Kadın doğurmalı, ocak tütmeli



Neredeyse evli kadın olmak, çocuk doğurmak ve anne olmak ayıp hale geliyor. Namus kavramı çoktan kovuldu meşruiyet sahalarından. Artık o kelimeyi ağzımıza almamak için büyük bir çaba sarf ediyoruz. Dilimizden kovduk. Üzerimize yapışmasın, bizi çağdışı göstermesin diye vebadan kaçar gibi ondan kaçar olduk. Namus, sadece kadın bedenine ya da kadının özgürlüğünü baskılayan bir gerici dünya anlayışına indirgendi. Kavramın bütün toplumsal tarihi ve anlamı yerle bir edildi. Kadın ve erkek ilişkilerinin anlam dünyası buharlaştı. Feminist okumaların kurşunlarıyla delik deşik oldu. Namus’un nomos olduğunu unuttuk. Nomos’un değer ve ilke gibi kadim anlamlarından koptuk. Onu kaba, yüzeysel, modernist ve dar taşra anlamlarına sıkıştırdık. Batıcılar ve gelenekçiler namussuzluğu, en fazla namusa karşı yaptılar.

Kadına yapılan çağrılarla çoğu kez aile değerlerine karşı imha hareketine girişiliyor. Kadını evinden koparmak için her çaba gösteriliyor. Eş olmak, anne olmak, ocak tüttürmek, doğurmak gibi eylemler artık çağdışı kabul ediliyor. Bu kadın davranışları eski zaman ve geri kalmış toplumların işi olarak görülüyor. Pozitivizmin ve materyalizmin ilerlemeci düşüncesi, kurtuluşu kadını evinden koparmakta görüyor. Bir kadın isyan tertipçiliği ortaya çıkıyor! Bunlar diyor ki: Evlenme, aileye dahil olma, doğurma, anne olma, ocak tüttürme! Sadece özne kadın ol, özgür kadın ol, kariyer sahibi ol, hayatını yaşa! Nereden geliyor bu fikirler? Hatta bu kadın büyüleme ideolojileri nereden memleketimize musallat oldular? Bu topraklardan, bu coğrafyadan ve bu medeniyetten olmadığı kesin. Modernliğin feminizmle taçlandığı post-modern nihilizmin zehirli ideolojileri bunlar. Ne kadar çok işbirliği var! Modernizm, post-modernizm, feminizm ve nihilizm…Sanki hepsi tek ağızdan yeni bir kadın icat etmenin peşinde. Kadını kurtuluşa çağırıyorlar. Hepsi de çağımızda kadını kurtaracak yeryüzü cenneti vaat ediyor. Kadın dinleri bunlar! Ama ruhaniyetsiz dinler bunlar. Dinsiz dinler!

Eve, anneye ve ocağa düşman ideolojiler, özgürlüğü aileyi imha için araç haline getiriyorlar. Bu çabaları kapitalizmin ve burjuvazinin de hoşuna gidiyor. Çünkü ucuz işgücü, kadın sömürüsü ve kadının annelik rolleri ile çalışma hayatı arasındaki sıkışmışlığı meselelerine derman oluyor. Kadınların iş hayatındaki zorlukları, sömürülmeleri ve sıkışmışlığına neden olan modernite ve kapitalizm de suçu geleneğe atarak işten sıyrılmaya çalışıyor. Büyük bir maskeleme  çabası içine giriyorlar. Ürettikleri kadın sorunlarının suçunu gelenekte görüyorlar. Oysa bugünün kadın sorunları yine bugünün sosyolojisinden çıkıyor. Sanayinin, tüketimin, çalışma tarzının ve yabancılaşmanın kadın bağlamındaki yansımaları… Kimse cehaletiyle bizi kandırmasın. Modern sanayinin ve nihilizmin ürettiği şartlar ve değerlerde bunalan kadın, meselelerini başka dünyada, başka paradigmada ve başka tarihte aramasın. Kadın bugünün üretim ve toplum şartlarında bir robota, bir işçiye, bir maddeye bir yabana dönmüştür.

Türkiye’nin bütün solcuları ve feministleri kadın meselesinde aynı safta yer alıyor. Hatta Kürt milliyetçisi HDP’liler ve dağdaki terörist kadınlar bile. Onlar da kadını özgürleştirmek için dağa çıktıklarını söylüyorlar. Onlar da namusla dalga geçip namussuzlukla övünüyorlar. Kürt kadınlarını namus konseptinden çıkararak özgürleştirdiklerini ilan ediyorlar. Onlar da katletmeyi ve terörist olmayı kadına cennet diye vaat ediyorlar. Onlar da feodalizmden kurtuluş ve  bedenini özgürleştirmekten bahsediyorlar.

Aile, iki kelimeyle özetlenir: Ocağın tütmesi ve doğum. Bunlar yoksa aile de yoktur. Ocağının tütmesi ne sosyalizmin ne kapitalizmin ne feminizmin umurunda. Kapitalizm için fabrikasının bacası tütsün yeter! Feminizm, kadının dünyevi cenneti için zaten aileyi engel görüyor. Sosyalizm, Sovyetler'de kolhozlarla alternatif ailesiz aileler kurmaya yeltendi ve bir cehennem üretti. Modernliğin bu ideolojileri ve tecrübeleri aileyi umursamıyor. Doğum mu? Kapitalizm klonlama peşinde. Doğumu salt beden üremesi olarak görüyor. Şimdi geliştirdiği robotlar ve klonlama sistemleri ile bunu da aşmaya çalışıyor!

Heyhat! Aile, bir ev içinde var olabilir. Çünkü ailenin içinde var olduğu hakikat evdir. Ev de ocağın tütmesi ve kadının doğurmasıyla mümkün. Doğurmayı kadın simgeler, ocağın tütmesini de erkek. Ocağa odun taşıyan erkek, üzerinde yemek pişiren kadın. Hayatta ocağın bacası yerine fabrika bacası merkez olunca aile kaybetti, kapitalizm kazandı. Engels ve Marks biraderler ne diyor Komünist Manifesto’da: Kapitalizm aileyi katletti.



Ergün Yıldırım
Devamını Oku »

Kapitalizme Karşı İslami Hayat



Batı medeniyeti, modernizm, Aydınlanma önemli iddialarla kendi toplumunu dönüştürdü. Bir kere modernizmi ya da Aydınlanma değerlerini devrim olarak algılamamak gerekir; başta teolojik olmak üzere din – devlet ilişkileri esasına dayalı iktidar biçimi Batı toplumlarında çıkmaza girdi. Hristiyan değerleriyle İslam toplumlarını geçmenin, aşmanın imkan dahilinde olmadığı ortaya çıktı. Üstelik Gazali sonrasında İslam aleminin en parlak döneminin kurulması, Batının, kıta Avrupası’na sıkışması, çıkmak için Haçlı Seferleri’ne sarılması, Türklerin Haçlıları geldikleri yere göndermeleri, Batılıların en başta din anlayışlarını sorgulamalarına itti.

Klasik Hristiyanlıktaki Kilise etkisi en aza indirilirken varlık felsefesi, aleme bakış, doğa ve Tanrı-insan ilişkileri yeniden tanımlandı. Batı medeniyeti kıstırıldığı Avrupa coğrafyasından çıkabilmek için “küfrü gavurluğa” kadar götürdü.

Terakki için, bilimin tüm sınırlarını aştılar, doğayı yani Tanrısal olanı hükümranlıklarına almaya yöneldiler... ve elbette emperyalizm... Batı medeniyetini İslam toplumlarının üzerine sömürgecilikleri çıkarır. Ne kadar bilimde ilerleme, teknolojik gelişim olursa olsun Batı medeniyeti kapsayıcı bir sistem kuramazdı, başta Amerika’nın keşfedilmesi, altın, gümüş akışı Avrupa insanını medeniyet seviyesini belirleyecek duruma getirdi.

İslam’ın buna cevabı sadece savunma oldu. Çünkü Modernizm bir ideoloji İslam ise bir din idi; Hristiyan yoğun Ortaçağ’da, Yeniçağ’da, İslam öndeydi. Terakki kavramı, pozitivizm, rasyonalizm İslam düşüncesini sıkıştırdı...

Müslümanlar tedafüi mantıkla, sadece kendilerini sorgulamaya hatta suçlamaya başladılar. Batı medeniyetine güç yetiremeyince, pozitivizmin, rasyonalizmin, bilim-teknolojinin karşısında kendi geleneğini, Müslümanları, tarihi birikimi suçlamaya başladı.

Öncelikle tevekkül, bidat, hurafe üzerinden İslam itikadı, çalışmama, miskinlik üzerinden tarihi birikim, tarikat-tasavvuf, klasik kurumlar, hukuk üzerinden gaza-fetih anlayışı sorgulanmaya başlandı.

Suçlu Batı medeniyeti değildi hatta onlar “aynen bir Müslüman gibi yaşıyor”du. Çalışkanlığıyla, dürüstlüğüyle, gayretiyle Batı insanı üste çıkmıştı. Fakat burada emperyalizm, kapitalizm dikkate alınmadı; kâr temerküzü, sömürgecilik, faiz, sanayileşme, gayrı insani çalışma koşulları... bu ortamda sorgulanmadı. Bunların İslam’a ne kadar uyabileceği tartışılmadı, toplu katliamlara varan savaşların, ölüm makinelerinin İslam, varoluş karşısındaki meşruiyeti üzerinde durulmadı.

Kalkınma, yükselme, ilerleme, sanayileşme, teknoloji üretme bugün bile hala çok canlı... Ama mesela dönemi itibariyle Osmanlı devlet adamı zor durumdayken bile bize özgü devlet anlayışını değiştirmedi.

Biz Türkler, Osmanlı eliyle kapitalizmi 400 yıl gerileten bir İslami nizam kurduk, bu nizam bilindik manada pek çok İslamcının Fransız medeniyet anlayışından devşirerek söylediği gibi medeniyet değildi...

Osmanlı sisteminde feodalizme geçit verilmedi, devlet “kul hakkı” yemekten imtina etti, kimsenin para, toprak, güç toplamasına izin vermedi. Modernitenin gelişi, Sanayi İnkılabı sonrasında da yine bu tavrını devam ettirdi, yine toprağın, sanayinin, imalathanelerin, ticaretin bir kaç kişi veya ailenin eline geçmesine, köylünün topraksız kalmasına müsaade etmedi. Dolayısıyla bir yandan düşünürlerimiz uygulamanın tam tersi fikirleri serdederken devlet adamları klasik kapitalizm dışı nizamı en azından ellerinden geldiğince sürdürdü.

İslam alemi kendini kapitalist, modernist olamamakla savunurken esasında daha derinlerde klasik düzen akmaya devam etti. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki tüm müdahalelere rağmen milletin uhdesinde Malazgirt sonrası kurduğumuz nizam ve anlayış akmaya devam etti.

Birileri milli ekonomi adı altında kapitalistleştirilirken, milli eğitim, milli savunma adı altında 1000 yıllık omurgamız çökertilirken, İslam düşüncesine, Türk düşüncesine eşlik eden fikir adamları modernitenin tezlerini medeniyet başlığı altında savunurken millet bağında bizi biz yapan değerler sürdü.

Modernizm öncelikle gündelik hayatı değiştirdi, bugün Müslümanlar 20. yüzyılın başında da canlı olageldiği gibi hayat algılarını, felsefelerini, gündelik hayatlarını dönüştürmenin eşiğinde. Neoliberalizm dünya sisteminin paylaşımına Müslümanları da katarak bu değişimi gerçekleştirme imkanı verdi.

Bugün Müslümanlar modern dünyaya cevabı gündelik hayatlarını modernize ederek veriyor! Kapitalist ilişki biçimlerinin hepsini uygulayıp, modernitenin bilhassa kültürel boyutlarına eleştiriler getirerek Müslümanca tavır alabildiklerini zannediyor.

Halbuki aslolan medeniyet kavramı etrafındaki gündelik hayat, iktisadi zihniyettir. Biz Türkler İslam, ehli sünnet, gaza etrafında kurduğumuz omurgayı bugün korumanın çabası içindeyiz, Batı medeniyetine cevap vermekten ziyade, bu omurgayı muhafaza etmekle işe başlayabiliriz. Bu omurganın inşa ettiği kapitalizm dışı, küfür dışı nizamı, gündelik hayatı yaşayarak, dünya sisteminin, küresel medeniyetin tekliflerini reddederek kendiliğimizi güncelleyebiliriz.

İslam aynı zamanda yaşanarak gösterilebilen, var kılınan bir dindir, iddiaları zaten aktüel olana içkindir. Bizim modern dünyaya teklifimiz, Kur’an ve Sünnet’te belirlenen ve Müslüman olmayı gerektiren, küçük ve büyük günahları def edebilecek hayat tarzıdır. Bu hayat tarzı sonuna kadar siyasal, sonuna kadar ideolojik, iktisadi, felsefidir.

Ercan Yıldırım

http://ercanyldrm.blogspot.com.tr/2017/08/kapitalizme-kars-islami-hayat.html?m=1
Devamını Oku »

Neoliberal Islamcılık-2



Var Olmak İçin Dışa Açılmak

1.2000li yıllardan sonra neoliberal İslâmcılık, İslâmcılık dü­şüncesinin bilhassa Milli Görüş'ün sıkça telaffuz ettiği ağır sanayi, kalkınma fikrinden çıkararak küreselleşmenin getirdi­ği serbest mal ve finans hareketlerine yani neoliberalizme ge­çişi gerçekleştiren güç oldu. Neoliberal İslâmcılık, uzun yıllar sürdürdüğü içe kapalılığı bu dönemde bozarak dışa açılmaya, ülkenin dış yatırımcıya sonuna kadar açık hale getirilmesini sağladı. Bu dışa açılma sadece İktisadî yönlerden değil siyasal olarak da İslâmcılık, neoliberal pazar ve piyasa fikrinin bir so­nucu olarak AB'yi “haçlı zihniyeti" veya “Batı kulübü” olarak görmekten, AB’ye girmek için müktesebatın çoğunu değiştir­meye ve yeniden yapmaya çalışan, ABD ve NATO ile çok daha etkin politikalar geliştiren taraf oldu. Aslına bakılırsa dindar eşraf kavramı etrafında modernleşme döneminde ortaya çıkan İslâmî eğilimli eşrafın sorunu kapitalizmle değil, kapitalizmin nasıl işletileceği ile ilgiliydi.

Diğer taraftan İslâmcılığın, sloganların dışında kapitalizm karşıtlığı hiç olmadı. Kapitalist gibi yaşamayan, kapitalist gibi düşünmeyen Müslüman geleneksel yaşamının dönüştürülme­si, geri kalma tezleri altında modernitenin İslâm düşüncesine eklemlenmesi İslâmcılığın en önemli misyonu arasındadır.

İslâmcı hareketin tezlerini oluşturan ilerleme, çalışma, say, gayret, "İslâm terakkiye mani değildir” "Batının tekniğini al­malı”, öze, asl’a ve Kur’an ve Sünnet’e dönüş derken tam ola­rak kapitalist olmayan tarihi pratiğin, kapitalizmi geriletmiş alternatif yaşama biçiminin yani Anadolu’nun İslâmlaşmasıyla kurulan düzenin gözlerden uzak tutulmasını kastetmekteydi. Öze dönüş hareketlerinin bir ucunda, kapitalizmi geriletmiş, kapitalizme alternatif bir hayat nizamını Müslüman hayatın­dan kaçırmak vardı! Neoliberalizmin pazar mantığı, piyasa al­gısı ve gelişme teması uzun yıllar Müslümanları boyunduruğu altına alan Kemalist sistemden kurtulma ve özgürleşme fikriy­le birleşince neoliberal İslâmcılık, neredeyse geleneksel hayat fikrini, kapitalist olmayan algıların tümünü ortadan kaldıran sistemi yerleştirdi. Özal dönemindeki iletişim, ulaşım ve finans mantığının gelişimi, kırlarda yaşayanların da finans piyasasına dâhil olmasını sağlarken, 2000’li yıllardan sonra "piyasadan bağımsız kalma fikrini taşıyan hemen hiçbir İslâmî ekol, yo­rum ve birey kalmadı.

