Derin Tarih Dergisi'nin Mehmet Genç ile Röportajdan Bir Bölüm

‘’Osmanlı 16.yüzyıldan itibaren geriledi ‘tezi hakim Osmanlı tarihçiliğinde.Ancak siz buna karşı çıkıyorsunuz.

Osmanlı gerilemesi sathî bir yakıştırmadan ibarettir. Bazı tarihçiler Kanuni devrini zirve olarak düşünür: sonra sırası ile duraklama, gerileme ve dağılma gibi bir dönemlendirme yaparlar. Bunların gerçekte olup bi­tenlerle fazla alakası yoktu.

Osmanlı sistemi Kanuni’den son­ra da yüzyıllar boyu bütün kurumlarıyla gelişme ve değişme içindedir. Mamafih Osmanlılann Batı Avru­pa'da kapitalizmin getirdiği muaz­zam değişmenin dışında kaldıkları muhakkaktır.

Ancak Osmanlıların sistemlerini olduşturdukları dönemde bu değişmeler henüz ufukta yoktu.Kapitalizmden kaynaklanan bu değişimleri önceden görebilselerdi onları benimser ve o yola girerler miydi,bundan hiçbir şekilde emin değilm.Zira kapitalizmin getirdiği değişmeler Batı’ya sonra da dünyaya çok pahalıya mal oldu.Fakir halk kitleleri çok büyük sefalet ve sıkıntıya duçar oldu.Osmanlılar Müslüman olan ve olmayan hiçbir topluluğu bu denli bir sefalete asla müstehak görmedi.O yüzden bilmiş olsalardı bile benimsemezlerdi.

Sizin bu bahiste verdiğiniz çok meşhur bir dilenci örneği var..

Evet, Mesela 16, yüzyıldan 18 yüzyılın ortalarına  kadar İstanbul Avrupa'nın en büyük şehriydi,Londra ve Paris’in nüfusları da İstanbul’a yakındı. 18. yüzyılda bu iki şehirdeki dilenci sayısı nüfusun %10’u civarın­daydı. 50 bin dilenci Paris’te, bir o kadar dilenci de Londra’da vardı. Os­manlı İstanbul’undaysa sadece 322 dilenci yaşıyordu ve bunların tama­mı gayrimüslimdi. Onlara da sadece Pazar günleri kilisede dilenme hak­kı veriliyordu. Müslümanların ise dilenme hakkı yoktu. Çok muhtaçsa vakıflar ona destek sağlıyordu. Bu Batılı seyyahların seyahatnamelerinde hayretle müşahede edip anlattıkları bir olgudur.
Devamını Oku »

Tarih, Türk tarihi, Dünya Tarihi ve Biz

Tarih, Türk tarihi, Dünya Tarihi ve Biz

……….

Öyleyse Osmanlı medeniyeti deyimini nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Osmanlı medeniyetiyle ilgili sorularımızı aslında, İslâm medeniyetiyle ilgili sorularımız haline getirmemiz gerekiyor. Yani Osmanlı matematiği tabiri, bu açıdan yanlış bir tabirdir. Osmanlı tıbbı, bu açıdan yanlış bir tabirdir. Sadece kronolojik olarak söylüyorsak eğer, doğru; bir sorun yok. Ama bilimin mantığı, dayandığı zihniyet, paradigmatik yönelimleri, ilkeleri itibariyle bu, yanlış bir tabirdir. Çünkü bu, insanları yanlış sonuçlara getirebilir. Buna en güzel örnek şu sorudur: Niçin Osmanlı'lar bir İbn Sinâ yetiştirmedi?

Aslında bu soru, zihin bölünmesini kabul etmiş bir sorudur: Bir İslâm medeniyeti var, bir de Osmanlı medeniyeti. Osmanlı niçin İbn Sinâ yetiştirsin ki! Osmanlı, İslâm medeniyetinin tabii bir devamı olduğundan, İbn Sina yetiştirmesine gerek yok. Çünkü İbn Sina zaten onun... Bazen sorduğumuz sorular, farkında olmadan, önceden belirlenmiş zihnî tavırları içeriyor. O açıdan Osmanlı matematiğinde, sadece Osmanlı döneminde yazılmış matematik kitaplarını dikkate aldık mı, hayal kırıklığına uğrarız. Ama Osmanlı matematiği dediğimizde, tüm klasik İslâm medeniyetinin matematik birikimini dikkate aldığımızda, Osmanlı matematiği ortaya çıkmış olur. O yüzden, Osmanlı'ya ilişkin sorulacak sorulara verilecek yanıtlar, şu ilke dikkate alınarak ancak anlamlı olabilir: Osmanlı, İslâm medeniyetinin bir devamıdır.

Diğer bir nokta, Osmanlı'nın ortaya çıktığı coğrafya son derece önemli bir coğrafyadır. Büyük Selçuklu gibi Osmanlı coğrafyası da klasik İslâm coğrafyası üzerinde şekillenen bir devlet değildir. Nitekim Moğol seçkin hanedanının yanında her ne kadar Türkler varsa da, sonuç olarak onlar da putperesttiler. Putperest bir siyasî hakimiyet olarak Moğollar, İslâm dünyasına giriyor. Ama Moğolların hakim olduğu İslâm dünyasında, bilim üretimi canlılığını koruyor. Niye? Çünkü Moğollar zaten birikimi ve üretimi mevcut olan bir toplumu yönetmeye geliyorlar. Fakat Anadolu Selçukluları ile Osmanlılar, İslâm medeniyeti açısından sıfır olan, daha önce İslâm'la tanışmamış bir toprak parçasında şekilleniyorlar. Bu çok dikkatten kaçan bir noktadır. Niçin? Çünkü önce oranın toplumunu, toprağını, halkını İslâm'laştırmak, müesseselerini kurmak gerekiyor. Kısaca yurtlaştırmak gerekiyor. Daha önce söylediğimiz o beşerî ve insanî, medenî zemini inşa ettikten sonra, ancak bir şey yapmak imkânı bulabiliyor. Yani Osmanlı, İslâm açısından sıfır olan topraklarda ortaya çıkan bir yapı olarak, bunun hem menfi hem müspet taraflarını omuzluyor.

* O halde Osmanlı'nın İslâm medeniyetine yaptığı katkılar nelerdir?

Bir kişi ya da bir medeniyet, kendi sistematiğini kurduktan sonra, zamanla o sistematiğin içerisinde iş görmeye başlar. Sistematiği dönüştürmek, geliştirmek kolay değildir. Buna paradigma içi yaşam diyoruz; çerçeve içerisinde yaşam. İnsan olarak buna gömülüyüzdür; bu tabii bir şey. Tüm medeniyetler böyledir. Türkler kelimesini kullanmaktan şu anda kaçınıyorum. Çünkü Türklerin klasik İslâm paradigması içerisine dahil olması, çok erken dönemlerde başlıyor ama o zaman yekpare bir Türklük yok. Yani Karahanlılar, Tolunoğulları, Akşitler, Gazneliler, Bağdat'a gelen ilk Türkler, filân. Bunlarla bizim fazla bir alâkamız yok. Oğuz çizgisi, Büyük Selçuklu, Anadolu ve Osmanlı çizgisi, İslâm medeniyetinin paradigmasına sonradan katılmış bir güçtür. Oğuzların katıldığı İslâm medeniyeti, yaklaşık 400 yaşında bir medeniyettir o zaman. O yüzden Oğuzlar, hem bir yenilik getirmiştir, hem de mevcut kadim ve yerleşmiş paradigmanın kalıplarını kolaylıkla alamadığı için, farklı bir tarz ve tavır belirleyebilmiştir.

Mevcut paradigma içinde yenilik yapmak, o paradigmayı dönüştürmek zor bir olaydır. Bu bilimde de böyledir. Bunun en güzel örneği Einstein'dir. Heisenberg: "Einstein'in en önemli avantajı zamanının fiziğini ve matematiğini çok iyi bilmemesidir" der. Çünkü mevcut kalıpları çok iyi bilen ve kanıksayan biri, o kalıpları dönüştürmekte zorlanır. Ancak şunu yapabilir: O kalıpları çok iyi tasnif ve terkip edebilir. İbn Sina böyledir. Bir düşünür, filozof, bir bilim adamı ve bir tabip olarak İbn Sina'nın yaptığı en güzel şey, kendine kadar gelmiş mevcut birikimi çok iyi tasnif ve terkip etmiş olmasıdır. Ama o birikimi çok radikal dönüşüme uğratamamıştır. Uğratamaz da..

Büyük oranda okuma-yazma dahi bilmeyen Oğuz boylarının İslâm medeniyetine dahil olması, İslâm medeniyetine yeni vecheler katmıştır. Buna çok dikkat etmek gerekiyor. Bir bütün olarak İslâm medeniyeti düşünüldüğünde, belki gözden kaçan bir şey bu. Getirdikleri birinci yenilik, operatif-kalkülatif akıldır... Çünkü Türkler, Helenistik yani Akdeniz havzasının Mısır, Mezopotamya ve Yunan mirasından müteşekkil, Bağdat'ta sentezlenen, yeni unsurlarla zenginleştirilen paradigmanın eğitimini görmüş insanlar değildirler. Dertli değildirler o sorunlarla; kafaları o sorunlarla mukayyet değildir. Bu hem dezavantajdır, hem avantaj. Dezavantajlığı tasvir etmek için şu söylenebilir: Selçukluların, medreseleri kurması sadece Şiîlerle savaşmak için değildi. Selçukluların medreseleri kurmasının başka bir anlamı daha var: Okuma-yazma bilmeyen Türk gruplarını eğitmek; mensup oldukları yeni medeniyetin bilgisini aktarmak. Medreseler bizim medenîleşmemizi sağlayan en önemli kurumlardır.

* Demek ki medreseler bunun için de kapatıldı?

Yani?

* Medenîliğimizi elimizden almak için.

O ayrı bir konu. Ama hukuk bilincini, varlık bilincini, soru sorma bilincini, hatta bir millet olma bilincini kazanmamızı sağlayan en önemli kurumlar, medreselerdir. Oğuz-Türkmen çizgisinin operatif-kalkülatif bir kafa yapısı vardır. Bunu her açıdan görebiliriz. Oğuz Türklerinin yaptığı matematiğe bakın; operatif-kalkülatif bir matematiktir. Son derece olumlu sonuçları olmuştur bunun. Nedir bu? Ontik içerikli Phytagorasçı-Hermetik matematikten İslâm matematiğini temizlemeye çalışan bu çizgi olmuştur. Bunu astronomide de görebiliriz. Operatiflik, kalkülatifliği de getiriyor. Hesaba dayalı bir kafamız var bizim. 'Hesab'ı, aklın bir düşünme tarzı olarak alıyorum. Yoksa matematiksel sembollerle işlem yapmak değil. İşlevsel bir akıl var bizde. Geldiğimiz yerdeki mevcut birikimi de alıyoruz. Ama bizim getirdiğimiz çok yeni şeyler var.

Selçuklu ve Oğuz aklının, operatiflik ve kalkülatifliğin yanı sıra, İslâm medeniyetine getirdiği en önemli kavramlardan birisi de düzenlilik ile sürekliliktir. Sürekliliği ele alalım: taş mimarî.Mimariye bile yansıyan bir anlayış bu. Oğuz Türklerinin, kalıcı işleri, uzun ömürlü işleri önemseyen bir kafa yapıları var. 'Devlet-i ebed-müddet' tabirini bizim türetmemiz, hiç yok olmayacakmış gibi iş yapmamızın, hadis-i şerifteki "Yarın ölecekmiş gibi hazır olmak, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmak." ilkesiyle çok yakından alâkası vardır. Bu dengeyi en iyi koruyan bir üslubumuz var. Devlet teşkilâtından tutunuz, mimarî yapılara kadar...

Dikkat edelim, en büyük mimarî eserler, taş mimarînin kullanıldığı eserlerdir. Peki bunlar kimin eserleri? Selçuklu ve Osmanlı eserleri... Daha doğrusu, illâ Selçuklu ve Osmanlı olması gerekmiyor. Bir şekilde Ortaasya aklıyla ilişki kuran her yerde bu görülebilir. Meselâ Memlûk eserleri... Kahire''ye gittiğinizde göreceğiniz, Kahire'yi Kahire yapan eserler, Kıpçak ve Çerkez çizgisindeki taş mimari eserleridir. Bu bir tesadüf değil, bir tarz, bir tavırdır.

* Bu söyledikleriniz süreklilikle ilgili. Bir de düzenlilikten söz etmiştiniz.

Oraya da geleceğim. Eğitim kurumlarının yaygınlaştırılması, bilginin nesiller arası aktarıma sokulması, bilginin sürekliliğinin sağlanması. Bunlar da yine süreklilik kavramıyla son derece alâkalı. O açıdan, çok sistematik, formel eğitim geleneğinin Büyük Selçuklularla başlaması da bir tesadüf değildir. Yani olup bitenlerin hep bir mantığı var. Düzenliliğe gelince, Selçuklular, Oğuzlar, dağınıklıktan kaçan, fitneye neden olacak, birliği bozacak tartışmalardan, çatışmalardan kaçan bir zihniyete sahiptir. O açıdan İslâm medeniyetinde ideolojik ve dini düzenlemelerin yapıldığı dönem bu dönemdir. Meselâ, itikadî konularda, 'Kaç halife var, imanın şartları kaç, İslâm'ın şartları kaç?" gibi formülasyonlar, büyük oranda Selçuklular döneminde vukubulmuştur. İslâm dünyasında daha önce dinî-itikadî çatışmalara neden olan unsurlar azaltılmıştır.

Bunlar kuvve halinde, ilkeler halinde yoktu demiyorum. Bunları formülasyona dönüştürerek, toplumsal yapıya aktaran, eğitime dahil eden ve buna göre nesiller yetiştiren, nesiller arası bilgi aktarımını sağlayan kafa Selçuklu-Osmanlı, kısaca Oğuz-Türkmen kafasıdır. Çünkü tüm bunlar, devletteki merkez-çevre ilişkisine göre düşünülmüştür. Yine, meselâ ortak dil üretimi... Tüm bilginin ortak bir dil içerisinde ifade edilmesi, Selçuklular döneminde vukubulmuştur. Yani Gazalî'nin Selçuklu döneminde ortaya çıkması da bir tesadüf değildir. Zaten o da aynı işi kendine düşen alanda yapıyor.

* Neydi Gazalî'ye düşen iş?

Yunan-Helenistik mirası ile İslâm dünya görüşünün mukayesesini yapmak. Mantık açısından da Gazalî'nin yaptığı budur. Gazalî bu açıdan bir Selçuklu-Türk düşünürü olarak, Selçuklu devletinin siyasetine hizmet eden bir düşünür olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı'nın Gazalî'yi son derece önemsemesi de bununla alâkalıdır. Tesadüf olmadığı gibi, sadece dinî gerekçelerle de alâkalı değildir. Bu konuyu değerlendirirken, ideolojik, siyasî bir sürü diğer noktaların dikkate alınması gerekiyor. Kurulan devlette, ortaya konulan askerî, eğitim ve hukuk sistemlerinde görmek mümkün. O açıdan, İslâm medeniyetine Oğuz katkısı, daha önceki İslâm medeniyeti birikimi içinde kalarak anlamlandırılamaz.

Elbette İslâm medeniyetine katılan Oğuzlar, bu medeniyetin birikimini tevarüs ediyorlar, oraya dahil oluyorlar. Ama kendileri de bir şeyler veriyor. Çok basit bir örnek: Ondalık kesirleri, bunlarda kullanılan notasyon ve sembolleri anlayabilmek için Oğuz-Türkmen aklını iyi anlamak gerekiyor. Bunun yansımalarını, bir sayı tanımındaki ortaya çıkan yeni gelişmeleri anlayabilmek için bile, yine bu damarı, Türkistan damarını iyi anlamak gerekiyor.

Bunu birçok noktaya yayabiliriz: Tasavvufta tarikatların ortaya çıkması ve tarikatlaşma sistemi yine Oğuz aklıyla son derece alâkalı. İrfanî, beyanî ya da burhanî, hemen hemen her türlü entelektüel faaliyetin belirli bir ortak dile dönüştürülmesi, bir düzene kavuşturulması, eğitimde devlet kontrolünün gündeme gelmesi, merkez-çevre ilişkilerinde düzenleme yapılması Oğuz-Türkmen aklıyla son derece alâkalıdır. Bunlar üzerinde yeniden durmak gerekiyor diye düşünüyorum……..

