biçim arasında ne fark vardır? Postmodernite, modernizmin bir yorum biçimi idi. Hipermodernite ise bir yaşama tarzıdır. Bu eni yaşam biçimi yeni bir “insan teki” var etmiştir. Bu yeni “birey”, gittikçe daha çok tüketen bir toplumda yaşamaktadır. Bununla beraber her türlü “bağadan kurtulmaya ça­lışmakta, sadece kendini geliştirme ve daha çok tüketme kaygısı taşımaktadır. Hem tü­ketme kaygısı yaşamakta, hem de kaygısını tüketerek yatıştırmaktadır.

Bu yeni insan bireyselleştikçe (bireyleştikçe değil), işsizlik, boşanmalar, nikâhsız beraberlikler, babasız çocuklar, ruhsal bozukluklar artarken evlilikler azalmakta ve değerler Kaybolmaktadır. Nicelik egemen olurken -Guenon’un ifadesiyle- çağın alametleri, her yeri istila eden şişmiş bir “ben”, güvensizlik ve yalnızlık, korku ve hayalet gibi nereden geldiği belli olmayan, yeni bireyi sarıp sarmalayan “sıkıntıdır. Bu ruhsal tablo, yüzeyde, daha fazla tüketememenin ve “ben”leşememenin sıkıntısı olarak kendini gösterir. Fakat aslında burada belirsiz bir sıkıntı, kendine bilinebilir bir sebep bulmaya çalışmaktadır. Daha temelde ve derinde yatmakta olan Tanrı’dan ve değerlerden kopmuş olmanın sıkıntısıya da varoluşsal sıkıntı- daha çok tüketilerek yatıştırılır. Tüketmek bir müsekkîndir; oysa yeni bireyimizin ve hepimizin müzekkîne ihtiyacı vardır. Çünkü bireyler, gerçek/varoluşsal sıkıntılarıyla yüzleşince ancak sakinleşirler. Kendisinden kopup ayrıldığımız ana vatanımızı hatırladıkça (zikr) kalplerimiz sükûn bulur.

Daha çok tüketmek için üreten yeni insan, hormonlu veya genleriyle oynanmış gıdalarla beslendi ve AIDS gibi yeni bir “çağdaş veba” türü ortaya çıktı: Obezite. “Acıkmak yetersizliktir; bu yüzden yeni birey asla acıkmamalı ve her dem tok olma­lıdır”. Diğer taraftan şişmanlık daha fazla tüketemeyecek olma korkusunu da tetikle- mektedir. Bu sefer, spor salonları (spor bağımlılığı çağın büyük alametlerindendir), jogging, organik gıdalar(bu gıdalar daha pahalıdır ve tüketene ayrı bir ideal imaj ver­mektedir), zayıflama diyetleri, fitoterapi vs. şeyler imdada yetişecektir.

Şüphesiz bu dönemin de bir ahlakı vardır. Bu ahlak, bireye hizmet eden, onun ça­tışmalarını dindiren, daha çok tüketmesine yardım eden bir ahlaktır. Pazar ekonomi­sinde dürüstlük, ürünü zamanında teslim etme gibi erdemler daha çok kazanmaya do­layısıyla da çok fazla tüketmeye yarayan araçlardır. Ahlakın Aşkın olanla bağı kal­madığı için, dürüstlük (vd), daha üst bir değere değil, aşağıda olana (dünyevî) hizmet eder. Dürüstlük kaybettirecekse dosdoğru olmanın lüzumu yoktur. Belki de bu yüz­den J. Locke, Tanrıtanımazın şahitliğinin kabul edilmemesi gerektiğini söylüyordu.Öyle ya, bireyi kontrol edecek hesap soran, cezalandırıcı bir Tanrı yoksa. Tanrıtanı­maz hangi değer üstüne yemin etsin ki!

Bu yeni ahlak türünün en belirgin özelliği suçluluk içermemesidir. Suç olmadığı­na göre suçlu da yoktur; dolayısıyla ceza da. Birey suç işlememişse, tevbeye de gerek kalmamıştır.Artık onun için tevbe kapıları çoktan kapanmıştır. Aslına bakarsanız suçluluk içermeyen ahlak anlayışının gelişimine en büyük katkıyı psikoloji ve psikiyatri yapmıştır. Dün ahlakın (ve dinin) alanında yer alan davranışlar, asıl toprağından kopartılmış, psikolojinin (bilimin) alanına ekilmiştir. Zaten psikoloji bilimi de davranışı incelemektedir; dolayısıyla bir şey psikolojinin/psikiyatrinin inceleme objesi-olgusu ise, o artık ayıp, günah, çirkin değil normal/anormaldir. Böylece ayıp olan sıradanlaşmış ve meşrulaşmıştır. Homoseksüalite, travestisizm, teşhircilik vs. bireysel tercihe dönüşmüştür; kınanmamalı ve saygı duyulmalıdır! Madem ki bu ye­ni insan teki her şeyin ölçüsüdür; varolanın varolduğunun, varolmayanın varolmadı­ğının, ayıp olanın aslında ayıp olmadığının biricik belirleyicisidir. Öyleyse onun ter­cih ettiğine kim karşı çıkabilir! Çağdaş bir günah çıkarıcı papaz gibi iş gören psika­naliste çatışmalarını, sıkıntılarını ve tercihlerini anlattığında; bir leğenin içindeki kirli suyu fırlatıp attığımızda ondan kurtuluverdiğimiz gibi, bozukluklarından kurtulma­mış mıdır? Ve böylece taze müçtehidimiz yeni bireyirmizin ahlaksızlıklarını tecviz etmiştir. Ortada vicdan azapları, kaçma/gizlenme eğilimlerine yol açan korku ve sıkıntı, ruhî çöküntü, tereyi hürriyetinden mahrum bırakan lekelenmişlik duygusu yani suçluluk duygusu olmadığına göre, yeni birey artık var gücü ile tüketebilir;kedini,tabitatı ve evreni.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Aydınlarımızın Din Eleştirisi

Tanzimat’tan bu yana bizim aydınımızın din eleştirisi de, çözüm önerisi de Protestanların ve kalvinistlerin dine yönelttikleri eleştirilerle neredeyse aynıdır. Gözden kaçırılan, unutulan ise Hıristiyanlığın tahrif edilmiş, İslâm’ın ise tahrif edilmemiş sahih bir din olmasıdır. Geri kalmışlık duygusuyla Batı’da gördükle­rimizi ‘zaten o bizde var, bu anlayış İslâm’ın anlayışı şeklinde yorumlarla Batı düşüncesi içselleştirilemez, meşrulaştırılamaz. İslâm ve Müslüman sözcükleri isim ve sıfat tamlamalarını kabul etmez: “İslâm Rasyonalizmi”, İslâm Sosyaliz­mi, liberal İslâm vb tamlamalarla kendi dünyamızı kuramayız.

Biz de din, dünyada iyi yemekler yemenin, dünya hazlarını sonuna kadar tat­manın bir aracı olarak algılandı. “Dünyadan nasibini unutma” diyen Ayeti Keri­me dünyevileşmenin aracı, delili olarak kabul edildi. ‘Kazanan Allah’ın sevgili kuludur’ sözünün başından ‘helal’ sözcüğü kaldırıldı. “Onlar zekât vermek için çalışırlar” ilkesi unutuldu, çalışmanın asıl amacı değiştirildi. Biriktirme ve yarı­nı kollama tutkusuyla ömürler tüketiliyor. İnsanın emel, ecelin insan peşinde ol­duğu gerçeği akla getirilmiyor.

Kapitalist/Protestan ahlakı ile İslâm ahlakını birbirinden ayıran temel özellik şudur: Müslüman, paraya bir araç olarak bakar. Para, sermaye Müslümanın he­sabını verdiği bir araçtır. Sadece çok çalışmak, çok kazanmak dinsel bir kurtulu­şun garantisi değildir. Kalvinist ahlakın temel sloganlarından biri olan Benjamin Franklin’in “Vakit nakittir” sözü, bizde bir hadis gibi algılanır ve kapitalist anla­yışa payanda yapılır. Bizde vaktin nakit olması dünyanın fani olduğuna, vaktin iyi değerlendirilmesi, Allah’ın istediği şekilde geçirilmesi gerektiğine dikkat çekmek anlamındadır. Kalvinist ahlakta ise vakit, paradır.

Rönesans öncesi Avrupa’da insanın değeri yoktur, Protestanlar Katoliklere ‘Tanrı ile insan arasına giremezsiniz’ derler. Katolik mahkemeleri kurulur; engizisyon yani zorbaca soruşturmalar yapılır. Batı böyle bir Orta Çağ’a dönmek is­temez. Aynı çağda îslâm uygarlığı inşam ‘eşref-i mahlukat olarak görür. Teknik anlamda da dünyadaki süper güçtür. Batı uygarlığı insanı öne çıkarmaya çalınır­ken, İslâm uygarlığı insanı Allah’a bağlayan ve yaratılanların en şereflisi olarak kabul eden bir anlayışın uygulamalarını ortaya koyar. Bizde bugün bile 'siz bizi Orta Çağ karanlığına sürüklemek istiyorsunuz' şeklinde savlar ileri sürülür. Ne var ki kötü olan bu Orta Çağ, Batı’nın Orta Çağı’dır.