Neoliberalizm esasında sadece kapitalizmin bir dönemi, bir aşaması değil; bilhassa dünya sisteminin ve ulus devletlerin kendi içinde sistem dışına ittiği çevrelerin kapitalizmi sahip­lenmesi, neoliberal özgürlükçülük, piyasa ve pazarda finans il­keleri doğrultusunda var olabilme imkânı kazanmayı getirdiği için kapitalizmi benimsemesi anlamına gelir. Neoliberalizmin ilkeleri İslâmcıların 90’lı yıllardan bu yana çıkışı için gerekli doktrini sağlamıştır. Kapitalizmden çıkışın mümkün olmadığı, başka bir sistemin hali hazırda yürürlüğe giremeyeceği ümitsizliği İslamcıların neoliberal özgürlüğü keşfetmesiyle birlikte yerleşti, gelişti. Kapitalizmin, sürekli devrim ve deği­şim, krizlerin sürekliliğine dayalı (Dean, 2014, 32 - 93) işleyişi İslâmcılığın avantajına olmuş, her değişim bir gelişme olarak, İslâmî kazanım biçiminde algılanabilmiştir. Türkiye gibi çevre ülkeler merkeze göre çok geç modernleşirken, İslâm ülkeleri ve çevre ülkeler arasında öncü modernler olarak temayüz ederler.

Bu sefer neoliberal gelişme önceki modernleşme deneyimle­rinden çok daha önce Türkiye'ye giriş yaptı, Türkiye öncülü­ğünü her zamankinden daha fazla gösterme imkânı buldu. “Neoliberal kisve altında kapitalizmin yenilenmesi" (Harvey, 2014, 19) işte Türkiye gibi öncü İslâmcı kesimler vasıtasıyla modernleşmenin, Müslümanların dönüşümlerinin hızlandı­rılmasını sağladı. Neoliberal İslâmcılık için kamunun, sistemin İslâmî ilkelerle tanıştırılmasından çok piyasada, kamuda, sis­tem içinde “Müslüman kimlik'le var olma ziyade daha önemli ve geçerli kabul edildi.

Finans, Piyasa, Tüketimin Getirdiği Özgürlük

İhracata, hizmet sektörüne, finans dolaşımına dayalı ekonomi, pazardan pay almaya dayalı Özel Finans Kurumları’nın İslâmî bankacılığın gelişimi neoliberal İslâmcılığın özgürlük alan­larından biridir. 80'lerin ortasından itibarin “finans piyasası” üzerinden kendini ifade eden İslâmcıların, İslâm ile ilişkisi, ri- tüeller ve sembollerin dışına pek çıkmaz:

(MÜSİAD Kayseri Şube Başkam) Ticaretin dili tektir: kazanç. Ardından yerel ticaret kültürünün özelliklerini övmeye başlar: ona göre, kentindeki tüccarların başarısının sırrı Kayserinin İslâm ahlakından ilham alarak benimsedikleri ticari kültürdür. Kuran ve hadislere gönderme yaparak konuşmasını sürdürür. (Yankaya, 2014, 207)

Esasında yaşanan çağdaş hayat ile Müslümanların inanç­ları arasındaki makasın zaman zaman daralması önemli bir vakıa olurken, Müslümanların bu dünyada nasıl yaşayacakları hep bir mesele olarak görülmüştü. Milli Selamet Partisi (MSP)’nden itibaren yani 27 Mayıs sonrasında ortaya çıkan İslamcılığın kendi başına bir doktrin olarak en güçlü aktığı ka­nal olarak siyaset(4) aynı eleştirilere yani Müslümanların kapita­lizmle ve sistemle uzlaştığı eleştirilerine maruz kalmıştı. (Sarıbay, 1995, 67) Bütün bu yorumlar esasında Müslümanların Türkiye’deki konumunun, geçirdiği evrelerin izahını yapmak­tan, Müslümanların hangi görüş ve hissiyatta olduklarını tam manasıyla açıklayamamaktan da kaynaklanır. İslâmcıların, Müslümanların 27 Mayıs’a kadar ki serüvenlerinden çıkardık­ları sonuçlar, yeni dünya düzeni ve ABD etkisindeki demokra­si anlayışının kapsamı İslâmcıların daha müstakil ama sürekli değişip, konjonktüre adapte olan yapısını belirginleştirmiştir. Bu açıdan İslâmcılar kendilerini sistemin dışında kalma az­minden uzak tutuyor, “Müslüman kalarak” sistem içinde var olmanın imkânlarını arıyordu. Gerek sınıf temeli gerek dini yönlerinden dolayı sistem İslâmcıları, “dışarıda tutma’yı tercih etti.

Neoliberalizm, İslâmcıların, taşradan gelen dindarların, kentte varlık göstermek isteyen kariyeristlerin, imkânlardan soyutlanmış alt gelir grubundaki okumuş yazmışların “sisteme uyum sağlamak için beklediklerini fark etti.” (Göle, 2000, 82) Fakat Özal döneminde de 90’lı yıllarda da Türkiye’deki güçler bu talebi görmek, kabul etmek istemedi. Hatta Erdoğan dö­neminde bile İslâmcıların devlet içindeki yerleri hiçbir zaman rahat ve garanti olmadı; piyasa bir nebze olsun İslâmcıları destekler, İktisadî sistemde özgürlüklerini artırırken, genel planda korumacı, denetleyici ve yeri geldiğinde müdahaleci yönünü göstermekten çekinmedi.(5) İslâmcılar bu bakımdan neoliberal dönemde hep bir sentezin tarafında yer aldılar.

Kapitalizmi Sorun Etmemek!

80’li yıllarda liberalleşmeye bağlı olarak bu sentez yavaş ya­vaş dillendirilmeye başlamıştı. 70’li yıllarda medeniyet fikrine, İslâm devleti görüşlerine, siyasal İslâm’ın ağır sanayi söylemine de paralel olarak İslâmî devletin ilk amacının sanayi ve kalkın­ma yönünde adımlar atmak olduğu kanaatleri oluşturuldu. Bu amaçla peygamberimiz döneminden itibaren Müslümanların devlet haline gelir gelmez ilkin “maddi ve teknik bakımdan en kısa ve hızlı biçimde” güçlenmek olduğu fikri aktüel duruma bir alt yapı olarak sunulurken bunun antiemperyalist ve İslâmî gerekçeleri peşi sıra getirilmiştir:

Bu temel gerçeğe dayanarak çağımızda kurulu bir İslâm devletinin ana gayeleri bakımından sanayileşmesini kaçınılmaz görüyoruz. İslâm devletinin sanayii güçlenmesi de, dünya pa­zarlarını emperyalistçe emellerle ele geçirmek için değil, fakat tersine dünya pazarlarında dolaşım halinde olan insanoğlunun rızıklarını bu ihtiras tutkunu sömürgecilerin elinden kurtarmak ve beşeri dinlerin zulmüne topyekûn son vermek için elzemdir. (Keşk, 1977, 30-33)

80li yıllarda liberalizmin hatta kapitalizmin İslâm ile ça­tıştığı düşüncesinin yanlış olduğu, arada çelişki bulunmadığı, çağdaş kapitalizmin Batıya özgü olmayıp İslâm toplumların- da bile uygulandığı görüşleri (Binder, 1996, 27 - 29; Rodinson, 1978, 122 - 14) İslâmcıların 90’lı yıllardaki dönüşümleri için referans teşkil etti.

Neoliberal İslâmcılık döneminde Müslümanların hâlâ bu çağda kapitalizmi sorun etmemesi, kapitalizmle yaşaması gerektiği fikirlerine (Aktay, 2012), yine kapitalizmin "müminin yitik malı olduğu" (Akyol, 2009) görüşleri de eklenmiştir.

Neoliberal İslamcılığı, İslamcılığın genel karakterine bağlı olarak modernleşmenin Türk milleti üzerindeki etkisi, Türk- lerin Batı karşıtlığından kapitalizm vasıtasıyla yükselmesi gibi gerekçelerle, modernleştirilmesi olarak görmek mümkün. Za­manın icaplarının, tekniğinin millet tarafından talep edildiği dikkate alınırsa, Menderes ve Özal’a olan teveccüh ile Erbakan ve Demirel’e daha zayıf olan ilgi aslında yol, su, elektrik, iletişim, ulaşım gibi hayatın doğrudan kendisine temas eden noktalarının modernleştirilmesiyle ilgili olduğu açıktır. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu dönüşümü çok daha hızlı gerçekleştir­mesi yüzde 50’lik başarısının ana gerekçelerindendir.

“Türkiye’de kapitalizmi dıştan getirme deneyleri’’ sadece Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde değil sonraki dönemler­de de gerçekleşmiştir. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesindeki zayıflığın bir diğer nedeni “yabancı yatırımların azlığı’’, tekel­leşmenin fazlalığı, sanayi kapitalizminin yoğunluğu, eski ve yeni düzenler arasında derin ikiliktir. (Gevgilili, 1989, 30-31, 60, 73, 84) Neoliberalizm esasında tam da Türkiye gibi Batı­lı İktisadî güçlenmeyi talep eden geleneksel ayak bağları olan devletler için birebirdir. Neoliberal İslâmcılık Türkiye’deki kapitalizmin bu temelli sorunlarını kapitalistleşememe sıkın­tısını çözmüştür. Esasında neoliberal dönem biraz da emlak üzerinden kalkınmayı getirir; Türkiye’deki kapitalizm emlak zenginliğini tasfiye etmeyi pek sevmesine rağmen (Gevgilili, 1989, 95) neoliberal dönemde buna engel olamamıştır.

Özgürlükler, Sosyal Yardımlar ve Yüzde 50.

2.2000’li yıllardaki İslâmcılık, neoliberalizmin 70lerin son­larında ABD ve İngiltere'de yani Anglo-Sakson âlemde muhafazakâr hatta dindar liderleri iktidara getirmesi, Türkiye’de özal ve Erdoğan'ın millet nezdindeki kabul edilebilirliğinin de bir sonucudur. 90’lı yıllarda özal ile başlayan neo- liberalizme ara verildi. Bunun cezasını ülke çok büyük iki kriz­le biri siyasi 28 Şubat İkincisi yine İktisadî ve siyasi birlikteliği olan 2001 kriziyle kat kat çekti. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu krizden Türkiye’yi çıkardığı gibi önemli bir refah da getirmişti. Erdoğan’ın bu dönemde Rusya’da Putin, Venezüella'da Chavez, Arjantin’de Kirchner ile aynı dönemde iktidara gelmesi, büyük halk desteği esasında neoliberal politikalarla birlikte uygula­nan ekonomik programın sosyal devletçilik ile İktisadî ve siyasi pratiğine de bağlıydı.

Erdoğan’ın “piyasa”lardan gelen kişiliği, bürokrasi ve statü­ko unsurlarını yok sayan vasfı, pratikliği, sorun çözen yapısı İktisadî ve siyasi olarak Türkiye’nin hareketli olmasını sağladı. Erdoğan’ın 15 Mart 2015 tarihindeki ülkeyi “şirket gibi yönet­me” görüşleri de statüko ve bürokratik oligarşinin etkisinin azaltılmasına bağlıdır. 2011 yılından sonra küresel sistemin de Erdoğan hakkındaki soru işaretlerinin artmasına neden olan yönlerinden biri de bilhassa savunma sanayi alanındaki yerli sanayinin geliştirilmesiyle ilgilidir. Bilhassa Cumhurbaşkanı olduktan sonra AB ile ipleri kopartma fikrine geçen Erdoğan, neoliberal politikaların 2011 sonrasında klasik yerli sanayi gö­rüşleri, tarihi kimlik vurgusuyla birleştirilmesinden doğmuş­tur.

Türkiye’de yoğun neoliberalizme ve artan zengin sayısına rağmen kapitalizmden pay alabilen, çevrede, varoşlarda bulu­nan alt sınıf da görece refaha kavuştu. Genel planda 1980-2015 arasının, hususen 2000’li yılların Neoliberal İslâmcılık olarak anılmasının nedenlerinin başında AK Partinin bu dönemde 90'ların ikinci yarısında yavaşlayan neoliberalizme “yeni bir itki” (Öztürk, 2013, 206) ile yeni bir renk, kimlik ve yön ver­mesi, sahiplenmesi gelir. SPK, EPDK, BDDK gibi kurumların ciddi olarak işlemesi, bunlara müstakil bankaların kurulması (Eberliköse, 2012-2013, 132-134) neoliberalizmin kurumsal­laşmasını sağlarken, “otoriter kapitalizmin yeni merkezi” Tür­kiye haline gelmektedir. (Zizek, 2013, 108) Türkiye, tarihinde görmediği kadar özel sektör ve dış yatırım ağırlıklı ekonomik sisteme geçti.

Piyasa ve neoliberalizm İslâmcıların "kaçış” "çıkış” vesi­lesidir. Piyasa her halükarda kapitalist ilkelere dayandığı için vahşi, adaletsiz, ahlak dışı en önemlisi İslâm dışı olma özel­liğini yine sürdürür; fakat İslâmcılar klasik dünya sisteminin sunmadığı özgürlüğü neoliberal dönemde piyasa ve pazar ilke­leriyle elde etmiştir. Piyasanın gayri Islâmîliği, ahlak dişiliği so­run edilmemiştir; İslâmî manada dindarlık, İslâmî simgelerin ve kişilerin kamuda yer bulması piyasa ahlaksızlığından daha önemli görülmüştür.

Nargile Kafe, Suşi, Borçlandırılmış Müslümanlar

"Piyasalaştırma” (Crouch, 2014, 96) bir akım biçiminde, ka­pitalizmin en önemli silahı olarak tüm kuvvetiyle çalışırken, İslâmcılar piyasalaştırmanın getirdiği basitlik, düzeysizlik ve herkesleştirmeden rahatsızlıklarını "kısık haykırışlarla” dile getirmeyi tercih etmişlerdir. Bu dönemin genel olarak kül­türün metalaşmasından, dünyanın genel olarak metalaşması (İnsel, 2008, 53) sürecine geçiş elbette tüketim toplumu imge­sinin basit bir tanımlamadan öteye geçerek kimlik halini alma­sıyla da ilgisi vardır. Bu bakımdan kimsenin kimseye artık borç vermemesi (Lazzarato, 2014, 170) fakat herkesin bir şekilde krediler, kredi kartları vesilesiyle yüksek tüketim metaı olan mallara da borçlandırılması söz konusu olmuştur.

İslâmcı burjuvaziye gelmeden ülkedeki hemen her kesimin tüketim nesneleri, kamusal mekânlarla irtibatı, yeni dindarlık unsurlarıyla da örtüşen yapılar iyiden iyiye gündelik hayatı ve İslâm algılarını da değiştirmiştir. Öncelik "kendi” üzerine odaklanmış radikal bireycilik neoliberalizmin tam da hedef­lediği, kendinden başlayarak tüm sistemi de içeren bir istikrar anlayışına götürmüştür.

