Yılbaşına Dair

Yarın yılın son günü. Yarın gece yarısı miladî takvime göre yeni yıl başlayacak. Her yılbaşında olduğu gibi bu yılbaşında da kutlamanın dinî niteliği gündeme gelecek. “Kutlama yapma yoksa gâvur olursun” diyen de var, “ne alakası var, bu bir dinî bayram değil ki” diyen de. Bana da bu konuda çeşitli sorular geldi. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da aşırı (ifrat - tefrit) yaklaşımlar söz konusu. Bu konuda ifrat ve tefritten uzak, mutedil bir görüş ortaya koymaya çalışacağım.

Yılbaşı kutlamasının dinde haram ve günah olduğunu ifade edenlerin bu konuda ortaya koyduğu üç delil bulunmaktadır:

1. Rabbimiz Kur’an’da, Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin, onlar birbirinin velisidirler. İçinizden kim onları veli edinirse o da onlardandır.” (Mâide, 51)

2. Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa o da onlardandır” (Ebu Davud, Libas, 5)

3. Yine peygamberimiz bir başka hadisinde “kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmuştur. (Buharî, edeb, 96; Müslim, el-Birr ve’s-sıla, 165)

Peygamberimiz, diğer dinlerden olanlara benzemeyi önlemek ve Müslümanları her bakımdan onlardan ayrı bir ümmet kılmak için pek çok tedbir almıştır. Kendisi saç tarama şekli bakımından bile müşriklere ve Yahudilere muhalefet etmiş, namaza çağırmak için çan çalma veya boru kullanma fikrini Yahudi ve Hristiyanlara benzemek olarak gördüğü için doğru bulmamış, başka pek çok konuda da alternatif uygulamalar yapmıştır.

Bu delileri dikkate alıp yılbaşı kutlamayı bir Hristiyan âdeti olarak görenlere göre bu kutlamayı yapanlar Kur’an’da yasaklanan “veli edinme” ve hadiste yasaklanan “başkasına benzemeye çalışma” yasağının kapsamına girmiş olurlar. Bu görüşte olanların bir kısmı işi tekfir boyutuna kadar götürürken bir kısmı bunun haram ve günah olduğunu söylemekle yetinir.

Yılbaşı kutlamasının söz konusu yasağın kapsamına girip girmediğini belirlemek için öncelikle bu yasağın kapsamını netleştirmemiz gerekir.

Eğer kişi inanç, amel veya ahlak bakımından İslam’a zıt yönleri bulunan kimselerin bu yönlerine benzemeye çalışıyorsa dinin yasakladığı “başkasına benzeme” günahını işliyor demektir. Benzemeye çalıştığı durum İslam’a aykırı değilse bu benzeme dince yasaklanmış değildir.

Mesela bir Müslüman, gayri Müslimlerin, kendi dinlerinin gereği olarak giydiği kıyafetleri giyemez, yiyip içtiği şeyleri yiyip içemez, kutladığı günler ve bayramlarını kutlayamaz.Hristiyanlar haç işaretini kendi dinlerinin sembolü olarak taşırlar. Bir Müslümanın boynuna haç takması olacak şey değildir. Bir Müslümanın noel, haç yortusu, Meryem ana günü gibi Hristiyanlara ait bayramları kutlaması caiz olmaz.

Buna karşılık gayr-i Müslimlerin yemek yerken kaşık-çatal kullanması, evlerinde koltuk-büfe bulundurması, araba kullanması, ceket-pantolon giymesi,teknolojik aletleri kullanması konusunda onlarla benzer davranışlar göstermek dince yasaklanmış değildir. Çünkü gayri müslimler bunları kendi dinlerinin bir simgesi olarak yapmamakta, bu fiiller onların kimlik ve şahsiyetini ortaya koymamaktadır.

Bu ölçü doğrultusunda yılbaşı kutlamasına geldiğimizde şunu söylememiz mümkündür:

Yılbaşı ve noel farklıdır. Noel (kristmıs) Hristiyanlarca kutsal kabul edilen bir bayram olup Hz. İsa’nın doğumunu ifade etmektedir. Yılbaşı ise bir Hristiyan bayramı değildir. Noel 25 Aralık’ta, yılbaşı ise 1 Ocak’ta kutlanmakta arada bir haftalık zaman farkı bulunmakta, ikisinin kutlanma biçimleri farklı olmaktadır. Bununla birlikte dünya kamuoyunda noel ve yılbaşının bir arada anıldığı, kutlandığı, Hristiyan ülkelerin birçoğunda noelden başlayarak yılbaşına kadar tatil ve kutlamaların yapıldığı bilinen bir durumdur. Şu halde kutlanma sebepleri, zamanları ve biçimleri farklı olsa da dünya kamuoyunda noel ile yılbaşı adeta özdeş iki uygulama gibi görülmektedir.

Yılbaşı doğrudan doğruya bir dinî bayram değildir ve sırf yeni bir yıla girilmesi sebebiyle kutlama yapan kimsenin “Hristiyanlara benzemeye çalışan” bir kimse olarak değerlendirilmesi doğru değildir Şu halde bu kimselere “kâfir olmuş”, “dinden çıkmış” muamelesi yapmak haddi aşmaktır.

Bununla birlikte şunu da bilmek gerekir ki dünya kamuoyundaki algıda noel ile yılbaşı arasındaki çizgi o kadar kalın değildir. Birçok kimse, yılbaşı ve noel arasındaki farkı bilmez. Bu durumda, bir kimsenin dinen şüpheli bir duruma düşmekten kurtulması en doğru yoldur. Zira Allah Resûlü (s.a.v.) “sana şüphe veren şeyi bırak, şüphelendirmeyeni esas al” buyurmuştur. (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyame ve’r-reqâiq, 60)

Ele alınması gereken bir başka husus da “kutlama” adı verilen faaliyetlerin kendisiyle ilgilidir.

Herhangi birine, “yılbaşı kutlaması deyince aklınıza ne geliyor?” diye sorsanız, size bir çırpıda sayacağı şeyler: Çam süslemesi, havai fişek gösterisi, noel baba kıyafeti, hindi, piyango, bira-içki, kadınlı erkekli eğlenceler olacaktır. İşte bu kutlama faaliyeti söz konusu olduğunda Hristiyan kültürüne ait unsurlar ve İslam dininin haram kıldığı diğer şeyler iç içe geçmiş vaziyettedir. Bunlar içinden “noel baba” kıyafetinin ve “çam süslemesi”nin farklı kültürün sembolü olduğu, piyango almak, içki içmek ve kadınlı erkekli dans partilerinin ise İslam’ın yasakladığı fiillerden olduğu su götürmez bir gerçektir.

Meseleye dinî hüküm açısından bakmak gerektiği kadar kültürel etkileşim açısından da bakmak gerekir. Yeni nesillerin bu tarz kutlamaları normal bir durum olarak görmeye başlaması, ister istemez kültür emperyalizmini de birlikte getirmekte, Müslümana has bir kimlik ve duruş sergileme imkânı ortadan kalkmaktadır.

Son olarak şunu sormak gerekir: Yeni bir yıla girmiş olmak insanların sevinmesi, coşkuyla kutlaması gereken bir şey mi? Bu kutlama dedikleri şeyin tarzı, yöntemi bizim dinimize uygun mu?

Müslüman coğrafyaların katliama maruz kaldığı, iç savaş ve yoksulluk ile boğuştuğu bir hengâmede… Dünyanın dört bir yanında mazlum ve mağdur, yiyecek ekmek bulamayan milyonlarca dindaşımız, kardeşimiz varken… Sırf yeni bir yıla giriyoruz diye havai fişek patlatarak, göbek atarak, hoplayıp zıplayarak kutlama yapmak neyin nesi?

Allah Resûlü (s.a.v.) “sizden biri kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe –gerçek anlamda- iman etmiş olmaz” buyurmadı mı? (Buharî, iman, 6; Müslim, iman, 17)

Yılın sonunda ve başında ille de bir şey yapılacaksa bu bir kutlama değil muhasebe olmalıdır. Geçip giden yıllar, aylar ve günlerin içine "hesabı verilecek bir ömür" doldurabilmişsek ne âlâ... Yok öyle değil de ömür treninin vagonları mesabesinde olan yıllar beyhûde gelip geçtiyse ne yazık!

Biz ki iman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye etmekle geçmeyen her ânın hüsran olduğuna iman etmişiz!

“Yılın sonu” için yaptığı hazırlığı “yolun sonu” için yapmayanlar aldanmıştır. Üç günlük geçici mutluluk hayalini, milyonda bir ihtimale dayalı piyango biletine bağlarken, sonsuz mutluluğu, yüzde yüz kesin olan Allah'a teslimiyete bağlamayanlar aldanmıştır. Yeni yılı ayık bir akıl, sorgulayıcı bir nefis, tüm müminler için kuşatıcı bir duayla değil de kıyak bir kafa (!), boş vermiş bir ruh hali ve bencilce isteklerle karşılayanlar aldanmıştır.

Böyle bir aldanış içinde olan müslüman kardeşimize karşı tekfirci, ötekileştirici bir dil kullanarak onu daha da uzaklaştırmak, işi inat haline getirmek yerine yaptığının yanlışlığını kendisine samimi bir dille belirtip kazanmaya çalışan bir dil kullanmak, onların ıslahı ve şuurlanması için dua etmek gerekir.

İçinde bulunduğumuz takvim sisteminde yeni bir yıla başlıyoruz. Bu demde yapılması gereken iş bizim kültürümüze yabancı tarzda "yılbaşı kutlaması" yapmak değil, yeni olan her gün, ay, yıl gibi bu yılın da hakkımızda hayırlı geçmesi için dua etmektir.

Madem öyledir, peygamberimizin her yeni güne başlarken yaptığı duayı biz de yeni bir yıla uyarlayarak şöyle dua edelim:

“Allah’ım ben bu yılın ve sonrasının hayrını senden dilerim, bu yılın ve sonrasının şerrinden de sana sığınırım!"

Rabbimiz, yaşadığımız tüm zamanlarda ülkemize, milletimize ve ümmetimize birlik ve dirlik versin. Bizleri yolundan ayırmasın, şeytana uydurmasın.


(Soner Duman /12.Rebîülâhir.1439/Cumartesi)

Devamını Oku »

Esas,Usûl ve Üslûb Üzerine



İslam'ın bir esas, bir usul ve bir de üslûbu vardır. İslam'ın esası onun iman, amel ve ahlakî hükümleri yani bizatihi İslam'ın mahiyetidir. Bu mahiyetin düzgün bir şekilde kavranılması, öğrenilmesi bir usulü gerektirir. Düzgün bir şekilde öğrenilen bu esasın kitlelere mal edilmesi ise sahih bir üslubu gerektirir.

Esas sahih değilse ortada dine "bağlanma" problemi, usul sahih değilse "kavrama" problemi, üslup sahih değilse "aktarma" problemi var demektir.

Yüce Allah, elçilerine hem esası, hem usulü, hem de üslubu öğretmiştir.

Örneğin Rabbimiz, Hz. Musa ve Hz. Harun’u Firavun’a gönderirken şu üslubu da kendilerine emretmiştir:

"Firavun'a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar." (Taha, 43)

Rabbimiz, Peygamberimiz’e (s.a.v.) de üslup konusunda şu tarihî hatırlatmayı yapmıştır:

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl, 125)

“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmran, 159)

Günümüzde kitlelerin İslam'ın esasına ilişkin algısı noktasında pek çok problem söz konusudur. Bunu bir kenara bırakıp meseleye İslam adına yazan, çizen, konuşanların usul ve üslupları açısından baktığımızda insanların dört gruba ayrıldığını görüyoruz:

a) Usul de üslup da bilmeyenler. Bunlar dinî konularda bir usule dayanmaksızın konuşurlar. Eskilerin "bilmeyen ama bilmediğinin de farkında olmayanlar" için kullandıkları cehl-i mürekkeb tabiri tam bunlara uymaktadır. Cehaletlerine muvazi üslupları da son derece kırıcı ve serttir. Bunlara laf anlatmak, yola getirmek zordur.

b) Usul bilip üslup bilmeyenler: Bunlar usul bilgisine sahip olmakla birlikte kibirlerine yenik düşüp, ellerindeki usulü silah gibi kullanarak insanları katı kalp, abus çehre, kötü dille dinden uzaklaştırırlar. İtici, ötekileştirici, reaksiyoner bir dil kullandıklarından, dünyayı kendi etraflarında dönüyor zannederler. Kaş yapayım derken göz çıkarmayı marifet sayarlar. Allah'ın Firavun'a karşı takınılmasını istediği yumuşak tavrı, mümin kardeşlerinden esirgerler.

c) Usul bilmediği halde üslup / yordam bilenler: Bunlar usul bilmeyen ve fakat bilmediğinin farkında olan, üslup olarak da usul bilenlere saygısını koruyan, öğrenmeye meyyal kimselerdir. Bunlara usulün önemini anlatmak mümkündür.

d) Usul ve üslup bilenler: Bunlar usulü ve üslubu bilir. İnsanları ötekileştirmez. Dine sahip çıkar ama dinin sahibi gibi davranmaz. Hz. Peygamber'in, mescid-i nebeviye bevleden bedeviye gösterdiği tavrı, ümmetin bedevisi mesabesinde olan cahillere gösterirler. Bu gibiler bildiklerini öğretmekten, üsluplarıyla insanlara örnek olmaktan sorumludur.

Rabbim, usul ve üslup bilenlerden ve gereğince amel edenlerden eylesin.

Soner Duman Hoca

14.Mart.2016
Devamını Oku »

Farz'ın Farziyetini,Haramın Hürmetini İnkar Meselesi


FARZIN FARZİYETİNİ, HARAMIN HÜRMETİNİ [HARAMLIĞINI] İNKÂR NE ZAMAN KÜFÜR OLUR?

Usulün hüküm bahisleri okunurken farz ve vacip arasında bir de haram ile tahrimen mekruh arasında şöyle bir ayrım yapılır:

"Farzın farziyetini, haramın hürmetini inkâr kişiyi dinden çıkarır. Ama vâcibin vücûbunu, mekruhun kerâhetini inkâr kişiyi dinden çıkarmaz. Çünkü farz ve haram; sübut ve delaleti kat'î delillerle sabit olduğundan bunların dinden olduğu kesindir. Vâcip ve tahrimen mekruh ise zannî delillerle sabit olduğundan bunların dinden olduğu kesin değildir."

Burada çoğu zaman gözden kaçan bir husus vardır: Bir şeyin "dinde farz" veya "dinde haram" olması ile "belirli bir mezhepte farz" veya "belirli bir mezhepte haram" olması farklı şeylerdir. İnkârı küfrü gerektiren kısım "dindeki farz ve haramların inkârı"dır.

Mezhepteki farz ve haramların inkârı küfrü gerektirmez. Bir şeyin "dinde farz" veya "dinde haram" olması demek ise o konuda bütün müslümanların icma etmiş olmasını, hiçbir ihtilaf olmamasını gerektirir. Bir şeyin mezhepte farz veya haram olması, o konuda müslümanlar arasında ihtilafın bulunduğu anlamına gelir.

Beş vakit namaz, Ramazan orucu, zekât ve hac "dinde farz" olan hususlardandır. Yine adam öldürme, zina, hırsızlık, kumar ve faiz "dinde haram" olan hususlardır. Bunların inkârı kişiyi kâfir kılar.

Buna karşılık;

a) Mesela "abdestte tertibe riayet ve niyet etmek" Şâfiî mezhebinde farz olduğu halde Hanefîler bunun farziyetini kabul etmez, sünnet olarak kabul ederler. Bu durum onları kâfir kılmaz.

b) Demir ile demir karşılıklı olarak değiştirilirken bu değişimin eşit ya da peşin olmaması Hanefî mezhebine göre haramdır, faiz olur. Ancak Şâfiîler, demiri faize tabi mallardan kabul etmedikleri için bu değişimi caiz görürler. Hanefîler, Şâfiîleri bu mesele sebebiyle tekfir etmez.

c) Kadınların altın gümüş takılarında Hanefîlere göre zekât farzdır. Şâfiîler ise bunu farz olarak kabul etmezler. Hanefîler bu sebeple Şâfiîleri tekfir etmez.

d) Balık dışındaki deniz ürünlerini yemek Hanefîlere göre haramdır, Şâfiîlere göre ise helaldir.

Bu listeyi uzatmak mümkündür. Demek ki bir şeyin "tüm müslümanlarca farz veya haram kabul edilmesi" durumunda onun farziyet veya haramlığını inkâr etmek bütün müslümanların icmaına karşı çıkmak anlamına geldiği için küfrü gerektiriyor. Ama belirli bir mezhebe göre farz veya haram kabul edilen bir şey, bir delile binaen başka bir mezhep tarafından farklı değerlendirildi
ğinde farklı hükmü benimseyenler "kâfir", "fâsık", "bidatçı" olarak görülmüyor. Vallahu a'lem.

(Soner Duman / 02.Mart.2017/Perşembe)
Devamını Oku »

Miraç'ta Namaz Pazarlık Konusu mu Oldu?



Pazarı Pazartesiye bağlayan gece "mirac kandili" olarak idrak edilecek. (Bu konuda inşaallah bir yazı yayınlayacağım). Bu vesile ile miracta beş vakit namazın farz kılınmasına ilişkin zaman zaman kamuoyunda kimilerince dillendirilen bir itirazı ele alacağım.

GİRİŞ

Önce bir tespitte bulunalım:

Gerek miraca ilişkin rivayetler gerekse bu rivayetlerde yer alan beş vakit namazın farz kılınması meselesi mütevatir haberlerle değil haber-i vâhidler ile sabit olmuştur.

Şimdi bir usul kuralından söz edelim:

Âlimlerin çoğunluğuna göre haber-i vâhidler [yani mütevatir seviyesine ulaşmamış olan hadis rivayetleri] yüzde yüz kesinlik ifade etmez, zan ifade eder. Bu sebeple de inanca ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olmaz ama amele [fıkha] ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olur. Her ne kadar haber-i vâhidlerle inanç konuları sabit olmuyorsa da “senedi sahih olan”, “aklın gereklerine açıkça aykırı olmayan” ve “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş olan” haber-i vâhidleri tenkid edenlerin bu haberleri niçin reddettiklerine ilişkin güçlü gerekçeler ortaya koymaları elzemdir. Hele hele bu haberlerin “akla aykırı olduğunu” iddia etmek, onları kabulle telakki eden bütün ulemanın aklını ta’n etmekle eşdeğerdir.

1. MİRAÇTA BEŞ VAKİT NAMAZIN FARZ KILINDIĞINA İLİŞKİN RİVAYETLERE YÖNELİK ELEŞTİRİLER

Gelelim "miraçta namazın farz kılınışı" ile ilgili rivayetlere yönelik modern dönemdeki eleştirilere
Miraç ile ilgili senedi sahih olan ve ümmet tarafından kabulle telakki edilen bir takım rivayetler, tamamen düz “mantıkla” (!) ele alınarak kolayca reddedilebilmekte, bu rivayetler alay konusu yapılabilmekte, pejoratif bir dille bunları kabul edenlerin akıllarıyla dalga geçilebilmektedir.

Miraç hadislerinde en çok eleştirilen hususlardan birisi beş vakit namazın farz kılınışı ile ilgili bölümdür. Rivayetlere göre önce elli vakit olarak farz kılınan namaz, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Hz. Musa ile istişare etmesi sonucunda birkaç defa süren talepler sonucunda nihâyet beşe düşmüştür.

Burada şu hususlar eleştiri konusu yapılmıştır:

a) Elli vakit namaz yirmi dört saate bölündüğünde yaklaşık her yarım saate bir namaz düşmektedir. İnsanın günde ortalama 6-8 saat arasını uykuda geçirdiği düşünülürse bu zaman aralığı daha da azalmaktadır. Allah bir insanın gücünün bu kadar namazı kılmaya yetmeyeceğini bilmiyor muydu?

b) Peygamberimiz bu durumun ümmetine zor geleceğini bilmiyor muydu ki defalarca Hz. Musa kendisine bunun çok olacağını hatırlatarak indirim yapmasını istedi?

c) Allah, “benim katımda söz değiştirilmez!” derken, nasıl oldu da kısa bir zaman içinde birkaç defa hükmünü değiştirdi?

2. ELEŞTİRİLERİN ELEŞTİRİSİ

Sözün tam da burasında önemli bir hususa dikkat çekmek gerekir. “Sahih”, “ümmet tarafından kabul ile telakki edilen” hadislere yönelik tenkid yöneltenlerin en büyük sorunu, tenkitlerine gerekçe kıldıkları hususların aynen Kur’an hakkında da geçerli olmasıdır.

Mesela miraç hadislerinde Hz. Peygamber’in gök katlarından geçerek “Allah katına” ulaştığı yönündeki rivayetleri “Allah’a mekân izafe etme” gerekçesiyle reddedenlerin Kur’an’da da benzer tarzdaki şu âyet hakkında ne yorum yapacakları merak konusudur:

“Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından…Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” [Meâric, 3-4]

Tekrar konumuza dönerek şu soruları soralım:

1) Allah, Kur’an’da da ilk olarak koyduğu hükmü aradan çok kısa zaman geçince hafifletmiştir.

Örnek 1:

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” [Enfal, 65-66]

Bu âyetleri zâhir anlamıyla okumaya tabi tuttuğumuzda şu soruyu sormak kaçınılmazdır: “Allah, bizde zaaf olduğunu ilk hükmü koyarken bilmiyor muydu ki sonradan hafifletme yaptı?”

Örnek 2:

Bakara kıssasında Yahudiler, Hz. Musa’dan talepte bulundukça Allah daha önce mutlak bıraktığı hükme yeni yeni kayıtlar koymuştur.

Soru: Allah Yahudilerin emre uymakta isteksiz olacaklarını, ayrıntı isteyeceklerini bilmiyor muydu ki her defasında emrine yeni bir kayıt koydu?

Örnek 3:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Musa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.” (A’raf, 142)

Soru: Yüce Allah, -hâşâ-Musâ ile görüşmesinin toplamda 40 gece süreceğini bilmiyor muydu ki önce otuz geceliğine sözleşip sonra buna 10 gece ekledi.

Örnek 4:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“[Ey Peygamber] O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.”[Âl-i İmran, 124-125]

Soru: Hz. Peygamber önce üç bin melekle müjdelediği halde sonradan sayı niçin beş bine çıkarılmıştır?

2. Yüce Allah, İblisi rahmetinden kovunca İblis kendisinden süre istemiş, Allah da kendisine süre tanımıştır.

Soru: Allah, -hâşâ- İblis’le pazarlığa mı girişti?

3. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (adeta) bizimle mücadeleye başladı. İbrahim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi. (Melekler dediler ki): Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!” [Hûd, 74-76]

Soru: Literal bir okumayla bu âyete baktığınızda bir Peygamber’in Rabbiyle ve O’nun gönderdiği meleklerle bir kavmin helak olmaması için pazarlığa giriştiğini söyleyebiliyor musunuz?

4. Yüce Allah, kullarını sınamak üzere dilediği hükmü koyar, dilediği hükmü yürürlükten kaldırır. O, kullarını imtihan etmek için önce ağır hükümler koyup sonradan bunları hafifletebilir.

Örnek:

“Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu. O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik. Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik.” [Nisâ, 66-68]

Demek ki Allah dileseydi insanlara değli günde 50 vakit namazı farz kılmak “kendinizi öldürün”, “yurtlarınızı terk edin” gibi ağır hükümler de koyardı ve kulların bu hükümlere uyması halinde bu durum kendileri için daha iyi olurdu.

SONUÇ:

Bu maddeleri ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak adına burada kesiyorum.

Bu yazı, zannî olan haber-i vâhidi savunayım diye hâşâ kat'î olan Kur'an'ı tehlikeye atmak, hakkında şüphe oluşturmak için yazılmış değildir. Sadece her şeye zâhir gözlüğüyle ve literal olarak bakan zihnin aynı çarpık bakış açısını -tıpkı züccaciyeci dükkânına giren fil gibi- bir süre sonra Kur'an'a da uygulayabileceğini ve bazı vahim sonuçları olabileceğini göstermek üzere yazılmıştır.

Yukarıdaki âyetlerin tümünün elbette sahih bir tevili söz konusudur. Ben bu yazıda, hadisleri reddedeceğiz diye getireceğimiz kriterlerin bir zaman sonra / birileri tarafından Kur'an'a da uygulanması tehlikesinden söz ediyorum. Rabbimizin kitabı elbette her türlü şüphe ve tereddütten berîdir.

Tekrar sözü başına bağlayayım: “Sahih”, “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş” hadisleri reddederken ortaya koyduğunuz gerekçelerin sağlam olması gerekir. Gerekçe diye ortaya koyduğunuz şeyler, Kur’an’ın da reddedilmesine yol açmamalı. Hadisler için ileri sürdüğünüz red gerekçesi Kur’an için de kullanılabiliyor ise bindiğiniz dalı kesiyorsunuz demektir.

Son bir söz: Hepsinden geçtim… Velev ki hadisi eleştireceksiniz, en azından üslubunuzu bozmayın… Şayet ümmet tarafından kabul görenleri bu üslupla ta’n etmek şiarınız olmuşsa ne diyelim?

“Şayet mümin iseniz imanınız size ne kötü şeyi emrediyor!” [Bakara, 93]

(Soner Duman /21.Nisan.2017/Cuma)
Devamını Oku »

Kur'an'ı Anlamak Çok Kolay Mı ?


Kur'an'ı Anlamak Çok Kolay Mı ?






Kur’an, defaatle kendisinin “mübîn” bir kitap olduğunu ifade eder. Bu, haddi zatında Kur’an’ın “apaçık” olduğunu ifade ettiği gibi “açıklayıcı” olduğunu da ifade eder. Peki bu ne anlama gelir?

Günümüzde özellikle kimi çevrelerce “Kur’an’ın mübîn / apaçık bir kitap olduğu” dolayısıyla okuma-yazma bilen ve aklı çalışan herkesin Kur’an’ı (mealinden de olsa) okuyarak rahatça anlayabileceğini ifade eden bir takım söylemler sıklıkla dile getirilmektedir. Öyle ya madem ki Kur’an mübîndir, öyleyse herkes (mealden de olsa) okuyunca anlamalıdır! Oysa hakikat hiç de öyle değildir. Kur’an’ın “mübîn olması” ancak Kur’an’ın bağlamını bilen için mümkündür. Kur’an’ın nüzûlüne şahitlik etmeyenler açısından Kur’an, anlaşılmak için gayret ve emek sarfedilmesi gereken bir kitaptır. Zaten böyle olmasaydı tarih boyunca binlerce tefsirin yazılmasını nasıl izah edebiliriz ki?

Peki, Kur’an’ı, nüzulüne şahit olmayan bizim gibi “dolaylı muhataplar” açısından mübîn kılacak bağlam neyi ifade etmektedir? Bağlamı beş boyutlu olarak düşünmek mümkündür:



  1. TARİHSEL BAĞLAM

 1.1. Cüz'î tarihsel bağlam:

Bunu "nuzül sebebi bağlamı" ve "nuzül sonrası tatbik bağlamı" şeklinde iki kategoride incelemek mümkündür.

Nüzül sebebi bağlamı, tek tek âyetlerin hangi olaylar üzerine indiğini ortaya koyan bağlamdır. Her bir âyet için cüz'î bir tarihsel bağlamın bulunmaması, nüzul sebebine ilişkin rivayetlerin kat'î değil zannî bir değer taşıması, literatürde aynı âyetle ilgili farklı nüzul sebeplerinin bulunduğu bilinen bir durumdur.

"Nuzul sonrası tatbik bağlamı" ise inen bir âyetin Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashab-ı kiram tarafından nasıl anlaşılıp uygulamaya geçirildiğini ortaya koyan bağlam olup bütün bir sünnet / hadis literatürü bunun kaynağını teşkil etmektedir.



1.2 Küllî tarihsel bağlam:

Bu, Kur'an'ın nüzul öncesinde ve nüzul döneminde Arapların genel durumu, Mekke ve Medine'nin sosyal, siyasî, ekonomik, dinî ortamıdır. Her bir âyetle ilgili cüz'î tarihsel bağlam olmasa da Kur'an'ın bütünü için küllî bir tarihsel bağlam bulunmaktadır. Bu, bir anlamda Şâtıbî'nin "arabîlik" kavramıyla özdeş bir anlamı ifade etmektedir.

Küllî tarihsel bağlamı tespit konusunda en önemli eserlerden biri Muhammed Hamidullah’ın “İslam Peygamberi” isimli eseridir.



  1. DİL BAĞLAMI

Kur'an'da geçen herhangi bir kelime, terkip veya üslubun, nüzul dönemindeki kullanımda ne ifade ettiğinin tespit edilmesi gerekir.

Arapça, tıpkı diğer dillerde olduğu gibi tarihsel süreçte bir takım değişiklikler geçirmiştir. Söz konusu değişikliklerin en bâriz olduğu hususlardan biri kuşkusuz kelimelere takdir edilen anlamlardır. Bir kelime zaman içinde “anlam genişlemesi”, “anlam daralması”, “anlam değişmesi” gibi bir takım etkilere maruz kalabilmektedir.

Söz gelimi Kur’an’da geçen “hikmet” kelimesi, tarihsel süreç içinde felsefe, fıkıh usulü, tasavvuf gibi ilim dalarında Kur’an’daki bağlamından tamamen farklı bir biçimde kullanılır olmuştur. Aynı şeyi nasslarda geçen başka pek çok kelime için söylemek de mümkündür. Şu halde “orijinal anlam” diye bir kaygısı bulunanların, nasslarda yer alan kelime ve terkipleri, “kendi bağlamında” araştırma gibi bir sorumlulukları vardır. Bunun için öteden beri tefsir kitaplarında câhiliye şiirleri, Arapların eskiden beri arasında mütedavil olan atasözleri gibi kaynaklara müracaat edilmiş, “Meâni’l-Kur’ân” tarzında eserler yazılmıştır.

Kur’an’ın dil bağlamını tespit konusunda fıkıh usulü kitaplarının “elfaz” bahisleri, ulûmu’l-Kur’ân adlı kitaplarda yer alan dil bahisleri ile özellikle Kur’an’ın edebî yönden i’cazını ifade etmek üzere yazılan kitaplar önemlidir. (Bu konuda arkadaşım Osman Güman’ın çevirdiği ve uluslararası tercüme ödülü de almış olan Cürcânî’nin Delâilü’l-i’caz (Sözdizimi ve Anlambilim) son derece önemlidir.)



  1. DİZGİSEL BAĞLAM (SİYAK - SİBAK BAĞLAMI)

Kur'an'da yer alan bir kelime, içinde yer aldığı cümle içinde; cümle, içinde yer aldığı âyet bütünlüğü içinde, âyet, içinde yer aldığı âyetler grubu ve sûre içinde anlaşılmaya çalışılmalıdır. Söz gelimi, Allah'ın dualara icabet ettiğini belirten âyetin, Ramazan ayı ve oruçla ilgili âyetlerin arasında yer alması bu dizgisel bağlam içinde değerlendirilmeli, dua ile oruç ve Ramazan arasında bir bağlantı kurularak yorumlanmalıdır.



  1. KONU BAĞLAMI

Kur'an'da aynı konu ile ilgili âyetlerin tümü bir arada değerlendirilmelidir. Söz gelimi şefaatle, velayetle ilgili âyetler veya herhangi bir peygamberin -Hz. Yusuf hariç- hayatına dair âyetler Kur'an'ın farklı sûrelerine dağıtılmıştır. Bir konuda araştırma yaparken konu ile ilgili parçacı yaklaşımdan uzak durup bütüncül bir yaklaşım sergilenmelidir. Günümüzde “konulu tefsir” adı verilen faaliyetleri, “konu bağlamı” alanında yapılmış çalışmalar olarak görmek mümkündür. Bu yapılırken aynı konudaki âyetlerin hem nüzul sırasına göre, hem de Kur’an’daki resmî tertibe göre ilişkilerinin ayrı ayrı incelenmesinden bir takım sonuçlar elde etmek mümkündür.



  1. GELENEKSEL BAĞLAM

Kur’an’ın herhangi bir âyetinin ya da kavramının tarihsel süreç içinde gelenekte nasıl anlaşıldığı araştırılmalı, geleneğin üzerinde ittifak ve ihtilaf ettiği hususlar tespit edilmeli, bir âyet ya da kavrama yönelik anlam takdirinde geleneğin üzerinde icma ve ittifak ettiği hususlara aykırı anlam takdirinden uzak durulmalıdır. Zira bu, bütün bir geleneği yanlışlamak, Kur’an’ın söz konusu âyet ya da kavramının on dört asırdır anlaşılmadığını iddia etmek demektir.



SONUÇ

Kur'an'ın orijinal anlamı, ancak yukarıdaki bağlamlar dikkate alındığında tespit edilebilir. Bu bağlamların herhangi biri göz ardı edildiği oranda Kur'an'ın orijinal anlamından uzaklaşılmakta, âyetlere subjektif, indî anlam takdirleri söz konusu olmaktadır.

Fıkıh usulü ilmi, nassların bu şekilde keyfî yorumlara tabi tutulmasını, bağlamından koparılmasını engellemenin kriterlerini tespit etmeye çalışan bir ilim dalıdır. Bu yönüyle fıkıh usulünün nassların anlamının tespiti ile ilgilenen konuları, nassların her defasında yeniden anlamlandırılması için değil, mezhebin, nasslardan bu sonuçlara nasıl ulaştığının hesabını vermek içindir. Bu hesabın verilip verilmediği zaman tartışılabilir, ancak tartışılamayacak bir gerçek vardır ki o da yukarıdaki bağlamları ıskalayan (usulden bigâne kalan) her anlam arayışının sonuçta Kur'an'ın anlamını tahrife kapı aralayacağıdır.



Soner Duman Hoca


Devamını Oku »

Katolikliği Olmayan Bir Dinde Protestanlık Icad Etmek



İslam’ın on dört asırlık serüvenini pesimist [kötümser] bakış açısıyla okuyan zevatın içine düştüğü temel hata, İslam’ın tarihini, kavramlarını ve kurumlarını, Batılıların kendi tarih, kavram ve kurumlarını okuduğu biçimde okuma hastalığına yakalanmalarıdır. Hani hadiste “onlardan biri keler deliğine girse siz de [bir hikmeti vardır diyerek] gireceksiniz” buyruluyor ya işte tam da bu hastalık.

Yanlış analojilere / kıyaslamalara bina edilmiş yanlış sonuçlar…

Batının Hristiyanlıkla olan serüvenini, bizim İslam’la olan serüvenimize kıyaslama… Batının reformist anlayışını adapte etme… Temel hata bu!

Ne oluyor bunun sonucunda?

Olan şu: Birileri, Katoliklik gibi bir yapıya hiçbir zaman sahip olmamış bu din ve kültürde bir Protestanlık inşasına gayret ediyor. İslam’ın Martin Luther ve Calvin’i olmaya can atıyorlar. Böyle bir proje tutar mı? Tabi ki tutmaz. Sel akar, köpük üste çıkar ama köpük gider, su kalır.

Yanlış kıyaslara kurban edilen yeni bir anlayıştan söz ediyoruz. Nasıl yanlış kıyaslar?

İslam’daki “Sünnet”, Yahudilerin Mişnası, Yahudi ve Hristiyanların İsrailiyatı değildir!

İslam’daki icma delili, Hristiyanlıktaki konsil değildir!
İslam’daki ulema, Hristiyanlardaki uhban sınıfı değildir!
İslam’daki mezhep, Hristiyanlardaki kilise değildir!
Kur’an, İncil değildir!

Halife veya Şeyhülislam, Papa veya kardinal değildir!
İslam’da hiçbir zaman "din adamları" sınıfı olmadı. Müslüman ulemanın hiçbir zaman oligarşik hakimiyeti ve “tanrı krallığı” olmadı. Müslüman ulema tamamen kendi çabalarıyla ilim yolunda yükselen sivil halk çocuğu idi. Bir çoğu, zamanının devlet otoritesine boyun eğmediği için hapis yattı, işkence gördü, hapiste öldü.
İslam’daki icma, arkasında siyasî zorlama ya da devlet yaptırımı olmaksızın tamamen spontane [kendiliğinden] gelişen bir konsensüs [ittifak]tır. Bunu, Roma devletinin ve Vatikan’ın devlet yaptırımıyla toplayıp akide belirlediği konsillere kıyas etmek bir akıl tutulmasından başka bir şey değildir.

İslam’da Hâricîler gibi bir takım heretik grupların tekfiri bir silah olarak kullanması hiçbir zaman ana akım [sevad-ı azam] Müslümanlar tarafından kabul edilmedi. Ehl-i kıble tekfir edilmedi. Kimi tarikatlarda zaman zaman cenneti garantileme söylemleri söz konusu olmuşsa da bu hep sıradışı / şâzz bir yaklaşım olarak kabul edildi ve İslam’ın hiçbir zaman endülüjans [cennet tapusu] ve aforoz [dinden atma] belgeleri olmadı. Bireysel tekfir tartışmaları kolektif bir baskı ve yaptırım aracına dönmedi.

İslam’da, bilimsel çalışma yaptığı için mahkeme kararıyla idama mahkum edilen bilim adamları olmadı. Ulemanın birçoğu aynı zamanda astronomi, tıp, coğrafya, mekanik, botanik vb. alanlarda da uzmanlık seviyesinde bilgi sahibiydi.

İslam medeniyetinin, dinî metinleri anlama ve yorumlama metodolojisi fıkıh usulü ilmi çerçevesinde yürüyordu. Bu usulde Kur’an’ın dışındaki kaynaklar Kur’an’ın rakibi, onu tahtından edecek, onunla eşdeğer, otonom [bağımsız] deliller değil ancak ona hizmet eden delillerdi.

İmdi,

Yanlış analojilere dayalı sakat bir mantığın temsilcilerinin, halkı sözümona “din adamları” sınıfından kurtarıp “kutsal kitapla buluşturmak” adına havariliğe soyunması, bütün bir tarihi “kötücül” bir bakışla yorumlamasının bizi getireceği nokta neydi? Tabi ki "indirilmiş din"

Temel soru şu? Nereden indirilmiş din?

Bu “indirilmiş din”, Allah tarafından indirilmiş, başta Allah Resûlü (s.a.v.) ve ashab-ı kiram olmak üzere ümmet ölçeğinde tatbikata geçmiş din değil, tamaman subjektif yorumlarla tarihi bağlarından koparılıp "tahtından indirilmiş", adı konulmamış öykünmelerle "hakimiyetinden indirilmiş", on dört asırlık hafızaya veda ederek "sindirilmiş" bir dindi.

Ne diyelim?

Allah emrinde galiptir, ama insanların çoğu bunu bilmezler!

( Soner Duman /19.Haziran.2017/Pazartesi)
Devamını Oku »