Batı uygarlığı, düzeltilmiş bir din arar. Rönesans, hümanizm ve reformist ha­reketler bir kaçış hareketidir; Batı uygarlığının tahrif edilmiş bir dinden kaçışıdır, din bağından kurtulma çabasıdır. Bu anlayışa göre insanı, insanlığı kurtaracak olan Tanrı değildir, insanın kendisinin çok çalışması dünyasını mamur etmesidir. Kalvinistler toplumsal kullanımın hizmetindeki emeği kutsar. Biz de hemen bir hadisi koyarız; bu bizde zaten var: ‘İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.’ Ahmet Mithat Efendi’nin bir kitabı var: Sevday-ı Say-ü Amel.Bu söz, L Amo- ur du Travail (= İş aşkı; iş sevdası) sözcüğünün Türkçe çevirisidir. İnsan, işe âşık olmaz. İnsan çok çalışır, âşık olduğu varlığa güzellikler sunmak ister. Çalışmak başlı başına bir değer olamaz. İnsan kötü bir emel peşinde de çalışabilir, ömrünü harcayabilir. Niçin çalışıldığı önemlidir. Anamalcı ve kalvinist ahlak herkesin çok çalışmasını, çok kazanmasını, çok tüketmesini önerir. Bu anlayışın temelinde ak­lını ve zekâsını çalıştırıp rekabet etmekle zorluğa katlanmak kanunu vardır. (...) Halbuki dünya işlerinde rekabet, keşmekeş ve gizli anarşiden ibarettir (Çetin: 1987,344). Dünya için rekabeti yasaklayan bir başka buyruk da şöyledir: "Birbiri­nize hasetlik çekmeyin, müşteriyi kızıştırmayın, birbirinize buğzetmeyin, birbirini­ze sırt çevirmeyin. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Bunları bı­rakmak şartıyla kardeş olun ey Allahın kulları! (Çetin: 1987, 344).

Anamalcı anlayış güçlü olana büyük bir özgürlük verir. Bunun sonucu, zen­ginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasıdır. Bu yolun açılması hırsın yanın­da hasedi harekete geçirir, oburluk arzusunu, nefreti doğurur. Birçok patronun yanında bir yoksullar ordusu ortaya çıkar. Birçok patronu bir tek patrona indir­mek gerekir; bundan da sosyalizm doğar. “Sosyalizmin başlangıcı, kapitalizmin nihayetidir” (Çetin: 1987, 346).

Kalvinistler ibadet dilinin Latince olması şart değildir derler; bizim aydınımız da ibadet dili Türkçe olsun der, ezanı Türkçe okutur. Kalvinistler daha az ayini olan bir din isterler, haftada bir Pazar günü kiliseye gitmek yeterlidir. Bizde de Cuma namazına gitmek yeterli görülür. “Cumaya çağrıldığınız zaman Allah’ın zikrine koşun. Namaz bitince de yeryüzüne yayılın” emri, püriten tüccarların tutumu gibi yorumlanır. Kalvinist ahlak, Hristiyanları İncile, İncil Hristiyanlığına dönmeye çağırır. Herkesin Incil'i yorumlayabileceğini, herkesin Incil'den hüküm çıkarabileceğini söyler. Bizim aydınımızda Kur'an‘ı okumasını dahi bilme yen insana Kur’an’ı yorumlama yetkisi vermeye çalışır: Aklın var, düşün,yorumla der. Ne yazık ki şu basit kural bile unutulur; Bildirme kipinde basit bir yargı cümlesine ulaşmak için bile bütünü kuşatacak bir bilgi gerekirken, fetva vermekte, ‘şu helal, şu haram’ demekle son derece cesur davranılır. Kalvinistler ‘Tanrı ile insan arasına girilmez diyerek günah çıkaran papazları reddederler , Bizim aydınımız da buradan hareketle dinle ilgili her geleneği ve kurumu papazla­rın tutum ve uygulamalarıyla özdeşleştirir.

Protestanlık ve Kalvinizm seküler bir dünyayı öngörür. Dinsel yaptırımlar ve cezalar, bu dünyaya bir yararı varsa ancak o zaman kabul edilebilir. “Çünkü Kalvinizm’in tasarladığı dinsel hukukun dünyevî yaşamdaki etkinliği düşüncesi sa dece dünyevî sorumluluğa ait bir yaptırım taşımaktadır ve kesinlikle manevi kur­tuluşa fırsat sağlayan dinsel bir değeri söz konusu değildir.Dolayısıyla dinsel hu­kukun temeline dayalı ahlakilik ancak dünyevi yükümlülükleri yerine getirilmesi açısından bir değere sahip olmaktadır” (Olgun: 2012, 151), Bu duruştan da pragmatik, yararcı, kişisel çıkarı öne alan bir dünya görüşü ortaya çıkmaktadır. Bizim aydınımız da aynı mantıkla, seküler bir tutumla inancını çağa, kişisel ya­şamına ve hazlarına uydurmaya çalışır, yanlışları meşrulaştırır.

Bizim dünyamızda da insanımıza Protestan bir İslâm önerildi; protestan, re­formist bir İslâm sunulmaya çalışıldı. Protestanlar gibi sorular soruldu. Bu soru­lar bizim sorularımız değildi. Böyle bir kaos ortamından kültürel bir çamur der­yası doğdu. Bu çamurdan ne bir kerpiç ne bir bina yapılabildi. Adomo’nun Batı dünyası için söylediği “sakatlanmış yaşamlar” dediği yaşam biçimi bizim dünya­mızda daha vahim bir hâl aldı. Çok küçük sorular, çok küçük sorunlar karşısın­da değer yargılarından vazgeçebilen, sahnelerini hemen bir kenara bırakmaya hazır bir aydın duruşu ortaya çıktı. “Aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihin­sel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kayda de­ğer bir şeyler ortaya koymak için harcanması gereken çaba neredeyse hiç kimse­nin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır. Uyumluluğun bütün Üreticilerce hissedilen basıncı da aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir baş­ka etmendir” (Adomo: 2009, 31).

Bölmeli bir beyin tomografimiz var: Yarısı Avrupa yarısı İslâm görüntüsü ve­riyor. İslâm ortadadır ve bozulmamıştır, Müslüman nerededir? Müslüman nere­de duruyor? soruları gündemin ana sorulandır. İslâm’a ulaşmakta, İslâm’ı yaşa­makta zorlanan Müslümanlar vardır. Şu soruları sormak gerek: Gazetelerde, dergilerde, kriz anlarında, bolca rastladığımız, dinlediğimiz entelektüellerin toplum mühendislerinin, sosyologların, Ramazan söylemlerinde çağdaş fetvalar üreten ilahiyatçılarımızın kafa yapıları ne kadar îslâmidir? Aydınımız Batının dedikle­rini yineleyen bir papağan mıdır? Ne kadar düşünsel bir vicdana sahiptir? 1600'lü yıllarda Batının bozulmuş din anlayışını, kendilerini Tanrı yerine koyup günah çıkaran papazların egemen olduğu bir dini protesto eden Rabelais, Montaigne, Luther, Calvin gibi reformistlerin görüşleri ve önerdikleri din, Tanzi­mat’tan beri yaşanan aşağılık kompleksi ile aynı şekilde bizim ülkemize, kendi aydınlarımız tarafından öneriliyor. Eleştirilerimiz özgün olmalıdır.

Kendi hakikatlerimizi tevillerle, kişisel, öznel yorumlarla, kalvinist bir tutum­la paradoksa dönüştürmemeliyiz. Protestan, kalvinist sorularla İslâm yargılanmamalıdır. Kalvinist bir söylemle kendi geleneğimiz eleştirilemez. Kalvinistler iba­det dili Latince olmasın derler, biz de ibadet dili Arapça olmasın deriz, ezanı Türkçe okuturuz; okullarda Türkçe Kur’an okutulsun deriz. Kalvinistler İncil e dönmek gerek, İncil’i herkes yorumlayabilir, ondan hüküm çıkarabilir derler, biz de Kur’an’a dönmek gerek, herkes Kur’an’ı anlayabilir, ondan hüküm çıkarabi­lir deriz. Kalvinistler dünyevi başarıya endeksli bir yaşam biçimi önerirler, biz de insan için çalıştığından başkası yoktur’; ‘bir lokma bir hırka anlayışından vazgeçmek gerekir’ buyruğunu bu anlayışın payandası olarak ileri süreriz...

Bizim insanlığa sunduğumuz büyük bir uygarlığımız var. Taklit eden, özgün olmayan, sürekli kendini savunan, sürekli kimliğini kanıtlamaya çalışan bir du­ruşun insana, insanlığa sunacağı bir iletisi yoktur. Kapitalizmin kökeninde kalvi­nist ahlak ve hırs vardır. Hırstan kapitalizm, hasetten sosyalizm doğmuştur. İs­lâm ise öykünmeyi değil özgün olmayı, hırsı değil azmi, hasedi değil imrenme­yi, orta yolu önerir. Kalvinist ahlak anlayışı, dünya görüşü yerine İslâm’ın öner­diği dünya görüşü ve ahlak anlayışı yaşam biçimimizi şekillendirmelidir.