Küresel medeniyetin yersiz yurtsuz yapısı, vatan algısı, mensubiyet görüşleri değiştiği için en başta İslâm’ın bireyin varoluşuyla vazgeçilmezliği arasındaki örtüşme kaybolma­ya, bu tür değerler sıradanlaşmaya başlamıştır. Suşi, brunch, cafeler, nargile ortamlarındaki İslâmcılık, yeni İslâmî burjuva mekânlarının teşekkülü gibi konular popüler kültür unsuru olarak tanıtılsa da bir büyük dönüşümün önemli kodları arası­na girmiştir. İslâmcıların para ile girdikleri ilişki ve dönüşüm, 90ların ortasında yani aslında 1994’teki belediye seçimlerinin kazanılması, devletten bir şekilde pay alınmasıyla başlamıştır.

Buradaki kadim çelişki aşılamamıştır zira Mehmet Şevket Eygi gibi neoliberal dönemde Müslümanların dönüşümüne en büyük eleştiriyi getiren kişinin, “Bu memlekette büyük, orta, küçük ticaret ve iktisat Müslümanların eline geçmedikçe özle­diğimiz günler gelmeyecektir” sözleri eninde sonunda bugün­kü tabloyu doğurmaktan kaçamayacaktır belki de. Aydınların kapitalizmden, onun tüketim çılgınlığını getiren kimliğinden kaynaklandığını vurgulamalarına karşın, bunun bir süreç, bo­zulma olduğunu söyleyecek normalleşmeyi getirmeleri, hatayı daha çok dışarıda aramaları da (Kıvanç, 1997, 48, 56) neoli­beral dönemin temize çıkmasını sağlamıştır. İnşaat sektörüne dayalı ekonomiden inşaata dayalı kültürellik, hatta Çamlıca’ya yapılmakta olan cami inşaatında olduğu gibi dini algı bu döne­min önemli gelişmeleri ve esasında eleştirilerindendir.

Erdoğan Karşıtlığı-Neoliberal Yandaşlığı, Gezi Olayları, “Diktatörlük”

3.AK Parti iktidarında genel olarak neoliberal İslâmcılığın ik­tidar olduğu yıllarda önemli dönüm noktaları bulunur. 2007 ve 2011 seçim yılları, öncesi ve sonrasındaki siyasi süreçler İslâmcılığın şekillenmesinde, iktidarın belli konularda tavır almasında, yön değiştirmesinde etkili olmuştur. Danıştay sal­dırısı, Cumhuriyet Mitingleri, kapatma davası, 2008 ekonomik krizi, 27 Nisan Bildirisi akabindeki “One Minute” çıkışı 2011 yılına kadar partinin neoliberal politikaları yürütmeye devam etmesini sağladı. 2011 yılı bu bakımdan önemli değişimlerin başladığı döneme tekabül eder. Bu seçimlerdeki yüzde 50 des­tek, Gülen hareketinin yargı üzerindeki iktidarı için yaptırdığı 2010 referandumu, MİT Müsteşarı’nı tutuklama girişimi ve akabinde gelişen Gezi olayları ve 17 - 25 Aralık darbe girişim­leri, yüzde 50 desteğin, One Minute ve Mavi Marmara sonra­sındaki çatışmanın, Erdoğan’ın daha Islâmcı bir dil ve söylem geliştirmesinin bir başka yoruma göre de “aslına dönüşü”nün sonucu olarak gelişti.

Bu seçimlere kadar liberal-sol cenah ile yapılan ideolojik- siyasî ittifak tamamen sona erdiği gibi iktidar kendi yetiştirdiği köşe yazarlarıyla basında etkili olmaya çalıştı. Clinton’un slo­ganı olan “aslolan ekonomidir, gerisi teferruattır” (Bauman, 2014, 32) sözü neoliberal İslâmcılık döneminde hem 2011 seçimlerindeki yüzde 50’lik ilgiyi hem bunun getirdiği refah, istikrar ve muhafazakârlığı izah eder. Ekonomiden ve sistem­den pay alması zora giren kesimlerin alternatif bir sistemden ziyade var olan neoliberal imkânlardan çok daha fazla yarar­lanma isteği, zenginlere münhasır kârı başka yeni zenginlerle paylaşmama talebi beraberinde 2013 sürecini getirdi.

Gezi ile başlayan süreç, “sonun başlangıcı” olarak algılanır­ken (Yalman, 2014, 41) neoliberalizmin ilkelerinin Erdoğan’ı diktatör yaptığı, özgürlüklerin totaliter kıldığı görüşleri kuv­vetli şekilde dillendirilmeye başladı. Artık muhalefete geçen kesimlerin neoliberal Islâmcılığa ılımlı İslâm’ı içermesinden kaynaklı desteği de kaybolmaya başladı. Yıllarca ekonomik ve siyasal reformların Erdoğan ile gerçekleştiği övgüsünden, AK Partinin neoliberalizmi uygulamak için hukuki reformlar yap­tığı kanaatlerinden hızla çark edilerek, gelişmenin, ilerleme­nin ekonomideki sürekliliğin, sistemin devamının bir sonucu olduğu dolayısıyla Erdoğansız bir neoliberalizmin de mümkün olduğu görüşleri ileri sürüldü.

Bu bağlamda neoliberal İslâmcı dönemi “hızlandırılmış ka­pitalizm” ve Türkiye’nin çıtasını yükselten dönem olarak gö­ren kesimler (Göle, 2014) AK Parti’nin neoliberalizmi bile iyi yapamadığı kanaatini dile getirmektedir, (özdemir, 2014) AK Parti’nin İktisadî başarısında “sıcak para”nın etkisi hep tartışıl­dı. (Turhan, 2003) Neoliberalizm de tehlikenin eşiğinde olarak algılandı. Bu açıdan neoliberal İslâmcılığın uyguladığı kapita­lizm, “gazino kapitalizmi” (Ünay, 2008) türünden bir parodinin ya da Türkiye’ye özgülüğün getirdiği tuhaflığı barındırabilir.

Neoliberal İslâmcılık döneminin önemli ve etkili matbu­at organlarının bu dönemin genel İktisadî politikasına hiç de müspet yaklaşmadığı bir gerçek. Neoliberalizm herkesin mut­lu olduğu, talep ettiği bir sistem olmasa da neoliberal olmak türlü kapıları açmada, siyasal olarak yol sağladığı için eleştiri­ler genel manada kapitalist işleyişin içinde, 2008 yılındaki kriz­ler boyutunda ve İnsanî bir takım romantik sıkıntılarda kaldı. Kadim İslâmcılık tezlerindeki "Batının tekniğini alma” ilkesi zamanla “düşmanın silahıyla silahlanma” anlayışı biçiminde yorumlanarak meşrulaştırılmıştı. Neoliberal İslâmcılık işte bu fikrin rafine hali olarak kapitalizmi zaman zaman rehabilite eden, Müslüman milletle olan temasından kaynaklanan ne­denlerle neoliberalizmi millet nezdinde itibarlı hale de getiren bir rol oynadı.

“Kapitalizmin kapitalistlere bırakılmayacak kadar önemli” olması (Ünay, 2008a) neoliberalizmin en önemli keşifleri ara­sına muhafazakârların girmesindendir. Bu dönemin İslâmcı köşe yazarlarından Fahrettin Altun, AK Parti’nin, neolibera­lizmi benimsemenin ötesine geçtiğini, bu dönemin kendine özgülüğünün yanı sıra insan kaynağı, gelecek perspektifi gibi konularda farklılığını ve öncülüğünü de gösterir:

AKP hükümeti neoliberal iktisat politikalarını Batı ile bütün­leşmenin aslî bir şartı olarak görmekte ve bu nedenle bu politika­ları sorgulamamaktadır. AKP’li siyasi kadrolar neoliberal iktisadın öngörülerini birer norm olarak telakki etmekte ve bu öngörüleri birer çözüm önerisi olarak değil, bizatihi çözümün kendisi ola­rak değerlendirmektedirler. Son yirmi beş yılda neoliberal iktisat politikaları ‘muhafazakârlar’ eliyle yürürlüğe konmuştur. Bunun başlıca sebebini bir siyaset aracı olarak toplumun konumunda aramak gerekiyor. Toplum ve toplumun iknası, Türkiye siyaseti­nin hâlâ en can alıcı unsurlarından bir tanesi. Toplumla barışık muhafazakâr siyasi kadroların gerçekleştirdikleri her türlü siya­si faaliyet toplum nezdinde kendiliğinden meşru kabul ediliyor. Türk toplumu açısından ne yapıldığı değil, kim tarafından yapıl­dığı çok daha önemli. Bu nedenle Türkiye’de muhafazakâr siyasi kadrolar, neoliberal iktisat politikalarını büyük bir gönül rahatlığı ile uygulayabiliyor, özelleştirme şampiyonluğu ile övünebiliyor. (Altun, 2005a)

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:57-79

Önceki Yazı için bkn:

http://ilimcephesi.com/neoliberal-islamcilik/

Dipnotlar:

1- RP, İslamcıların, tarikat ve cemaatlerin, Müslümanların hepsini kapsar mı? 90’lı yıllarda bu çokça tartışıldı. Radikal kesim, partili olmayı “şirk” ile izah edip “teorik olarak” RP'ye mesafeli davranırken “pratikte” RP’den etkilendi­ği, etkilediği gibi kadro olarak hareketin içinde yer aldı. Tarikat ve cemaatler RP'nin sert söylemi ve bizatihi “İslâmî siyaset”in kendisinden ürktüğü için Milli Görüş'e hep bir rezerv koydu. İskenderpaşa cemaati tarikat içi mesele yüzünden eleştirilerini ve şerhini “sadece” Erbakan’a koydu. RP’nin yükselme­sinde, örgütlü İslâmî grupların çok azı destek verirken asıl tabanı “Müslüman ve ezilen halk” verdi. Bu önemli bir imkandı. Milli Görüş ister sahiplenilsin ister yerilsin, "İslâmî olanın” temsilcisi rolünden hiçbir zaman kurtulamadı. Milli Görüşü'ün açtığı imkanlarından tüm İslâmî gruplar faydalanırken, sis­temin cezalandırmasından sadece Türkiye’deki "İslâmî siyaset” zarar gördü! 90'lar muhasebe yıllarıdır aynı zamanda.

2- 80 lerin genel atmosferi içinde, folklorik unsurlarını, köy ve ailelerin kendine özgü geleneklerini, oyunlarım, düğünlerini, cenaze merasimlerini reddeden bir çok “genç idealist” bu “radikal” fikirlerini çoluk çocuğa da kavuştuktan sonra terk edip, büyük bir muhasebeye giriştiler.

3- Bu dönem sadece Türkiye'de değil dünyada da neoliberal İslâmcılık etkili ol­muş, Ortadoğu’da İslâmcılıktan gelen hareketler neoliberalizme kaymıştır. (Bozarslan, 2012) İslâmcılar kapitalizme karşı belirgin bir sempatiyle yaklaş­tıklarında bile tehlikeli olarak görülmüş, İslâmcılığın antikapitalist kimliğini törpülemek için 11 Eylül türü girişimler, terörizm yaftasıyla birleşerek dün­yada Müslüman avını başlatmış, İslâmcılar terörist algısını kırmak için ılımlı İslâm projesini de gündeme alacak denli eklektik bir dile evrilmiştir; postmo- dern emperyalizm, Islâmcıların postmodern tezleriyle dönüşümü gerçekleş­tirmesini de sağlamıştır, (Walberg, 2014,125 - 130)

4- Müslümanların ve İslâmcıların kültüre ağırlık vermedikleri, sanattan anlama­dıkları eleştirileri içeriden ve dışarıdan devamlı surette yapılagelmiştir. Bunda İslâmcılığın belki de Meşrutiyet köklerinden itibaren hep siyasete endeksli varlığının etkisi vardır. (Mert, 1998, 14) İktidar döneminde İslâmcıların ve Müslümanların sanatla, kültürle ilgileri, bir takım simgesel törenler düzenle­mekten, etkisiz organizasyonlar tertiplemekten ve bol bol kaynaklan kullan­maktan öteye geçememiştir. Ne hikmetse izleyicisinden proje yürütücüsüne kadar herkes doymak bilmez bir iştahla kültürel yatırımın devlet ve AK Parti tarafından az olduğu yakınmasını gerçekleştirir. Halbuki siyasal iktidarın ya­pabilecekleri ile kültürü yürüteceklerin vazifeleri tamamen birbirinden ayrı­dır! Kültür, edebiyat ve sanat adamlarının siyasal iktidardan geri oldukları bu süreçte net biçimde görülmüştür.

5- Son yıllardaki eleştiriler, iktidarın ne kadar İslamcı olarak görülüp, gösteril­meye çalışılsa da, Kemalist sistemin hala çok büyük etkisinin olduğu, iktidar ve muhalefet arasındaki saldırı ve savunmaların Kemalist dil ve sistemle yü­rütüldüğünü eleştiren geniş bir kesim de bulunmaktadır. Bu açıdan pasif bir eleştiri durumu gözlenir.
Devamını Oku »

Sevgi ve Çağdaş Batı Toplumda Sevginin Yozlaştırılması


Kapitalist toplum bir yandan politik özgürlük ilkesi, diğer yandan tüm ekonomik ve toplumsal ilişkileri pazarın düzenlediği bir temel üzerinde yükselmektedir. Meta pazarı malların hangi koşullarda alınıp satılabileceğini belirler, emek pazarı İse emeğin alınıp satılmasını düzenler. Yararlı şeyler ve yararlı insan enerjisi ve hüneri beraberce zora başvurmaksızın dolandırıcılık yapılmadan pazar koşulları altında alınıp satılacak mallara dönüşürler» Ayakkabılar yararlı ve gerekli olabilirler, ama pazarda talep edilmiyorlarsa hiçbir ekonomik (değişim değeri yoktur.

İnsan göç ve hünerinin de eğer var olan piyasa koşulları altında bir talebi yoksa değişim değeri de yoktur, Sermaye sahipleri iş gücünü satın alıp ona yatırdıkları sermayenin kârlılığı için çalışmasını buyurabilirler. Emek sahipleri ise güç ve hünerlerini var olan piyasa koşulları altında sermaye sahibine satmak durumundadırlar, aksi halde açlıktan ölürler, Bu ekonomik yapı değerlerin hiyerarşisini yansıtır. Sermaye emeğe buyurur,, sonunda cansız., ruhsuz şeyler, yaşayan emekten, insanoğlunun gücünden daha değerli hale gelir.

Bu olgu kapitalizmin başlangıcından buyana temel yapısını oluşturmuştur. Bu durum her ne kadar çağdaş kapitalizm için de geçerliliğini korumaktaysa da bir dolu değişime uğrayarak çağdaş kapitalizme bugünkü özgün niteliğini kazandırmış ve bu etmenler çağdaş insanın karakterinin belirlenmesinde önemli etkilerde bulunmuşlardır. Kapitalizmin gelişmesinin sonucu olarak sürekli bir şekilde sermayenin merkezileşip, yoğunlaştığına tanık olmaktayız. Büyük işletmeler boyutlarını sürekli olarak büyütüp geliştirirken küçükler arada ezilip yitiyorlar. Bu dev işletmelere yatırılan sermayenin sahipleri yönetimden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlar.

Yüzbinlerce hisse senedi sahibi işletmeyi elinde tutuyor, yönetim ise iyi para alan, ama işletmenin mülkiyetine sahip olmayan’ bir gurup yönetecinin elinde. Bu yöneticiler işletmenin en yüksek kâra erişmesini istemekten’çok işletmenin, dolayısıyla kendi güçlerinin büyümesine önem vermektedirler. Sermayenin merkezileşmesi ve güçlü bir yöneticiler katmanının oluşması işçi hareketinin gelişmesiyle at başı gitmektedir, İşçinin sendikalaşmasıyla, tek isçinin iş gücü pazarında tek başına pazarlığa girmesinin önü alınmıştır. Artık işçide büyük işçi sendikalarında birleşmiş, onu sanayi devlerine karşı koruyacak güçlü bir önder kadroya sahip olmuştur. Sermaye alanında olduğu gibi işçiler arasında da, ister iyi olsun ister kötü, ağırlık bireyden yöneticilerin eline geçmiştir. Böylece çok büyük sayılarda insan bağımsızlıklarını yitirerek, dev ekonomik imparatorlukların yöneticilerine bağımlı hale gelmişlerdir.

Sermayenin merkezileşmesinin bir başka önemli sonucu da isin özgün bir biçimde düzenlenmesidir. Geniş Ölçüde merkezileşmiş işletmelerde yer alan katı iş bölümü, bireyin birey olma niteliğini yitirmesine neden olmakta onu makinanın bir parçası haline getirmektedir. Çağdaş kapitalizmde insan, sorunu şöyle formüle edilebilinir:

Çağdaş –kapitalizm büyük sayılarla, uysallık içinde bir araya gelecek insanlara gereksinim duyar. Bunlar giderek artan bir şekilde tüketime yönelmeli» beğenileri kalıplaşmalı ve kolayca etkilenip yönlendirilmelidirler, Çağdaş kapitalizm kendini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye ilkeye ya da özduyuya kul olmamış insanlara gereksinim duyar ama bunların, buyruk almaya, kendilerinden isteneni yapmaya, toplumsal mekanizmayla sürtüşmeden yaşamaya yatkın olmalarım ister, Öyle ki zor kullanmadan yönlendirilmeli, öndersiz yönetilmeli ve iyi ya da kötü bir amaca. sahip olmadan çalıştırılmalıdırlar.

Bundan ne sonuç çıkar? Çağdaş insan kendisinden, çevresindeki insanlardan ve doğadan yabancılaştırılmıştır. O İnsan bir meta haline dönüştürülmüş, yaşam göçlerini var olan pazar koşullan altında kendisine en. fazla kan getirecek alana yatırması sağlanmıştır, insan ilişkileri, kendi güvenliklerini sürüye bağlı olmakta, düşünce, duygu, ve eylem yönünden diğerlerinden ayrı olmamakta gören, birbirine yabancılaşmış otomatların ilişkileri haline getirilmiştir.

Herkes birbirine olduğunca yakın olmaya çaba harcarken diğer yandan kendini tümüyle yalnız hisseder, tekbaşınalığın her zamanki sonucu olan derin bir güvensizlik, huzursuzluk, ve suçluluk duygusuna gömülür. Uygarlığımız kişinin bu tekbaşınalığı bilince çıkartmasını engelleyecek birçok oyalayıcı şeye sahiptir: her şeyden önce sıkıca düzenlenmiş ve makineleştirilmiş çalışma düzeni inşam en temel insanca isteklerinden» kendini aşma ve bir – olmadan habersiz kılar.

Bu tek düzelik insanda bir doyum yaratmadığı için insan bu bilince çıkartamadığı sıkıntıdan eğlenceyle, eğlence sanayinin ona sunduğu müzik ve filmlerle kurtulmayı dener, bundan başka eski eşyalarım değiştirip durmadan yeni birşeyler alarak kendini avutur. Çağdaş insan Huxîey’in Kahraman Yeni Dünyada çizdiği tipe çok benzemektedir: karnı tok sırtı pek, cinsel yönden doygun kişiliği gelişmemiş, çevresindeki insanlarla son derece düzeyde ilişkiler kuran, Huxley’in sıraladığı «Birey hissederse toplum sendeler» ya da «Bugün sahip olabileceği eğlenceyi yarma bırakma» bir de hepsini bastıran., «Bu günlerde herkes mutlu» sloganlarıyla yönlendirilen bir kişidir o, Günümüzde insanların mutluluğu «eğlenmeye» dayanmakta, eğlenmenin altındaysa «almanın», tüketmenin doygunluğu yatmaktadır.

Dünya bizim açlığımızı giderecek büyük bir nesne ,bir elma, bir şişe, bir memedir, biz durmadan emer, birşeyler bekler ve umarız « ve sürekli düş kırıklıklarına uğrarız. Karakterimiz değiştokuş etmek, almak, tüketmek, değiştirmek üzerine kurulmuştur. İster ruhsal olsun ister nesnel ne varsa herşey tüketimin ve değiş tokuşun nesneleri haline gelmişlerdir. ..



Erich Fromm - Sevme Sanatı,say yay.syf.85-88
Devamını Oku »

Endüstriyel Toplum ve Insanın Anlamı



İstisnası yok ki bütün ideolojik modeller insanı belirli bir çerçeve içinde tanımlayarak kurulmak istenen sistemin gereksinim duyduğu bireyi -bir çarkın dişlisi gibi tasarlama gayreti içindedir. Bireylerin kurduğu değil, bireyi kuran bütünlük fikri insanın anlamı yönünden derin bir açmazı gösterir ki  ideoloji kavramı da insan olma ideasını doldurma amacı içerir. Bu doldurma eylemi, işaret ettiği anlamın (müsemmanın) yerine insan isminde bir takım suretler üretme becerisinden ibarettir:

Kapitalizmin insan fikri özgür bireylik, haz tatmini, tüketim değerleri veya yönetim iradesi gibi ibarelerle işaret edilen bir nesnedir; sistem içerisindeki her bireyin erişmek için gayret etmesi gereken bir model vardır ve bu model işi, gücü, ilişkileri, alışkanlıkları ve değerleriyle birlikte tüm gün reklamlar vasıtasıyla belletilir.

Sosyalizmin insan fikri de toplumsal amaçlar tarafından araçsallaştırılmış olmak yönünden kapitalist idealinki ile özdeş olmakla birlikte bireyi kuşatan özgürlük, haz ya da yönetim iradesi kendine özgü farklılıklar içerir: Sosyalist birey aynı değerleri toplumsal tabanda eşitlik söylemine yaslanarak mantıksallaştırır. Her iki ideolojik toplumsal yapıda da bireyler, tıpkı feodal toplumsallıkta olduğu gibi yönetim kademelerindeki değişmeyen oligarşik eğilimlerin özgürlüğü, hazzı ya da bilimsel olanı/gerçekliği belirleme güçlerine karşı ilgisizdirler. İdeoloji tam olarak bu ilgisizlikten doğan boşluğun sosyal bilinç ile doldurulmasıdır ki bu yanlış bilinçtir.

Basit bir biçimde feodal toplumsallığın devamlılığı için ihtiyaç duyduğu standart insan ile kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu standart insan mukayese edilirse üretim faaliyetinde asıl gerçekleştirilenin -her ne ad altında olursa olsun- sistem tarafından ihtiyaç duyulan insan modeli olduğu gözlemlenebilir. Günlük yaşamın akışı içerisinde sosyal olarak belirlenmiş rol ve statülerine göre sıradan insanların motivasyonları, öncelikleri, amaçları çerçevesindeki faaliyetleri ve bu faaliyetler ile zihnen ya da psikolojik olarak sağlanan tatmin durumları, bireylerin dünyaya atfettikleri anlam kapsamında gerçekleşiyorsa da bu anlamın bireyce keşfedilmiş bir anlam değil, işleyen sosyal mekanizmanın yönlendirmesi kapsamında olduğu açıktır. -İdeolojinin bilinç inşa etmesiyle kastedilen budur.

Üretim sürecinin tüm sektörlerini dahil ederek diyebiliriz ki endsütriyel toplumsallık da özü itibariyle ekonomi kurumu adı altında örgütlenirken liberal iktisadın çizdiği “sınırsız ihtiyaçlar”ı karşılamaktan ötede bu örgütlenmenin ve elbette kapitalizmin ihtiyaç duyduğu insan modelini yaratmaya odaklıdır. Buna göre modern kapitalist bir dünyada birey, doğuştan sahip olduğundan çok edindiği statüler kapsamı içerisinde uygun olan rolleri benimseyerek eğitim ve çalışma düzeninde amaçlar edinir ve sosyal dünyanın ufkunu belirleyen değerlere uyum sağlayarak -bu değerlerle mümkün mertebe çatışmamaya odaklı olarak- yaşamını sürdürür.

Feodal bir toplumdaysa farklılık değerlerin başkalığı olduğu kadar statünün doğuştan gelmesi gibi -yine sistemin ihtiyaç duyduğu- bir biçimlendirmededir: Modern dünyanın demokratik, liberal, eşitlikçi ve özgürlükçü, birey odaklı, göreceli bilgi yaklaşımının aksine feodal dünyada birey; içselleştirilmiş hiyerarşik bir toplumsal düzenin gereğine uygun olarak eşitlik ve özgürlük talepleri içermeyen katı bir mutlak gerçeklik dünyasına mahkumdu.

Bu durumu değiştiren esas unsurun insan bilgisindeki bir farklılaşma olduğu söylenebilir: Belirli bir tarihsel atıf içinde modernlik olarak ele alınan dönemle birlikte insanın bilme tarzı ve elbette bilgi nesnesi hakkındaki değerlendirmesi değişmiştir. Bu süreç arka planındaki profan akla işaretle bilginin laikleştirilmesi ya da kozmosun desaklarizasyonu diye anılabilir özetle: Descartes tarafından modern felsefeye sunulan “cogito ergo sum” sözünden doğan yaklaşımla vehmî usu odağına alan anlayış, bilgiyi böylece analitik sürece iliştirmiş ve onu üretilecek bir metaa da dönüştürmüştür. Aynı zamanda bu yaklaşım vehmî bireysel var oluşu bir değer merkezi şeklinde niteleyerek liberalizmin ortaya çıkışının da yolunu açmıştır.

Liberalizmin insan hak ve özgürlüklerine vurgusu, girişim özgürlüğünden söz etmesi temelde birey üzerinden hümanist bir özgürlük söylemine dayandığı yönünde bir yanılsama var etse de bugün bu ideoloji kanalıyla gelinen endüstri toplumsallığı, tüm süreç içerisindeki özgürlük beyanlarının birer safsatadan ibaret olduklarını göstermektedir. Kaczynski, bir tehdit olarak gördüğü sanayi toplumunun içerdiği teknolojik altyapı nedeniyle onun insan özgürlüğüyle hiçbir biçimde uyuşamayacağını gösterirken bu yönde reformist hiçbir düzenlemenin de sonucu değiştirmeyeceği kanaatindedir. Bunun nedeni teknolojik yapının bir bütün olarak işleyebilme durumudur ki kötü taraflarını atıp iyi taraflarını korumak imkânı yoktur. Modern tıbbı buna örnek olarak değerlendirirken ileri düzey teşhis ve tedavi yöntemlerinin gerektirdiği teknolojik altyapının fizik, kimya yanı sıra bilgisayar biliminde de belirli bir düzeye ihtiyaç duyduğu ve bunun da ekonomik yönden zengin toplumlar için bir imkân olduğuna değinir.

Bugün ekonomik zenginliğinse yine teknolojik ilerleme ve endüstriyalizmle bütünleşmiş bir hâle işaret etmesi açık bir kısır döngüyü gösterir. Çevresel yıkım veya toplumsallık açısından bariz zararlar bile ileri endüstriyel üretim modeli ve tekniği üzerine ciddi bir sorgulama ve baskılamaya imkân tanımaz: Sosyal şartlanmanın medya gibi mekanik aygıtları veya ilerlemecilik, rekabet, dayanışma gibi organik aygıtları vesilesiyle sürekli giderilme telaşındaki ihtiyaçların düzeyi arttıkça yıkıma katılım da kitlesel olarak artmakta ve yıkımın araçlarını üreten tekniğin yaslandığı ideoloji kendine geniş bir taban desteği sağlamaktadır. Nihayetinde devletlerin bir ihtiyaç olarak belirlediği nükleer enerji üretimi ile hijyen saplantısına sokulmuş sıradan bir aile bireyinin tuvalet kağıdı ihtiyacı yıkımın ortaklığı noktasında bağdaşık unsurlardır.

Bu bağdaşıklığın bir gereği olarak zararlı bulunan teknolojik bir  unsurun üretim kapasitesi üzerindeki olumlu bir etkisi, liberal değerlerle kurulu bir piyasa gerçekliği içinde berataraf edilemeyecektir. Bu yol büyük ölçüde kapalıdır ki özellikle tarım ve gıda teknolojilerinin zararları karşısında piyasanın düzenlenme olanağının oldukça sınırlı kalışına karşın fiilen bir çözüme götürmeyen eleştiri ve yakınma üretmek haricinde herhangi bir tepki dahi ortaya koyulamamaktadır.

Bunu düzenleme güç ve iradesine sahip olabilecek siyaset kurumu günlük yaşamda hiçbir karşılığı olmayan soyut meseleler, çürümüş değerler ve spekülasyonlarla sürekli meşgulken, siyaseti yönlendirdiği düşünülen kitleler de televizyon ve internet başında hijyen gibi konulara dair herkesin kanı sahibi olmasını temin eden malumat bombardımanı altında afyonlanmaktadır.

Sanayi toplumsallığına dair görülmek istenmeyen gerçeklere ilişkin fikirleriyle Kaczynski modern tıbbın getirileri konusunda da bugün için radikal sayılabilecek bir sorunu ele alır: Hastalıkların doğal seçilimin bir paydası olarak görülmesi durumunda teknolojik ilerlemeyle birlikte tedavi edilen kişilerin kalıtım yoluyla bu hastalıkları sonraki nesle aktardıkları ve böylece insan türünde hastalığın oransal olarak yaygınlaşmasına yol açtıklarını belirtir. Bu durum insan türünün genetik olarak bozulması gibi bir sonuç doğurmaktadır ki gelecek açısından gözden kaçırılabilecek kadar önemsiz bir mesele değildir. Fakat görmezden gelinmektedir. Doğal seleksiyonun sunduğu çözümün reddedilmesi durumunda tek çare genetik mühendisliğidir ki bu bilim yoluyla insanın artık doğal bir canlı ya da tanrı yaratısı olmasının ötesinde bir ürün hâline geleceği anlamını taşır. Yukarıda değinildiği gibi ideolojik bir kurgu olan endüstri toplumsallığı da bu yolla insanın ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçerek sistemin devamlılığı için üretilmiş bir standartlığa evrilecektir. Böylesi bir evrilmeyle belirecek olan insanın anlamı meselesinin nasıl bir ivme kazanacağı sorusu endüstriyel toplumsallığın bütünlüğü içinde cevaplanmak zorundadır.

Kaczynski buna karşı ancak tıbbî etiğin ileri sürülebileceğinden söz eder. Ancak burada etiğin değerlerle ilişkisi yönünden içi doldurulmaya ne kadar müsait olduğu -en azından ticaret ya da borç hukuku alanlarındaki yeni değerler açısından ele alındığında bile- kapitalizmin baskınlığının artışı ölçüsünde sosyal dünyayı biçimlendirişi hatırlanabilir. Üst-orta sınıfların denetimi altındaki tıbbî etik ancak onların değerlerinin tüm sosyal tabakalara dayatılması şeklinde kurumsallaşacaktır.

Aksi olsa ve değeri demokratik bir çoğunluk biçimlendirse bile bu defa da azınlık üzerinde manipüle edilmiş bilginin tahakkümü ortaya çıkacaktır. Bu mevzuda özgürlüğü teminat altına alacak tek çözüm genetik mühendisliğinin yasaklanmasıdır. Ne ki teknolojik bir toplumsallık içinde böyle bir mühendislik imkânının görmezden gelinmesi pek olası gözükmez. Tam olarak bu nokta, endüstriye paralel olarak tezahür eden teknolojik ilerlemenin, insanın anlamı ve özgürlüğü karşısındaki kesin baskınlığını göstermektedir.

Bu çelişki için Kaczynski motorlu taşıtları örnek verir: Kimse ilk başta motorlu taşıtları kullanmaya mecbur bırakılmamıştır, imkânı olanlar için sadece bir seçenektir. Ancak zaman içinde yaygınlaşmasına bağlı olarak ve toplumsal düzenin, motorlu taşıtların ürettiği hızı temel alarak yapılanmasının neticesinde hemen tüm insanlar -en azından çalışabilmek için- bu araçlara muhtaç duruma gelmiş ve hız ile temellendirilmiş dünyaya boyun eğmek zorunda kalmıştır.

Anlaşılacağı üzere potansiyel olarak ortaya çıkmış bir teknolojik gelişme ilk etapta bir seçenek olarak sunulsa da bu, durumun daima böyle kalacağı anlamına gelmemekte, zaman içinde söz konusu teknolojik düzey, tüm toplumu belirli bir davranış tarzına mecbur bırakmaktadır. Tıpkı elektriğin ya da iletişim teknolojilerinin tek başlarına insan hayatı için büyük zararları olamayacağı fikriyle insanların geneli tarafından olumlanmaları gibi genetik mühendisliğin bazı hastalıkları yok edebilme şansı da bir “ilerleme” olarak kabul görüp olumlanacaktır. Bu sonuçsa artık insanın sadece zihnen değil biyolojik olarak da ideolojinin gerektirdiği biçimde üretilmesi ile eş anlamlıdır.

André Gorz da ileri endüstriyel toplumsallığın amaçları için araçsallaştırılmış insan anlayışını eleştirirken bir başka toplumsallığa yönelişin imkânını sorgular: Ona göre bu imkân, toplumsal yaratıcılığın yeni bir biçimini ortaya koyarak yaşamı us/hesaplama pratiği değil bir sanat/hissediş olarak kavramakla mümkün olacaktır. Gorz sanayileşme süreciyle birlikte gerçekleşen değişimin tarih boyunca iktisadî usun çerçevesinde var olan üretim, tüketim, ticaret, mübadele, kâr, mülkiyet gibi kavramları yeni boyutlara taşıdığını gösterir.

Modernlikle baskınlaşan rasyonalizm vesilesiyle us hayatın düzenleyicisi hâline getirilerek insanın var oluşu toplumsallığın yeni çerçevesine mahkum edilmiştir. Bu süreçte insan hayatının önemli bir yerini işgal eden çalışma olgusunun da dönüştürülen anlamının izini süren Gorz’un ifadesiyle kapitalizmin ileri safhalarında, amaçlarla araçlar yer değiştirmiş ve “çalışma ile ihtiyacın arasındaki bağ kop[muştur].” Ya da Ivan Illich’in deyişiyle, “Soyut ve imkânsız hedefler belirleyince, bunlara erişmek için kullanılacak araçlar da amaç durumuna gel[miştir].”

Bu kopuş veya yer değiştirmenin çalışmak fiiline yüklenen yeni bir anlam sayesinde olduğu açıktır: İnsanın çalışması, belirli bir alanda ulaşılması umulan bir amaç için uğraşıdır. İş de geçimin temin edilmesi için bir araçtır. Fakat rasyonel dünyada ya da endüstriyel bir toplumda iş geçim için gerekli faydayı sağlamanın ötesinde tüketim yapabilmek için bir birikim imkânıdır. Bu birikimin güvence altına alınması kaygısı bir istikrar arayışını ve sürekli çalışmayı zorunlu kılar. Zaman algısının da ince dilimlere bölünerek hayatın grafikleştirilmesi, bireyin günlük uğraşını aylık ödemeler, yıllık krediler, ömürlük emeklilik hesaplarına tevcih etmesini gerektirir.

Görünüşte birey hâlâ ihtiyaçlarını karşılamak için bir işte çalışmaktadır fakat sorun ihtiyaç kavramının da çalışmak kavramı gibi manipüle edilmiş olmasındadır.

Düşünülmesi gereken bir nokta: Üretimin, insanların ihtiyaçlarını giderme gâyesinden taşıp ihtiyaçların üretimin yayılması için bir işlev kazanması durumunun modernlikle ilgili bir kırılma olup olmadığıdır. Yani böyle bir anlam değişikliğinin modernlikle beraber ortaya çıktığına dair verilerin gözden geçirilmesi de gerekmektedir. Burada bir bakış açısı olarak insanın üretme kapasitesine bağlı olarak tarihsel bir sürecin işlerliği olup olmadığı da düşünülmelidir muhakkak.

Endüstriyel üretime geçilmeden önceki dönemlerde de insanların yaşam dünyasında, örneğin bugünkü hijyen duyarlılığına benzer -ama üretim kapasitesi etrafında şekillenmiş- başka duyarlılıklar, yani icat edilmiş ihtiyaçlar görülemez mi mesela? Bir ihtiyaç olarak güvenlik kameralarıyla donatılmış bir şehrin sokaklarındaki gözetimi yine bir ihtiyaç olarak bahçenin etrafındaki çitten ayıran nesnel bir ayrım mevcut mudur? Ya da yaylı yatağı bir sedirden farklı kılan onun üretiminde kullanılan tekniğin farklılığı veya fabrikasyon model olması mıdır?

Bu soruların yanıtlarına yakın bir biçimde çalışma olgusunun tarih içerisindeki dönüşümlerine odaklanırken bugünkü gibi toplumsal kimlik, bağdaşıklık ve yurttaşlığın üzerinde temellendiği çalışma olgusu ile maişet anlamındaki -geçim için- alın teriyle yapılan çalışmayı ayırır Gorz. Ücretli çalışma olgusunun modernliğin bir icâdı olduğunu belirterek daha önce hiçbir zaman bir toplumsal bütünlük unsuru olarak görülmediğini vurgular.

Antikiteden beri emeğini satmak anlamındaki çalışmak, kölece bir uğraş olmuş, antik toplumlarda başkaları hesabına çalışmakla kölelik eşdeğer görülmüştür. -Ki bu nedenle çalışanlar/emekçiler de özgür bireyler sayılmayıp kamusal işlere katılma hakkından mahrum bırakılmışlardır. Bu yönden çağımızda modern ideolojiler arasında temelde bir farklılık da yoktur.

Sovyet tecrübesi sonrasında sosyalizm ile kapitalizm arasındaki koşutluğun açığa çıkışı bunu gösterir: Reel sosyalizm de çalışma ideolojisini aynı biçimde kabul ederek insanların köleleştirilmesi hususunda kapitalizmle birleşmiş ve insan için sahici bir umuda asla dönüşememiştir. Gorz, insanlığın “bu bana yeter” noktasından “fazla mal göz çıkarmaz”a nasıl geldiği üstüne düşünürken “geleneksel düzenin parçalanması” ile bazı şeyleri özetler: “Ahlaki ve dini kuralkoyucu gerçekliklerin çöküşü ve dini kurumların çürümesiyle birlikte” doğru ve evrensel olanın meşruiyeti için hiçbir otoriteye ihtiyaç kalmamış ve başarı, kişisel takdir ve yaşam kalitesi sorunu olmaktan çıkıp kazanılan, biriktirilen servetle ölçülür olmuştur. “Kapitalizmin ruhu”nun çalışmayla ihtiyaç arasındaki bağı koparmasının da anlamı budur: İhtiyaçların sınırlı niteliğinin ötelenmesi, yani zamanla tüketime evrilecek birikim…

Burada Weber hatırlanabilir. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda, Avrupa’da sanayileşme öncesine dair ilginç bir örnek verir: Sanayileşmenin başlangıcında ilk işçiler, mümkün olan en fazla kapasiteyle çalıştıklarında kazançlarını ne kadar artırabileceklerinin arayışında değildirler. Bunun yerine, evvelden de ihtiyaçlarını karşıladıkları miktarda kazanmak için ne kadar süre çalışmak gerektiğini sorarlar kendilerine. Nitekim, işçilerin tam gün çalışmak istememeleri sonucunda ilk fabrikalar çöker. Bunun üzerine sanayiciler politikalarını değiştirerek ücretleri düşürmüşler ve bu durum işçilerin kapasitelerini daha fazla kullanmalarına, eski gelir düzeylerine kavuşmak için daha fazla çalışmalarına yol açmıştır.

Neticede üretim diye adlandırılan faaliyet, tüm ferdî ve sosyal anlamlarından tecrid edilmiş ve alelâde bir ücret kazanma çabası hâline gelmiştir. Yani, “hayatın bir parçası olmaktan çıkıp, hayatını kazanmanın aracı ol[muştur].” Böylece, çalışmak için ayrılan zaman da yaşamdan kopmuştur.

“Üretici bir toplumdan veya bir çalışma toplumundan, kültürel veya toplumsal olanın iktisadi olan üzerinde egemen olduğu serbestleşmiş zaman toplumuna geçiş”in hayâl olmadığına değinen Gorz, bu sayede bireyin çalışarak harcayacağı çaba düzeyini olduğu gibi ihtiyaçlarının düzeyini de saptamakta özgür bir hâle gelebileceğini ve böylece iktisadî ussallığın da icra edilebileceği bir sahanın kalmayacağını ileri sürer. Bunun mümkün olması durumunda zamanın serbestleşmesiyle bireyselliklerin özgür gelişimine de imkân doğacaktır. Serbest zaman ile açığa çıkacak olan dolaysız kültürle de yaşam, “dünyanın büyüsünü yeniden kazanmasını” ve “duyguların yeniden doğuşunu” teşvik edebilecektir.

Sonuçta Gorz da Illich gibi çalışmanın ve üretimin insanî değerlere tevcih edilmesiyle hayatın şenlikli araçlar kazanabileceği fikrindedir. Her ikisi de Kaczynski’nin aksine endüstriyel hayatı yadsımamakta ve amaç hâline gelmiş şeyleri yeniden araç hâline getirmekle -zor olsa da düzeltmenin mümkün olacağı fikrine bağlı kalmaktadırlar.

Ne ki Nazilerin çalışma kamplarında “Çalışmak insanı özgür kılar” yazdığı da hatırlanarak, endüstriyel toplumsallık biçiminde günlük yaşamda içselleştirilmiş çalışmak övgüsü göz önüne getirilirse yine insana yüklenen bir anlam eşliğinde düşünmeye ve eylemeye girişileceği açıktır. Sonuç yine hüsran olacaktır.

Endüstriyel toplumsallığın kurgusu içerisinde üretilen/yönlendirilen bir insan hâlinden söz edildiğinde bu insanın anlamı, var oluşun boyutları açısından -en azından doğal dünyaya uyumsuzluğunda görüldüğü gibi- tehlikeli ve oldukça yozlaşmış bir anlamdır. Bu anlamın, alternatif üretim modelleri sunan ideolojilerin yaptıkları gibi salt hedefler yönünden değil temelden ve bütüncül olarak sorgulanması gerektiği ortadadır. Bu sorgulama insanın çalışmaya da yaşam dünyasındaki tüm diğer unsurlara da doğal veya anlam yüklenmemiş, ideolojilerce saptırılmamış bir noktadan bakabilmesi, kelimelerin gösterilenlerini bilginin desaklarize edilmesinden önceki eksende kavrayabilmesiyle mümkün olabilecektir. Ki insanın anlamının da hakikate müteveccih olarak kavranılmasına kapıyı bu aralayacaktır. Ancak bu durumda üretim odaklı bir hayatın bitmek bilmez oyalayıcısı olan çokluk fikri, yerini bir olanın bütüncül akışına bırakacaktır.(Anadolu Gençlik dergisinde yayımlanmıştır.)

derindusunce.org

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.153-161

Devamını Oku »

Uygarlık Krizi: Otoriteden İktidara

İktidar kavramı, mâdun olan herkesin ve her şeyin üzerinde kurulan bir güç yönetim ve uygulaması olarak salt siyasî alanda değil, ebeveynin çocuk üzerindeki denetiminden piyasa koşulla­rının tüketici üzerindeki dayatmacılığına kadar her alanda tecrübe edilebilen bir mekanizmanın adıdır. Bu yaygınlık onun doğrudan olumsuzlanması için bir direnç var eder: Nihayetinde aile kurumu, İktisadî piyasa, toplum-devlet yapılaşması iktidara ihtiyaç duyulan organizasyonlar olarak görülebilecektir.

İktidar olgusunun olumlanıp olumlanmayacağına ilişkin dü­şünceyi besleyecek iki yönü dikkate değerdir: Birincisi, Foucaultcu bir denetim mekanizması olarak güç kavramı; İkincisi de Guenonyen bir ayrımla manevî otorite ve maddî iktidar arasındaki farklılık hususudur. Bu iki yönü birleştirici olan taraf, içinde yaşadığı­mız hayatın gerçeklik olarak nitelenmesi ve iktidarın da bundaki payıdır. Ki bu gerçeklik insan zihninde çırılçıplak bir algıyla oluşmamakta, biçimlendirilerek sunulmaktadır ki biçimlendirmeyi yapan güce iktidar denmektedir. Gerçeklik olarak algılanan kesin bir biçimde toplumsallığın ürünüdür ve toplumsalın kendisi gibi bir güç denetimiyle açığa çıkmaktadır. İnanan birisi için tanrı ta­savvuru, iyi-kötü-doğru-yanlış nitelemeleri, düşünme biçimi, ih­tiyaçları giderme yöntemleri vs. insanın kendini arıtıp ya da üze­rinde ince ince düşünüp aldığı kararlarının bir sonucu olmaktan çok, içine doğduğu toplumun öğrettikleridir. Toplumsallaşma sü­reci, normal diye adlandırılan kalıpları edinme ve uygulamayla ger­çekleştiğinden birey için gerçeklik demek iktidar demektir. Nor­mal ve gerçeklik her zaman örtüşmese de normal, gerçekliğin bir ölçütü olarak gelişmek durumunda olduğundan, bireyin tüm al­gıları gerçekliği dayatan iktidara tabidir.

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde modern sonrası kabul edilen bugün, normal olanla ilgili çok ciddi bir kırılmayı temsil etmektedir. Bu kırılma, tıpkı gerçekliğin kırılması gibi belirsizlik ve boşlukla iç içedir ve bu sebeple normalliğe dair hiçbir güven kalma­mış durumdadır. Bununsa bireye gerçekliği dayatan toplumsallıkla,daha doğrusu toplumsalı da denetleyen iktidar ile ilgili olduğu açıktır. Birkaç yüzyıldır süregelen uygarlık krizini tetıkleyen bu denge­sizlik, iktidarın ikinci yönü olarak değinilen maddî ve manevi av­amıyla ilişkili görülüyor: Guenonün “tamamen maddileşmiş tek uygarlık” olarak nitelediği modern toplum biçimlerinin temel ka­rakteristiği; maddî olanın, manevî olanı değilse de manevî alana ait algıyı biçimlendirmesidir. Manevî alan otoriteye, maddî olan ise iktidara ilişkindir. “Manevî iktidar” sözü oksimorondur. Ya da manevî yönlendirme iradeyi teslim almadığından bir iktidar biçimi değildir, otorite biçimidir. Bunlar birbirlerinin yerine geçemezler ki bugün uygarlık krizi olarak adlandırılan şey, maddî iktidarın manevî otoriteyi etkisiz hâle getirmişliğinden ibarettir.

Maddî bir olgu olan iktidar anlayışının Avrupa’dan başlamak üzere, benzer ve çeşitli araçlar sayesinde tüm toplumları denetim altına alması dolayısıyla Marx ve Engels “katı olan her şey buhar­laşıyor' diyorlardı ve Weber ''büyüsü bozulmuş bir dünya”dan söz ediyordu. Bunun tarihsel açılımını Aydınlanma düşüncesi, kartez­yen felsefe, bilimsel devrim, Fransız ihtilâli gibi bazı anahtar kav­ramlarla yapma eğilimi yaygındır: Bilginin öznel bir keşif ve fütu­hat olması fikrinin terk edilip yerine bilginin nesnel bir gerçeklik hatta mutlakıyet olarak tanımlanıp kavranılmasının gerçekten de bu tarihî olaylarla açıktan ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Antiki­tede, Ortaçağ Avrupasında, Musevî-Hristiyan-Islâm dünyasında ve Uzakdoğu’da yaygın olarak nesnelleştirilmemiş olan bilginin; Rönesans’tan sonra Avrupa’da gelişen bir algı sisteminin kurbanı olduğunu söylemek mümkündür. Elbette Yunanda da Asya’da da materyalist bilgi anlayışını savunan ve dünyayı da buna göre sis­temleştirerek açıklayanlar tarih boyunca var oldular; ancak bu du­rum, toplumların hayatı anlamlandırmaları, ekonomik rejimleri, siyasal yapılanmaları, kültürleri yönlendirebilecek bir güce sahip değildi.

Bu gücün etkisi oldukça kapsamlıdır: Manevî olanın üs­tünlüğü sadece bireylerin maddîleşmeleriyle ilgili değil, kentlerin merkezinde tapınak ya da ibadethane olması, krallıkların meşru­iyetinin dinî otorite tarafından tasdik edilmesi, kutsalı dışlayan sanatın reddi, dünyanın kainatın merkezi olarak değerlendirildiği fizik algısı gibi hayatın her alanında geçerli bir durumdur.

Bilgi, gözlem ve deney için uygun hâle getirilerek nesnelleştiri­lirken gerçekliğin olağan hâli bakış açısına sabitlenmiştir. Descartes’la birlikte felsefi olarak yerleşip güçlenmişse de Rönesans’ta zaten ticarî gereksinimlerle entelektüel birikimine başlanmış bu eğilim, Aydın­lanma döneminde üst kültürü tamamen ele geçirmiş ve sonra gide­rek her sahada dalga dalga yayılmıştır: Kapitalizm, bireycilik, mo­dern sanat, Sanayi Devrimi, ulus-devlet yapılanması vs... Bu süreç, artık maddi gücün her şeyi biçimlendirip anlamlandırmaya ve top­lumsallığın biçimlendirilme gücünün, otoriteden iktidara doğru kaymaya başladığı bir aralığa işaret ediyor.

Bilginin kendinde de­ğeri su-i istimal edilerek, “Bilgi güçtür” sözüyle açık olan bir araca dönüştürülmüştür. Bilimselliğin başlamasıyla artık bilginin ikti­dar için araçsallaştırılması paraleldir. Ki Orwel'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, iktidarın uygulanması olarak bilginin hem alınması hem de sunulmasından söz ediyordu; yönetim bir taraftan birey­ler üzerinde sıkı bir denetim uygulayarak her ânı gözetliyor, diğer taraftan başta tarih olmak üzere bütün bilgi birikimini dönüştür­mek için çabalıyordu.

Kapitalist küreselleşmeyle beraber dünya, özellikle teknoloji­den faydalanılarak bu sistemin yerleştirildiği bir tahakküm rejiminin hemen eşiğine getirilmiştir. Ted Kazcynski, teknolojinin özgürlük talebinden daha etkin bir sosyal güç olduğunu söylerken, teknolo­jinin insanların yaşamsal ihtiyaçlarının başlarında yer alan güvenlik istemlerini gıdıklayarak biçimlendirilmesinin bu güç hakkında bir fikir vereceğini gösterir. Can ve mal güvenliği söylemiyle şekillen­dirilmiş bir kameralı gözetim sisteminin yaratacağı denetim algısı toplumsal çoğunluk tarafından özgürlüğe tercih edilecektir ya da internetin sunduğu bilgilere erişim hakkında zararlı içerikten ko­runma içgüdüsü yine özgürlükten daha başları olacaktır.

Esas olan bilginin iktidar denetiminde olmasıdır ve bunun için artık teknolojik tüm imkânlar kullanılmakta ve bu sayede toplum­lar denetim altında tutulup, istenilen yöne sürüklenebilmektedir.

Bu teknoloji; matbaa, kitap, televizyon, sinema, kamera, ses ka­yıt cihazı, internet olabilir, fark etmiyor. İktidar önce bilgiyi ele geçiriyor, sonra bu bilgiye dayalı bir kurgu inşâ ediyor ve nihayet bu kurgu gerçeklik olarak dayatılıyor ve insanların gerçeğe saygılı olması üstüne bir ahlâk ve hukuk inşâ ediliyor. Bilginin bir güç hâline getirilmesi, teknolojik ilerleme, dünyanın maddîleşmesi ve iktidar denetiminin yoğunlaşması hep aynı sürecin farklı yönleri­dir. Nihayetinde iktidarın, manevî olanı uzaklaştırırken bilgi süreç­lerini nesnel ve maddesel kılması bir gerçeklik tahakkümünün de oluşturulması anlamına gelmektedir. Yani gerçek olanın belirlen­mesi artık tamamen maddî iktidarın denetim ve tasdikiyle müm­kün olmaktadır.

Bilimin öncülüğünde eşyanın değerlendirilmesi, perspektif se­bebiyle gözlemlenebildiği ölçüdedir. Burada ilâhî olanın, manevî olanın yeri yoktur ve tüm değerler, insan türünün ölçütlerine göre bir silsile içindedir. Değerlere ilişkin algıdaki bu değişim doğal ola­rak gerçeklik düzlemini yeniden üretmektedir. Gerçekliğin yeniden üretilmesi ise ancak ideoloji kavramıyla ifade edilebilir ki perspek­tif bu sebeple bir sanatsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir gerçek­lik tasavvurundan ibarettir.

Modern akıl ile baktığımız bir minyatür eserinde -kimilerince çocukça diye nitelenebilecek- bir saflık göze çarpar: Resim içindeki nesneler maddî gerçeklikleriyle değil, manevî derecelerine göre sıra­lanmıştır; padişah uzakta bile olsa büyüktür, kul yakında bile olsa küçüktür örneğin. Aynısı Rönesans öncesi Avrupa resminde de vardır; başlarında hâle olan insanlar, ışık saçan nesneler, melekler vs. Eğitim sistemi ve sosyal dünyanın bireylerde hâkim hâle getir­mek üzere örgütlendiği modern aklın, gözleme dayalı olarak kur­duğu gerçeklik, özne ve nesne arasında mudak bir ayrım var ede­rek nesneyi, öznenin denetimi içine hapsetmektedir. Yani yine bir iktidar ilişkisi kurulmaktadır. Bu hapis manevî olanı yok saydığı için modern sanat algısı, maddî olanın bireysel psikolojideki yan­sımalarıyla yetinir. Bu durumda padişahın kullardan büyük “gö­rünmesi” bir hatadan ibarettir, çünkü değerli olan görünendir ve gerçeklik tecrübe edilenden ibarettir. Tecrübe eden ise modern akıl sahibi olarak ifade ettiğimiz gözlemcidir.

Hayata yüklenen anlamdaki bu değişmeden kaynaklanan böyle bir bakış açısı farklılığının sosyal dünyayla birlikte ekonomiyi, dev­leti, bilimi, kültürü ve sanatı baştan sona değiştireceğini anlamak güç değildir. Tüm bunlar aynı zamanda bir bütün olarak uygarlığın yeniden anlamlandırılması demektir ki uygarlık krizi tam olarak bu tersyüz oluş hâlidir: Dünyanın mevcut yapılanmasının sosyal olarak kalıplan çıkarılmış kültürel tektipçi evrensel insan modeline doğru, siyasal olarak merkeziyetçi bir kontrol toplumuna doğru yö­nelmesi, kapitalizmin birikimci çarpıklığının para/madde merkezli hayat anlayışının olası neticesidir. Bu neticeye doğru hızla ilerlenir­ken bugün kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak postendüstriyalizmin çerçevesinde gelişen teknolojik güç kullanımı, her geçen gün kişilerin ve toplumların üzerindeki denetimini yoğunlaştır­maktadır.

Bu denetimin doğal bir gereği olarak aşırı bilgi üretim ve dağıtımı ile bunun manipülasyon ve propaganda araçları; kül­türel ve yaşamsal alanda içselleştirilmekte, tekniğin en alelade ve ihtiyaca dönüştürülmüş hâldeki kullanımında dahi zihinsel süreç­ler pasifize edilmektedir. Bu ise zihin kontrolü gibi isimlerle anılan bazı projelerin gelecekteki küresel merkezî kontrol iktidarlarına varılıncaya kadar şimdiden başlatılmış olduğunun, insan aklının öz ­denetimden ve kendinden uzaklaştırılmaya başlatıldığının erken bir göstergesi olarak okunabilecektir.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.37-41
Devamını Oku »

Modern Dünyanın İmali:Kültür Endüstrisi




Kültür, bir topluluğun yaşam dünyasında belirli bir tarihsellik içinde ortaya çıkan norm, değer, inanç, ideal ve düşüncelerinin müş­terek bir anlam etrafında biçim kazanarak yaşam alanına yansıması olarak görülür. Bu yönden modern toplumlarda hegemonik güç, iktidar veya sermaye; insanları yönlendirmek, insanlar üzerinde bir denetim kurmak ve bu sayede onları kitleler hâline getirmek adına kültüre daima başvurmuştur ve başvurmaktadır. Toplumun yaşam tarzının motive edici süreçleri üzerinde oluşturulacak hâkimiyet ile alışkanlıklar, tüketim ve düşüncenin kendisi üzerinde bir denetim imkânı, iktidarları kültür üzerinde çalışmaya itmiştir.

Temeli Aydınlanmacıların ilerlemeci bakışına, Comte ve Marxın evrimci düşüncelerine dayanan toplum mühendisliği ça­lışmaları ile, toplumun artık kendine mahsus dinamiklerinin ve kurumlarının oluşumunda doğallığını kaybetmesinin, tepeden belirlenmiş değer ve normları içselleştirmesinin ve bir kitleye dö­nüşmesinin temin edildiği bilinmektedir. Buna göre sosyal bilim­lerin ürettiği bilgi, toplumlara uygulanabilecek kesin aşamaların olduğu varsayımı ve bu varsayımdan çıkarılan determinizm, sos­yal evrime yön verebilmek adına toplumun kitleleşmesini, ideolo­jik dayatmaları, jakobenizmi ve sosyal denetimi meşrulaştırmıştır. Felsefe ve teolojinin birbirinden ayrılması ve devamında kurumsal din ve devlet yapılarındaki ayrışmaya dayanan laiklik prensibiyle boşalan otoritenin yerine ideolojik devlet olgusu oturtulmuştur.

Bu sayede kültür de ideolojilerin yanılsamalar üreten bir maki nesi hâline getirilmiştir. Propaganda ve manipülasyonl arla zihni karartılan dünya, dilenen biçimde şekillendirilmeye başlanmıştır. Kısaca denilebilir ki kültürün ideolojik araç hâline gelişindeki temel maksat, toplumun kitleselleştirilmesidir. Ki geçmişte ulus- devletlerle beraber ideolojilerin de bugün devletler-üstu diyebile­ceğimiz hegemonik sermayenin de bir toplumdan ziyade kitleye daha çok ihtiyacı olmuştur.

Kültürün kapitalist düzendeki yoğun işlevine odaklanan Frank­furt Okulu teorisyenleri, kapitalizmin totalleştirici eğilimlerini ve kültürü tahakküm aleti hâline getirmelerini kültür endüstrisi kav­ramıyla açarlar. Bu eğilimin nedeniyse dönemin liberal ülkelerin­deki tekelci kapitalizmin ve Avrupa’da yayılan faşizmin oluşturduğu menfî tesir ile komünist ve sosyalist sistemlerdeki umutsuzluktur. Kültür endüstrisinin kitle kültüründen farklı olduğundan söz eden Adorno bu kavramla, kitlelerden kaynaklanan bir kültür anlayışı­nın önüne geçmek istediklerinden söz eder.(78)

Habermas tarafın­dan Adorno ve Horkheimer’ın en karanlık kitapları diye nitelenen Aydınlanmanın Diyalektiğinde (1947) dile getirildiği gibi “büyük kültür acenteleri” tarafından üretilen kültür endüstrisi, kültürel ürünlerin de birer meta biçimine getirilmesini dile getirmektedir. İki düşünür, bu kavramı XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın baş­larında Amerika ve Avrupa’da yayılan eğlence endüstrisinin kültü­rel biçimlerinin metalaşması anlamında kullanmışlardır.(79) Endüstri teriminin ilk anlamıyla alınmaması gerektiğini yazan Adorno, bu terimle doğrudan üretim sürecinin kastedilmesinden ziyade kül­türel malın standardizasyonu ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleş­tirilmesine işaret edildiğini belirtir.80

Frankfurt Okulu düşünürlerinin kültüre odaklanma sebeple­rinin başında, kapitalizmin sadece ekonomi-politik ile açıklanamayacak kadar karmaşık oluşundan hareket etmeleri vardır.

“A.B.D.’de bulundukları dönemde Amerikan başkanının politik iknalar için radyoyu kullanmasına, hükümetin siyasal propaganda için kitle iletişimini kullanmasına, Amerikalıların sinema ve tiyat­roya gidişlerine; magazin, komik kitaplar, seks dergileriyle yeni kit­lenin ürettiği kültürün ürünlerine, ucuz kurguların genişleyen po­pülaritesine şahidik etmişlerdir.” (81)

Frankfurt Okulu teorisyenleri, kapitalizmle birlikte Aydın­lanma ve modernlik paradigmasını da insana özgürlük vadederken yeni egemenlik biçimleri ihdas ettiği için eleştirirler. Formel veya araçsal aklı, en temel meselelerinden birisi hâline getirirler. Aydın­lanmanın Diyalektiğinde, totaliterlik olarak niteledikleri Aydın­lanmanın tasarısının dünyanın büyüsünü bozmak olduğunu yazan(82) düşünürlerin de sezinledikleri üzere ortaya çıkan bu yeni egemen­lik biçiminin temel karakterini homojen bir toplum yaratma ideali oluşturmaktadır.(83) Homojen toplum yaratma idealinin vasıtası ola­rak da kültüre, klasik Marksizm’de sadece bir üstyapı unsuru ola­rak bakılırken ve iktisat tarafından biçimlendirildiği ileri sürülür­ken teorisyenlerce daha kritik bir değer atfedilmektedir.

Bilindiği üzere kapitalist düzeni analiz ederek eleştiren Mark­sist yönelimler, bir çatışma teorisi temelinden hareket ederler. Di­yalektik materyalist bir felsefe olan Marksizm, toplumun yapısını da altyapı-üstyapı ikiliği ve ayrımıyla kurgulayarak maddî bir te­melden, iktisadı merkeze alarak yorumlar. Buna göre üretim ilişki­leri dahilindeki üretim tarzı veya İktisadî rejim, toplumların sanat, hukuk, ahlâk, kültür gibi soyut ya da doğrudan maddî olmayan karakteristiklerinde belirleyici rol oynamaktadır. Ekonominin belirleyicilığıne itiraz etmeyen Frankfurt Okulu teorisyenleriyse, kitle kültürünün ürünleri sayesinde statükonun yeniden üretildiğini sa­vunurlar. Herkes statüsüne uygun tüketim biçimlerine motive edi­lerek sistem rasyonelleştirilmekte ve sözü edilen tahakküm düzeni boylece inşâ edilmektedir.

Böylesi bir düzenin devamlılığının sağlanmasıyla birlikte he­men her şeyin metalaşması, ticarileşmesi ve popülerleştirilmesi aynı anlamlara gelmektedir. Tüketimin bir sahası olarak kültürel üre­tim, yüksek ve popüler diye ayrıştırılmadan; her seviyeden insana, her beğeniye göre tasarlanarak sunulur.

“Burjuva toplumlarında yüksek kültür ve eğlence kültürü arasında kesin çizgilerle bir ayrım vardı. Kitle toplumunda ise yüksek kül­tür, eğlence kültürüne ve popüler kültüre karıştırılarak tümden kit­lesel ve ticarî bir hale dönüştürülmüştür.”

Her şeyin metalaştırılması yoluyla elde edilen yüksek kültür- popüler kültür denkliği sayesinde görünüşte toplumsal anlamda eşitlikçi bir yapı oluşturuyor ve bireyselleşme öne çıkıyor gibidir. Oysa gerçek böyle değildir. Hatta bunun tam da karşıtı bir gerçek­lik söz konusudur; Çünkü kültür endüstrisi, bireyi de bir “özne de­ğil nesne” konumuna yerleştirmektedir.(85)

Bilinç ve bilinçaltı düzeylerinde bir baskı ve denetime tabi tutulan bireylerin hayattan kaçıp saklanabileceği bir sığmak oldu­ğuna dair bir yanılsama yaratılmasıyla güçlendirilen ideoloji saye­sinde bilincin yerini uygitsincilik almıştır.(86)

“Kimse kaçamasın diye herkes için bir şeyler öngörülmüştür, fark­lar tesviye edilerek birbirine uydurulmuş ve çekici kılınmıştır.Halkın ihtiyaçları seri niteliği taşıyan bir hiyerarşiyle karşılamak, özel­liklerin sırf matematiksel olarak yazıya dökülmesine yaramaktadır. Bütün tüketicileri kapsayacak çapta bir takım kategorilendirmeler (level) yapılmakta, kimse de bunun neden böyle olduğuna ilışkin bir soru soramamakta, olayı olduğu gibi kabullenmektedir. Halka düşen görev, kendi tipi için seri halde üretilen ürünleri tü­ketmektir. Birer istatistik malzemesi olarak tüketiciler, propaganda mekânlarından artık bir farkı kalmayan araştırma mekanlarının ha­ritalarında gelir gruplarına göre ayrılmakta ve kırmızı, yeşil, mavi alanlara dağılmaktadır.” (87)

Aynı zamanda kültürel ürünler de diğer ürünler gibi kulla­nım değerlerine ilaveten gösterge değerleriyle fıyatlandırılır. Böylece klasik bir edebiyat eseri tüm edebî yetkinliğine rağmen, göre­bilirse popüler bir yazarın eseri kadar ancak kıymet görür. Gösterge değerinin piyasadaki belirleyici vasfından ötürü, kültürel ürünlerde de eserin yetkinliği, yeterliliği, güzellik değeri önemli olmamakla birlikte, reklam ve halkla ilişkiler çalışmaları ile trend olması yani modalaşması sağlanır. Bu sayede kitleler, uluslararası konumlarına rağmen aynı kitapları okur, aynı müzikleri dinler, aynı filmleri sey­rederek aralarındaki onca kültürel farklılığa rağmen aynı şeylerden haz duyarlar. Eskiden de kültürel eserlerde bir kâr arayışı olduğunu yazan Adorno, bunun eskiden dolaylı ve eserin özünden bağımsız bir haldeyken artık kesin ve dolaysız olan faydanın saklanmayan önceliği olduğundan söz eder.(88)

Modern dönemde baskın ideoloji olan kapitalizm açısından kültürü ele almak gerektiğinde sistem için kültür iki süreç itiba­riyle önem kazanmaktadır: Üretim ve tüketim süreçleri, ilk olarak kapitalist sistem, üretim sürecinde kültürü bir yeniden-üretim va­sıtası olarak değerlendirir. Yani çalışanların üretim dışı zamanları­nın, üretim için harcayacakları emeği yenilemesi demek olan eme­ğin yeniden-üretimi; insanların yaşam biçimlerine doğrudan el atılıp bireyi sisteme bağlayacak bir hâlde tutmayı da içerir. Bu an­lamıyla kapitalizm için kültür, üretimin devamlılığı için üreticileri daima verimli ve hazır tutmak gereğine göre biçimlendirilir. Zamanın tam planlı hâle getirilmesi, niceliğin ön plana çıkarılması, fay­danın en büyük değer olması gibi biçimlendirmeler sayesinde,ör­neğin insanlar fast-food ya da hazır gıdalara yönlendirilir; hikmet, felsefe, ilim, sanat yerine çabuk ve kolay alınılanabilecek eserlere, zaman öldürecek oyunlara, eğlenceli (komik ya da erotik) içerik­lere çekilir. Popüler olana özendirilen kitleler, özendikleri nesne­lere erişebilmek adına kölece bir çalışma düzenine boyun eğerler ve sistemin çarkı içinde sadece emeklerini değil boş zamanlarını da satarak ezilmeye devam ederler. Tüm kültürel alanlar bu sa­yede ticarîleştirilmiştirler.

Bu durum aynı zamanda kültürün kapitalist sistem için işleyen ikinci süreci olan tüketim boyutuna da karşılık gelmektedir. En­düstriyel toplumun İktisadî dinamikleri açısından her üretim aynı zamanda bir tüketimdir. Üretim süreci dışındaki çalışanların, inşâ edilmiş maddî değerler dizgesinde kendine bir karşılık bulmak sa­yesinde boşlukları doldurmaya çalıştıkları bu yaşam tarzı, bir kül­tür modeli olarak tüketimi tüm hayatın odağına yerleştirir. Böy-lece ortaya çıkan toplum tipi, sosyolojide tüketim toplumu olarak anılmaktadır. Tüketim toplumunun felsefi altyapısını oluşturan postmodern süreci analiz eden yazarlardan Baudrillard’ın göster­diği gibi, günümüzde iletişimin gücü sayesinde kamusal uzam bir gösteri olmaktan çıkarken, özel uzam da bir sır olmaktan çıkmakta­dır. Artık gerçek diye nitelenen, dünyayla kurulan bağlantı değil te­levizyon ekranlarından verilendir: Televizyon dünyadır.(89)

Gerçekle gerçek olmayanın (sanal), modelle gerçeğin birbirine karıştığı bu dünya, Baudrillard’ın hiper-gerçek dünyasıdır: “Habersizsiniz, top­lumsal sizsiniz, olay sizsiniz...” Baudrillard, konuyu kısmen başka bir düzlemde ele almışsa da ‘Yeni Medya’ ile işaret ettiği alan, bu­gün bir düzen olarak ortada durmaktadır. Ki bu düzende her birey başlı başına bir medya kanalı olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takıpçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan (...) birçok site (bile) vardır.(90)

Modern sürecin ötesinde postmodern süreçte, artık herkes kendine ait bir sayfada yazarlık yapabilir, ucuzlatılmış teknolo­jiyi kullanarak fotoğraf çekip, film kurgulayabilir, kendi atölye­sinde hobilerini “sanat ”a dönüştürebilir. Bu sayede kültür başlığı altında sanat ve hobi birleştirilir ki bu postmodern süreçte her şe­yin iç içe geçmişliğiyle uyumlu bir durum var eder. Horkheimer ve Adorno’nun yazdıkları gibi:“Her şeyin her şeyle özdeş olmasının bedeli hiçbir şeyin kendiyle özdeş olmamasıyla ödenir.” (91)

Bu çerçevede Aydınlanmanın Diyalektiği'nin yazarlarının tespit ve değerlendirmelerinin bazı noktalarda aydınlatıcı yönleri olduğunu söylemek mümkün. Aydınlanmanın mitlere tepki içe­ren yaklaşımlarına rağmen kendi başına bir mite/söylenceye dö­nüştüğünü yazarlar.

“Nasıl söylenceler aydınlanmayı tamamlamadıysa, aydınlanma da attığı her adımla mitolojiye daha çok gömülür. Aydınlanma söy­lenceleri yıkmak için tüm malzemesini söylencelerden alır; bu şe­kilde yargılanan konumunda söylencesel büyünün etkisi altına girer. Yazgı ve misilleme sürecinden ona misillemede bulunarak uzaklaş­mak ister. Söylencelerde olan biten her şey olup bitmiş olmanın ke­faretini ödemek zorundadır.”

Moderniteyi kapitalizmle birlikte okuyarak insanın doğal va­roluşunun nasıl boşluğa bırakıldığına işaret ederler. Aydınlanma­nın Diyalektiği'nin  en dikkate değer vasfıysa genel olarak Frankfurt Okulunun belirleyici yönü olan kültür eleştirisi üzerine odaklan­masıdır. Her ne kadar marksist eleştiride bir üstyapı unsuru ola­rak kabul edilen kültürü belirleyici bir tarzda incelemiş olsalar da Marx'ın ideolojiyi, bir tür düşünme hatası, yanlış bilinç ola­rak ek alışı ve bunu toplumsal tahakkümün vasıtası olarak sun­masından hareket ettikleri söylenebilir Ki Marx'a göre ideoloji şöyle tanımlanır:

Üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfın gerçeği çarpıtması ve böylece ürettikleri maddi koşullara ait yanlış bilgidir. Nitekim maddi üretim araçlarına sahip olan bu sınıf, zihinsel üretim araç­larını da elinde tutarak toplumun entelektüel gücünü de elinde bulundurmaktadır.(93)Daha sonra Okulun bir üyesi olan Marcuse, kültürün bu et­kisini, sosyalizasyon sürecinde ailenin yerini kitle iletişim araçlarının alması ile açıklayacaktır.

Burada Frankfurt Okulunun, kültürü ele alırken onun bas­kınlığına odaklanılmasına rağmen kitle kültüründen harekede kültürü var kılanın ekonomi olduğunda ısrar ederler. İktisadın, kültürel bir tarz olabileceği üstüne gitmeyen yazarlar için kültür, iktisadın bir aracından ibarettir. Bu sebeple kapitalizm için de bir tahakküm vasıtası olmaktan ileri gitmez. Nihayetinde Batı Marksizmi içinde de anılan Okul, Aydınlanmaya, moderniteye yönelt­tikleri sert tenkidi Marksist altyapı-üstyapı ayrımına tevcih etme noktasında duraksamışlardır denilebilir.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:111-118

Dipnotlar:

78- Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogito, s: 36, Yaz 2003, İstanbul, s. 76

79- Şan, M.K. ve Hira, 1. (2007). Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi Sosyoloji Yazıları 1., Kızılelma Yay. (s:281-295). İstanbul, s. 286.

80- Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogıto, s. 36, Yaz 2003, İstanbul, s.78.

81- Kızılçelik, S. (2000). Frankfurt Okulu, Anı Yay., Ank., s. 220.

82- Horkheimer, M. ve Adorno, T. (2010); Aydınlanmanın Diyalektiği,
Kabalcı Yay, Tere.: N.Ülner, E.Ö.Karadoğan, İstanbul, s.19

83-Şan, M.K. ve Hira, İ. (2007). Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi. Sosyoloji Yazıları 1., Kızılelma Yay. (s:281-295). İstanbul, s. 283.

84- a.g.m.:288.

85-Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogito, s: 36, Yaz 2003, İstanbul, s.76.

86- a.g.e.; 78-81.

87 Horkheimer ve Adorno (1995); Aydınlanmanın Diyalektiği-Felsefi Fragmanlar 2., Kabalcı Yay., Terc.: O, Özügül, İstanbul; s.l 1-12.

88 Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogıto, s: 36, Yaz 2003, İstanbul, s.76.

99 Sarup, M. (1996). Postyapısalcdık ve Postmodernizm, Bilim ve Sanat Yay., Tere: A.Güçlü, Ank., s.236.

90- Baudriliard, J.(2010). Simulakrlar ve Simülasyon, Doğubatı Yay., 5-Basım., Terc.: O.Adanır, Ankara, s.53.

91- Horkheimer, M. ve Adorno, T. (2010); Aydınlanmanın Dıyalektıği,Kabala Yay., Tere.: N. Ülner, E.Ö. Karadoğan, İstanbul, s.30.

92- a.g.e.:29.

93-Temırkaynak, M. (2008). YanlışBilinçten Sona Giden Yolda Ideolojının Serüveni, http://www.belgeler.com, Erişim: 1411.2011., s32
Devamını Oku »

Kanaat Bakkaliyesi


Elbette tüketim olacak, toplumsal iş bölümü neticesi ortaya çıkan ürünlerden ihtiyacımız karşılayacağız. Elbette insan arzusu, beğenisi ve kazancı farklı olduğu sürece ürünlerde ve kalitede çeşitlilik olacak. Ama ne dersek diyelim yaşadığımız dünyadaki hırs ve tamahkârlığı, durmaksızın artan ürün çeşitliliğini ve her seferinde bunların vazgeçilemez ihtiyaçlarımız gibi sunulmasını açıklayamayız. Besbelli ki kapitalizmin oyununa geldik. Kapitalizmin hayatlarımızı belirlediği bir dünyada çırpınıyoruz ama belli etmemek için de türlü çeşit yollar deniyoruz. İdeolojik ve siyasi fanatizmden bir şal alıyoruz mesela üstümüze…

Kapitalist şirketler başkalarının tüketimde bulunmasına yardımcı olan hayır kurumları gibi sunuluyor ama arabanızı çalan hırsızın sizi yürümek zorunda bırakarak spor yapmanızı sağladığını düşünmek gibi bir şey bu (Terry Eagleton)... “Evladiyelik” mal yok artık, kapitalizmin yeni üretim stratejisi, epey bir zamandır beri “kullan-at”a dönüşmüş durumda... Nereye elimizi atsak mutlaka altından uluslararası bir firma, bir marka çıkıyor.

Kapitalizm geliştikçe, meta mübadelesinin yaygınlaşacağını ve insan ilişkilerinin şeyleşeceğini, insanın emeğine yabancılaşacağını söyleyen Karl Marx’ın öngörüsü tuttu. Ama sistemin ihtiyaçlarımızı, tüketimin hayatlarımızı belirleyeceği bir dünyayı tahmin edemedi Marx. Tabii ki takipçilerinin burjuvazinin peşine takılıp devletlere karşı mücadeleye atılacağını da bilemedi. Nereden bilsin o üstadı Hegel’e karşı, devletlerin egemen sınıfların baskı aygıtı olduğunu savunuyordu.

Basit bir seyirlik tekniğiymiş gibi karşımıza çıkan moda, meğer hayatlarımızı planlama girişimiymiş, bilemedik. Reklam, ürünümüzün tanıtımı için gerekli olan bir faaliyet sanıyorduk meğer o tüketim dünyasına giriş biletiymiş, anlayamadık. Pazarlama, en iyi ürüne ulaşmamızı sağlayan bir bilimsel girişim diye sunuldu, aldandık. Bir aldanışımız da haber alma hürriyeti üzerine kendini yapılandıran medya alanında oldu. Medya haberleri istediği gibi sunması bir yana, tüketim toplumunun vazgeçilmez bir özelliği olan “gösteri”nin meydanı oldu. Moda, reklam, pazarlama ve medya sayesinde amaçlanan sadece “tüketim, daha çok tüketim” ve arkasındaki kar hırsı ve tamahkârlıktı. Böyle olunca istediğimiz kadar kurullar, denetleme mekanizmaları kuralım, hepsi göz boyamadan ibaret kaldı. “En çok satış” hedef olunca, etik ihlaller bırakın önüne geçmeyi kaçınılmaz hale geldi.