....


İhsan Fazlıoğlu - Soruların Peşinde
Devamını Oku »

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e

osmanlı

Osmanlı'nın dünyada işgal ettiği yer açısından bakıldığında Cumhuriyet, bir anda büyüyen ve kalabalıklaşan bir dünyada kendini küçük bir millet ve devlet olarak bulan kadroların siyasi ve zihni mücadelesi neticesinde ortaya çıkmış bir yapıdır. Bu yüzden Osmanlı milletlerinin kozmopolit toplum yapısına ve so­fistike kültür tecrübesine karşılık Cumhuriyetin tek-tipçi cemiyet anlayışı, milli güvenliği ve bekayı, küçülerek ve daralarak teminat altına almayı amaçlıyordu. Bu iki tasavvur ve şuur arasındaki ger­ginlik, küreselleşmeyle beraber yeni boyutlar ve anlamlar kazan­dı. Küreselleşmenin icbar ettiği yeni zaman ve mekan tasavvuru, klasik, merkeziyetçi ve homojenleştirici modernleşme paradig­masını temellerinden sarstı ve Avrupa-merkezciliği sürdürülebi­lir bir proje olmaktan çıkarttı.

Osmanlı'nın “nizâm-ı âlem''inden Cumhuriyetin “ulus dev­lerine geçiş sürecinde yaşanan ölçek küçülmesi, geleneksel si­yaset ontolojisinin yeniden inşa edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu ölçek küçülmesi, basit manada toprak kaybından ibaret değildir; tersine milletin sahip olduğu bir mefkurenin, hafızanın, jeopo­litik tasavvurun ve siyasi ufkun köklü bir şekilde değişmesini ifade etmektedir. Bu değişimin yol açtığı sarsıntı, son Osmanlı ve ilk Cumhuriyet nesilleri arasında yeni ve zor bir politik psi­kolojinin doğmasına neden olmuştur. Neticede ihtişamlı ama kaybedilen bir tarih ile yeni ama belirsiz bir gelecek arasında sıkışıp kalan nesiller,ne kendileri kalabildiler ne de batılı olabildiler.Bu ruh halini en iyi aksettiren yazarlardan biri Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Yakup Kadri, Atatürk adlı eserine şu cümleyle başlar: “ Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti.” Neden bir milli kahraman? Çünkü bir imparatorluğu kaybetmiş nesillerin kendilerine dünyada yeniden bir yer bul­ması, ancak bir milli kahramanın önderliğinde olabilirdi. Yakup Kadri bu durumu çarpıcı bir dille tasvir eder:

‘’Biz.,.gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içinde açtıktı. Ba­balarımız, analarımız bize Moskof seferlerinden, Rumeli kı­yamlarından, Arap isyanlarından ve bunları takip eden ecnebi müdahalelerinden tutuk bir dille bahsedip dururlardı. Kaybol­muş ülkelere, gidip de dönmeyenlere, gözleri yaşlı nişanlılara dair yanık halk türküleri bizim ninnilerimizdi ve sonsuz bir millî haile olan Yemen kabusu, ailelerimiz içindeki gündelik ko­nuşmaların en alışılmış mevzularından biriydi.’’

Bu büyük bozgun hali, batıcı, milliyetçi, İslamcı bütün aydın­ların ortak hissiyatıydı. Osmanlı’nın yıkılışını -biraz da Cumhuri­yetin kuruluşunu mitolojikleştirmek için- en keskin ifadelerle tasvir eden Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı ünlü eserinde 1915-18 yılları arasında Mekke, Medine, Kudüs, Beyrut ve Şam’daki hatı­ralarını anlatır. Gittiği yerlerde kendini tam bir yabancı olarak hisseden Atay bunu açık bir dille yazar: “Floransa ne kadar biz­den değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.” Atay’a göre Osmanlının buralara kadar yayıl­ması, hiçbir zaman temel tutmayan yüzeysel bir emperyalizmin sonucuydu: “Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir haya idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!” Medine’yi “Peygamber Ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız simsar yuvalarından biri” (s. 60), Kudüs’ü “ha­ham, papaz ve hoca karışımı, kuru ve somurtkan bir şehir” (s. 82) olarak tasvir eden Atay, “Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine Allaha ısmarladık!” (s. 107) diyordu, bozguna uğrayan dağılan sadece Osmanlı’nın sınırları değil, Atay gibi aydınların coğrafi muhayyilesiydi.

Bu bozgun hali ve onun yarattığı derin travmadan kurtulma çabası birkaç neslin ortak kaderi olmuştur.El yordamıyla, alela cele ve derme çatma formüllerle ortaya konan modernleşme, kal­kınma ve ‘'millileşme" programları, bu bozgundan bir an önce kurtulma arzusunun bir neticesi olarak görülebilir. İslamcılıkla Türkçülük arasında gidip gelen, İttihat ve Terakki ve CHP kadro­larında önemli görevler üstlenen ve 1941-61 yılları arasında yirmi yıl Türk Tarih Kurumu'nun başkanlığını yapan Şemseddin Günaltay da bu haleti ruhiyeyi çarpıcı bir şekilde tasvir eder:

‘’Fikri düşüşlerimiz, sosyal dertlerimiz o kadar elem verici, o ka­dar çeşitlidir ki bunları teker teker düşünen bir beynin âteşin buhranlar içinde yanıp kavrulmaması mümkün değildir. Haki­katen şu bedbaht yurdun hangi tarafına bakılsa göze kanlı bir fecâat sahnesi, sönük bir sefalet levhası çarpar! Hangi bucağına gidilse manen, maddeten hasta ve kötürüm bir kitlenin canhıraş inlemelerinden başka hayat eserleri duyulmaz... Uzak ve karan­lık yılların sürüklediği yığın yığın felaket molozları altında didi­nen bugünkü talihsiz neslin seylâbe-i zamanın müthiş hücum­larıyla yokluk ummanına yuvarlandığını gören, hisseden bir ruh ne elem verici vicdan sızıları, ne feci hüsran azapları çeker. O sızılar, bu azaplardır ki ebedi felakete mahkum edilmiş gibi, di­dindikçe balçığa saplanan, kıvrandıkça tükeniş gayyasına biraz daha gömülen bir kitlenin fertleri olmak itibariyle bana şu satır­ları yazdırıyor. Evet şanlı bir milletin zelil ve hakir evladı, dinç ve zinde bir ırkın hasta ve sefil halefleri görülmek istenirse baştan başa bir sefalet çölü olan bedbaht vatanımızı gezmelidir.’’

Günaltay, tarihte görkemli bir geçmişe sahip olmakla bugün kaybetmiş olmak arasındaki gerginliği bizzat yaşamış bir neslin mensubu olarak, sorunu şanlı bir milletin zelil ve hakir evladı,dinç ye zinde bir ırkın hasta ve sefil halefleri” olmak şeklinde tarif etmektedir ki bu sert ifade,o neslin yaşadığı travmayı ortaya koyması bakımından önemlidir.

“Tarih bize karşı bu kadar keskin ve acımasızsa, biz de indi karşı aynı şekilde sert ve tavizsiz oluruz” diyen Cumhuriyet elitleri, “radikal kopuş” teolojisini bu şartlar altında geliştirdiler, Eski düzenin yıkıldığını gören ve kendini can havliyle yeni düzenin misine atmaya çalışan batıcı aydınlar ve siyasiler, yeni Cumhuriyeti dünya sistemi içinde “konumlandırma” ve “anlamlandırma” çabalarında Osmanlı-İslam geleneğinin ana referanslarından uzak, batılı, etno-seküler, bilimsel-pozitivist ve medeniyetçi bir temelde hareket etmeyi tercih ettiler. Türk Tarih Tezi (1932) ve Güneş-Dil Teorisi (1936), bu çabanın iki önemli ayağım oluşturur ve şu varsayıma dayanır: Eğer tarihin nesnel akışı biz “Türkleri” kabul etmiyorsa yahut kenara itme cüretini gösteriyorsa, o zaman biz de tarihe yeni bir anlam biçer, yolumuza öyle devam ederiz!

Kendine modern tarihin ve yeni dünya düzeninin içinde an­lamlı bir yer bulma çabası sadece tarih çalışmalarıyla sınırlı kal­madı. Buna bilimsel bir temel kazandırmak için antropoloji çalış­maları da devreye sokuldu ve Türklerin kadimliği ve mükemmel tekamülü üzerine kapsamlı çalışmalar yaptırıldı. 1920'li ve 30’lu yıllarda Türkler üzerinde yapılan kafatası araştırmalarının kalkış noktası budur. Afet Inanın 1939 yılında 69 bin kişi üzerinde yap­tığı bir araştırmada, Türklerin “brakisefal” kafa şekline sahip ol­duğu ve bu veçhile üstün ırklar grubuna mensup olduğu, buna mukabil “dolikosefal” kafa yapısına sahip unsurların az gelişmiş insan türlerine ait olduğu tezi ispatlanmaya çalışıldı. Geçmişle bağlarını koparan Cumhuriyet, kendi “Aydınlanmasını ve “Bi­limsel Devrim”ini gerçekleştirmek için Darwinist-pozitivist bir bilim anlayışı üretti ve bu “yeni bilim”in verileri ışığında Türk milletinin tarihteki yerini ispat etmeye çalıştı.

Bu çalışmalara, bir dönemin ruhunu yansıtan pozitivist ma­ceralar olarak bakıp fazla önem atfetmeyebiliriz. Nihai kertede bu girişimler, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini dünyada ye­niden konumlandırma ve varlığına anlam kazandırma çabaları­nın bir parçası olarak görülebilir. Fakat Kemalist modernleşme hareketinin gelenekle olan bağlarını kesin bir şekilde kesmesinin sonuçlan ağır ve derin olmuştur. Avrupa emperyalizmine karşı büyük bir istiklal harbi veren kadrolar, Cumhuriyetin ilanıyla be­raber yeni bir paradigma inşa etmek zorundaydılar. Askerî, siyasi ve zihni bozgunlardan sonra Hındey’in meşhur ifadesiyle “Yeni Cesur Dünya ”ya dahil olmak isteyen elitler, devletin ve milletin bekasının ancak mutlak batılılaşma ile mümkün olacağına inanı­yorlardı. Milli Mücadele gibi büyük zorluklarla kazanılmış bir za­ferden sonra “Istiklal-i Devlet ve Istikbal-i Millet” için bu sefer batılılaşmak-modernleşmek gerekiyordu.

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Türkler ve İslâmiyet / Prof. Dr. Osman Turan

Türkler ve İslâmiyet / Prof. Dr. Osman Turan



Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyet içerisindeki inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan husule getirdiği derin değişiklik ve inkişaflar dolayısıyla bir kavmin tarihinde en mühim bir hadise olmak vasfını daima muhafaza eder. Böyle bir inkılapla kavimlerin mevcudiyetlerini koruduğu veya yeni bir hızla ileri bir seviyeye eriştiği, yahut da bünyelerini sarstığı veya bir istihaleye maruz bıraktığı hakkında tarihi misaller göz önüne getirilecek olursa, böyle bir hâdisenin milletlerin mukadderatı bakımından ne kadar şümûllü bir mana taşıdığı kolaylıkla anlaşılır. Türkler, tarihleri boyunca, kısmen de olsa, değişik âmiller neticesinde birkaç defa din ve medeniyet değiştirmek veya daha mühim olarak, bazen aynı çağda birbirinden farklı din ve medeniyetler çerçevesinde yaşamakla, başka kavimlere nazaran çok farklı bir tarihi oluşa ve daha hususi bir içtimai bünyeye maliktirler. Bu keyfiyet, aşağıda işaret edeceğimiz, diğer daha bazı âmillerin iştirakiyle de, kültür tarihimizin, millî tarihin maddî azametine müvazi bir millî gelişme göstermesine engel olan ve onu kesinti ve sarsıntılara uğratan başlıca sebepleri teşkil eder.

Bununla beraber Türklerin İslâm medeniyetine toptan girişleri, diğer din ve medeniyetlere intisaplarından farklı olarak, doğurduğu büyük bir müsbet neticeler itibarıyla, yalnız Türk ve İslâm tarihinin bir dönüm noktasını teşkil etmekle kalmaz, dünya tarihinin de en büyük hâdiselerinden biri sayılacak bir ehemmiyet taşır. Bu büyük hâdisenin cereyan ettiği şartlarla oluş tarzı ve bunun millî bünye üzerinde husule getirdiği müsbet veya menfi neticenin tetkikinden hasıl olacak ilmî kanaatlerini, girmekte olduğumuz Avrupa medeniyeti karşısında alacağımız vaziyeti tâyin ve yürütmekte olduğumuz yolu kontrol etmekte bize bazı tecrübi dersler vereceği, bazı hususlarda rehberlik edilebileceği dolayısıyla, ameli bir gayesi de olacağına dikkatimizi çekmemiz icabeder. Türkler ve İslâmiyet mevzuu altında temas edilmesi gereken meseleleri, Türklerin İslâm medeniyeti ve İslâm medeniyetinin Türkler üzerinde icra ettiği tesirler gibi iki esasa icra ederken bu keyfiyet bizi, zarurî olarak, Türklerin İslâm'dan önce inanış, düşünüş ve yaşayış bakımından nasıl bir kavim olduğu, İslâm olduktan sonra ne gibi değişiklik ve inkişaflara uğradığı, aynı veçhile Türklerin İslâmlaşmasından önce ve sonra İslâm âleminin nasıl bir vaziyette bulunduğu ve ne gibi bir istikamet aldığı hakkında umumî ve sentetik bir görüş sâhibi olmağa sevk eder. Böyle bir görüşe sahip olmaksızın Türklerin İslâm dünyasındaki mevkileri ile İslâmiyet'i ne suretle kabûl ettikleri, böylece İslâm tarihinin takip ettiği gelişme anlaşılamaz.

İslâm'dan Önceki Dini Durum

İslâmiyet, X. asırda, Türkler arasında umumî ve millî bir din haline gelmeden önce, Türk halkları din bakımından bir parçalanma manzarası gösterir. Moğolistan'dan Tuna boylarına kadar geniş bozkır sahası içerisinde yaşayan göçebeler millî, Şamanî, dini ve kültürü çerçevesinde bulunuyorlardı. Siyasî bakımdan ancak Hiung-nu ve Göktürkler idaresinde bir birlik teşkil eden bu geniş bölgeler halkı düşünüş ve yaşayış itibarıyla, daha Herodot'tan başlayarak, İslâmiyet'in yayılışına kadar kültür vahdetini muhafaza ediyordu. Fakat bu sahayı dünya ile bitiştiren Şarkî Türkistan, Mâverâünnehir, Hazarlar ülkesi gibi yerlerde yaşayan ve eskiden beri yerleşik bir hayat geçiren Türklerin çok eski zamandan beri yabancı din ve kültürlerin tesirine marûz kaldığı gözükmektedir. Husûsiyle Şarkî Türkistan ve Maveraünnehir'de Milâdın IV. ve VI. asırlarında Buda, Zerduşt, Mani ve Hıristiyan dinlerinin nüfuz etmiş ve yerleşmiş olduğuna dair çağdaş kaynaklarda hayli vesikalar mevcuttur.

İslâmiyet'in bu sahalara yayıldığı zamanlardır ki henüz millî Şamanî dinini muhafaza eden ve yerleşik hayata geçen Uygur, Hazar ve Bulgar adlarını taşıyan Türk halkları bu âlemin doğu ve batı uçlarında ilk defa olarak yabancı din ve kültürlere geçmeğe başlamışlardır. Dikkate şayandır, ki Cüveyni'nin, tarihî vak'ayı efsanevî bir tarzda nakleden rivayetine göre, Uygurlar arasında Manihaizm kamları yani Şamanî dinindeki Türk rahiplerini tamamıyla ortadan kaldırmak, yenmek suretiyle yerleştiği halde, İslâm coğrafyacılarının sarih ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Şamanilik, Hazarlar arasında X. asra kadar Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinlerine karşı dayanabilmiştir. Burada İslâmiyetin yayılmasıyla Şamaniliğin kaybolması arasında, aşağıda üzerine döneceğimiz üzere, diğer Şamanî sahalarda olduğu gibi, bir münasebet mevcuttur. Bu geniş sınır bölgeleriyle başka din ve kültürlere temas eden göçebelerin, yerleşik ırkdaşlarının yabancı dinleri kabûl etmiş olmalarına rağmen, uzun asırlar boyunca millî dinlerine, yani Şamanîliğe, bağlı kalmaları, onların yaşama şartları ve düşünüşleri ile yakından ilgilidir. Bu keyfiyet, İslâmlaşma oluşunu izah ederken üzerinde durulacak bir meseledir. Bunun için önce bu inanış ve yaşayışın umumî bir tavsifini yapmak zarureti vardır.