Ahiretten kopuk bir dünyanın bize yetmeyeceği, işinde başarılı olmayı yeter­li gören kalvinist bir ahlakın, çok para kazanmanın kurtuluşun garantisi olmadığı gerçeği kavranmalıdır. Dualar, temenniler yarıda kesilmemelidir ‘bize dünyada hasene ver’ duası tamamlanmalıdır;ahirette de hasenenin gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tanzimat Dönemi Romancılık

Tanzimat döneminde, Batıda birçok büyük roman varken Telamak’ın çevrilmiş olması da ilginçtir. Yusuf Kamil Paşa bir yazar veya romancı değildir, onun için de seçimi bir roman olmaktan çok bir eğitim kitabına yöneliktir. Yani o, Telemak’ı ro­man olduğu için değil, eğitim kitabı olduğu için çevirmiştir. Fenelon, romancı olarak da yazar olarak da kendi ülkesinde (Fransa) bile çok okunan bir yazar değildir. Dola­yısıyla çeviride amaç toplumu eğitmektir. Bu anlayış yerli romanlarda da kendini gös­termiş, Tanzimat romancılarında bir amaca, bir ideale dönüşmüştür. Bunun için de ro­manlarında yaratılan tipler hem doğudan, hem batıdan izler taşır; ne tam anlamıyla ba­tılı ne tam anlamıyla doğulu (Osmanlı) dur. Yazarlar, Batılılaşma karşısında sarsıldık­ları, şaşırdıkları için kahramanları da şaşkın tiplerdir. Kahramanlar yapay ve ruhsuz­dur. Belirli bir amaca yönelik üretildikleri bellidir. Batı’dakinin aksine, kahramanlar hayattan alınmamış, toplumu yönlendirmek, şekillendirmek amacıyla üretilmiş tipler­dir. Namık Kemal’in (İntibah/Ali Bey) ve Ahmet Mithat’ın (Felatun Bey, Rakım Efendi vb.) kahramanları yaşayan değil, yaşaması istenen tiplerdir. Romandan hayata geçişin yollan aranmaktadır. Bu ise uzun ve sancılı bir süreçtir. Toplumun roman kahramanlarını benimsemesi, onlara benzemesi ya da kahramanların hayatıyla benzer bir hayatı yaşamayı düşünmesi için eserlerin de cazip hâle getirilmesi gerekmektedir. Onun için yazarlar, bir yandan klasik Doğu hikâyelerinin içeriğinden yararlanma (intibah. Hançerli Hanım diye bilinen bir meddah hikâyesinden esinlenerek yazılmıştır. Dino-1978-35) yoluna gitmiş, diğer taraftan da toplumun merakını alevlendirecek mahrem ve yasak konuların anlatımına ağırlık vermişlerdir. Özellikle, ‘aşk’ mahrem iki kişi arasında yaşanan bir duygu olmaktan çıkarılarak, Batı’daki benzerleri gibi sı­radanlaştırılmış, hatta cinselliğe indirgenmiştir. Bunu yaparken ilk dönem romancıları, geçmiş edebiyatımızı gerçekçi olmamakla, ayaklan yere basmamakla itham etmiş; buna karşılık kendilerinin daha hayata dönük eserler verdiklerini iddia etmişlerdir. Pek çok konuda olduğu gibi buna da ıslahat gözüyle bakılmış, ‘edebiyatın hali dahi mülkümüzde ıslahına ihtiyaç olan nekayıs (eksiklikler) cümlesinden değil midir? (N. Kemal-Bilgegil-22) toplumun Batılı olması için yazarlar toplum mühendisliğine so­yunmuşlardır. Ellerinde malzeme olarak basın ve edebi türler vardır.

‘İlk romancılarımızın, kişilerini seçerken ve bunlara uygun bir öykü tasarlarken kendi halk hikayelerine dönmeleri biraz da zorunluydu, çünkü Batı romanlarındakine benzer kadın erkek ilişkilerine oturtulmuş bir aşk serüveni, o dönem Türk toplumunda geçen bir öyküye konu olamazdı. Genç bir kızın bir erkekle görüşmesi, arkadaşlık et­mesi ne kadar imkansızsa evli bir kadının da, Fransız toplumunda olduğu gibi aşk se­rüvenleri yaşaması o kadar imkansızdı. Bu koşullar altında, yazarlarımızın, çok iyi bil­dikleri eski halk hikayelerinden, bilinçli ya da bilinçsiz, yararlanmalarını doğal karşı­lamak gerekir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi alman kalıplar ve kişiler yazarın çağındaki kültür çevresinin oluşturduğu bağlama uydurulmuştur. ‘(Moran-1991/1-36)

Tanzimat döneminde yazarların dikkate almak durumunda oldukları toplumsal ref­leks yaklaşık yirmi yıl sonra tamamen ortadan kalkmış; günümüzde bile yaşanması zor olaylar, romanların konusu olmuştur. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’da anlattığı aile içi ilişkiler, ancak bir Fransız ailesinde olabilir. Eserin bayan kahramanı Bihter, Emma Bovary’nin yerli versiyonudur. Eylül ise bir başka tutarsızlığı beraberinde getirir.

‘Mehmet Rauf, aşk ve evlilik konusunda da bazı yeni şeyler söylemektedir. Ne­cip ile Suat’ın gayrimeşru aşklarını hoşgörmek hatta yüceltmekle, evliliğin kurumsal ve ahlakı görünümüne karşı kişisel ve duygusal yanım vurgulamaktadır.’ (Belge- 1998-345) Çağdaşlaşma adına en mahrem oluşumlar bile ifşa edilmeye başlanır. Çünkü eserde anlatılan, M. Rauf un, Tevfik Fikret’in hanımına duyduğu, Necip’in- kine benzer bir aşktır. ‘Bu uğurda başına çok şey gelmiş, aşk hayatının en önemli olaylarından biri olmuştu. Eylül’ün çok iyi yazılmış bir roman olmasında bu kişisel yaşantının şüphesiz bir payı vardır’ (Belge-1998-347)

Tanzimat yazarları çelişkili ve sağlıksız insanlardır. Hemen hepsi Jön Türk gelene­ğinden geldiği için kendilerini ‘kurtarıcı’ olarak görmektedirler. Ama neyi kurtaracak­larını kendileri bile bilmiyorlardı: hepsinin ortak düşmanı ‘padişah’tı. Bu düşmanlık, padişahların şahsından çok, onların temsil ettiği kuruma karşıydı. Arka planda ise Avrupa ve -Ahmet Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa vardı, Osmanlı yıkılsın da ne olursa olsun gibi bir anlayışla yola yıkmışlardı. Abdülazizin Paris seyahatin­den sonra hepsi İstanbul'a dönmüş ve devletin çeşitli kademelerinde görev almışlardır. Dün padişaha şovenler, bugün ‘padişahım yok yaşa’ diye sokaklarda yürüyen insanlar olmuştur. Bir yönüyle batıcı, meşrutiyetçi olan isimler diğer yandan İslamcı olmak gi­bi bir niteliğe de sahiptirler. ‘Hürriyet, şiirleri döktüren N. Kemal aynı zamanda:

Biz ol nesl-i kerim-i dude i Osmaniyiz kim

Cihan-giraane bir Devlet çıkardık bir aşiretten

(kaside)

Osmanlıyız can veririz nam alırız biz

gibi şiirler söylüyordu. Aynı N. Kemal ‘Renan Müdafaanamesi’ni yazıyordu, aynı zaman da ‘mason’du.

'Osmanlı 18. yüzyıl üst tabaka kültürüne baktığımız zaman bunların içinde İslami inançları -muhtemelen tasavvuf yoluyla- bir çeşit hümanizme çevirdiklerine işaret eden kanıtlar buluyoruz. Ancak, bu eğilimler hakkında bugün çok az bilgiye sahibiz. Muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Batılılaşma’sında bu eğilimler etkili ol­muştur. Gene bir ihtimal, Tanzimat düşünürlerinin bir kısmında gördüğümüz ‘Ma­sonluğun bu akımlardan kaynaklandığıdır’. (Şerif Mardin- Türkiye Ans. C2/s.98)

Çok yönlü çelişkiyi bünyesinde barındıran Tanzimat romancıları ‘Kendilerini ge­leneklerine bağlı, uygar birer Müslüman olarak gören bu Osmanlı aydınlarına göre hem Batı örneğine bakarak çağdaşlaşmak hem de dinine bağlı bir Osmanlı olarak, kalmak mümkündür.’ (Moran-91-17) Ama zaman, olayın böyle ve bu kadar kolay ol­madığını göstermiş, bünyesinde intiharlar da (Pozitivist ve Naturalist Beşir Fuad) ta­şıyan çağdaşlaşma bir türlü gerçekleşmemiştir.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Sömürü Düzenin İstikbali Ne Olacaktır ?

Cuma kimdir? Asıl adının hiç önemi yoktur. Önemli olan, Batılının ona hangi şablonu uygun gördüğüdür. İşin garibi, burada bizim takındığımız durumdur. İngiliz Daniel Defoe onu tanımlayabilecek bir isim bulmuş, Friday demiştir. Bizimkilerse çeviriyi yaparken emperyal bir tutum sergilemiş, kendisine Friday’in Türkçesi olan Cuma’yı münasip buyurmuştur. Dolayısıyla bu durum, emperyal yolda bizim de Tanzimat'la birlikte Avrupalı kafasıyla düşünmeye başladığımızın göstergesidir. Nitekim bir özel kanalda Afrika’daki bir Türk okulunda siyahî öğrencilerin İstiklâl Marşımızı söylediklerini izlediğimde göğsüm gururla kabarmıştı, Artık biz de Avrupalı olmuştuk. Çünkü o insanın sömürülmekten kurtulmasını istiyorsak kendi marşını okutmalı, Afrikalı millî kimliğinin ortaya çıkmasına vesile olmalıydık. Oysa biz de sömürü sisteminin bir ucundan tutmuş, kendi marşımızı ezberletiyorduk.

Peki, bu yol doğru yol mudur? Sömürü sisteminin istikbali ne olacaktır? Şayet Afrikalıya İstiklâl Marşımız yerine kendi marşını öğretirsek bir umut var mıdır? Yazının devamında o geleceği çizmeye çalışacağız. Hemen belirtmek lazım ki çizginin detayları öngörüden ziyade kişisel bir hayale dayanmaktadır.

Kendi çocuğu için mutlu, güzel bir dünya arzulayan bir anne, başka annelerin çocukları için de aynı güzel, mutlu dünyayı arzulamazsa kendi çocuğunu mutlu edemez. Nedir bu kelime tekrarıyla uzamış cümlenin açılımı?

