Medyatik Oryantalizm: Kültürel sömürgecilik



Modernliğin bütün dünyaya çeki düzen vermeye başladığı üç yüzyıldan bu yana başka bir dünyanın eşiğine fırlatıldık. Bütün insanlık olarak.

Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, medeniyetlerin, dinlerin, toplumların, hatta bir toplum içindeki etnik azınlıkların birbirleriyle ilişkilerini alt üst etti. Sadece birbirleriyle değil, birbirlerinin zihinleriyle, kültürleriyle, hatta kendileriyle, kendi kültürleriyle ilişkilerini de tepe taklak etti.

Yaşayan en büyük tarihçi, William McNeill’in medeniyetlerin tarih boyunca birbirleriyle karşılaşma-buluşma biçimlerini incelerken, ilk kez Batı tecrübesiyle birlikte medeniyetler arasındaki ilişkilerin mahiyet değiştirdiğine dikkat çeker. Batı tecrübesi’nin ilk “küresel” örneği olarak Grek tecrübesini görür. Ve yaptığı tespit bu yazıda söyleyeceğimiz her şeyin şimdiden neden tartışılması gerektiğini de gösteren, gözler önüne seren bir tespittir. Şöyle der McNeill: Greklerin dünya sahnesine çıkmaları, dünyanın dengesini değiştirmiştir.

İşte her türlü oryantalizm biçimlerinin kökenleri, pagan uygarlığın biricik örneğini oluşturan Grek ve Roma tecrübelerinin başka kültürlerle, dinlerle ve medeniyetlerle kurdukları ilişki biçimlerinde bulabiliriz.

KISA BİR MEDENİYETLER TİPOLOJİSİ

Geliştirdiğim üçlü medeniyetler tipolojisinin üçüncüsünü oluşturan pagan uygarlığın tarih sahnesine çıkış biçimi ve diğer medeniyetlerle karşılaşma biçimleri, hem genelde Batı uygarlığının diğer medeniyetlerle neden yıkıcı ilişkiler kurduğu meselesinin hem de özelde oryantalizm sorununun anlaşılmasında önemli ipuçları sunabilir bize.

1-VAHİY MEDENİYETİ

Çok özlü bir şekilde özetlemek gerekirse, birinci tip medeniyetler, vahiy medeniyetleridir: Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e (sav) kadar süregelen vahiy medeniyetinin yolculuğu, iki temel sütun üzerinde/n yükselir: Birincisi asıl / yaratıcı ruh; ikincisi de usûl / kurucu iradedir.

Medeniyetimizin bu iki kurucu ilkesini hem tevhid akidemizin iki temel sütununda görebiliriz: Ulûhiyet Sütunu ve Nübüvvet Sütunu. Bu iki sütun, Fussilet Sûresinin 53. âyetinde zikredilen enfüs ve âfâk yolculuklarında nefis bir şekilde karşılığını bulur.

Asıl / yaratıcı ruh, vahiy tarafından oluşturulur ve dikey eksene denk gelir. Dikey eksen, hakikatin özünü sunar bize. Dikey eksen eşittir enfüs’tür.

Usûl / kurucu irade ise, peygamberler tarafından oluşturulur ve yatay eksene denk gelir. Yatay eksen eşittir âfâk’tır.

Ancak usûl’ün kaynağı, asıl’dır. Asıl yani vahiy, hakikatin özüne nasıl ulaşabileceğimizin ilkelerini sunarken; usûl yani bizatihî Hz. Peygamber (sav), hakikatin özünün nasıl söze ve hayata dökülebileceğinin yöntemini sunar bize.

Vahiy / asıl, hakikatin dil’ini; usûl / Hz. Peygamber de hakikatin hayat hâline gelmesini mümkün kılacak üstdili oluşturur. Dil, din’in hayat sunması; üstdil ise dinin hayat olması ve herkese hayat sunmasıdır. Başka bir ifadeyle, din’in dayandığı “dil”, hayat’ın hakikatinin ve hakikatin hayatının hayat kaynağıdır. Üstdil / Hz. Peygamber (dolayısıyla Sünnet-i Seniyye) ise, dinin hayatiyet kaynağıdır.

Özetle, Vahiy, Mekke sürecinde Müslüman “dil”i, şahsiyeti, idraki, kısaca çağrı’yı inşa eder; Medine süreci’nde yer’ini bulur, çağ’ını kurar. İkisinin toplam bize medeniyeti verir. Medeniyet, Sünnet-i Seniyye’de tezahür eder, ete kemiğe bürünür.

Hayatiyetini yani üstdilini, usûlünü, yer’ini, Medine’sini yitiren bir din, hayat’ını, dil’ini, idrakini, çağrı’sını, Mekke’sini de yitirmekten kurtulamaz.

2-KADÎM MEDENİYET/LER

İkinci tür medeniyet tipi, “hikmet” geleneklerine dayalı kadîm medeniyet tipidir: Dünyanın doğu coğrafyasında Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm ve Konfüçyanizm; Batı coğrafyasında ise kadim Afrika ve Amerika medeniyetleri bu ikinci tür medeniyetlerin başlıca örnekleridir.

Bu medeniyetler, yalnızca kozmos’u, fizikötesi dünyayı / dikey ekseni eksene alırlar ve fizik dünyayı / yatay ekseni ihmal ederler. Yani hikmet geleneklerine dayalı medeniyetler tek boyutludur.

3-PAGAN UYGARLIK/LAR

Üçüncü tip “medeniyet”ler pagan uygarlıklardır. Bunlar da, fizik dünyayı / yatay ekseni eksene alırlar ve fizikötesi dünyayı, insanın iç dünyasını, ruhunu imha ederler. Bu uygarlıklar da tek boyutludur.

Pagan tecrübeler, ifrat / abartı (bu dünyanın abartılması); hikmet tecrübeleri ise tefrit / göz ardı (bu dünyanın göz ardı edilmesi) ekseninde var olmaya çalışırlar.

Oysa vahiy medeniyetleri, hem fizik, hem de fizikötesi dünyayı mezceden, çok boyutlu medeniyetlerdir. O yüzden vahiy medeniyetleri kozmos fikrine dayanır ve denge esastır. Bu dünya ile öte dünya arasında, fizik dünya ile fizikötesi dünya arasında, ruh ile beden arasında, öz ile söz arasında, dil ile üstdil, enfüs ile âfâk arasında, dikey eksen’le yatay eksen arasında, çağrı ile çağ arasında “Mekke süreci” ile “Medine süreci” arasında dengeli ilişkiler kurulur. Biri ötekini yok etmez. Aksine, birinin varlığı ötekinin de teminatıdır. Nasıl ruh olmadan beden olmazsa, aynı şekilde fizik olmadan da metafizik olmaz, var olamaz.

ORYANTALİZMİN KÖKENLERİ…

İşte pagan uygarlıkların bu temel yapılarından ötürü, diğer medeniyetlerle kurduğu ilişkiler, aslında oryantalizmin de kaynağını oluşturmuştur.

Pagan uygarlıkların yapıları, salt epistemolojiye yani kuru bilgi’ye ve bilgilenmeye; dolayısıyla çatışmaya; hikmet geleneklerinin yapıları salt fenomenolojiye / şahsî tecrübeye; yani “hiçliğe”; vahiy medeniyetinin yapıları ise “varoluş”a (hakk-al-yakîn’e / ontolojiye) dayalıdır.

Pagan uygarlıklar, salt fizik gerçekliği eksene aldıkları için, pagan toplumların oluşum süreci oryantalizmin tarihî ve kültürel kökenlerini anlamak bakımından oldukça önemlidir.

Burada üstad Bediüzzaman’ın imajinatif terminolojisini kullanarak tartışmayı sürdürecek olursak…

Pagan toplumlar, mülk âlemi üzerinde verilen mücadelenin sonucudur. Önce ekonomik mülk ele geçirilir; sonra bu ekonomik mülk, askerî mülk’e dönüştürülür. Antik Yunan’da kolonilerin, antik Roma’da ise garnizonların kurulması bu şekilde gerçekleşmiştir. Askerî mülkü ele geçiren koloniler, diğer kolonilerle çatışırlar ve onlar üzeriden egemenlik / melik’lik kurarlar.

Girit’te Mikenler ve Minoslarla başlayan, Greklerde kıvamını bulan pagan uygarlığın diğer medeniyetlerle ilişki biçimi iki temel strateji üzerinden işleyegelmiştir: Önce asimilasyon / eritme; sonra da eğer asimilasyon başarısızlıkla sonuçlanırsa eliminasyon’a / yok etme’ye başvurma. Greklerde, Romalılarda, Avrupalılarda ve en son Amerikan tecrübesinde gördüğümüz başkalarıyla ilişki kurma biçimi sırasıyla bu iki strateji üzerinden gerçekleşegelmiştir.

ORYANTALİZMİN GÖRÜNÜMLERİ

Buradan oryantalizme giriş yapabiliriz yavaş yavaş. Oryantalizm, bir öteki icat ederek, kendi varlığını meşrûlatırma, böylelikle kendi kimliğini öteki üzerinden icat etme çabasıdır. Oryantalizmin zihninin dili, Avrupa-merkezciliktir: Her şeye, Avrupa-dışındaki bir olguya ya da dünyalara, dinlere, kültürlere ve medeniyetlere de yalnızca Avrupalı gözlüklerle, perspektiflerle bakma çabasıdır bu.

Daha masumane görünen oryantalizm tanımı şöyledir: Başka kültürleri inceleyerek, o kültürlerin bilgisine ve birikimlerine ulaşmak; o kültürleri Avrupa-merkezci zihin kalıplarıyla silbaştan kodlamak, formatlamak; böylelikle tanınamaz hâle getirmektir oryantalizm.

Başka bir deyişle, bir öteki icat etmek ve bu öteki’ni, neyse o olarak değil, Avrupalıların işine nasıl geliyorsa öyle resmetmek, tasvir ve tarif etmek, dolayısıyla büsbütün tahrif edilmiş, tamamıyla hayal mahsulü bir öteki olarak icat etmektir.

Burada oryantalizmin mantığı ikili karşıtlıklar üzerinden işler / işletilir: Merkez-çevre; uygar-barbar; Batı-diğerleri; efendi-köle; gelişmiş-gelişmemiş; ileri-gerikalmış vesaire.

Önce sözümona akademide başlayan oryantalizm, daha sonra başta resim sanatı olmak üzere bütün sanatlara ve bu arada sinema, gazete ve televizyona da aynen sirayet etmiştir.

Oryantalizm, Cemil Meriç’in deyişle, sömürgeciliğin keşif kolu değildir sadece; aynı zamanda, keşfedilmemiş kıtaların, dünyaların, hakikatlerin üzerinin de ayartıcı yöntemlerle sonsuza dek örtülmesi çabasıdır.

Batı’daki oryantalizm projesi, yalnızca diğer kültürlerin ve medeniyetlerin kontrol ve kolonize edilmesinde önemli bir öncükolu işlevi görmekle kalmamış; daha önemlisi de, bütün diğer dinlerin ve medeniyetlerin hakikatlerinin neyse o olarak görülebilme, neyse o olarak keşfedilebilme ve neyse o olarak yeni koridorlar açabilme imkânlarını da iptal etmiştir.

Bu açıdan, sömürgeciliğin keşif kolu olma çabası, aslında masumane bir çaba olarak bile görülebilir. Oryantalizm projesinin asıl tehlikeli yanını, başka kültürleri Avrupa-merkezci, dolayısıyla seküler perspektiflerle tahrif etme, tarumar etme, tanınamaz hâle getirme yanını göremiyoruz maalesef.

Oryantalist proje, başka dinlere, medeniyetlere ve kültürlere sahici, sahih şekillerde nüfûz edebilme imkânları berhava etmiş, yok etmiştir. Eğer oryantalizm iyi tanınamaz ve tuzakları iyi görülemezse, başka dinlerin ve medeniyetlerin insanlığa kendi aslî dinamikleri ve kendi özgün usûlleri açısından esaslı şeyler sunabilme imkânları hiçbir zaman mümkün olmaz, olamaz.

MEDYATİK PRYANTALİZM: YENİ-SÖMÜRGECİLİK

Oryantalizm, günümüzde klasik / akademik evresini çoktan tamamladı: Şu an medyatik oryantalizm olarak adlandırdığım, birincisinden daha tehlikeli, birincisine rahmet okutacak ürpertici bir dil kullanan yeni bir oryantalizmle karşı karşıyayız.

Klasik oryantalizm, açık sömürgecilik ve açık-emperyalizm döneminin çocuğuydu. Şu an açık-sömürgecilik de, açık-emperyalizm de fiilen bitti. Yeni-sömürgecilik ve yeni-emperyalizm olarak adlandırabileceğimiz yeni bir oryantalizm biçiminin tam ortasındayız.

Yeni-oryantalizm, kültürel sömürgecilik veya kültürel emperyalizm biçiminin motorudur. Ve başlıca araçları da gazete, televizyon ve sinema gibi kitlesel ve küresel “iletişim” araçlarıdır. Bu araçlar, gerçekte iletişim araçları değil, iletişimi imkânsızlaştıran, buharlaştıran, insanlık tarihinde en büyük iletişimsizlik sorununun yaşanmasına yol açan güç ve hâkimiyet kurma; kurulan hâkimiyeti pekiştirme ve yayma araçlarıdır.

İşte yeni-oryantalizm, bu noktada, bu araçlar / medyalar vasıtasıyla, eski sömürgeciliğin ve eski emperyalizmin gördüğü işlevleri, daha örtük, daha görünmez, daha ayartıcı ve bütün bu nedenlerden ötürü de daha tehlikeli şekillerde Batı uygarlığının, Batılı seküler duyma, düşünme, yaşama biçimlerinin kodlarını küreselleştirmekte ve derinlemesine yaymakta tam anlamıyla “gizli silahlar” olarak kullanılıyor.

Bu gerçeği cins bilim felsefecisi Paul Feyerabend, özlü bir dille çok güzel özetlemiştir: “Batı uygarlığı, dünya üzerinde kurduğu hâkimiyet iki şeye borçludur: Reklam / medya ve silah.”

SONUÇ: MEDYATİK ORYANTALİZMLE NASIL MÜCADELE EDİLMELİ?

Medyatik oryantalizm olarak tarif ettiğim yeni-oryantalizmle mücadele edebilmek klasik oryantalizmle mücadele etmekten daha da zorlaşmıştır. Ama yeni-oryantalizmle başa çıkabilmek için iki temel öneride bulunmak istiyorum.

Birincisi, mevcut bütün medyalarda toplumun bütün kesimlerine ve bütün dünyaya hitap edebilecek ölçekte varlık gösterebilmek.

Özellikle sinema ve televizyonda bu anlamda çok büyük boşluk var hem Türkiye’de, hem de İslâm dünyasında.

Medyada varlık gösteremediğimiz, ardından bu medyaları dönüştüremediğimiz sürece bu dünyada varlık gösteremeyeceğimizi, varlığımızı sürdürmekte bile zorlanacağımızı henüz tam anlamıyla idrak edebildiğimizi söyleyemeyiz.

İşin ilginç tarafı şu: Medyada varlık göstermek ve medyayı kendi aslî dinamiklerimiz / dilimiz ve usûllerimiz / üstdilimiz doğrultusunda dönüştürmek arızî bir çabadır. Sadece medyada yapılacak işlere bel bağlayamayız: Çünkü medyanın diline, seküler Batı uygarlığının çatışmacı, nesneleştirici, hiçleştirici, narkoz etkisi yapıcı, uyuşturucu dili hükümfermâdır.

Asıl yapılması gereken iş, ikinci “iş”tir: Dünyaya vahyin ekseninde işleyen kendi medeniyet fikrimizi sunabilmektir. Din, hayat kaynağıysa; medeniyet, dinin hayatiyet kaynağıdır. Hayatiyetini yitirmiş bir dinin, hayat’ını idame ettirebildiğinden söz edilemez.

