Ebu Talib el-Mekki'de Namazda Şekil ve Mana İlişkisi

Ebu Talib el-Mekki'de Namazda Şekil ve Mana İlişkisi
...İbadetin özü Allah’a saygı ve itaattir. Bu da Allah’ı gereği gibi takdir etmekle olur. Sırf cennet ümidiyle ibadet etmek veya cehennem korkusuyla isyandan ka­çınmak, Mekkî’ye göre Allah’ı hakkıyla takdir edememekten ileri gelmektedir..

Namazda Şekil ve Mana İlişkisi

Mekkî,namazın sözlü ve şeklî rükûnları olan tekbir, kıyam, rükû’, kıraat gibi fenomenlerin bedenen ve lisanen yerine getirilişi esnasında bunların içte ruhen ve zihnen de yaşanmasının gereğine dikkat çeker. Ona göre mü’minin kalbi, na­mazın rükûnlarıyla vasıflanmak, yani kişi yaşayarak namaz kılmalı, diliyle söyle­diğine ve bedeni ile yaptığı davranışa kalbi iştirak etmelidir. O “Allahu Ekber” dediğinde, Allah’ın her şeyden yüce olduğunun şuurunda olmalı, Allah’ın zikri olan namaz, kalbinde en büyük yeri kaplamalıdır. “Allahu Ekber” diyen kişi, bu­nu söylerken bir başkasının sözü olarak nakletmemekte, bir başkasından haber vermemekte, kendi samimî inancını manasına vermiş olarak ifade etmektedir. “Allahu Ekber” derken, söze uygun amel, Allah’ın kalbte her şeyden daha büyük olmasıdır. Bunu dil ile söylerken kişi kalbinde dünyada yüksek mevki ve statü sahibi olan kişilere, Allah’tan daha büyük yer veriyorsa, o kişi tekbir cümlesinin manasını yaşamamış olur. Onun sözü ile özü birbirine uymamıştır. (el-Mekkî, Kûtu l-Kulûb, c. II, sş. 196, 198.)

Kıyam, ilâhî huzurda saygı ile duruştur. Namaza niyetlenerek ayağa kalktı­ğında kalbi âlemlerin Rabbi için kıyam ettiğine şehadet eder. Allah’a ta’zim duy­gusu onun bütün varlığına hakim olur, her şeyi gözetimi altında tutan Allah ın korkusu onu içine alır.(ayn eser,cilt:2,s.198)

Kur an okumaya başladığı zaman, kelâmın sahibiyle olan beraberliği onun kaygısını azaltır. Çünkü o, kelâmın sahibiyle konuşmaktadır. Namazda Kuran  ayetlerini okurken tertîl ile (yavaşça) okumalı, İlâhî kelâmın manaları üzerinde düşünmeli ve manası yaşanmaya çalışılmalıdır. Bir rahmet âyeti ile karşılaşılaştığında onu arzulamalı, istemeli, azap âyetiyle karşılaşıldığında korkup Allah'a sığınmalı, teşbih ve tazim ifade eden bir âyet okunduğunda (kalkan) hamd, teshih ve tazîmde bulunmalıdır. (el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, c 2, ss 195. 198)

Huşû ile namaz kılan kişi, ruküa eğildiği zaman kalbi derin bir saygı ile dolar, onun gönlünde Allah'tan daha yüce hiçbir şey bulunmaz. Rükûdan doğrul­du ğu zaman hamdın ancak Allah'a mahsus olduğunu müşahede eder, kalbi hu­zurla dolar. (Aynı eser, c. II, s. 199.)

Secde kulun ruhen Allah’a en çok yaklaştığı, kalbinin ulvî mertebelere ulaş­tığı andır. Bu durum Kur’ân’da “Secde et ve Allah’a yaklaş.'' âyetinde ifadesini bulmuştur.

Burada yeri gelmişken namazdaki kıyam, rükû ve secdeden ibaret olan şek­li erkânın, dindarın Rabbi karşısında duyduğu saygının bedenen ifade edildiği fenomenler olduğunu hatırlatalım. Buna göre ibadetler aynı zamanda kulun Rabb ine duyduğu ta’zim hislerinin bedenen ifade edilişidir.

ed-Dehlevînin de belirttiği gibi, ta zimin bedenen ifade edilişinde esas olan, boyun eğip teslim olunarak saygı gösterilenin huzurunda kıyam, rükû ve secde şeklinde birbirini takiben bir arada yerine getirilmesidir.' Buna göre kıyam, Al­lah’a saygı (tazim)nin gösterilişinin ilk aşaması, rükû ikinci aşaması, secde ise en ileri aşamasıdır.(Abdullah Yıldız,Namaz,syf;111)

Mekkî, sahibini her türlü büyük günahlardan ve ahlâk dışı davranışlardan alı­koyan namazın gereği gibi kılman ve Allah taralından kabul edilen namaz oldu­ğunu söyler.Kur’ân-ı Kerim de de namazın inananlar üzerinde gerçekleşmesi beklenen bu işlevine dikkat çekilerek “Sana vahyedılen Kur’ân-ı oku ve namazı kıl. Gerçekten namaz, kötü işlerden ve uygunsuz davranışlardan alıkor.’’ bu­yurmaktadır.

Namazın günlük hayatla müminler üzerinde görülmesi beklenen kötülüklere karşı frenleyici etkisi, namazla oluşacak ilâhı murakabe hissi ve güç kazanan inanç ve irade gücü sayesinde gerçekleşebilir. Sırf dinî sorumluluktan kurtulmak, dindar bir çevrede yaşadığı için sosyal uyumun bir sonucu olarak toplumda kabul gör­mek için biçimsel olarak, şuuruna varmadan âdeten kılınacak namazlardan böyle bir sonucun alınamayacağı açıktır. Günümüzde dindarların bir ahlâk problemi varsa ve ibadetlerine devam eden insanların bir çoğu ahlâkî zaaflarıyla sık sık eleştiriliyorsa, yani ibadetleri kişinin davranışlarına müsbet yönde etki etmiyorsa, bu­nun bir sebebi de ibadetleri ve özellikle namazı özümseyememektedir.

Namaz ilk bakışta tek bir ibadet gibi görünmekle birlikte o, bir ibadetler mec­muasıdır. Mekkî bu hususa da dikkat çekerek, namazın kıyâm, rükû, secde, tek­bir, hamd, kıraat, teşbih, duâ, istiğfar ve salâvât gibi öğelerinden her birinin müstakilen yapılması hâlinde de ayrı birer ibâdet ve zikir olduğunu söyler.(el Mekki,cilt:2,syf;200) Buna göre namaz en şumullü ibadettir. Namaz ona göre aynı zamanda diğer farz iba­detlere değer ve anlam kazandırır. Oruç, hac ve zekât ibadetleri, ancak namazla bir anlam kazanır. Yani kişinin namaz kılmaksızın haccetmesi, oruç tutması ve­ya zekât vermesi sağlıklı bir dinî yaşayış değildir.(El-Mekki,age,c.2,syf;306)



Hüseyin Certel,Tasavvuf Dergisi 2003,Sayı:10
Devamını Oku »

Namaz ile İlgili Hadisler ve Değerlendirmesi

Çocuklara Namaz ile İlgili Bir Hadis ve Değerlendirmesi


1- “Çocuklarınızı yedi yaşında namaza alıştırın. On yaşına geldiklerinde (kılmıyorlarsa) onları dövün!” Tirmizî,(Salat,183) Ebu Davud(Salat,26) ve Hâkim nakletmiştir.

Günümüzde zayıf olduğunu söyleyenler vardır. Tirmizî, hasen-sahih olduğunu belirtir. Nevevî, Hulasatu’l-ahkârrida Ebu Davud hadîsinin de hasen olduğunu ifade eder. Manasında yadırganacak bir husus yoktur. Her zaman her halde her çocuk için geçerli bir kural olmasa gerektir. Yeri geldiğinde uygulanması gereken bir çözüme işaret ediyor gibidir. “Dövün”den maksat “ne yapayım, ne edeyim de çocuğumu döveyim” halet-i nahiyesiyle arzulu bir şekilde çocuklara vurmak değildir. “Dövebilirsiniz” anlamındadır ki, sadece bir cevazdır ve işe yarayacak­sa kullanılabilecek bir yöntemdir. Cezalandırma eğitimde bir metottur. Cezalan­dırma çeşitli şekillerde olabilir. Bazen hafif dövmeler şeklinde de gerçekleşebilir. Bugün eğitimde maddi cezanın kalkması hadîsin reddinin gerekçesi olamaz. Bu­nun kalkmasının ne kadar iyi ne kadar kötü olduğu da ayrıca tartışılmalıdır. Bir de bu metot bugün kalkar yarın tekrar uygulanabilir. Zira ortada insan denilen bir meçhul var. Bunun yanında çağın geldiği her nokta İslam tarafından kabul edilecek de değildir. Bugün idam cezası kalkmıştır. O halde biz de “İslam’da kısas yoktur” demeyeceğiz her halde!

Olaya bir de şöyle bakalım: Çocuğunuza yedi yaşında teşvik ve uyarılara başlıyorsunuz. Tam üç sene buna devam ediyorsunuz. On yaşına gelinceye ka­dar hiçbir cezalandırma yöntemine başvuramıyorsunuz. Bu noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. Hadîsi ilk okuyunca sanki bir dedin iki dedin olmadı hadi bakalım dayak,şeklinde anlaşılıyor ki, oldukça yanlıştır. Dikkat edilirse üç sene dövme cezası uygulayamıyorsunuz.Bir anlamda Peygamberimiz toplumda çocukları dövme eğilimde olan ebeveynleri engellemiş oluyor. Onların sabırlı ol­malarını istiyor, onlara sabır eğitimi yaptırıyor. Ama vakıa bunun aksi olabilir. Ebeveynler bunu hakkıyla yerine getiremiyebilir. Bu da hadîsin suçu değildir elbette. Devam edelim.. On yaşına kadar belki de her namaz için çocuğu uyarı- yorsunuz. Yani binlerce kez çocuğa “oğlum/kızım, namaz!” demiş oluyorsunuz. Biz bir iş için birine üç kere “şu iş!” diye hatırlatsak ve o da gerçekleşmezse ne yaparız acaba? İşte binlerce kez söylenmesi üzerine bir cevaza kapı aralanıyor sadece. Bu da çok doğaldır. Olayın bir de şu boyutu vardır: Mü’min ebeveyn çocuğunu dövme heveslisi değildir, olmamalıdır. Önce kendileri iyi bir örnek olmalıdır. Sadece “ben dedim, olmadı, o halde dövebilirim” mantığıyla olaya yaklaşmamalıdır. Namaz olayının gerçekleşmesi için alt yapıyı muhakkak ha­zırlamalıdır. Bunun için elinden ne geliyorsa yapmalıdır. Bir anlamda çocuğun halet-i nahiyesiyle “baba, namaza başlayabilmem için ne yaptın ki, laftan öte!” şeklindeki mazerete sığınmasına engel olmalıdır.

--

2-Mi’raçta namaz vakitlerinin beşe indirilmesi olayı: Bu durum bazıları tarafından bir pazarlık ve iskontoculuk olarak değerlendirilmiş ve reddedilmiştir. Bu değerlendirme isabetli değildir. Bu konuda M. Ebu Şehbe’nin namaz vakit­lerinin indirilmesiyle ilgili yaptığı açıklamalar bizce tatmin edicidir:

“Bildiğim kadarıyla güvenilir hiçbir alim Hz. Peygamber’in Hz. Musa’ya müracaatının İsrailî bir desise olduğunu söylememiştir. Uygun olan bu rivaye­tin Allah’ın ve Resulunun namazları hafifletmeden önce bu ümmetin yüklenme gücü ve kudretini bilmediklerini istilzam ettiğini açıklamaya çalışmak ve buna şüphe sokmak yerine müracaatın sırrını ve hikmetini araştırmaktır. Hz. Musa’nın geçmiş insanların tecrübesine ve henüz peygamberimize meçhul olan İsrailoğullarının en şiddetli şekilde terbiye edilmesini bilip onun hafifletilmesi için yeniden Rabb’ine müracaat etmesini işaret buyurmasında ne zarar vardır! Sonra mü­racaat sebebiyle elli vakit farz namazın beş vakte indirilmesinin Allah’ın kulla­rının gücünü bilmediğine delalet edeceğini kim söylüyor? Allah şüphesiz olanı ve olacağı bilir. Bunun da bir sırrı ve hikmeti vardır.