Bugün Japonya’da on bin civarında Türk var. Bunların beş bini de Ordu ilimizden, Fatsa ilçemizden. Gidenler anlatıyor. Doksan beş yılında bu ülkede Türk pasaportuna açılmayacak kapı yok. Hiç dil bilmeden on iki saatlik yolu, İstanbul’dan Trabzon’a otobüsle gider gibi gidenler olmuş. Yani hiçbir zorlukla karşılaşmamışlar. O kadar ki Afrikalı siyahiler, Araplar, Hintliler bile Türk pasaportu taşıyorlar. Aradan sadece beş sene geçiyor. İki binli yıllarda Türkler; Rusya gibi ülkelerin pasaportunu taşıyorlar. Mafyası, hırsızı, çocuk kaçıranı derken tüm sempatiyi tersine çevirmeyi becermişiz. Her şekilde bu kabullenilemeyecek, kendimize en ufak haklılık payesi çıkaramayacağımız bir durumdur. Ama tüm medeni, zengin, teknoloji devi dünya gibi Japon’un da bunda suçu vardır. Kendi vatandaşının mutluluğunu, refahını, rahatlığını düşünürken ikinci dünyayı, üçüncü dünyayı es geçersen gün gelir kabak başına patlar. Yani başka annenin yoksul, işsiz, aç, eğitimsiz çocuğu; güzel ve mutlu bir dünya hayalleriyle yetiştirilmiş o çocuğu kıskanır. Malına ve canına göz diker. Belki güvenlik duvarını aşıp emeline ulaşamaz. Ama onu tedirgin eder, ona üç lokma ekmeği haram eder. Şu anda İsrail’deki insanlar gerçekten mutlu mudur acaba? Gelişmiş ekonomileri, lüks hayat koşullan, her türlü olanakları onları mutlu etmeye yetmiş midir?

Yanı başlarında aç bıraktıkları, çocuklarını öldürdükleri, evlerini yıktıkları, ambargo uyguladıktan Filistinliler tek silahları olan bedenlerine bağladıkları bombaları patlatırken tedirgin değiller midir? Her an patlayabilecek bir canlı bombanın korkusuyla yaşamıyorlar mı?

Aynı durumu Türkiye de yaşadı, yaşıyor. İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da, Çukurova’da sanayisi, turistik tesisleri gelişmiş şehirler kuruldu. Doğunun da bu ülkenin bir parçası olduğu unutuldu. Doğuya yatırım yapılmadı. Sonuçta oranın imkânı kıt kitlesi, işsiz nüfusu bu şehirlere hücum etti. Bugün Mersin, yaşanması en zor şehirdir. Değil kadınların, çocukların; polislerin bile giremediği mahalleler vardır. Göç eden nüfus mudur bunu yapan? Hayır. Bu insanlara kendi toprağında, mahallesinde, köyünde birazcık geçim kapısı sağlayabilseydi geçmiş iktidarlar, o insanlar kendi yağlarıyla bir şekilde kavrulacaklardı. Azlık olmak, hele ki kendi toprağında azlık olmak zordur. İnsan bir şekilde kompleksler, eşitsizliklere karşı savunmalar üretir. Yeni geldiği toplumun kültürüyle çatışmaya girer. Biz bu insanları kendi topraklarında tutabilseydik bir şekilde filizlenip boy vereceklerdi. Yoksa farklılıklarla bir arada yaşamayı emin olun Doğu insanı kadar becerebilmiş başka bir millet yoktur yeryüzü coğrafyasında. Örnek mi? Mardin….

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »

Oryantalistlerin Doğu Algısı

Oryantalistler yaygın bir biçimde var olan Doğu’yu değil kafalarındaki Do­ğu’yu anlatmıştır. Gördüğünü değil, görmek istediğini. Bu yünden de Doğu, do­layısıyla doğulular hiyerarşik olarak insanlığın alt katmanlarına yerleştirilmiş, ikinci kalite varlıklardır. Bütün olumsuz insani özellikler onlara hasredilmiştir. Oryantalizm barbar doğulular imgesi yaratarak ve sözüm ona onları ehlileştirme gibi oldukça iyi niyetli ve insani bir girişim olduğunu da iddia ederek kendine haklılık zemini kurmaya çalışmıştır. Doğulular evrimleşmelerini tamamlayamaz yan ara varlıklardır. Batılılar eliyle evrimleştirilmeleri gerekmektedir. Bu evrimleştirilme sürecinde batılılar tarafından güdülmeli ya da en azından yönetilmelidirler. Bu,Batılıların bir lütfü olacaktır ve doğuluların iyiliği için olacaktır Batı­lıların yardımseverliği sayesinde doğulular eski klasik azametlerini (böyle bir şe­yi kabul etmeleri ayrı bir lütuf) zamanlarına dönebileceklerdir. Doğulular, bu lütufkâr batılı davranış sayesinde şekil, kişilik ve anlam kazanacaklardır.

Tüm doğulu toplumların kültürel miraslarını ve tarihsel başarılarını kolayca sıfırlayan bu bencil yaklaşım, kendi toplumlarının doğulu toplumlarla yaşadığı kültürel etkileşimlerden çok şeyler biriktirdiğini unutmaya yeğlemiştir.Onlara göre Doğu hiçbir zaman iyinin kaynağı değildir.Doğu’da ne varsa kötüdür yada olsa olsa çocuksudur.Tüm doğu medeniyetlerinin bin yıllara dayanan miraslarını bir kalemde silme cehaletini göstermenin,bilimsel bir uslüpla açıklama bir yanı yoktur.Bu sübjektif yargıların bırakın bilimsellliğini,açık ve aşağılayıcı art niyetini tespit etmek zor değildir. Örneğin onlar için sözünde durmayan Çinli- yarı çıplak Hintliler ve batılıların artıklarıyla geçinen miskin Müslümanlar vardır. Yine de deveye binen teröristler olarak Müslumanlara nispetle diğerleri daha avantajlıdırlar. (Said, 1982,190), Oryantalizmin Hint ve Çin’e kısmen sergilediği hoşgörü, İslam medeniyeti söz konusu olduğuna gösterilmez. Bunun bir sebebi batıkların İslâm'a ve Müslümanları, özellikle de Arapları Batının önündeki tek politik, entelektüel ve ekonomik alandaki engel olarak görmesidir. Bir sebebi de Hint ve Çin gibi medeniyetlerin artık Batı medeniyeti için tehdit oluşturmadık­ları inancından kaynaklanır. Oysa Islâm, onlara göre, sapkın barbarların dini ve medeniyetidir. "Islâm'ın terör, yıkıcılık, nefret edilen barbarlar sürüsü olarak gö­rülmesi boşuna değildi. Avrupa için Islâm devamlı bir felaket konusu idi. On ye­dinci yüzyılın sonlarına kadar süren ‘’Osmanlı belası’’tüm Avrupa yı yerinden oy­natıyor, Hıristiyan uygarlığa için aralıksız tehlike sayılıyordu" (Said, 1982: 108).

Modern oryantalizm Napolyon'un Mısır'ı işgalinden bu yana, dikkatinin çoğun­luğunu İslâm dünyasına kaydırmıştır. Bu tarihten itibaren Doğu neredeyse, münhası­ran Islâm topraklan, yani Otta Doğu olmuş dunundadır. Dolayısıyla modem oryan­talizm araştırma objesi olarak kendisine uzak Doğuyu değil Orta Doğuyu belirlemiş­tir. Bu tarihten itibaren bütün oryantalist siyasetler, stratejiler, saklınlar, manipülasyonlar, çarpıtmalar, bozmalar, imha etmeler ve yeniden inşa etmeler İslâm üzerinden gerçekleştirilmiştir. Çünkü modem oryantalizmin zihinsel arka planına yerleşmiş olan duygu ve düşünceler büyük oranda İslâm karşısında duyulan büyük korku ve çe­kingenliği yansıtmaktadır (Said, 1982:417). Bu korkuyla yapılanan Modern oryan­talizmle yeni bir Doğu, dolayısıyla yeni bir kötü, yeni bir öteki icat edilmiştir. Üste­lik bu yeni Öteki, eski Ötekilerden daha işlevseldir. Zira bu daha canlı ve daha dina­miktir. Bu yeni düşman sayesinde oryantalizm ve Batı da dinamizm kazanacaktır.

Oryantalistlerin Islâm tasavvura genelde olumsuzdur. Oryantalistlerin büyük bir çoğunluğu İslâm’ı Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin mirasından türetilmiş sap­kın bir yorum olarak kabul etmişlerdir. Müslümanlar da bu sapkın inanca sahip barbarlar olarak tahayyül edilmişlerdir. Haçlı savaşları, kutsal toprakları istila eden bu barbarlara karşı yapılmış kutsal savaşlardır. Bu mantık çarpıcı bir biçim­de bütün oryantalist bakış açısını şekillendirmiştir. Bunun en ilginç örneği 11 Ey­lül saldırıları akabinde bazı Batılı liderlerin (Amerika başkanı Bush ve İtalya başbakanı Berlusconi gibi) yaptıkları yorumlar ye çağrılardır. Kimi Islâm'ı kara­layıp, ilkel ve tehditkar bir din olarak nitelerken,kimi de bu tehdit karşısında yeni bir haçlı seferi için çağrıda bulunmuştur.

Oryantalistler için İslâm, en genelde savaşın ve şehvetin dinidir. Ancak olum­suz nitelikleri bunlarla da sınırlı değildir. Örneğin Edward Said’in (1982: 113) ak­tardığına göre kimi oryantalistler İslâm peygamberini ‘kurnaz bir dönme’, bir ya­lancı, İslâm’ın da ‘ikinci derecede Aryanist bir kâfirlik düzeni’ olduğunu ifade et­mişlerdir. Daha insaflı yorumlarda ise oryantalistler İslâm’ı Hıristiyanlığın veya Yahudiliğin bir taklidi şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre İslâm peygambe­rinin fikirlerinin kaynağı Talmud’dur ve o, esas ilhamını da Hıristiyanlıktan al­mıştır. Dolayısıyla onlara göre İslâm peygamberi ilahi bir elçi değil, Kur’an’ı kendi vaz eden sahte bir peygamberdir (Tibawi, 1998a: 61, 73). Bazıları da İs­lâm’ı Yunan felsefesinin Doğu’daki başarısız bir denemesi olarak değerlendirmiş­tir. Ama çoğunlukla da İslâm bir kültürel sentez olarak düşünülmüştür, özgün bir yanı olmayan, farklı kültürlerin sentezlenerek yeni bir adla servis edilmesinden ibarettir. Benzer bir biçimde İslâm’ın totaliter, Müslümanların ise ikiyüzlü insan­lar oldukları görüşü de oryantalistler arasında yaygın kabul gören görüşlerdendir.