Şamanîliğin tarihî tekâmülünü takip etmek mümkün olmamakla beraber, bildiğimiz çağlara nazaran bu din, başlangıçta daha basit inanışlar ve bu inanışlar üzerine kurulmuş birtakım dinî merasimlerin heyeti mecmuası idi. Şu kadar var ki Heredot'un Massagetler'e ati hasvir ettiği itikatlara VI-X. asırlar arasında bu dinin inanışlarına dair elimizde bulunan çeşitli kaynaklardan gelmiş bilgilerin birbirine benzerliği bize Şamaniliğin milattan önce IV. asırdaki durumu hakkında bir fikir vermeğe ve onu o tarihe kadar çıkarmağa imkân vermektedir. Göktürk kitabeleri ve daha sonra türlü Türk kavimlerine ve Moğollara dair İslâm kaynaklarında verilen haberler İslâmiyet'in intişarı sıralarında Şamanî Türklerin bir tek Tanrı'ya inandıklarını ve buna binaen bu dinin, din tarihçilerinin ileri bir inanç merhalesi olarak kabul ettikleri, monoteist (vahdaniyetçi) bir seviyeye eriştiğini açık olarak göstermektedir. Bu cihet, Şamaniliğin monoteist olmayan komşu dinlerden, hiç olmazsa başlıca inanışlarda, müteessir olmadığını meydana koymak bakımından da ehemmiyetlidir.

Gök, yer ve mahlukarın yaratıcısı olarak telâkki edilen bu Tanrı'nın bir hususiyeti varsa o da vahdaniyetçi olan Musa dinindeki Yahudilerin Yahova'sı gibi, Türkleri başka kavimlerden üstün tutmasıdır. Orhon Kitabeleri'ne göre bu Tanrı güçlük zamanlarda Türklerin imdadına yetişir, üzerlerinde semavî bir menşeden gelen bir kahraman tayin ederek onları yok olmaktan korur (Türk bodun yok bolmasun tiyin Türk Tanrı...) ve nihayet kendi necip kavmine dünyadaki kişileri idare etmek hakkını bağışlar. Bizim bugünkü bilgilerimize göre peygamberi, muayyen bir mukaddes kitabı ve galip bir ihtimalle de, tapınağı olmayan bu din kamları, yani rahipleri tarafından idare edilirdi. Mukaddes günlerde, ölüm, gömme ve bayram âyinlerini, her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın müşküllerini hal eden, dertlere deva bulan bu kamların Tanrı ile münasebetlerde bulunduklarına dair bir inanış mevcut idi. Bu inanış daha VI. asır Bizans kaynaklarında, İslâm eserleriyle son etnografik tetkiklerde de rastlamaktayız. Çingiz Han'ın pek büyük ehemmiyet verdiği Gökçe adlı kamanın Tanrıdan zafer müjdeleri getirdiğine ve bütün yeryüzü hükümdarlığını Tanrı'nın Çingiz Han'a verdiğine ve bütün Moğollar arasında onun daima Tanrı ile münasebette bulunduğuna dair kayıtlar, kamların mahuyet ve nüfuzlarını ifade etmek için kafidir. Göğün üst katındaki cennete giden iyi ruhların orada, Tanrı'nın nezdinde, dünyadaki yakınları için şefaatte bulunduklarına dair inanış, Türklerde ecdadı takdis etmek akidesiyle ilgilidir.

Ölenlerin ruhlarının bir kuş gibi oraya uçtuğuna (uça bardı) inanılır. Türkler İslâm olduktan sonra yeni dine ait birçok istilâhları Şamanî dinindekilerle karşıladıkları zaman, hiçbir güçlüğe uğmadan, Şamanî kültürü hazinesinden aldıkları uçmak kelimesini, pek isabetli bir şekilde, cennet istilâhı yerinde kullanmışlardır.

Türkler savaşçı bir kavim olmak hasebiyle, bu dinin bir akidesi olarak, öldürdükleri düşmanlardan dolayı Âhiret'te bir mücazat değil, bilakis ölen düşmanın ehemmiyet ve sayısına göre bir mükafat göreceklerine inanırlar ki, bu, Türk mezarları etrafına dikilen ve balbal adını taşıyan taş heykelerin menşe ve mahiyetini izah eder. Savaş icabı ve mukaddes sayılan bu inanış ve teammülü basit bir kan dökme hâdisesiyle karıştırmamalıdır. Katili cezalandırmayı bir âmme hakkı telâkki ederek ferde bırakmayıp devlete mal eden, en gergin düşmanlıklar zamanında bile elçiye zeval vermeyecek kadar milletlerarası bir hukukî tekâmüle erişen bir cemiyette, meselâ Göktürklerde, câri olan bir âdeti ancak İslâmiyetin cihad fikriyle mukayese ettiğimiz zaman anlayabiliriz.

Öte yandan Göktürk kitabelerinde Türk Kağanı kendi kavminin su gibi akan kanının bahsettiği halde, kazandığı zaferler dolayısıyla, hiçbir zaman Asurî hükümdarları gibi, öldürdüğü düşmanlardan ötürü bir gurur ve iftihar duyduğunu ihsas etmemiştir. Yerleşik Türkler, zamanla, yabancı dinlere geçtikleri halde, geleneğe daha bağlı kalan göçebeler, millî dinlerini muhafaza etmek ve yabancı dinlere karşı direnmekle varlıklarını koruyabileceklerine inanıyorlardı. Birinci Göktürk Devleti'nin yıkılışından sonra, kuvvetli Çin kültür tesirine karşı millî kültürü korumak ve millî duyguların gelişmesini göstermek bakımından başka milletlerin tarihinde örneğe rastlanmayan Orhon Kitabeleri'nde belirdiğini gördüğümüz millî tepki, göçebe kitlenin asırlarca Şamanizm'i nasıl muhafaza edebildiğini gösterir. Bu devre ait diğer bir misal, göçebelerin millî din ve kültüre bağlılıklarının sebeplerini anlayabilmek için çok daha dikkate şayandır.

VIII. asırda Buda dini Yüksek-Asya'da yeniden yayılma imkânlarını bulduğu zaman herhangi bir tesirle, Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan (ö. 734 M.) büyük veziri Tonyukuk'tan payitahtında bu din adına bir tapınak yapmak istediği zaman akıllı vezir ona, içtimaî ve coğrafî şartları pek iyi bilerek: "Savaşçı ve hayvan kesmeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dini kabûlün Türkler için bir felâket olacağını" söylemekle göçebe bir kavmin inanış ve düşünüşlerine hakkiyle tercüman olmuştu. Nitekim 762'de Uygur hakanının Mani dinini kabûlü münasebetiyle IX. asrın ilk yarısına ait Karabalgasun Kitabesi bu vaziyeti açıkça ifade etmiştir. Kitabe "Evvelce et yiyen kavim, şimdi pirinç yiyecek, evvelce adam öldürmesi şâyi olan memlekette bundan sonra hayır hüküm sürecek" demektedir. Bu esasları emreden Manihaizm'in bu bakımdan Uygurlar üzerinde tesir ettiği İslâm müellifleri de kaydetmiştir. Aynı asrın Arap mütefekkiri Cahiz evvelce Uygurların az olmamalarına rağmen Karluklara galip geldikleri halde Mani dininin kabûlünden sonra onlara yenilmelerini bu dinin esaslarından doğan bir netice olarak izah eder. Bununla beraber dinlerin, kavimleri kendi esaslarına uydurmak kadar kavimlerin dinleri kendi bünyelerine göre tadil ettiklerine dair mevcut içtimaîyat kaidesini unutmamalıdır.

Filhakika Uygurlar bu dine girdikten sonra Çin'deki dindaşlarını himâye edecek bir kudret gösterebildikleri gibi Moğolistan'dan Şarkî-Türkistan'a göçtükleri zamanlarda, daha zayıf bir durumda bulunmalarına rağmen, Mes'udi ve İbn ün-Nedim'in ifadelerine göre, Maveraünnehir'de Müslüman Şâmânîler idaresinde bulunan dindaşlarına karşı yapılan tecavüzlere karışabilecek bir tavır da takınabiliyorlardı. Müslüman Karahanlılarla Budist Uygurlar arasında mücadeleler ve bunları aksettiren Divânü lûgat it-Türk'teki şiirler Manihaizm veya Budizm'in Uygurların askerî kabiliyetleri üzerinde pek fazla bir tesir yapmadığını açıkça gösterir. Hattâ Kâşgarlı Mahmud'un Uygurları en iyi ok kullanan bir kavim olarak vasıflandırması da dikkate şâyândır. Bu kayıtlar savaşçı bir kavmin uyuşturucu bir dini kendi bünyesine uydurmakta gösterdiği kabiliyete güzel bir misal teşkil eder.

Nitekim Hazreti İsâ'nın getirdiği esaslara rağmen Hıristiyanlık da Avrupalıların savaşçı ruhları üzerinde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Bununla beraber göçebelerin bu dinlere karşı aldıkları vaziyet, onların bahsettiğimiz mahiyet ve esaslarıyla ilgilidir.

Yabancı Dinler

Türklerin Şamanilikten gayri bir dine girmeleri hadisesi ilk defa şüphesiz Şarki Türkistan ve Maveraünnehir'de vukubulmuştur. Bu sahalarda Zerduşt, Buda, Mani ve Nasturî Hıristiyanlığı gibi nedenlerden en çok tesir edeni herhalde Budizm olmuştur. Budizm'in Maveraünnehir'de yerleşmesi, burasının Zerduşt İran'dan ayrılmasına ve farslaşmasını önlemeğe sebep olduğundan Türk tarihi bakımından hususi bir ehemmiyet taşımasını mucip olduğu gibi, bu dinin İslâm medeniyeti üzerindeki tesirinin burada vuku bulması da bu sahanın tarihi rolünü arttırmaktadır. Gerçekten Budizm'in İslâm mezhep ve tasavvuf cereyanları üzerindeki tesiri ve ilk defa İslâm âleminde kurulan medreselerin (üniversite) Budist viharalarını (manastır) takliden kurulması Mâveraünnehir ile ilgilidir. O şekilde ki Buhara şehrinin adı bile Budist Viharalarından gelmektedir. İslâm medeniyetinde pek büyük mevkii olan Maveraünnehir'de cereyan eden medeni faaliyetlerin göçebelerin İslâmlaşması üzerinde nasıl büyük bir tesir icra ettiğine ileride temas edeceğiz.

İslâmiyet'in Mâverâünnehir'de, Buda, Mani, Zerduşt ve Hıristiyanlık bakiyelerini kaldırarak, yerleştiği bir zamandadır, ki doğuda Uygurlar Mani, Buda ve Hıristiyan dinlerine girmekle millî Şamanî dininden ayrılmakta idiler. Bir zamanlar Akdeniz sahillerinden Çin'e kadar cihanşumûl bir din olmak istidadını gösteren ve Yakın-Şark, Balkanlar ve Avrupa'da Pavlakileri, Bogomiller'i ve Albigeois hareketlerini doğuran Manihaizm (meşhur Hıristiyan ilâliyatçısı St. Augustin'in evvelce bu dine mensup olduğu malumdur). İslâmiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük din karşısında dayanamayarak sönmek üzere iken Uygurlar sayesinde birdenbire yeni bir hayat kazandı. Öyle ki, son zamanlara kadar bu din hakkındaki bilgilerimizin kaynağı yalnız ona düşman olan Hıristiyan ve İslâm müelliflerinin eserlerine inhisar ederken, Uygurlar vasıtasıyla bizzat kendi eserlerini ile geçirmekle bu hususta daha sağlam malûmata sahip olduk.

Manihaizm, Uygurlar arasında, tarihin Türklerce mahsus olarak kaydettiği maruf dini müsamaha sayesinde, Şamanilik, Budizm ve Hıristiyanlıkla yanyana yaşayabilirdi. Uygurların bu dinler etrafında vücuda getirdikleri kültürün Türk-İslâm dünyası üzerindeki tesiri ancak Karahanlı ve Moğol Devletlerinin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Fakat Müslüman Karahanlılar ile putperest telâkki edilen Uygurlar arasındaki düşmanlık bu tesiri çok tehdit ettiği halde devletlerinin medeni teşkilat ve müesselerini tamamen kabul ettikleri Uygur kültürü üzerinde kuran Moğollar sayesinde bu kültür, imparatorluklarının hâkim olduğu bütün ülkelere yayılmak imkânlarını bulmuştur. O şekilde ki Uygurca bu vasıta ile İslâmi Türk edebi dilinin inkişafında bir âmil olduğu gibi İlhaniler zamanından itibaren Fars dili üzerinde de tesirini gösterdi. Bundan dolayı Moğol İmparatorluğu'nun teşkilatını anlayabilmek için Uygur kültürünü bilmeye lûzum vardır veya Moğol devri kaynakları sayesinde daha müşkül bir durumda bulunduğumuz Uygur devrini öğrenmek mümkün olabilecektir. Bu metod, tarihi tekamülü ve zamanın şartlarını gözden uzak tutmamak şartıyla, Moğol devri kaynaklarının, kültür ve teşkilatını Uygurlara miras bırakan, Göktürkler hakkında da kullanabileceğini mümkün kılmaktadır. Halbuki İslâm dünyası dışında kalan göçebe Türkler üzerinde Uygurların bu nispette böyle bir tesirleri henüz tespit edilmemiştir.

Türk aleminin Şark uçlarında bulunan Uygurlar, böyle bir dini istihale geçirirken bu alemin Garp uçlarında bulunan ve Uygurlar gibi yerleşik hayata geçmiş olan Hazarlar da Hıristiyan, Yahudi ve İslâm dinlerine, İtil (Volga) Bulgarları İslamiyet'e, Tuna Bulgarları Ortadoksluğa girmeye başlamıştı. Hatta bir rivayete göre İslavların havvarisi sayılan ve İncil'i eski İslav (Bulgar) diline tercüme eden Cyrille ve Methode onu Hazar Türkçesine de tercüme etmişlerdi. Bugün dinleri Musevi, dilleri Türkçe olan Karayimlerin menşei de bu Hazarlara bağlanmaktadır. Dikkate şayandır ki X. Asır arap kaynaklarının verdiği haberler, yabancı dinlerin yayılmasına rağmen devam eden Şamanî inanış ve adetleri Hazarlarla Göktürkler arasında bu bakımdan bir aynilik göstermekte ve iki devre ait bilgiler birbirini ikmal etmektedir.

Görülüyor ki Maveraünnehir Türkleri, Şamanilikten sonra adı geçen dinleri bırakıp İslâm dinine geçerken Türk dünyasının doğusunda Uygurlar, batısında Hazarlar ve Tuna Bulgarları da millî dinden başka dinlere giriyordu. Türklerin X. asırdan itibaren İslâmlığı umumî ve millî bir din haline getirdikleri zamana değin din bakımından bu kadar dağınık bir mazara arz etmelerinin başlıca sebepleri, Göktürklerden sonra bir daha bütün Türkleri bir siyasî birlik halinde birleştiren devletlerin kurulamamış olması; sahanın genişliği ve türlü din ve kültürlerle ayrı ayrı temaslarda bulunmaları ve nihayet Türklerin bütün dinlere karşı gösterdiği müsamaha ile izah edilebilir. Gökttürk Devleti'nin yıkılışından sonra Türk dünyasının şark ve garp uçlarında ancak Uygurlar ve Hazarlar küçük bir siyasî varlık olarak mevcudiyetlerini muhafaza edebilmişlerdir.