Tüketim toplumunda aşk, hakikat, emek, fedakârlık ve mahcubiyet değil arzu ve tatmin öne çıkıyor. Tüketim, maddiyat anlamını aşıyor. Çocuk, hatta maneviyat bile duygusal bir tüketim nesnesine dönüşüyor. Karşınızda sayısız tüketim nesnesi, arzunun tatmini amaçlarken aslında çanına ot tıkıyor…

Sadece bilinçli karar verdiğimiz ihtiyaçlarımız değil bilinçdışındaki arzu akışımız da metalaşıyor. Neyi arzulamamız gerektiğini dahi “onlar” belirliyor. Moda, reklam, pazarlama ve medya sayesinde metalar, bizatihi benlik projeleri sunuyorlar. Hayat tarzı, 1960’lardan itibaren stil sahipliğine dönüştü. Başta kadınlar, çocuklar ve gençler, hepimiz, sadece neyi nasıl giyeceğimizi değil hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı tüketim toplumunu yöneten akıllardan öğreniyoruz. Evler, sayıları giderek azalan çocukların krallığına dönüşmeye başladı. Her yerden “çocuklarınız şunu istiyor, çocuklarınız için en iyisi şu!” sesleri yükseliyor.

Günümüz toplumu artık fabrikalardan, akıl hastanelerinden, hapishaneler, hastanelerden oluşan bir disiplin toplumu değil bunların yerini fitnes salonları, avm’ler, gökdelenler, bankalar, havaalanları, gen laboratuarları aldı. İtaatkâr öznenin yerine performans öznesi geçti. Bencil, hiperaktif, telaşlı, sadece Tanrı'ya ve öte dünyaya değil kendine de inancını yitirmiş, sağlığı ve bedenini ilah düzeyine getirmiş insanlar… Tüm bunların sonucunda performans ve yorgunluk toplumunun ortaya çıkması… (Byung Chul Han)

Tüketim çılgınlığı, maneviyatımız etkiliyor en çok. Hırpaladığı, yıktığı erdemler kanaatkârlık, mütevazılık (sadelik), cömertlik ve en nihayetinde adalet... Evet, cömertlik yazdım, yanlış okumadınız. Zira cömertlik, israf olmadığı gibi karşıtı cimrilik değil bencillik. Sadelik ise günümüz dünyasının kral kişilik kalıpları narsisizmin ve kibrin karşıtı. Haset, hırs, açgözlülük, tamahkârlık erdemlerin yerine iç-dünyamızı doldurunca, her şeye hakkı olduğuna inanan insanlar sahne alıyor. Aç gözlü, minnet duymayı bilmez, hep aç ve alacaklı, “dünyanın arzuları deniz suyu içmek gibidir içtikçe daha çok susarsınız” sözünün manasını bilmeyen insanlar… Onlara çocukluğumdaki “Kanaat Bakkaliyesi”ni anlatsam, neredeyse bin yılda çerçiden bakkaliyeye gelinmiş iken, son 50 yılda oradan süpermarkete ve avm’lere, dünya pazarına ulaşıldığından bahsetsem, işe yarar mı?

Erol Göka

15.03.2018

yenişafak
Devamını Oku »

Sentetik Hayatlar ve Tüketimin İdeolojisi

Featherstone,(107) endüstriyel toplumların yaygın yaşam bi­çimi olan tüketim kültürünü tahlil ederken ilk olarak sözkonusu olguyu kapitalizmle açıklayan teoriden bahseder. Buna göre çağ­daş Avru-Amerikan toplumlarını eşitlik ve özgürlük etrafında bir­leştiren kapitalizm, öte yandan boş zaman ve tüketimi öne çıkar­mıştır. Moderniteyle hilafi bağlamında postmoderniteyi, esasen bir dönüşüm süreci olarak nitelemek mümkündür. Özellikle XIX. as­rın sonuyla XX. asrın başlarındaki sanayileşme hızı, rekabetin güç­lenmesi ve işçilerin kentlere yığılmasıyla kapitalist bir kitleselleşme zuhur etmiş ve bu, dönüşümün esas motoru olmuştur. Hayatın tüm boyutlarının araçsal rasyonel hesaba tabi kılınmasıyla özsel tüm farklılıkların, kültürel geleneklerin ve niteliklerin niteliklere dönüştü­rüldüğü bu sürecin ilk ürünüyse tüketim toplumu olgusu olmuş­tur: Artan ihtiyaçlar, sıradanlaşan lüks ve şirketler arasındaki reka­bet ve kâr arayışlarında palazlanan hızlı tüketim... Fransız ihtilâli ile birlikte siyâsetin öznesi olması beklenen toplum, tüketimin yaygınlaştırılması arayışı doğrultusunda medyanın müşterek kabuller dayatması neticesinde ideolojinin bir nesnesine, bir kitleye dönüştürülmüştür.

Featherstone’ın kitle kültürü ve tüketim toplumu kavramla­rının büyük oranda kapitalist üretim tarzının bir neticesi olduk­larına dair izahatını müteakip aktardığı ikinci perspektifse daha baskın biçimde sosyolojik bir sunum yapar. Burada tüketim sınır­lılıkları itibariyle insanların elde ettikleri doyum ve statüler üze­rinde durur Buna göre tüketim, tabakalaşmanın da bir göstergesi olarak bireylerin farklılaşmasına olanak sağlayacaktır. Oysa iş ha­yatının rutinleştiriciliği ve yabancılaşana etkisi sebebiyle genelde fertler birbirinin benzeri hâline gelmişlerdir zamanla.

Tüketim kül­türünün yarattığı bireyselliğin, sömürü ve toplumsal kontrolü sağ­lamak gayesine hizmet etmesiyle birey pasifize edilmiş, toplum da salt bu kültürle yoğrulmuş ve böylece geleneksel cemiyetlerin çe­şitliliğinin aksine modern toplumda her şeyle beraber kültür de standartlaşmıştır.(108) Bu kültürde, geleneksel ayrılıklar çökmekte, çokkülturlülük güya tasdik edilerek popülarite ve farklılık gök­lere çıkarılmaktadır.(109)

Üçüncü perspektifse bedensel tahrik ve estetik hazlar vaad eden duygusal zevkler, rüyalar ve arzulara dairdir. Gösterge de­ğeri yaklaşımına bağlı olarak doyurulması gereken arzular biyolo­jik olmaktan çok sembolik arzulardır. Featherstone’ın dediği gibi, tüketimin, maddi bir etki olarak değil, göstergelerin tüketimi ola­rak anlaşılmalıdır.
Bu nokta yazarın postmodernitede kültür kavramının ki­lit rolünü vurguladığı noktadır. Çünkü aktardığı gibi bazı neo- marksistlerin kapitalizmin yeniden üretiminde kültürün önemin­den bahsetmelerinin sebebi, mevzubahis gösterge değerleridir:

“Sözgelimi Jamcson kültürün ‘bizzat tüketim toplumunun asli bir öğesi’ olduğunu, ‘hiçbir toplumun bu toplum kadar göstergelere ve imajlara doymuş olmadığını' yazar (...) Baudrillard geç kapıtalîst toplumda elektronik kitle iletişim araçlarının oynadığı kilit role dikkat çeker. Televizyon gerçeklik duygumuzu tehdit eden bir imaj ve enformasyon aşırılığı üretir. Anlamlandırma kültü­rünün zaten göstergelerin ve imajların dallanıp budaklanması­nın, gerçek ve hayali arasındaki ayrımı silikleştirdiği bir simülasyon dünyasına yol açar."

Kültürün kapitalizm için taşıdığı değeri ortaya koyan ise yeni orta sınıftır. Farklı kuramcılar tarafından yeni küçük burjuvazi, bilgi sınıfı, yeni sınıf yeni entelektüeller gibi isimlerle tesmiye edilen bu hizmet sınıfına Featherstone, kültür aracıları demeyi tercih eder. Daha genel bir kavram olan yeni orta sınıf kavramı ziyâdesiyle mü­dürlere, işverenlere, bilim insanlarına işaret ederken kültür ar acılan; farklı bir sektörü, “simgesel malların ve hizmetlerin tedârikiyle” iş­tigal edenleri tanımlamaktadır. Kimdir bunlar?

“Pazarlama, reklam ve halkla ilişkiler uzmanları, radyo ve televiz­yon yapımcıları, sunucular, magazin muhabirleri, moda yazarları ve yardım uzmanları (sosyal yardım çalışmaları, evlilik danışmanları, cinsel terapistler, diyetisyenler, oyun önderleri vb.)."

Kültür aracları, adlandırıldığı gibi sınıflar arasında aracılık ederler: Üst sınıfların hayatlarını renklendiren teferruatı alt sı­nıflara aktarırlar ve böylece postmodern söylemle koşut olarak popüler kültür/yüksek kültür ayrımının ve simgesel hiyerarşile­rin ortadan kaldırılmasına hizmet ederler. “Spor, moda, popüler müzik ve popüler kültür gibi yeni alanları geçerli düşünsel analiz alanları olarak meşrulaştırarak entelektüellerle ortaklık kurar[lar]. Kültür aracılarının eskiden burjuvaziye ya da sanat çevrelerine tahsisli olan ayırt edici tavırları, ayırt edici oyunları ve diğer ruh­sal zenginlik göstergelerini neredeyse herkese sunmasıyla sanat da giderek daha az seçkinci, daha profesyonel ve daha demokratik bir karakter kazanmıştır yazara göre. Böylece edindikleri saygı­nın yükselişi, yeni orta sınıfın estetik, üslup, hayat tam, hayatın üsluplaştırılması ve duygusal keşfe yönelik artan hassasıyyetle bir arada gelişmiştir.

Featherstone’ın üzerinde durduğu bir diğer kavramsallaştırma olan günlük hayatın üsluplaştırılmasıysa mevcut kültürel âlemde bireyselliğin, kendini ifade etmenin ve uslupçu bir özbilincin yön­temi olan bu hayat tarzı kavramına dayanır. Postmodern dünyada hayat tarzı, bireyin tüm varoluş sahasının “fark edilmesi'’ ile ilinti­lidir:

Bedensellik/güzellik/karizma, giyim şekli, konuşma biçimi; hobi, otomobil, mobilya, ev seçimi ve yani bütün olarak kişinin beğeni ve üslup duygusunun bireyselliğinin işaretleri olarak tüketim tercihleri ile sınırlıdır.

“Bir hayat tarzının bireyselleştirilmesine duyulan ilgi ve üslupçu özbilinç yalnızca gençler ve zenginler arasında görülmez; tüketim kültürünün yaygınlığı yaşamımız ya da sınıfsal kökenimiz ne olursa olsun hepimizin kendimizi geliştirme ya da ifade etme olanağına sa­hip olduğumuzu gösterir. Bu dünya, ilişkilerinde ve tecrübelerinde yeninin ve en son modanın peşinde koşan, maceradan hoşlanan ve hayatın tüm olanaklarını araştırmak için riske giren, yaşayacağı tek bir hayat olduğunun ve bu hayattan zevk almak, yaşantılamak ve dışavurmak için çok gayret etmesi gerektiğinin bilincinde olan er­kek ve kadınların dünyasıdır.”

Günlük hayatın estetikleştirilerek üsluplaştırılması daimî bir şekilde yeni modaların, yeni üslupların, yeni hissedişlerin, mace­raların ve tecrübelerin arayışına yön verir. Bu da yenilenme, sahip olma, satın alma, şeyleşme süreçleriyle birlikte güç aldığı piyasa di­namizminin sürekliliğine hizmet eder.

Nihayetinde Baudrillard’ın da evvelce gösterdiği gibi tüke­tim kültürü tam anlamıyla postmodern bir kültürdür: Tüm de­ğerlerin aşın değerlendiği ve sanatın gerçeklik karşısında zafer ka­zandığı derinliksiz bir kültür biçimidir. Bilgiyle birlikte, üretim/ tüketim dengesinin, siyasal yapılanmanın yanı sıra kültürün post- modern dünyada içinde kaybolduğu yeni gerçeklik, tüm sanatların da eksenlerinin kaymasını sağlamıştır. Bu kaymanın temel vasıtası olarak kültürün gösterge değerince biçimlenmesi, lüks tüketim, sı­radan hayatın estetize edilmesi gibi eğilimler birey ve toplumların içsel değerlerinin yansıtıcısı olarak bir neden değil sonuç olarak değerlendirilmelidir.

Bilimlerin görecelı/parçalı gerçekliğe dönüş­mesi, hakikatin bilinemez ya da belirsiz hâle gelmesi, tarihi veya ulusal olanın ideolojik birer çıkarsamaya dönüşmesi, dinî olanın bireyselleştirilmesi ise felsefi ya da zihnî kavrayışın özüne ilişkin se­beplerdir. Burada ekonominin yeriyse bu iki esas değerin arasıdır, yani tüm kültürle birlikte bir eser olmakla birlikte ekonomi aynı za­manda bir anlayışın toplumsal yansımasına göre biçimlenir ki kül­tür için kilit kavram yeniden-üretimdir: İktisadî olanın devamlılığı için tüm kültür, bir yeniden-üterim vasfi da taşımaktadır.

Postmodernitenin özellikle kültür alanında tanımlanması, onun kapitalizmin küresel ve mütehakkim karakteriyle de bu nok­tada ilişkilidir: Mutlakıyetin yokluğunun farz edilmesi, belirsizlik, bilinemezlik ve yerine geçebilirlik; temelde bireyin ekonomik var­lığını yok ederek holdinglerin/şirketlerin esiri etmekte, siyasal ör­gütlülüğü yerine öznelliği sunmakta, kültürel anlam dünyası yerineyse anlamı belirsiz bir serbestiyet sunmaktadır. Gerçekten de postmodern bireycilik farklılaşma, ayrışma -tersine izolasyon- ile tahkim edilir. Bunun için postmodern birey, kendini toplumun bir parçası değil, toplum tarafından kuşatılmış, zamansız, mekânsız bir özne olarak nitelemektedir; maddî piyasada bireylerin farklılığını öne çıkaracak tüketim nesnelerine yönlendirilmeleri de mânâ ale­minde -New age dinler ve tahrif edilmiş ezoterik kalıplar- bire­yin dinin en önemli kısmı, piramidin tepesi gibi gösterilmesi de aynı hesaba dayanmaktadır.

Yaşamsal alandaki narsist farkındalığın, siyasal sistemler için uygun olarak anarşist/tekilci bir örgüt­lenme değil, liberal/bireyci/örgütsüz bir toplum ve tahakküm sis­temi olarak yansımasıyla ekonomik bütünde yeri doldurulabilir -sadece alanında uzman- ve ürettiğinin bütün içerisindeki yerin­den tamamen soyutlanmış/yabancılaşmış bireyin felsefi kavrayışına uzanacağı açıktır. Bütün bu niteliklerdeki dönüşümlerin felsefi ol­duğu kadar ekonomik ve bir o kadar da kültürel olduğu için postmodernizmin de toplumsal ile doğrudan bağlantılı olarak taşıdığı değerleri içerdiği boylece anlaşılırdır.»

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:132-136

Dipnotlar:

107 Featherstone, Mike (2005); Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Ay­rıntı Yayınları, 2. Basım, İstanbul

108-Kızılçelik, Sezgin (2000), Frankfkurt Okulu. Anı Yay., Ankara; s. 185.

109-Sarup, Madan (1996), Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Çev.: Güçlü, A.), Bilim ve Sanat Yay, Ankara; s, 237.
Devamını Oku »