Hamid Algar, oryantalistlerin İslâm karşısındaki yanlış konumlanışlarına çok haklı bir itirazda bulunuyor. O’na göre (1998: 191), “oryantalistler, hemen he­men daima, Kur’an’ın kendisini nasıl tanımladığına bakmaksızın, hiçbir tartışma yapmadan ve hiçbir delil göstermeden Kur’an’ın vahiy olmadığını ileri sürerler. Oryantalistlere ait Kur’an’ın insan ürünü olduğu, Allah’ın Kitabı olmadığı şek­lindeki a priori bilginin doğruluğu asla sorgulanamaz. Bu, oryantalistlerin kendi kavramlarıyla ifade edersek, son derece gayri akademik bir varsayımdır. Eğer or­taya bilimsel bir iddia koymak istiyorlarsa, bunu, Kur’an’ın kendisinin Allah’ın vahyi olduğu şeklindeki meydan okumasıyla yüzleşerek yapmalıdırlar.”

19 yüzyılda bilimsel söylemle (siyasî denge, modernleştirme ve kurumsal gelişme gibi ifadelerle) harmanlanarak servis edilen oryantalist söylem, Batı’nın egemenliğini tarihsel evrimin nihai neticesi olarak takdim etmiştir. İlginç bir bi­çimde bu sözde bilimsel açıklamalar Doğu toplumlarında da makes bulmuş, ken­dine taraftarlar edinmiştir. Batı ve değerleri bir ideal olarak toplumun Önüne kon­muştur. Emperyalizmin ileri stratejilerinin yoz bir başarısı olan bu durum, doğu­lular için de zihinsel bir arınma için ilk koşulu oluşturmuştur. Örneğin bu bağ­lamda bazı Müslümanların İslâm’ı reforma tabi tutma yolundaki taleplerinin ba­tılı fikirlerin etkisinde ve telkiniyle olması örnek gösterilebilir. Nitekim İslâm’ı restorasyona tabi tutma taleplerinin. Batı’nın İslâm topraklarının çoğuna siyasal yönden hâkim olmasından sonra gelmesi manidardır (Tibawi, 1998b: 115).

Batılılar İslâm toprakları üzerindeki hâkimiyetlerini her zaman korumak emelinde olmuşlardır. Bu maksatla da her zaman oryantalist bilginin işlevselliğine müracaat etmişlerdir. Ancak bu bilgi çoğunlukla ideolojik karakterde olmuş, bi­limsel kriterlerle değerlendirilecek nitelikte olmamıştır. Batılıların İslâm’a ve onun Peygamberine yönelik saldırıların motif ve metodları büyük ölçüde hep aynı kalmıştır. O da şudur: çarpıtma ve yanlış temsil kullanmak suretiyle düş­manlık ve önyargıda bulunmak (Tibawi, 1998: 119).

Oryantalizm  ilgili bahiste oksidentalizm meselesine de değinmekte yarar var. Oksidentalizm oryantalistlerin kendi ayıplanın örtmek için, 'biz yaptık, ama siz de yapıyorsunuz'un çocuksu kurnazlığının bir uzantısıdır. Belki oksidentalizmi büsbütün yok saymanın imkânı yoktur, örneğin Bryan S. Turner'ın (1999: 41) habis oksidentalizm diye nitelediği ve çeşitli düzeylerde rastlanılabilir ve tartışı­labilir olanını. Ona göre kahis oksidentalizm Batı'yla her çeşit ilişkiyi reddeden ve modernleşmenin mirasına karşı çıkandır. Başka bazı yazarlar Bryan S. Tur-ner'un habis oksidentalizm olarak nitelendirdikleri şeyin islâmcılık olduğunu ilan ediyorlar (Al-Azm, 2011: 6). İslâmcılığın kendi siyasal söylemi içerisinde ürettiği her şeyi; ki buna modernleşme ve oryantalizm eleştirisi de dâhil, oksi­dentalizm diye yaftalanmasının komikliği ve haksızlığı bir yana, bir an için İs­lamcılığı oksidentalizm söylemini üreten bir şey olarak varsaysak bile çok uzak­lara gidemeyiz. Yani geçmişte Müslümanlar ya da başka doğulu toplumlar tara­fından kayda değer düzeyde bir oksidentalizm ifa edildiğini gösteren veri çok az­dır. En azından oryantalizmle zaman paralelliği kurulduğunda karşılaştırma ya­pacak verinin inanılmaz bir fark oluşturduğu rahatlıkla görülebilir.

Buna rağmen James Clifford (2007: 135) zorunlu bir tersine dönüşten bahse­diyor: “ Batılılar yüzyıllar boyunca dünyanın geri kalanı hakkında incelemeler yapmış ve konuşmuşlardı; ama tersi söz konusu olmamıştı. Leiris yeni bir durumu ilan ediyordu: Gözlem nesneleri bundan böyle geri yazmaya başlayacaktı. Batılı bakışla yüzleşilecek ve bu anlayış hak ile yeksan edilecekti. 1950’den be­ri Asyalılar, Afrikalılar, Arap Doğulular, Pasifik adalılar ve Amerika yerlileri çe­şidi şekillerde Batı’nın kültürel ve siyasi hegemonyasından bağımsızlıklarını di­le getirdiler ve çoksesli bir kültürlerarası söylem alanı vazettiler.” Ancak geri yazma eyleminin oksidentalizm olarak okunması yanlış olur. Ya da oryantalizmin muhalif bir eleştirisinin oksidentalizm -bütün olası riskine rağmen- sayılması yanlıştır. Biraz savunma refleksiyle ortaya çıkan bu eylem denklik arayan di­renişçi bir harekettir. Yoksa köleyken efendi olmanın mücadelesi değil; olsa olsa eşit efendiler olma talebidir.

Bitirirken de Edward Said’in (1982: 528) kült eseri Oryantalizm kitabının bitiş cümlelerine müracaat edelim; “Oryantalizm bilgisinin bir görevi vardır, o da herhangi bir bilginin, nerde, ne zaman ye hangi göz kamaştırıcı şekillerde soy­suzlaşabileceğini insana hatırlatmaktadır.’’Oryantalizm genelde doğu özelde ise İslam toplumlarına yönelmiş ön yargılı bir şiddettir.Kasıtlıdır.Anlamayı değil yok etmeyi yada en azından yok etmeden tehakkum etmeyi amaçlar.Emrine almak,emrine aldığnı dönüştürmek ister.Kendine kullar oluşturmak ister.Hizmetkar ve itaatkar kullar.

Kenan Çağan, İslam Medeniyeti Özel Sayısı, Hece Dergi
Devamını Oku »

Batı'da Düşünce: Peşine Düşülen Güzelliktir

İnsan önceki çağlardan daha iyi makinelere sahip olmakla övünür ve bunu ge­lişme olarak değerlendirir. Her türlü vesayet yokluğunun, kişisel özgürlüğe ka­vuşmanın belirtisi addeder. Ortaçağın sonlarından itibaren beslediği özlemlerin gerçekleştiği yıl olarak 2000’i gösterir. Oysa bu yıl özgürlük ve mutluluk uğrun­da verdiği mücadelenin tamamlanması ve zaferin elde edildiği bir tarih değil, bi­lakis insanın artık insan olmadığı, düşünmeyen, hissetmeyen bir makineye dö­nüştüğü bir dönemin başlangıcı olur. Üretim makinesi çarkının bir dişlisi olarak artık insanın tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla kullanmak olan bir homo consumens’e, salt tüketiciye dönüşür.

Özgürlük adına boy boy çıplak resimleri dergilerde, gazetelerde basılan ka­dın, kocasının nesnesi olmakla kalmaz, genelin nesnesi olur. Modern teknoloji­nin avantajlarından yararlanan kadın, baba ve kocanın denetimini aşmaya çalışır­ken, özgürlük adına daha da metalaşır. İki savaşın arasındaki yıllarda, zincirler kırılmış, beden ve zihinler sözde özgürleşmiştir. Cinsel devrim köhnemiş tabula­rı bir hamlede silip süpürmüştür. Baudrillard, her alanda özgürlüğün patladığı bu anı orji olarak telakki eder. Geçer akçe cinselliktir. O, insanlara sunulabilecek tek şeydir. Zevk arayışı adeta bir hastalık halini alır. Revaçta olan beyin yıkama işlemleridir. Çok sayıda kişi bunlara akıl almaz paralar ödemektedir.

  1. yüzyılın ikinci döneminden itibaren başlayan ve 20. yüzyılda giderek da­ha da hızlanan, insanı tüketici toplunılan tüketim toplumuna çeviren büyük dö­nüşüm, aşkı daha ziyade cinsellikle örtüştürdüğü gibi onu bir tüketim alanına çe­virmeyi başarır. Sanayileşme ve kapitalistleşmenin yerleşik hale geldiği, modern dönemde, tüketici zihniyet insanı ve dolayısıyla hayatı yönetir. Özgürlüklerinin kısıtlandığı düzenlemelerden kurtulan insan kadın ve erkeğiyle kapitalist siste­min asli güçleri olan kitle iletişimi araçları ve bilhassa reklam mekanizmasının iş­leyen üstün ve etkin gücünde yegane gaye olarak istek ve arzularının tatminine soyunur, faniliğinin giderek artan farklılığında ölümsüzlük vaadi diğer bir ifadeyle ölümlülükten kaçış olanağı sunan anlık deneyimlerinde, likit aşklarla sonsuzluğu,cenneti de bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır.