Moğolistan'dan Tuna boylarına kadar uzanan geniş bozkırlarda yaşayan göçebeler, Selçuk İmparatorluğu'nun kuruluşuna kadar, istikrarlı ve geniş bir siyasi birlik kuramamışlardır. Bu büyük göçebe kitlesi devam eden coğrafi ve içtimai şartlarla birlikte eski din ve kültür geleneklerine bağlılığı muhafaza etmişlerdir. Yukarıda andığımız dinlerin Türk tarihinin seyrinde büyük bir tesir göstermediklerini anlayabilmek için fazla araştırmaya değil, hattâ düşünmeğe bile lüzum yoktur. Bunun başlıca sebebinin şüphesiz bu dinlerin göçebe kitleleri arasında yayılmak imkanlarını bulamadığı meselesi üzerine dikkatimizi çekmemiz gerekiyor. Nitekim Türklerin İslâm tarihinde büyük bir âmil olmaları ve yeni bir devir açmaları da bu unsurun İslâmlaşmasının tabiî bir neticesi olarak tezahür eder. Türk tarihinin büyük hamlelerini yaratmak, büyük imparatorluklar kurmak gibi başlıca hâdiselerde sakin ve itaatli olan yerleşik halkın değil, hayat şartlarının icabı olarak, faal, savaşçı ve teşkilâtçı bir unsur olan göçebelerin rolü belirgin bir şekilde göze çarpar. Türk tarihinde devletleri kuran, idare ve orduları teşkil edenlerin esasını göçebelerin teşkil etmesi, çağdaş kaynaklarda Türklerin hep göçebe bir kavim olarak tasvir edilmesini gerektirmiş ve yerleşik Türkleri gözönüne getirmeksizin zamanımız müelliflerini de böyle bir kanaata sürüklemiştir.

Bununla beraber, göçebeliğin bugünkü mânasıyla geri ve iptidaî bir cemiyet olarak telâkki edilmemesi gerektiğini unutmamalıyız. Aksine, ilk defa atı kullanmayı bilerek zamanın en süratli vasıtalarını mâlik olan bu göçebeler, türlü kültür sahalarıyla temas ettiklerinden, dış âlemle mahdud münasebetlerde bulunan bazı yerleşik kavimlere nazaran daha ileri bir medeniyet seviyesinde idiler. Bu hayatın gerektiği teşkilatçılık ve devletçilik kabiliyetleri ve netice olarak âmme hukukunda gösterilen gelişme, göçebe Türk unsurun üstünlüğünü teşkil eder.

Kendilerine lâzım olan âletleri yapabilen ve bu münasebetle çok eski zamanlardan beri Altaylar'da demir işleriyle uğraşan, kısmen de ziraat yapan bu insanlar yazının keşfi olmasa bile onun kullanılmasını, mevsuk bilgilerimize göre, VI. asırdan beri biliyorlardı. Göktürk hükümdarının bütün Türk halkını Orhon yazılarını okumaya çağırması, biraz mübalâğalı gözükse de herhalde yazının oldukça yaygın olduğuna şüphe bırakmaz. Daha Sasaniler zamanında Oğuz-nâme'nin Türkçeden Farsçaya ve o vasıta ile de Arapçaya tercüme edildiğine dair Mısırlı Türk müellifi Aybeg'in ifadesi bu bakımdan ehemmiyetlidir. Kâşgarlı Mahmud'un Oğuzların devlet muhaberatında yazıyı kullandıklarına dair kaydı herhalde Oğuzların Göktürkler'den beri yazıyı devam ettirdiklerine bir delildir. Bundan başka, Kâşgarlı Mahmud'un göçebelerin dil hazinesinden bahsederken verdiği kültür kelimeleri de medeni hayatlarını anlamak için ehemmiyetlidir.

İslâmiyet'in Zuhuru

Bu göçebe unsurun ne gibi şartlar içinde ve nasıl Müslüman olduğunu izaha girişmeden önce Türklerin X. asra kadar İslâmlarla vuku bulan münasebetlerine temas etmek, bu mevzuu kavrayabilmek için zaruridir. Bu keyfiyet bizi Türklerin İslâm dünyasındaki tesirlerini X. asırdan önce ve sonra olmak üzere iki kısma ayırmaya sevk eder.

Orta çağlar tarihi İslâmlık ve Hıristiyanlık gibi iki cihanşumûl dinin zuhur ve inkişaflarıyla dünya tarihinde hususi bir mahiyet arz eder. Hıristiyanlık, politeist Roma, Yunan ve Yakın Şark'ın kargaşalık halinde bulunan akidelerini yıkarak kendi inanışları etrafında ruhi birlik ve sukûn yaratmaya çalışırken ikinci büyük bir din, İslâmiyet, onun bu birleştirme ameliyesini ikmâle muvaffak olmasından önce, âni ve mucizevi bir hamle ve daha cihanşumûl bir iddia ile ortaya atılıp yalnız bu dinin gelişmesine set çekmekle kalmadı; tutunduğu ve kendi çerçevesi içine soktuğu birtakım memleketlerde bile onun aleyhinde genişlemek ve yakılmak kudretini de göstermeğe muvaffak oldu. Dikkate şayandır ki İslâm medeniyetinin inhitat içinde bulunduğu son asırlarda bile Hıristiyan kavimlerinin üstünlüğüne ve misyonerlik teşkilatının faaliyetlerine rağmen Afrika ve Şarki Hint adalarında yayılma kudreti Hıristiyanlığıa değil İslâm dinine aittir. İslâm ideolojisinin verdiği büyük hamle Abbasilerin iktidar mevkiine gelmesine kadar fütuhatçı bir istikamet takip ederek İslâm dünyasına geniş ülkeler kazandıkdan sonra, bu yeni devlet ve tâbileri zamanında yalnız Arapların değil, bu dine giren, İranlı ve Türk gibi yeni unsurların da gayretleriyle, fikri ve medeni faaliyetlere yöneldi. Bu suretle İslâmiyet eski Yunan, Roma, Yakın Şark ve kısmen de Hint ve Çin'in kültür mahsullerini kendi potasında eriterek yeni bir sentez, yani İslâmi medeniyeti vücuda getirdi. Gariptir ki Hıristiyanlık, kurulduğu ve yayıldığı sahalar dolayısıyla, daha imtiyazlı bir durumda bulunmasına ve İslâmlığın aksine olarak zuhurundan beri ruhani ve cismani hakimeyiti birleştirmek imkanına malik olmamış bulunmasına rağmen Antik medeniyeti geliştirmeye değil yaşatmaya bile muvaffak olamamıştır.

Bunda Hıristiyanlığın Yunan ve Roma medeniyeti mahsullerine düşman gözüyle bakmış olmasının büyük bir tesiri olmuştur. Bunun için en tipik bir misal olarak antik medeniyetin fikri mahsullerini toplayan İskenderiye kütüphanesinin yakılması, mühim âlimlerinin öldürülmesi ve VI. asırda Justinien'in eski Yunan tefekürünün son ananesini yaşatan Atina felsefe mektebini Hıristiyanlık için zararlı bir ocak telâkki edip kapatması zikredilebilir. Halbuki Abbasiler zamanında Müslümanlar eski Yunan'ın her türlü fikir mahsullerini serbest bir kafa ile münaşaka edilebiliyorlar; onlardan faydalanabiliyorlardı. İslâmiyet her türlü fikir ceryanlarına Hıristiyanlık'tan daha müsait davranmakla beraber, İslâm Orta çağının medeni inkişafını ve Hıristiyan Orta çağının da medeni sukutunu münhasıran her iki dinin birbirine zıt bir görüş tarzına atfetmek istemiyoruz. Esasen dinlerin mahiyetleri ne olursa olsun milletlerin ilerleme ve gerilemelerinde hiçbir zaman bunun başlıca amil olmadığını tarih açık misalleriyle göstermektedir. Fakat her ne şekilde olursa olsun şurası muhakkaktır ki eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlar medeniyetine, mutavassıt yeni bir medeniyet sentezile, nakletmek şerefi Hıristiyanlığa değil, İslâmlığa aittir.

Bu, şimdiye kadar pek az anlaşılan veya hiç de layık olduğu ehemmiyet derecesinde üzerinde durulmayan ve Yeni zamanlar medeniyetinin başlangıcı olan, Renaissance ve Reforme hareketlerinin doğuşunda İslâm medeniyetinin Avrupalılara icra ettiği tesir sayesinde mümkün olabilmiştir. Eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlara birleştiren bu halkanın ehemmiyeti şüphesiz ki Avrupa medeniyetinin gelişmesini anlayabilmek için bizi yalnız klasik izah tarzına saplanmaktan kurtaracaktır. İslâm dinini cihanşûmul bir mahiyet almasında fütuhatçı ve fikri hamlelerden sonuncunun daha büyük bir ehemmiyet taşıdığı aşikardır. Bu cihet, Türklerin İslamlaşmasını neticelendiren amillerden biri olarak zikredilecektir.

Türkler ve İslâmlar

Arapların Türkleri daha Cahiliyye devrinde tanıdıklarına A'şa ve Nâbiga'nın eserleri göstermektedir. Esasen Göktürklerin Sâsânilerle münasebetleri ve Yakın-Şark işlerinde faal bir rol oynamaları gözönüne getirilirse bu tanımanın sebeplerinin de pek tabii olduğu anlaşılır. Bu münasebetlerdir ki H. Peygamber'in Türkler'den bahsetmesi mümkün olabilmiş ve bazı hadiselerin sıhhati bir terüddüde sebebiyet vermemiştir. Bununla beraber hadislerin doğruları Peygamber'in, uydurmaları da İslâm dünyasının Türklere karşı duygularını göstemek itibariyle, her iki cins de tarihi bir kıymet taşır. Buna rağmen Arapların Türklerle münasebetleri hakkında bu kayıtlar bir şey ifade etmez. Türkler Araplar arasındaki asıl münasebetler şüphesiz Emevîler zamanında başlar.

Emevîler idaresindeki İslâm ordularının Maveraünnehir'e girmeleri Göktürk Devleti'nin Şarkta ikinci defa kurulduğu zamanlara rastlar. Fakat bu devlet önce kendini Garpte feodal bir vaziyette bulanan prenslerine tanıtmak, sonra da ilerlemekte olan Arap kuvvetleriyle çarpışmak ve nihayet ağırlık merkezini daima Moğolistan'da bulundurmak gibi mecburiyetlerle Arapların Semerkand, Baykend, Buhara şehirlerine girmelerine engel olamadı. İslâm kuvvetleri Kuteybe idaresinde Türkistan'a yerleştikten sonra Emevî Devleti'nin ezici ve gayru musavatçı bir tarzda devam eden siyaseti Türklerin İslâmiyet'e yanaşmamalarının en mühim sebebini teşkil eder. Bu hususta Müslümanların Buhara'da camiye silahla gitmelerinde bile, karşılaştıkları güçlüklere dair haberler güzel bir misal olarak zikredilebilir. Halkın İslamlara karşı ruhi bir durum ve hallerini belirtmek maksadıyla Semerkand Türk hükümdarının bu esnada Çin İmparatoruna yazdığı mektupta "Arap hâkimiyetinin 718'de zeval bulacağına" dair halk arasında mevcut olan bir itikat da, Türklerin Emevî idaresi zamanında İslâmiyete karşı tavırları, İslamlaştırmaktan uzak kalmaları sebepleri için, kayda değer.

İkinci Göktürk Devleti'nin yıkılışı sıralarında Türkler İranlılarla birlikte Emevî Devleti'ni yıkan ceryanlara karışarak, daha adil ve müsavatçı bir siyaset güden, Abbasi Devleti'ni kurmaya muvaffak olduktan sonra İslâmiyete karşı yakın bir ilgi duymağa başladılar. Bunun başka bir sebebi de Garpte bu ümit verici hadiseler vuku bulurken Şarkta Orta Asya'ya doğru ilerleyen Çin istilasının Türkler için tazyikkar bir mahiyet almasıdır. Budan dolayı müstakbel mukadderatları üzerinde büyük bir tesir yapan Talas Suyu Meydan Muhaberesi'nde (751) Türkler Abbasiler tarafını tutmakla yalnız muhaberenin neticesini değil tarihlerini istikametini de değiştirdiler. artık Türklerin yüzü İslâm dünyasına dönmüştü. Abbasi halifeleri, başlangıçta İranlılara ehemmiyet verdikleri halde, yavaş yavaş imparatorluğun müdafaasında daha kabiliyetli bir unsur olan Türkleri kullanmaya başladılar ki bununla müvazi olarak Maveraünnehir'de İslamlaşma faaliyeti genişlemeye başladı.

Bu ülkenin İslamlaşması ve İslâm tarihi bakımından haiz olduğu ehemmiyet, İslâm medeniyetini inkişaf edebilmek için burada iyi bir zemin bulabilmesi ve bu medineyete mensup birçok büyük ilim ve fikir adamlarını yetiştirmiş olması, İslâm imparatorluğunu teşkil eden orduların esasını buradan sağlaması ve nihayet Türk kitlelerini yeni din ve medeniyete sokmak için bir mutavassıt rolünü ifa etmiş olması tarzında hülasa edilebilir. Bu da burada hüküm süren Sâmânî Devleti zamanında vuku bulmuştur. Bu devletin başında bulunan hanedan İranlı olmakla beraber halkın ekseriyeti ve gittikçe artan bir nisbette, ordu ve idare unsurlarının menşei dolayısıyla bir Türk devleti karakterini arz eder. Bunlar zamanında Maveraünnehir'de (Türkistan'da) ilmî, iktisadi ve ticari faaliyetlerin gösterdiği gelişme bu ülkenin, İslâm medeniyetinin beşiği mesabesinde bulunan Mezopotamya ile muvaffakiyetle rekabet edecek bir seviyeye erişmesine sebep oldu. O şekilde ki İslâm âleminde otoritesi tanınan birçok âlimlerin vatanı bu memleket olmuştur. Mâveraünnehir'in İslâm tarihindeki bu kadar büyük ehemmiyetine rağmen buradaki yekleşik Türklerin rolü hiçbir zaman göçebe kitlelerinin islamlaşması kadar büyük bir netice yaratmadığını meydana koyacağız.

İslâmiyet'in Orta Asya bozkırlarında yayılmasıyla Maveraünnehir'de ceryan eden ilmi ve ticari faaliyetler arasında sıkı bir ilişiklik mevcuttur. Bu memlekette bir taraftan büyük göçebe kitleleri, öte yandan Volga Bulgarları arasında vuku bulan ticari ve medeni münasebetler yavaş yavaş bu âleme İslâm medeniyetinin üstünlüğünü göstermiş ve ona karşı bir ilgi uyandırmıştı. Buradaki medreselerde yetişen ilim ve tasavvuf erbabı, dervişler bu ticâret kervanlarına karışarak göçebelere İslâmiyet'in esaslarını öğretiyorlardı. Bilhassa İslâmlığı dar şeriat kaideleri içinde değil, geniş ve yumuşak bir ruh ve mana ile anlayarak göçebelere telkin eden mutasavvıf Türk dervişleri bu İslamlaştırma faaliyetlerinde büyük bir rol oynadılar. Türklerin ata veya baba adını verdiği bu dervişlerin faaliyetleri neticesinde X. asırda Türkler artık İslâmiyete ısınmağa ve kitle halinde ona girmeğe başladılar.

İbn Fadlan seyahatinin gösterdiği üzere 921'de Volga Bulgarları İslâm dinine girmişlerdi. Bu suretle Hıristiyan dinine giren Tuna Bulgarlarından bir asır sonra İdil Bulgarları da Şamaniliği terk ettiler. Bundan bir müddet sonra, 930'larda, Karahanlı Devleti'ni kuranlar da İslâm dinini kabul ettiler. Bu hadiseyi menkıbe şeklinde nakl eden Satuk Buğra Han Tezkeresi'nde, yukarıda temas ettiğimiz, medeni ve ticari tesislerin İslamlaşmadaki ehemmiyetini ve Samani Devleti'nin rolünü açıkça görmek mümkündür. İbn Fadlan Bağdat'tan Bulgar iline giderken yolda Oğuz Yabgularına uğramıştı, ki bu zamanda bunlar henüz Şamanî dininde bulunuyorlardı. 960 yılında 200.000 çadır halkının Müslüman olduğuna dair İbnül-Esîr'in verdiği haber bu Oğuzlara ait olmalıdır.

Karahanlıların İslâm dinini kabul etmesiyle ilk defa olarak Türk ülkelerine hâkim bir Türk-İslâm devleti meydana çıktı. Bu devletin yeni dini, ırkdaşlarına kabul ettirmek hususundaki faaliyetleri daha ziyade Budist Uygurlara karşı yapılan seferlerde göze çarpar. Bunlarla vuku bulan savaşların Müslüman Türkler üzerindeki tesirlerini ve Müslüman Türklerin putperest Türklere karşı duygularını anlamak için Kaşgarlı Mahmud'un kaydettiği halk şiirleri dikkate layıktır.

İslâmlığın Yayılma Sebepleri

Göçebe kitlelerin hiçbir baskı altında bulunmadan, toptan ve kendi istekleriyle Müslüman olmalarını iki esaslı amille izah etmek mümkündür. Bunlardan biri o zamanda İslâm medeniyetinin üstünlüğü ve câzipliğidir. Fakat medeniyet üstünlüğü din değiştirmek için kâfi bir sebep teşkil etse idi bugün bütün dünyanın veya hiç olmazsa dinî hislerin kuvvetle yaşadığı sahaların Hıristiyan olması gerekirdi. Halbuki, yukarıda temas ettiğimiz üzere tamamen aksi şartlara rağmen İslâmlık Hıristiyanlığa nazaran daha fazla yayılma kudretini elan muhafaza etmektedir. Bundan dolayı bütün yabancı dinlere karşı uzak kalarak Şamanî inanışlarını devam ettirmeğe muvaffak olan göçebe kitlelerinin süratli bir şekilde İslâm olmalarında müessir başka bir sebep aramak icab eder. Bu sebep, İslâmlıkla Şâmânîliğin birbirine yakın esaslara malik bulunması ve yeni dinin Türklerin inanç ve mizaçlarına uygun gelmesidir.

Filhakika Türkler Müslüman olurken kendi Tanrılarıyla İslâmiyet'in Allah'ı arasında bir fark görmemişlerdir. Allahın zat ve sıfatları ile Tanrı'nın zat ve sıfatları arasında esaslı benzerlikler vardır.2 Bundan dolayı Müslüman Türkler uzun zaman Allah adı yerine Tanrı adını kullanmakta hiçbir mahzur görmemişlerdir. Şâmâniliğin Muhammed'le mücadele edecek bir peygamberi olmadığından ve bu hususta mukeddaslarını incitecek bir vaziyet mevcut bulunmadığından Türkler Peygamberi kabul ederken bir şey kaybetmiş olmuyorlardı. Esasen doğruluğundan şüphe edilmeyen birtakım hadiselerde H. Peygamber Türklere karşı sempati göstermiştir, ki onlar arasında İslâmiyet'in yayılmasında bu hadiselerden faydalandığı ve bunların Türklerin temayüllerini okşadığı tahmin edilebilir. Bu sempatinin bir sebebi de herhalde Göktürklerin Müslümanlar için başlıca düşman sayılan Sâsânilere karşı kazandığı zaferler olmalıdır. Nitekim Müslümanlar siyasi bakımdan olduğu gibi Eh'li kitap olmak dolayısıyla Bizanslıları da ateşperest İranlılara tercih ediyorlardı.

Bu, Kur'anda "Rumlar bizim memleketimize yakın bir yerde mağlup oldular; yakında galip geleceklerdir" ifadesiyle Rum suresinde tezahür eder ki hakikaten bu âyetin tebliğinden birkaç yıl sonra Heraklius Sasanilere galip gelmiştir. Eski ozan ve kamlarla İslâm evliyaları, mutasavvıf dervişleri mahiyet itibariyle birbirine yakın şahsiyetler idi. Esasen Müslüman Türk ata ve babalarının yaydığı İslâmiyet şeriatın dar kaidelerinden uzak, göçebelerin inanış ve mizaçlarına uygun bir uysallık şekli altında nüfuz ediyordu. Keramet sahibi olan ve kayıptan haber veren kamlar ile İslâm evliya ve mürşidleri birbiri yerine geçerken veya daha doğrusu birbirleriyle kaynaşırken husule gelen değişiklik pek duyulmuyordu. esaslardaki bu yakınlığın en kuvvetli bir tarafı şüphesiz İslâmiyetin emrettiği cihad mefkuresi ile Türklerin savaşçılık temayülleri arasında bir münasebetin mevcut bulunmasıdır. İslâmiyet Türklere cihadın faziletleri, Âhiret'te sağlayacağı mükâfatı bildirirken onlar bu yeni dinde kendi ideallerini de bulmuş oluyorlardı. Esasen Şâmânilikte öldürülen düşman nisbetinde öteki dünyada bir mükâfatın vâdedilmiş olması yeni dine girmek için teşvik edici bir âmil olmuştur. Bundan ötürü Türklerin kendi inanış ve ideallerine uygun gelen ve zamanın en üstün ve yaygın bir din ve medeniyetine neden ve nasıl toptan ve süratle girmiş oldukları, daha kolay anlaşılabilir. Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz üzere göçebeler inanış ve yaşayışlarına aykırı olan Buda ve Mani gibi yabancı dinleri, halk olarak, kendilerine uygun bulmuyor ve tehlikeli sayıyorlardı.

Türklerin İslâmlaşması ve İslâm Dünyası

Türklerin İslâm medeniyetine girişleri ve bunun sebepleri hakkında bu umumî esasları belirttikten sonra bu büyük tarihî hâdisenin neticeleri üzerinde durabiliriz. Lâkin bu neticeleri anlayabilmek için X. asırla XI. asrın başlarında, yani Selçukluların İslâm dünyasını idarelerine almadan önce, İslâm âleminin umumî durumunu gözönüne getirmek zarureti vardır. Göçebe Türkler arasında İslâmlaşma faaliyeti cereyan ederken olgunluk devresine erişmiş bulunan İslâm medeniyeti, bugünkü Avrupa medeniyetinin geçirmekte olduğu buhranlara benzer bir buhran içinde meş'um bir âkibete doğru sürükleniyordu. Siyasî bakımdan birçok devletlere parçalanmış bulunan İslâm dünyası, fikir ve mezhep mücadeleleri ile de dayandığı esasları kemiriyordu.

Bilhassa daha Abbasî halifeliğinin kuruluşundan beri varlıklarını duyuran ve zaman zaman İslâm dünyası ve medeniyeti için büyük tehlikeler teşkil eden ve bugün Avrupa medeniyetine karşı dogmatik ve müfrit akidelerle her türlü metod ve vasıtaları kullanarak saldıran komünist zümreler gibi aynı metod ve vasıtalara muharetle işleyen eski Zerdüş ve Mezdek taraftarlarının Batınî veya Gulât-i Şia (âşırı Şiî) adı altında İslâm medeniyetini baltalama hareketleri çok şiddetli ve tehlikeli bir mahiyet almıştı. İslâm âleminin sarsılmasından faydalanan İsmailî ve Karmatî fırkları İslâm dini ve hakimiyeti yerine İran'ın eski düalist ve komünist dinlerini koymaya çalışıyorlardı. Karmatiler bizzat Halifelik merkezine yakın sahaları, Suriye'yi ele geçirdikten sonra İslâmiyet'in mukaddes şehri Mekke'de Müslümanları heyecana düşüren hareketlerde bulundular.

Horasan tarafları da müfrid Şialar tarafından M. 920'de alt-üst ediliyordu. Gulat-i Şia fırkaları İslâmiyet'i yıkarak kendi gayelerini gerçekleştirecek hayalî bir Sahib-i Zaman'ın pek yakında çıkacağına inanıyorlar ve bunu bekliyorlardı. İslâm dünyasının siyasi ve fikri kargaşalığından faydalanan Bizans İmparatorluğu, Makedonya sülalesine mensup kuvvetli hükümdarlar idaresinde, artık müdafaa siyasetini bırakıp taarruza geçmiş bulunuyor ve ordularını halifelik merkezine doğru ilerletiyordu. Yalnız İslâmlığın karşısında duran bu büyük imparatorluk değil, İbn ün-Nedim ve Mes'udi'nin ifadelerine göre, Uygurlar da Manihaistleri himâye maksadıyla Samanileri tehdit eder bir vaziyet almışlardır; şimaldeki Hazarlar da bir Yahudi havrasının yıkılmasına karşı memleketlerindeki Müslümanları sıkıştırmaya başlamışlardı.

İslâm dünyası için içte ve dışta bu gibi korkunç hadiseler cereyan ederek Türkler arasında İslâmiyetin yayılmakta olduğuna dair gelen haberler yegâne teselli teşkil ediyor ve İslamların ümitlerini ve gözlerini Şarka doğru çeviriyordu. Gulâd-i Şia'dan olmayan ve İslâm medeniyetinin kurulmasında büyük hizmetler gören İranlılar da ırkdaşları tarafından güdülen bu yıkıcı hareketlere şüphesiz taraftar değillerdi. Fakat ne Arapların, ne de İranlıların bu tehlikeyi önleyecek kudret ve enerjileri kalmamıştı. Türkler hakkında gelen ilk ümit verici haberler dolayısıyladır ki Halife el-Muktedir, 921'de, İbn Fadlan idaresindeki meşhur elçilik heyetini, Oğuzlara uğramak suretiyle, Bulgarlara göndermişti. Bu haberler münasebetiyle X. asırda Bağdat'ta Şarktan gelecek fâtih Türklerin İslâmiyet'i kurtaracağına ve burada hüküm süren Şiî Büveyhoğullarının hâkimiyetine son vereceğine dair bir inanış yerleşmişti. İlk defa Kâşgarlı Mahmud tarafından kaydedilerek Türkler hakkında türlü kaynaklarda kullanılan ve sonraları da Moğol hükümdarları ve nihayet Timur tarafından benimsenerek gönderdikleri mektuplara dercolunan "Benim doğuda Türk adını verdiğim bir askerim vardır; hangi kavme gazab edersem anları o kavim üzerine saldırtırım" hadîs-i-kudsîsinin meydana çıkışı bu temayül ve inanışları göstermek ve İslâm dünyasının Türklere nasıl bir kurtarıcı göz ile baktıklarını meydana koymak bakımından dikkate şayandır.

Selçuk İstilâsının Ehemmiyeti

İşte İslâm dünyası böyle bir buhran ve âkibete doğru sürüklendiği zamanlardır ki göçebe kitlelerinin süratle İslâmlaşması ve İslâm ülkelerine göçmeleri vuku bulmuştur. İslâm medeniyetinin karşılaştığı buhranları yatıştırarak ve medeniyete yeni bir hız ve istikamet verip onun XVI. asra kadar dünyanın üstün bir medeniyeti olarak yaşayabilmesi bu göçebe Oğuzların İslâmlaşması ve bunun neticesi olarak da Büyük-Selçuklu İmparatorluğu'nun kurulması eseridir. Bu suretle İslâm âlemine giren bu taze ve enerjik unsur sayesinde İslâm idelojisi tekrar ilk zamanlardaki ruh ve hamlesini kazanarak dört asırlık bir ömürden sonra inhilâle yüz tutan bir medeniyet, bir âlem, daha asırlar boyunca yaşayacak ve ilerleyebilecek bir hayatiyet kazandı. Artık bundan sonraki İslâm medeniyeti yeni bir safhaya girmiş, İslâm tarihi de Selçukluların ve Osmanlıların bir eseri olarak zamanımıza kadar devam eden istikameti almıştır. Oğuzların Selçuk sultanları idaresinde kurdukları bu büyük imparatorluk İslâm âlemini siyasî ve içtimaî anarşiden kurtarmakla kalmadı; başlıca düşman olan Bizanslıları ezmek gibi İslâm idealini de gerçekleştirdi.

Bu, Yakın Şark'ın ve hususiyle Anadolu'nun Türkleşmesi gibi neticeleri itibariyle daha büyük bir tarihi oluşa imkân verdi. Bu hâdisenin mahiyeti hiç de haiz olduğu ehemmiyet nispetinde kavranılmamıştı. Filhakika, Büyük Selçuk sultanları için Anadolu'da girişilen fetihler, İslâm'ın hamilleri olmaları sıfatıyla, onun en mühim dış düşmanını yenmek ve Orta-Asya'dan göçen kesif Türk kitlelerini yerleştirecek bir yer bulmak gayesini güdüyordu. Bundan dolayı başlangıçta Büyük Selçuk sultanları nazarında Anadolu bir uç beyliği, âsi bey ve boyların bir sürgün yatağı olarak telâkki ediliyordu. Halbuki tarih, istilânın en mühim neticesi olarak bu uç beyliğinin bir Türk vatanı haline gelmiş olduğunu göstermiş; burada hazırlanan kuvvetler Türk ve İslâm tarihinin en büyük hamlesi olarak cihanşumûl Osmanlı İmparatorluğu ve dünya nizâmının vücût bulmasını doğurmuştur. O şekilde ki, bu yeni vatan yalnız Türk milleti için değil bütün İslâm kavimleri bakımından da bir kale vazifesini görmüştür.

Selçuk istilâsından sonra Türkten başka kavimler için artık siyasî bir hayat kalmamıştır. Arap ve İranlı unsurlarını istilâya takaddüm eden zamanlarda tamamiyle enerjilerini kaybetmiş olmaları, tabiatıyla, bu hususta Selçuklular için herhangi bir mesuliyetin bahis mevzuu olmayacağını gösterir. O şekilde ki; bir kasırga gibi İslâm âlemini ve husûsiyle Türk ülkelerini sarsan ve uzun zaman da baskısı altında tutan Moğol istilâsı, maddî tesirlerini kaybettikten sonra bile siyasî kuvetler diğer unsurlara değil tamamiyle Türklere inhisar etmiştir. Bu keyfiyet Selçuk istilâsının tarihî ehemmiyetini ve sürekliliğini ve Türkten gayri unsurların zaaflarını göstermek için kâfi bir delildir. Nitekim Müslümanlar, fâtih Türkler sâyesinde kararlarda müdafaadan taarruza geçerek ilerledikleri zamanlarda, hiçbir zaman denizci bir devlet vaziyetine geçemeyen Selçuk İmparatorluğu idaresi dışında kalan ve Akdeniz'e hâkim bulunan İslâmlar bu denizde süratle gerileyerek hâkimiyeti Hıristiyan kavimlere terk ettiler.

Öyle ki denizde giden Haçlı kuvvetlerini durduracak ve onlarla karşılaşacak bir Müslüman donanması kalmamış gibi idi. Bundan başka, sebepleri ne olursa olsun, Selçuk İmparatorluğu'nun parçalanmasına rağmen İslâm dünyasını Haçlıların taarruzundan ve bu münasebetle diğer bir inhilâlden kurtaran tek unsuru da Türkler teşkil ediyordu. Öte yandan İslâm âlemine, Moğollar ve onlar idaresinde bulunarak saldıran, gayrimüslim Türklere karşı İslam medeniyetinin müdafaası da yine Müslüman Türkler sayesinde mümkün olabilmiştir. Memlûklerle İlhaniler arasında vuk ubulan'Ayn-i Câlût muharebesinden bahseden ve Moğolları Türk sayan İslâm müellifleri "Ne gariptir ki Türklere karşı İslâmiyet'i kurtaran yine aynı cinsten olan Türkler olmuştur" diyerek bu hakikati belirtmişlerdir.

Araplar daha Abbasî Devleti'nin kuruluşunu müteakip askeri kuvvet ve hamleleri kaybetmişlerdi. Onların zâfile başlayan İran'ın siyasî rolü ise Sasaniler devrinde olduğu gibi hiçbir zaman hayatiyet gösterememiştir. Kültür bakımından İslâm medeniyeti üzerinde büyük bir rolü olan İranlıların siyasî bakımından tesirleri Türklere ve Araplara nazaran yok denecek bir mahiyette, bazen da menfi bir şekilde belirmektedir. Bu iki kavmin Selçuk istilâsından sonra devam eden kültür faaliyetleri her bakımdan Türkler sâyesinde mümkün olabilmiştir. Daha Abbasî Halifesi Mu'tasım zamanından itibaren İslâm İmparatorluğunda Türk askeri kuvvetlerinin baş gösteren üstünlükleri dolayısıyla Türklerin Arapları tekrar çöle süreceğini ifade eden İbn Sa'd'ın Tabakat'ındaki hadîs de burada zikre şayandır.

