Ahmet Kabaklı - Kültür Emperyalizm Adlı Kitabından Kısa Notlar

Ahmet Kabaklı – Kültür Emperyalizm Adlı Kitabından Kısa Notlar -
''Devlet şirket ve fert olarak yapılan sömürgeci giri­şimleri, nüfusça kendilerinin yüz katı insanları ve ken­di ülkelerinden bin kat büyük topraklan keyiflerince sömürme imkânı sağlamıştı. Öte yandan Rusya ve Çin, aynı sömürgeciliği, daha ilkel usûllerle bitişiklerinde bulunan topraklara yaymışlardır. Rusların, Polonya, Çekoslavakya, Macaristan gibi peyklerinde millî ve de­mokratik olan her kıpırdanışı kanla bastırmaları, ora­larda sömürmekte olduğu servetleri elden çıkarma­mak içindir. Komünizm, barış, halkların kardeşliği, sosyalizm ülküsü gibi sözler şimdi bu emperyalizmin maskeleridir.


 


--------------------


Amerikalıya kızıyoruz. Ben de kızıyorum. Amma, Amerikalıyı sopayla bu memleketin dışına atmakla mesele hallolmaz. Olamaz!.. Amerikalının şarkısına karşı gelebiliyor musunuz? Sakallı, favorili, meşin ce­ketli maymuncukları önliyebiliyor musunuz? “Ben Av­rupa’dan bunu aldım.” diye övünen Amerikan sigara­sını kaçak alıp içen kimseyi kınayabiliyor musunuz?...


İşte emperyalizm, böyle önlenir arkadaşlar.Direnme, ancak kültürle olur. Direnme, bir milleti değerlerine bağlamakla mümkün olur. Ne ile karşı çı­kacağız diye düşündüğünüz zamanda:milletinin töresiyle karşı çıkacağım. Türk milletinin folkloruyla âdetleriyle velhâsıl Türk’ün şahsiyetiyle karşı çıkaca­ğım. ”diyebiliyor musun?


Arkadaşlarım, Türkiye’ye Noel’in gelişi, Kurban bayramının gelişinden daha çok belli olmaktadır. Nü­fusun %99’u müslüman bir diyarda nasıl olur da (hiç değilse belli çevrelerde, gazetelerde, radyolarda) No­el’in gelişi, Kurban Bayramı’ndan daha çok belli olur? Ama oluyor... Demek ki siz, kültür emperyalizmine yat­mışsınız. Sokaklarda bağırmakla olmaz. Birbirinizi kırmakla olmaz. Kültür emperyalizmine teslim olmuş­sunuz!.. Bugünden karar verelim: Kültür emperyaliz­mine karşı koyacağız...


--------------------


Osmanlı tarihine bakınız: Bir tek satılmış adam yoktur. Sultan Hamit devrine kadar, 19. asır ortalarına kadar bakınız, Türkiye’de satılmış adama rastlamıyor­sunuz. Bilâkis Türkiye’ye satılmış ve buna şeref say­mış kişiler vardır, sayısız: Baron Dö Tot’lar mı ararsı­nız, Humbaracı Ahmet Paşalar mı? En büyük Frenkler gelmişlerdir, Türkiye lehinde yazılar yazmışlardır. Piyer Lotiler, Klod Farer’ler dahil olmak üzere... Buna karşılık, bir 60-70 seneden beri hele, biz katmerli hain­ler yetiştiriyoruz. Bu ise kültürden öksüz adam yetiş­tirmemizden ileri gelmektedir. Kâh Alman propagan­dasına kaptırıyoruz, kâh İngiliz, kâh Rus propaganda­sına. Kaptırmamanın bir tek yolu, millî kültürümüze, millî şahsiyetimize taassupla bağlanmaktır.


--------------------


Batılı bir sosyolog, istiklâle yeni kavuşmuş Afrika­lı kabile aydınlarına bile şu tarzda öğüt veriyor:Sosyal kurumları taklid etmeyin. Kendi yerli kurumlarınızı geliştirerek modernleşmeye hangi nokta­ya kadar elverişli olduğunu deneyin. Hatta aşîret usu­lü hükümet, kalkınmak isteyen bir ülkeyi yönetebilir mi? diye soruyorsunuz. İnanınız, kendiniz için bunu kabul etmek, İngiliz, Amerikan veya Rus sistemi bir re­jimi ithal etmekten çok daha iyidir."


Modernleşmede sırf millî, millete yatkın ve oriji­nal olsun diye aşîret usulüne bile cevaz veren Batılı bilgin bizim, bundan 700 yıl önce bile "bir aşiretten çıkmış cihangirâne devletimizi hiçe sayarak, Batı'dan usuller, metodlar, kanunlar dilendiğimizi bilseydi; kendimizi inkâr ile bu hallere düşüp tekmil müesseselerimize düşman kesildiğimizi öğrenseydi kimbilir ne kadar şaşacaktı. 20. yüzyılda, kendi aydınlarının kök­süzlüğü, ilimsizliği, sabırsızlığı ve gayretsizliği yüzün­den orta çağların gerisine düşmüş olan bu "millet-i merhume"nin bahtına ağıt mı yazılsın?


--------------------


Tanzimattan beri, Türkiye’de bir alay düzen değiştirici, kurtarıcı, inkılâpçı türemiştir. Hiçbiri en ufak fikir çilesi çekmemiş, fakat Avrupa’­nın, kendi kaynaklarından, Hristiyanlıktan öz kapita­lizminden, iş ve ilim ahlâkından geliştirerek kurduğu “asrî hayata” ağzı açık hayran olmuşlardır. Ne idüğünü hiçbir zaman anlayamadıkları yaşayış ve teknikleri olduğu gibi aktarmak sevdasına düşmüşlerdir. Birkaç büyük şehrin, birkaç köşesinde Avrupa’ya benzer ma­halleler, apartmanlar, kıyafetler ve eğlenceler kurmuş­lar, bununla hem kendilerini, hem de “Batılı olduk" di’ye milleti aldatmışlardır.


--------------------


Ayasofya Camii’ndeki muazzam ve muhteşem lâf-za-ı Celâl, Hazreti Muhammed ve Hulefa-yi Râşidin levhaları yerlerinden sökülmüş, indirilmiş, Bizans putları meydana çıkarılmış, bu putlara çeki düzen verilmişti. Muhteşem levhaları yok etmek, parçalamak için  meçhul semtlere götürmek istenmişlerse de kapılardan çıkarmak mümkün olmadığı için bu cinayeti irtikâba yol bulamamışlar, cihandeğer kıymette olan o nâdide eserleri, toz toprak içinde mahvolmak için bir kenara atmışlardı.


--------------------


Tâ Ortaasya’dan kalma bir atasözümüz: “İnsan ala­cası içten, hayvan alacası dıştan” diye söyler. Bu sözün iki mânasından biri; insanı ancak iç yüzüyle, gönlüyle, kafası, kültürü, karakteri ile değerlendirebiliriz; hay­vanı ise dış görünüşü (kıyafeti) tüyleri, rengi, sağlam­lığı, semizliği çevikliği ile...


Fakat basit yaratıklar bunu ayırdedemez; satıhta, kıyafette kalır. Başta kendisi olmak üzere hayvanla in­sanı karıştırır. Kerâmeti, kılıkta, giyinişte zanneder.


--------------------


'Sevr Muahedesi" evet yurdumuzu parça parça doğrayan, her uzvumuza zararlı böcekler musallat eden uğursuz bir belgedir. Fakat "Lozan"da millî kül­tür ve tarihî varlığımızı, yabancı zihniyet sömürücülü­ğüne çiğneten "zafer" çalımlı bir hezimet değil mi?


"Sevr paçavrası" üstümüze giyilecek elbise değildi. Nitekim millî intikamı tahrik etti. Toparlandık, savaş­tık "işgalin" son Efzun askerine" kadar hepsini denize döktük. Ama Lozan, bize alaca bulaca bir kaftan şek­linde sunulduğu için, zaferimizin altın meyvesini bu çürük meta ile pek akılsızca değiştirdik. Onu sırtımıza geçirerek. Bize ayna tutanlar:


- Aferin! İşte şimdi kuşa benzedin! dediler. Yaşşa! Avrupalı oldun gittin! diyerek halimize kıkır kıkır gül­düler... İşte hikâye Lozan'da verilmiş "gizli vaitler" ile başlıyor.

Devamını Oku »

İsmet Paşa,Said Nursi ve İmam Gazali

İsmet Paşa,Said Nursi ve İmam Gazali

Yukarıda yazdığım iki isimden Said Nursî, mer­hum İsmet Paşa'nın eski fobisi ve gözdağı idi. "İmam Gazali" ise tahminimce yeni işittiği ve "İmam" sıfatını görerek o pek düşman olduğu "Köy imamlarından" bi­ri sandığı, büyük İslâm bilgini dâhisi ve filozofudur. 23 Ocak’ta Paşa, milliyetçilerle birlikte bu iki kişiye hü­cum etmiştir.

Sayın İnönü’de nedense bir eziklik kompleksi bı­rakmış olan Said Nursî, bir politikacı, bir tarikat kuru­cusu filân değil, sadece bir Kur’ân tefsircisi ve İslâm bilginidir. Günlük hâdiselerden bile ısrarla kaçan Nursî'nin ruhunu eserlerini ve okuyucularını siyasete zor­la karıştıran İsmet Paşa ve paralelindeki gazeteler olu­yordu. Nitekim "Nur risaleleri" peşine düşüldükçe ba­sılıp okunmuş, lehte aleyhte hükümler oldukça yayıl­mıştır. Yani İsmet Paşa ve benzerleri Nurculuğun baş propagandacısı, reklâmcısı olmuşlardır.

Ayrıca înönücü radyo ve gazetelerden Allah’a sığı­nan halk kitleleri bunları kızdırdığına göre mutlaka iyi birşeydir diyerek Nurculuğa da koşmaktadır. O hal­de merhum Said Nursî ile uğraşması bir bakıma fayda­lıdır. Çünkü İnönü her kim ile uğraştı ise onu büyültmüştür. Şükredelim ki Marks, Lenin ve Mao'ya düş­man değildi. Yoksa onlar bile korkarım Türk halkında rağbet görürlerdi. Sultan Hamid'i İnönü'nün iftira ve hakaretleri daha fazla ululaştırdı. Menderes, aziz ve büyük vatan şehitleri arasına girdi.

Buna karşılık Paşa'nın övdüklerinden hiçbiri, halk­ça sevilip tutunamamıştır. Meselâ "Sizin sayenizde varız ve izindeyiz." diye mübalağalı methettiği biçare îmran Öktem'in namazı bile kılınmak istenmemiştir.

İnönü, milliyetçi gençleri zeban! gibi gösterdiği bir konuşmasında sayın Demirel ve Erbakan'ı "Mühendis efendiler" diye pek kahvemsi bir espiriyle yerdikten sonra onların "Said Nursî sloganları ve zihniyeti ile ik­tidarda kalmak, iktidara gelmek istediklerini; tam bir irtica" yaptıklarını söylüyordu.

Fakat ne imiş bu Nursî sloganları?

Korkmadan Müslümanım diyebilelim" sözü imiş.

Lâkin Nurculuk bu ise bütün Türk milleti Nurcu sayıl­maz mı? Demek Paşa'nın devr-i devletinde "Müslümanım!" denmekten korkuluyordu ve gerçekten de öyle idi. Lâkin getirmekle sık sık iftihar ettiği Demokra­si’nin ilk meselesi yurttan korkuyu kaldırmak, her Türk ve Müslümanın iman ve düşüncelerini samimiyetle söy­lemesini sağlamak değil midir? Bu ülkede korkmadan "Marksistim, sosyalistim, komünistim" denilir ve bazıla­rı bunu söyleyenlere kanat gerer de “korkmadan Müslümanım!” diyenler nasıl mahkûm edilebilir? Halk sizin dininize karışmıyor, siz de onunkine karışmazsınız olur biter. Kırk yıldır nutkunu çektikleri laiklik’in bu en sade tarifini “Nurcular” Paşa’dan daha iyi bilsin! yakışır mıydı hiç?

Hadi bu işi yaptı Paşa, İmam Gazali (1058-1111) gibi bîr filozof, kelam bilgini ve terbiyeciye sataşmak nereden aklına esti? Yoksa, onu bir tarafın “imam”mı sanıyordunuz? Bu eşsiz insanın El Munkızu Min ed Dalâl (Yanlış yoldan uyarıcı) eserinin Batı’da St. Augustin’in “İtirafları” Descartes’in “Metod Üzerinde Nutk”u kadar önemli tutulduğunu hatta onlara kaynak sayıldı­ğım duymamış mıydı?

İsterdim ki, İsmet Paşa, Gazâli’nin İhya-yı Ulumu'd Din, Kimya-i Saadet eserlerini veya hiç olmazsa Devlet Başkanlarına kitabını okumuş olaydı. Olduğundan çok başka, milletçe sevilen bir İnönü çıkabilirdi karşımıza. Sonra Batı'daki liderler, kendi kültür büyüklerine nasıl saygı gösteriyor, hatta onlar hakkında eserler yazacak değerde bulunuyorsa, Paşa da o payeye ulaşabilirdi. Ga­zali ve benzeri dâhiler için eser yazacak dereceye çık­masaydı bile, onları hafife alacak raddeye de gitmezdi.

Gazalî'ye taş atıldığını Avrupalılar, Ruslar işitse onlar ayıplardı. 900 yılı aşıp gelmiş koca Gazalî'yi dün­ya tanıdığı halde Paşa'nın bir bölük imamı sanmasını, bu hâl ile üstelik Türk eğitimine yön vermeye davran­masını... Ne talih şu benim memleketiminki Yarabbi !

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Çocuk Elindeki Balta

Akifin “Safahatında yazdığı gibi:

Bazı sosyoloji bilginleri “terakki” denen şeyi, bir kök­lü ulu ağacın çiçeklenmesine benzetirler ki, çok doğ­rudur. Şairin ifadesiyle:

Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı,

Sayısız kökleri, tekmil dalı, tekmil budağı

Milletin sine-i mazisine merbut, oradan

Uzanıp gelmededir...

Yolunu sapıtmış aydın kılıklılar, o ağacın bazı yer­lerini meselâ dalını, yaprağını, çiçeğini beğenmezler de, ele balta alıp o koca gövdeyi yere sermeye kalkar­larsa, sadece terakki, gelişme imkânlarını değil, bütün varlığı da yoketmiş olurlar. Ortada hiçbir şey değil sa­dece “odun” kalır. Halbuki “eğer ağaç hastalanmışsa bir bilene göstermek lâzımdır. Bakan da en çok köke bakmalıdır”:

‘Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı,

Eğer istersek ağacın donanıp üstü başı,

Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline

Geçmesin dikkat edin: balta çocuklar eline.

İşte bizim bugünkü hüsranımız, Şair’in şu son çığ­lığında gizlidir. Kökü mazinin derinliklerine bağlı,gövdesi, din, dil, hukuk, felsefe, iktisat, sanat gibi mil­lî has unsurları ile gelişmiş, faydalı yapraklar, altın meyveler vermeğe hazır “ağacımızı”, orta yerde, sahip­siz, bakımsız, dımdızlak bırakmışız. Baltayı da çoluk çocuğun eline vermişiz ki devirsinler. Devirsinler de, bizi bu koskoca dünya üzerinde yurtsuz, yolaksız, kül­türsüz, medeniyetsiz bıraksınlar.

Bereket versin gövde çok sağlam ve çocuklar kökü sarsacak kadar kuvvetli değiller de, bu ağaç büsbütün devrilerek odun haline gelmekten kurtuluyor. Bere­ket, büyük ve muhterem halkımız, köylümüz, işçimiz, esnafımız, atadan anadan aldıkları irfan ile, o vurulan ve sızım sızım sızlayan balta yaralarının bir kısmını onarıyorlar da, mübârek yurt topraklan üstünden te­melli sökülüp atılmıyoruz.

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Halimiz

Halimiz

Ben gidip görmedim ama gazeteler yazdı ve okuyu­cularım mektupla bildirdiler: İstanbul Belediyesi, Taksim meydanına bir “Noel ağacı” dikmişti. Taksim Mey­danı ve o zamanki adiyle Pera (İstiklâl caddesi) müta­reke meydanında Türk’ün gözyaşları ile sulanmış ve bize düşman olan azınlıkların sevinç naralarıyle çınlanmıştı. O zaman İstanbul’u haraca kesen şımarık palikalyalar, işgal orduları komutanlarının ayakları altına Türk bayrakları sererek ve bizim gam bahçelerinden devşirilmiş çiçekler atarak Taksim Meydanı’nda karşı­lamışlardı. Yine Pera caddesinde dolaşmak cesaretini gösteren Türkler’i döğmüşlerdi.

Taksim Meydanı ve İstiklâl Caddesi’nin bizim için pek önemli bir manası vardır. O meydan, tüm kapitü­lâsyonlar ve sömürge arzularının şımarttığı azlıklar üstünde bizim zaferlerimizdir. Diyebiliriz ki Taksim’in kurtuluşu, İzmir’in kurtuluşu kadar mühimdir.

Taksim’e Noel ağacı diken zavallı çorak beyinler, Kurtuluş Savaşı’ nın manasını dahi unutmuş olarak “Pera”yı “İstiklâl Caddesi” yapan zihniyete karşı bir çeşit budalalık tepkisi içindedirler. Noel ağacı ile, Kur­tuluş âbidesine meydan okuyanlar, kulakları “ezan seslerinden” fazla “çan zangırtıları”na alışmış bir sem­tin bahtsız ve köksüz çocuklarına, bize ne kadar ya­bancı bir çehre verdiklerinin farkında bile değiller.

Nitekim kader, o ağacın tam meyve vereceği Noel gecesinde bize pek acı bir oyun oynadı. Kıbrıs’ta, gemi azıya alan Rum çakalları, o şuursuzluk ağacının mâne­vi köklerini (kadın, çoluk çocuk) 500 şehidimizin kan­lan ile suladılar. (1963)

Bu korkunç düşmanlık vakası, bilmem uyartır mı bizi? Bilmem, kendi mânevi bütünlüğümüzü bulama-dığımız takdirde, yalnız Kıbrıs’ı değil İstanbul’u ve bütün vatanı elden çıkarmak üzere olduğumuzun farkına varacak mıyız? Bu dökülen mazlûm kanları olsun, ak­lımızı başımıza, şerefimizi üstümüze getirir mi bil­mem?

 

***

Yine o kanlı Noel (1963) ertesinde, İstanbul radyo­su “Çocuk saati”nde, Türk ve Müslüman çocuklarına ne anlatılmıştı biliyor musunuz?

Noel Baba mankeni nasıl yapılır ve Noel ağacı na­sıl donatılır?

Çocuklarımızı daha ufacıkken böyle yabancı geleneklere ve bizi yıkmak isteyen kavimlerin törelerine bağlıyan şuursuzluk, öyle görünüyor ki, içimize pas gi­bi, mikrop gibi yerleşmiştir. Değil yalnız Kıbrıs’ta hat­ta İstanbul'da bile Rumlar, Türkler’i kesmeğe kalksa­lar, radyo idarecilerinin beyni üstünde kilise çanı çalsalar yine de ruhumuz felaha ermeyecektir. Millet: “Hain papaz, kara sakallı Makarios” edebiyatı ile avunadursun... Sonunda her şey unutulacak, böylece, Kilise kokulu Avrupa’nın hiç de memnun olmadığı “Türk belâsı”, dünyadan silinip gider umudundalar.

***

Yılbaşı öncesinde bütün İstanbul pazarlarını dol­duran ayak satıcıları ile işportacılar bile, helezon şek­linde bükülmüş mumlar dikerek alış veriş yaptılar. Mağazaların çoğuna, yılbaşıyla ilişiği olmayan Noel mankenleri kondu. Zengin Türk evlerinin pencerele­rinden, üstü küçük kürelerle, mumlarla donatılmış çam dalları sarkıyordu. Gülhane, Yıldız, Emirgân Ko­rusu, Belgrat Ormanı gibi başlıca İstanbul parklarında genç çamların boynu vurulup, kamyonlarla pazarlara taşındı. Civar Bolu ormanlarından pek çok ağaç çalın­dı. Çok satan bir derginin kapağında, elini haç şeklin­de kavuşturmuş denizkızı resimleri görüldü.

Bütün bu manzara, bu kargaşa, bu hercümerç Kıb­rıs’taki Rum bayağılıklarına karşı bizim bir tepkimiz değil, çanak tutuşumuzdur.

Millî şuur taşımayan, kendi geleneklerine böylesine kıyan, düşman âdetlerine beyinsizce kapılıp giden bir millet, maddî veya manevî anlamda katledilmeye müsta­haktır. Fakat buna lâyık olan şuursuz okumuş ve zen­ginlerin cezasını mazlûm halkımız elbette çekmemeli!

 

ALLAH BETERİNDEN SAKLASIN

Adet oldu Yılbaşında, yer yerinden oynuuyor. Her ye­ni yılın ilk sabahında okumuş ve zengin tabakanın horultuları tavanlara çarpıyor. Gecenin sefahat ve başıboş­luğundan vücutlarda kalıntılar, ruhlarda yıkıntılar. Do­yulmayan maddî zevklerin daha çok acıktıran dağdağa­sı... Manevî hazlar kabiliyetini bile yitirmeye başlayan bir aygırlar nesli... Madde yarışında çene vuruşturan bi­çare adamlar, garsonun tabağına bırakılan 200-300 lira bahşişlerle böbürleniş... öteden fukara akrabayı kapı­dan sokmamak için hizmetçiye edilen tembihler...

Herkes yiyor, içiyor, eğleniyor, sevişiyor. Ama yine de herkes neşesiz, kıskanç, sinirli, bezgin... Kıskanma bütün zevkleri yıkıyor, İç karalığı aydınlıkları yok edi­yor. Durup dururken birbirlerine düşman bayanlar baylar. Hep birşey bekleyenler, hep hiçbir şey bulama­yanlar. Töreyi, geleneği, nizamı tezyif ettiklerini sana­rak, kendilerini rezil ve hacil eyleyenler.

Batı’da hindi, din sebebiyle yenir Noel’de. Şarap din şurubu gibi içilir. İbadet için uyanık kalırlar ve ge­cenin büyük kısmı kilisede geçer. Hediyeler, Allah için verilir. Noel Baba dahi artık bir din unsurudur, Hristiyanlık eski putçu ve Romalı geleneklerle birleşip Batı’da bu yılbaşı terkibi meydana gelmiştir.

Biz dersen ne hikmettir bilinmez, hindiyi, Noel Ba­ha’yı, çam süslemeyi almışız, onun üstüne bol bol mas­raf, taklit, çılgınlık, sorumsuzluk salçası dökmüşüz. Hiçbir tarafını millîleştirmeden, halkla hiçbir bağlantı kurmadan ve hiçbir yerli rengimizi katmadan Yılba­şılar işliyoruz. Japonya’da da yılbaşı kutlanır, İsrail’de de; fakat her ikisi, eski törelerini parlak yıldızlar gibi yeni gecesinin üstüne serpmişlerdir. Medeniyet ve il­mi halk ve aydınıyla nasıl benimsemişlerse yeni un­surları da ek yeri bırakmaksızın yeni dünyalarına koy­muşlardır.

Bizim yılbaşı eğlencelerinin perişan dekorunda ben, 150 yıldan beri 'Batılılaşalım’ dediğimiz halde Batı’nın hâlâ hangi perçeminden tutacağını bilemeyen yozlaşmış ve silik manzaramızı görüyorum. Işıklar, hindiler, Noeller, tebrikler, danslar, masraflar, kıyafet gösterileri, kürkler, parfümler... Evet ama bu ne Türk, ne İslâm, ne Hristiyan, ne de insandır.Onun için halkımız durmuş seyir bakmakta ve birtakım adamlar, oyalanıp durmaktadır. Garip bir işbölümü var sanki: Bayramlar ve Ramazanlar halkın, yılbaşılar ve bil­mem neler de onu öncü alması gereken zümrenin ma­lıdır. Halbuki millet olmak her eski ve yeniye, her zümre ve tabakanın benimseyerek sahip çıkmasıdır. Halkımızla okumuşlar arasındaki bu seyirci aktör ay­rılığı, görelim daha ne cehenneme kadar sürecek...

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Nedir Çağdaşlık ?

Nedir Çağdaşlık ?

Bir hırsız da bize çağdaştır, bir câni de, bir kadın bulucu da... Çağdaşlıkları: Daha “eli uzun”, daha ça­buk öldürücü veya baştan çıkarıcı âletler kullanmala­rından ibarettir. Fakat sormak isterim:

Fakat gerçek çağdaşlığı nasıl ayırdedeceğiz? Me­selâ bazı uzak kıt’a yamyamlarının, beyaz adamları ar­tık elektrik fırınında veya düdüklü tencerede pişirdik­lerini duyarsak... “Ooo! Ne âlâ medenî olmuşlar!” diye­bilir miyiz? Veya balıkları olta yerine dinamitle parça­layıp avlayanlar veya fahişeliği simsarlar yerine radyo­lardan, yahut seks dergilerinden öğrenenler modern mi sayılırlar artık?

Kısacası, bu kişilerin bir Taş Devri yamyamından, İskenderiye’de 1800 yıl önce icrayi sanat eden bir ran­devucudan veya “İsa’nın düşmanlarını engizisyon fı­rınlarına atarken el oğuşturan kara kafalı kardinalden farkları olabilir mi?

Çağdaşlık ve medenîlik sadece zihniyet meselesi­dir. Zulüm veya propaganda için elektronikli, ofsetli, mikrofonlu âletler kullanmak işi değildir. Dolayısıyla medeniyet, insanlık kadar eskidir ve insanlığın kendi­sidir. Taş Devrin’de, Ortaçağ’da ve atom çağında her kimin ki kafası, fazileti, ahlâkı işler... Her kim ki ka­zanmak için bile yalan söyleyip hileye sapmaz, zalime kulluk, haksıza alkışçılık etmez... Barışsever ve geniş ufukludur, ancak o kimse medenî ve çağdaştır.Gerilik ise dar kafalılık, zulme teslim olmusluk yalan, nifak ve depsotluktur Milleti bir sürü haline sokmak sevdası, maddenin içinde mahpusluktur.


Gerinin ve gericiliğin bu değişmez vasıflarını taşı­yanlar, çağımızda kimlerdir? Dünyayı ve Türkiye’yi düşünün:

Kan dökücü gaddarlık, zulümkârlık ve kuvvete dalkavukluk, bâtıl bir propaganda için her türlü yalan, nifak, vahşet, barbarlık ve sonra en âdi soydan zekâ oyunu şarlatanlık; basit idrâklere sokulganlık, insanlı­ğın beşbin yılda meydana getirdiği eserlere, anıtlara düşmanlık eden ihtilâlci takımı değil mi?

O halde modern silâh, ruble rotatif, mikrofon, el bombası, Çekoslovak tabancası ve gûya “bilimsel” lâf­lar kullanıyorlar diye bunları nasıl çağdaş sayabiliriz! Nitekim kafadar ve benzerleri Firavun Mısır’ında, Asurî başkentinde, Katolik Ortaçağı’nda, Stalin Rusya’sı ve Hitler Almanya’sında zaten yok muydu? Müşkül olan şu ki yine ortaçağdan kalma birtakım beyinler-, bunların propagandalarına aldanıyor. Tâ kelleleri Marksist kılıçlarla kesilip Mao’nun pirinç tarlalarına gübre yapılıncaya kadar da uyanacağa benzemiyorlar.

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Çağdaşlık Denemesi

Çağdaşlık Denemesi.....

Çağdaşlaşma için sunduğumuz formül, her alana uygulanabilir. Biz yalnız “ilâç ve tedavi” konusuna do­kunacağız. 4 Temmuz 1970 tarihli “Paris Match” dergi­sinde, gururla atılmış şu başlık var:

“Tedavinin altın kitabında, Fransız âlimleri şeref mevkiini tutuyor.”Aynı sayfada, tedavi ve ilâçta büyük buluşları olan yedi büyük Fransız’ın resimleri. Sonra “harika ilâcı” bulmuş bir profesör, kendisine hayran talebelerinin omuzları üzerinde görülüyor. Bir başkası Papa ile el sıkışıyor, bir başkasına ödül takdim edili­yor. Sayfayı çevirin, yeni bir iftihar cümlesi:

“Fransa yeni ilâçlar imâlinde, dünyada dördüncü sırayı alıyor.” Ve 1969’da 20 bin “müstahzar” yaptığı belirtiliyor. Tedavinin yeni buluşları sayesinde insan­ların 140 yıl yaşayabilecekleri söyleniyor.

Fransa’sında, Almanya’sında, Amerika’sında... hep aynı laboratuarlar. Peki bu yeni buluşlar, orijinal müstahzarlar, harika ilâçlar nasıl Fransız, Alman veya Amerikalı oluyor?

İşte “çağdaşlaşma” dediğimiz bu. Adam, bir kere âlimdir; ihtilâlci, devrimci, filân değil. Sonra çalışkan, sonra yurdunun otlarını, eski ilâçlarını, geçmiş tecrü­beleri, tıb tarihinin koyduğu milyonlarca formülü in­celemiş. Onunla da yetinmemiş, dünyayı dolaşıyor; Af­rikalıların, Eskimoların “şifa” dedikleri şeyleri bile tet­kik ediyor.

Peki sen de “Batılı Avrupalı” oldum dersin. Panto­lonun, kravatın, Amerikan barın, mini eteğin, favorin, sürü sürü ilâç fabrikaların, kaç tane özel, resmî, yan resmî kimya, eczacılık fakültelerin hepsi tamam; fakat söyle bakalım, derman için, bir tane “yeni ilâcın” var mı? Bir tane diyorum, şöyle dünyayı tutan, Türki­ye’den sipariş edilen, bir tek dermanın var mı? Sen atalarının bir milyon yıldan beri bildiği “yoğurdu” bile yapamaz olmuşsun, şimdi iyisini yemek için Bulgaristan veya Belgrad’a gitmeli. Sen, keline merhem bile yapamıyorsun. Acaba ataların hiç hasta olmazlar mıydı? Yoksa şu kadar yüz yıl Anadolu’da nasıl dayanmışlar­dı? Bunları merak edip öğrenmedikçe; o işi yapan mil­letlerin ancak komisyoncusu olabilirsin ve öylesin.

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Okumuşlar

Okumuşlar...Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esaslarındaki “Millî Tesanüdü Kuvvetlendirmek” makalesinde, önemli bir müşahadesini anlatıyor:

“Mütarekeden sonra İngilizleri, Fransızları yakın­dan görmeğe, tanımağa başladık. Bunlarda ilk gözü­müze çarpan cihet, medenî ahlâkın bozukluğudur. Bil­hassa memleketimize gelen veya Malta'da hâkim bulu­nan İngilizlerin medenî ahlâklarını çok düşük bulduk. Müstemleke ahalisini soymak, mağlûplara kul köle muamelesi yapmak, harb esirlerinin ve hatta sulh esir­lerinin parasını eşyasını çalmak onlarca tamamiyle helâldir.

İngiliz milletinin medenî ahlâkında gördüğümüz bu düşüklüğe karşı itiraf edelim ki, vatanî ahlâkını pek yüksek bulduk. Türkiye'de yüzlerce hatta binlerce vatan haininin zuhûr etmesine mukabil, bütün İngilte­re'de tek bir vatan haini zuhûr etmedi. ”

Bu acıklı mukayeseden çıkan gerçek, İngilizlerin vatanî ve harsî ahlâka bağlı vatandaşlar yetiştirmesine ve herşeye rağmen şahsiyetini korumasına karşılık, bi­zim, daha o zamandan kültür sömürgesi olmayana doğru kaydığımızı göstermektedir. Çünkü vatan hain­leri ancak bir arslan iken kedi gibi küçültülmüş; tabi­at ve faziletinden uzaklaştırılmış bedbaht cemiyetler­den çıkar. Nitekim 600 yıllık Osmanlı devrimizde tek bir hain görülmemesine karşılık, son bir asırda seri halinde yabancı ajanları çıkarmışız, çok manalıdır.

Vatan bir bîvefâ nâzende-i tannaza dönmüş kim Ayırmaz sâdıkan-ı aşkını âlâm-ı gurbetten.

(Namık Kemal)

Yahut:

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor

Lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.

(Yahya Kemal)

diyen hakikî vatan şairlerine karşılık: “Benim asıl va­tanım Rusya, beni yaratan da Stalin ’dir!” diyen nasîbsizlerin bazı çevrelerce “vatan şairi“ sayılmak istenme­si de, kültür emperyalizminin, artık can evimize kadar sokulmak cüretinde olduğunu göstermekdedir.

Analar, babalar, öğretmenler her emperyalizmin gelip geçici olduğunu, yalnız, millî şahsiyetsizlik yara­sı üzerinde kurtlar gibi peydah olan kültür emperyaliz­minin, bir milleti yere sermeye, yok etmeye kadar yolu bulunduğunu unutmamalıdırlar. Tâ Namık Kemal’den gelen şu yanık sese dikkat etmeliyiz:

Milleti eyler misiniz nâmurad Arş yiğitler vatan imdadına!”

Bu imdada koşuş artık süngü ile değil, şer kuvvet­lerinin, bozguncuların karşısına cesaretle, ilimle, ir­fanla, faziletle çıkış sayesinde mümkün olacaktır. Kül­türümüzün, tarihimizin, dil ve imanımızın güvenleri içerdedir. Onlar sureti haktan görünüyorlar. Fakat ile­ricilik, devrimbazlık, ihtilâlcilik, yeni düzencilik gibi sahte cilalar altında bizi mağara devrine, yamyamlık düzenine sürüklemeye kalkan bu “yaratıklar, bu uy-arlıkçılar’’aslında bîçare ve korkaktırlar. Millî irade ve kültürün şahlanışına katlanamazlar, “Yarasanın gö­zü nasıl ziyâdan rencide olursa“, Türkün güneşi de buncağızları karanlık mağaralarına tıkıp zararsız hâle sokacaktır.

İyi bir aile çocuğu nasıl ana ve babasının ardından şöğdürmezse, nasıl onlara rahmet çıkartmayı bir çeşit ibadet sayarsa, vatanın ve tarihin çocukları da dedele­rine, yurtlarına karşı horlayıcı muameleye tahammül etmeyeceklerdir. İşte bu tutum, kendine doğru bir ha­kîki rönesansın başlangıcı olacaktır. İstikbâl, kendi arasına girmiş yabancılar, kötü ruhlar ve onların al­dattığı bîçareler tarafından horlanarak ecnebi kültür­lere peşkeş çekilmek istenen bir milletin şahlanışına şahîd olacaktır. Bu kurtuluş, Allah huzurunda içimiz­den edeceğimiz yeminle başlayacaktır. Zira:

" Sahihsiz olan memleketin batması haktır

Sen sahib olursan bu Vatan batmayacaktır.

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Ferdî ve Millî Şahsiyet

Ferdî ve Millî Şahsiyet

Bu çok acı tarih gerçeğini gördükten sonra, mille­ti milet yapan, millî şahsiyeti meydana getiren oluşlar ve unsurları araştıralım.

İnsanlar olmadan nasıl cemiyet olmazsa (Maurras’ın dediği gibi) “Milletler olmadan beynelmilellik de olamaz.” İnsanları, fertleri can sıkıcı, sözü sohbeti çekilmez birer silik, tufeyli yaratık hâline sokan nasıl şahsiyetsizlik ise, milletler de şahsiyetsiz oldukları öl­çüde, insanlık sofrasında hor görülür, ciddiye alınmaz­lar. İnsanda şahsiyeti meydana getiren nedir?

Yaşanmış bir ömür, (ana rahminden belli bir yaşa kadar geçirilen safhalar) bu ömrün içinde acı tatlı hâ­tıralar: tesadüfler, aşklar, vicdan azapları, vicdan ra­hatsızlıkları... Ana babanın, başka insanların, çevremi­zin bizdeki tesirleri, soyumuzdan süzülüp gelen sırlı derin kuvvet ve zaaflar, kabiliyet ve eksikler okuyup dinlediklerimiz, gördüklerimiz... Dinî inancımız, iba­detlerimiz, hoca, öğretmen ve bütün bunların sonucu olarak gelişen kültürümüz, îmanımız, mizacımız, zevk­lerimiz, dünya görüşümüz... v.s.

Bunun gibi millet dediğimiz, beynelmilel hukûkî şahsiyeti meydana getiren unsurlar ise: Önce bir tarih ve bir vatan... Başlangıçta hâtırasız kudsiyetsiz bir dağ, çöl, vâdi, orman vesaireden ibaret bir toprak iken, çekdiğimiz emek, döktüğümüz alın teri ruhumuzun ilha­mı olan âbideler, uğrunda verdiğimiz şehitler, içinde zafer türkülerimiz veya ıstırap çığlıklarımız ile gözü­müzün bebeği olan vatan... Önce garip tesadüflerle, idealist acemiliklerle başlayıp sonra dünyalara hük­mederek en büyük iftihârımız olan tarih... îşte bu mu­kaddes zaman-mekân ahengi içinde bir milleti millet yapan unsurlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Asırlar içinde aydınlanan, nefeslenen, şiirlenen di­limiz; bize vatanlar, şahlanışlar, iyiyi kötüden ayırdedişler, insanlığa ve iki dünyaya bakışlar, müsâmahalar, hayır, iyilik, sevap haram telâkkileri bağışlayan dî­nimiz; bin yıldan beri “ebed müddet” diye vasıflandır­dığımız ve bizi, bugün mevcut olanlar arasında en es­kilik şerefine ulaştıran devletimiz... Bu devleti geliş­melerle yaşatan devlet adamlarımız, hanedanlarımız, pâdişâhlarımız... Türk topraklan üzerinde temeli 1000 yıldan beri atılmış bulunan ilim müesseselerimiz» 500 yıllık büyük üniversitelerimiz, yetişmiş ilim adamlarırımız... Şânı dünyâları tutan cihângirlerimiz, fatihlerimiz... Bizi başka milletlerden ayrı değerler, kabiliyet­ler, dürüstlük, temizlik, savaşçılık, asalet bağışlayan soya bağlı hasletlerimiz... Yalnız bunlar değil, bu mal­zeme ile meydana gelen eserler de mühimdir:

Örf ve âdetler, ahlâk telâkkimiz, günah, sevap, ada­let anlayışımız, musikimiz, mimarîmiz, oyunlarımız, rakslarımız, halk türkülerimiz, giyim kuşamımız, hülâ­sa toprak üstünde, kâğıt üstünde, taş üzerinde, seste, sözde meydana gelen sanat eserlerimiz, anıtlarımız, ev, yol, köprü, saray, cami, kervansaray, çini, nakış, şi­ir, roman, halı, gergef işi olarak yaşattıklarımız, aile­miz, ırz ve namusa verdiğimiz ehenmiyet ve bu vatana yaydığımız efsanelerimiz milletçe ve tarih içinde yapı­lıp kazanılıp başarılmış olan umumî eserlerin bâşlıcalarıdır.

Efsaneler, lejantlar, menkıbeler üzerinde ayrıca durmak isterim:

Vatanı kutsal yapan, milleti şiirleştiren efsaneler, bizde kaba materyalizmin yobazlığı ile uzun zaman horlanmıştır. Buna karşılık Yunan masalları ve Batı düzmeceleri edebiyat kitaplarımızda ve yeni sanat id­dialı eserlerde baş yeri tutmuştur. Kafası yeten yetme­yen, en ufak bir yorumlama gayreti göstermeksizin, basit ve âdi mantıkla, bu dinî-millî menkıbelerimize te­cavüz etmiştir. Halbuki, millî şahsiyet oluşumuz için­de efsanelerin seçkin yerini görebilmek lâzımdır. Her- biri bir başka kudsiyetten timsaller dolusu ses veren ve her biri ayrı bir mâneviyatı dile getiren vatanın ebem kuşağı efsaneler halkımızın öz inanç ve hayal eserleri olarak yeri geldikçe değerlendirilmektedir.

İmdi, bütün bu sayılan şahsiyet unsurları, işte bir­takım maddeci-Sovyetçi “kompradorlar”m mezbûhane gayretleri ile eğer har vurulup harman savurulmuş ve yerlerine yabancı kültürler, yabancı töreler, fikirler, ahlâklar, sanatlar, zevkler, inançlar geçirilmiş ise... Ve buna da nesiller boyun eğmiş bulunuyorsa, işte o mil­let, kültür emperyalizminin amansız pençesine düşürülmüş demektir. Yabancı fikir, âdet ve modaların bi­rer müstemlekesi olmak; görülecektir ki yabancı ordu­lar veya şirketler eliyle sömürülmekten daha tehlikeli ve ağırdır.

Burada, kültür emperyalizminin bir özelliğini an­latalım: Askerî, siyâsî, İktisâdi sömürgecilikten farklı olarak kültür emperyalizmi, dışardaki mütecaviz kuv­vetlerin veya paranın, tekniğin zoruyla değil, doğruca o milletin kaderine hükmeden yabancı ruhlu, kaypak zihniyetli şahsiyetsiz liderlerin, idarecilerin, para şı­marığı zenginlerin ve ana millete lâyık olmayan  aydınların gönüllü gayretleri ile gelir.

Yabancı bir devlet pek tabiî, ordusunu, parasını, il­mini, modasını, hippilerini, anarşistlerini, eroinlerini, doktrinlerini vs. seferber ederek, başka milletler üzeri­ne kendi kültür şahsiyetini (inançlarını, zevklerini) yaymak isteyecektir. Nitekim vaktiyle biz de “hakiki bir millet iken” kendi harsımla Balkanlara, Orta Do ğu’ya, Akdeniz’in her kıyısına ve Rusya içlerine yaymı-şızdır. Fransızın, îngilizin, Almanın, Amerikalının ve Rusun da kendi kültürlerini, çağın metot ve araçlarına tutunarak yayıp kabul ettirmeğe uğraşmaları olağan­dır. Bizim olmayan dinler, doktrinler, ideolojiler de sa­hipleri tarafından gizli açık yollarla ve fırsat verildiği ölçüde yayılıp propaganda edilebilir.

Bunları gösteriyorlar, sevdiriyorlar, para ile adam tutup propaganda ediyorlar, misyoner yolluyorlar, sa­natlarını, törenlerini ayinlerin bir zehir gibi bize saçı­yorlar diye onları suçlamak, kınamak, düşman olmak beyhudedir. Milletinin mücadelesi, daha çok kültürle­rin mücadelesidir. Her ülke kendi hars ve değerlerini yaymak peşindedir. Dünyaya bugün rengini veren “milliyetçilik” gerçeğinin icabı ve meyli de budur.

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Harf İnkılabı İle Gelen Yasak

Harf inkılabı ile gelen yasak

Doç. Dr. Emin Işık, 1988′de verdiği bir konferansta Tek Parti döneminde Kur’ân-ı Kerim’in bile toplatıldığını şöyle anlatıyor: “Yasaklar harfe ve dine getirilmiştir. Amme cüzünden Kur’ân-ı Kerim öğrenmek bile yasaklanmıştır. Jandarma ve polis, koruma kanunu adı altında çeşmelerin üstündeki eski yazıları bile kazımıştır. Eski yazılı hece taşları sökülmüş, Kur’ân-ı Kerim’ler toplatılmıştır. Arşivler dahi yakılmaya, ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.”

Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı
Devamını Oku »

Siyasi Menfaatle Dönen Bir Bestekar

Siyasi menfaatle dönen bir bestekar
CHP’nin iktidar olduğu dönemde, kurulu düzeni, Atatürk’ü, İnönü’yü öven şiirler yazan Ali İzzet, demokrasiye geçtiğimizde hemen o dönemi yeren mısralar yazıvermiştir. Bir örnek verelim:

Atatürk, İnönü gelmese idi
Camiler mescitler kilise idi
Azimkar kahraman bir kimse idi
Öğretti bizlere irfan Atatürk.

Halk Partisi çöküp Demokratlar gelince de şunları söylemiştir:
Kral öldü, put kırıldı
Halâs olduk cehaletten
Zulmün sarayı yıkıldı
Kurtulduk biz esaretten.

Çıktı Mehdi demokrasi
Zâlimin kesildi sesi
Allahüekber nidası
Bugün indi semâvattan.

Şu taban tabana tezat teşkil eden mısrâların yazarı, “Mühür gözlüm seni elden Sakınırım, kıskanırım” diye başlayan türkünün de bestekârı olan halk âşığı Ali izzet Özkan’dır.

Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı
Devamını Oku »