Aydınlanma öncesinde batı toplumunun devlet ve kilise kaynaklı olan kültürel stratejilerinde üreme amacında sınırlanan cinsellik, aydınlanma ve romantizmle birlikte sadece aşka hasredilir. Evlilikle aşk özdeşliği aşkın doğasına karşı çıkma olarak değerlendirilir. Toplumun varlığının devamlılığı için evliliğin toplumun ko­ruyucu kanatlan altına alınması aşkı ya yasa dışı bir suç telakki eder ya da fahişe­lik adı altında ya açıkça kutsanır ya da görmezden gelinerek yaşatılır. Modern dö­nemde kadın erkek artık eşittir. Aile reisliği de paylaşımdadır. Birey Ortaçağdan itibaren, ayağına dolaşan feodal, yönetsel, dinsel, toplumsal, ahlaksal ve cinsel yü­kümlülüklerden kurtulmuş durumdadır. Ne var ki özgürlük süreci gerçek yüzünü sahnenin öteki yüzünde gösteriverir. Asırlardır baskı altında tutulan cinsellik tota­liter bir hale gelmiştir. Gelinen nokta şok edicidir. Bu özgürlüğün bedelidir. İnsan sınır tanımayan özgürlüğünün karşılığında yalnızlığının geldiğinin büyük ölçüde farkındadır. Henüz sorumluluğunun keşfine varabilmiş değildir.Toplumun ve bireysel hayatın örgütleyici ilkesi haline gelmiş olan tüketim, bir yandan kadın ve erkeğe tüketici özerklik bahşeder. Diğer yandan aynı doğrul­tuda metalaştırdıgı deneyim ve insan ilişkileri sayesinde görece anlamsız türden yönelttiği özerklik karşısında önemli ve asıl anlamlı konularda özerklikten yoksun kılar. Böylece hayatın sömürgeleştirilmesinde kendini varlığının güvenliğini temin eder, özgürlük ve sınırsızlık aşkı da metalaştırır. Bedene eklenen ve katılarıdan doyuma ulaşma arzusu kapitalist çarkın gücüne güç katar. Cinsel özgür­lük hülyası içinde yok edilen aşk, şop marketlerde aranır olur. Koşullar değişir, bağlam değişir, ideolojik örgü değişir aşk her daim adını duyurur. Aşk’ın çehre­sini en ziyade modernlik değiştirir.

Antikçağ düşünürleri toplumsal bağın gerektirdiği zorunluluklar adına aşkı aşağılarken modem düşünürler bunu bireysel özgürlük adına yapar. Her iki taraf­ta aşkın özünü unutur.Günümüzün postmodem batı toplumunda ise aşk artık ne üreme ne de aşkla ilişkilidir. Bu yeni stratejinin sahnedeki görünümü insanın her türlü otoriteyi alt edip özgürlügün doruğunu yaşadığı sannsında cinsel hazzın peşinde sürüklenmesinden ibarettir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi kadın Batı’da “bir sevgili, bir tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz”. Aşk ilişkileri de bu nedenle çarpıtılmış, kökten yukan doğru yozlaştırılmış olur. “Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal var” diyen Paz, toplumca yaratılıp kadına zorla benimsetilen bu hayali kadının da benimse­diği ona sarınıp büründüğü, onunla var olduğu kadın imgesi olduğunu belirtir. Bu kadın bazen değerli, bazen korkuları, ama her zaman öteki olan bir nesnedir Ona uzanıldığında karşılaşılan bir köledir. Daha da önemlisi kadın da sanki aynı

Duygu  içindedir.Kendini  bir varlık olarak değil başka bir varlığın uzantısı yani öteki olarak algılamaktadır. Varlığı gerçekte olduğuyla olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür.Aileden okula,dostlarından sevgisiline herkes el ele vermiş kadına bu imgesel kişiliği benimsetmeye çalışmaktadır.O kendisi için yaradılan imge kafesinde tutukludur.Artık geçmişin aşk kahramanlarına raslamak son derece zordur.Günün aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir.Ancak insanın sağlıklı bir açıklaması değil,tersine aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlamayan belgelerdir.Bir yengi olmaktan çıkan boşanma,kurulan bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden ziyade,erkeğe ve kadına özgür seçim seçim hakkı tanıyan bir fırsattır.

Batı düşünce tarihinde peşine düşülen güzelliktir. Kendini tensel zevklere düşkün kılam bağlardan kurtulmak ister gibi görünür.Ancak modern dönemle aşkın yüksek ölçülerine yer verilmez.Aşkın görünümünde,hayat görüşünü batı dünya görüşünden alan ve bu temel hayat anlayışı üzerine kuran bütün sanatçılar aşklarıyla aslında benzerlik gösterir.Aşkınlık dışlanır.Maddi plandan metefizik olana geçilemez. Bayağı ölçüde aşk adi verilen deneyim yelpazesidir geli­şen.Bu ise sevişmek kod adı altında tek gecelik ilşkilerden ibarettir.Birden çok aşık olunabilir,aşka düşmekte aşkı kaybetmekte kolaydır.Bazen şikayet edilse de gurur da duyulabilir bu tür deneyimlerden.Geride kalan ya aşka aşık yada aşk yarasıdır.Yinede kapitalizm aşkı ayakta tutmaya devam eder.Çünkü bireyleri motive edecek başka bir şey yoktur.Baba, anne ve çocuktan ibaret çekirdek ai­leler, sadece üreme ve sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sek­törünün dağıtımı için varolan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde işlemesini sürdürmek için gereklidir.

Kaynak:

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Hayatta Değişmeyen Tek Şey Değişimin Kendisidir Sözü En Aptal­ca Sözlerdendir

zaman-mefhumu

Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, sözünü söyleyen o muhteşem şa­hıs bu sözüyle medeniyetin tanımını yapmıştır. Çünkü aç bir komşu huzursuzluk kaynağıdır. Her an saldırmaya, sendekini almaya hazırdır. Hakkıdır da. Açlık hiçbir ahlaki kural, dini ve kanuni müeyyide, vicdani sorumluluk dinlemez. O tok yatak böyle bir durumda mutluluk, huzur vermez. Güven duygusu esastır. Kendini güvende hissetmeyen insan, hayvan, ağaç tedirgindir, korkaktır. Bin dört yüz yıl önce okuması yazması olmayan bir adam, çölün, kuraklığın ortasın­da tüm dünyaya medeniyetin, uygarlığın, insanlığın, kardeşliğin ne olduğunu bu tek cümleyle özetlemiştir. Hatta tek sözcükle: Paylaşmak.

Hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözü, kabul görmüş en aptal­ca sözlerdendir. Değiştirmek, değiştirmeye çalışmak, başkalarını kendine benzet­me uğraşıdır. Değişimi özetleyecek tek sözcük vardır, o da egoizmdir, hodbinlik­tir. Yani kendini beğenmişlik. Kendini mükemmel görüp dünyanın, mutlak doğ­runun merkezine yerleştirmiş bireyler diğer bireyleri, uluslar diğer ulusları, fikir­ler diğer fikirleri kendisine benzetmeye çalışır. Değişimde “diğer” ilkeldir, kötü­dür, mide bulandırıcıdır. Ben, moderndir, demokrattır. Kendini aydın sananlar ca­hil olarak niteledikleri sıradan halkı, köylüyü küçümser. Onları değiştirmeye çalışır. Halkın, köylüsüne aydını ukala, kendini beğenmiş bulup kendisine benzetmek gibi bir gayesi yoktur oysa. Teknolojinin sahipleri ise yaşam poetikalarını fakir,sömürülen halklara yedirmeye çalışırlar. Yani anne, diğer annenin çocuğunun mutluluğunu düşünmek yerine, o çocuğu kendi çocuğuna benzetmeye çalışır.

Onun kıvırcık saçı, siyah teni küçümsenmeye layıktır. Dişlerindeki o muhteşem tapılası beyazlığı görmez, yüceltmez. Oysa tabiatın, Allah'ın bir dengesi vardır. Nefes alan, almayan her bir varlığın kendince eksik ya da üstün tarafları vardır. Değişim sözcüğü inanca, ahlaka, medeniyete ihanet etmiştir. Hırsızlık bir olgudur ve tüm dinlerde, en ilkelinden en uygarına suçtur, günahtır. Cezaevlerinde bile bir zamanlar hırsızlar diğer mahkûmlardan kötü muameleler görürdü. İçeri­ğinde birtakım değişimlerin olması mekâna, şartlara göre muhtemeldir. Kıtlık yıllarında, uzun savaş dönemlerinde ekmek çalan kişinin elinin kesilmesi fetva­sını veren bir kadının, bu kararındaki haklı gerekçeleri, ekmeğin bol olduğu bir zamanda yetişmiş bugünün insanına anlatamazsınız. Bugün uranyum en değerli maden. Değil çalmak taşıması bile suç. Beş yüz yıl önce hangi koşulda olursanız olun uranyum madenini çalmak herhangi bir ahlaki ya da kanuni müeyyideyi ge­rektirmezdi. Yüzyıl öncesinin insanına bir tür hırsızlık olan korsan olgusunu an­latamazsınız.

Fakat içeriğindeki birtakım farklılıklara rağmen hırsızlık hala hır­sızlıktır. Netice olarak, içeriğindeki tüm bu farklılaşmaya rağmen birtakım olgu­ları değiştirmek nasıl mümkün değilse, hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözünün de zırvanın teki olduğunun açık bir kanıtıdır.