Dolayısıyla, medya bir medeniyet meselesidir. Her medeniyet kendi medyasını kendi dünya ve hayat tasavvuru çerçevesinde geliştirir. Bizim de yeni-sömürgecilik olarak tanımladığım medyatik oryantalizmle mücadele edebilmemizin ve kendi medeniyet dünyamızın inşasına doğru sahici bir şekilde yol alabilmemizin yolu, kendi asıl’larımız doğrultusunda kendi medyalarımızı, medyalarımızın dilini kurmaktan geçer. Mevcut çatışmacı, seküler medyalarla bir yere gidemeyiz. Kendi ayağımıza kurşun sıkmış oluruz sadece.

Irfan mektebi dergisi,100.sayı

http://irfanmektebi.com/2015/03/01/medyatik-oryantalizm-kulturel-somurgecilik/
Devamını Oku »

Üç İslam Algısı:Teolojik,Siyasi ve Kültürel Meydan Okuma

Üç İslam Algısı:Teolojik,Siyasi ve Kültürel Meydan Okuma

İslâm'ın tarih sahnesine çıktığı VII. yüzyılda, Hıristiyan­lık Avrupa'nın ortalarından Arap yarımadasına kadar yayılmış bir dindi. İslâm ve Hz. Muhammed hakkında ilk bilgi sahibi olan hıristiyanlar, doğuda yaşayan hıristiyan-lardı ve bunlar Süryânî, Nestûrî, Monofizit ve Melkit gibi farklı etnik ve mezhebi gruplardan oluşuyordu. Katolik kilisesinin ve Avrupa'da yaşayan hıristiyan toplulukla­rın İslâm ve onun elçisi hakkında ilk bilgilere ulaşması ise birkaç yüzyıl alacaktır. Aşağıda da değineceğimiz gibi, Ortaçağ Batı dünyasının temel sorunlarından biri, İslâm ve müslümanlar hakkında ilk elden kaynaklara dayalı, sağlam ve güvenilir bilgiden yoksun olmasıdır. Ne iki yüzyıldan fazla süren Haçlı seferleri ne de yedi yüzyıl süren Endülüs-İslâm tecrübesi bu cehalet ve bilgi eksikliğinin önüne geçebilmiştir. Bugünkü Avrupa ve Amerikan kamuoyunun genel eğilimleri ve bilgi seviyesi, bu sorunun hâlâ devam ettiğini gösteriyor.

Hıristiyan dünyası İslâm’ı en başından itibaren dinî-teolojik bir meydan okuma ve rakip olarak algıladı.İbrahimi geleneğin son halkası olduğunu söyleyen İslâm,Yahudilik ve Hıristiyanlık'la ortak noktaları bulunmasına rağmen, onlara önemli eleştiriler de yöneltmekteydi.

İslâm’ın kısa sürede Arap müşrikleri ve Doğu hıristiyanları arasında yayılması, rekabet duygusunu daha güçlendirdi. Bunu, siyasî tehdit algısı takip etti. Diğer dünya dinleriyle kıyaslandığında, büyük bir hızla yayılan İslâm, Hz. Muhammed’in vefatından yüzyıl sonra Kuzey Afrika, İran, Irak, Suriye, Afganistan ve Anadolu’ya kadar yayıldı. İslâm ordularına karşı sürekli toprak kaybeden Bizans’ın kurtarılması, Avrupa’nın ortak davası haline geldi. X. yüzyıldan itibaren siyasî meydan okuma­yı, kültürel tehdit algısı izleyecektir. Güçlü bir kültür ve medeniyet üreten İslâm dünyası, X. yüzyıldan XVI. yüzyılın sonlarına kadar bütün Avrupa’yı etkisi altında bulunduran bir bilim, düşünce ve eğitim geleneği inşa etti. Bu güçlü ilim faaliyeti, sadece skolastik hıristiyan dünyasını değil, Ortaçağ yahudi düşüncesini de derin­den etkiledi. İslâm düşünürlerinin etkisi altında şekil­lenen yahudi kelâmı ve İşrâkiliği bunun tipik örnekleri arasında zikredilebilir. Şimdi bu üç algılama biçimine yakından göz atalım.

İbrâhimî dinler geleneğinin son halkası olan İslâm, yeni bir din olduğunu iddia etmemiş, bunun yerine kendisinden önceki vahiylerin getirdiği tevhit öğretisini teyit ettiğini söylemiştir. Tevhit inancının evrenselliği ve sürekliliği, İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden biridir. Bunun altını çizmek için Kuran, Hz. Âdem’den Hz. Muhammede kadar uzanan peygamberler tarihi ve çeşitli kavimler hakkında detaylı bilgiler verir; mukayese ve tahliller yapar. Kuranda anlatılan Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Süleyman, Hz. Mûsâ ve Hz. îsâ gibi peygamberlerin hayatları, aynı zamanda yahudi ve hıristiyanların kutsal kitapları Eski ve Yeni Ahit’te ayrıntılı bir şekilde ele alınır. Kuranı duyan hıristiyanların ilk tepkisi tam da bu noktada ortaya çıkar: Kur’an’ın anlattıgı tarih, aynı zamanda Tevrat ve İnciller’in tarihidir. İki tarihî anlatım arasında yer yer önemli farklı­lıklar vardır. Meselâ İncil, Hz. İbrâhim'in kurban olarak sunduğu oğlunun İshak olduğunu söylerken, Kur’an bu kişinin İsmail olduğunu belirtir. Detaylardaki bu farkla­ra rağmen, Kur’an’ı okuyan bir hıristiyanın ortak tarihî referansları görmezlikten gelmesi mümkün değildir.

Hıristiyanlar açısından asıl şaşırtıcı olan husus, Kur’an’da Hz. îsâ ve Hz. Meryem’e yapılan atıflardır. İslâm, Hz. îsâ’yı tanrının oğlu değil, elçisi olarak görür. Her ne kadar Hz. Isâ’nın dünyaya gelişi mûcizevî bir şekilde gerçekleşmişse de ne Hz. Meryem ne de Hz. îsâ ilâhî özelliklere sahiptir. Müslümanlar, Hz. îsâ’yı büyük peygamberlerden biri kabul eder ve ona bu şekilde saygı duyarlar. Aynı şekilde Kur’an, Hz. îsâ’nın çarmıha gerilmesi hadisesini farklı şekilde açıklar. Kuranın yoru­muna göre Hz. îsâ çarmıhta ölmemiş, Allah’ın katına yükseltilmiş, onun yerine çarmıhta bir başkası ölmüş­tür. Öte yandan Hz. Meryem Kur’an’da ismen pek çok defa zikredildiği halde, încil’de ancak birkaç defa anılır. Feminen mâneviyatın en önemli temsilcisi kabul edilen Hz. Meryem, müslümanlar için kutsal tarihin önemli figürlerinden biridir; fakat hiçbir zaman “tanrının anne­si” olarak nitelenmemiştir.

Son olarak Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlâk sistemi, Tevrat ve Incil'in ahlâk sistemleriyle önemli benzerlik­ler arzeder. Kur’an bütün ilâhî dinler gibi, insan olu­şun asgari şartını ahlâkîlik olarak tanımlar. Hırsızlık, yalancılık, haksız yere öldürme, zulüm gibi günahları yasaklayan İslâm, insanları Allah’a ibadet etmeye, iyi­lik yapmaya, ana-babaya karşı iyi davranmaya, sadaka vermeye, fakir ve yetimleri korumaya, ortak iyiyi kurumlar aracılığıyla yaygınlaştırmaya davet eder. Bu temel ahlakî ilkeler, dünya dinleri arasında ortaktır. Bu noktada İslâm’ı sapık bir mezhep olarak gören hıristiyan teologlar, özünde yanlış bir öğretinin bu ahlâkî ilkeleri niçin ve nasıl kurumsallaştırdığı sorusunu sormuşlar ve bu soruya, Batı’nın İslâm algısı açısından kayda değer cevaplar vermişlerdir.

VIII ve IX. yüzyıllar, İslâm karşıtı teolojik polemiklerin yoğunlaştığı bir dönemdir. Bede (ö. 735), Yuhannâ ed-Dımaşki (Johannes Damascenus) (ö. 749) ve öğrencisi Theodore Ebû Kurre (ö. 825) gibi hıristiyan teologları,  eserlerinde İslâm, Kuran ve Hz. Muhammed’den bahseden ilk düşünürlerdir.(1) Eserlerini Arapça, Yunanca ve Süryânîce yazan Ebû Kurre, Abbâsî Halifesi Me’mûn’un sarayında müslüman kelâmcılarla pek çok tartışmaya katılmıştır. Konumuz açısından Yuhannâ ed-Dımaşkî hususi bir öneme sahiptir. Çünkü Dımaşkı Ortaçağ boyunca hâkim olacak teolojik İslâm algısının ilk önemli temsilcisidir. Doğu hıristiyan teolojisi üzerine önemli eserler yazan Dımaşki, Emevî sultanının sarayında görevli olarak çalışır. Babası Segios Mansûr, sarayın malî işlerinden sorumlu bir memurdur. 720 yılında Kudüs’te inzivaya çekilen Dımaşkı, burada kaleme aldığı eserle­rinde ilk defa İslâm dinine “İsmâiloğulları’nın sapıklığı” olarak atıfta bulunur. Arapların İsmâil soyundan gel­diğine inanan bu hıristiyan düşünürü için İslâm yeni bir vahiy değil, Hıristiyanlığın içinden çıkmış sapık bir mezheptir. Yine Dımaşki’ye göre Hz. Muhammed bir “Sahte peygamberdir; şans eseri Eski ve Yeni Ahit’i görmüş, bir Aryan din adamıyla (burada hıristiyan din adamı Bahîrâ’ya atıf yapılıyor) karşılaştığını iddia etmiş ve böylece kendi sapık mezhebini kurmuştur.”(2) Dımaşki,İslam'a aynı zamanda “deccalin habercisi” olarak atıfta bulunur. Bu algılama biçimi Ortaçağ boyunca devam edecek ve bugüne kadar uzanacaktır.

Bütün bu polemiklere rağmen Doğu hıristiyanları, İslâm’ın teolojik ve hukukî yaklaşımları karşısında topyekün bir ret ve çatışmaya yönelmemişlerdir. Bunun en çarpıcı örneğini Haçlı seferleri sırasında Arap hıristiyanlarının Avrupalı savaşçılara karşı aldıkları tavır­da görüyoruz. Birkaç asırdır Memlûk yönetimi altında müslümanlarla barış içinde yaşayan hıristiyan Araplar, Frenk”ler olarak bilinen Haçlılar’la iş birliği yapmaya yanaşmadılar. Yabancı ve uzaktaki bir kilise tarafından yönetilmektense, müslüman idaresi altında kendi özerk­liklerini korumayı yeğleyen ve yerel barışın bozulmasına karşı olan oryantal hıristiyanlar, birkaç istisnaî hadise dışında, genellikle ya müslümanların yanında saf tut­tular ya da çatışmaların dışında kaldılar.(3)

Kısaca ifade etmek gerekirse, İslâm yahudi ve hıristiyanları tevhit inancını zedelemekle suçladığı halde, onlara hukukî bir statü vermiş ve din özgürlüklerini güvence altına almıştır. Dinler tarihinde bir ilk olan bu tavır, İslâm’ın hıristiyan hâkimiyeti altındaki bölgele­re hızla yayılmasını sağlamış ve hıristiyanlarm İslâm ¡karşıtı muhalefetini kısmen yumuşatıcı bir etkiye fsahip olmuştur. İslâm, Yahudiliğe karşı tevhit inancının evrenselliğini vurgulamış ve İlâhî vahyin belirli bir ulusun dini olması fikrine karşı çıkmıştır. Yahudilerin seçilmiş topluluk” inancını reddeden İslâm, yahudi din adamlarının muhalefetiyle karşılaşmıştır. Katolik kilisesinin tanrı ile birey ve toplum arasında zorunlu bir  aracı olarak gördüğü din adamları sınıfını da reddeden İslâm, Ortaçağ Avrupası’nda yer yer “avamın dini” olarak görülmüştür.

Bu dinî ve teolojik meydan okumaya kısa sürede siyasî tehdit algısı eklenecektir. Yahudiliğin aksine İslâm hiçbir zaman bir “diyaspora dini” olmamıştır. İstisnaları olmakla beraber müslüman toplulukların azınlık halinde yaşaması, modern dönemde ortaya çıkan bir durumdur. Müslüman toplumlar, yahudilerin tersine, “coğrafî bölünmüşlük” sorunuyla da genellikle karşılaşmamışlardır. Klasik dönemde olduğu gibi bugün de İslâm coğrafyası belli bir toprak bütünlüğü ve sürekliliği arzeder. Bu, İslâm kültür ve medeniyetinin çok geniş bir coğrafyada kök salmasının önemli sebeplerinden biridir.

Hıristiyanlığın yayılmasıyla mukayese ettiğimizde, İslâm’ın farklı bir tecrübeye sahip olduğunu görüyoruz. Avrupa’nın bir hıristiyan kıtası haline gelmesi yaklaşık binyıl sürmüştür. Kuzey Avrupa ve özellikle Kuzey İngiltere, IX. yüzyılın ortalarına kadar Hıristiyanlığa direnmiş, Hıristiyanlık öncesi geleneklerinden vazgeçmemiştir. Bunun tersine İslâm, VIII. yüzyıldan itibaren hızla yayılmış ve çok geniş bir coğrafi alana hükmetmeye başlamıştır. Emevî ordularının Güney Avrupa’ya ilk olarak 711 yılında ayak basması, bu sürecin hızı hakkında bir i fikir verebilir. Emevîler (661-750) ve Abbâsîler (750-1258) döneminde İslâm dünyasının sınırları Kuzey Afrika, Mezopotamya, İran ve Horasan bölgelerine ulaşırken,Büyük Selçuklu Devleti (1038-1157), Anadolu Selçuklu Devleti (1076-1308) ve Osmanlılar (1299-1908) zamanında Balkanlar, Anadolu ve Orta Asya ile Afrika’nın içlerine kadar genişlemiştir.

Bu hızlı siyasî ve coğrafî yaydım, Batı hıristiyan dünyasında büyük infiallere yol açmış, kıyametin yaklaştığı inancını güçlendirmiştir. Daha önce hıristiyan devletle­rin himayesi altında olan toprakların müslüman idare­sine geçmesi, Katolik kilisesinin Avrupa’daki yöneticiler üzerinde baskı uygulamasına fırsat vermiştir. İslâm’ın bir “kılıç dini” olduğu, yani şiddet yoluyla yayıldığı inan­cının bu dönemde Avrupa’da ikna edici bir söylem haline geldiğini görüyoruz. Haçlı seferlerinin düzenlenmesinde “güneyden gelen İslâm tehdidi” etkin bir şekilde kullanıl­mıştır. İslâm’ı sapık bir öğreti, Hz. Muhammed’i de büyü­cü ve sahte bir peygamber olarak gören Avrupalılar için İslâm’ın hızlı yayılımını izah edecek iki temel argüman da böylece ortaya çıkmış oluyordu: Şiddet ve cinsellik.

Hz. Muhammed’in insanları zorla müslüman yaptı­ğı, İslâm’a girmeyi reddedenleri öldürttüğü şeklindeki söylentiler, kısa sürede büyü ve cinsellik ile birleştiri­lecektir. Buna göre Hz. Muhammed, zaten yarı akıllı ve bedevi olan Araplar’ı kendi dinine çekmek için büyüyü kullanmış; erkekleri kandırmak için de onlara kadınlar üzerinde her tür cinsel özgürlük ve tasarruf hakkını tanımış, onlara bu dünyada câriyeler, cennette hûriler vaat etmiştir. Cinsellik vurgusunun Hz. Muhammed’in şahsına yönelik saldırılarda da son derece yaygın oldu­ğunu görüyoruz. Hz. Muhammed’in birden fazla kadınla evlenmiş olması, tarihî ve sosyal şartlarından bağım­sız ele alınmış ve onun şehvet düşkünü olduğu fikri yayılmıştır. Yine Hz. Muhammed’in Hz. Âişe ile genç yaşta evlenmesi de pek çok polemiğin konusu olmuştur. Şiddet ve cinsellik temaları, Ortaçağ boyunca İslâm ve Hz. Muhammed hakkındaki imajın değişmeyen unsur­ları olacaktır. Aynı iki temanın Hollywood filmlerinden karikatürlere kadar bugün İslâm toplumları ve Araplar ¡hakkında kullanılıyor olması dikkat çekici bir husustur.

Teolojik ve siyasî meydan okuma algısına IX ve X. yüzyıllardan sonra kültürel tehdit algısı eklenecektir. Bu dönemde İslâm medeniyetinin bilim, düşünce ve sanat alanlarında önemli atılımlar yaptığını, İslâm öncesi düşünce ve bilim geleneklerini özümseyerek yeni bir sentez ürettiğini görüyoruz. XVI. yüzyılın ortalarına kadar dünyanın en büyük bilim ve düşünce merkezleri İslâm topraklarında bulunmaktaydı. Endülüs’te yahudi ve hıristiyan aileler çocuklarının iyi bir eğitim alması için müslüman medreselerini ve araştırma merkezlerini tercih etmekteydi. Arapça, yahudi ve hıristiyanlar arasında da bir bilim ve düşünce dili olarak kabul edilmişti, İbn Meymûn (Moses Maimonides) gibi ünlü yahudi ilâhiyatçılarının eserlerini Arapça kaleme almış olmaları, bu etkinin boyutlarını göstermektedir.

İslâm düşünce ve kültürü, özellikle Güney Avru-pa’nın okumuş kesimleri arasında IX. yüzyıl gibi erken bir dönemde etkili olmaya başlayacaktır. Bu dönemde yaşamış Alvaros adlı İspanyol’un aşağıdaki yakarışı bunu teyit ediyor:

Benim hıristiyan kardeşlerim, Araplar’m şiir ve aşk hikâyelerinden zevk alıyorlar. Müslüman kelâmcı ve filozofların eserlerini onları reddetmek için değil, Arapça’yı doğru ve seçkin bir şekilde konuşmak için inceliyorlar. Bugün kutsal metinlerimiz üzerine yazılmış Latince şerhleri okuyan kilise dışından birini nerede bulabilirsiniz? İncilleri, peygamberleri ve havarileri okuyan kim var? Heyhat! Yetenekleriyle temayüz etmiş genç hıristiyanlar Arapça’dan başka bir dil yahut edebiyattan haberdar bile değiller. Arapça kitapları büyük bir dikkat ve heyecanla okuyorlar. Büyük masraflar yaparak bu kitapları topluyor ve her yerde Arap kültürüne övgüler yağdırıyorlar.(4)

Arapça bilim ve felsefe eserlerinin Latince’ye tercüme edilmeye başlandığı XI. yüzyıldan itibaren Islâm düşün cesi ve kültürü. Avrupa üzerinde etkili olmaya başladı. Antik Yunana ait pek çok eseri ilk olarak Arapça ter cümelerinden okuyan Latin düşünürleri; Kindi,Farabî, îbn Sînâ, Gazzâlî, îhvân~ı Safâ, İbn Rüşd, ibn Bacce,îbn Tufeyl,Ebû Bekir er-Râzî gibi filozofların eserlerini oku­makta ve fikirlerini tartışmaktaydı, önemli felsefî konularda müslüman düşünürlerin görüşlerini göz ardı etmek mümkün değildi. Ortaçağ dinî düşüncesine damgasını vuran ve "Batının Gazzâlîsi“ diyebileceğimiz St. Thomas Aquinas, Summa Theologia adlı eserinde îbn Sînâ ve İbn Rüşde 200’den fazla yerde isim vererek atıfta bulunur.

İslâm düşüncesinin Latin entelektüelleri ve din adamları üzerindeki derin etkisini pek çok alanda görmekteyiz. “Latin İbn Rüşdcülüğü” diye ün salan düşünce hareketi, XIII ve XIV. yüzyıllarda Avrupa’da hararetli tartışmalara ve skolastik düşünürler arasında kamplaşmalara yol açacaktır. Latin İbn Rüşdcülüğü’nü hıristiyan teolojisine ve dolayısıyla Katolik kilisesinin otoritesine karşı bir tehdit olarak gören Paris Piskoposu Tempier, 1217 yılında bir deklarasyon yayımlar ve Ortaçağ’da “şârih” olarak bilinen İbn Rüşd’ü ve onun Latin takipçilerini sapıklıkla suçlar. 219 maddeden oluşan . deklarasyonda Latin İbn Rüşdcülüğu nün hıristiyan teolojisine göre reddedilmesi gereken yönleri ayrıntılı pir şekilde anlatılır. İslâm düşüncesinin hıristiyan dünya üzerindeki etkisine son vermeye kararlı olan Piskopos Tempier, Paris Meydanında İbn Rüşdün kitaplarını ¡toplu olarak yakar.(5)

Bu dönemde öncelikle Endülüs, yani Güney Avrupa üzerinden gerçekleşen kültürel etkileşim sonucunda Avrupalı düşünürler, İslâm bilim, eğitim ve düşünce geleneğinden önemli aktarımlar yapacaklardır. Müslüman bilim adamlarının optik, cerrahî, astronomi ve matematik alanındaki çalışmaları, XVI ve XVII. yüzyıllarda ortaya çıkan bilim devriminin temellerini atacaktır.Meselâ Keplerin ünlü astronomik tabloları, İbnü’ş-Şâtir ve Nasîrüddîn-i Tûsî gibi bilim adamlarının geliştirdiği ve Arapçada “zîc” denilen tablolara dayanmaktaydı.

Müslüman eğitim kurumları, yani medreseler ve medrese dışındaki araştırma kurumları, tercüme oda­ları ve aynı zamanda bilimsel araştırma kurumları olan rasathane ve hastaneler, Avrupa’daki kolej ve üniversite sisteminin gelişimini doğrudan etkilemiştir. Meselâ “kampüs sistemi”, ilk olarak medreselerde uygulanmış­tır. Doktora, kürsü, cübbe gibi uygulamalar, yine Islâm eğitim sisteminden alınmıştır.(6)

Felsefe ve düşünce alanında da Islâm’ın Batı üzerin­de derin etkilerinin olduğunu gürüyoruz. Müslüman Peripatetikler İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün dışında pek çok İslâm filozofunun eseri de Latince’ye tercüme edilmiş ve böylece yeni felsefî edebiyat türleri geliştirilmiştir. İbn Tufeyl’in Hay b. Yakzân adlı felsefi romanı, “doğal teoloji” türünün en başarılı örneği olarak benimsenmiş ve Daniel Defoe’nun ünlü romanı Robenson Cruzoe da edebî bir form kazanmıştır. Edward Pococke the Younger (ö. 1727), İbn Tufeyl’in eserini Latince’ye Philosop-hus Autodidacticus (kendi kendine öğrenen filozof) adı altında tercüme etmiştir.(7) Ortaçağ’ın en önemli edebi­yat ve teoloji eseri olan Dante’nin İlâhî Komedya’sı, Hz- Muhammed’in miracını anlatan mîraçnâme literatürü­nün izlerini yansıtır. İbn Bâcce’nin Tedbîrul-mütevah’ hid adlı eserinde geliştirdiği “bireysel yaşam” felsefesi Latinler arasında tartışılmış, birey ve toplum ilişkileri üzerine farklı görüşlerin ileri sürülmesine imkân sağ­lamıştır.

Ortaçağ boyunca Avrupa’da hor görülen ve sık sık kovuşturmaya uğrayan yahudi düşünürler de İslâm düşüncesinden önemli ölçüde etkilenmişlerdir. İbn Meymûn (ö. 1204), Saadia Gaon (Sâid b. Yûsuf el-Feyyûmî; ö. 942), Solomon İbn Cebirol (ö. 1058), Bahya b. Pakuda (ö. XI. yüzyılın ortaları) ve Sühreverdî’nin Hik- metul-işrâk adlı başyapıtına önemli bir şerh yazan İbn Kemmûne (ö. 1284) gibi yahudi kelâmcı ve filozofları, Ortaçağ yahudi düşüncesini İslâm tefekkür geleneğin­den derin etkiler alarak oluşturmuşlardır.

Bu derin kültürel etki, modem çağlara kadar devam edecektir. Avrupa rasyonalizmine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan romantik hareket, Ömer Hayyâm, Sa‘dî-i Şîrâzî ve Hâfiz-ı Şîrâzî gibi Fars şiirinin büyük ustaları­nın etkisinde kalacaktır. Aynı etki, Amerikan düşüncesi­nin önde gelen iki filozofu olan ve “transandantalistler” olarak bilinen Emerson ve Thoreau’nun eserlerinde de açık bir şekilde görülür.(8) Yine modem dönemlerde Arap ve Fars edebiyatının başlıca eserleri, Batı’da etki­sini sürdürmüştür. Binbir Gece Masalları ve bu büyük edebî eserden alman Alaaddin ve Sihirli Lambası, Sinbad, Şehrazat ve Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi karakter ve hikâyeler, çağdaş Batı edebiyatında yaşamaya devam etmektedir.

Kültürel etkileşimin bu kadar yoğun yaşanmasına rağmen, teolojik ve siyasî tehdit algısı, Ortaçağ Avrupasının Islâm tasavvurunu pek çok açıdan belirlemiş, bu süreç günümüze kadar uzanmıştır. Rönesans’la beraber belirginleşen bir tavrın ilk nüvelerini bu döneme götürmek mümkündür. Avrupalılar bir din olarak İslam'ı bir kültür ve medeniyet olarak Islâm'dan kesin olarak ayırmış; birincisine şiddetle karşı çıkarken İkincisini hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir.

Bu ayırım yer yer o kadar keskin bir nitelik kazanmıştır ki İslâm hakkında bölük pörçük bilgiye sahip olan Avrupalılar, İslâm kültür ve medeniyetinin başarılarının İslâm dinine rağmen gerçekleştirildiğine inanmıştır.İslâm filozoflarının etkisine kayıtsız kalamayan Roger Bacon (1214-1294) gibi skolastik düşünürler, Fârâbî ve İbn Sînâ'nın aslında hıristiyan olduğunu, gizlice vaftiz olduklarını ve sadece müslümanların şiddetinden emin olmak için kendilerini zâhirde müslüman olarak gös­terdiklerini söyleyecektir. Zira Bacon'a göre, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi birinci sınıf filozofların, İslâm gibi sapık ve irrasyonel bir dine mensup olması düşünülemezdi. İslâm dini ile İslâm kültürü arasındaki bu zıtlık ilişkisi, Ortaçağ'dan günümüze kadar Batılı İslâm algısını belir­lemeye devam edecektir. Böylece İslâm'ın teolojik, siyasî ve kültürel bir tehdit olarak algılanmasının temelleri, iki medeniyetin ilişkiye geçtiği VIII ve IX. yüzyıllarda atılmıştır. Bu yüzyıllar aynı zamanda İslâm ve Bizans toplumlarının sanıldığından daha fazla alışveriş halinde olduğu bir dönemdir.

Dipnotlar:

1-Theodore Ebû Kurre ve İslâm hakkmdaki görüşleri için bk. Adel-Theodore Khoury, Les Théologiens Byzantins et ITslam: Tex­tes et Auteurs (Louvain: Editions Nauwelaerts, 1969), s. 83-105.
2- Daniel J. Sahas, John of Damascus on Islam: *The Heresy of the Ishmaelites” (Leiden: E. J. Brill, 1972), s. 73.
3- Batı ve Doğu Hıristiyanlığının Haçlılar dönemindeki bu tarihî karşılaşması için bk. Youssef Courbage-Phillipe Fargues, Chris­tians and Jews under Islam (London: I. B. Taurus, 1997), s. 46-49.
4- Alvaro, Indiculus luminosus, bölüm 35, aktaran Gustave E. von Grunebaum, Medieval Islam (Chicago, The University of Chicago Press, 1946), s. 57.
5- Tempier’in yasakladığı 219 madde için bk. Arthur Hyman-James J. Walsh, Philosophy in the Middle Ages: The Christian, Islamic and Jewish Traditions (Indianapolis: Hackett Publishing Company, 1973), s. 584-591.
6- İslâm eğitim kurumlarimn Batıya etkisi konusunda bk. George Makdisi, The Rise of Colleges: Institutions of Learning in Islam and the West (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1981).
7- Hayy’m Latince mütercimi Pococke, babası olan ve Specimen historiae arabumun yazarı diğer Edward Pococke (ö. 1691) ile karıştırılmamalıdır.
8-Bk. John D. Yohannan, Persian Poetry in England and America: A 200- Year History (Delmar, N.Y.: Caravan Books, 1977).
İbrahim Kalın-İslam ve Batı,syf;45-56

İsam Yay.





Devamını Oku »

ENDÜLÜS - Bir Büyük Parantez ve İslam’ın Batı’ya Etkisi

ENDÜLÜS - Bir Büyük Parantez ve İslam’ın Batı’ya Etkisi



İslâm ve Batı arasındaki ilişkinin salt bir çatışma ve savaş tarihi olmadığını gösteren önemli verilerden biri, Endülüs Islâm tecrübesidir. Kabaca 711 ile 1492 yılları arasına yayılan bu dönemde Güney Avrupa’da, yani bugünkü Ispanya’nın güneyinde ve Sicilya adasında köklü bir müslüman kültürü gelişmiş; bilim, düşünce ve sanat alanlarında önemli eserler vücuda getirilmiştir. İslâm felsefe ve bilimi, Kurtuba, Sevilla (Îşbîliye) ve Gır­nata gibi şehirlerde zirveye ulaşmış, yer yer Doğu-Islâm topraklarını da etkilemiştir. İbn Seb‘în, Kurtubî, İbn Hazm, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbnü’l-Arabî gibi âlim ve düşünürler Endülüs İslâm topraklarında yetişmiş ve İslâm medeniyetine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Endülüs'te sanat ve mimari alanlarında yeni tarz ve teknikler geliştirilmiş ve Arap mimarisinin etkisine rağ­men “Endülüs sanatı” diyebileceğimiz yeni ve müstakil bir estetik biçimi ortaya çıkmıştır. Kurtuba Camii ve Gırnata Sarayı, bugün hâlâ Güney Avrupa’nın en gözde mimari eserleri arasındadır. Mimarinin yanı sıra hat, müzik ve minyatür alanlarında da özgün sentezlerin ortaya çıktığını görüyoruz.

Konumuz açısından asıl önemli husus, Endülüs} - Arap ve Arap olmayan müslümanlarla Avrupalılar arasında tarihte eşine az rastlanır bir etkileşimin yaşamış olmasıdır. Yaklaşık dört yüzyıl boyunca müslüman yahudi ve hıristiyanlar özgür fakat rekabetçi bir ortamda ortak bir kültürün inşasına katkıda bulunmuş ve birbir­lerinden çeşitli şekillerde etkilenmişlerdir. Bu dönemde müslüman bilim ve araştırma kurumları Avrupa'nın en önde gelen kuruluşları olarak bir cazibe merkezi haline gelmiş ve Kuzey Afrika ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerin­den en aydın ve yetenekli bilim, düşünce ve sanat adam­larını müslüman şehirlerine çekmiştir. Kurtuba, Gırnata ve Sevilla gibi şehirlerin temizliği, bahçe düzenlemeleri, gece lambaları, sokakları, altın-kiremit renkli surları, havuzları, hamamları Avrupa’da dillere destan olmuştur. Müslüman Endülüs, Ortaçağ’ın “karanlığında bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlatmıştır.1

Endülüs İslâmî'nin ortaya çıkışını sembolik olarak önceden meydana gelmiş iki olaydan dolayı geri götür­mek mümkündür: ilki, Kuzey Afrikalı kumandan Târik b. Ziyâd’ın (ö. 720) İber yarımadasına adım atarak Vizigot Kralı Roderich’i yendiği 711 yılıdır. Bugün kendi adıyla anılan Cebelitârık (Gibraltar) Boğazı’ın 30 Nisan 711 tarihinde geçen Târik b. Ziyâd, ünlü “Gemileri yakın!” emrini verdiği konuşmasında askerlerine şöyle sesle­nir: “Ey insanlar! Kaçacak hiçbir yer yok. Arkanızda deniz, önünüzde düşman sizi bekliyor. Allah’a andolsun ki bugün sizin için sadakat ve sabırdan başka bir şey yoktur.” Bu ruhla hareket eden Târik, 19 Temmuz 711 tarihinde Guadelete Savaşında Vizigot kralını büyük bir yenilgiye uğratır. Bazı Avrupa tarihçilerine göre Tarık, savaştan önce tarihte hiçbir komutanın yapmadığı bir şeyí yapar ve limanda bekleyen gemileri yaktırır. Tarık,kendisi ve askerleri için düşmanı yenmek ya da onuruyla ölmekten başka bir kadere razı değildir.

İkinci önemli tarih, Paris’in güneyindeki Poitiers Çabasında Frenkler’le Emevîler arasında küçük bir savaşın yapıldığı 732 ya da 734 yılıdır. Savaşın galibi Charles Martel (685-741), Avrupa’da Araplar’ı yenen bir komutan olarak ün salar. Martel’in torunu Şarlman (Charlemagne), dedesinden daha büyük şöhrete sahip olacak, Frenkler’i ve Lombardlar’ı birleştirerek Avru­pa’nın ilk gerçek “imparator”u olacaktır. Şarlman’ın hüküm sürdüğü yıllar (768-814), Avrupa tarihine Karo- lenj Rönesansı olarak geçecektir. Bu dönemin tipik özel­liklerinden biri, imparatorun Katolik kilisesiyle yakın ilişkiler kurması ve papa-imparator ittifakının güçlen­mesidir. Bu yüzden 800 yılında Papa III. Leo tarafından tahta çıkartılan Şarlman, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurucusu ve “Avrupa’nın babası” olarak anılır. Fransız tarihçisi Henry Pirenne’nin ünlü tezine göre bugün “Avrupa” dediğimiz coğrafî-siyasî-kültürel bütün, Şarlman zamanında güneyden gelen Arap-İslâm baskısı karşısında Avrupalılar’ın kuzeye çekilmesiyle ortaya çıkmıştır. Pirenne’ye göre Avrupa’yı ortaya çıkartan, İslâm’ın hızlı ve başardı yayılımıdır.2

Poitiers’deki savaşı kaybeden Emevîler, Doğu-İslâm topraklarına geri dönmek yerine Avrupa’nın güneyine yerleşirler. Güney Ispanya’yı kısa sürede yurt edinen müslümanlar, 1492 ydında müslüman Endülüs’ün tari­hine son veren “reconquista hareketi”ne kadar inişli çıkışlı uzun bir tarihî tecrübe yaşarlar. Bu noktada Endülüs İslâm tarihinin ana dönemlerini şöyle ifade edebiliriz: 711-715 yılları, fetihler dönemidir. 715-756 yılları, “Valiler dönemi” olarak anılır. Bu dönemde Ara müslümanlar Güney Avrupa'ya dağınık bir şekilde yerleşmeye başlarlar. 756 yılında kurulan Endülüs Emevi Devleti, 1031 yılına kadar Güney İspanyaya hâkim olur. 1031-1090 yıllarına rastlayan “mülûku t-tavâif ” (küçük devletler) döneminde yirmiden fazla devletçik kuru­lur. Bu dönem, Endülüs’ün siyasî birliğinin zayıfladığı iç çatışmaların ve toprak kaybının başladığı dönem­dir. Dönemin önemli kayıplarından biri, 1086 yılında Gırnatanın düşmesidir. Rakiplerini yenerek güçlü bir merkezî yönetim kuran Murâbıtlar, 1090-1147 yıllan arasında Endülüs’e hâkim olurlar. Onları 1146-1248 yıl­ları arasında hüküm süren Muvahhidler takip edecektir. Muvahhidler’in kurucusu İbn Tûmert (ö. 1130), tevhit inancını yaymak adına katı bir dinî politika izleyecek; zâhit yaşamı, müzik ve sanat gibi “dünyevî olgular”a olan karşıtlığıyla ün salacaktır. Endülüs’ün son müslüman devleti Gırnata Sultanlığı 1231-1492 yılları arasında uzun bir süre hüküm sürer. Fakat bu hâkimiyet, eski siyasî ve kültürel gücünü yitirmiş, küçülmüş ve üretken olmayan bir niteliktedir.

Endülüs Islâm devletlerinin çalkantılı siyasî tarihi, çok dinli zengin bir kültür ve medeniyet tecrübesinin yaşanmasına engel olmamıştır. Tersine, farklı siyasî güçler arasındaki barışçıl rekabetin kültürel gelişmeyi teşvik ettiği bile söylenebilir. Müslüman, yahudi ve hıristiyanların katkılarıyla oluşan bu din ve medeniyet tecrü­besine “convivencia” adının verilmesi oldukça manidar. Zira convivencia “bir arada yaşama” tecrübesi demek- Bu tecrübeyi, Ortaçağ’ın “erime potası” olarak görmek mümkün: Farklı din ve kültürlerin en güçlü yanlarım ortaya koyarak bir bütünün parçası haline gelmesi ve farklılıkların bir çatışma gerekçesi değil, iyi ve güzel olanda yarış için bir zemin oluşturması.

Endülüs İslâmî’nin ürettiği “convivencia” tecrübesi, kültürel çoğulculuğa dayalı, bir arada yaşama tecrü­besinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Toledo şeh­rinde kilise, cami ve havralar bulunmakta, bu dinlerin mensupları özellikle felsefe ve bilim alanlarında fikir alışverişi yapmaktaydı. Yahudiler özellikle müslüman idaresindeki topraklarda büyük özgürlüklere sahiptiler. Ticaret, bilim, dil ve diplomasi konusundaki yetenekle­riyle temayüz eden yahudiler, müslümanlarla Vizigotlar arasındaki en önemli köprüydü. Arapça, pek çok yahudi düşünürün yazı diliydi. Mûsâ b. Meymûn (Moses Mai-monides) gibi ünlü yahudi ilâhiyatçıları, eserlerini önce Arapça, sonra İbrânîce kaleme almaktaydı.

Latince, ibrânîce, Arapça ve İspanyolca arasında­ki geçişkenlikler, pek çok alanda görülmekteydi. 1252 yılında ölen III. Ferdinand’m baş ucunda bu dört dilde yazılmış bir levha bulunmaktaydı. Ferdinand’m oğlu X. Alfonso, Toledo şehrinde Toledo Tercüme Okulu adıyla şöhret bulan bir girişime öncülük yapmış, burada Arap­ça’dan Latince’ye yapılan tercümeler, önce Ortaçağ daha sonra Rönesans düşüncesinin teşekkülünü doğrudan etkilemiştir.

Bu dönemde yapılan tercümeler hem klasik Yunan düşüncesine hem de İslâm felsefesine ait eserleri kap­samaktaydı. Ortaçağ boyunca Eflâtun ve Aristo gibi filozofların eserlerinin Yunanca asılları kaybolmuş ve sadece Arapça tercümeleri muhafaza edilebilmiş­ti. Avrupalılar’m Yunan bilim ve felsefesini yeniden keşfetmesi, Arapça’dan yapılan bu Latince tercümeler sayesinde olmuştur. XII ve XIII. yüzyıllarda Fârâbî, îbn Sînâ, îbn Rüşd ve İbn Bâcce gibi müslüman filozofların eserleri yaygın bir şekilde bilinmekte, tartışılmakta ve okutulmaktaydı. Kendisi de İspanyalı olan İbn Rüşd’ün Avrupa üzerindeki etkisi son derece derin olmuş ve “Latin İbn Rüşdcülüğü” adı verilen felsefî bir akımın doğmasına ve daha sonra Katolik kilisesi tarafından yasaklanmasına sebep olmuştur. Bu dönemde yapılan tercümeler, Avrupa’da yeni fikir akımlarının ortaya çık­masını sağlamış, felsefi ve teolojik tartışmaları yeni bir seviyeye taşımıştır. Bu tercümelerin etkisini mercek altına yatıran C. H. Haskins, bu dönemi “XII. yüzyıl Rönesansı” olarak tanımlar.3

Endülüs’te yapılan tercümelerin Ortaçağ hıristiyan dünyası üzerindeki etkisi, daha önce kısaca işaret etti­ğimiz bir paradoksu anlamamızı da kolaylaştırabilir. Dinî ve yer yer siyasî argümanlara dayanarak Islâm’ı bir rakip ve hasım olarak reddeden Ortaçağ Avrupası, İslâm düşüncesi ve kültürünü büyük bir miras ve entelektüel meydan okuma olarak kabul edecektir. İbn Rüşdcülüğün papalık tarafından heretik bir düşünce okulu olarak ilân edilmesi, bu gerçeği değiştirmiyor; çünkü İslâm düşüncesinin etkisi başka alanlarda ve farklı biçimlerde devam edecektir. Özellikle skolastik düşünürlerin Eflâtun ve Aristo’nun felsefi birikimiyle hesaplaşma çabası, daha önce müslüman düşünürlerin inşa etmeye çalıştığı sentezler, formüller ve argümanlar aracılığıyla hayatiyet bulacaktır. Ortaçağ’daki yahudi, hıristiyan ve müslüman düşünürlerin temel kaygısı, tek tanrı inancına ve yaratma fikrine dayalı İbrâhimî dinler geleneğine uygun bir felsefi-metafizik sistem kurmaktı. Çünkü akim yakîn ile kabul ettiği bir inanç,inananlar açısından aynı zamanda kalbin itminan bul­ması anlamına geliyordu. Ortaçağ düşüncesinin bu konuda başarılı olup olmadığı ayrı bir tartışma konu­su. Fakat müslüman kelâmcı ve filozofların bu alan­daki katkılarını ne hıristiyan ne de yahudi Avrupalı düşünürlerin göz ardı etmesi mümkündü. Bu etkinin boyutlarını klasik hıristiyan teolojisinin kurucusu St. Thomas Aquinas’ın (ö. 1274) dışında Roger Bacon ve Albertus Magnus (ö. 1280) gibi önemli filozofların ve İbn Rüşd un Avrupa’daki en sadık takipçisi olan Siger de Brabant’m (ö. 1294) ve hatta müslümanlara karşı misyonerlik çağrılarıyla tanınan Ramón Lull’ın (ö. 1316) eserlerinde görüyoruz. Endülüs, bu etkileşimin en önemli duraklarından biriydi.

Endülüs dönemini ele alırken, üç farklı grubu temsil eden üç kelimenin günümüze kadar geldiğini hatırlat­makta yarar var. Bunlar “Morisko, Müdehar, Mozarap” kelimeleri. "Morisko”, “Moor” kelimesinden bozma olup “Moritanya’dan gelenler” anlamında Kuzey Afri­ka’dan Güney Ispanya’ya göç eden müslüman Araplar ve Berberîler için kullanılmaktaydı. Müslümanların ve yahudilerin Güney Avrupa’dan zorla çıkartıldığı 1492 yılından sonra Ispanya’da kalan müslümanlara genel olarak Morisko adı verilmekteydi. Müdehar (Mudejar), IX ve X. yüzyıllardan itibaren Güney Avrupa’da hıristi- yan krallıkların yönetimi altında yaşayan müslümanlara verilen addır. Son olarak Mozarap kelimesi, Arap-İslâm kültürünün etkisi altında kalan Avrupalılar’ı ifade eder. Mozarap, Arapça “müsta‘rib” yani Araplaşmış kelime­sinden İspanyolca’ya geçmiş bir kelime. Anlamı, bizim bugün kullandığımız “Batılılaşmış” (müstağreb) kelime­sinin tersinden anlamına ne kadar da yakın!

1492 yılı İslam ve Avrupa tarihinin önemli ve trajik kesişme noktalarından biridir. Bu tarihte Ispanya'da yaşayan müslümanlar ve yahudiler, Avrupa’dan kovuldular.İspanyol Kralı Ferdinand ve Kraliçe Isabella'nın orduları "reconquista” olarak bilinen Güney Avrupa'nın "yeni» den fethi” harekâtını tamamladığında, sadece İslâm'ın Avrupa’daki tarihi sona ermedi. Aynı zamanda Avrupa tarihinin gördüğü en kapsamlı bir arada yaşama tecrübesi olan "convivencia” da trajik bir şekilde tarihe gömüldü.Endülüslü müslümanların ve yahudilerin bu ortak kaderi XIII. yüzyılın ortalarından itibaren giderek kötüleşmeye başladı. 1215 yılında toplanan Lateran Konsili, yahudileri toplumdan ayrıştırmak için onlara "rota” adı verilen san bir işaretin takılmasını zorunlu kılmıştı.

Yahudilerin kolektif olarak pek çok suç işlediğine inanılıyordu: Yüksek faizle borç para vermek, veba gibi hastalıkları yaymak için su kuyularım zehirlemek, hıristiyan çocuklarını öldür­mek ve kanlarını “easterda” dedikleri ekmeklere katmak, ev sahiplerinin mallarını çalmak ve talan etmek.5 Her ne kadar bu antisemitik tavır Hıristiyanlığın kuruluş yıllarına geri gidiyorsa da, XIII ve XIV. yüzyıllarda Iber yarımadasında sistematik bir dışlama politikasına dönüş­müş ve yahudilerle müslümanları aynı kaderi paylaşmaya itmişti. Böylece yahudi, müslüman ve hıristiyanların beş yüzyıldan fazla süren ortak bir medeniyet inşa etme çabası, “reconquista” ile sona erdi. Avrupa’nın çok dinli ve çok kültürlü bir medeniyet havzası olma şansını bu tarihte yitirdiğini söylersek abartmış olmayız.

Fakat her şey 1492 yılında birden son bulmadı. Güney İspanya’da yoğunlaşan müslümanların var olma müca­delesi, 1609 yılma kadar devam etti. Endülüslü müslümanlar, 1492 yılında üç tercihle karşı karşıyaydılar.

Hicret, cebren Hıristiyanlığa geçme ve ölüm. Bu alter­natiflerin hepsi, 1609 yılma kadar çeşitli biçimlerde gerçekleşti. Başarabilenler, bütün varlıklarını geride bırakarak aralarında Fas, Cezayir, Tunus, İstanbul ve Fransa olmak üzere çeşitli bölgelere göç ettiler. 1568 yılının sonunda büyük bir hazırlık döneminden sonra başlatılan isyan, bir yıldan fazla sürdü; ama 1570 yılında kanlı bir şekilde bastırıldı. 1609 ile 1614 yılları arasında sadece Tunus ve Cezayir’e 100.000 civarında Morisko’nun hicret ettiği tahmin ediliyor. Fakat İspanyol yöneticiler, yarım milyonu aşan müslüman nüfusun Güney Avrupa’yı bir anda boşaltmasının ekonomik ve dinî maliyetini sınırlamak için, göçü alabildiğine zorlaş­tırdılar. Göç eden müslüman ailelerin önemli bir kısmı, göç yollarında haydutların saldırısına uğradı ve yok oldu. 1492’den sonra yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda kal­maya karar veren müslümanların iki alternatifi vardı: Direnmek yahut din değiştirmek. Bu müslümanlar, tarihe “Morisko” adıyla geçtiler ve Islâm tarihinin en uzun ve zorlu varoluş mücadelelerinden birini verdiler.6

Moriskolar’ın ilk olarak 1496 yılında Gırnata Kadısı Îbnü’l-Ezrâk’ı Memlûk sultanına elçi olarak gönderdik­lerini ve yardım talebinde bulunduklarını biliyoruz. 1517 yılında, yani Gımatalı elçinin Mısır’a gelişinden yaklaşık yirmi yıl sonra Memlûk Devleti’nin yıkıldığını hesa­ba katarsak, Memlükler’in, bütün sempati ve yardım niyetlerine rağmen, niçin bu talebe olumlu cevap vere­mediklerini anlamamız nispeten kolay hale gelir. İlginç olan, Moriskolar’ın Mısır’a elçi gönderdiğini haber alan İspanyol Krallığı’nın da, Memlükler’le olan ilişkilerini tehlikeye atmamak için Peter Martyr adında Katolik bir elçiyi Mısır’a göndermesidir. Martyr, İspanya’daki hadiseleri kendi zaviyesinden izah eder ve Morisko ların “kendi iradeleriyle hıristiyan olduklarını” ve “isyan edip anarşi yaratanların uygun bir şekilde cezalandırdığını” söyler. Dahası Martyr, İspanya Krallığının ve müttefiklerinin o dönemde Akdeniz’de sağladığı askerî üstünlüğe atıfta bulunur ve zımnen Memlûk sultanım tehdit eder. Memlükler’in Moriskolar’m taleplerine olumsuz cevap vermelerinde bu izahat ve tehditlerin rolü neydi? Bu soruya tatmin edici bir cevap vermek zor. Fakat Moriskolar açısından sebepten ziyade sonuç önemliydi: XVI. yüzyılın başında Moriskolar Mısır’dan artık umutlarım keserler.

Aynı dönemde Moriskolar’ın, İstanbul’a da pek çok elçi gönderdiklerini biliyoruz. Ashnda Moriskolar’ın “dârülislâm”dan ilk yardım talepleri, 1487 yılma geri gider. Gımata’nın İspanyol ordularına kaybedilmesinden beş yıl önce Sultan Bayezid’in huzuruna çıkan ilk Morisko elçisi İspanya’daki müslüman tebaanın yaşadığı zorluk ve sıkıntıları sultana arzeder. İstanbul ile Moriskolar arasındaki elçi ve mektup alışverişi, Kanûnî Sultan Süley­man dönemi de dahil olmak üzere, XVII. yüzyılın başına kadar devam eder. 1492’den sonra İstanbul’a gelen Moris­kolar, Memlükler’e gönderilen Peter Martyr’in iddiala­rına cevap verirler. “Bizim bilerek ve isteyerek dinimiz­den vazgeçip hıristiyan olduğumuzu söylüyorlar” der elçi. “Allah’a yemin olsun ki biz dinimizden dönmedik; söylediğimiz şeyleri, ölüm korkusundan söyledik. Hz. Peygamber bizim peygamberimiz, dini bizim dinimiz­dir.”7 Morisko elçisi son çare olarak sultandan, daha önce örneğine rastlanmamış bir talepte bulunur ve İspanyol Krallığı üzerinde diplomatik baskı oluştur­mak için, kendilerine yapılan muamelenin aynısının Osmanlı idaresindeki hıristiyanlara uygulanmasını ister.Ümit edilen, hıristiyanlar üzerindeki baskının İspanya kralını harekete geçirmesi ve böylece zecrî politikaların terkedilmesidir. Fakat bu çaba da bir sonuç vermez. Zira Osmanlı millet sistemi ve zimmî hukuku, böyle bir uygulamaya imkân tanımıyordu. Dahası Osmanlılar Akdeniz’de hâkim bir güç olabilmek için bir yüzyıl daha beklemek zorundaydılar. Neticede Moriskolar “dârülislâm”dan gelecek yardımdan ümitlerini keserler.

Bu dönemin en kayda değer hadiselerinden biri, Oran fetvası olarak ün salan ve Cezayirli Mâliki fakih Ubey- dullah Ahmed el-Mağrâvfnin Moriskolar hakkındaki yaklaşımıdır. Din değiştirme tehdidiyle karşı karşıya bulunan Moriskolar, Oran müftüsüne, içinde bulun­dukları şartlarda dinen ne yapmaları gerektiğini sorar­lar. Mağrâvfnin 1504 yılı içindeki cevabî fetvası hem Endülüs tarihi hem de fıkıh tarihi açısından ilginç bir metindir. Dinî inanç ve ibadetlerini yerine getiremeyen müslümanların “dârülharp” olarak tanımlanan bölge­lerden, dinlerini özgürce yaşayabilecekleri “dârülislâm”a hicret etmeleri gerektiği, fukahaca umumiyetle tercih edilen görüştür. Moriskolar’dan önce Aragon, Kastilya, Valensiya ve Sicilya gibi şehirlerde hıristiyan idaresi altında yaşayan ve Müdehar olarak bilinen Arap-İspanyol müslümanlara, bazı fakihlerin menfi gözle baktıkla­rını biliyoruz.8 Geniş ve özgür “dârülislâm” toprakları dururken, hıristiyan idaresinde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamanın ve gayrimüslim idaresine boyun eğme­nin nasıl bir izahı olabilirdi?

Mamafih bu geleneğin hilafına, el-Magravi Moriskolara, hicret edememeleri halinde, takiyye yapmalarını tavsiye eder. Buna göre Moriskolar zahirde Hıristiyan İnancını kabul edebilir, “putlar” yani Hıristiyan İmajları önünde eğilebilir, namazlarını gizlice kılabilir; zaruret halinde abdestlerini, sadece kıble tarafına bakarak alabilir; haram olduğunu kalben teslim ettikleri müddetçe domuz eti yiyebilir, şarap İçebilir; geliri fakirlere dağıtılmak şartıyla faiz alabilirler. Aynı şekilde ölüme zorlanmaları halinde, dinlerini açıkça yani kavlen reddedebilirler fakat kalben bu İkrarı derhal reddetmeleri gerekir. Son olarak –ki bu Oran fetvasının en ilginç kısımlarından biri- Hz. Peygamber'e açıkça sövmeye zorlanmaları halinde, Moriskolar “Muhammed” yerine “Memed” ismini kullanmalıdırlar. Zira “Memed” (ya da Latincedeki yaygın yazılışıyla “Mahomet”), İsmen Hz. Peygamber'e değil, “Memed” adında birine atıfta bulunmuş olur ki bu bir Müslümanın Peygamberine açıkça küfretmekten kurtaran bir çözümdür.

Oran fetvası, Güney ispanya ya ulaşınca ne oldu? Moriskolar fetvayı nasıl karşıladılar? Talayye yapmayı hemen kabul ettiler mi? Aralarında ne tür tartışmalar okhı? Talayye yapmaya başladıklarında neler hissettiler? Çevrelerindeki hristiyanların ve yöneticileri inandırabildiler mi?Kendilerine has ne tür takıyye stratejileri geliştirdi­ler? Bu soruların cevabı henüz yeterince bilinmiyor. Fakat tarihini bildiğimiz birkaç neticeden bahsetmek mümkün. Öncelikle talayye izninin, Moriskoların kamu alanındaki hayatlarını kolaylaştırmış olduğunu söyleyebiliriz. Zahirde Hıristiyan, gerçekte (ve evinde) müslüman olan Moriskoların hayatta kalabilmek ve ailelerini korumak için bu ruhsatı yaygm bir şekilde kullanmış olmaları çok tabii.

Takıyye stratejisinin hıristiyan din adamlarını ikna etmediği anlaşılıyor. XVL yüzyılın ortalarından itibaren, İspanya daki hıristiyan teologlar arasında Moriskolar’ın vaftiz edilip Hıristiyanlığı zâhiren benimsemelerine rağ­men, gerçekten hıristiyan olup olmadıkları konusunda ciddi tartışmaların başladığını görüyoruz. Temel teolojik soru şuydu: Vaftiz edildiği halde bir insan gizlice başka bir dine -İslâm’a yahut Yahudiliğe- mensup olabilir mi? Böyle bir kişinin Hıristiyanlığı makbul müdür? Bu soru­ya olumsuz cevap verenlerin tartışmaya hâkim olduk­larını söylemek mümkün. Zira 1609 yılına gelindiğinde, İspanyol kardinali bütün Moriskolar’ın “şüpheli bir grup” olarak öldürülmesi yahut Ispanya’dan sürülmesi için son fetvasını verir. Moriskolar’ın Avrupa’daki fiilî varlığı da aynı yıl resmî olarak sona erer.9

Moriskolar’ın 1609 fermanından sonra bir topluluk olarak gittikçe zayıfladıklarını ve dinî-kültürel mânada asimile olduklarını görüyoruz. Zira evlerin alt katların­da, çatı aralarında, Arapça harflerle fakat Romanca ve İspanyolca olarak yazılmış, birkaç ilmihal ve tarih kita­bından ibaret de olsa, varlığını sürdüren İslâm, birkaç nesil sonra bütünüyle ortadan kalkacaktır. Bu tür eser­leri “literatura aljamiada” ya da kısaca “aljamia” başlığı altında topluyoruz. Bu literatürün son örneği, Segovia Müftüsü İsa de Gebir’in kaleme aldığı Breviario Sunni ya da Kitab Segoviano olarak bilinen ilmihal kitabıdır.

Burada sözü bir Morisko’ya bırakalım ve bu hazin tarihin bazı kesitlerini ondan dinleyelim. Aşağıdaki metin Mancebo de Arevalo adlı bir İspanyol müslümana ait. Yazarımız, ziyaret ettiği bir hanımefendinin tavsi­yesi üzerine Gırnatalı aristokrat bir müslümanın ziyare­tine gider. Hesapta olmayan bu ziyaret -zira yazarımız hac hazırlıkları yapmaktadır- yaklaşık iki ay sürer. Bu süre zarfında Mancebo ile Gırnatalı ev sahibi arasında pek çok konuşma geçer. Beraber okuyalım:

“Bayramı kutlamak için gittiğim Granada'da, Zilhicce ayının başında, veda etmek için (hanım) Mora de Ubeda'nın yanına gittim. Bana dedi ki: “Şimdi bize veda ediyorsun; birbirimizi bir daha haşir gününe kadar göremeyeceğiz. O yüzden bu levhayı [muhtemelen Kur'an-ı Kerim'i kastediyor] al ve onu kalbinde muhafaza et çünkü onu bereketli kılan ve Muhammed'e (selam ve salavat O'nun üzerine olsun) veren Cebrail'dir. Eğer Allah'ın İzniyle Mekke'ye varırsan, orada Peygamber Efendimizin kabrinde benim İçin dua et [Burada yer olarak Kâbe'nin mi yoksa şehir olarak Medine'nin mi kastedildiği açık değil].Burada son günlerini geçirdiğini biliyorum ama senden bir ricam var: Gidip Yüce Beneği ziyaret et, zira kendisi sıra-dışı bir insandır. Benegas, Ali Sarmiento gibi bir dil uzmanı değildir ama büyük bir Arap âlimidir (bu, etnik kimlikten ziyade, şahsın dinî ilimlerdeki bilgisine bir atıf olsa gerek). Onun ziyaretine o kadar çok insan gider ki şaşırırsın. Hayal kırıklığına uğramayacağın­dan emin olabilirsin; tersine sana söylediğimden daha fazlasını göreceksin. Kendisi Gırnatanın dışında Cuesta de la Higuera’da yaşar ve orada Vega civarında muhteşem bir çiftliği var. Ona benim selâmlarımı ilet; zira o hem bor dost hem de akrabamızdır.

Orada daha fazla vakit geçirmeyi düşünmediğim halde. Mora’nın dediğini yaptım. Zilhicce ayırım son günü, yüce Benegas’ın evine vardım. Beni ancak asil bir insandan beklenecek şekilde karşıladı. Karşılıklı selâm alışveri­şinde bulunduk. Üçüncü gün, bana bir Kur’an verdi ve Kurandan iki cüz okuttu. Cüzleri bitirince Kur’an’ı aldı ve bana şöyle dedi: “Yüce Mevlâ seni muhafaza etsin ve seni felâha ulaştırsın." Fakat benim hatalarımı düzeltmekten de geri durmadı; zira (Kur’an tilâveti konusunda) çok disiplinli idi. Ben de bu tashihleri memnuniyetle kabul ettim. Birkaç gün sonra, birbirimizi biraz daha yakın­dan tanıyınca, bir cuma günü beni çiftliğine götürdü Küçük bir derenin kenarına oturduk ve bana şöyle dedi:

“Evlâdım, senin Gırnata’da olup bitenlerden haberdar olmadığını biliyorum. Şimdi bazı şeyleri hatırlayıp sana anlatırsam, şaşırma. Bunlar her saniye benim yüreğimde yankılanıp duruyor. Olanların sancısını kalbimde his­setmediğim tek bir an, tek bir saat yok. Ben yahudilerin Timola sini, putperestlerin Faraida’sını ve yıkım ve acıyla dolu daha başka hikâyeleri okudum. Bunların hepsi çok ağırdı ve herkes kendi kaybı için göz yaşı döktü. Fakat benim kanaatime göre Gırnata'nın evlâtlarının çektiği acılar için kimse göz yaşı dökmedi. Söylediklerimden şüphen olmasın; zira ben onlardan biriyim ve olanların şahidiyim. Evli yahut bekâr, asil müslüman kadınların aşağılandığını ve 300’den fazla bâkirenin pazarda açık arttırma ile satıldığını bizzat gözlerimle gördüm.10 Sana daha fazlasını söylemek istemiyorum çünkü yüreğim dayanmıyor. Dinlerini kurtarmak için mücadele ederken üç oğlumu, iki kızımı ve eşimi kaybettim. Hayatta kalan kızım, benim tek tesellim. O zaman bu kızım dört aylıktı. İşte ailemi böyle kaybettim. Her şey Allah'ın iradesiyle olur. Allah beni affetsin.

Evlâdım, ben geçmişe ağlamıyorum; zira artık geriye dönüş yok. Ben asıl bundan sonrası için ağlıyorum; tabii eğer sana hayatını bağışlarlar da İspanya yarımadasında olanları görebilirsen. Kur’an’ın yüzü suyu hürmetine duam o ki, bu sözlerim boşa çıksın. Hiçbiri benim tahmin ettiğim gibi olmasın. Buna rağmen, dinimiz öylesine zayıflayacak ki insanlar "Müezzinin sesine ne oldu? diye soracaklar. Atalarımızın dini nereye gitti diyecekler. Kalbinde acıma hissi olan insanlar için bu o kadar ağır ve acımasız bir şey ki... Beni en çok endişelendiren şey, bir gün müslümanlar, hıristiyanlardan ayırt edilemez hale gelecekler; onlar gibi giyinecekler ve onların yediklerinden içtinap etmeyecekler. Allah’tan niyazım o ki (müslümanlar) en azından (hıristiyanların) yaptıklarını yapmasınlar ve onların dinlerini kalplerine taşımasınlar...

Bütün bunları hadiselerden çok etkilendiğim için söylediğimi düşünebilirsin. Cenab-ı Hak, sonsuz rahmet ve sevgisi İle bu söylediklerimi gerçek olmaktan uzak tutsun Zira böylesi bir acıyı bilmek istemem. Eğer İsrailoğulları gözyaşı döktü diyorsak, bizim de gözyaşı dökmemiz büyük bir mesele midir? Fakat eğer biz bu kadar kısa bir sürede ayaklarımızı yere sağlam basamıyorsak, gelecek nesiller ne yapacak? Eğer babalar dinlerini İhmal ederlerse, torunlar o dini tekrar nasıl yükseltebilirler? Eğer fetihler sultanı İmanını muhafaza etmezse, onun haleflerinden ne beklenir? Sana diyorum, evladım, bizim çöküşümüz devam edecek. Yüce Mevla rahmetini bize yöneltsin ve bizi İlahi bereketiyle korusun.”

Akşam namazının vakti gelmemiş olsa, [Benegas] konuşmaya devam edecekti. Onun yanında İki ay kaldım. Yemin ederim bu iki ay bana iki saat gibi geldi, Zira hiç kimse onun kadar İnce bir anlayışına sahip değildi. Zaman zaman beni azarlaması yahut emirler vermesi dışında, söylediklerine yahut yaptıklarına karşı hiçbir itirazım olmadı. Kur'an ve Arapça ve İbranice tefsirleri [İbranice tefsirlerle ne kastedildiği açık değil] onun kadar İyi okuyup açıklayan başka birini görmedim. Sesi de mükemmeldi. Kızı İse biraz farklıydı. Çok eğitimliydi, hafız-ı Kur'an'dı ve muttaki bir hayatı vardı. Böylesi pür bir alicenaplığı görmek, büyük bir teselli İdi. Bu baba ve kıza veda ettiğimde, İki taraf da gözyaşlarını tutamadı. Kızı bana bir yüzük, babası da küçük bir mücevher verdi ve şöyle dedi: “Evladım, sana başka hediyeler vermek İsterdim fakat varlığımız artık tükeniyor. Bu mücevheri al. Ağırlığı 10 bin Maravedi'dir. 100 bin Maravedi de olsa, onu yine sana verirdim.” 10

Endülüs'ün hazin sonu,Xıx yüzyıl düşüncesinde geniş yankı uyandırmıştır.Özellikle Osmanlı aydın ve yazarların Endülüs konusunda geniş literatür ürettiklerini görüyoruz.Bunlar arasında en kapsamlı olanı <Ziya Paşa'nın beş ciltlik Endülüs Tarihi'dir.Abdulhak Hamid,Endülüs hakkında beş tiyatro eseri kaleme alır.Şemsettin Sami,Muallim Naci,Samipaşazade Sezai,Halide Edip Adıvar,Şemsettin Günaltay,Yahya Kemal ve Sezai Karakoç gibi Türk düşüncesinin önde gelen kalemleri,Endülüs hakkında ya müstakil eserler kaleme aldılar ya da eserlerinde Endülüs'e geniş yer verdiler.Bu sınırlı örnekler bile Endülüs'ün muhayyilemizde yaşamaya devam edeceğini açıkça gösteriyor.




İslam ve Batı - İbrahim Kalın

İsam yay.

Devamını Oku »

Cahil Bilgi

Cahil Bilgi

İnsanda esrarlı, ele avuca gelmez, sezici, keşfedici ve ya­pıcı bir yetenek vardır ki, onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. İnsana bu özelliği veren şey, kendi var­lığını, kâinatı ve kâinattaki yerini sorgulamasıdır. Sorgu­lamayı da belli disiplinlere kavuşmuş bilimlerle yapar.

Aslında bilimleri birbirinden ayırmak mümkün de­ğildir; hepsi de, insandaki merak unsurunun tatminine yöneliktir. Ancak kolay öğrenilebilmeleri ve araştırma­larda sağlıklı sonuçlar elde edilebilmesi için katı ölçülere ulaşmasa bile sınırları belirlenmiş, farklı disiplinlere ay­rılmıştır. Bu disiplinlerin, bütün sorulara cevap verebil­mesi için de insanın bütün melekelerine açık olması ge­rekmektedir.

Birkaç yüzyıldan beri bilimle ilgili gelişmeler âdeta Batı’nın tekeline girmiştir. Batı’da bilim kiliseye, yâni mâneviyata sırt dönerek geliştiğinden, günümüzde insan­lığın ortak malına dönüşen bilimler sadece aklın mahsû­lüdürler. Halbuki insanın merak unsurunu akıldan başka tatmin edecek sevgi ve sezgi gibi melekeleri de vardır. Bu melekelerin bize kazandıracağı, insanlığı zenginleştirece­ği hususlar birimlerle ifade edilmediği için Batı’nın "mo­dern bilim anlayışının perspektifinde yer almaması, in­sanlığı besleyen en önemli damarı zaafa uğratmıştır. Gü­nümüzde Batı âleminde bir Goethe, Bethoven, bir Pascal’ın yetişmemiş olmasını da bu damarın zaafa uğrama­sında aramalıdır.

İnsanları telakkileri ve hayattan bekledikleri yönlen­dirir. İmkânlar da gayelere göre değerlendirilir. Doğulu­lar genellikle hayatta huzuru, Batılılar ise refahı ararlar. Bundan dolayı Doğuluların bakışlarım iç dünyalarına çe­virmelerine karşı Batılılar İlmî faaliyetlerini, maddî ihti­yaçlarını daha kısa yoldan karşılamak, hayat standartları­nı yükseltmek esasına dayandırdılar.

Maddî ihtiyaçları karşılamak hayatın biricik gayesi haline geldi mi, bu yolda herhangi bir yerde durmanın imkânı yoktur. Çünkü nefis ön plâna çıkarılmıştır; her gün yeni bir şeye ihtiyaç duyacaktır. Her ihtiras gibi, ihti­yaçları karşılama hırsının da soylu hasletleri törpülemesi mukadderdir. Bunun için pragmatik felsefe Batı dünya­sında gün ışığına çıkmış, bilhassa uzak Batı olan Ameri­ka'da hayatın düzenleyicisi olmuştur. Bu telakkî, madde­nin yegâne gerçek olduğunu ifade eden "materyalizm" kelimesini ilk defa Berkeley’e kullandırmıştır.

İnsanoğlu tabiatta yaşar ve maddî ihtiyaçlarını ora­dan karşılar. Auguste Comte de, bunun dışındaki olaylar insanoğlunun ilgilendirmemen diye düşünmüş olmalı ki, tabiatın dışında bir bilginin söz konusu edilemeyeceğini ileri sürer. İlim yolunda rehberi de sadece akıldır. Bergson da zekâyı bir yönüyle bu anlayışa göre tarif eder: "Zekâ, aslî görevi gibi, görünen yanıyla ele alındığında, maddî şeyler, özellikle alet yapan ve bunların imalatını sonsuza kadar değiştirebilen bir yetenektir."

Modern bilimlerin sınırları son yüzyıllarda önemli sayılan birçok bilgin tarafından gayet belirli bir şekilde çizildi. Galile, Kepler, Descartes’in zamanlarından beri gelişen ilmî araştırma metotlarıyla maddî dünyamıza ait sorularda, ölçü ve tartılabilen hususlarda pek çok şeyi is­patlama imkânına kavuşuldu. Ama yegâne kaynağı akıl olduğu için bu metotla gelişen ilimler insanın iç dünyası­na, varlık cevherine, her an bizlere kendini duyuran evrendeki ulvî sırlara gözlerini kapamak mecburiyetinde kaldılar. Ünlü Kant’ın duyularımızı aşan şeyler (noume- non) hakkında kesin bilgiler elde edemeyeceğimizi ileri sürmesi, Batı bilim dünyası bakımından kesin kural oldu İnsanoğlu nereden geliyor, nereye gidiyor? İlk muharrik ve varlığın cevheri nedir? Ruh nedir ve varlığın problem­leri nelerdir?... Bu ve insan zihninden eksik olmayan benzeri soruları "bilinemez"likle damgalayıp, ilim dünya­sının gündeminden çıkardılar.

Batı medeniyetinde idrâkini ve şahsiyetini bulan Schröder de, bu konudaki eksikliği fark etti ve 'Tabiat ve Yunanlılar" adlı eserinde dile getirdi: "İlim emin ve de­ğişmez bilgiler edinmemiz yolunda ulaşabildiğimiz en yüksek seviyeyi temsil etmektedir. Ama etrafımızdaki gerçek dünyaya ait bilgilerin pek yetersiz olduğuna şaşı­yorum. İlim gerçekten kalbimize yakın olan, bizi aşırı de­recede alâkadar eden her şeye karşı müthiş bir sessizlik içindedir... Yaratıcı ve ebediyet, iyi ve kötü, güzel ve çir­kin hakkında bir şey bilmiyoruz. İlim bazen bu hususlara ait sorulara cevap vermeye kalkıyor; fakat verdiği cevap­lar çok defa ciddîye alınamayacak kadar aptalca şeyler oluyor."

Schröder’in de belirttiği üzere, mevcut bilimlerin kurduğu dünyada İnsanî bir hassasiyet yok. Ne çare ki in­san, ona dair bir hassasiyetin bulunmadığı dünyada yaşa­mak zorundadır. Bu dünyaya ayak uydurabilmek için de, doğuştan getirdiği bazı değerleri unutmak mecburiyetin­de kalıyor.

Bugünkü ilimlere "modern"den ziyade "birimlerin il­mi" demek daha yerinde olur. Maddenin mahiyetinden çok, geçirebildiği safhalar, nasıl daha yarayışlı hâle gele­bileceği bizi ilgilendiriyor. Amelî fayda, merak unsuru­muzun yerini almış bulunuyor. Bunun için de geçen yüz­yıllarla mukayese ettiğimizde, yüzyılımızda Batı’nın İlmî gelişmesinin yavaşladığını müşahede ediyoruz. Karl Poper, çağdaş fiziğin içinde bulunduğu uyku halini,''Bir metafizik araştırma programının yokluğuna bağlamakla aynı noktaya işaret ediyor. Bu, çağı aşan kafalar da, ,bugün geldiğimiz noktayı arzu etmiş olsalardı, Descartes hiç bu husûsun altını çizer miydi?: "Bütün felsefe,bir ağaca benzer. Kökleri metafizik, gövdesi fizik ve dalları bütün diğer ilimlerdir."

Üstünkörü bir dikkatle bakılsa bile, bugünkü Batı biliminin bir paradoksun esîri olduğu, kiliseye karşı yüz­yıllarca savunduğu hürriyeti başkalarına tanımadığı anlaşılıyor. Hissedilir dünyanın olaylarını inceleyen ilimler, kendilerini aşan meselelere ilgisiz kalmaktadırlar. Aslın­da bu tavırları özelliklerinin icabı da sayılabilir; fakat kendi iktidar sahalarına girmeyen konuları inkâr etme­melerine rağmen, bilinemeyeceklerini ilân etmeleri çok düşündürücüdür. İnsan, ruh, ölümden sonraki hayat ve benzerlerinin ilim için ebedî meçhul kalacağını kabul ediyorlar. Kendi aczini itiraf etmeyip, takatinin tükendiği yerlere başkalarının girmesine de müsaade etmeyen sınır taşları dikmek İlmî zihniyetin boy attığı hürriyetle ne de­rece bağdaşık? René Guénon Müslüman olduktan sonra (Abdülvahid Yahya) evrene bir başka açıdan bakabiliyor ve gözlerini açtığı medeniyetin çelişkisini sert bir dille eleştiriyor: "İşte hiçbir yerde, hiçbir zaman eşi görülme­miş şey! Hiçbir devirde insanların cahilliklerini ikrar et­tikten sonra, bu ikrarı bir program ve meslek haline ge­tirdikleri ve bunu agnostizm (bilinmezlik, lâedrî) diye sözümona bir öğretiyle yafta olarak resmen taktıkları gö­rülmüş şey değildir."

Kendilerinin bilmediğini, başkalarının da bilmeyece­ğini söylemek ilim dünyasına despotizmi sokmaktır. Bu zihniyet Batı’da oldukça eskidir. "Felsefe bilgiyi genişle­tecek âlet değil, bilgiyi sınırlandıracak bir disiplindir." di­yen Kant’ın sözünün anlamı, kendi idraklerinin sınırını insanlığa mal etmek gayretinin bir başka ifadesidir.

Batı da gelişen ilim, mahiyeti icabı, akli bilgidir.Bu konuda akılcılık, sadece aklın bir değer olduğunu göstermekle kalmıyor, onun üstünde başka birşeyin bulunmadığını, dolayısıyla ilmi bilginin ötesinde mümkün olabilecek bir bilgiden söz edilemeyeceğini savunuyor; böyle olunca da metafiziğin inkârı zaruri hale geliyor,

Bergson ilmi bilginin Acizliğini idrak ediyor; onu sez­gicilik (intnition) ile tamamlamaya çalınarak, bilginin sa­dece akıl yürütme yoluyla değil, doğrudan kavrayışla da kazanılabileceğini ileriye sürüyor. Ancak Bergson, bu sezgisine rağmen konuyu ihatalı bir şekilde kavrayama­mıştır; zira idrakin oluşmasında kültürün payı çok büyük­tür. Kültürlerin temelinde dinler bulunmaktadır; dinlerin mihrakı da Allah anlayışlarıdır. Batılılar müşahhas (so­mut) Tanrı anlayışım kabul etmiş, inançlarım da onun çevresinde yapılandırmalardır. Dolayısıyla kültürünün taşıyıcısı olan Batı insanının idraki da mücerret (soyut) kavramlara yeterince açık değildir. Bunu onların dillerin­de de müşahede ediyoruz. İlimle, sanatla işlenen dilleri eşyanın bütün şekillerini rahatlıkla ifade ettikleri halde, manevî konularda kısırlaşmaktadır. Bunun için de Berg­son eksikliklerini sezebildiği halde, ne yapılması lâzım geldiğini ortaya tam koyamadı. Aslında madde ile madde ötesini birbirinden kesinlikle ayırmak mümkün değildir. İnsan yapısıyla da her ikisinin özetidir. Sanıldığı üzere bunlar birbirine zıt değil, birbirini tamamlayıcıdırlar. Mayasından gelen özellikle insanoğlu birine sahip olursa, diğerini aradığının örneklerine materyalizmin şahlandığı Amerika’da çok sık rastlıyoruz. Amerika gibi modern bir cemiyette dimağları müspet bilimlerle donanmış insanla­rın arasında mistisizm adına saçmalıklar doğuyor, inanıl­maz bir rahatlıkla yayılıyor.

Metafizik, her şeyin bağımlı olduğu küllî iradeye da­ir bilgidir. Metafizikte yükseldikçe birliğe (Vahdet’e) yaklaşılır, aşağılara inildikçe çoklukla karşılaşılır. Metafizığin bulunmadığı yerde, mevcut bütün bilgiler temelden yoksun olduğundan devreye kabuller girer. Metafiziği inkâr bu bilimlere bağımsızlık sağlıyorsa da, onları sığlaştırıyor; bizleri de eşyanın mahiyetinin bilinmeyeceğini ka­bul etmek zorunda bırakıyor. Sonuç itibariyle İlmî faali­yetleri amelî esasa dayandırıyor.

Toplumun harcında önemli payı bulunan metafizik, ya toplumun hurafede boğulmasına sebebe olur, yahut da cemiyetin özünü teşkil edecek manevî dinamizmi or­taya çıkarır. Derinliğini bu manevî dinamizmde bularak, cemiyetin ahlakı, gelenekleri, maddî âlemi ayakta tutan ne varsa oluşur. Metafiziğin hayatın dışına atılmasıyla kader haline gelen dejenerasyon cemiyetin bütün boyut­larına sirayet eder; herşeyi kurutur. Bazı tarihçiler meta­fizik konusunda yapılan yanlışlığın cemiyet için önemi üzerinde durmuşlardır. R. G. Collıgvvood’un şu cümleleri ne kadar dikkat çekicidir: "Greko-Romen uygarlığın çü­rüyüşüne patrisyen yazarların koydukları teşhis, metafi­zik bir hastalıktır... Greko-Romen dünyasını yıkan bar­barların saldırıları değildi... Metafizik bir nedendi. "Put­perest" uygarlık kendi temel inançlarını yaşatmayı bece­remiyor, diyorlardı. Çünkü metafizik çözümlemelerinde­ki yanlışlar yüzünden bu inançların ne olduklarını şaşır­mışlardı... Metafizik salt entelektüel bir lüks olmuş olsay­dı, bunun hiç önemi olmazdı."

Önce de belirtildiği üzere, refah nefsimize hitap eder. İnsan tabiatı da daima tatmin olabileceğinden daha fazla sun’î ihtiyaç üretir. Nefsin ardına düşülünce, yollar bir noktada karanlık dehlizlere dalar. Nefisle pek bağ­daşmayan yüksek idealler, soylu duygular, diğerkâmlık insanı terk edince, hodbinlikle hayat süflileşir.

Bazı Batılı bilginler, içinde bulundukları durumdan bunalıyorlar; telâkkilerini sîgâya çekerken bazen hayatın özünü hissediyorlar. İspanyol düşünürü Unamuno, "Kül­türün bağımsızlığının tartışıldığı bir konferansta (1933' te Madrid) şunları söyledi:"... İtiraf edeyim ki kırk yıllık profesörlük hayatımdan sonra bugün kültürün ne oldu­ğunu bilemeyecek hale geldim. Bildiğim bir şey varsa kültürün beni biraz ezdiğidir. Kendimi yorgun hissediyorum ve zannediyorum ki medenî insanlığın çok büyük bir kısmı yorgundur. Bugün bizim muhtaç olduğumuz barış­tan ziyade sükûndur. Sükûnsuz bir barış vardır ve bu çok fecî bir şeydir."

Huzurun kaynağı yürektir. Hayata onu da katmalı­yız. Akıl bize kendimizi düşündürürken yüreğimiz de başkalarının varlığını bizlere duyurur. Yüreğin kaynaklık yaptığı sevginin bize duyuracaklarını muhakkak ki akılla idrak edemeyiz.

Akılsız bir şey yapmak, klâsik anlamda bilgi sahibi olmak elbette mümkün değildir; fakat aklı putlaştırmak da son derece yanlıştır. Muhyiddin-i Arabî, şu örnekle aklın sınırlarını, çelişkilerini çarpıcı bir şekilde ortaya ko­yuyor: "Birisi peygamberliğini iddia etse, mucizesini de karşısındaki duvarı konuşturmakla göstereceğini söylese, "Konuş ya duvar!" dese ve duvar da konuşsa... Konuşan duvar, "Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin" dese, akıl ne hüküm verecektir! İddia sahibi peygamber olma­sa, duvarı konuşturamazdı; peygamber olsa idi, duvar "Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin" demezdi."

Modern denilen ilimler ortaya bir medeniyet çıkar­dılar. Tabiata karşı, insanın mücadelesinde yardımcı olan bu medeniyet maddenin kombinezonlarına dayanmakta­dır. Maddenin kombinize edilmesinde muharrik unsur akıl olduğuna göre, ortaya çıkan medeniyetin en belirgin özelliğinin hodkâmlık olması tabiîdir; çünkü az önce de işaret edildiği üzere, akıl nalıncı keseri misâli devamlı kendine yontar. Bu telakkî tarzı şahıstan topluma doğru yayıldıkça felaketler de o oranda büyür. Amerika yerlile­rinin Avrupalılar tarafından öldürülmeleri, kitle halinde soy kırımları, Batıkların sömürgelerini talan etmeleri hep bu medeniyetin tabiî sonuçlarıdır.

Bugünkü sanayi medeniyetinin geleceği, pek muhtemelen mevcut anlayıştaki ilim adamlarından, mühendis ve iktisatçılardan ziyade, insan şahsiyetini mükemmelleş­tirme yolunda yeni gayretler sarf edeceklere bağlıdır. Onlar bizlere ruhumuzun ve kalbimizin kalitatif kaynak­larını duyurabilirlerse, maddenin kombinezonlarından oluşan medeniyetimize yüreğimizi katar, onu insanîleştiririz.

Sonuç olarak insanın mutluluğu, bizzat insanın fıtra­tında mevcut bulunan, fakat günümüzde kullanılmayan özelliklerimizin geliştirilmesine bağlıdır. Bu özellikleri­mizin arasında sevgi ve ihsan, akıl kadar önem kazan­mazsa, ihtiraslarımız iyice mahutlaşır; biz de sadece onla­rı tatminle yükümlü kölelere döneriz.

Evet, son dönemlerde Batı’da gelişen bilimler, in­sanlığın refahını yükselttiler. Ama aynı bilgiler karanlığa düşen ışık parçalarını menşeini düşünmeden kovaladığı ve insanlığı maddenin esîri haline getirdiğinden olmalıdır ki bir Hintli bu ilimler için, "Batı ilmi, cahil bir bilgidir" demiştir.

Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Devamını Oku »

Beyhude Çırpınışlar

Beyhude Çırpınışlar

...'Ortaçağ Avrupası’nda kilise düşünceyi tekeline al­mış, insanı diğer canlılara ve tabiata hakim kılan aklı kelepçelemişti. Bunu kırmak, eski Yunan ve Roma eserle­rinden de faydalanarak çok farklı nitelikle hitaplar yaz­mak, Aristo mantığının karşısında hür bir mantık oluş­turmakla Rönesans doğdu. Bizde ise düşünceyi tekelleri­ne alan dinî kurumlar Engizisyona benzeyen mahkeme­ler kurulmadı. Akıl, düşünce, ilim dinimizin asıl kaynak­larında hayret verecek derecede övüldükleri için araştır­ma ve tefekkür insanoğluna ufuklar boyunca açıktı. İlim insanlarımız Ay’a gitselerdi. Onlara: "Bu isi niçin yaptı­nız?'' diye kimse sormazdı: hatta takdir edilirlerdi. Antik Yunan ve Roma’nın eserleri de İslam dünyasının meç­hulleri değildi. İlim ve irfanla uğraşanlar önemli eserleri­ni biliyor.Fârâbî gibi ünlü filozoflar kitaplarında sık sık alıntılar yapıyorlardı. Neyin Rönesans’ı, niçin ve nasıl gerçekleştirilecekti.Batı bu aşamadan geçti diye bizim de herhangi bir zaman dilimimizi "Türk Rönesans’ı" adıyla anmamız en azından hafiflik olmaz mıydı?

Cumhuriyet öncesi fikir hayatımız kaba çizgilerle üçe ayrılıyordu; İslamcılık, Osmanlıcılık,Batıcılık,Cumhuriyetle beraber Batıcılık resmî görüş haline gelirken diğerleri cılızlaştı. O dönemde dünyada milliyetçilik rüz­gârları esiyordu; biz de ondan nasîbimizi aldık. Dudakla­rımızdan Türklüğü övücü nutuklar dökülürken, Batılılaşmada eksik kalan hususlarımızı da süratle tamamlıyorduk.

Her türlü dış görünüşümüzü Batı’ya uydurmuştuk;devlet sistemimizin ve müesseselerimizin farklı olmamasını da arzuluyorduk; fakat ne yazık ki aramızdaki mesafe giderek açılıyordu. Batılı olduğumuzdan şüphemiz kalmamıştı; yaşama biçimimiz, zevklerimiz gibi fikir cereyanlarımızın da Batılı olmasına dikkat ediyorduk.

İkinci Dünya Savaşı, Batıklara büyük trajediler yaşattı; zengin bir insan bir dilim ekmeğe muhtaç duruma düştü; bir bomba ailenin bütün fertlerini alıp götürdü;gencecik bir kızı yapayalnız bıraktı. Karamsar olması lazım gelen Batılıyı teselli etmek için, hayatın saçmalığını anlatan Egzistansiyalizm felsefesi yaygınlaştırıldı. Aynı acılan yaşamadığımız halde, bu felsefenin bizde de revaç bulması gerçekten manidardır.

Çeşitli sebeplerden dolayı Batı, metafizik dünyasını geliştiremedi. Son yüzyıllarda daha çok madde plânında
hamleler yaptı; medeniyetinin esasını da maddenin kombinezonları oluşturdu. Madde nasıl kombinize edilirse
edilsin, üç boyutludur; benliğinde sonsuzluğa meyil taşıyan inşam sonuna kadar tatmin edemez; hatta belli bir
doyum noktasına gelince de insan maddeden sıkılır. Bunun için Batı’da Empresyonizm, Sürrealizm gibi sanat
akımları doğdu. Sartre’ın deyişiyle, "Gece yarasa olabilecek kibrit kutusu yapmayı" düşünen Picasso maddenin dışında bir dünya arıyordu. Ne gariptir ki deryalar kadar engin olan metafizik dünyamızdan haberi bulunmayan  aydınlarımız da bunalıma girmiş havasına kapıldılar, ruh hallerini anlatan roman, hikâye ve şiirler yazmaya çalıştılar. Ayrıca bizim maddeden sıkılmamıza imkân yoktu;çünkü derileri kemiklerine yapışmış çocuklarımız ekmek bulamıyor, analarımız Anadolu’nun kıraç yaylalarında yalın ayak dolaşıyorlardı. Neye sahiptik ki, maddenin doyumuna ulaşacaktık?..

Sanayisini kurmuş Batılılar için zaruri ihtiyaçlarını karşılamak zor değildi, fakat her gün aynı işi yapmaktan
aynı hayatı yaşamaktan sıkılıyorlardı. Geçim sıkıntısı çekmedikleri için de kendileriyle daha fazla meşgul ola-
biliyorlardı. Dolap beygiri gibi aynı hayatı yaşamak, gözlerinde korkunçlaşıyordu. Kafka, rutin işlerde boğulan
insanı hamam böceği olarak tasvir etti.Kafka’nın romalarındakî bunalım,aydınlarımızın arasında da moda oldu. Halbuki biz sanayi toplumu değildik; insanımız geçimini temin amacıyla sağlam bir iş peşinde koşuyordu.

Sonra biz, şahsen zengin olsak da. yoksul bir toplumun çocuklarıydık. Toplumumuzu bir adım ileriye götürmek,zaruret içinde kıvranan birine yardımcı olmak, bir fakirin yetenekli çocuğuna çağdaş eğitim yaptırmak hayatımızı anlamlı kılabilirdi.

Günlük ihtiyaçlarını temin eden Batılı bunalıma girebilir; zira pek çoğunun idrakinden metafizik alem silinmiştir. Ama bizim asıl görevimiz karnımız doyduktan sonra başlar; "Hakka kulluk, halka hizmet" düşüncesi sonsuz basamaklı merdiven misâli karşımıza çıkar. Nitekim zekât verecek insan bulmanın güçlüğü rivayet edile-
cek kadar müreffeh olduğumuz devirlerde de bizde bunalım söz konusu değildi. Dergâhlarda, tekkelerde şahsi-
yeti dokunan insanımız her gün erdiği kemâlde eksikliğini hissediyor, daha mükemmel olmanın yollarını arıyor-
du. Şimdi ise o dönemle mukayese edilemeyecek ölçüde ciddî sorumlulukların altındayız. Moloz yığınlarının üze-
rinde yaşadığımız tarihimizden, değişik coğrafyaların ve zaman dilimlerinin lif lif dokuduğu kültürümüzden, ça-
ğın ilimleriyle meczolmuş, insanlık için yüreği çarpan bir medeniyet filizlendirmeyi azıcık şuur sahibi insanımız na-
sıl görev bilmez!

Her şeyin gelip, insanın zihniyetinde düğümlendiğini anlayıncaya kadar daha çok ham heveslerin zebûnu ola­cağız. Bütün hamlelerin altında sorumluluğunun ve de­ğerinin idrakinde olan insan bulunur. Onun en belirgin özelliği ciddiyettir. Şahsiyet sahibi, hür düşünceli, hoşgö­rülü, çağın ilimleriyle donanmış insanlardan mahrumiye­timiz, meselelerimizin esasını teşkil ediyor. Ona nasıl sa­hip olabileceğimizi bilirsek, meselelerimizi çözmeye baş­larız. Bu gerçeği İslam’ın dâhi evladı Muhammed İkbal sanatkâr sezgisiyle yakalamış ve şöyle ifade etmiştir: "Hayatın alevi başkalarından ödünç alınamaz. O kendi ruhunun mâbedinde yakılmalıdır."



Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Devamını Oku »

Vahdet-i Vücud Tevhidin Bir Cilvesidir

Vahdet-i Vücud Tevhidin Bir CilvesidirHakikatin nihai tabiatıyla ilgili merkezi doktrin,genellikle  vahdetul vücud veya varlığın aşkın birliği diye adlandırılmıştır.Bu ana doktrin bazı batılı müşteşriklerin söyledikleri gibi ne panteizm ne panteizm ve nede tabii mistizm değil,şehadetin doğrudan sonucudur.O katıksız, politeizm(şirk) sayılan,hakikatin veya varlığın tümüyle bağımsız iki düzenin olmayacağı ifade eder.

Buna göre,bir şey var olduğu ölçüde,Mutlak Varlıktan başka bişey değildir.Gerçekten,Şehadet Hakikati tüm başkalık ve çokluktan beri kılmak için la(olumsuzluk) ile başlar.Allah ile varlık düzeni arasındaki münasebet, bir şey diğerine eşit olduğunda onun da berikine eşit olacağı tarzında basit bir mantıkî düzen değildir. Bizzat hilkatin merkezinde yatan bu sırdan dolayı, Allah'ın herşeyi sonsuz olarak aşmasına rağmen, herşey özde Allah ile özdeştir. Bu doktrini aklen anlamak müşahedeye dayanan bir akla sahip olmaktır; onu tüm olarak gerçekleştirmek, "Allah'ı her yerde" gören bir ermiş olmaktır.



Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Devamını Oku »

Özgürlük Üzerine

Özgürlük ÜzerineMüslümanın içine itildiği açmaza basit bir örnek olarak şu ‘özgürlük’ kavramı ele alınabilir.Geleneksel İslami anlayışa göre,mutlak özgürlük yalnızca Allaha aittir ve insan,İlahi niteliklere bürünebildiği ölçüde özgürlüğe ulaşabilir.Hayatına Şeriatın ve sanatına geleneksel kanunların koyduğu tüm sınırlamalar,insanın özgürlüğüne getirilmiş birer kısıtlama değil,gerçek özgürlüğe ulaşmayı mümkün kılacak,vazgeçilmez yardımlar olarak görülmelidir.Modern Arapçada ‘fredom’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan)Hürriyet’kavramı,sonuç itibarıyla kişinin bireysel doğasının dar sınırları içine hapsolması demek olan Rönesans sonrası bireysel özgürlük fikrinden alınmıştır.Herşeyiyle Batılı olan bu fikir,geleneksel İslama öylesine yabancıdır ki,hiçbir geleneksel metinde,bugün modern Arapçada kazandığı anlamda yer almaz.İslami dünya görüşünde kötülük yapma veya varlığın kaynaklarından kopma özgürlüğü,bir özgürlük kuruntusundan başka bir şey değildir.

Gerçek özgürlük,insana mutlak gereklilik ve mutlak özgürlük olan Bir’e yaklaşıp,sonunda O’nunla birleşmesini sağlayacak tamlığa ulaşma imkanını veren özgürlüktür.Batı’nın özgürlük anlayışından ne denli uzak anlayıştır bu;ve nedir bu,her iki fikrin boyunduruğuna takılmış insanın zihninde yaradılan karışıklıklar.Söz konusu karışıklıklar,Müslümanın neredeyse tüm günlük kararlarını ve aileden devlete kadar,toplumun bütün kurumlarıyla olan ilişkilerini etkilemekte;ahlaka olduğu kadar sanata da sirayet etmekte ve cinsellik,edebi uslüb gibi konularda bile,kişisel davranış modelleri üzerindeki etkisini göstermektedir.

Karşılaştığı açmazlardan yalnızca birkaçıdır; ve yanlarına, hayatın hemen hemen her alanında daha başkaları ilâve edilebilir. Bu çatışan faktörler, hep birlikte, pek çok modernleşmiş Müslüman’ın hayatını ve düşüncelerini bir yamalı bohçaya çevirmeyi başarmıştır. Gayet tabii, “Bu açmaz var olmak zorunda mıdır?” diye sorulabilir. Neden Müslümanlar modern medeniyeti kendi geleneklerinin ilkelerine göre değerlendirip, bu ilkelere aykırı olan yönlerini reddedemiyorlar? Bu sorunun cevabı, Batı’nın ekonomik ve askerî alanlardaki üstün gücüne tanık olduktan sonra, felsefeden ahlâka, sosyal kurumlardan güzelliğin kanunlarına kadar Batı’dan gelen her şeyin büyüsüne kapılan modernleşmiş Müslümanların zihinlerinde yatıyor. Hattâ, çokları Batı karşısında şaşırtıcı bir aşağılık duygusu sergiliyorlar.

Batı’dan çıkan ve genellikle kısa ömürlü olan çeşitli akımları son derece ciddiye alıyor ve bu akımlara uyma ya da İslâm’ın öğretilerini bu akımlara uydurmak üzere çarpıtma konusunda ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Modernleşmiş Müslümanın ruhundaki gerilimin kaynağı sadece ve sadece modern dünyanın, modernizmin İslâm dünyasında boydan boya yayılmasına imkân veren tarihsel sürecin sonunda geleneğine bağlılığı ve geleneğin derinliklerindeki kökleri zayıflamış bulunan İslâm Ümmeti’nin bir bölümü üzerinde oluşturduğu güçlü etkidir.

Şurasını da belirtmeliyiz ki, her ne kadar üzerinden modernizm fırtınası geçmiş olsa da İslâm dünyasının belli bir kesimi, köklerini İslâmî geleneğin derinliklerinden almış olduğu için; bugünlerle ilgili olaylar yüzyıllarca önce geleneksel İslâmî kaynaklarda haber verildiğinden, bugün yeryüzünde olanlara bakarak İslâm’ı reddetmek şöyle dursun, tam tersine ona olan inancını daha da pekiştirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), insanların “Acaba Peygamber bu konuda, yani, geleneksel İslâmî hayatın kalıbını bütünüyle kıracak olaylar konusunda bir şey söylemiş miydi?” diye soracağı Ahir Zaman’da oluşacak şartlardan zaman zaman söz etmiş; doğal çevrenin yaşayacağı yıkıma işaretle, dağların Yerlerinden oynatılacağını belirtmişti. O, Allah vergisi bilgisiyle,modern dünyanın bugün tanık olduğu bu ve bunun gibi daha pek çok olayı haber vermişti.