İstilâ, İslâmiyet için daima yıkıcı vasfını muhafaza eden fikir ve hareketlerin ezilmesine ve İslâm âleminde Sünnilik'in muzaffer olmasına, İslâm dünyasında maddî kuvveti temsil eden Selçuk sultanlığı ve manevî kuvveti temsil eden Abbasi halifeliği olmak ve ikincisi birincisine bağlı olmak üzere iki kuvvetin meydana çıkmasına sebep oldu. Selçuk sultanları devletlerinin menfaati kadar inançları icabı olarak da Sünniliği İslâm dünyasına hakim kıldılar. Bu münasebetle, halifeliğin Moğollar tarafından kaldırılmasına kadar, maddî sultalarını korumak şartıyla, bazı halifelerin menfi hareketlerine rağmen, onların manevî nüfuzlarına saygı gösterdiler ve bütün Müslümanları İslâm ideolojisine bağlamayı ihmal etmediler.

Bundan başka onlar İslâmiyet'i kemiren hastalıkların yalnız silâh kuvvetiyle tedavi olunamayacağını pek iyi kavradıklarından İslâm medeniyetini ilmî ve medenî müesseseleriyle ve Sünnîlik esasları üzerinde yeniden kurarak kendi hâkimiyetlerinin temellerini de sağlamlaştırdılar. Cami, medrese, zâviyelerin kurulması ve kökleşmesi için sarfedilen gayretlerle, kılıç tutan askeri kuvvetler yanında, zamanın, ihmali caiz olmayan ilim ve tasavvuf erbabından müteşekkil irfan ordusunu da müşterek gaye etrafında toplamışlardı. Bu suretle İslâm âleminde Abbasî devrinin parlaklığına rağmen hiçbir zaman kurulamayan maddî ve manevî huzuru temine muvaffak oldular. Nitekim yalnız Sünniliği değil kökten İslâmiyet'i yıkmaya çalışan hareketler bir daha büyük bir tehlike mahiyetini almak imkanını bulamadı. XVI. asırda Türk kabilelerine dayanarak kurulan ve Şiîliği İran'ın resmi mezhebi haline sokan safevî hareketini yıkıcı müfrit Şii hareketleriyle pek karıştırmamalıdır.

Selçuklular idaresinde Türklerin İslâm alemine yaptıkları hizmetler, zamanında pek iyi takdir edilmiş ve bunlara karşı duyulan minnet ve şükran duyguları devrin müellifleri vasıtasıyla bize kadar nakledilmiştir. Bu hususta çok karakteristik olan bir parça bize İslâm âleminin Selçuk hâkimiyetine karşı bakışını göstermek bakımından burada zikredilmeye lâyıktır. Râvendî Selçuk tarihi hakkında yazdığı Râhat us-Sudûr adlı eserinde der ki: "İmam-ı Âzam vedâ haccını yaparak Mekk'de Allah'a karşı niyazda bulunurken 'Ey Tanrım, benim içtihadım doğru ve mezhebim hak ise yardım et; çünkü ben senin için Muhammed'in şeriatini takrir ettim' demiş; hâtiften gelen bir ses ona 'Sen doğruyu söyledin, kılıç Türklerin elinde bulundukça senin mezhebine zeval yoktur' cevabını verir. Bunun nakl ve senetlerini kayıt eden Râvendi şöyle devam eder: "Tanrıya hamdolsun ki İslâm'ın arkası kuvvetli Hanefi mezhebi mensupları mesutturlar; Arap, Acem, Rûm ve Rus diyarlarında kılıç Türklerin elindedir. Selçuk sultanları Ebu hanife âlimlerini o kadar korumuşlardır ki onların sevgisi ihtiyar ve gençlerin kalbine bakidir". Halbuki Selçuk devrinde yetişmeyen el-Bîrûni ve Abdulkadir Bağdadî gibi mütefekkirler Karahanlılarla Bulgarların İslâm olmasını İslâmiyet'i yıkmaya çalışan İran'ın Gulât-i şîa hareketlerine karşı bir zafer telâkki etmişler ve bununla İslâm medeniyeti için bir tehlike kalmadığını sanmışlardı.

Türkler, bağlandıkları İslâm ideolojisi uğrunda, İslâmiyet'in yükselmesine çalışırlarken kendi temayül ve gayeleri olan cihân hâkimiyeti fikrini daha kuvvetli bir şekilde canlandırdılar. Onlar arasında bütün Orta zamanlar boyunca Tanrı tarafından dünya hâkimiyetine memur bir millet olduklarına dair bir inanış mevcuttur. Orhon kitabelerinde belirdiği üzere onlar, Tanrı'nın sevgili bir kavmi, ilâhi menşeden gelen Türk hakanlarının insanları idare için göndermiş bulunduğu akidesini İslâm dininde Peygamber'in "Türklerin, Tanrı'nın askeri" (Cund Allah) olduğu gibi hadîslerde bu inanış ve temayüllerini bulmakla ve bunun gerçekleşmesini mümkün kılan muvaffakiyetleri görmekle cihan hâkimiyeti mefkûrelerini kamçıladılar. İslâm müellifleri gibi kendilerini Türklük camiası içinde hisseden Moğollar da bu telâkkiyi benimseyerek cihan hâkimiyetinin kendilerine Tanrı tarafından verilmiş olduğunu İslâm hükümdarlarına ve papalara yazdıkları mektuplarda (İslâm hükümdarlarına buna müteallik hadîsleri), gururlu bir ifade ile bildirmeyi unutmamışlar ve bu münasebetle başka kavimlerin boyun eğmekten başka çareleri olmadığına samimiyetle inanarak bunda ısrardan çekinmemişlerdir. İslâm ideolojisinin Araplara verdiği büyük hamle bir asır sonra bütün hızını kaybettiği halde Türkler için on asır süren bir hayatiyet göstererek İslâmiyet'in şerefini yücelten parlak bir tarih yaratmaya imkan verdi.

Bundan dolayı Türkler, başlangıçta, Arap ve Farsların bu yeni medeniyette kendilerine üstün olduklarına kani olmakla beraber onlara enerjilerini kaybetmiş; gevşemiş, ahlâkça bozulmuş, hilekâr bir unsur nazariyle bakmışlardır. Bu münasebetle yalnız bunları değil medeniyetin gevşetici tesirleri içinde yaşayan Türk zümrelerini de tezyifkâr manasıyla Tacik adı altında zikrediyorlardı. Gariptir ki aynı tesirlere maruz kalan göçebeler tam İslâmi bir cemiyetin unsurları olduktan sonra göçebe hayatını sürmeğe devam eden ırkdaşlarını, vaktiyle şeref iade eden "Türk" kelimesiyle fakat tezyifkar bir mânadâ adlanmışlardır. Halbuki bunlar dahi bu ismin geniş manasının şümulüne girdiklerini unutmuş değillerdi.

Türk Hâkimiyetinin Karakteri

Selçuklular ile başlayan Türk hegomonyasının en belirgin vasfı şüphesiz İslâm dünyasının geniş ve sıkı bir devletçilik esasları üzerinde teşkilâtlandırılmasıdır. Halbuki I. asrın Arap müteferriki Câhiz Türklerin meziyetleri hakkında yazdığı Fâil ül-Etrâk adlı risalede onların askerî kabiliyetlerini, zekâ ve karakterlerini öğerken sanatın Çinlilere, felsefenin Yunanlılara, teşkilât ve devlet idareciliğinin İranlılara mahsus bir hüner olduğunu söylemşiti. O bunda mâdu; çünkü Câhiz Türkleri ancak halifelik merkezindeki mevcudiyetiyle tanıyor ve onlar hakkında o münasebetle malûmat sahibi bulunuyordu. Esasen onun zamanında Türkler, Hazar ve Uygurlar istisna edilecek olursa, başlıca bir siyasî mevcudiyet de göstermiyorlardı. Binaenaleyh İslâm'dan önce kurulan Türk devletlerini bilmediği gibi iki asır sonra İslâm âlemi için yeni bir nizam kuracaklarını da keşfedemezdi. Gerçekten Selçukluların, Orta Çağ'ın şartları içinde kurduğu devletçilik, işletme tarzı ve doğurduğu sağlam neticeler itabariyle hayrete şayan bir mahiyet arz eder.

Bundan dolayı Selçukluların İslâm âleminde yaptıkları inkılabın iç cephesi yeni bir içtimaî nizam yaratan devletçilik siyasetidir. Bu, menşeini eski Türk devlet telâkkisinden ve zamanın buna lüzum gösteren şartlarından alır. İlmî, içtimaî, iktisadî ve ticarî bütün işler ve müesseseler devlet tarafından ya idare, ya müdahale veya bir himayeye mevzu teşkil ediyordu. İlk defa ilim müesseseleri umumileştirildi ve amme meselesi haline geldi. Meselâ ilk medreselerin (üniversite) bir ilim ocağı halinde İslâm âleminde yayılması ve herkese açılması Selçuk Devleti'nin eseridir. Bunların, Sünnilik esasları üzerinde, yetiştirdiği insanlar yıkıcı cereyanlara karşı İslâm-Türk imparatorluğunun tabiî müdafileri idi. Medreselerin müdererrislerine ve talebelerine maaşlar bağlanmıştı. Zâviye ve imâreler de devletin verdiği istikamette ve murakabesi altında bulunuyor; bu suretle içtimaî yardım ve imar bakımından olduğu kadar, memleketin her tarafına yayılmış kültür yuvaları olmak itibariyle de umumî gayeye hizmet ediyorlardı. Bu müesseseler sultanlar, devlet adamları veya hususî şahısların vakıflarıyla geçiniyor ve vâkıfların şartlarına uymak mecburiyetinde bulunuyorlardı.

Buna rağmen devlet her sahada olduğu gibi buruda da bu müesseselerin başlarındaki adamları tayin ve işleyişlerini kontrol etmek suretiyle nüfuzunu icra ediyordu. Halbuki Selçuklulardan önce ilim ve kültür müesseseleri ne amme müesesesi telâkki edilmiş ve ne de bu kadar yaygın bir mahiyet almıştı. Binaenaleyh İslâmiyet Selçuk orduları ve devletin teşkilâtlandırdığı kültür müesseseleri ve bunların faaliyetleri sayesinde Gulât-i Şîa adı altında başgösteren fikir ve zümrelerin yıkıcı ve bozguncu hareketlerinden kurtulmuş oldu. Fakat bununla Selçukluların kurduğu yeni nizamın yalnız askeri ve fikri kuvvetlere dayandığını ve bunların kâfi geldiğini sanmak tabiatıyla bugünkü tarih anlayışına uygun gelmez. Nitekim Gulât-i Şîa hareketlerini de münhasıran dinî bir menşee bağlamak da doğru olmaz. Şüphesiz müfrit Şiî hareketlerinin başında bulunanlar zaman zaman asilzade ve dıhkan sınıfının ellerinde ezilen sefil, çıplak halktan ve serserilerden faydalanmasını iyi bilen insanlardı. Binaenaleyh Selçuklulardan önce bu türlü zümrelerin Bâtınî hareketlerine iştirakleri ve bu sahada bir talih aramaları pek tabii idi. Bu münasebetle Bâtınî reislerinin dinî ve siyasî gayeleri esas olmakla beraber hareketlere iştirak edenlerin sevk eden iktisadî âmilleri gözden uzak tutmak doğru değildir.

Selçukluların kurduğu nizamın sağlam esaslarından biri de şüphesiz içtimai tezatları kaldırmak veya teşekkülüne engel olmak idi. Devlet, feodal bir sistemde olduğu gibi, reayayı imtiyazlı sınıf veya şahıslara bırakmayıp bütün velayeti üzerine almıştır. Bu zamanda bir sınıftan bahsetmek icap ederse ancak halk ve sultan adına idare eden memurlar sınıfıdır. Fakat bu ikinci sınıfın yine devletçilik icabı hiçbir zaman bir sınıf halinde teşekkülüne mesade edilmemiştir. Topraksız köylüye toprak tevzii veya boş arazinin imar edilerek bunlar tarafından şenlendirilmesi devletin başlıca vazifelerinden biri olmuştur.

Bu eski Türk devletçiliğinin bir devamı olsa gerek: Göktürk kitabelerinde hakan kendisini aç halkı doyurmak, çıplak halkı giydirmek, nüfusu çoğaltmak gibi hususlarda idaresinde bulunanlara karşı bir velayetle mükellef saymaktadır. Hükümdarların, toy veya Hân-i yağma adı altında, halka sarayında yemek ve ziyafet vermesi herhalde menşei kadim devirlerin dini inanışlarına kadar çıkan bir teâmül olup sonraki çağlarda müşahede ettiğimiz bir devletçilik zihniyetiyle yakından ilgilidir.

Göktürk Hükümdarı Kapagan vaktiyle Çin'de yerleştirilmiş olan birkaç bin çadır halkını kendi topraklarına yerleştirince onları müstahsil vaziyete getirebilmek için Çin'den üç milyon kiloluk tohum, üç bin ziraat aleti celbetmesi hakkında Çin kaynaklarının verdiği kayıt, göçebe esasına dayanan bir devletin ziraat işleri ve tebaasiyle münasebetleri dolayısiyle olduğu gibi devletçilik bakımından da dikkate şayan bir vesikadır. Selçuk Devleti'nin toprak idaresinde tatbik ettiği yenilikler de herhalde, maziden gelen ve bugün vesikaların yokluğu dolayısiyle bizce aydınlatılması pek kolay olmayan, bir milli geleneğin amil olduğunu düşünmek yerinde olur. Şüphesiz bu hususta Selçuklulara hakim oldukları memleketlerin tabi bulunduğu içtimai şart ve zaruretlerin tesirini de ihmal etmemek icabeder. Herhalde Selçuklular Maveraünnehir'de, Horasan'da zengin arazi sahipleri ile topraksız, sefil halk yığınları arasında mevcut olan tezatları, içtimai ve iktisadi buhranları görmüşler; Bizans idaresinde bulunan Anadolu'nun toprak aristokrasisi elinde bir içtimai ahenksizlik, bir feodalleşmenin doğurduğu hareketleri öğrenmişlerdir.

Bundan dolayı bu yeni fethedilen toprakları, öşri ve haraci olsun, şahıslar elinde hususi mülk halinde bırakmayıp tamamiyle miri topraklar haline getirmişler; yani toprak üzerinde bugünkü manada, bir mülkiyeti kabul etmemişlerdir. Bu suretle, mahdut menşelerden gelen bazı mülk topraklar müstesna, bütün memleket devlet tarafından halka kiralanmış ve bu sayede içtimai bünyede aristokratlaşma ve feodelleşme şeklinde belirecek tezatlara imkan vermemişlerdir. Selçuk devletçiliğinin en karakteristik bir örneğini teşkil eden toprak sisteminin Tanzimat'a kadar Osmanlı İmparatorluğu tarafından dahiyane devam ettirilebilmesi bunun ne kadar sağlam esaslara dayandığını anlayabilmek için bize bir fikir verebilir.

Ticari ve iktisadi diğer sahalarda da takip edilen devletçilik siyaseti ve buna dair vak'aların zikri de, bu yazının umumi çerçevesine sığmaz. İslam dünyasını bu kadar geniş bir devletçilik siyasetiyle idare etmenin İslam dünyasını bu kadar geniş bir devletçilik siyasetiyle idare etmenin İslam medeniyetinin gelişmesindeki müsbet veya menfi neticeleri üzerinde herhangi bir hüküm vermek ancak bu hususta yapılacak geniş araştırmaların neticelerini beklemekle mümkün olacaktır. Bu, herhalde bugünkü devletçilik ve liberalizm cereyanları arasında vuku bulan münakaşalar gibi bu hususta da birtakım müsbet veya menfi görüşlere yer verebilir. Mesela denebilir ki Selçuk Devleti'nin Sünniliğe dayanan fikir vcereyanlarını himaye etmesi ve teşkilatlandırması fikir hürriyeti ve bundan ötürü de medeni ilerleme için bir engel teşkil etmemiş midir? Fakat, şurasını hatırlamak lazımdır ki Selçukluların Sünnilik siyasetleri ancak açıktan açığa İslam medeniyetini baltalamak, her türlü fikir hürriyetini boğarak ve kendilerinden olmayanları yok ederek hüküm sürmek gayesini güden ve vaktiyle Sasani İmparatorluğu'nu yıkan hareketleri doğuran Mezdekçiliğin yeni mümessillerine karşı alınmış bir tedbir olarak göre çarpar. Bu bakımdan bunu bugün Avrupa medeniyetini ve bu arada başlıca fikir hürriyetini yıkarak bütün dünyada tek bir görüşü hakim kılmak ve başka türlü düşünen insanlara hayat hakkı vermek istemeyen totaliter cereyanlara karşı demokrasinin aldığı müdafaa tedbirlerine benzetmek mümkündür.

Bu münasebetle Selçukluların bu siyasetine o zamana göre hürriyeti koruyucu gözüyle bakılabilir. Selçuk devrinde, Abbasi devrindeki serbest ve ileri fikirleri temsil eden Mutezile vesair kuvvetli ilim, felsefe cereyanlarına raslamamış olmamız bu siyasetin eseri olmayıp bu, çok daha evvel Eş'ariler ile başlayan ve Akliyecileri zayıflatarak Nakliyecileri kuvvetlendiren karşı bir cereyanın neticesidir. bundan dolayı Selçukluların Sünnilik siyasetleri akliyecileri değil hürriyete düşman olan ve İslamiyet ve Selçuk devleti için siyasi bir tehlike teşkil eden müfrit Şiileri hedef tutmuştur. Esasen Selçuk sultanları da, umumiyetle, eski Türk hakanları gibi din ve fikre karşı müsamaha gösteren geleneğe sadık kalmışlardır. Nitekim bazı Türkiye Selçuk sultanları bu bakımdan, yani dini ve fikri müsamaha dolayısiyle, birtakım ithamlara bile maruz kalmışlardır.

Bunun açık bir delili de Rum, Ermeni gibi Hıristiyanların din ve mezhepleri hususunda Selçuklulardan gördükleri hürriyet ve himayedir ki bu keyfiyet bu devrin bu kavimlere mensup tarihçileri tarafından Türk sultanları hakkında yazılan methedici yazılarda göre çarpar. Hususiyle İslamiyet'in ilk zuhurunda Bizans'ın dini tazyiklerine karşı Mısır ve Suriye gibi memleketlerde yaşıyan Monofizitlerin İslam idaresini tercih etmelerine ve bu sahaları kolaylıkla Bizans'ın elinden çıkmasına sebep olan temayüller aynen Anadolu'da Süryaniler, Ermeniler ve diğer yerliler tarafından Selçuklular hakkında da görülmüş ve bu vaziyet istilayı kolaylaştırıcı amillerden ibir olmuştur. Nitekim aynı amil Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'a yayılmasında da kendini gösterir.

Millî Harsın İhmali

Bu umumi taslak Selçuklularla başlayan Türk hakimiyetinin İslam medeniyetini nasıl yenileştirdiğini ve bu taze unsur sayesinde daha uzun asırlar boyunca İslam aleminin ne kadar büyük bir hayatiyet kazandığını gösterir. İlk büyük Selçuk sultanları ve onların kollarını teşkil eden birtakım varisleri, bazı Atabegler, yalnız irade ve siyasetleri bakımından değil, ahlak ve İslam ideali dolayısıyla da halife Ebu Bekir ve Ömer'in vasıflarını andıran büyük şahsiyetler idiler.

İlk Türkiye Selçuk sultanları ve birkaç asır hiçbir zaaf göstermeyen dahi Osmanlı padişahları bu yeni unsurun haiz olduğu kudret ve hayatiyetin tam mümessilleridir. Bununla beraber burada Türk sultanlarının ve Türk kültürünü taşıyıcı olan yüksek tabakanın İslam ideolojisi uğrunda sarf ettikleri gayret ve fedakarlıkların Türk kültürü zararına olarak bazı tecellilerini de hatırlatmak ve bunu itiraf etmek icabeder. Onların İslam'dan önceki tarih ve geleneklerine karşı bir ilgisizlik şeklinde tezahür eden bu hareketleri İslamiyet'e aykırı ve putperestlik devrinin hatıralarını canlandırmak gibi bir endişenin neticesi olmalıdır.

Esasen bütün Türk-İslam devletlerinde İslam dininin koyduğu İslami beynelmielciliği Türklerin samimiyetle kabul ettikleri ve yeni dinin icabı saydıkları görülmektedir. Türklerin İslamiyet'i kabulleri hakkında ve onların lehinde olarak Fahreddin Mübarekşah'ın verdiği malumatın bir misal olarak zikri bu bakımdan ehemmiyetlidir. Ona göre: "Başka kavimlerin Müslüman iken de ana, baba ve yakınlariyle ilişkilerini kesmedikleri çok defa görüldüğü ve samimi bir Müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç hasıl olduğu halde Türkler Müslüman olduktan sonra Müslümanlığa öyle sarılırlar ki bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamazlar; hiçbir Türkün irtidat ettiği de görülmemiştir". Bu keyfiyet Arapların Hulafa-i Raşidin'in sonuna kadar Cahiliyye devri hatıralarını terk etmelerine benzer. Bununla beraber Peygamber zamanından uzaklaştıkça eski hatıraları canlardırma temayülü kuvvetlenmişti. O şekilde ki yalnız Araplar değil İranlılar ve Türkler bile çöllerde yaşayan kabileler arasına girerek dil, tarih, edebiyat ve etnoğrafya bakımından çok zengin bir malzeme topladılar ve araştırmalar yaptılar. Gerçi bunda Kur'an dilini öğrenmek gibi dini bir gaye mevcut idi. Fakat bunun asıl neticesi Cahiliyye devrini ve Arap harsının menşeini aydınlatmak ve yaşatmak olmuştur.

Halbuki İranlılar da bir iki asırlık istiladan sonra milli dilleriyle ananelerini yeniden canlandırmağa çalıştılar. Bundan dolayı mesela milli ananeye daha sadık olan göçebe kitleri arasında vücut bulan Oğuz-name ve Dede Korkut Kitabı istisna edilecek olursa aydın Türklerden, Firdevsi gibi İran tarihi destanını ebedileştiren bir kimse değil, Oğuz Destanı'nı bize sadece nakleden bir Türk raviisi bile çıkmamıştır. Nitekim Mısırlı Türk tarihçisi Aybeg Oğuz-name'den bahsederken bunun birtakım parçalarını mahz-i küfr telakki ederek nakletmekten sakınmıştır. Vakıa Firdevsi de uzun zaman hakiki Müslüman muhitlerde putperest devrin ananelerini diriltmekle itham edilmişti. Bununla beraber bu telakki zamanla gevşeyerek Firdevsi'ye yalnız milliyetçi İranlılar arasında değil, Türkler arasında da büyük bir mevki verildi.

İlk Selçuk sultanları ve aydın tabakanın devletin kuruluşundan önceki devirlere ait bir tarihi eser yazmayı veya yazdırmayı düşündüklerine ait bir kayıt henüz görülmemiştir; bilakis Tuğrul Bey'in doğuşuna dair Bundari tarafından zikredilen şifahi rivayet böyle bir eserin yazılmamış olduğunu gösteriyor. Sultan Sancar'ın yazdırdığı Mefahir ul-Etrak adlı eser kaybolduğu ve muhtevası malum bulunmadığı için bu hususta açık bir şey söylenemez. Halbuki küçük bir kitle halinde İslam memleketlerine gelen ve kültür yakınlığı ve üstünlüğü ve nihayet muhitlerindeki ekseriyet dolayısiyle kolaylıkla Türkleşen Moğallar eski tarihlerini Cami üt-Tevarih'i yazdırmak suretiyle istikbale nakletmeğe muvaffak oldular, ki Oğuz-name'nin İslam kaynaklarına geçişi de bu vasıta ile oldu.

İlk Osmanlıların milli tarih görüşüne sahip olmaları denebilir ki istisnai ve dikkate şayan bir hadisedir. İlk tarihçiler, Osmanlı tarihini Türkiye Selçukluları, Büyük Selçuklular, Karahanlılar devrelerini destani Oğuz Han'a çıkarmak suretiyle yazarlarken Türk tarihini bir bütün halinde mütalaa etmenin lüzumuna kani olmuşlardı. Onların ilk İslami Türk devleti Karahanlılardan önce doğrudan doğruya Oğuz Han'a çıkmaları daha evvelki Türk devletleri hakkında hiçbir bilgileri olmadığını gösterir ki, bu da Selçuklulardan veya diğer Türklerden böyle bir eser kalmaması dolayısiyle gayet tabiidir. Osmanlıları Selçuklulardan farklı olarak böyle bir milli tarih görüşüne sevkeden amillerden biri herhalde Osmanlı tarihini yazanların bizzat bu hanedan etrafındaki Türk müellifler olması idi. Bundan başka bu müelliflerin henüz canlılığını yaşatan Osmanlı aşiretinin ananelerine vakıf olmaları ve galip bir ihtimalle de Cami üt-Tevarih'ten istifade etmiş ve bizzat onun tesirinde kalmış bulunmaları bu hareketin sebeplerini teşkil etmelidir.

Selçuk sultanları ve münevver sınıfın Türk kültürüne karşı gösterdiği kayıtsızlığın en menfi neticesi Türk dili yalnız İran gibi Farsçanın kuvvetli bir edebiyat dili haline geldiği bir sahada değil, Anadolu gibi İslam medeniyetine yeni giren ve başlıca Türklerle meskun olan bir memlekette bile uzun zaman Farsçanın baskısı altında edebi ve resmi bir dil olmak imkanını bulamadı. Halbuki, Selçuk İmparatorluğu'nun kurulduğu zamanlarda, Karahanlıların idare ettiği yerlerde, Uygur kültürü tesiriyle, Türk dilinde mühim eserler vücuda getiriliyordu. Fakat bu sahaların çok sürmeden maruz kaldığı siyasi buhranlar gelişmekte olan Türk kültürü için bir darbe teşkil etti. Şartlar ne olursa olsun Selçuk Devleti'ni idare edenler arasında Türk kültürünün ehemmiyetini Kaşgarlı Mahmud gibi duyan ve anlayan alimler yetişse idi, milli dilin İslam dünyasındaki rolü pek ehemmiyetli olurdu.

Mahmud, türk dilinin öğrenilmesi ve yayılması için meşhur eserini yazarken bu maksadı terviç eden bir hadis de nakletmektedir. Hadis diyor ki; "Türk dilini öğreniniz; çünkü onların hakimiyetleri uzun sürecektir". Mahmud'a göre bu hadis doğru ise Türkçeyi öğrenmek vacibtir; eğer doğru değilse aklen öğrenilmesi gerektir; çünkü zamanımızın sultanları ve hakim kavmi Türklerdir. Mahmud'un, zamanında şartların müsaadesizliği yüzünden semeresiz kalan çalışmalarına karşı Timurlular devrinde daha iyi bir zemin bulan Ali Şir Nevai'nin gayretleri Türk dilinin ilerlemesinde büyük bir hamle yarattı. Buna karşı İran edebiyatı ve kültürü bakımından Selçuk devri Türklerin teşvik ve himayeleriyle parlak bir devir olarak tarihe geçmiştir. Selçuk devrinin Türk dili ve tarihi bakımından böyle bir manzara göstermesi şüphesiz sadece yüksek tabakanın kayıtsızlığı eseri değildir. Vakıa Türkler İslam medeniyetini tamamiyle benimsemiş bir millet olarak milli kültürün, İslam kültürü çevresinde gelişmesini dünya hakimiyeti temayülleri için lüzumlu görmemişlerdir.

Onlar imparatorluklarını kurdukları sahalarda içtimai ve ilmi müesseseleriyle kurulmuş üstün bir medeniyete rasladılar. Yeni gelen unsurun buralardaki kültür düzenini kolaylıkla değiştirmesi imkansızdı. Zaten bu yeni unsurun esası ve bizzat imparatorluğu idare eden tabakanın menşei göçebe idi. Bu münasebetle ister istemez kurulu medeniyetin diline de, edebiyatına da uzak kalmazlardı. Bundan başka, bu devlet kurulurken ne doğrudan doğruya ne de dolayısiyle milli vasfile gelişen Uygur-Karahanlı kültürüne dayanmak imkanına da malik değildi. Hatta Selçuk Devleti'nin ağırlık merkezi Maveraünnehir olsa idi tarihi ve içtimai şartlar böyle bir şuura malik olmaksızın dahi ister istemez milli temelden beslenerek milli kültür daha kolay gelişme imkanlarına sahip olacaktı.

Nitekim tamamiyle Uygur kültürünü benimseyen ve ancak Müslüman ülkelerde birkaç nesil sonra Müslüman olan Moğallar sayesindedir ki Uygurların medeni tesirleri geniş sahalara kadar yayılma ve İslam medeniyetiyle imtizaç etme imkanını bulabildi. Selçukluların İslam kültürü içerisine girerken milli kültüre karşı kayıtsız kalmalarının bir amili de şüphesiz İslam dinini kendi arzulariyle kabul etmeleri ve bizzat İslam dünyasına hakim bulunmaları idi. Bundan dolayı onların yeni din ve yeni medeniyete karşı bir aksülamel duymalarına sebep kalmamış idi. Esasen Türklerin İslam ideolojisini tamamiyle benimsemeleri de ancak bu sayede mümkün olabilmiştir.

Türkler cihanşümul hakimiyet ve kudretlerini muhafaza ettikleri asırlar boyunca milli üstünlüklerini müdrik bulunmakla beraber dar ve titiz bir milliyetçilik şuuruna sahip olmamalarını böyle bir siyasi kudret ve hakimiyete ftfetmek icabeder. Nitekim Orhon yazılarında beliren kuvvetli milliyetçilik hareketini de acı gelen Çin istilasiyle izah etmek mümkündür. Bunun gibi XIX. asırda Osmanlı İmparatorluğu'nda başlayan Türk milliyetçiliği cereyanında, Fransız İhtilali'nden ziyade iç ve dış tehlikeler karşısında zaafa uğrayan milli mevcudiyeti koruma ve kurtarma duygusunun tesirini aramak daha doğru olur. Bu ruhi amil gözönünde tutulmaksızın bu mesele tamamiyle kavranılamaz. Fakat bununla İslamiyet'in, bilhassa X. asırda, Türkler arasında süratle yayılmış olmasına rağmen bu İslamlaşmanın bazı iç mücadelelere ve buhranlara sebep olmadığını iddia etmiyoruz. Esasen bu içtimaiyat ilmi bakımdan da imkansızdır. Nitekim bu hususa dair bazı vesikalar da mevcuttur.

Millî Harstan Kalan Unsurlar

Bütün bu vak'a ve izahlara rağmen toptan Müslüman olan bir kavmin tamamiyle kendi harsından sıyrıldığını ve binaenaleyh İslam medeniyeti üzerinde bu bakımdan da bir tesirde bulunmadığını söylemek imkansızdır. Esasen bu sosyoloji kaidelerine aykırı bir iddia olur. Bu kavim, nasıl bir medeniyet seviyesinde olursa olsun, asırlardan beri devam eden yaşayış, düşünüş ve inanışlarını, şuurlu veya şuursuz, ister istemez ve birdenbire feda edemez. Selçuk sultanları ve idare sınıfı birçok eski Türk devlet telakki ve müesseselerini, İslami bir imparatorluk kurarken de muhafaza etmişlerdir. Başlangıçta eski Türk sistemine göre teşkilatlandırılan imparatorluk, zamanla İslami şekle uymak zorunda kalarak bir kısım hususiyetlerini kaybetti ise de bazı Türk müesseseleri imaratorluk çerçevesini aşarak İslam medeniyetinin de malı oldu. İslam akideleriyle açıktan açığa çarpışmayan adetler, merasimler, teşkilat ve devlet mansıb ve vazifeleri İslam dünyasının her tarafında kabul edildi.

Selçuklularla birlikte İslam medeniyetinde başlayan Türk kültür tesiri henüz ciddi bir tetkike tabi olmamış olmakla beraber bugün umumi olarak bildiklerimizi bile burada sıralamak bu yazının hudutlarını aşar. Yalnız Selçukluların eski Türklere ait idari, askeri ve içtimai teşkilatları, Atabeglik teşkilatını devam ettirmeleri ve inşa divanını tuğra divanı haline çevirmeleri onların en fazla ihmal ettikleri bir hususta dahi Türk tesirinin ehemmiyetini göstermek için kayda değer. Bu, Kaşgarlı Mahmud'un Oğuzlar arasında yazının mevcut olduğuna dair ifadesini teyit edeceği gibi, Oğuz yabguları idaresindeki siyasi teşekküllerin, büyük bir devlet haline gelmemiş olsa da, bir divan teşkilatına malik olduklarını meydana kor.