Sosyalist kuramların temelinde tez-antitez çatışması yatar. Cahil gördüğü hal­kı değiştirmeye çalışan aydınların, gün gelip aynı değişim rüzgârına o halkın da kaptlabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmalıdırlar. Fransız İhtilali tekse bu, ihtilallerin de tek olacağı anlamına gelmez. Aynı şekilde kendisini medeniyetin beşiği, demokrasinin savunucusu sanan, ikinci ve üçüncü dünyayı kendisi­ne benzetmeye, değiştirmeye, yaşam poetikasını onlara yedirmeye çalışan tekno­loji devlerinin şunu iyi bilmesi gerekir. Gün gelir karşınızdaki de sizi kendisine benzetmeye çalışır. O açtır, mutsuzdur, tedirgindir, korku doludur.

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Aydınlanma Dönemi

Aydinlanma-Donemi

Çağımız, Aydınlanmanın bilimsel ve siyasal kehanetini yalanlamış, geneli itibariyle iyimser olan Aydınlanma düşüncesi ve “iyimser tutum” özellikle XX. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın siyasal pratiği tarafından geçersiz kılınmış ve başta bilim, akıl, ilerleme ve hatta özgürlük olmak üzere Aydınlanmanın değerlerine karşı bir hayal kırıklığı oluşmuştur. Batı coğrafyasındaki insanlık dramları Doğu coğrafyalarında sefalete dönüşürken Aydınlamanın ‘maruz bıraktığı’ tutumlar yeniden gözden geçirilmelidir.

Işık ve aydınlanma bir sıçramaysa gerisinde bir karanlığın olması gerekir. Avrupa’nın sıçrayışını dogmatizme karşı, özgürlükçü, bireyci, kutsalı kendine endeksleyen pragmatist ve en nihayet nihilist kavramlarla tasvir etmek gerekirse, öncesindeki karanlığın kendi coğrafyası açısından bakıldığında bir hayatiyet arzettiği söylenebilir. Fakat ortada bulunan aydınlanmanın hem sahiplenilmesi hem de eleştirilmesinde taraflı ya da tarafsız olabilmek, içinde bulunulan kültüre göre değişir. Doğunun bu konuda Batı eleştiri tarihi ile kıyas kabul etmez yapısal soruları ve sorunları vardır çünkü Doğu’nun sömürge problemi doğrudan Batı ve onun Aydınlanma dinamikleriyle alakalıdır.

Avrupa aydınlanmasının Doğu’ya bakan vechesi bu iken, Avrupa kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek hıristiyanlığın burnunun dibinde ‘Tanrının ölümü’nü ilan edebilmiştir. Bu dinamiklerin coğrafi ayrımcılık gözetilerek; yerinden bir milim oynasa sömürge statüsüne girecek yeryüzü toprakları, insanları, dinleri ve gelenekleri için göstermediği tahammülü kendi topraklarında ‘kendi katolik Tanrı’larına da gösteremediklerini görmek manidardır.

Avrupa merkezli bir insanlık projesinin, toplumsal dinamizmi merkeze almış bu ‘başarısı’nı şimdilerde postmodernizm akımı ve onun türevleri, ‘cenaze namazını kılmadan’ modernizmin inanç çöplüğüne göndermekle meşgüldür. Bu, bir günah çocuğu olan modernizmin Aydınlanmanın insanlığı maruz bıraktığı zifiri karanlığa kendisinin gömülmesinden başka bir şey değildir.

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »

Modernizm'e Nostaljik Değer Yüklemek

Eğer günümüzde aşktan şiddete, gerçekten rüyaya, hakikatten yalana kadar her şey kodlanıyor, yeniden üretiliyor ve sapık bir haz ilkesine (simulakrasına) dönüşüyorsa bunun sebebi, hastalığın kendisi, Modernizm, Kapitalizm ve Sekülerizmdir. Burada yapılabilecek en büyük yanlış, bunu modern sonrası dönemin bariz vasfı olarak algıla­yıp, hastalığın kendisinden kaynaklandığı Modernizm yanılsamasını görmemek ve böylece belki de ona nostaljik bir değer yüklemektir.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Batı Artık Yeni Asimilasyon Politikaları Arayışına Girmiştir

Modernlik geleneksel toplumlara ait yapısal unsurları yok etmemiş, onları dönüştürerek yeni biçimler ver­miştir. Bu çerçevede modem toplumlara ait birey, devlet, egemenlik, bilim gibi yapı­sal unsurların bir değişime uğraması şaşırtıcı olmamalıdır. Otoriter ve totaliter devlet biçimlerini ve ötekine varolma hakkı tanımayan ideolojileri modernliğin ölçütü olarak algılarsak bunların zayıfladığı süreçte “tarihin sonu”nun (Fukuyama, 1994) geldiğini söyleyebiliriz. Fakat bu söylemimizi on yıl sonra sürdürmekte zorluk çekebiliriz. Hiç­bir toplum bilimci veya felsefecisi XXI. yüzyılın ilk on yılının XX. yüzyılın son on yılından daha özgürlükçü olduğunu veya bireysel özgürlüklerin devlet gücü karşısın­da daha genişlediğini söyleyemez. 10-15 yıl gibi yakın bir geçmişte bir özgürleşme aracı olarak çokkültürlü toplumdan coşku ile söz edildiğini biliyoruz. Bugün ABD’nin ve Avrupa Birliği ülkelerinin liberalizmin şampiyonluğuna talip olmaktan vazgeçerek yeni asimilasyon politikaları arayışına yöneldiği bilinmekte. Dünyada zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı uçurumunun genişlediği bir süreçte kapitalizmin sonunun geldiğinden söz etmek bir yanılsama olabileceği gibi; kültürel, dinsel ve etnik farklılıkların toplumlar ve topluluklar arasında kalın duvarlara dönüşmesini görmeyerek Berlin Duvarının yıkılışını tarihin sonu olarak değerlendirmek de bir yanılsamadır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm-Özel Sayısı
Devamını Oku »

Batı Kendi Değerlerini Evrensel Olarak Takdim Etmektedir

Gerçekten de modernitenin evrensellik iddiası da anlamsızdır ve her geçen gün erozyona uğramaktadır. Tüm evrensellik iddialarına karşılık yerellik duyguları geliş­mektedir. Evrenselliğin araçları gibi gözüken bazı olgular, iletişim, teknoloji tek dü­zeliği ve monotonluğu sarsmaktadır. Kaldı ki nereden bakarsak bakalım Batı toplum­lumun kendilerine özgü olan ama başkalarına evrensel diye takdim edilen değerlerin yanlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmakta ve bu toplumların haklı tepkilerine sebep olmaktadır.

Esasen evrensel değer, nerede ve hangi toplumda ortaya çıktığı belli olmayan ve insanlığın ortak değeri olarak algılanan değerlerdir. Bir yerlerde çıkmış ve hala adre­si belli olan ve arkasında hala sahibinin koşturduğu değerler evrensel değil ancak kü­resel olabilir. Bunun da en açık örneği modern Batı değerleridir. Ne önemde olursa olsun çoğu kere zorlamalı bir biçimde yer küresine yayılmaktadır. Örneklemek gere­kirse adalet bir evrensel değerdir, ama ne denli yararlı bulunursa bulunsun demokra­si bir küresel değerdir. Her kültür öncelikle sahibinin çıkarlarını temsil eder. Demokrasi bile bunun dışında değildir. O, kim ne derece yararlanırsa yararlansın sınai kapi­talist dönüşümün siyasi bir araçsal yapısıdır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Simülasyon Acıyı Simüle Edebilirmi ?

Jean Baudrillard, teknolojik gelişmenin zihinsel algılama biçimine yapmış oldu­ğu vurgulama süreçlerinden ilham alarak, “simülasyon” kavramını ortaya attı. Simülarklar, Baudrillard’a göre gerçeğin yerine teklif edilen, lâkin gerçeğin yerine geçtik­ten sonra gerçek mi sanal mı oldukları ayırt edilemeyen yapılardır. Simülarklar’ın kalkış noktası sanallık olduğu için kendi gerçeklik düzlemlerinin de teknolojik bir düzlem olması gerekmektedir. Çünkü asıl yanılgının, sanal düzlemin gerçeklikle gir­miş olduğu ilişki biçiminin altında oluştuğunu gözlemekteyiz.

Bu durumda Baudrillard, Körfez Harbi’nin aslında gerçek bir harp olmadığını ile­ri sürmüştü. Evet evlerimizdeki televizyondan izlediğimiz harbin, ekran karşısında­ki bizim için gerçekliği tartışılabilir bir algılama biçimine indirgendiğini bilmemize rağmen, harbin öbür yüzünde bunu çıplak gözlerle ve yakinen idrak edenler indinde hiç de böyle olmadığını biliyoruz. Evet Simülasyon, ama hangi düzlemde, diye sora­sı geliyor insanın. Mesela, acı simüle edilebilir mi? Mesela acının gerçeklikle sınan­ması sonucunda ortaya çıkan durumu bir tarafa bırakın, bir annenin kendi oğlunun televizyondaki ölümü, o anne için simüle edilebilinir bir şey midir? Dolayısıyla simülasyonun da kaçakları olduğunu idrak etmekte zorlanmıyoruz.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kredi Kartı Tasarruf Kavramının İçini Boşaltmııştır

Kredi-Kartlari

Verimliliğin en üst seviyede tezahürü olarak, insanların alışverişlerini kolaylaştıran, onlara promosyonlar ve çeşitli imkanlar sunması ile kredi kartının kullanımı tüketime ayartılmış birey için cazibeli bir iştir, hatta vazgeçilmez bir araçtır. Oysa tüketim toplumu mutlak bir tatminsizlik üretmekte ve daha fazlasını istemek üzere ayartılmış bir tüketim faaliyetini körüklemektedir. Kredi kartı ile daha akılcılaşan tüketim faaliyeti her nasılsa insanlara sahip olmadıkları paraları harcatarak fasit bir dairenin içine sokmaktadır. Burada tek amaç hemen tüketim, daha fazla tüketimdir.