O da Allah’ın bu ümmete rahmetini ve kolaylık getirmekle nimetini göstermesidir. Bunun hikmetlerinden birisi de hafifletme konusunda ümmeti için dilediği şefaati kabul etmekle Hz. Peygamber’in katındaki mevkiini göstermektir. Kardeşi Musa’nın istişaresine ku­lak asarak ümmetine olan şefkat ve merhametini göstermektir.” Buna ilave olarak şu söylenebilir: Allah Hz. İbrahim hakkında şöyle buyurur: “İbrahim’den korku gidip kendisine müjde gelince Lut kavmi hakkında (âdeta) bizimle mücadeleye başladı.”(Sünnet Müdaafası,1,Ankara,1990,syf;155-156) Ayette “câdele” fiili geçer, ilk bakışta bir peygamberin Allah ile nasıl mücadele ettiği akla takılabilir. Oysa biraz araştırınca Hz. İbrahim’in İnsanî yönünün devreye girdiği görülür. Çünkü Hz. İbrahim inkarcılara gelecek olan umumi azabın Lût (a.s) ile ona inananların başına da geleceğinden korkmuş, bu sebeple merhametinden bu azabın kaldırılması için ısrarla Allah’a yalvarmıştır. Dolayısıyla buradaki “mücadele” iki rakibin mücadelesi değil, Hz. İbrahim’in ısrarla duada bulunup yakarmasıdır.

Hemen ardındaki âyet Hz. İbrahim’in çok merhametli olduğuna dikkat çekiyor: “İbrahim cidden yumuşak huylu, bağn ya­nık ve kendini Allah’a vermiş biri idi.” Bir anlamda Allah onun Lut ve kavmine acıdığını, bunun merhametli karakterinden kaynaklandığını, ancak onun bilme­diği bir takım şeyler olduğunu vurgulamış oluyor. Netice olarak miraç olayında gerçekleşen şey Hz. Peygamber’in bazı şeyleri bir insan olarak bilememesi ve bir diğer peygamberin tecrübesinden yararlanması meselesidir. Burada “böyle bir olaya ne gerek vardı, Allah namazın beş vakit olduğunu emreder, mesele kal­mazdı” denilebilir. Ancak her bir olayın bir yönünde cilve-i rabbaninin olduğu unutulmamalıdır. Meselelere böyle bakarsak Kur’an’da geçen bazı hususları izah etmekte zorlanırız. Allah’ın Adem’in yaratılışında meleklerle istişare etmesi gibi görünen hususu anlamakta zorlanırız.

Yukarıda Hz. İbrahim örneğini anlamakta zorlanırız. Akla “İbrahim bir peygamber, Allah ona işin neticesini bildirseydi de böyle bir ısrara, âdeta mücadeleye gerek kalmasaydı” gelebilir. Ancak cilve-i rabbanî böyle tecelli etmiştir.



Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

Fatiha Sûresi'nin Toplu Bir Tefsiri



Sûreden Çıkarılan Aklî İncelikler

Dünya âlemi, bulanıklık âlemidir. Ahiret âlemi ise, sefa âlemidir.Buna göre dünyaya nısbetle âhiret, fere nisbetle asıl ve gölgeye nisbetle cisim gibidir. Bu se-beble dünyada bulunan her şeyin ahirette bir aslının bulunması gerekir. Aksi halde dünyadaki şeylerin, aslı olmayan bir serap ve boş bir hayalden başka bir şey olmaması gerekirdi.

Ahirette bulunan herşeyin de dünyada bir benzerinin bulunması gerekir. Aksi halde ahiretteki o şeyler, meyvesiz bir ağaç ve delilsiz bir medlul gibi olurdu.

Buna göre ruhanî âlem, ışık, nur, güzellik, sevinç, lezzet ve nimetler âlemidir. Ruhanî varlıkların da kemâl ve noksanlık bakımından farklı olduklarında şüphe yoktur. Bunlardan birinin onların en şereflisi, en yücesi, en mükemmeli ve en değerlisi olması; onun dışındakilerin ise O'nun itaatinde, emrinde ve yasakları altında olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, '(Bir elçi ki) çetin bir kudrete mâliktir.Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 20-21) buyurur.

Ve yine dünyada da bu âlemin en şerefli, en yüce, en mükemmel ve en değerlisi olan bir şahsın bulunması, onun dışındakilerin ise onun emri altında ve ona itaat eder olması gerekir. Buna göre ilk itaat olunan, ruhanî âlemde itaat olunandır.

İkinci itaat olunan ise, cısmanîler âleminde itaat olunandır. Birincisi, ulvî âlemin itaat mercii, ikincisi de süflî âlemin itaat merciidir. Cismanîler âleminin, ruhanîler âleminin bir gölgesi ve bir izi gibi olduğunu zikrettiğimizde, bu iki itaat mercii arasında bir mülakatın, bir yaklaşmanın ve bir yakınlığın olması gerekir.

Buna göre ruhlar âleminin itaat mercii ışığın kaynağı, cisimler dünyasının itaat mercii ise bir ayna, bir mazhardır. Kaynak olan, melek elçidir; tecellıgâh olansa, beşer elçidir. Bu her ikisiyle de, hem dünya hem ahirette, mutluluklar tamamlanır. Bunu iyice kavradıysan deriz ki, beşer resulün durumunun kemâli, Allah'a davet etmesinde görülür.

Bu davet ise, ancak Cenâb-ı Hakk'ın Bakara Sûresi'nin sonunda ifâde buyurduğu yedi şeyle tamam olur. Bu da; "Müminlerden her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti." O'nun peygamberlerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz bizi bağışlamam dileriz, dönüş sanadır" dediler" (Bakara. 285).

Peygamberlerin hükümleri arasında; "O'nun peygamberlerinden hiç birisini diğerlerinden ayırmayız" sözü de bulunur.

İşte bu dört husus, rubûbiyyet bilgisi olan, 'mebde" (başlangıç) bilgisine taalluk etmektedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk, ubûdiyyet, kulluk bilgisine taalluk eden şeyi zikretmiştir ki, bu da iki şeye dayanır.

Bunlardan birisi "mebde", ikincisi ise "kemâl"dir. Mebde, Cenâb-ı Hakk'ın; "Duyduk ve itaat ettik, dediler" sözüdür. Çünkü bu söz, Allah'a doğru yol almak isteyen herkes için gereklidir. Kemâl ise, Allah'a güvenme ve tamamıyla O'na sığınmadır. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz" sözüdür. Bu da, beşerî işlere ve insana yönelik itaatlere iltifat etmeyerek, tamamıyla Allah'a sığınmak, O'nun bağışlamasını ve affetmesini istemektir.

Sonra, zikredilen bu dört aslın bilgisi ile,Rubûbyyet bilgisi; yine yukarda zikredilen kula ait şu "mebde" ile "kemâl" bilgisi ile kulluk bilgisi tamam olunca geriye çok bağışlayan melikin huzuruna çıkmaktan, ahirete gitmek için hazırlanmaktan başka bir şey kalmaz.

Bu da, Cenabı Hakk'ın "Dönüş Sanadır" sözünden murâd edilendir. Bu söylediklerimizden, derecelerin "mebde", "vasat" (orta) ve "meâd" (varış yeri) olmak üzere, üç olduğu ortaya çıkar. Mebde'in bilgisi, dört şeyi tanımakla mükemmel olur.Bu dört şey, Allah'ı, melekleri, kitapları ve peygamberleri tanımadır. "Vasat" olanın bilgisi ise, iki şeyi bilmekle, yani bedenler âleminin payı olan "Duyduk ve itaat ettik" ve, ruhlar âleminin payı olan "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı diliyoruz"u anlamakla mükemmel olur. "Meâd"ın bilgisi ise, tek bir şeyle tamam olur. Bu da, Allah'ın "Dönüş Sanadır!" sözüdür. Buna göre, işin başlangıcı dört, ortası iki ve sonu da bir olmuş olur. Bilgi hususunda bu yedi mertebe sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'a yalvarma, yakarma ve dua etme hususunda da, bundan yedi mertebe çıkar.

Birinci mertebe: Hakk Teâlâ'nın "Ey Rabbimiz, unutursak veya yamlırsak, bizi muaheze etme" (Bakara, 286) sözüdür. Unutmanın zıddı, hatırlamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Ey iman edenler, Allah'ı çokça anınız." (Ahzâb,41) "Unuttuğun zaman, Rabbini an." (Kehf,24) "İyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar, hakikati görüp bilmişlerdir." (Araf, 201) ve "Ve, Rabbinin ismini an" {insan. 25) buyurmuştur.

Bütün bu zikir ve anmalar, ancak sözü ile elde edilir.

İkinci mertebe: "Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme" (Bakara. 286) ayetidir.

Ağır yükü savuşturmak, Cenâb-ı Hakk'a hamdetmeyi gerektirir; bu da O'nun " el hamdu lillahirrabbil alemin"sözüyle elde edilir.

Üçüncü mertebe: "Rabbimiz, bize takat getiremıyeceğimiz şeyi yükleme" (Bakara. 286) ayetidir. Bu da,Cenâbı Hakk'ın rahmetinin tanrılığına işarettir. "Er rahmanirrahim""sözü de, bunu ifade eder.

Dördüncü mertebe: Cenâb-ı Hakkın "bizi affet"sözüdür. "Çünkü sen, din gününde hükmetmeye ve hüküm vermeye mâliksin." Bu da O'nun, "maliki yevmiddin"sözüdür.

Beşinci mertebe: Allah'ın "Bizi bağışla" sözüdür. "Çünkü dünyada biz sana ibadet ettik ve her işimizde senden yardım istedik." Bu da"İyyake na'budu"sözüdür.

Altıncı mertebe: O'nun Bize merhamet et!" sözüdür. 'Çünkü, bizi dosdoğru olan yola ilet diyerek, Senden hidâyetimizi istemiştik."

Yedinci mertebe: "Sen bizim Mevlâmızsm, binaenaleyh kâfir kavimlere karşı bize yardım et!" (Bakara 286) sözüdür. Bu da"Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn"sözünden kastedilendir.

İşte Bakara Sûresi'nın sonunda zikredilen şu yedi mertebeyi, Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraca çıkarken, ruhanîler âleminde söylemiştir. Miracdan inince, kaynağın eseri mazhar üzerinde coştu da, bu Fatiha Sûresi'yle açıklanmış oldu.

Buna göre, kim namazında Fatiha Sûresi'ni okursa, Hz. Muhammed (s.a.s.) zamanında bu nurlar nasıl masdardan mazhara yani ışık kaynağından âyineye inmişse kıraat esnasında bu nurlar mazhardan masdara doğru yükselirler.

İşte bu sebebten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Namaz, müminin miracıdır" buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/369-371.
Devamını Oku »

Namaz

Namaz

Ey Aziz! Kul ile küfür arasında namazın terki vardır.” sözünden ne anladın? “Allahu ekber” niyetini işittin, şimdi de “Fâtihat-ül-kitab’ı dinle ki Muhammed Mustafa şöyle demiştir: “Fâtihasız namaz olmaz.” Ey Aziz! Hiç “Rabbime gidiyorum”a(Saffat,99)doğru yol aldın mı? Hiç “Allahu ekber” dediğinde mülk ve melekûtun varlığının yok olduğunu gördün mü? Hiç tekbirde “mahv”dan sonra “isbât”ı gördün mü? Hiç “Allah’a defalarca hamd olsun.” diye şükrettiğinde mahvdan sonra isbat nimeti hâsıl oldu mu? Hiç “Sübhânallah”ta onun tenzihini gördün mü? Hiç, “sabah”da insanların bidayetini, “akşam”da insanların nihayetini gördün mü? “Sabah ve akşam vakitlerinde Allah’ı teşbih ederim.”(Rum,17) ifadesi sana “Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın.”(Al-i İmran,27) âyetinin ne anlama geldiğini söyleyecektir.

Hiç “Veccehtü vechiye lillezî (Ben yüzümü çevirdim O na ki)”(En’am,79) âyetinin hakikati ile ihrâma girdin mi? Hiç âyette geçen “vechiye (yüzümü)”nin “yâ”sını “lillezî (O’na ki) nin ya’sında gark olmuş gördün mü? Hiç âyette geçen fetara (yarattı) fiilinde kendini kaybolmuş gördün mü? Hiç âyette geçen “es-semâvâti ve’l-arza (gökleri ve yeri)” ifadesindeki iki makama şâhit oldun mu? “Hayır, gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim ki... ”(Hakk’a,38-39) âyetinin hakikati budur. Hiç “millete ibrâhîme hanîfa (İbrâhim’in milletinden hanîf olarak)” ifadesinin hakikatini gördün mü ki İbrâhim şöyle dedi: “Ben müşriklerden değilim.”(En’am,79)

Burada Hz. Muhammed’e neden İbrahim'in milletine tâbi ol” dediğini bilirsin.Hiç, müslimen (Müslüman olarak)" kelimesi için istiğfar ettin mi?Hiç“Ben müşriklerden değilim" âyetini kendi fânî varlık tahtına vurup onun seni tanı kıldığını gördün mü? İşte bu durumda müşriklerden sonra sadık olursun. Kişi “Ben müşriklerden değilim’de yok olursa, müşriklik ona ne yapabilir ki? “Yeryüzünde bulunan her şey fanidir.”(Rahman,26) ayetine göre müşrik nerededir?

“Şüphesiz benim namazım da ibâdetlerim de hayatım da ölümüm de hiçbir ortağı olmayan, âlemlerin Rabbi Allah mdır”(En’am,162) hakikatini gördükten sonra vaktin nâtıkı olursun, kalbin onun dili olur. Dil sohbet etmeye ve konuşmaya başlar. “Alemlerin Rabbi" demeyi ancak taklit yoluyla görmüştün. “Lâ şerike leh”in kendisi bu sözün anlamını sana söyler. Eğer tam olarak kulak verirsen “ve bizâlike ümirtu/bu şekilde emredildim”i bilirsin ve anlarsın. “Ben müslümanların ilkiyim.” sözünün sana müslümanlığı öğret­tiğini gördün mü? Evet, “Allah’a sığınırım.” hakikati bu makam­da meydâna gelir. “Allah’ın adıyla başlarım”dan önce söylemek gereklidir. “O Rahman ve Rahimdir.” onun zâta vurulmuş sıfat mührüdür. Bu, senin kapının üstüne koyduğun işârete benzer. “Elhamdülillah” bu tertibe göre şükürdür, “er-Rahmâni’r-rahîm” Allah’tan sonradır, yâni sıfatlar ve “âlemlerin Rabbi”nin zâtı diğer bir mühür olan “Allah” ile birhkte güzel olur. “er-Rahmâni’r- rahîm” Allah ile güzel olduğu gibi, “Allah” ile “billâh” bir oldu­ğunda “er-Rahmâni’r-rahîm”in tekrârı burada zarûret olur.

Yazık ki hiç anlamayacaksın. “Din gününün mâlikidir.” dünyayı âhiret aynasında görmektir ki âhiretin dünyada bir yeri yoktur. Ey Aziz! Eğer Fâtiha Sûresi’nden birazcık şarab-ı tahûr içmiş olsaydın “Rableri onlara tertemiz bir içki sunmaktadır.”(İnsan,21) sözüyle ne demek istediğimi anlardın. Bununla sarhoş olup sonra yeniden uyansan, “Ancak sana kulluk ederiz.” hakikatini kemer gibi beline bağlaşan ve önceki hâlini hatırlasan “Yalnız senden yardım dileriz, sözünün hakikati ortaya çıkar. Sonra sende fazilet zuhur eder ve cemâli görme arzusu meydâna gelir, böylelikle “Bizi doğru yola ilet.”(Fatiha,6)dersin.

Sonra seninle bu şaraptan içen arkadaşlarını hatırlar. “Ken­dilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna.” dersin. Sonra mahrumları ve kovulmuşları kapıda kalmış görürsün. İnsan­lar dışanda, sen ise evde oturduğun hâlde “Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!”(Fatiha,7) dersin. Sonra “Fâtihasız namaz olmaz.” hadîsinin ne mânâya geldiğini öğrenirsin. Fâtiha olmaksızın namaz olmaz. Fâtiha’nın ne demek olduğunu öğrendiğin hâlde daha ne diye “Ben de namaz kılıyorum.” diye söyleniyorsun. Heyhât ki heyhât! Sakın ömrünü yabancılık rüzgârına verme, âşinalık kurmaya dikkat et!

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)
Devamını Oku »

Miraç'ta Namaz Pazarlık Konusu mu Oldu?



Pazarı Pazartesiye bağlayan gece "mirac kandili" olarak idrak edilecek. (Bu konuda inşaallah bir yazı yayınlayacağım). Bu vesile ile miracta beş vakit namazın farz kılınmasına ilişkin zaman zaman kamuoyunda kimilerince dillendirilen bir itirazı ele alacağım.

GİRİŞ

Önce bir tespitte bulunalım:

Gerek miraca ilişkin rivayetler gerekse bu rivayetlerde yer alan beş vakit namazın farz kılınması meselesi mütevatir haberlerle değil haber-i vâhidler ile sabit olmuştur.

Şimdi bir usul kuralından söz edelim:

Âlimlerin çoğunluğuna göre haber-i vâhidler [yani mütevatir seviyesine ulaşmamış olan hadis rivayetleri] yüzde yüz kesinlik ifade etmez, zan ifade eder. Bu sebeple de inanca ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olmaz ama amele [fıkha] ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olur. Her ne kadar haber-i vâhidlerle inanç konuları sabit olmuyorsa da “senedi sahih olan”, “aklın gereklerine açıkça aykırı olmayan” ve “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş olan” haber-i vâhidleri tenkid edenlerin bu haberleri niçin reddettiklerine ilişkin güçlü gerekçeler ortaya koymaları elzemdir. Hele hele bu haberlerin “akla aykırı olduğunu” iddia etmek, onları kabulle telakki eden bütün ulemanın aklını ta’n etmekle eşdeğerdir.

1. MİRAÇTA BEŞ VAKİT NAMAZIN FARZ KILINDIĞINA İLİŞKİN RİVAYETLERE YÖNELİK ELEŞTİRİLER

Gelelim "miraçta namazın farz kılınışı" ile ilgili rivayetlere yönelik modern dönemdeki eleştirilere
Miraç ile ilgili senedi sahih olan ve ümmet tarafından kabulle telakki edilen bir takım rivayetler, tamamen düz “mantıkla” (!) ele alınarak kolayca reddedilebilmekte, bu rivayetler alay konusu yapılabilmekte, pejoratif bir dille bunları kabul edenlerin akıllarıyla dalga geçilebilmektedir.

Miraç hadislerinde en çok eleştirilen hususlardan birisi beş vakit namazın farz kılınışı ile ilgili bölümdür. Rivayetlere göre önce elli vakit olarak farz kılınan namaz, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Hz. Musa ile istişare etmesi sonucunda birkaç defa süren talepler sonucunda nihâyet beşe düşmüştür.

Burada şu hususlar eleştiri konusu yapılmıştır:

a) Elli vakit namaz yirmi dört saate bölündüğünde yaklaşık her yarım saate bir namaz düşmektedir. İnsanın günde ortalama 6-8 saat arasını uykuda geçirdiği düşünülürse bu zaman aralığı daha da azalmaktadır. Allah bir insanın gücünün bu kadar namazı kılmaya yetmeyeceğini bilmiyor muydu?

b) Peygamberimiz bu durumun ümmetine zor geleceğini bilmiyor muydu ki defalarca Hz. Musa kendisine bunun çok olacağını hatırlatarak indirim yapmasını istedi?

c) Allah, “benim katımda söz değiştirilmez!” derken, nasıl oldu da kısa bir zaman içinde birkaç defa hükmünü değiştirdi?

2. ELEŞTİRİLERİN ELEŞTİRİSİ

Sözün tam da burasında önemli bir hususa dikkat çekmek gerekir. “Sahih”, “ümmet tarafından kabul ile telakki edilen” hadislere yönelik tenkid yöneltenlerin en büyük sorunu, tenkitlerine gerekçe kıldıkları hususların aynen Kur’an hakkında da geçerli olmasıdır.

Mesela miraç hadislerinde Hz. Peygamber’in gök katlarından geçerek “Allah katına” ulaştığı yönündeki rivayetleri “Allah’a mekân izafe etme” gerekçesiyle reddedenlerin Kur’an’da da benzer tarzdaki şu âyet hakkında ne yorum yapacakları merak konusudur:

“Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından…Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” [Meâric, 3-4]

Tekrar konumuza dönerek şu soruları soralım:

1) Allah, Kur’an’da da ilk olarak koyduğu hükmü aradan çok kısa zaman geçince hafifletmiştir.

Örnek 1:

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” [Enfal, 65-66]

Bu âyetleri zâhir anlamıyla okumaya tabi tuttuğumuzda şu soruyu sormak kaçınılmazdır: “Allah, bizde zaaf olduğunu ilk hükmü koyarken bilmiyor muydu ki sonradan hafifletme yaptı?”

Örnek 2:

Bakara kıssasında Yahudiler, Hz. Musa’dan talepte bulundukça Allah daha önce mutlak bıraktığı hükme yeni yeni kayıtlar koymuştur.

Soru: Allah Yahudilerin emre uymakta isteksiz olacaklarını, ayrıntı isteyeceklerini bilmiyor muydu ki her defasında emrine yeni bir kayıt koydu?

Örnek 3:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Musa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.” (A’raf, 142)

Soru: Yüce Allah, -hâşâ-Musâ ile görüşmesinin toplamda 40 gece süreceğini bilmiyor muydu ki önce otuz geceliğine sözleşip sonra buna 10 gece ekledi.

Örnek 4:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“[Ey Peygamber] O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.”[Âl-i İmran, 124-125]

Soru: Hz. Peygamber önce üç bin melekle müjdelediği halde sonradan sayı niçin beş bine çıkarılmıştır?

2. Yüce Allah, İblisi rahmetinden kovunca İblis kendisinden süre istemiş, Allah da kendisine süre tanımıştır.

Soru: Allah, -hâşâ- İblis’le pazarlığa mı girişti?

3. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (adeta) bizimle mücadeleye başladı. İbrahim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi. (Melekler dediler ki): Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!” [Hûd, 74-76]

Soru: Literal bir okumayla bu âyete baktığınızda bir Peygamber’in Rabbiyle ve O’nun gönderdiği meleklerle bir kavmin helak olmaması için pazarlığa giriştiğini söyleyebiliyor musunuz?

4. Yüce Allah, kullarını sınamak üzere dilediği hükmü koyar, dilediği hükmü yürürlükten kaldırır. O, kullarını imtihan etmek için önce ağır hükümler koyup sonradan bunları hafifletebilir.

Örnek:

“Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu. O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik. Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik.” [Nisâ, 66-68]

Demek ki Allah dileseydi insanlara değli günde 50 vakit namazı farz kılmak “kendinizi öldürün”, “yurtlarınızı terk edin” gibi ağır hükümler de koyardı ve kulların bu hükümlere uyması halinde bu durum kendileri için daha iyi olurdu.

SONUÇ:

Bu maddeleri ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak adına burada kesiyorum.

Bu yazı, zannî olan haber-i vâhidi savunayım diye hâşâ kat'î olan Kur'an'ı tehlikeye atmak, hakkında şüphe oluşturmak için yazılmış değildir. Sadece her şeye zâhir gözlüğüyle ve literal olarak bakan zihnin aynı çarpık bakış açısını -tıpkı züccaciyeci dükkânına giren fil gibi- bir süre sonra Kur'an'a da uygulayabileceğini ve bazı vahim sonuçları olabileceğini göstermek üzere yazılmıştır.

Yukarıdaki âyetlerin tümünün elbette sahih bir tevili söz konusudur. Ben bu yazıda, hadisleri reddedeceğiz diye getireceğimiz kriterlerin bir zaman sonra / birileri tarafından Kur'an'a da uygulanması tehlikesinden söz ediyorum. Rabbimizin kitabı elbette her türlü şüphe ve tereddütten berîdir.

Tekrar sözü başına bağlayayım: “Sahih”, “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş” hadisleri reddederken ortaya koyduğunuz gerekçelerin sağlam olması gerekir. Gerekçe diye ortaya koyduğunuz şeyler, Kur’an’ın da reddedilmesine yol açmamalı. Hadisler için ileri sürdüğünüz red gerekçesi Kur’an için de kullanılabiliyor ise bindiğiniz dalı kesiyorsunuz demektir.

Son bir söz: Hepsinden geçtim… Velev ki hadisi eleştireceksiniz, en azından üslubunuzu bozmayın… Şayet ümmet tarafından kabul görenleri bu üslupla ta’n etmek şiarınız olmuşsa ne diyelim?

“Şayet mümin iseniz imanınız size ne kötü şeyi emrediyor!” [Bakara, 93]

(Soner Duman /21.Nisan.2017/Cuma)
Devamını Oku »

Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Kıymetli evlâdım, kişinin bilmediğine sabretmesi kolaydır; sebebi hikmetini bilmez, dolayısıyla hükmünü tam veremez,iyi mi kötü mü, neticesini beklemek üzere sabreder. Bizim yolumuzda sair kimselere sabır daha farklıdır. Bizim büyüklerimiz karşısındaki insanın cibilliyetini, fıtratındaki şerri ve hileleri matuf ihaneti gördüğü ve bildiği halde sabreder. Hükmü verebilecek durumda olmasına rağmen, Cenab-ı Hakk'ın o hükmü huşu etmesini bekler ve hatta âleni bir hıyanete mâruz kalmadıkça elini de o kardeşinden çekmez. Burada meşgul olunması gereken, kendi nefsin ve kalbinde müşahade ettiğin Hakk muhabbetinin dâim olmasıdır.

"Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaradan." demişler. Böylesi durumlarda kendini müdafaa eyleme ve asla üzülme! Bak, mânâ âleminde ne güzel sohbetlere,iltifatlara ve tesellilere mazhar olmaktasın; yâr ile muhabbet etmeye dahi bu hayat yetmezken, seni anlam ayan ağyâr ile meşgul olmak beyhude değil midir?