Yüksek tabaka İslam medeniyeti içerisinde daha fazla İran kültürü tesirine maruz kalıp onun inkişafında başlıca amil olurken, İslamiyet'i sathi bir şekilde kabul eden ve İslam kültür merkezlerinden uzak sahalarda yaşayan ve hususiyle göçebeliği devam ettiren Türkler, uzun zaman Şamani inanış ve düşüncelerini İslamiyetle uzlaştırmak suretiyle muhafaza etmişlerdir. Milli destanın bir parçası olan ve İslami bir cemiyet kadar şimani bir cemiyetin yaşayış ve inanışlarını aksettiren Dede Korkut Kitabı bu göçebeler arasında vücut bulmuş; Oğuz-name'nin Cami üt-Tevarih'e geçmesi bunlar arasında yaşayan rivayetlerin toplanması sayesinde mümkün olmuştur. Battal-Gazi destanı ile Dede Korkut kitabindaki kahramanlar aynı İslam ideolojisi uğrunda savaşan insanlar olmakla beraber, birbirlerinden farklı hususiyetler arzederler. Birinciler tamamiyle İslamlaşan şehirli ve yerleşik Türklerin, ikinciler sathi bir şekilde islamlaşan ve eski Türk hayat ve telakkilerini yaşatan göçebelerin eseridir. Dede Korkut'ta geçen kahramanlar İslamiyet uğrunda Trabzon Rumları ve Gürcülerle savaşan, şarap içen, kadınlı meclisler kuran insanlar olup İslam'ın gazilerinden ziyade Türklerin alpleridirler; Bu hikayetler bize Müslüman göçebelerin ne derece İslamlaştıklarını, yaşayış ve düşünüşlerinin eski Türk karakterini nasıl devam ettirdiğini gösterir.

Bu münasebetle Türkler tarafından kurulan bazı tarikatlar üzerinde Türk tesirini bulabiliyor ve Şamani unsurlara raslayabiliyoruz. bundan dolayı İslamiyet'i birbirinden farklı bir şekilde anlayan ve kabul eden şehirli unsurlarla bu göçebeler arasında yaşayış bakımından olduğu gibi inanış bakımından da bazı tezatlar vücuda gelmiş ve bu, birtakım mücadelelere sebep olmuştur. Bununla beraber, şüphesiz, göçebeler de bu yaşayış ve inanışları dolayısiyle İslamiyet'e aykırı davrandıklarına dair bir kanaat hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Fakat münevver kitlenin takip ettiği yol karşısında milli temele dayanan bu İslami Türk kültürü galebe çalmak imkanını bulamamış; bilakis beslenemediği ve zamanla eski Türk hayatından uzaklaştığı için gittikçe kuvvetini kaybetmiştir. Eğer İslami Türk kültürü bu esas üzerinde kurulsa ve yürüse idi, şüphesiz bugün çok daha ileri ve daha sağlam bir milli kültür temeline sahip olacak idik. Bundan dolayı Türklerin İslam alemine hakim olmaları Türk kültüründen ziyade Arap ve bilhassa Fars kültürünün inkişafına yardım etti. Arapçadan sonra İslam dünyasının ikinci kültür dili olan Farsça, Türk ilim ve edebiyat adamlarının da kültür dili haline geldi.

Garp Türkçesinin edebi bir dil haline gelmesi Selçukluların son zamanlarında başlar ve Beylikler devrinde gelişir. Bu da İslamiyet'i, tasavvuf ve tarikat mensuplarının fikirlerini halk arasında yaymak gayesiyle başlamıştır. Bu suretle yavaş yavaş halk dili üzerinde bir edebiyat dili kuruldu. Ekserisi göçebe ve aşiret aslından gelen ve Arap ve Fars dilinde yazılı eserlerden anlamayan Anadolu beylerinin bu cereyanı teşvik etmeleri, edebi Garp Türkçesinin inkişafında çok tesirli oldu. Türkiye'de gelişen yazı dilinin tamamiyle halk dili üzerinde kulupu Orta-Asya yazı dili geleneğiyle hiçbir ilgisi olmadığı hakkında en kuvvetli delil şüphesiz burada Arap harflerinin Türkçeye tatbik şeklidir. Filhakika, Orta-Asya'da Arap harfleri Türkçeye tatbik edildiği zaman, herhalde Uygurcanın tesiriyle, Arap harflerinden bazı sesli harfler yaratıldığı halde Garp Türkçesinin ilk metinlerinde bu sesli harfler kullanılmamış; sefer çok defa hareketle gösterilmeğe çalışılmıştır. Bu suretle kurulmağa başlayan yazı dili ve edebiyat cereyanı Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Devleti'nin yükselmesi nisbetinde gelişti.

Bu sayede ilk defa bütün kültür faaliyetlerini kendi dilinde yapan ilk Müslüman Türk devleti Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Bundan dolayı Türklerin vücuda getirdiği en büyük siyasi teşekkül olan ve dünya tarihinde Roma ve Halifelik imparatorlukları ölçüsünde bir tarihi role sahip bulunan Osmanlı cihanşumul İmparatorluğu'nun, milli kültür tarihimiz bakımından da hususi bir ehemmiyeti vardır. Filhakika Osmanlı İmparatorluğu her bakımdan Selçuk Türkiyesi'nin bir inkişafından ve üç kıt'aya ve iç denizlere hakim olarak Türk ve İslam tarihinin en son ve cihan nizami (Nizam-i alem) halinde yükselişinden başka bir şey değildir. Anadolu Bizans idaresinde, Selçuk istilasına takaddüm eden asırlarda, türlü sebeplerin tesiriyle, medeniyet bakımından çok geride bulunuyordu. İslam-Bizans mücadeleleri ve bu esnada dünya ticaretinin aldığı istikamet Anadolu'nun medeni ve iktisadi durumu için tam bir darbe şeklinde belirdi. Şehirler yıkıldı ve küçüldü.

Selçuk istilası da başlangıçta inhitatı ikmal etti. İstiladan sonra Anadolu İslam dünyasının geniş iktisadi ve medeni faaliyetleri içine girmekle ve bu ülkenin tarihinde yeni ve mesut bir devir açılmakla beraber bu memleketin medeni seviye itibariyle diğer İslam memleketleri vaziyetine gelebilmesi için bir asırdan fazla bir yerleşme ve çalışma zamanına ihtiyaç vardı. Haçlıların ve Bizans'ın taarruza geçmeleri ve iç mücadelelerde medeni faaliyetlerin inkişafına engel çıkarmakta büyük bir amil oldu. Zaten Türkler Anadolu'da mamur bir ülkeye konmak, hazır bir medeniyete varis olmak talihine mazhar olamadılar. Bu, Selçukluların Anadolu'da İslami bir medeniyet kurabilmeleri için fethi kadar güç bir durumla karşılaşmalarına sebep oldu.

Bunun açık bir delili de İslamiyet'in ilk fethettiği Bizans ve Sasani Devleti idaresindeki memleketlerde Hıristiyan unsurlar İslamlar üzerinde bariz bir medeni tesir ve üstünlük gösterdikleri halde, Anadolu'da Hıristiyan unsurların böyle bir tesir ve üstünlüklerine dair bir misale rastlanmamış olmasıdır. Hatta bu devirde Hıristiyan kavimlerin, şüphesiz İslam medeniyetine nazaran pek geri olmakla beraber, medeni ve fikri faaliyetleri Türkiye'de değil, daha ziyade eski İslam hudutları içerisinde vuku bulmuştur. Bundan dolayı, mevkiine rağmen İslam hudutları içerisene girmiş olan bu yeni ülkede başlayan medeni faaliyet Bizans medeniyetiyle karışarak yeni bir sentez halini alamayıp İslam medeniyetinin bir istitalesi mahiyetini arz eder. Bu sebeple güç şartlar içinde Türkiye'de inkişaf etmeğe başlayan Selçuk medeniyetinin İslam dünyasından uzun zaman daha beslenmesi, onun kuvvetlenmesi için zaruri idi.

Filhakika bu beslenme devam etti ise de Moğol istilası bütün İslam dünyasayla birlikte Türkiye'yi de sarstı. Beyliklerin kurulduğu zamanda ise ne dahili inkişaf ne de İslam dünyasının vaziyeti sağlam bir zemin hazırlamağa kafi geldi. Bundan dolayı Osmanlı Türklerinin siyasi hamlesi ilim ve fikir bakımından beslenecek bir kaynak bulamadı; hukuki, siyasi, içtimai, idari en yüksek nizami çeşitli San'atlarda ve hususiyle mimaride imparatorluk azameti ile müvazi ihtişamlı eserler verdi ise de gittikçe kuvvetlenen Avrupa karşısında da bu zayıflık daha kuvvetle hissedildi. Nihayet Avrupa medeniyetinin ağır basan üstünlüğü İslam kavimlerini ve başta Türkleri artık yeni medeniyeti kabule icbar etti. Halbuki XVI. ve hatta XVII. asırlarda Türkiye'ye gelmiş olan Avrupalı seyyahlar, imparatorluğun azametini yaratan müesseselerin sağlamlığına, Türklerin ahlaki meziyetlerine, memleketin medeni ve içtimai tekamül ve teşkilatına karşı müttefikan hayranlıklarını ifade etmişlerdi. Esasen bu asırda Türkler her bakımdan Avrupalılara üstün olduklarına inanıyorlardı.

Bu mevzua dair yazdıklarımızı bir iki cümle ile hülasa edersek:

1. Türklerin İslam dünyasının mukadderatı üzerinde büyük bir amil olmaları göçebe unsurun İslamlaşmasının ve binaealeyh Selçuk istilasının bir neticesidir.

2. Bu İslamlaşma İslam medeniyetinin üstünlüğü ile İslam dini esaslarının Türklerin inanış ve mizaçlarına uygun gelmesi gibi iki başlıca amilin tesirinde vuku bulmuştur.

3. İslamiyet'i kurmak şerefi Araplara ait ise de onu yaşatmak ve Araplar nisbetinde yaymak şerefi Türklere aittir. Türkler olmasa idi İslamiyetin XI. asırdan sonra iç ve dış tehlikeler dolayısiyle, akıbeti meşkuk, Haçlı taarruzlariyle yıkılmağa mahkum olurdu.

4. Türkler, İslam medeniyetinin kuruluşunda Araplar ve İranlılarla birlikte çalıştılarsa da, türlü amillerin tesiriyle, bu medeniyet çerçevesi içerisinde Araplara ve İranlılara nazaran İslami Türk kültürü ihmale uğradı ve onlar nispetinde gelişemedi.

5. Türk tarihinin en mühim devresi İslam medeniyeti içerisinde yaratılmış ve Osmanlılar en son ve büyük azameti temsil etmiştir.

Bu tarihi görüş bizi haklı olarak bugün girdiğimiz veya, daha doğrusu, girmekte olduğumuz bize göre yeni bir sentez yapmak zorunda bulunduğumuz Avrupa medeniyeti karşısında meydana çıkan birtakım meseleler hakkında derin düşüncelere sevk eder. Gerçekten on asır önce olduğu gibi bugün de milli tarihin bir dönüm noktası üzerinde bulunuyoruz. Bu dönüşü ne kadar milli şuura ve ilmi esaslara sahip olarak idare edersek milletin mukadderatı o kadar teminat altına alınmış olacak; aksi takdirde o nispette milli bünyemiz sarsıntılara, tehlikelere maruz kalacaktır. Bugün daha fazla milli endişelerle hareket edersek ilmi esaslara dayanmamızı gerektiren en nazik nokta da İslam medeniyetine girmekten farklı olarak hakim ve büyük bir millet mevkiinde bulunmak gibi bir imtiyazla değil küçük ve tabi bir millet menzilesinde cihanşümul bir medeniyeti kabul etmek zorunda olmamızdır. Diğer bir fark da yeni medeniyete girerken din değiştirmenin bahis mevzuu olamıyacağıdır.

Burada her iki medeniyete mensup cemiyetlerde, dinin Orta çağdaki kudret ve tesirini muhafaza edememiş olması ileri sürülebilirse de; onun içtimai mahiyeti dolayısiyle hayati ehemmiyetinin bir vakıa olarak mevcut olduğu ve ne şekil ve nisbette olursa olsun daima mevcut olacağı aşikardır. Birinci fark milli bünyemiz için ne kadar sarsıcı bir tesire sebep olursa ikincisi de, asrımızın hakim bir cereyanı olan milliyetçilikle birlikte, bu sarsıntıyı tadil edici bir role sahiptir. Bundan dolayı yeni medeniyet bize kendini ne kadar ezici bir kuvvetle kabul ettirirse ettirsin ve buna karşı biz ne kadar tabi bir durumda bulunursak bulunalım İslam dini ve medeniyetinin bin yıllık bir tarih potası içerisinde milli kaynaktan gelen unsurlarla yoğurduğu bir içtimai bünyenin, şuurlu veya şuursuz, birtakım müdafaa kuvvetlerine malik olarak, ister istemez, bünyesine uygun bir şekilde bir alış yapacak ve yeni medeniyeti milli, İslami ve Avrupai unsurların dozuna göre yeni bir hamur haline sokacaktır.

Tarihin bu dönüş ve akışında içtimai amillerin ehemmiyeti ne olursa olsun milli şuur ve ilim sahipleri olan yüksek tabakanın bu hususta oynadığı ve oynayacağı rol çok büyük olacaktır. Aksi halde milli mukadderatımız için tedavisi imkansız hastalıklar doğurabilir. Bundan başka üzerinde durulması gereken bir mesele de İslam medeniyetine girerken bu medeniyetin içinde bulunduğu buhranın yeni medeniyete girerken onda da buna benzer bir mahiyette bir buhranın mevcut olmasıdır. Avrupa medeniyetinden faydalanmamız, Avrupalıların İslam medeniyetinden faydalanarak yeni medeniyeti vücuda getiren Renaissance ve reforme hareketlerine benzer bir mahiyette mi olacak; yoksa bugünkü medeniyetin bütün dünya milletlerini içerisine alması dolayısıyla müşterek medeniyeti yaratan ve içinde yaşayan Avrupa kavimlerini birbirinden ayıran farklara yakın bir farkla yeni bir içtimai ve milli bünye mi arz edecektir? Bu meseleler ve bugün görmemiz ve çekinmeden söylememiz gereken hars buhranımız giriş mahiyetinde olan bu makalenin bir devamı olarak başka bir yazımızda tetkik mevzuu olacaktır.3



Dipnotlar:

1 Bu mevzuun şümül ve ehemmiyeti, makalemizin ancak en umumî esasları ve hususî görüşlerimizi belirtecek bir mahiyet almasını gerektirmiş ve bu münasebetle tafsilat ve tahlillere girişilmemiş; bibliyografya gösterilmemiş; bu hususlar bu mevzu için hazırlayacağımız bir esere bırakılmıştır. Bir konferansın metni olan bu makale Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi'nde çıkmış (Ankara 1946, C. IV, Sayı 4) olup, mütevazi hüviyetine rağmen, Avrupalı meslekdaşlarım tarafından eserlerinde kullanılmıştır.

2 XII. asrın meşhur Süryanî tarihçisi Mihael de Türklerin dini ile İslamiyet arasındaki bu yakınlığın onların kolaylıkla Müslüman olmalarına sebep olduğunu yazarak bu görüşü ilk defa meydana koymuştur. Daha sonra tetkik ettiğimiz bu mühim kaynağa ait bu fikirler muahhar araştırmalarımızda kaydedilmiş ve işlenmiştir.

3 Türkiye'nin bugün karşılaştığı medeniyet dâvâsı Medeniyet tarihine göre ele alınması gerekirken, Türklerin İslâm dini ve medeniyetine girişlerine dair bir umumi görüş bu makale ile meydana konmuştur. Avrupa medeniyeti karşısında girişilen sathi taklitlerin zararlı ve hatta tehlikeli taraflarına dair yazdığımız çeşitli yazılara rağmen, bu makalenin giriş teşkil ettiği Medeniyet davamız henüz yazılmamıştır. Bunun Avrupa'nın İslâm medeniyetinden asırlarca yaptığı ilim, fikir ve teknik iktibaslar şeklinde olacağı tabiidir.

Devamını Oku »