İnançları modernizmin yıkıcı etkisiyle sarsılanlar bir gerilim alanında, kenarla eksen arasında, bir yanda lâiklik ve modernızm, öte yanda kutsal ve geleneksel arasında asılı kalırken; Hz. Peygamber’in vermiş olduğu haberlerin doğrulanması, geleneklerinin içinde sağlam kök salmış çağdaş Müslümanların inancını daha da güçlendirmektedir. Modernizmin etkisine kapılmış olanlarsa, Merkez’den gelecek bir mesajın; doğru, sağlam ve aynı zamanda kendilerini askıda kalmaktan ve tutuldukları zihnî felçten kurtarabilecek yeniden yorumlanmış bir mesajın derin ihtiyacı içindedirler.

Her ne kadar gerek zihnen gerekse psikolojik olarak Batılı insanınkinden daha farklı şartlar altındaysalar da, tarihinin erken bir döneminde manevî geleneklerinden kopmuş Batı insanı gibi, kutsal olandan başkasının dolduramayacağı bir boşluk içinde hayatın ve ölümün bilinmezlikleriyle karşı karşıya bulunduklarından, yeniden Merkez’e dönüş ihtiyaçları bir an önce giderilme durumundadır. Ama şurası da var ki, modern Batılıların aksine çağdaş Müslümanlar, hâlâ bütünüyle canlı ve sadece yeniden yaşanmayı bekleyen; ‘gelişmiş’ bir yetişkini taklit eden bir çocuğun masumiyetiyle, fakat gerçek anlamda hiç de masum olmadan kendilerini bırakıverdikleri kuşku ve belirsizlik girdabından kurtulabilmeleri için ölümsüz ilkelerinin var olan şartlara uygulanmasını bekleyen bir geleneğe aittirler. Çünkü, Kur’ân’ın sık sık vurguladığı gibi, insan, eylemlerinden Allah önünde sorumludur; ve modernleşmiş Müslüman, bu İlâhî ilkenin hiç de dışında değildir.



Seyyid Hüseyin Nasr - İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Adalet Hakkında

Adalet Hakkında

Adil olmak yasaklardan şiddetle kaçınmak demektir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd Sûresi, 112) âyeti adaletin zirvesi olarak kabul edilmiştir. Adil insan gidişatı düzgün, kendisinden hoşnut olunmuş kimse demektir. Adl, “doğru hüküm vermek” ve “her şeye hakkını vermektir”. Bir şey, başka bir şeye denk olduğunda onun dengidir denilir. Adl, “bir şeyin değeri ve karşılığı” anlamında da kullanılır. Bütün bu tanımlar “eşitlik” anlamından gelir. Adl haksızlığın zıddıdır. İbnu’l-Arabî, adl kavramını “benzer” ve “meyil” olarak tanımlar. Meyil istikamete meyletmek olan bir işte, istikametin ta kendisidir. Sözgelimi ağacın dalları birbirine girmiş olsa da, gerçekte eğik ve meyilli oluşlarında doğru ve düzgündür, çünkü onlar adaletin gereği olarak, doğal akışlarına göre yayılmıştır.

Adalet düşünce tarihinde büyük erdemlerden biri olarak kabul görmüştür. Çünkü o, hiçbirinin yerini tutmadan bütün erdemleri içeren bir erdemdir ve bütün erdemlerin mihenk taşı konumundadır. O diğer erdemler gibi bir erdem değil, hepsinin ufku ve diğer erdemlerin birlikte var olmalarının yasasıdır. Örneğin cesaret erdemi adaletle yerine getirilmezse o ya korkaklık, yada gözü karalık; cömertik erdemi ise israf halini alır. İnsanlık, mutluluk, sevgi gibi değerler de adalet olmadan mutlak olarak değer taşımazlar. Çünkü sevgide adaletsiz olmak insanları kayırmak ya da taraflı davranmak anlamlarına geleceğinden adaletsizliktir, insanın hem kendisi hem de diğer insanların mutluluğu konusunda adaletsizlik göstermesi bencillik ve rahat düşkünlüğü olarak ortaya çıkar. Çünkü adaletin yokluğunda değerler değer olmaktan çıkarlar.

Pascal a göre “Ben (ego) kendini her şeyin merkezi yaptığı için adaletsizdir. Kendi dışındakileri köleleştirmek istediği için “ben” düşmandır ve tüm değerlerin tiranı olmak ister. Adalet bu tiranlığın karşıtıdır, dolaysıyla bencilliğin, benmerkezciliğin ya da bunlara teslim olmanın reddidir.” Adalet gerçekte başkasını düşünmenin tek hâli ve sevgiye yakın olanıdır. Aristoteles’e göre, “Adaletin zirvesi “hakkaniyettir. Hakkaniyet sahibi insan adildir. Çünkü o bir yasanın zorunluluğu ve yükümlülüğü dolayısıyla değil, bir değer ve gereklilik olduğu için adaletle davranır. Bu da hakkaniyettir. Çünkü hakkaniyet yazılı yasadan bağımsız olarak ele alınan “Doğru’dur. Adalet erdemlerin en kusursuzudur, ne akşam yıldızı ne de sabah yıldızı böylesine harika bir şeydir.” Kant’a göre “Eğer adalet yok olursa, insanların yeryüzünde yaşıyor olmasının bir değeri yoktur.”
İbn Hazma’a göre adalet, üzerine düşeni vermek, hakkın olanı almaktır. Zulüm ise hakkın olmayanı almak, borcunu vermemektir. Lütufkârlık (kerem) ise sana ait olan bir hakkı gönüllü olarak bir başkasına vermen, yine sana ait olan bir hakkı, geri almaya gücün yettiği halde onu başkasına bağışlamandır. Bu aynı zamanda fazilettir.
Eksiksiz bir adalet, nefis terbiyesi ve her çeşit davranışta hakikate bağlılık ancak kusurları itiraf etmekle gerçekleşir. Yüce Allah’ın bir insan üzerindeki en değerli nimeti, onu, hak ve adaleti gözeten, hakkı seçen ve adaleti seven bir karakterde yaratmasıdır. Adalet, her korkulu olanın sığındığı bir kaledir. Öyle ki, zalim olan olmayan herkes, bir başkasının kendisine kötülük etmek istediğini görünce hemen adalete sığınır, zulmü kötülemeye ve kınamaya başlar. Karakterinde adalet olanlar, bu muhkem kalenin sakinleridir.

Diyarbekirli Mehmed Said Paşa’nın  “İnsana Tutulan Ayna” adlı eserinden alıntıdır.
Devamını Oku »

Laikliği kutsamak, cemaatlere saldırmak, toplu intihara kalkışmaktır!

 

Laikliği kutsamak, cemaatlere saldırmak, toplu intihara kalkışmaktır!

15 Temmuz gecesi bütün kirli ve iğrenç yüzüyle karşımıza çıkan tehlike, “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesidir.

“PARALEL DEVLET” TEHLİKESİ DEĞİL, “PARALEL DİN” TEHLİKESİ!

Eğer asıl tehlikenin “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesi olduğunu göremezsek, hem bu tehlikeyle başedemeyiz hem de artçı şoklarını yeriz!

İşte İslâmî kesimler de dâhil, bütün toplum kesimleri meselenin püf noktası burası olmasına rağmen bunu göremedi, ne yazık ki!

Göremezdi; çünkü dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hâdiselere geniş bir perspektiften, medeniyet perspektifinden bakacak ve tarih felsefesi yaparak bizi aydınlatacak güçlü fikir adamlarından yoksun bu ülke.

Önce şunu zihninize kazıyacaksınız: Yüzyıllık süreçte, tarihi, İslâm'ın alacağı şekil belirleyecek. Küresel seküler-kapitalist sistem, iki asırdabütün dinleri fosilleştirdi ve dize getirdi; sadece İslâm'ı fosilleştiremedi ve dize getiremedi.

KÜRESEL SİSTEM, NEDEN EHL-İ SÜNNET OMURGA'YI ÇÖKERTİYOR VE ŞİA'NIN ÖNÜNÜ AÇIYOR?

1989 yılında bizzat dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas'ın ağzından açıkça “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâm'dır” denildi ve İslâm, hedef tahtasına yerleştirildi.

Hayatî soru şu burada: Hangi İslâm?

Şiî İslâm değil elbette. Aksine, Şia'nın ve dolayısıyla İran'ın önü son çeyrek asırdan itibaren inanılmaz bir şekilde açılıyor. İran, kültürel / bilkuvve olarak Türk cumhuriyetlerine, siyasî / bilfiil olarak da bütün bir Arabistan Yarımadası'na, özellikle de Türkiye'nin güneyine yerleştiriliyor!

Niçin peki?

Ehl-i Sünnet Omurga'nın yegâne temsilcisi iki ülkenin, Mısır ile Türkiye'nin düşürülmesi için...

Mısır'ı düşürdüler. Ama Türkiye'yi düşüremediler!

TÜRKİYE, CEMAATLERİ / EHL-İ SÜNNETİ DİRİ TUTARSA, TARİHİ YAPAR...

Önümüzdeki süreç çok zorlu olacak: Ya Türkiye toparlanacak ayağa kalkacak; yaklaşık yarım asır içinde hem İslâm dünyasını toparlayacak ve dünya tarihinin yapılmasında yeniden kilit rol oynamaya başlayacak. Bu süreçte sömürgeciler coğrafyamızdan kovulmuş olacak...

Ya da Türkiye, içeriden karıştırılacak, zaafları kaşınacak, iç savaşın eşiğine sürüklenecek ve dolayısıyla parçalanacak ve yok olacak -Allah muhafaza!

İşte bu süreçte Türkiye'nin dimdik ayakta durabilmesi gerekiyor.

Türkiye'nin dimdik ayakta durabilmesinin yolu ne peki? İşte bunun en çarpıcı ipucunu bu millet tankların önüne yatarak gösterdi!

Bu toplumu yok etmeye kalkışan şer güçlerin ve şebek-e-lerinin oyununu bu toplum, toplumun ruhunu oluşturan, akidesini sarsılmaz kılan bin küsur yıllık sarsılmaz imanıyla püskürttü.

BİN YILLIK İSLÂM TARİHİNİ CEMAATLER VE TARİKATLER YAPTI!

Bu toplumun bin yıllık sarsılmaz ruhunun yegâne kaynağı Ehl-i Sünnet akîdesidir. Ve bu Ehl-i Sünnet akîdesini diri, canlı kılan derûnî irfânî kodlarıdır.

Bir taraftan sarsılmaz Ehl-i Sünnet akîdesi, diğer taraftan da bu Ehl-i Sünnet akîdesinin hayat hâline getirilmesini mümkün kılan Kur'ân ve Sünnet-i Seniyye ile yoğurulmuş, ete kemiğe büründürülmüş irfanî / tasavvufî tecrübedir.

Selçuklu'yu kuran, Kur'ân ve Sünnet'e dayanan işte bu tasavvufî ruhtur. Yine Selçuklu'nun mayasını kardığı bu diriltici atılımıOsmanlı'da ruha dönüştüren de bu tasavvufî ruhtur.

Eğer Kur'ân ve Sünnet'ten süt emen bu tasavvufî ruh olmasaydı, Selçuklu'yla başlayan Osmanlı'yla üç kıtaya ulaşan İslâm'ın bayrağı üç kıtada insanların gönüllerini fethedemez, dünyaya diriltici bir ruh üfleyemezdi!

SÖMÜRGECİLERE DİRENİŞİN DE, YENİDEN DİRİLİŞİN DE KAYNAĞI EHL-İ SÜNNET OMURGADIR!

Kur'ân'dan ve Sünnet'ten beslenen bu tasavvufî tecrübe, bizim yalnızcatarihi kuran bir aktör olmamızda değil aynı zamanda İslâm'a yapılan bütün bütün saldırıları püskürtmemizde de kilit roloynamıştı: Şeyh Şâmil'in Kafkasya direnişinden Afrika'nın içlerine kadar gerçekleştirilen bütün sömürgecilere karşı verilen destansı direnişlerde de bu tasavvufî ruh tarihî roller üstlendi.

Eğer biz yeniden toparlanacak ve tarihi yapacak bir rol oynayacaksak bunu ancak Ehl-i Sünnet Omurga'ya dayalı bu irfanî tecrübeyi yeniden hayata ve harekete geçirerek yapabiliriz.

Ehl-i Sünnet'i tartışmaya açan, sayısız sapkın türedi “mezhebin” türemesine yol açacak, peygamberî soluğu yok saymaya kalkışan ruhsuz, modernize, sekülerize, protestanize edilmiş sahte din anlayışlarıyla değil!

O yüzden cemaatlere ve tarikatlere yapılan saldırıya aslâ sessiz kalamayız. O zaman ne tutunacak dalımız kalır ne de ayağımızı sağlam basabileceğimiz yerimiz!

FETÖ, EHL-İ SÜNNET CEMAAT DEĞİL, POSTMODERN BİR KÜLT'TÜR!

Peki, FETÖ, Ehl-i Sünnet bir cemaat değil mi?

Hayır! FETÖ'nün hattı harekâtını belirleyen ilke ve akîde, takiyye. Takiyye, Şiî akîdesidir. FETÖ'nün kendisini Ehl-i Sünnet olarak sunması tam bir karartma operasyonudur!

İkincisi, FETÖ, aslâ Müslüman bir cemaatte olmayacak aşağılık özelliklere sahip: Hiç bir Müslüman cemaat, hedefe varmak için her yol meşrûdur diyemez! Makyavelist bir mantık, bütün Müslümanların, müslüman cemaatlerin savaştığı iğrenç bir mantıktır.

Hiç bir Müslüman cemaat, gücü kutsamaz; zaferin peşinde koşturmaz; araçları amaçlarına yerine yerleştiremez!

Müslümanlardan, bütün Müslüman cemaatlerden istenen şey, hakikate teslim olmak ve yola çıkmak (Mekke süreci), yolda olmak (Medine süreci) ve yol olmak'tır (Medeniyet süreci). Nedir bu? Sünnet-i Seniyye'dir.

Oysa Türkiye'de 15 Temmuz'dan bu yana tehlikeli bir algı operasyonu yapılıyor: Bütün darbelerin arkasındaki yegâne güç olan laiklik kutsanıyor; fosilleşmiş, darbe zihniyetli generaller, laikler aklanıyor; bütün cemaatler hedef tahtasına yatırılıyor ve “Cemaatler, dolayısıyla Müslümanlar, devlet yönetmesin” deniyor!

Türkiye'nin başına gelebilecek en büyük felâket budur: FETÖ, bir cemaat değildir. Postmodern, seküler, pagan bir kült'tür; lideri kutsayan, kitleleri ayartan, hipnotize eden, hedefe varmak için bütün gayr-ı meşrû yolları meşrû gören sapkın seküler bir harekettir.

LAİKLİK, “SAHTE BİR DİNDİR”

Özetle: Fransız filozofu Luc Ferry, laiklik “sahte bir dindir” der. Dikkatinizi çekerim, bu sözü söyleyen filozof, ateist biridir ve Fransa'da Eğitim Bakanlığı yapmış bir kişidir!

Türkiye'de bazı İslâmî kesimlerin entelektüellerinin bile “bizi ancak laiklik kurtarabilir; cemaatler, tarikatler başımızın belasıdır” diyebilecek kadar ipin ucunu kaçırmaları, Türkiye'yi nasıl bir felâketin beklediğini göstermeye yeter!

TOPLU İNTİHAR!

Batı'da laikliğin çatır çatır tartışıldığı, sahte bir din olarak algılandığı bir zaman diliminde, Türkiye'de İslâmî kesimlerin bile laikliği kutsamaları ve bu toplumun bin yıl tarih yapmasını mümkün kılan Ehl-i Sünnet Omurga'nın ve hattı harekâtlarını bu Omurga'ya yaslayan bütün sahih cemaatlerin ve tarikatlerin topa tutulması Türkiye'nin gayya kuyusuna yuvarlanması anlamına geliyor!

Buradan bütün kesimlerin elitlerini ama özellikle de İslâmî kesimlerin siyasetçilerini, öncülerini, yazar-çizerlerini uyarıyorum:

Tam dünyanın yeniden insanların gönlünü fethedecek Ehl-i Sünnet Omurga'yı eksene alan cemaatlere ve tarikatlere ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde laikliği kutsamak, cemaatlere ve tarikatlere saldırmak, toplu intihara sürüklenmek demektir...

Aklınızı başınıza toplayın lütfen!

 

Yusuf Kaplan
Devamını Oku »