Pek kıymetli evlâdım, bir vücut içerisinde nice azalar, cevherler ve maddeler vardır. Vücutta göz de var, kulak da, el de var ayak da;gıdalar, necasetler, zehirler hepsi bir kapta. Sen o vücudun muhabbet mahalli olan kalp civarından düşmemeye gayret et,bunu da ancak ihlâs ile başarabilirsin.

İhlâsta hangi mertebede olduğunu anlaman belli süre içinde pek kolay değil. Fakatşu kadarını bil ki insanlardan gördüğün iltifat ve ihanet senin Hakk'a muhabbetini değiştirmiyor, gönlünün safası bozulmuyorsa inşallah ihlâs makamına kadem (ayak) bastın demektir. Dört bir yandan savaş haberleri gelmekte ve insanların çoğu fakr û zaruret içerisinde inlemekte. Ahvâl böyleyken ve insanların bahçesi gibi olan sohbet ve zikir meclislerinde, kişilerin birbiriyle çekişmesi, gıybet etmesi, sevmeye bahane arayacakken, küsmeye bahane araması Hakk Teala'nın gazaba geldiğinin veyahut geleceğinin en bâriz özelliğidir
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Evlâdım vehim yapma, korkuya da kapılma. Kendi kendine âsude (yalnız) kaldığındaki halinden bahsediyorum. Yani kalbinin atmadığını, nefes alamadığını, dakikalarca bu halin devam ettiğini anlatıyorsun ya, işte o hâl;zikir esnasında Cenab-ı Hakk sana ilham etmekte ki Allah'ın zikri ile daim ve kâim olanların tabiat zincirlerine ve beden zindanına ihtiyacı yoktur. Zira bunlar ve herşey Allah ile daim ve kâimdir. İşte sana gösterildi ki kalp sebeb-i hayat değildir. Nefes de öyle; vesile-i hayattır. Hayatın kendisi değildir. Kişi Allah zikri ile tatmin olsa başka şeye muhtaç değildir. Bir dem olsun sana bunu yaşatmışlar. Eğer korkup endişeye kapılmasaydın bu halin saatlerce devam edebilirdi
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Cenâb-ı Hakk bu âlemi muhabbet üzre yaratmıştır. Bu muhabbetini rahmetiyle kuşatmış ve örtmüştür. Bu rahmeti de ilm-i ilâhîyesiyle ihâta edip o ilimde rahmetini saklamıştır. İlim tek başına maksûd ve matlûb değildir. Olamaz da. Rahmetin ve o rahmet içindeki muhabbetin ilimle birleşmesi lâzımdır. Eğerkişi hakîkî ilim tahsilinde bulunduysa muhakkak rahmetten ve muhabbetten nasîbdâr olur. Çünkü kâinat böyle vücûda gelmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın bir meşiyet-i ilâhîsidir(Kâinat nizamına yerleştirdiği kaidedir, murâdıdır.).

Şimdi, ilmi matlûbve maksûd olarak görenler bu idraksizliklerinden dolayı rahmetinden istifade edemedikleri gibi bu mahrumiyetleri onları aşktan da bihaber olmaya sevketmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın sahih ve temiz niyetle ilmi taleb etmeyenlere mâni olması için halk eylediği perdedir. Binâenaleyh maksûdu ve matlûbu Hak Teâlâ olmayanlar bu perdeye ve bu perdenin tuzaklarına takılır kalırlar.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir kişi namaz için niyet edip abdest almak üzere hareket ettiği andan i'tibaren namazın fazileti ve mânâsıyla haşr ü neşr olur. Bir kişi abdest almak üzere ayağa kalksa ve o anda ecel erişse namazdaymış gibi muamele görür ve haşr gününe kadar bu hal üzere kalır veöylece kıyamet meydanında isbat-ı vüçûd eder. Ol sebebden namaza Allah u Ekber diye dururuz. Canımızı Allah'a kurban ettiğimizi, mâsivadan geçtiğimizi, dünyayı elimizin tersiyle ittiğimizi ve Allah katındaki mânevî hüviyetimizi tasdik eder gösteririz. Yüzümüz kıbleye döner. Ellerimizin içi de kıbleye döner. Zîrâ avucun içi bâtındır. Ve cümle işler elimizin dışıyla değil içiyle yapılır. Dünya sahnesinde hep ellerimizin üstünü görürüz.

Fakat mânâ penceresine açılan ve böylece o pencereden Cenâb-ı Hakk'a varlığını ısmarlayan kişi avucunun içini kıbleye açar. Bu iftitah tekbiriyle ve bu açılışla maddeye kapanırız. Maddî âlemden sırlanırız. Mânâya doğarız. O andan i'tibaren artık vücûd bize ait değildir. HakTeâlâ'nın emrettiği vakitte mecburiyetle değil severek, isteyerek, kendi ihtiyarımızı(seçme hakkımızı) rızamızla sevkederek bu ihtiyarımız elimizden alınmadan evvel huzura dururuz. Tercihimizi haktan ve mânâdan yana kullanırız.Dolayısıyla namazda dışarıdan ses duysak da bakmayız, âzâlarımızla oynayamayız. Kolumuzu, başımızı, elimizi ayağımızı o namaz hududunun dışına çıkacak şekilde oynatamayız. Emr olunduğumuz gibi ve Efendimiz'den gördüğümüz gibi namazımızı edâ ederiz. "Huzuruna geldim yâ Rabbî." diyerek kıyam eder, el bağlarız. Bu âlemdeki asıl vazifemizi yani hamdetmeyi Fatihâ -i şerîfi okuyarak tasdik eder, tahmid ederiz. Üzerimizdeki kulluk emanetiyle iki büklüm olur,tevâzu'yla ve bu emanetin azametiyle rükû'a varırız. Ol sebebden "Subhane rabbiye'l azîm" diyerek azamet sahibi Hazret -i Allah'ı teşbih ve tenzih ederiz. Onun azameti karşısında eğilmemizden dolayı Allah Teâlâ bize kendi lisanıyla konuşmaya müsaade eder ve "Semi' Allahu limen hamideh -Allah hamdedenin bu hamdini duydu." dedirtir. O, Cenâb -ı Hakk'm bizi duyduğunun lisânımızdan zuhûrudur. Bu sözü hariçte söylesen boynun vurulur, elinde delilin mi var, derler. Şâir yerde söyleyemezsin ama Hakk'a ta'zîm ile rükû' eden kişiye ve kendi benliğini Allah Teâlâ'ya verene Allah, konuşma selahiyetini bir anlık da olsa verir. Kıyama durduğunda kulun Allah'a yaklaşması, rükû'dan sonra kıyama durduğunda Allah Teâlâ'mnkuluna yaklaşması vardır. Düşün, tefekkür et. İşte ol zaman kul bu hal üzre secdeye kapanır. Cenâb -ı Hakk'ın hamdimizi duyduğunun tasdikini kendi ağzımızdan yine bize duyurduğunu farkettiğimizden mahviyetle secdeye kapanırız. AllahuEkber diyerek bu âlemde şahsiyetimizin nişânesi olan yüzümüzü yere sürer, kendimizi kaybeder, Allahımızı buluruz. O secdeden ancak tekbirle kalkılır. O'nun izniyle secdeden kalkınca bir defa daha bu secdeden mahrum olmamak için Allahu Ekber diyerek gene secdeye kapanırız. Sonra kıyama kalkar, artık o tevhîd merâtibini ve îmân derecelerini, mi'râc sırrınıher rekâtta adım adım farkeder ve namazın nihayetinde Ettahiyyatü okuyarak sidretü'l -mühteha'dan öte Cenâb -ı Hakk'ın mahrem hudutlarında ve huzur -i Rabbanî'de oturarak karar kılarız. Sonra selâm eder, husûsî halden umumî hale geçeriz.Namazda konuşamayız, selâm verdikten sonra tekrar bu âlemde konuşmaya hak kazanırız. Ne buyurmuş Efendimiz:"Esselâm, kable'l -kelâm -Konuşmadan evvel selâm vardır." Namazda huzur zevkini tatmayan kişilerin kelâm etmeye hakları yoktur, vesselâm.

Çok kısa olarak lâkin müşahede makamında namazın hallerini sana arzettim. Şimdi îmân nuruyla veirfan nazarıyla baktığında bu halin tezkiye -i nefis ve tasfiye-i kalb olduğunu farketmez misin? Nasıl farkedilmesin ki, başka bir şey yoktur. Tamamıyla bu halin ayân beyân meydana konulmasıdır namaz.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bazı ahmaklar velî zâtlara hürmet ve muhabbet etmeyi dinin dışındaki bir muhabbetmiş gibi bid'at kabul ediyorlar. Böyle kabul etmek, sonradan uydurulmuş olanların yani bid'atların başıdır. Fahr-i âlem(sav) buyurmuyorlar mı: "îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe îmânetmiş olmazsınız." diye.

Adı üstünde Allah velîsi olan zâtları Allah için sevemeyen bir kişi seni beni sever mi? Bu sevgiden mahrum olan kişi Efendimiz'in buyurduğu üzre îmân sahibi olabilir mi? İmânâ eremeyen kişi dünyada ve âhirette huzurlu bir kalb sahibi ve cennet sıfat ve âhirette cennet mekân olabilir mi, ki hadîs-i şerifte 'birbirinizi sevmedikçe' buyruluyor.Yani kemâlinize, nâkısânıza bakmadan birbirinizi seviniz ikazında bulunuluyor. Nâkısı bile sevmek îmân alâmeti iken kâmil-i sevmemenin ne alâmeti olduğunu tefekkür edebiliyor musun? Dikkat et ki, kişi velâyet sahibi zâtlara töhmet etmekle şeytanın adımlarını takip eder. Bu nev'î insanlar bir müddet sonra nâfile ibadetleri terk eder ve hatta ashâb-ı kirâmı da hafife alır hale gelirler. Sonra daha da ileriye giderler.

Efendimiz(sav)'in sünnetinden ayrılır, sünnet-i şerîfelerini de küçümserler. Onlar bilmezler ki Allah velîlerine dil uzattıkları için Resûlullah Efendimiz onlardan nazarlarını çekmiştir, ol sebebden Efendimiz'e muhabbet edemezler. Efendimiz'e tâbi olmayı onun sözünü ezber etmek, tarihteki ma'lûmatı hafızaya almak zannederler. Ve neticede Allah Teâlâ muhafaza eylesin, Hak yoluna tevdi' ediyorum zannederken kendi benliklerinden görünür, insanları bâtıla sevkederler. Böylece, yani velâyeti inkâr ederek kendilerini tercih ettiklerinden kendi benliklerinden görünür, Allah velîsi olarak kendilerini ilân ederler. Allah velîsine bakarsın,Cenâb -ı Hakk'ın muhabbetini, nurunu müşahede edersin. Velev ki âyet okumasın, hadîs-i şerîf nakletmesin.

Huzurunda bumu habbetle dolaşsın. Kaldı ki onlar âyet-i kerîme ve sünnet-i şerife üzre oturup kalkar ve hep bu nurla kişileri hidayete sevkederler. Amma öteki herife bakarsın, lisânında âyet, din vardır. Fakat halinde ve kelâmında küfür kokusu, benlik ve enâniyet âşikâre zâhirdir. Velilik yoktur. Bu nev'î haller yoktur derken o yokluk beraberinde bir isbat gerektirir. Peki neyi
isbat eyler? Halleriyle, duruşuyla ve kelâmıyla sadece kendi benliğini isbat eder. İşte bunlar tevhîd üzre değil, tefrik ve dalâlet üzre olan insanlardır. Koyun postun bürünmüş, vahşi kurttan daha tehlikeli yol kesen eşkıyadandır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Tefekkür feylesoflar gibi akıl yürütmek değildir. Tefekkür, kalbdeki doğru hissiyatın aklı îkaz etmesi, aklın da bu îkaz ile kendine lâzım olan ilmi tahsil etmesi, bu ilim tahsil edildikten sonra da akılla kalbin yani Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu hissiyatla hakîkî ilmin birbiriyle nikâhlanmasının neticesidir. Nasıl akıl iki bilinenden bir bilinmeyeni çıkarıyor, hislerin yanıldığı sahalarda devreye girerek o yanlışlığı tashih ediyor(düzeltiyor), işte tefekkür de ma'lûm olandan meçhulü bulmayı, mânâ sahasındaki doğrular vesilesiyle de nâkıslıkları bertaraf etmeyi insana bahşeder.Aklın bilgisi, kalbin buluşu ve muhabbetiyle birleşmezse o ilmî fikir kişiyi bâtıla düşmekten kurtaramaz.

Kur'ân-ı Kerîm'de Ebu Cehil aleyhillâne için "fekkera-fikir yürüttü, güya düşündü" mânâsına gelen bir istihza cümlesi vardır. Yani Kur'ân-ı Kerîm'e baktı baktı da kendince ölçtü tarttı. Kendi kıt aklının bozuk terazisinde tarttı. Peki sonra ne oldu? "Bu ancak bir beşer sözüdür." dedi. Allah Teâlâ, kalbi devreden çıkararak sadece aklıyla düşünmeyi tefekkür zannedenleri Ebu Cehil'in süflî derekesini işaret ederek "Canı çıkasıca, nasıl da fikir yürüttü, ölçtü biçti, yazıklar olsun, helak olasın." mealindeki tehdidiyle îkaz etmektedir. Akıl tabiî ki lâzımdır. Amma hangi akıl? Şimdi bunu tefekkür ederken şunu düşün güzel evlâdım! İmân kalbîdir. Kalbte o îmân nuru zuhûr ettiğinde hemen bunu muhafaza edip tasdik ederse artık o kalb îmânın mazharıdır.

En büyük ilim Allah'ı bilmek ve îmân etmektir. Tüm ilimler bu ilme hâdimdir. Bu îmâna hizmetçi olmayan ilim, kendisini tahsil etmek isteyenden Cenâb -ı Hakk'a sığınır. Yani ilmin de kendine mahsus bir hüviyeti ve Hak katında ta'yin edilen bir vücûdu vardır. Ol sebebden Allah'ın emrinde kullanılmayan ilim hakkını mahkemede arayan şahıs gibi kâdı-yı mutlak olan Cenâb -ı Hakk'tan adalet ister ve zâlim elinden kurtulmak için müracaat eder. İşte ol sebebden dolayıdır ki kalbsiz ve îmânsız ilim yeryüzünde nerede baş gösterirse güya o ilim sahipleri olduğunu iddia eden kişiler cemiyetin en zâlimleri olarak baş gösterirler.

Zîrâ ilmin kendilerinden bîzâr olmasıyla Allah hükmünü tahakkuk ettirmiş ve hakîkî ilmi yani îmânı onlardan almış, bu ellerinden gittikten sonra da cahil insanın yapacağı en feci zulümleri kendi elleriyle yapar hale gelmişlerdir. Şöyle bir tarihe baksana, en büyük zulmü yapanlar kendi devirlerinin sanatında, zenginliğinde en ileri olan kavimlerdir. Ezcümle şunu demek isterim ki: İlim bilmektir amma ilim tahsili bile taklidde kalırsa yani kalb ile izdivaç
etmeden hariçte saha bulmak derekesine düşerse zulümden başka bir şey çıkmaz.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Allah Teâlâ da nerede zulüm varsa, oranın çökmesini âdet-i subhaniyesi olarak va'detmiştir. Kâbe'de zulüm olsa Kâbe-i Muazzama çöker. Evde zulüm olsa ocaklar söner, devlet, teb'asına zulmetse muhakkak o devlet parçalanır. Kişi kendi nefsine zulmetse o nefis de parça parça olur. Yani tevhîdden uzaklaşır. Ruh, nefis, kalb bir cümle etrafında birleşemez.Parça parça olan bu nefis bir olan Allah'ın birliğini, Fahr -i âlem Efendimiz'in nurundaki birliği, sırat -ı mustakîm'in vahdet yolunu bulamaz. Bulsa da sadrına şifa olmaz. Zîrâ bu mânâyı cem edecek bir vücûda, bir mânâya sahip değildir. Hüviyetini tescil edecek şahsiyet olmaktan uzaktır. O kişi, davasında samimi olamaz. İbadet taata neş'e gelir gibi olsa da parça parça olduğundan tefekkür edemez. Tefekkür edemeyince de taklidde kalır.

Taklidde kalan hangi terbiyeyle kemâle erişebilir?Hangi benliğiyle tasdik makamına erişebilir? Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin çok muhteşem bir sözü vardır,Mesnevî -i Mânevî'de. O büyük Allah velîsi bir beytinde der ki: "Kâfirler maymun iştahlıdır." Fakir, gençliğimde bunu okuduğumda pek mânâsını anlayamamıştım.

Kâfirleri yermek meyânında söylenmiş bir söz zannetmiş idim. Lâkin öyle değilmiş. Hazret -i Pîr bu beyitte kâfirlerin küfründe bile samimi olmadıklarını işaret buyuruyormuş yani "Kâfirler
Hakk'a karşı çıkışırlar, devamlı itiraz ederler. Bu çekişmeleri gerçekten bir fikre sahip oldukları için değildir. Taklîden, laf olsun diye, öylece atalarına karşı olmak içindir. Yanlış da olsa bir i'tikadları yoktur. Eğer küfürlerinde samimi olsalardı o küfrün beyhude olduğunu anlarlar ve neticede o küfrün dahî Hakk'a nisbeti olduğunu, Hakk'ın müsaadesiyle zuhûr ettiğini farkedip bir şekilde îmân cihetine tâbi olurlardı. Amma öyle olmadı. Zîrâ küfürleri bile samimi değildir." denilmek isteniyor.

Bu muhteşem bir sözdür. Bir kişi samimiyetle puta tapsa, o tapınmanın samimiyetinden edindiği putun hiçliği nive bu yaptığının beyhude olduğunu eninde sonunda anlar. Peki durum böyleyse Hak Teâlâ'ya samimiyetle, ihlâsla, taklîden değil hakîkaten ve tahkîken ibadet eden bir kişi Hakk'ın nice tezahürlerine ve tecellîlerine mazhar olur bir düşünsene!Cenâb-ı Hakk îmân, İslâm ve ihsan mertebelerine işaret ederek bizi tefekküre sevketmiyor mu? Taklîden îmân kişiyi menzile eriştirmez. Tahkîken îmân kişiyi İslâm'a, tahkîkî İslâm kişiyi ihsana, Cenâb -ı Hakk'a kurbiyyete îsal eder (ulaştırır,vâsıl kılar)-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hak celle ve âlâ Kur'ân -ı Kerîm'inde "Elestü bi rabbüküm" buyuruyor. Yani "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Kullarının da cevaben "Belâ"yani "Bilakis(Yâ Rabbi, sen bizim Rabbimizsin.)" diyerek tasdik ettiğini beyân buyuruyor. Cenâb -ı Hakk "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorabilirdi. Amma kelâmında böyle buyurmadı, bu, muhakkak bir sebebe mebnîdir. Müfessirler ve âlim olan zâtlar bu âyetin tefsirinde şu hikmete dikkat çekmişlerdir: Hak Teâlâ "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorsa belki şuursuzca, tefekkür etmeden hatta korkudan, bilmeden tasdik edilebilirdi. Ama suâl menfî soruldu. "Sizin Rabbiniz değil miyim?" suâline muhâtab olan kişide, Hak Teâlâ'yı Rabbi olarak tasdik etmezse kendisini nasıl bir
musibetin bulacağını ve Allah'sızlığın nasıl bir helâk olduğunun derdini idrak vardır, bu yüzden o idrakle, şuurlu bir şekilde "Belâ"diye cevap verdi. İşte bu arzettiğim tefsirin az evvel bahsi geçen mevzuları nasıl cem ettiğini farketmişsindir. Yani ruhlar âlemindeyken bile bizler tefekküre, şuurla îmâna sevkedildik. Bu sevkedilişte dahî derde talib olduk. İnsan derdini idrak etmekle dermanı müdrik kılındı. Ol sebebdendir ki, mü'mînler o kimselerdir ki onların derdi Allah'tır ve Allah'tan ayrı kalma korkusu mânâsına gelen takvadır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hatırıma gelmişken hemen söyleyeyim; yeni yeni âdetler çıktı. Geçenlerde maalesef bir arkadaşımız konuşurken tevafuk eyledim. O kişi vefât eden tanıdığı için "Toprağa verdik." deyince başımdan aşağı sanki kaynar sular döküldü. Yâ hû, insan toprağa verilir mi? Biz Nasranî miyiz ki toprak toprağa, ateş ateşe, küller küllere kavuştu, diyeceğiz. Topraktan yaratıldık ama topraktan gelmedik ki, biz Allah'tan geldik, yine Allah'a döneceğiz. Toprağa giren cesettir. Biz cesetten ibaret değiliz ki!

Ve inşâallah toprağın içine girsek de toprakta kaybolmayacağız. Biz toprağa sırlanacağız. Kabrimiz bizler için sır kapısıdır. Dünya üzerinde sırlanır, âhirete o sırla nurlar gibi doğarız inşâallah.Geçmişte yaşamış âlimler bu sözleri Müslüman evlâdının söyleyeceğini bilseydiler bu nev'î sözlerin küfür olduğunu kitaplarına dahî yazmaktan çekinmezlerdi. Toprağa hayvan verilir, insan değil. İşte lisân bozulunca insanlık da bozulur. Ol sebebden Allah Teâlâ, halîfe olmamız hasebiyle lisânlarımızı kelâmıyla süslemiş ve indirdiği Kur'ân -ı Kerîm ile lisânımızı dahî ıslah eylemiştir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Ömrün uzunluğundan ziyâde bereketli olması ehemmiyetlidir.

Öyle insanlar vardır; âdetâ ceset içinde cansız yaşarlar. Sinni(yaşı) neredeyse asrı(yüz seneyi) bulmuştur. Ama kalbinden, ruhundan hatta kalıbından bile habersiz yaşamıştır. Niceleri de vardır ki ömür olarak kısa lâkin amel olarak çok uzun ve bereketli hayat sürmüşlerdir.Bak Sultan Selim Han'a. Yedi, sekiz sene içerisinde dünyayı dize getirmiş bir padişahtır. Derler ki, altı sene daha yaşasaydı yeryüzünde İslâm'ın bayrağının dalgalanmadığı hiçbir toprak parçası kalmayacaktı. Çok bilinen bir şahıs olduğu için Sultan Selim Han'dan misal verdim. Yoksa nice zâtlar gelmiştir. Sayısı Allah'ça ma'lûm olan bu şahıslar kısacık hayatlarına âlemleri sığdırmış, âlem onlarla ihya olmuş, onlar bu âlemde yaşayıp, ölüp gitmemişler, âhirete ve dünyaya sultan olmuşlardır. Tabiî ki hem yaşça hem halce uzun ömür Allah Teâlâ'nın husûsî bir lütfü ve ihsanıdır. Cenâb -ı Hakk halimizide, yaşımızı da pîr eylesin. Hep o muhabbetle bir eylesin.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bereket dedik, söz bereketlendi. Bunu niçün anlattım evlâdım?
Şunun içün: Yemek bitti, denmez. Şimdi dersin ki; "Ya hû şeyhim, biten yemeğe neden 'bitti' demeyelim?" Demezsin ya, ben yine de sebebini îzah edeyim: Allah Teâlâ lûtfuyla bizi rızıklandırır. O rızık cümlesinden önümüze lokmamız gelir. Lokmayı besmele ile yersin. Tamamladıktan sonra'elhamdülillah' diye lisânen şükrünü edâ edersin. Fakat biter mi? O lokma sende vücûd bulur, besmeleyle, hamdeleyle vücûduna dâhil olan o taam(yemek) bir mü'minin kursağından geçtiği için kendi lisân-ı haliyle Cenâb -ı Hakk'a şükreder.Sen o gıdanın kuvvesiyle ibadet taat, zikir, fikir ve mahlûkata hizmet edersin. Böylece vücûdunda fâni olan lokma senin ibadet taatınla tekrar vücûd bulur. Sendeki vücûdla onun hayat bulması ve senin Cenâb -ı Hakk'a şükür halinde bulunman vesilesiyle nimet çoğalır, artar. Âlem değiştirir. Cennette ikrama, âhirette devlete vesile olur. Yani bu vücûd orada daayrı bir vücûd bulur. Lokma sende fâni oldu, vücûd buldu. Sen taatla kendi vücûd lokmanı fâni ettin, vücûd buldun.Cenâb -ı Hakk seni vücûdsuz mu koyacak? Hâşâ, Cenâb-ı zü'l-Celâl Hazretleri de sana ilâhî hazinesinden bir vücûd verecek.Şimdi böyle baktığında sen o lokmaya 'bitti' diyebilir misin? Bu mânâya işaret etmek için, 'bereketlendi' dersin. Yani zâhiren kayboldu, bâtında vücûd buldu, o vücûdla bereketlendi, ziyâdeleşti. Çok küçük gibi görünen bu ifade çok büyük mefhumu ve idraki beraberinde getirir. Meselâ; meydan terbiyesinde şu kadarcık edebi sözle tâlim eden bir zât anlar ki maldan infak edildiğinde mal bitmez. Candan infak edildiğinde beden çökmez. Mü'minlerle paylaşmayı ve infak etmeyi kendisine şiar edinir. Allah yoluna sarfedilen şeyi tükendi, bitti kabul etmez. Küpü boşaltacaksın ki yerine dolsun. İnfak etmeyen kişi tazelenemez. Bereketten de nasîbdâr olamaz.



---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Çok hoşuma giden bir latîfe var. Onu zikredeyim de birazefkârımız dağılsın. Adamın biri işrak vakti camide namazını kılmış, yani üzerine güneş ibadet taat ve zikirle doğmuş,câmiden çıkıyormuş. Avluda karşısına nur çehreli bir pîr gelmiş. Selâmlaşmışlar. Gelen zât bizim adama "Efendi, bir isteğin var mı, hâcetin var mı?" diye suâl etmiş. Adamcağız tin "Estağfirullah teşekkür ederim, hiçbir hacetimiz yok, sizin bir arzu isteğiniz varsa yapmaya gayret edeyim." demiş. Gelen pîr adama "Ya hû ben senin için buraya geldim, hizmet edeyim diye. Ben Hızır'ını demiş." Lâkin bizim adamdan yine ses yok. "Teşekkür ederim, efendim. Siz başka ihtiyaç sahiplerine bakınız, benim herhangi bir hâcetim yok." demiş. Hızır olduğu anlaşılan zât adama çıkışmış: "Ya hû sen ne biçim adamsın!Herkes beni bulmak için adaklar adar, dualar eder. Biz senin yanma geldik, hiç i'tibar etmezsin." O zaman, bizim o sakin adamcağız birden celallenmiş. "Bana bak mübarek!" demiş. "Ben bundan yirmi beş sene evvel inim inim inliyordum. O kapı, bu kapı dolaşıyordum. 'Yâ Rabbî, Hızır mı gönderirsin, hâzır mı gönderirsin, Senin hidayetine beni eriştir.' diye dua ediyor, yalvarıyordum. O zaman gelmedin. Eh elhamdülillah biz şimdi bir pîr kapısı bulduk. Oradan da nasîbleniyor ve elhamdülillah aşkullahı ve muhabbet-i Resûlullah'ı meşk ediyoruz. Şimdi gelip de benim bu sakin halimi bozma, başka müşkili olanlara git, beni de meşgul etme. Zîrâ râbıtama mâni oluyorsun." demiş. Selâm vererek oradan uzaklaşmış.Bendeniz bu latifeye pek gülerim. Amma sen sen ol, Hızır sana uğrarsa böyle yapma. Merak etme, o dahî pîr eşiğinde bulduğun devlettir. Yol tevhîd yoludur, şaşı olma.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Fatih Sultan Hazretleri İstanbul'u fethettikten sonra hocası Akşemseddîn -i Velî'ye, "Bu fetih bize müyesser oldu lâkin merak ediyorum tekrar küffar eline geçmesi mukadder mi yahut bu beldenin Müslümanların elinden çıkmaması için nasıl tedbir alalım?" diye sormuş. Hacı Bayram -ı Velî Hazretleri'nin halîfesi olan Akşemseddîn -i Velî Hazretleri bu mes'eleyi Cemâleddîn -i Halvetî Hazretleri'ne havale etmiş. "Beraberce gidelim, Hz. Şeyh'ten bunu suâl edelim." demiş. Hz. Şeyh Cemâleddîn Aksarayî Halvetî, Fatih Sultan Efendimizin bu sorusunu izn-i ilâhî ile şöyle cevaplamış: "Ey oğul, bu belde-i tayyibenin(güzel beldenin, İstanbul'un) kıyamet sabahına kadar küffâr eline geçmesini istemiyorsan öyle,bir nizam kur ki, her gün yetmiş bin kelime -i tevhîd bu mübarek beldenin semâlarına yükselsin. İşte o zaman düşman istilasından emin olur." Hemen bunun üzerine Sultan Fatih Mehmed Han zikir halkalarının bulunduğu yerler ikame eylemiş. Meselâ Ayasofya Câmii, ki, diğer adı Câmi -i Kebîr'dir: Halvetîlere,Edirnekapusu'ndaki Kâriye Câmii ricâl-i Nakşiyye'ye havale edilmiş. Bunun gibi birçok sokak ve caddelere mescidler inşa edilmiş. Şerîat üzre bina olunan o mescidlere tarikat ehli sûfiler ta'yin edilmiş.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bunu unutma... İyi belleyesin...Cemiyetlerdeki ve fertlerdeki nurlanma aileden başladığı gibi, gene ailedeki zulüm ve şekâvet cemiyetlerin çöküşünü hazırlamaktadır. İhya ve imha ailede başlar...


Erkeğin nefsi hanımında zuhur eder, kendini gösterir. Kadının nefsi de çocukta tezahür eder. Bunlar birbirine bağlıdır. Erolan kişi hem kendinin ıslahına hem de hanımların terbiyesine gayret edecek, o nurdan nasîbdâr olan hanımlar da cemiyeti i'mara memur olacak, ancak o zaman işler dört başı ma'mur olacak bilesin

İhsan Efendi oğlum... Bendeniz nice analar gördüm... Sineleri Allah ve Resül aşkıyla yanıp tutuşan.,. Yüzüne baktığında iffetin ve ibadetin güzelliği yüzünden yansıyan... Gözünde yaş, elinde teşbih, dilinde zikir, duaları redd olunmayan...Ayıpları örten, cemiyeti ıslaha çalışan, gıybetin zinadan şiddetli bir günah olduğu şuuruyla herkese hüsn-i zanla ve mürüvvetle muamelede bulunan, Allah için seven ve herkes tarafından sevileri nice analar.... Ve nice hanım kızlar bilirimki gece ibadetinin solgunluğu yüzüne nur olmuş, nur-i îmânla mahlûkata nazar etmek gözlerine sürme olmuş.Gençliklerinin emanet olduğunu, ahlâk ve ilmin en kıymetli ziynet olduğunu, en güzel elbisenin de takva olduğunu idrak etmiş nice îmânlı kız evlâdı var... Bakarsan bağ ölür; bakmazsan dağ olur, demişler.

Bu insanlar gökten zembille mi indi?Tabiî ki hayır. Ama yerdeki fitneden, cehaletten ve şehvanî isteklerden ilimle, irşadla sıyrılıp yükseldiler. Eskiden bu nev'î insanlar daha çoktu. Ahlâkı bozuk, ahlâksızlığı alenen yapanlar acaba gökten taş gibi mi düştü, diye bakılırdı. Şimdi ise güzel ahlâk üzre olanlar acayip karşılanıyor. Geçenlerde bir hâdise duydum. Hatta şâhid olanları dinledim. Çok' üzüldüm.

Yedi ceddi şeyh olan bir aile Avrupa'da seyahat ve ikamet ederlerken sanki eskiden zorla îmân etmişlermiş gibi hem ibâdâtı hem tesettürü bırakıvermişler. Öyle kalsa gene bir derece. Bu yetmezmiş gibi tesettürlü Müslüman kardeşlerimizide bağnazlık ve mürtecîlikle(gericilik) itham eder, levm ederlermiş(kınarlarmış).

Din ve îmân, içindeki hissiyatmış, önemli olan kalbin pâk olması ve âleme sevgi ile nazarmış. Bak şen şu işe oğlum, bunlar yeni değil, bu sapık i'tikad evvelden devar. Yâ hû, kalbleri en iyi bilen kimdir? Hz. Allah (cc). O Hak Teâlâ ki Kur'ân-ı Kerîm, Kelâm-ı Kadîm'inde, Sûre -i Mülk'te ne buyuruyor? “Her şeye hiçbir şeyin ihâta edemeyeceği şekilde muktedir olan o Allah ki ölümü ve hayatı yarattı, ki sizin hanginizin en iyi ameli (işi) var ortaya çıksın, âşikâr olsun.” buyuruyor. O halde düşünmez mi ki bu ahmak insan, kalblerien iyi bilen Allah Teâlâ bile kuluna amel güzelliğini zâhir eylemesini emrederken kullan nasıl amellerindeki bozukluğu ile temiz kalbini arzetmeye kalkar. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar. Bir devletin kanununu ihlâl eden ve eşkıyalık yapan,ben devletime âşığım, vatanperverim, dese devletin kadısı bu çürük mazereti suçun hafifletilmesi veya cezanın iptali için
vesile kabul eder mi?

Efendimiz(sav) ibadet hususunda başımızın tâcı Fâtımâ Annemiz'e ; “Kızım Fâtımâ, babanın resûl, peygamber olmasına güvenerek sakın sakın ibadetini ihmal etme” buyurmadı mı? Hem mâdem kâinata muhabbetle ve şefkâtle nazar etmek lâzımdır deniliyorsa niçin dinini titiz yaşayanlara dil uzatıyor ve onları levm ediyorlar? Ah evlâdım, bu kokuyu iyi bilirim,bunda rahmani koku yok. Asırlardır îmânın misk ü amber kokusuna tahammül edemeyenler, karşımızda tir tir titreyen leş kargaları, Allah korkusu ve Muhammed kokusu olmayanlar, kendilerini de korkutmayan Müslüman tipinde cenâbetle yetiştirmeye gayret ediyorlar.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Nefsini bilmemek ve ilimden mahrum olmak gadabı celbeder. Gadap, hakkı ve hukuku tamamen unutup nefsini kâim kılmak sıfatının cebren kendisini göstermesidir. Ol sebebden gadap hilmiyetle teskin olmazsa yaptığı tahribada ve zararla kişinin yakasını bırakmaz. Akabinde kişi şehevâni zevkleri artmış ve bedenî zevklerini tatmin ile eyice Hak'tan uzaklaşmış olur. Bu acayip bir şeydir. Gadap şehveti besler. Hakk'a ibadetten mahrum olan kişilerin en bâriz özelliklerinden biri kendi kudretleriyle her şeyi yapacaklarını zannetmeleridir. Hak'tan gâfil olmak kibrin neticesidir. Kibir, hakkıyla tevhîd edememenin yani şirkin hastalığıdır. Kibir derinlerde ve kişilerin bâtınına çöreklenmişbir illettir.

Bu illet gadap ve şehvetle kendisini gösterir. Lâkin gadap şehvetten tehlikelidir. Çünkü gadap benliğini tam kabullenme halidir. Şehvet ise benliğini zevke âlet etmek veya zevkle memnun etmektir. Gadap, şehveti besledikçe şehevânî örtü gafleti ziyâdeleştirir, gaflet perdelerinin ağırlığı kişiyi önce ibadet taatın zevkinden, zikir ve sohbetin ülfetinden, Hak dostluklarının nazarından soğutur ve neticede kişi esir -i şehvet olduğunda ye'se ve ümitsizliğe düşerek hem ibadetten hem hakan abitlerden tamamen uzaklaşır. Etrafında tıkırtı duysa, ansızın huzuru bozulsa hemen korkuya ve evhama kapılır. Çünkü kaidedir: Hain kişi korkar. Nifaktan kurtulamadığı için devamlı nefsanî korkularla ömrünü harceder. Bu korkulan izâle için mal mülk edinir, sahte muhitlerde sahte dostluklar kurar. Yani işte şu an dünyadaki insanların ekseriyetinin haline dönüşür.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Osman Efendimiz bir gün huzuruna gelen kişiye “Git abdest al tekrar gel, hatta guslet.” buyuruyor. O kişi “Benim guslüm var, abdestim de var.” diye mukabelede bulunuyor. Cenâb-ı Osman Efendimiz “Sen kalk abdest al, guslet tekrar gel.” deyince, o kişi inatla ve küstahça “Ne oluyor ya Osman, şeriatı değiştirip yeni yeni kaideler mi ihdas ediyorsun?” deyince Hz. Osman Efendimiz usulcacık o adamın kulağına “Gelirken yolda falancanın haremine öyle bir şehvetle baktın ki o şehvetin izi ve senin vücûdundaki lekesi hâlâ durmakta. Git tövbe et ve Cenâb-ı Hakk’a ta’zim için abdest al.” diyerek ikazda bulunuyor.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Pîr Molla-yı Rûm Mevlânâ Celâleddîn buyurur ki: “Herhangi kötü sayılan fiili, tek başına işlerken utanmazsın, ama onu başkasının yanında yapmaktan çekinirsin. Halbuki sen hiçbir zaman tek kalmazsın. Dâimâ Hak Teâlâ’nın murakabe nazarındasın. Kendisinden utanılmaya, haya edilmeye en lâyık olan zât Hazret-i Allah’tır. Halktan utanır da esas kendisinden utanılacak zâta karşı nasıl öyle hayâsızlık edebilirsin?”
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yâ Rabbî, biz yoktuk Sen bizi vareyledin ve fâni olarak halkeylediğin bir âleme sevkettin, kendinden haberdâr ettin, gene fâni olmak üzere, bir seyir içerisindeyiz ve hızla bu fânilik üzerimizde işini görmektedir. Lâkin Yâ Rabbî biz bu arada tüm bunlar olurken Sana âşık olduk. Bize merhamet eyle Yâ Rabbî, bizi dûr eyleme Yâ Rabbî. İlle de fâni olacaksak Senin cemâlinde ifna eyle hatta cemâlinde bizleri kâim eyle…”

Hz Mevlana
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kur’ân-ı Kerîm’de hiç tekrar yoktur. Tekrar gibi görünen âyet-i kerîmeler asla tekrar değildir. Muhakkak bir sebebe mebnîdir(Bir sebeb üzere inşa olunmuştur, bağlıdır.) Hazret-i Pir Muhyiddîn İbnü’l Arabî bu hususu îzah ederken “Müfessir (Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme, edebilme ilmine sahip, bu hususta izinli olan, donanımlı olan kimse) ona derler ki; Kur’ân-ı Kerîm’de sûre başındaki ha-mim’lerin her birinin ayrı bir mânâsı olduğunu bile bilir.” buyuruyor. Yani ha-mim diye biz yedi sûrenin başında aynı harflerin tekrar edildiğini düşünürüz. Oysa böyle değil, her ha mim’in o sûreyle yahut başka bir sebebden alakalı muhakkak ayrı ayrı mânâları olduğunu zikrediyor. Bunu da biraz açalım. Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin çokça okuduğu ve duyduğu Sûre-i Rahman’ı bilirsin. Bu sûreye “Arûsü’l Kur’ân-ı Kerîm” (Kur’ân-ı Kerîm’in gelini) derler.
Kıyamet gününde mahşer halkına Cenâb-ı Hakk’ın Rahman süresindeki kelâmıyla hitabda bulunacağı rivayet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in gelini hadîs-i şerîfi mûcibince meşayihten(şeyh efendilerden) yahut dervişândan biri âlem-i cemâle göçtüğünde, kabre defnedildiği gece cemiyette bu sûre okunur. Ehl-i tarîkin âdâbındandır. Zât-ı âlinizin günlük dersleri içerisinde Rahman sûresi olduğu ve bu sûreyi her gün okuduğunuz ma’lûm. Onun için daha fazla teferruata girmiyorum. Şimdi sûre-yi celîleye baktığında hep aynı âyetin tekrar edildiği zannına kapılabilirsin.

Halbuki “Febieyyi âlâ i rabbiküma tukezziban” âyet-i kerîmesi her biri, müstakil âyettir. Dolayısıyla her biri müstakil bir mânâ ifade eder. Hem evvelinde geçen âyetle hem bu âyetten sonra gelen âyetle alakalı hakikatlere işaret eden ve asla birbirinin aynı olmayan kelâm-ı Sübhânîdir. Bunun haricinde bu zikredilen âyeti okuduğunda ayrı bir benlik ve vücûda nâil olursun. Sonraki okuyuşunla gene ayrı bir benlik ve vücûda intikal etmiş olursun. Ve bu intikal neticesinde her vücûdun âlemi farklı olduğundan ayrı bir âleme de intikal etmiş olursun. İnsandaki idrak değişikliği âlemlerindeki değişiklikten dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve tesbihat, bu yenilenme ve devamlı terakki ile her okuyuşunda o mânâ üzre başka bir âyet olarak tecellî eder ve Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi’dir. Yani Rabbü’l-âlemîn’dir.

Daha evvelce zikrettiğimiz gibi namazın ilk rek’atında Fatlhâ’yi “Elhamdulilahi Rabbi’l-âlemîn” diyerek okursun, o rek’atın sonunda secdeye varırsın, secdeden kalktığında ayrı bir vücûd, ayrı bir hal ûzre huzura durursun. O rek’atın Fatihâ’sı ile diğer rek’atların Fatihası aynı değildir. Sen muvakkat(geçici, izafî) bir vücûda sahipken bile hiç yerinde durmayan tecellîlere mazhar oluyorsun da tecellilerin sahibi Hak Teâlâ ve O’nun kelâmı aynı yerde durur mu? Dolayısıyla sohbetlerdeki o mânevî alışveriş Cenâb-ı Hakk’ın nuru ve Resûlullah Efendimizin ruhaniyetiyle vücûda geldiğinden aynı şeyi duysan da ne sen aynı benliktesin, ne söylenilen söz daha evvelki duyduğun söz, ne de o sözü sana aktaran aynı ağız. O halde ilk defa dinliyormuşçasına âgâh ol, asla gaflet gösterme.-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Şimdi bak İhsan Efendi oğlum, daha çocukluğumuzda bize öğretilen bir muhaverat(konuşma) şekli vardır. “Müslüman mısın?” diye sorulduğunda cevaben “Elhamdülillah” deriz, “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna ise, “Kalû belâdan beri.” cevabını veririz. “Kalû belâ ne demektir?” suâline ise “Elestü birabbiküm’ün cevabıdır.” diyerek mukabelede bulunuruz. Sen de bilirsin, tıfıl çocuklar da bunu bilir.

Yani bu suâl ve cevap şekliyle büyüklerimiz, Müslümanlığın bize ezelden Cenâb-ı Hakk’ın lütfü olduğunu, buna hamdetmemiz gerektiğini anlatmak istemişlerdir. Ve bu îmânın ruhlar âleminde ikrarımızla sabit olduğunu anlatmak istemişlerdir. Şimdi gelelim buraya, zât-ı âliniz düşünebiliyor mu, bizler ruhlar âlemindeyken Allah’ın îmânına mazhar olacağız, hâşâ Efendimiz dalâletteyken îmâna mazhar olacak ve kırk yaşından sonra da peygamber olacak. Yâ hû bu nasıl bir anlayıştır, ne sakat bir görüştür. Güzel evlâdım, enbiyâ yani peygamberlerin hepsi ruhlar âleminde seçilir. Bir adam çalışmakla, muntazam bir hayat sürmekle, efendim şu sebebden bu sebebden peygamber oluvermez. Elma ile armut değil ki bu. Nebilerden bahsediyoruz. Peki “Kırk yaşında peygamber oldu.” demekle ne kasdedilir? Peygamber Efendimizin nübüvvetinin kırk yaşındayken ilân edilmesi kasdedilir.

Yoksa “Kırk yaşında peygamberlik geldi.” demek ahmakça bir sözdür. Efendimiz saadetle buyurdular ki: “Adem toprak ile su arasındaydı, henüz cismi bile teşekkül etmemişti, ben peygamberdim.” Hatırladığım kadarıyla Sünen-i Tirmizi’de bu hadîs-i şerif zikrolunmuştur. Hadîs-i şerîfin metnine dikkat edersen, insandım veya ruhtum, demiyor. Resûldüm, diyor. Resûl ne demek? Kitap sahibi ve ümmeti olan zât demektir. Efendimiz daha semâvâtın nakşı olmadan, nev-i beşerden mevcûdatın haberi olmadan evvel risâlet tahtında Kelâmullah’ın mazharıydı. Sonra bu âleme geldiğinde ruh-i Muhammedîye’sinde bulunan o kelâm kırk yaşında tezahür eyledi.



Şimdi hatırıma gelmişken, bazı ahmaklar vahyin gelişini de yanlış aktarırlar. Malûm hâdiseyi biliyorsunuz, meşhurdur. O sebebden kısaca sadece bir bölümünü zikredeceğim. Cebrail(as) geldiğinde “Oku” diyor Efendimiz’e, “Okuma bilmem.”buyuruyor Efendimiz, sonra Cebrail(as) Efendimizi sıkıyor, tekrar “Oku” diyor, Efendimiz aynı şekilde mukabelede bulunuyor, Cebrail(as) tekrar sıkıyor.

Efendimiz “Ne okuyayım?” buyuruyor ve bunun üzerine de işte ma’lûm ilk âyetlerin zuhûru ve Hazreti Cebrail’in Alâk sûresinin ilk âyetlerini okuması mevzu’u vardır. Şimdi bu hâdiseye de, ilmi ve aklı noksan bazı kişiler, anlamayarak kendilerince yorum yapmaktadırlar. Güzel evlâdım, Hak Teâlâ ümmî olan bir zâta niye okumasını teklif etmiş olabilir? Buradaki okumaktan murâd Efendimiz’in sadrında bulunan mânânın zuhûruna davettir. Yoksa Cebrail(as) hâşâ Efendimiz’e işkence ederek sıkıp bırakıp sonra sıkıp bırakıp zorla mı okutmuştur? Buradaki nezaketi de anlamazlar ki, o kucak kucağa sarılma ve sadrın sadra akmasıyla ilgili bir hikmettir. Cebrail(as) Efendimiz’in sadr-ı Muhammedîye’sinden aldığı izinle gene ona âyetleri okumuş, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya Hakk’ın kelâmı için âyine olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm Cebrail’e indirilmedi ki, Resûlullah Efendimiz’e indirildi. Fesübhânallah. Cenâb-ı Hakk irfansızlıktan bizleri muhafaza eylesin.

Güzel evlâdım, Duhâ sûresine tekrar nazar edip dönersek oradaki “elem yecidke” kelâmından murâd lûgattaki “bulmak” mânâsında değildir. Hak Teâlâ neyi kaybetti ki bulacak? Hâşâ, kâinatı dolaşıyordu da Mekke-i Mükerreme’de en uygun kişiyi, güzel ahlâklı bir yetimi mi bulmuş! Mümkün mü böyle bir şey? Peki nedir? Bu kelâmda geçen mânâ “bulmak” mânâsına değil “icad” mânâsınaadır. Yani buna göre “Rabbin seni yetim olarak îcad etmedi mi? Yaratmadı mı ve böylece seni muhafaza etti.” ‘Yetim’ kelimesi için müfessirler genelde insanların anladığı mânânın uzak olmadığını söylemişlerse de, burada zikredilen yetimin “dürr-i yetim” olduğunu ifade eylemişlerdir. Tam karşılığı “yetim inci”dir. Bu tâbir, eşi benzeri olmayan nadide inciler için kullanılır ki çok çok ender bulunup başka hiçbir inciye benzemeyecek özelliğe sahip kıymetli inci mânâsınadır. Dürr-i yetim olarak tefsir edilirse “Rabbin seni eşi benzeri olmayan bir inci gibi îcad eyledi de kıymet bilmeyen câhiliye gürûhu arasında muhafaza etmedi mi?” manası verilir. Şimdi bu burada kalsın.

“Dall’en” tâbirine gelince. Bazı terbiyesiz herifler Duhâ süresindeki bu âyeti okuduklarında “Sen sapmış olarak bulundun da Allah sana hidayet etmedi mi?” gibi ancak Resûlullah’a düşman olanların söyleyebileceği sözler sarfediyorlar. Hak celle ve âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in şikâyetinden emin eylesin ve bu zâtlar hakkındaki şikâyetlerimizi îmânımıza delil eylesin. Neûzü billah(Allah’a sığınırız.). Bir kere “dall” kelimesinin lûgatta birçok mânâsı vardır. Amma Kur’ân-ı Kerîm’de geçen kelimelere mânâ verilirken muhakkak Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında o kelimenin başka şekilde kullanılışına müracaat lâzımdır. Kur’ân’ı yine Kur’ân tefsir eder. Sûre-i Yusuf’ta Yusuf(as),un Mısır’dan gömleğini babasına gönderdiği esnada, babası Hazret-i Yakub(as) yanındakilere “Sizler bana çok yaşlandığı için şaşırıyor, demeseniz ben hakîkaten Yusuf’un kokusunu duyuyorum.” dedi. Sûre-i Yusuf’un 95. âyet-i kerîmesinde Yakub(as)’un bu sözüne karşılık yanında bulunan ümmetinden olan kişilerin “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığında devam ediyorsun.” dedikleri buyrulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsirinde dalâl kelimesinin “sapkınlık ve hidayetten mahrum olmak” şeklinde tefsirinin söz konusu olamayacağını söyleyerek böyle bir durumda yanındakilerin kâfir olması îcab eder, demektedirler.

Zîrâ peygambere sapık demek kişinin kâfir olması demektir. Bunun için dalâl kelimesi ne yaptığını bilmeyecek kadar muhabbet üzre olmak, muhabbetinden dolayı etrafına aldırmamak demektir. O halde Duhâ süresindeki âyetin tefsiri meâlen “Sen Rabbine muhabbetinden dolayı bu coşkun hal üzereydin. Hak celle ve âlâ sana vuslatını ve kendisine kavuşacağın sırat-ı müstakimini belli beyân kılmadı mı, seni Rabbine âşık olarak îcad etti de sonra bu muhabbetin îcabı olan kurbiyyete(yakınlığa) mazhar kılmadı mı?” şeklinde ifade edilebilir. Sûrenin devamındaki âyetlere ismini zikrettiğim tefsirden bak. Şu andaki hâlet-i ruhiyem daha fazlasını yazmaya müsait değil.

Amma şu kadarını söyleyeyim ki; sûrenin devamındaki âyetlerde geçen yetim, sâil kelimelerinde muazzam derinlikte mânâlar ve mefhumlar vardır. Ayrıca kalb-i Muhammedîye’ye işaret vardır. Kalbinle mütalaa et, ruhunda bu mânâ zuhûr edecektir. Âlim, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu hissiyata mazhar olmuş zâta denir. Sadece metin okumakla âlim olunsaydı bizim buradaki papazlara da âlim denirdi. Zîrâ onların dinimiz hakkında epeyce malûmatları vardır. .
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

SON
Devamını Oku »

Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.



Bismillahirrahmanirrahim


Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.

Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeyebirtek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder!

Zîrâ, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse -halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

Halbuki, namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır.

Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir.
Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır.
Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir.
Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder. (Sözler, s. 27)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Namaz ucuz ve az bir masrafla kazanılır



Bismillahirrahmanirrahim

Dördüncü Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلصَّلاٰةُ عِمَادُ الدِّينِ


Namaz ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, gör:

Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.

İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der: Yahu, şu liranı bir bilete ver, ta bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler; bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.

Acaba şu adam inat edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat bir lezzet için sefahete sarf etse, gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?

İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.

O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse -halbuki kazanç ihtimali binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı? Halbuki namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder.

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »

Ey nefis! Namaz neden seni usandırıyor?



Bismillahirrahmanirrahim

Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi:

“Namaz iyidir. Fakat hergün, hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü bütün nüfus-u emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkep içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil, Beş İkazı benden işit.

BİRİNCİ İKAZ

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.

İKİNCİ İKAZ

Ey şikemperver nefsim! Acaba, hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?

Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise, hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve lâtife-i Rabbâniyemin havâ-yı nesîmini cezb ve celb eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.

Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîmin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.

Evet, şu fâni dünyada kemâl-i sür’atle vâveylâ-yı firakı koparan giden, ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise, herşeye bedel bir Mâbûd-u Bâkînin, bir Mahbûb-u Sermedînin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.

Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letâfetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »

Mü'minlerin namaz ve dualarındaki büyük sır


Bismillahirrahmanirrahim


İ’lem eyyühe’l-aziz!


Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki, herbir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Ve herbir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur—bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma... Ve keza, herbir fert, arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallâk-ı Kâinata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.

İşte mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvî, mânevî teâvün ve birbirine yardımlaşmakla hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber mahlûkat içerisinde mükerrem ünvanını almıştır.


Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye)
Devamını Oku »

Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعٰالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Remz


Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beytin etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyti ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün.

Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmâya dahil olsun ki, o cemaatin icmâ ve tevatürü, onun namazda söylediği her dâvâya ve herbir sözüne bir hüccet ve bir burhan olsun.

Meselâ: Namaz kılan اَلْحَمْدُ ِللهِ dediği zaman, sanki o cemâat-i uzmâyı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar.

Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı mânevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hasseleri, lâtifeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil, tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.

(İHTAR) Sath-ı arz mescidini mütehâlif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-i uzmânın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kaderle, İlâhî bir fotoğrafla tersim ve terkîm edilmekte olduğu, ihtimâl ve imkândan hâli değildir.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye)
Devamını Oku »

Namaz niçin günde beş vakit kılınır? Her vaktin ayrı ayrı açıklaması


بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ


Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.

Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u ilâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i ilâhiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadir-i Zülcelâl’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tâzim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için «Beş Nükte»yi nefsimle beraber dinlemek lâzım…

BİRİNCİ NÜKTE:
Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yâni, celâline karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı, lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir. Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te’kid ve takviye için şu kelimât-ı mübareke , otuzüç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te’kid edilir.

İKİNCİ NÜKTE: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı ilâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i ilâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yâni rubûbiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekâisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr -ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve Kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.

-Hem de rubûbiyetin Kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za’fını ve mahlûkatın aczini görmekle Kudret-i Samedâniyyenin âzamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahü Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin.

-Hem rubûbiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbının ihsan ve in’âmâtını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin. Demek, namazın ef’âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı ilâhîden vaz’edilmiştirler.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i Musaggarıdır ve Fâtiha-i Şerîfe, şu Kur’an-ı Azîmüşşân’ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envâ’ını şamil bir fihriste-i nuraniyyedir ve bütün esnâf-ı mahlukatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-yi kudsiyedir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:
Nasılki haftalık bir saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de; Cenâb-ı Hakk’ın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın sâniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deverânı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-i insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-i âlem birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar. Meselâ:

-Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahım-ı madere düştüğü âvânına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı ilâhiyeyi ihtar eder.

-Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem Ömr-i dünyadaki hilkat-ı insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı nimeti hatırlatır.

-Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuûnât-ı İlahiyeyi ve in’amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder.

-Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlukatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harâbiyetini ihtar ile, tecelliyat-ı celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

-İşâ’ vakti ise, alem-i zulümat, nehâr âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bakiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâl’in celâlli tasarrufatını ilân eder.

-Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i Berzahı ifham ile, ruh-i beşer rahmet-i Rahmân’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve Berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, îkâz eder ve bütün bu inkılâbat içinde Cenab-ı Mün’im-i Hakiki’nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ve senaya müstehak olduğunu ilân eder.

-İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar mâkul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyettedir.

Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları ihtar ettiği gibi; Kudret-i Samedâniyyenin tasarrufat-ı azime-i yevmiyesinin işaretiyle; hem senevi, hem asrî, hem dehrî, kudretin mu’cizatını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.

BEŞİNCI NÜKTE: İnsan fıtraten gâyet zaîftir. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gâyet âcizdir. Halbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gâyet fâkirdir. Halbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gâyet ağırdır. Hem insâniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadir-i Zülcelâl’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat edip arz-ı hâl etmek, tevfik ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-yi istinad olduğu bedâheten anlaşılır.

Ve zuhr zamanında ki, o zaman, gündüzün kemâli ve zevale meyli ve yevmi işlerin Âvân-ı tekemmüllü ve meşâğilin tazyikkindan muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve İn’amat -ı ilâhiyyenin tezahür ettiği bir andır. Ruh-u beşer, o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekasız şeylerden çıkıp Kayyûm u Bâki olan Mün’im-i Hakikî’nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiâne etmek ve Celâl ve âzametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve Kemal-i Bizevaline ve Cemal-i Bimisaline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak; ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasib olduğunu anlamayan insan, insan değil…

Asr vaktinde, ki o vakit, hem güz mevsim-i hazînanesini ve ihtiyarlık hâlet-i mahzunanesini ve âhirzaman mevsim-i elîmanesini andırır ve hatırlattırır. Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı ilâhiyenin bir yekûn-i azim teşkil ettiği zamanı, hem o koca Güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle; insan bir misafir memur ve her şey geçici, bikarar olduğunu ilân etmek zamanıdır. Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halketmek ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-i insan, kalkıp abdest alıp şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm i Bâki ve Kayyûm u Sermedi’nin Dergâh-ı Samedaniyesini arz-ı münacat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesabsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, İzzet-i Rububiyetine karşı zelilâne rükûa gidip, Sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârane secde ederek, hakikî bir teselli-i kalb, bir rahat-ı ruh bulup huzur-i Kibriyasında kemerbeste-i ubudiyet olmak olmak demek olan asr namazını kılmak, ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münâsib bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-i fıtrat edâ etmek, belki gâyet hoş bir saadet elde etmek olduğunu; insan olan anlar.

Mağrib vaktinde, ki o zaman, hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlûkatının veda-yi hazînanesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır. Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır. Hem dünyanın zelzele-ı sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır ve zevâlde gurub eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle îkaz eder bir zamandır. İşte akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müstak olan ruh-u beşer, şua azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezât’in arş -ı azametine yüzünü çevirip bu fânilerin üstünde «Allahü Ekber» deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp Daim ü Bâki’nin huzurunda kıyam edip «Elhamdülillah» demekle; kusursuz Kemâline, misilsiz cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena edip اِيّاكَنَعْبُدُوَاِيّاكَنَسْتَعِين demekle, Muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek, hem nihayetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve acizsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber za’f ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle, سُبْحَانَرَبّىَالْعَظِيمِ deyip Rabb-i Azim’ini tesbih edip; hem zevalsiz Cemal-i zâtına, tegayyürsüz Sıfât-ı Kudsiyesine, tebeddülsüz Kemal-i Sermediyyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsivâ ile muhabbet ve ubudiyetini ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm -i Sermedi bulup, سُبْحَانَرَبِّىَاْلاَعْلَى demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A’lasını takdis etmek; sonra teşehhüd edip, oturup bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekrem’ine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatını izhar edip ve îmânını tecdid ile tenvir etmek için şu Kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmanesini müşahede edip Sâni’-i Zülcelâl’in Vahdaniyetine şehadet etmek; hem saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyatı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latif, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubûdiyet, ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkıyâne bir sohbet ve daimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir!

İşâ’ vaktinde ki o vakit, gündüzün ufukta kalan bakiye-i âsârı dahi kaybolup, gece âlemi kâinatı kaplar.مُقَلِّبُالَّيْلِوَالنَّهَارِ olan Kadir-i Zülcelâl’in o beyaz sahifeyi bu siyah sahifeye çevirmesindeki tasarrufat-ı rabbaniyesiyle yazın müzeyyen yeşil sahifesini, kışın bârid beyaz sahifesine çevirmesindeki مُسَخِّرُالشَّمْسِوَالْقَمَرِ olan Hakîm -i zülkemal’in icraat-ı ilâhiyesini hatırlatır. Hem mürûr-i zamanla ehl-i kubûrun bâkiye-i âsârı dahi şu dünyadan kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hâlik-ı mevt ve hayat’ın Şuunat-ı ilâhiyesini andırır. Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harab olup, azîm sekeratıyla vefat edip, geniş ve bâki ve âzametli âlem-i âhiretin inkişafında hâlik arz ve semâvât’ın tasarrufat-ı celâliyesini ve tecelliyat-ı cemâliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır. Hem şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, Mabud ve Mahbub-i Hakikîsi o zât olabilir ki; gece gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi sühûletle çevirir, yazar bozar, değiştirir. Bütün bunlara hükmeder bir kadîr-i mutlak olduğunu isbat eden bir vaziyettir.

İşte nihayetsiz âciz, zaîf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz bir istikbâl zulümatına dalmakta, hem nihayetsiz hâdisat içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, yatsı namazını kılmak için şu mânâdaki işâ’da ibrahimvari لآَاُحِبُّاْلاَفِلِين deyip Ma’bûd-i Lemyezel, Mahbûb-i Lâyazâl’in dergâhına namaz ile iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde, bir Bâki-i sermedi ile münacat edip bir parçacık bir Sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir Ömr-i bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan rahman ü rahîm’in iltifat-ı rahmetini ve nur-i hidayetini görüp istemek; hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı, o dahi unutup, dertlerini kalbin ağlamasıyla Dergâh-ı rahmette döküp; hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel, son vazife-i ubudiyet yapıp, yevmiye defter-i amelini hüsn-i hâtime ile bağlamak için salâte kıyam etmek, yâni bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud ve Mahbub-u Bâki’nin ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr u Kerim’in ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz u Rahım’in huzuruna çıkmak.. hem Fatiha ile başlamak, yâni bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan nâkıs, fakir mahlukları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i mutlak ve Rahîm ve Kerim olan Rabbü’l âlemin’i medh ü sena etmek;

hem اِيّاكَنَعْبُدُ hitabına terakki etmek, yâni küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, ezel ve ebed sultanı olan Mâlik-i Yevmi’d-dîn’e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip, اِيّاكَنَعْبُدُوَاِيّاكَنَسْتَعِينُ demekle bütün mahlukat namına kâinatın Cemaat-i kübrâ ve cemiyet-i uzmâsındaki ibadât ve istianatı ona takdim etmek; hem اِهْدِنَاالصِّرَاطَاْلمُسْتَقِيمَ demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden, nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidâyeti istemek; hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş Güneşler, hüşyar yıldızlar, birer nefer misillü emre musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zât-ı Zülcelâl’in kibriyâ sını düşünüp “Allahü Ekber” deyip rükûa varmak; hem bütün mahlukatın secde-i kübrasına düşünüp, yâni şu gecede yatmış mahlukat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ Arz, hattâ Dünya, birer muntâzam ordu, belki birer mutî nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden emr-i كُنْفَيَكُونُ ile terhis edildiği zaman, yâni Alem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizâm ile zevalde gurub seccadesinde “Allahü Ekber” deyip secde ettikleri; hem emr-i كُنْفَيَكُونُ den gelen bir sayha-yi ihya ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i mevlâ oldukları gibi, şu insancık onlara iktidâen o Rahman-ı ZülKemâl’in, o Rahîm-i Zülcemâl’in bâr-gâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde “Allahü Ekber” deyip sücûda gitmek, yâni bir nevi mi’raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasib bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın.

Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i rabbaniyenin emarat ve in’âmât-ı külliye-i ilâhiyenin alâmâtı olduklarından; borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir…

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ مُعَلِّمًا لِعِبَادِكَ لِيُعَلِّمَهُمْ كَيْفِيَّةَ مَعْرِفَتِكَ وَ الْعُبُودِيَّةَ لَكَ وَ مُعَرِّفًا لِكُنُوزِ اَسْمَآئِكَ وَ تَرْجُمَانًا ِلاَيَاتِ كِتَابِ كَآئِنَاتِكَ وَ مِرْآتاً بِعُبُودِيَّتِهِ لِجَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
Devamını Oku »