Tüketim artık herkes için bir kimlik edinme sürecine dönüşmüştür, idealleştirilmiş bir yaşam kurgusuna erişmek için sonsuzca çeşitlenmiş metalar dünyasında daha iyi bir yaşam hedefine yönelmiş olan tüketiciler, ister istemez süreklilik arz eden bir borçluluk döngüsüne girmişlerdir. Kredi kartı böylece borçlanmayı mümkün, hale getirerek,tasarruf kavramını içini boşaltımıştır.

Borçlu bir yaşama alıştırılan birey,borçlarını ödemek üzre çalışmak zorunda kalır,arzularını tatmin etmek için yarını beklemesine gerek kalmadan hemen hareket geçen tüketicide anlık doyumun sona ermesi ile, bu durum gerçeklik ve sanallık arasında bir bocalamaya sebep olur. Kredi kartının en önemli işlevi belki de ihtiyatsız bir yaşam anlayışının gelişmesine sebep olmasıdır. Zira tasarruf eden insan yarına dair arzularına sınır koyarak kendine sığınabileceği bir alan açmaya çalışır. Oysa arzu ve tatmin arasında zaman kaybetmek istemeyen birey, ihtiyatsızca yarınını tüketmeye ayartılır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslamın İktidar Kavgası

Dünyanın bütün iktidar kavgalarını, ahiret hayatının ebediliği yanında bir oyun ve kurmaca mesabesinde gören peygamberimiz, daha ölmeden hasta yata­ğında iktidar savaşlarının içinde buldu kendini; şu an İslam âlemi halen o savaş­ların ruhsuz kavgaları, kanlı ve dehşetli faciaları içinde boğulup duruyor: Dönü­şüm daima ironik oluyor, hatta traji-ironik.



Kaynak:


Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı

Devamını Oku »

Lenin Mozolesi

Zweig,Bir sempozyum dolayısıyla Rusya’ya gitmiştir. Lenin’in naşını ziyarete götürürler onları. Zweig, oraya gittiğinde hay­retler içinde kalır. Rus imparatorluğunun hemen her yerinden gelmiş insanlar naaşı ziyaret için uçsuz bucaksız kuyruklar oluşturmuşlardır. Binlerce insan, Lenin’in naaşını görmek için sıraya girmiş beklemektedir. Zweig der ki, şimdi Lenin’in mozolesinin tam karşı sokağında eski bir kilise vardı. Eskiden insanlar, aynı kuy­ruğu orada oluştururlardı. Şimdi o kilisenin önü bomboş, Lenin kilesesinin (par­don mozolesinin) önünde inanılmaz saygı kuyrukları vardı: Tarih hep böyleydi, insan önünde ihtiramla eğileceği bir kutsalı ya buluyordu, bulamazsa kendisi ya­ratıyordu. Bizde de olduğu gibi, modern dünyanın her yerinde olduğu gibi...

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Batıya Uymak Yerine Yaşam Biçimine Uygun Kanunların Yer Alması Gerekir

Batı, yaşam biçimini öyle üç yılda oluşturmadı. Sömürdü, sömürmekle elde ettiğini aklı kullanarak işledi. Parayı akılla destekledi, ilmi geliştirdi. Sonuçta aynı maddi kaynak birçok petrol ülkesinde de var, fakat o ülkeler aklı kullanmaktan yoksun. Parsellendiği için sömürecek yer kalmadığına göre ve Güney Doğu’da sahiden petrol yoksa şu aşamadan sonra yapabileceğimiz; yaşam biçimini benimsemediğimiz Batı’nın hukukuna ortak olmaya çalışmak yerine, bu yaşam biçimine uygun kanunların yer aldığı hukuksal bir üstünlüktür.

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Modern Bilim İle Batı Klasik Kaynaklarından Uzaklaşmıştır

Modernite ile birlikte Batı dün­yası, geçmişini temellendirdiği iki ana dayanaktan uzaklaşmayı esas almıştır. Çünkü Batı dünyası, “Antik Yunan düşünce geleneği” ve “Hristiyanlık” olmak üzere iki temel kaynakla kökleşmiştir. Ancak özellikle 17. yüzyıldaki bilgi ve bi­lim anlayışının evren tasavvuru üzerindeki yansımalarıyla Batı dünyası bu iki dünya görüşünden uzaklaşmaya başlamıştır. Şöyle ki Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton gibi bilim adamlarının bilgi ve dünya algılayışları hem antik Yunan birikiminden hem de Hristiyanlık geleneğinden farklılık göstermektedir. Örneğin tarihsel süreç izlendiğinde modern bilimsel düşüncenin doğuşunu hazırlayan ön­cü bilim adamı Kopernik, kendi ismiyle anılan bilimsel bir devrimi gerçekleşti­rirken bu farklılığı ortaya koymuştur. Çünkü Kopernik klasik evren anlayışının tamamen değişmesine sebep olan bir “modern kozmoloji” anlayışım tesis etmiş­tir. Batı dünyası Kopernik zamanına kadar dünya merkezli bir evren tasavvuru­na sahipken Kopernik güneş merkezli bir dünya anlayışının yerleşmesini temin etmiştir. Klasik Batı düşüncesinin evren anlayışım ise Arsito’nun ‘’ay-altı” ve “ay-üstü” alem olarak tasnif ettiği dünya ayrımına bağlı olarak Hıristiyan bir te­oloji oluşturmaktadır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi modern bilimin evren üzerinden gerçekleştirdiği ciddi bilgi dönüşümü ile Batı klasik kaynaklarından uzaklaşmıştır.

Kaynak:

İbrahim Yenen-İslam Medeniyeti Özel Sayısı Hece Dergisi
Devamını Oku »

Postmodernizm ile İslâm Arasında Bağ Varmıdır ?

İlk bakışta Postmodernizm, modernitenin aksine geçmişle bağ kurulmasından yana gözükmekledir. Ama hiçbir eksen ol­gusu ve yargısı olmadığı için elle tutulur somut bir sonuca ulaşamamaktadır.Öznesizlik ve belirsizlik onun en temel esprisidir. Hatta mevcut haliyle günümüz­deki borsa, ciddi hiçbir gerekçeye dayanmayan iniş ve çıkışlarıyla tipik bir post mo­dern durumdur. Yine kumar postmodernizmi simgeleyen bir olgudur; bir zarın atıl­dığı, bir kâğıdın çekildiği, birkaç saniyenin heyecanının sonsuzlaşlığı duygusunu ve­ren bir ilişki biçimidir. Burada kapitalizmin eleştirilebilir yönlerine rağmen düzenli kazanma düşüncesi bile köşe dönmecilikle yer değiştirmiştir.

Postmodernizmde çoğulculuğun kapısı açılmış tarih ve gelenek içeri alınmış, ama ne tarih ve ne de gelenek eski yerini bulamamıştır. Ancak çoğulculuktan yararlana­rak farklı sesler yükselmeye başlamıştır: Değişik etnik gruplar, feministler, eşcinsel­ler ve benzerleri değişik alanlarda seslerini duyurmaya başlamışlardır. Önceleri bas­kın toplumsal yapının egemenliği altında suskunluğa zorlanan gruplar seslerini yük­seltme ve baskın toplumsal yapıya varlıklarını kabul ettirme konumuna gelmişlerdir. En etkin kitle iletişim aracı olan televizyondan yararlanmaya başlayan bu geçmişin merkez dışı güçleri artık yeni kitlelere ulaşmayı başarmışlardır.

Moderniteye karşı geleneği savunmakla tanınan Nasr’a göre de postmodernizm çoğu açıdan modernite tezlerine zıttır. Ancak bu, kutsalın gerçekliğini ve zihinsel  manevi olanın kesinliğini savunma yönünden bir zıtlık değildir. Postmodernizm her türlü kesinlik, mutlaklık ve kalıcılığa karşıdır. Dinin kutsal yapısını, hatta kutsal ya­zıları bile yapı bozumuna uğratma gayretindedir. Modern kültür vahyi reddediyordu. Postmodernizm vahyin yanında aklı da reddetmektedir. Postmodernizm yukarıda söz konusu edilen yapı bozumunda da değerlerin ve kültürlerin göreceliğini vazede­rek dinlerde bir boşluk yaratma çabasındadır. Dolayısıyla İslâm’ın postmodernizm ile uzlaşması mümkün değildir.

Şüphesiz postmodernizm de İslâm gibi, dinin politikasıyla bağlantısı, bilginin ta­biatı, ahlâkın kaynağı ve kamusal alandaki yeri, din - bilim ilişkisi gibi pek çok soru üzerinde durmakta, fakat çözümleyici cevaplar verememektedir. Hâlbuki postmoderniteye karşılık İslâm, konulara hem daha çok nüfuz edebilmekte, hem de insanı daha etkileyici olabilmektedir

Yani bazılarının sandığı veya iddia ettiği gibi postmodernizm ile İslâm arasında an­lamlı bir bağın ve ortaklığın olduğu düşünülemez. Her ne kadar İslâm’ın moderniteye karşı tavırlarında postmodernizmle bazı benzeşen tarafları bulunsa bile İslâm ondan mega -söylem karşıtlığı gibi konularda bütünüyle ayrılır. Bir din olarak İslâm, postmodernitenin ifadesiyle hayatın ve kainatın geçiciliği, Ölüm gerçeği, ahlâk ve erdemliliğin gerekliliği, öte dünya, cennet- cehennem gibi büyük bir üst anlatıya sahiptir.

Sonuç olarak denebilir ki moderniteye yöneltilen eleştiriler aynen post modemiteye yöneltilebilir. Çünkü bir kültür düzleminde aynı şeyleri paylaşmakladırlar.Dolayısıyla postmodernizm aynı enkazın altında çırpınmaktadır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »