A'dan Z'ye Kemalizm (3)

A'dan Z'ye Kemalizm (3)

Böyle» bir ruh halinin insanı olan M. Kemal, bırakın 1920 leri. daha 1910’lu yıllarda, “ileride, günün birinde, duruma hakim olunduğunda" yapılacak şeyleri, kafasında kurar durur Nitekim, “Kurmay başkanı ile tesettürün kaldırılması ve İçtimaî hayaumızın ıslahı hak­kında sohbet" diye yazar 9 Aralık 1916 tarihli Hattra Defteri ne. Üç se­ne sonra 8 Temmuz 1919’dâ, deftere şu notlar yazılır: ",. Üç: teset­tür kalkacaktır, Dört fes kalkacak, şapka giyilecektir. Beş; Latin harf- leri kabul edilecektir.’’

Ve aynı insan,SaidNursînin,“1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek!  ‘’ tesbitini yaptığı günlerde. Konya,Türk Ocağında “ehli  dine dair’’ iyi niyetini de açığa vurur.

…Ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfî istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadardır. (…) O adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. (…) Farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam yine tepeler ve yine öldürürüm.”

Sözünün eridir M. Kemal; takip eden yıllarda, binlerce insan, gereginde kanuna rağmen, Meclise rağmen hatta gariptir millete rağmen öldürülür. Çünkü, M. Kemal için millet onun fikrini, onun dediğini, onun seçtiğini tasdik için vardır. Kendi kendine düşünmemelıdır Atası zaten onu düşünüyordur!

Öldürülen aslında insanlar değil, düşüncedir, inançtır. Cüz/i iradedir, hür fikirdir, hürriyettir öldürülen... Sanki herkes, birer küçük M. Kemal olması gerekiyormuş gibi, sorgulamadan, düşünme­den onun yolundan gitme durumundadır. Gitmeyip, gitmediğim de açıkça beyan edenler, hoşgörüyle karşılanmaz; talihi yaver giderse hapse düşer, gitmezse öldürülür. Sonuç?

Neticede. 1930’ların Türkiye’si ortaya çıkar.

O günlerin Türkiye’si hakkında üç isimden, üç yorum;

Adnan Adıvar: “O dönemde, Batı düşünüşünün, daha doğru­su Batı pozitivizminin egemenliği öylesine yoğundu kî, buna düşünce demek bile zordur. Daha iyisi, resmi dinsizlik dogması’ denilmelidir’’

H.A.R Gibb “Türkiye pozitivist bir anıtkabir oldu.”

Carlton J Hayes; ‘’Milliyetçilik resmi Türk dini oldu "

İşte. 1930 lar Türkiyesine geldik, En son Serbest Fırkanın kapanışı ve tezgah olduğu sıklıkla vurgulanan Menemen Hadisesi sonrasında girişilen idamlar ile muhalefet namına tek "çıt” kalmamış. CHP. ade­ta devlet M Kemal de, CHP'nin reis i umumisi. Varılan karar üzere, “Parti devletle birlikte çalışır" artık. “Devletle aynı seviyededir’’İşte bakın, içişleri bakanı aynı zamanda parti genel sekreteri; valiler, par­tinin il başkanı olmuş bile M. Kemal, hem devletin, hem partinin başı. "Ebedi şef." “Atatürk.“

“Ebedî şef." Türkün atası." ve de “hazretleri’’ tabirini yasakla­tan “devrimine’’ rağmen “Gazi Hazretleri’’bu hali, apaçık tescil edi­yor şimdi:“Dünyada malûm olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve sivasette bizi aydınlatan ana hatlardır. Fakat bu prensiple­ri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalı­dır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz,.“

Bernard Lewisin sözünü ettiği “ sekülarizasyonun son sınırı­nın tescilidir bu. Hakimiyet, dehanındır artık. Vahiy ortadan şilin­miş; devlet yönetimi ve gündelik hayat dinden büs bütün tecrıd edil­miştir. Devlete, topluma, basına, okula hakim olan, “ilhamını gök­ten ve gaipten almayanlardır’’Onların ilham kaynağı, onların ilahı yine vardır; ama yerdedir, yeryüzündedir; kendileridir ya da başka bazı insanlardır.

O sıralar Türkiye yi dolaşan bir İngiliz kadın gazeteci, Konyadan Adana'ya giderken işte 0 yerdeki ilâha tapan bir okul müfetti­şi ile tanışır -tapmasa müfettiş olur muydu, ayrı bir soru. Şöyle der müfettiş ;"Bizim peygamberimiz  Gazi’dir.Arabistanlı zatla işimiz bitti.Muhammedin dini Arabistan için gayet iyiydi,ama bize göre değil’’

"Fakat sizin hiçbir inancınız yok mu?"

"Var, var. Gazi ye, ilme, ülkenin geleceğine ve kendime inanıyorum"

"Ya Allah?"

“Allah hakkında kim ne bilebilir ki? İlim vardır, iyinin ve kötünün gücü vardır. Geri kalanı hakkında ise, hiç kimse kesin birşey bilemez”

Adanaya varılır. Okullar teftiş edilir. Bir çocuk ve o çocuğu öğretmeni şöyle kocaman bir “aferin" alır. Niye mi? “Atatürk’e"şiir
yazmıştır çocuk. Nasıl bir şiir mi? Şöyle: "En büyük,imanım şu: Sen Rabbın yarısısın/Yerin üstünde fakat, Türklerin Tanrısısın.”

Hemen belirtelim: “Atatürk’e" o “şiir"i yazan zavallı çocuğun büyük atası ise, öğretmenin ezberlettiği bir diğer “şiir"e bakılırsa,
maymundur: Hayvanlar alık alık/Gülerlermiş bakarak/Atarken maymun taklak/İşte odur dedemiz/Biz onun neslindeniz."

“Ilkmektep" çocuklarına bu şekilde; ortamektep çocuklarına biyoloji ve tarih kitapları ile bu kabil şeyler öğretilir. Bülent Tanör.
"ateizm" olarak yorumlar bunu. Doğrudur. Zaten, Atatürk’ün hazırladığı tarih kitabı, tabiatı ilâh. Atatürk'ü put yapan başkaca kitaplar dışında, ilâveten vahyin, peygamberin, kuranın reddi mânâsını taşır.

Sonuçta, “inkılâba uygun yeni adam" çıkar ortaya. Ülkü'de RaHim Apak’ın  yazdığı ve Hitlerin dediği gibi, “bir inkılâbın muvaffakiyetin sırrı, o inkılâba uygun yeni bir adam yaratmaktır." Ki, bu da başarılmıştır. Bir derginin anketine, "muallim" adayı bir genç, bir ‘yeni adam’' şöyle bir cevap getirir:

’Dini kayıtlardan âzade bir genç için, kudsiyet mefhumunu milliyetten başka teşkil edecek ne var ?

N

Bir genç  oylesi cevap verdiğine göre, Kemalizm artık eseriyle övünebilir duruma gelmiş demektir. 20lerde, neşredilmeyen, ama Ata- tûrk'ün altını çizerek okuduğu Din Yok, Milliyet Var hedefine ulaşmıştır. Mete Tuncayın belirttiği üzere, “dinin yerini milliyetçiliğin dair umutlar’’meyve vermiştir. Gerçi bu sonuca varmak için dindaş Arapları çirkin gösterme, Kürt soyundan gelen din­daşlarımızı bir potansiyel düşman görerek ezmeye çalışma gibi —el­it altmış yıl sonra bile ülkemizin başını ağrıtacak— kimi yanlış, hak­sız, ama kasıtlı hareketler de gerekmiştir. O günlerin ruh hali içinde bunun mahzuru görülmez; bilakis, menfî milliyet fikrinin beslediği adaletten uzak, zalimane, hatta paranoyak ruh hali içinde, mazur bi­le görünür. Ne de olsa, hedef dindir, ve milliyetçilik dinin alternatifi gibi görülmektedir.’’Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat’’ta Mehmet Izzetin bu minvalde yazdığı gibi, “dinin laikleştirilerek milliyetçiliğe dönüştürülmesi’’ yeni nesil için sonuca ulaşmıştır. “Milliyetçilik, Türkiye'de yeni bir din oldu” diye yazar Grace Elli son, “Misak-ı Millî, Kur ân-ı Kerim’den daha mukaddes sayılıyor. ” Yakup Kadri gibi ya­zarlar. “büyük şefi Hz. İsa'ya benzetmekseler.’’

Tüm bunlardan sonra, sonuç malum,..

Sonuca giden yol da belli aslında: Bir yandan dinsizleştirme; diğer yanda “millî gurur“u okşama; İslâmiyet adına kazanılmış zafer- teri ve İslâm adına yapılmış eserleri bile "Biz Türkler” ile başlayıp, milliyete mal etme; sair milletleri hor görme; “Türk’ün Türk'ten başka dostu yoktur“ paranoyası; özellikle müslüman milletlere karşı düşmanlık aşılama; avuca Güneş-Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, vs...

O

O günlere ait, ilginç bir gazete haberi var. Başlığı şu: “Camiler 90 tanesi kapatılacak’’ Altında, haber metni:’’Müessesat-ı diniyye müdürlüğünce cemaatsiz camilerin seddedileceği yazılmıştı.Bu suretle kapatılcak camilerin ekserisi İstanbul cihetindedir.Kapatılcak camilerin hiçbirisinin tarihi ve mimari değeri yoktur.’’

Bu haber, ‘’…cami ve mescidler usul ve mevzuata göre kendile­rinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır’’ diyen ilgili kanun çıkmadan da camilerin kapatılıp: han,kışla,dükkan. depo, yahut meyhane edilişine, veyahut yıkılıp arsa oluşuna dair bir haberdir. Ama. kendisini dayandırdığı bir “mazeret" bilhassa dikkati çeker: “Tarihî ve mimari defteri yoktur "

Bu haberi N harfi ile birlikte düşününce, şu sonuç çıkmıyor mu: “Camiler, eğer ‘Biz Türkler mimaride şöyle ileri gitmişiz. Tarih­te böyle büyük eserler yapmışız. Başka milletlerden bu bakımdan da daha ileriyiz’ deme imkanı vermiyorsa, cami olmaktan çıkarılabilir.”

Zaten, zamanın yönetimi ezana da doğrudan düşman değildir. Sadece, “Arapça ezan "a karşıdır. “Türk ülkesinde Türkçe ezan oku­nur." Kur’ân'a da muarız değildir Sadettin Kaynak'ın. Atatürk’ün huzurunda yaptığı gibi, “Türkçe’sinden okunmalıdır." Namaza da karşı değildir, ama ‘Türkçe olmalıdır. Meselâ Atatürk’ün kılınır mı,kılınmaz mı yollu uzun tartışmalardan sonra gerçekleşen cenaze namazı gibi, ‘Tanrı nın selâmı üzerinize olsun’diye bitmelidir.

Özetlersek, o günlerde iki harf yan yana yürür. N ve O. Olabilir­se, “dine karşı milliyet’’ olamadığı yerde, “dini milliyetin içine alıp, ona uydurma’’

İkisi de tutmuş gibi...

Sadece, büyük bir taktik hatası beliriyor,ibadete. Türkçe ezan şeklinde yapılan bu tek hükümet müdahalesi, dedesinin, babasının dinini taklit eden, belki tahkiksiz, ama gerçekten saf, ter temiz, gön­lü kirşiz insanlar açısından, Dankwart Rustow'un dediği gibi, “diğer laiklik tedbirlerinin herhangi birinden daha geniş bir halkkızgınlığına sebep oldu.’’“Ve bu kızgınlığın beraberinde bir “Nereye gidiyoruz? Bizi nereye götürmek istiyorlar" sorusunu doğurdu.

Ö

Gerçek bu. Ama bu kızgınlığa dahil olmayanların varlığı da gerçek. Aynı donem içinde nice Halk Partili, “Allah onlardan razı olsun’’cu, “Bizi onlar kurtardı’’cı, ama namazlı-niyazlı insanlar da çıkar. “Eski Yunan ın fikr-i kûfrîsi devlet zoruyla öğretilir hale geldikten sonra. Yunan gerçekten vatandan atılmış denilebilir mi ?” diye soramayanlar çıkar. ‘Tanrı uludur’’u rahat rahat günde beş defa okuya bilen ki­mi imamlar çıkar. Türkçe ezanı normal gören Rıfat Börekçi türünden diyanet işleri başkanları çıkar.

Gerçi, Ağaoğlıı Ahmet'e göre, “Bir taraftan Cumhuriyetin mü­dafii kesilerek, diğer taraftan ‘kadın bacağı' müsabakasına girişenle­re; bir taraftan halk diye bağıran, öte taraftan da halkı hiçe sayanlara kimse inanmaz,” ama gerçekte kimileri öyle bir inanır ki..

Ferit Celâl adlı zavallının Nutuk için yazdığı “Türk milleti için bu kitap hayatın, neşenin, medeniyetin Kuranıdır’’sözüne çoğun­luk itibar etmez, doğru. Ama, devamla gelen. “Mahuv bir karanlıkta yürürken, kenarına düştüğümüz uçurumun dehşeti karşısında dü­şünmeyi bile unutmuştuk. O bizi millî bir hidayetle bu dehşetin için­den çıkardı” kabilinden sözler pek çok insanda “Yaa, Allah ondan ra­zı olsunlar ile makes bulur.

Evet, okullarda öğretilen fikirler, camilere reva görülen mua­mele, ezanın hali, Kurana yönelik hücumlar, daha nicesi hiç de hoş şeyler değildir; onlar da bunu bilmektedir. Ama. “Bizi o adam kur­tardı. O olmasaydı….’’mantığı ile, zihinler karışmaya başlar. Ardın­dan, o bir noktadan hareketle, binlerce zarar görülmezlesin,binler­ce zarara rağmen, ona taraf çıkılır. “Biz buna müstehakiz” denir, öy­lece rejimin devamına destek verilir. Kahramanlık damarıyla tek ba­şına “ulu kurtarıcılığa terfi ettirilen biri alkışlanır. Başa konulur Baştâcı yapılır.

Saki Nursi, o hali tasvir eden bir eserinde, bütün bunlardan sonra ‘dindar milletin ruhundaki nuru iman ve Kuran ışığıyla hakikat-i hali göreceği’’ni söyler.Burdaki iki ifade,bilhassa göze çarpar.’’Nuru iman ve Kuran’’ile ‘’Hakikat-i hal’’“Hakikat-i hal’’e iman nuru ile bakan birinin göreceği nedir?Mülkün gerisindeki melekût değil midir" Bütün o zahiri 'sebep’lerin gerisinde,her işte,her olayda sonsuz ilim,sonsuz kudret, sonsuz rahmet,sonsuz hikmet sahihi bir Kadir ve Alimin, bir Hakim ve Rahimin isimlerinin tecellilerini görmek değil midir?Öyle görebildiği içinde şükrünü doğrudan ve vasıtasız Ona iletmeyecek midir? Böyle bir insan başka kimselere niye minnet etsin ki…!

Ama va hale iman nuru ile bakılmazsa?

O zaman göz gölgelere takılır; akıl sebepler perdesinde kalır; ötesıne geçemez; gerçeği göremez. Gölgeyi, asıl zanneder.Tesiri "sebep’’lere verir. O yüzden, teşekkürü sebeplere iletir. “O olmasay­dı’’der.,ona minnet eder, ona bağlanır; ona ram olur.

O tıpkı Kemalızmin restorasyonu içın yapılan 12 Eylül ihtilâli ile anarşinin de önlenmiş gibi görünmesini ihtilâlcilere verip, sanki "Onlar olmasaymış, Allah başka bir vesile yaratmayacakmış” gibi, sanki sonuca varmak için onlara muhtaçmışız gibi göründüğü şekilde..

1920‘lerin, 1930’ların Türkıye'sinde olan budur. Bu yani so­nucu sebebe vermek; esbabpereslik.

Birinci Yazı; Tıkla.

İkinci Yazı; Tıkla.
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

İ
Saman üstünde kendini sözümona “hürriyet” diye isimlendiren dehşetli, katıksız bir istibdat sürerken, saman altında .. su değil, zehir gibi birşey vardır “Kurumsal” ya da “şeklî” devrimle geçen 1920’ler, aynı zamanda bir sonraki on yılda toplum hayatında, zihinlerdi'. kalblerde ve nefislerde olanca ağırlığıyla yaşanacak bir büvük imtihanın aleyhte netice vermesine matuf “altyapı” çalışmalarına sahne olur.

Meselâ, daha Cumhuriyetin ilânından üç ay evvel, zamanın maarif vekili İsmail Safa'nın devrinde “Birinci İlmi Heyet" toplanır ve “muasır, laik eğitim”de karar birliğine ulaşılır. Aradan altı av geçer. Bu defa İzmir’de, “ulu bir mabedde mabudunun huzuruna çıkmış bir abd gibi vecd ve huşu duyarak" Mustafa Kemal'in yanma gidecek "kurlar seçilerek, bir “İlmî görüşme" yapılır ve şu tartışılır: ‘Terbiye (eğitim) dinî mi olmalı, millî mi?" Ortak cevap: “Devlet, terbiyesini laikleştirmelidir."

Nitekim, o devrin adamlarından biri “Bitaraflıktan anlamayız" der. “Çocuklarımızı partimizin ve devletimizin ana prensiplerine uygun bir tarzda yetiştirmek işleğindeyiz.** 1927'lerde henüz bu durumda değildirler. Bir dergi hayıflanır “Bugünkü nesli yetiştiren mütefekkir ve münevver zümrenin dinî bir imanı olmadığı halde, onların yetiştirdiği yeni neslin dindar olması..." diye lâfı alır, “bu imanı sarsılıp yerini yeni bir imana terketmedikçe" diye devam eder, ve sözü “millî iman" ile noktalar 1920’li yıllar. Dinden çıkıp milliyete tapan bir nesil için anketlerin, kitap etüdlerinin yapıldığı., bu hedefe varmak için muallimlerin yetiştirildiği, ders kitaplarının buna gore hazırlandığı yıllardır. Bu sayededir ki, 1930lara gelindiğinde, F. Frey’in işaretlediği şıı noktaya varılır:

‘’Kemalist ülküleri yaşayan ve Türk gençlerinin kafalarını öğretmenler Kemalin en sadık propagandacıları oldular.’’

J

30’ların zulmetli tablosu, 20'leriıı meyvesidir velhasıl. Ya 20’ler 30 yılların tablosu, gökten zenbille mi inmiştir?
Ebette hayır. Bilâkis, ardında. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “bin seneden beri" devam edegelen bir “rahneleme," bir yaralama vardır. Nitekim o bin senede üç ayrı gelişme göze çarpıverir. Bîr yanda, iman ile küfrün arasının tamamen açıldığı. Sahabilerin güneş gibi bir imanla Allah'a muhatap olup bütün hayatlarını Onun rızasına uygun hale getirme cehdi içinde yaşadığı Asr-ı Saadetten sonraki asırlarda bu ruhun tedricen gölgelenmeye yüz tutması. hattâ Rabbin Kur'ân'ı ile ne buyurduğunu anlamaya çalışan ulemanın kitaplarının dahi zaman geçtikçe Kur ân a ayna değil, gölge haline getirilmesi; “daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren" Kurâna gölge edilmesi yaşanır. Ayrıca, o zamana kadar kâinata Kurân nazarı ile bakılırken, “ilm-i din gibi tabirlerin doğuşu gibi vakıalarla tezahür eden bir gelişme daha yaşanır: Kur ân ile kâinat, ayrı “ilimlerin konusu olarak görülmeye başlanır. Ve düşünce laikleşir.

Ve bütün bu gelişmeler birikerek 1900 lere gelindiğinde, ortada, eski Yunanın ~fikr-i küfri’sini ap açık neşreden aydınlar; “dinî ve millî~ ikilemesine başlamış bir devlet; samimî, ama taklitte kalan; kâinatı imanının delili kılmayan safdil dindar çoğunluk vardır. Zaman içinde, meydan birinci sıradakilere kalır.

Meselâ, iki İttihadçı aydın. Ziya Gokalp ve Abdullah Cevdet, henüz 1900’lerin başında din ile devletin ayrılmasını; ibadetin tamamen Türkçe olmasını; eğitim ve hukuk sisteminin laik temele dayanmasını isterler. Bu düşüncelerin. 1908 İttihad ve Terakki programına bir nebze yansıdığı görülür. 1909 sonrası icraatlara da. 1916'ya gelindiğinde ise, bütün mahkemelerin adalet bakanlığına bağlanması ile “laik hukuka adım atılır İlk Türkçe hutbe okunur.

Bunlara bakarak. “İnsanların en zor değişebilecek iki yönü olan dinî inançlar ve kadın konularında İttıhadçılar ile Kemalistle-rin gerekçeleri birbirine benzer“ diye söze başlar Baskın Oran. “Yeni Osmanlılardan ben süregelen Batılılaşma çabalarının doruğu olan bu İttihat ve Terakki islahatları, bir kadro yetiştirmek gibi olumlu bir fonksiyon da görmüştür. Bu kadro, arkasına gene bu ıslahatlarının yarattığı birikimi alarak, Türkıye Cumhuriyetini kuracaktır.”

K

İttihad aydınlarının bunu tartıştığı, İttihad iktidarlarının bunları tatbike koyduğu bir devirde, dinden kopmuş genç nesiller yetiştir­mekle ünlü okullardan birinden mezun, genç bir subaydır M. Ke­mal. O dönemin okuyan hemen her genci gibi, Büchner’in Madde ve Kuvveti’ni sair materyalist kitapları okumuş; Darwin’in izinden gidip, “İlk ceddimiz balıktır "* “Biz maymunuz'a kail olmuş; -bir Al­lah” inancını insanların “kendi uydurması” görmüştür. “Tabiat, hem kanunların sahibi, vâzıı, hâkimidir; hem de aynı, kanunların

Tabiidir.’’ Ona göre Yani,ne demekse, nasıl bir -mantık " ise, tabiat hem hakim, hem mahkûmdur Ve ‘’Fılhakika, insan tabiatın, mahlûkudur" diye devam eder M Kemal. "Natür insanları türetti, onları kendine taptırdı“ da der. Vahyi reddeder, âhırete inanmaz. Hayat anlayışını ise şoyle anlatır: ‘"Vaktiyle kitaplar karıştırdım, hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim, Bir kısmı herşeyi kara görüyorlardı. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız,dünya­daki muvakkat omür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz’’ dıyorlardı»

‘"Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmış­lardı. Diyorlardı ki, ‘Madem sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karaktenın itibariyle ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum.”

“Hiç deliliz ve hiçliğe varmayacağız” diyen bir üçüncü yol var dır. Bu yol üzere giden, “daha da akıllı” adamların kaleminden çık­mış, dünyanın ve hayatın anlamım açan nice kitap vardır. Ne ki Mus­tafa Kemal in onlara aldırdığı yoktur. Çünkü gerçekte, önce yolunu çizmiş; sonra o yolu kitabına uydurmuştur.

Metin Karabaşoğlu

Üçüncü Yazı: Tıkla.

Birinci Yazı: Tıkla.
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (1)

A dan Z ye Kemalizm (1)


H


İbre çok önceleri bir yöne ağmış gibidir gerçi, ama bunun tescili 1920'lerin ortasında olur. Bilhassa 1923. bir dönüm noktasıdır. Kimin için, kime karşı, kimlerce, ne zaman, nasıl yapıldığı apaçık ortada olan bu savaşın son senesini takip eden 1923’te, Tarık Buğranın ifadesiyle, “tasnifi yapılmamış bir kitaplığı andıran" Ankara’da bir yeni savaş yaşanmaktadır. “Türkiye’nin mukadderatı ile ilgili asıl savaşın başlangıcıdır" bu. "Ve bu savaş, iyilerle kötüler, mideciler ve budalalarla vatanseverler arasında geçer."


Tâ istiklâl Harbinin başından heri, böylesi bir bölünme yaşanır durur zaten. Bir yanda. Mustafa Kemal'in önderliğinde sistemli bir şekilde “dinden tecerrüd"ü hedef alan “Birinci Grup" ve onun karşısında, çoğunluğu teşkil eden “İkinci Grup." Şerif Mardin'in dediği gibi. “Kemalistlerin İkinci Gruba muhalefetinin simgesel dile gelişi din üzerinde odaklaşmıştır. Ama Mustafa-Kemal, amaçlarını henüz açığa vurmamıştır.” Lâkin, 9 Eylül 1923’te Halk Fırkasının kurulması ile, bir büyük adım atılmış olur. Bu, Kemal Karpat’a göre» “aslında Meclisin kontrolünü ele geçirmek için bir manevradır” ve başarıya da ulaşır.


19 Ekim 1923’e gelindiğinde, ortada “dinden tecerrüd ü hedef tutan bir kadronun başa geçtiği, ama “dini,din- İslam olan bir  T.C” manzarası ortaya çıkar Islâm olan bir ötesini, Bemard Lewis, “sekûlarizasvon' ile özetliyor "Sekülarizasyon;" yani dinsizleştirme, semaviden koparma, vahiyden tecerrüd, hüda yerine dehayı belirleyici kılma, dünyevileştirme,Lewis şöyle anlatıyor:


"Sekülarizasyondan güdülen ilk amaç, İslâm dininin siyasi, sosyal ve kültürel alanlardaki yetkilerini ve güçlerini ortadan kaldırmak, bunu yalnız inanç ve ibadet alanında bırakmak olmuştur. Boylece İslâmî modern Batılı bîr millî devletteki kontrol silâhlarından mahrum bırakmak, Kemalist kadro için, siyasi gündemde çözüm aranan ilk sorun olarak belirmiştir.”


I


Hedef,belli:İslâm Ve hedefi vurmak için, her yol denenir. Zayıf mizaçları rüşvetlerle bağlama, sindirme, korku verme, ayak oyunu, darağacı, tetik, dipçik, banknot, koltuk, iltifat, kin, zaaflar, özlemler, ihtiraslar... Her ne yol, her ne vasıta varsa kullanılır.


Meselâ, adı var, kendi yok Cumhuriyetin ilânından iki sene sonra, “Takrir-i Sükûndun acımasız zulmani dönemini yaşar Türkiye. Bir yanda devrimlerin en radikal olanları uygulanmaya konur, İslama en ağır darbeler ile hücuma girilirken; diğer yanda tek bir “çıt"a bile izin verilmez. Philip Price’ın ifadesiyle, Türkiye, “tarihin bir dönemini kirleten" acımasız öç almalar yaşar "M. Kemal, tiranlaşır.
İstiklâl mahkemeleri ile, binlerce, on binlerce insan ipe gider.


Sadece Şark İstiklâl Mahkemesi iki yılda 420, Ankara İstiklâl Mahkemesi ise 140 idam kararı vermiştir; ama Mete Tunçay’ın deyişiyle,“bu sayılamalar, Takrir-i Sükûn döneminin devlet terörü hakkında yeterli bir fikir veremezler.’’ Ama, Şark İstiklâl Mahkemesi üyesi Lütfü Fikri Beyin şu sözü,galiba birşeyler vermektedir;’’Bizim belli,milli bir amacımız vardır.Ona varmak için ara sıra kanunların üstüne de çıkarız’’


Çıkılır da.Hem de sık sık çıkılır. Sadece ara sıra kanunlara uyulur.Kaldıki o dönemin kanunları gerçek mânâda pek kanun sayılamaz.Meselâ Meclisin Haziran-1927’deki dokuz toplantısında. İç- tüzük hükmüne rağmen, hiç görüşülmeden tam yüz kanun çıkarılır Bunlardan biri, "milletvekili seçimi ”ni Mustafa Kemal’e bırakır meselâ Sonuçta göstermelik bir seçim de olur ya, yüzde 25lik bir katılma oranı ile, "sahihinin sesi” bir yazarın ifadesiyle, “bütün Türkiye,tek bir vücut gibi, Gazinin gösterdiği namzetlere oy verir"


Yüzde 25 katılımla, nasıl olu yorsa ! 5 Eylül 1927 tarihli Cumhuriyetin yazdığı üzere, "Tarihte emsaline nadir tesadüf olunan bu vakanın Türk milletine has sebepleri ve mânâları vardır." Ne gibi mi? ‘CHF, bu memlekette istiklâl ve inkılâp fırkasıdır’.


Gerçi 1924'te bir Terakkiperver Cumhuriyet Fırka çıkmıştır, ama başına gelmeyen kalmamıştır.1930’da, başkanı gittiği yerlerde ‘’Kurtar bizi kurtar!" inlemeleri ile karşılanan bir Serbest Fırka kurulmuştur. ama onun da sonu iyi olmamıştır. Muhalif gazeteler derseniz, bir kapatma, bir İstiklâl mahkemesi tehdidi yetip artmıştır bile Tek bu şapka yüzünden asılanların sayısı Maraş’ta bir elin parmakları sayısınca; Of ta, Rize 'de onlarcadır ve Türkiye toplamı bine erişir. Bir Harf Devrimi ile, hem on binlerce insan sürüm sürüm karakolda, mahkemede, hapiste sürünür, hem Kur’ân’a müdahale fırsatı doğdurulur, hem de basına darbe vurularak o kanaldan gelebilecek bir muhalefet en aza indirilir. Görünüşte, maksat ‘’Türk halkını okuryazar yapmaktır’’ama Mete Tunçay 2. Abdülhamid dönemindeki Maarif İslahatının gelişme temposu sürdürülebilseydi, harf derişikliği olmadan daha büyük bir okur-yazarlık oranına erişileceği görünüyor" der.


Ve küçük bir dipnotu: Mart 1931 tarihli Son Posta, Menemen hadisesi sonrası idamlar ile yeniden ünlenen Cellât Kara Ali ile bir
röportaj yapmıştır. Sorulur cellâta: “Bunca senedir kaç kişi astın-” Cevap "Son on iki sene içinde 5216 kişi."


Metin Karabaşoğlu,Kertenkele Çukuru


Devamı için tıklayın.

Devamını Oku »

Bir Dinsizlik örneği Daha!.(2)

Bir Dinsizlik örneği Daha!.(2)

“İBADETLERİ ZAMANA UYDURMA VE ÎSLAMİYETl ISLAH(!) PROJESİ” VEYA “DlNDE REFORM VE KEMALİZM”

15 ve 22 Mart 1926 tarihlerinde ilk Türkçe namaz ve ilk Türkçe hutbe ile Göztepe Camii İmamı Hoca Cemaleddin Efendi’nin verdiği dinde reform mesajı, 20 Haziran 1928 tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Faklütesi profesörlerinden 10 profesörün verdiği teklifle resmen devlet gündemine giriyor ve *'‘İbadetleri zamana uydurmak ve İslâmiveti ıslah(!)” projesi adı altında dinde reform hareketleri, devlet-din ortaklığıyla kendini göstermeye başlıyordu.

“Namazların Türkçeleştirildiği, ibadetlerin her çeşidinin Türkçe olarak yapılmak istendiği, camilere ayakkabılarla girilip, gardroplann tesis edilmek istendiği, saz, keman, piyano, davul gibi enstrümantal aletlerle güya musiki eşliğinde ibadetlerin lahutileştirilmek istendiği; musikiye yatkınlık için de, bütün cami müezzin ve imamlarının devlet konservatuvarlannda güzel ses ve musiki talimi görmeleri istendiği, dinde reform hareketleri, değişik zamanlarda, ama sürekli bir zihniyet olarak 1928 yılından 1950 yılma hatta 1960 yıllarına kadar varolagelmiştir.

Devlet adına, laiklik ve Kemalizm adına dini toptan aslından; vahiyden so-yutlaştırmaya yönelik olan, dinde reform hareketlerinin ve İslamiyeti Islah! projelerinin bizce en ilginci, Halk Partisi iktidarının son yıllarına doğru, önce CHP Kurutlayı’na, sonra Hükümete ye Bakanlar Kurulu’na teklif edilen “Dinimizde Reform ve Kemalizm” başlıklı önerileridir.

Her satın dinsizlik ve küfür kokan ve İslâm diye vahiyden apayn bir anlayışı; Kemalizm anlayışım, “Yeni İslâm” diye takdim eden bu görüşler, “Halk Partisi hükümetinin en baş destekçilerinden biri olan yazar Osman Nuri Çerman’a aittir.”

Osman Nuri Çerman, daha sonraları görüşlerini 1956 yılında, “Türkiye İçin Dinde Reform’ ’ adıyla kitaplaştırarak halk nezdinde de yayılmasına çalışmış, ancak 1950 iktidar değişikliğiyle birlikte aradığı siyasi ortamı bulamadığı için, tekliflerini bir kez daha devlet ve hükümet düzeyinde gündeme getirememiştir.

“Hiçbir ilmi değeri olmayan, İslâm dinini. Peygamber (ş.a.a.)’i, Kur’an-ı Kerim’i, dini ibadetleri ve din görevlilerini alçaltmaya ve bu değerlere hakarete yönelik*' düşünceleriyle Osman Nuri Çerman, tekliflerini gerekçeleriyle beraber aşağıdaki şekilde dile getirmiştir:

1949-1950 yıllarında gündeme gelen bu teklifler, aynı zamanda “Tek Parti'* iktidarının Türkiye'deki dini hayatı 25 senede nerelere getirdiğini ve hangi seviyeye ulaştırdığını göstermesi açısından çok ibretamizdir.

20 Haziran 1928'de başlayan ‘Dini ıslah" projeleri, 20 sene sonra biraz daha *‘Genişletilmiş ve modernize edilmiş ıslah(!) projesi" ile Müslaman halkın karşısına çıkarılmıştır.

Dinde Reform ve Kemalizm'' başlıklı 53 madde de özetlenen ve halka 44 Yeni Islâm'' projesi diye takdim edilen proje şöyle idi:(3)

Üstelik bu teklifler Halk Partisinin Büyük Kurutlayında, Devlet ve Hükümet başkanları ile Cumhuriyet Senatörleri ve Milletvekillerinin huzurunda yapılmıştır.

 İşte meşhur ''Yeni Din'* veya ''Yeni Islâm” projesi:

Yenî Din Veya Yeni İslâm

Sayın Devlet ve Hükümet Başkanları ve Bakanlar ile Sayın Senatör ve Milletvekilleri: Bir temenni mahiyetinde olmak üzere Dnimizde Reform ve Kemalizm"e ait bir kanun tasarısına esas olabilecek düşüncelerimi metin ve gerekçe olarak aşağıda sunuyorum. Bir milletin kalkınmasında ve çökmesinde dinî hayatın asrın icabatına uygunluk derecesinin ne büyük rolü olduğunu takdir buyuracağınızdan eminim. Daha mutlu bir vatan görmek aşkından başka hiçbir hırs ve emeli olmayan bir emekli öğretmenin, Atatürk'ün demeçlerini mi'yar yaparak hazırladığı naçiz satırları lütfen sabır ve sükûnetle okuyunuz. Eğer sizler düşüncelerimize hak verirseniz bu fikirleri usul ve tekniğine göre kanun haline koyarak millete sunmanızı rica ve niyaz ederim.

Derin saygılarımla.

Osman Nuri Çerman Dinimizde Reform ve Kemalizm Dergisi

Sahibi ve Başyazarı Cumhuriyet Halk Partisi Karagümrük Nahiye İdarecisi

 

Dini Değiştirmek, Laikliğe Aykırı Değildir?

Gerçi laiklik dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine kanşmaması anlamına gelirse de dinî faaliyetler, devlet müesseselerini, halkın medeni hayata uygun yaşamasını ferdin iktisadi hayatta gelişmesini, dinamizmini, vatanın menfaatine aykırı olan kanaatlerle uyuşturuyor ve millî birliği dinli, dinsiz diye bozmak için tahrik vasıtası olarak kullanıyorsa TBM Meçlisi, devletin emniyetini, ammenin intizam ve selâmetini temin için kanun koyması zaruridir. Din bakımından da Büyük Millet Meclisi İcma-ı Ümmet yetkisine sahiptir. Esasen laiklik, devletin dini teröre karşı istiklâli için ortaya atılmıştır.

Nitekim din veya dinle ilgili olduğu için dokunulmaz, karışılmaz denilen şu dini Re-formlar T.B.M. Meclisinden çıkan kanunlarla vücut bulmuş ve Türkiye'yi batı milletler camiasının şerefli bir varlığı haline getirmiştir.

— 3 Mart 1924 tarihli kanunla Allah'ın Gölgesi, Peygamberin Vekili sayılan Halifelik kaldırılmıştır.

— 429 sayılı kanunla İslâm dininin en büyük otoritesi sayılan Şeyhülislâmlık ve onun yerine konulan Şeriyye vekâleti lâğvedilmiştir.

Esaslarını Kur’an ayetlerinden alan şeriat yerine 1926 yılında laik esaslara dayanan Medeni Kanun kabul edilmiştir.

3 Mart 1924'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretim müesseseleri birleş-tirilmiş, gericiliğin, arapçılığın karargâhı olan medreseler kaldırılmıştır. Hepsinde, mübarek mukaddesat sanılan ve fakat Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını engelleyen meselâ tekkeler, zaviyeler, üfürükçülük, muskacılık, Arap harfleri, dini kılıkla dolaşmak gibi din'i hayatta yapılan reformlar hep ama hep kanunla olmuştur. Bu sebeple dini hayatımızda milli, medeni, ilmi esaslarla çelişen faktörleri kanunla kaldırmak hepiniz ve hepimiz için vatani bir vecibedir. Bu kanun aynı zamanda kalkınmamızı hızlandırmak için dinden fayda sağlayacak, dini hayatımızda ödev alan kadroyu bu uğurda en verimli elemanlar haline getirecektir. Bu sebepten Dinimizde Reform kanununu çıkarmak laikliğe aykırı değil, Türk tarihine (Atatürk Devrimleri gibi) yeni bir şeref yaratıcı olacaktır.

 

Kemalizm ve Din

Mutlu bir vatan için düşündüğümüz "Dinimizde Kemalizm Reformu"na ait kanun tasarısı metin ve gerekçesinde dayanağımız ve mi'yarımız bilhassa Ulu Atatürk'ün Adana'da 16/3/1923'te söylediği şu temel düsturlar olmuştur

A- "Bizi yanlış yola sevkeden habisler çok kere din perdesine bürünmüşlerdir..."

B- “Sâf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir..."

C- "Milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi-altındaki melânetten gelmiştir..."

Ç- "(Millet için) hayırlı, akla, dine uygun (Reform) meseleleri hakkında hafta tatili dine aykırıdır gibi sözlerle sizi iğfale çalışan habislere din adamlarına iltifat etmeyiniz..."

D- "Bilhassa bizim dinimiz için bir mi'yar vardır Bu mi'yarta hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz, hangi şey ki akla, manüğa, halkın menfaatlerine uygundur, hiç kimseye sormayın, o şey dine de uygundur. Ama siz yine de dindarlara hiç sormayın!.."

E- "Bir dinin, tabii olması için akla, mantığa, ilme, fenne ve vatanın menfaatine uygun olması lâzımdır..."

F- "Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sanıyorlar, bu yanlış tefsiri yapanların maksadı İslâmların (medeni milletlere) esir olmasını istemekten başka bir şey değildir."

G- "Her sarıklıyı hoca sanmayın hoca olmak sarıkla değil dimağladır. İslâm içtimai hayatında ruhbanlık gibi hiç kimsenin hususi bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur.”

H- “Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. .”

I- “Kadın, erkek ilim ve irfan aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve bilgi ile mücehhez olmak din bakımından da bir mecburiyettir.”

İ- “Her fert dini diyanetini, insanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir. Medrese değildir...”

J- “Bir takım şeyhlerin, dedelerin, çelebilerin, babaların, dervişlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara hayat ve talihlerini emniyet eden insanlardan mürekkep bir kitleye medeni bir millet gözü ile bakılabilir mi? Köhne zihniyetle, maziperestlikle (dünya yüzünde) varlığımızı korumak mümkün değildir. Masalları bırakınız. Her şeyin kaynağı insan zekasıdır.”

Hasan Hüseyin Ceylan
Devamını Oku »

Devlet Dini Kurtarıyor! (3.Yazı ve Son )

Devlet Dini Kurtarıyor! (3.Yazı ve Son )

Devlet Dini Kurtarıyor! (4)

Başlangıçta devlet dine karşı tavırlarım ‘ ‘dinin özüne dönmek’ ’ ve dini inancı her tür hurafeden arındırmak ve dini, “gerici din adamlarının zararlı etkilerinden kurtarmak“ (14) gibi gerekçelere dayandırmıştır.

“Dinin özüne dönmek“ ve “gerici din adamlarının zararlı etkilerinden dini kurtarmak’ ’ gibi temellere dayanan dini reformasyonun baş uygulayıcısı yukarıda da söylediğimiz gibi en başta Diyanet İşleri Reisliği olmuştur.

Diyanet İşleri Reisliği, tamamen dini hayatın devlet gözetiminde bulundurulması ve devletin izin verdiği ölçüde bir dini hayatın teessüs edilmesi adına kurulduğu için, 1924 - 1941 yılları arası Diyanet İşleri Reisliği yapmış olan Rıfat Börekçi de, “sadece eline
kalem verilmiş bir koltuk hocası olarak, yukarıdan gelen emirleri tebliğ ve evrakı imzalamakla” (15), 17 yıllık başkanlık dönemini tamamlamıştır.

Başkanlığın görevi bu olunca da, din hizmetlerinin ve din alimlerinin inkilaplarla birlikte zorlaşan -maddi, manevi- hayat şartlarına kulak verilmiyor, onların dertlerine bırakın derman olmayı, şikayetleri bile dinlenmiyor ve hatta inkilabın getirdiği espri ile din görevlisi apoletli kişiler karşısına alınmış oluyordu.

Bu durumda, madden ve manen bir cendere içerisine sıkıştırılmış olan din hizmetlileri de (hademe-i hayrat), seslerini duyurmak için, milletin temsilcisi olan TBMM’ye müracaattan başka çare bulamıyorlardı.

Diyanet işleri Başkanlığına bağlı bulunan din hizmetlerinin; hademe-i hayratın, TBMM’ye sundukları, içinde bulundukları maddi-manevi sıkıntılarım dile getiren şikayetnamelerinden bir tanesini önemine binaen buraya almak istiyorum:

“Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi

Muhterem Azalanna

Konu: Hayrat -1 Şerife Umumi Merkezinin, din hizmetlileri (hademe - i hayratın, meslekî ve ihtiyarî istekleri hakkında...

“Bizler hayrat hademesi olarak imamlar, vaizler, hatipler, müezzinler, kayyumlar..., hülasa din hizmetlileri olarak ne büyük sıkıntı ve sefalet içinde olduğumuzu siz vekillerimize anlatmak istiyoruz. Bizler, dinimize ve vatanımıza ve milletimize hizmet etmek için en zor şartlarda çalışmış olduğumuz yetmiyormuş gibi şimdi de, hayrat hademesi kadrolarında tenkise (azalmaya) gidilerek, bir çok görevlimiz madden ve manen sefalete itilmekte ve kadro dahilinde bulunanlar da büıbir meşakkat ve ızdırap içinde vazifelerine devam etmektedirler.

Bu hale rağmen şimdi de çoğu hizmetlilerimiz (müftü, vaiz ve hatipler), sanki birer millet düşmanı, vatan düşmanı imişçesine sürekli tazyik, tahkir ve tedhiş alunda bulundurulmakta ve hükümet gözetiminde kalmaktadırlar. Vatana, millete ve yüce dine hizmetten başka amacı olmayan hademe-i hayrat1 a reva görülen davranışlar bizi cidden çok üzmektedir. Memleketin içinde bulunduğu durumu gözönüne alarak (artık dini karakterli i syanların kendini göstermeye başladığı günlerdir), sanki milletimizi geri bıraktıranlar sırf din hizmetlileri imişçesine, din hizmetlilerine karşı uygulanan baskı ve manevi tazyik, milletimizin dini hayatını her gün biraz karanlığa iter durumdadır.

Durumun gözönünde bulundurularak, hademe - i hayrat’ın, din hizmetlilerinin durumlarıyla biraz daha yakından alakadar olmanızı ve din hizmetlilerine en azından asgari geçim şartlarını temin edici maddi menfaader verdirmenizi, milletin vekilleri ol&ak sîzlerden istirham eyleriz.”(16)

TBMM. Üyeleri Din Hizmetlilerini Yok Sayıyor,

Din hizmetlileri, milletin vekilleri olarak gördükleri kişilerden hiç bir müsbet cevap alamayınca ve hatta kendilerine yapılan baskı ve tazyikin hergün biraz daha artması dolayısıyla çeşitli zamanlarda yine TBMM’ye şikayetlerini ulaştırma durumunda kalmışlardı. Bu sefer çekmiş oldukları ızdırapları ve reva görüldükleri

mahrumiyetleri anlatırken, -sadra şifa olur düşüncesiyle- cumhuriyet öncekinin uygulamaları da yer yer kötülemekten geri kalmıyorlardı. Çünkü eskiyi kötü göstermek ve aleyhinde bulunmakla ancak haklarının alınabileceğine ve değer kazanacaklarına dair bir kanaate sahip olmuşlardı. Gerçekten de devlet tarafından yeniye ayak uyduran din hizmetlileri “münevver”, “aydın”, eskiyi arzulayanlar da “mürteci“ ve yobaz ilan olunan din hizmetlilerinin genelde de sonu, idamla noktalanıyordu.

Hademe-i Hayrat’ın; din hizmetlilerinin, milletin vekilleri adıyla ikinci kez TBMM azal arına gönderdikleri arîza’da şunları dile getiriyorlardı:

“Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi ^

Muhterem Üyelerine...

“Maddî maaştan ziyade manevî ecrin tesiri altında asırlardan beri İslâmî eser ve müesseselerin hakiki ve samimi hizmetkârı olan cemiyetimiz ferdleri öteden beri Vakıflar İdaresinin adalete uymayan icraat ve kararlan karşısında şahıslarının değil, İsâm Medeniyetinin haşmetli bir abidesi olan eskilerin İnsanî ve dinî eserlerinin zeval bulmakta olduğunu görmekle hâsıl olan elîm tesirlerini, İslâmiyetin hizmetkân ve milletin işlerinin düzenleyicisi olan muhterem Millî Meclisimize arz ve iblâ etmekle yalnız nefislerini değil, mensup oldukları din ve millete de hizmet etmiş olacaklarına kanidir.”

“Şart ve bekâ tesis ve temin edilmedikçe her eserin yok olmağa mahkûm olacağı ve görülen tecrübeler cansızlann bile bir hizmet ve bekâ hakkına sahip bulunduğunu teyit etmekle müdafaa ve himayeden mahrum her müessesenin adetâ bir yetim gibi boynu büküleceği tabiat kanunu muktezasından bulunduğu cihetle her müessirin tevlîd-i eserden evvel onun bekâsının şan ve lüzumunu teemmül ve te’min etmesi iktiza ettiğine iman eden eslâf, her biri kuvvetli bir medeniyetin tebcîl ve ta’zîme şayan hayat sahibi birer delili olan dinî eserleri vücuda getirmekle yalnız asırlannı imar değil, ahlâfını da terbiye eden ve her biri bugüne kadar nâmım İslâmiyet ve insaniyetin siciline demir kalemler ile hâkk ederek kendilerinden sonra gelenlerin büyük hürmetlerini de temin eyleyen vakıf sahibi olan hazretler tescil ettirdikleri vakıfnamelerle o müesseselerin hayat ve bekâlannın teminini de düşünmek lüzumunu ihmal etmemişlerdir.”

“Geçmişlerimizin nazardan uzaklaştırmadığı şu ihtiyada rağmen kanun ve idarede vuku’a getirilen tadilâtın, zamanın zorlamaları lüzumu kadar takdîr edilmeden vücud bulması, bugün kıymetleri bütün manâsıyle cihan değer eslâfın o eserlerinin bir çoğunu yok ettiği gibi elde kalabilenlerin de tahrip vesile ve sebeblerinin önüne geçilmesini (...) Muhterem Heyetinizden tazarrû ve niyaz etmektedirler.”

“Külfetin nimete göre olması ve paranın satın alma gücünün de her dakika azalmakta bulunması cihetiyle asırlarca zaman evvel değü, bundan bir kaç sene evvel bile refah temin eden bir servetle bugün nefsine bakmak imkân haricine çıktığı halde evkaf varidat ve mesarifatı hususunda satın alma nisbetinin nazar-ı dikkata alınmaması yüzünden çoğalması, banilerinin bile ruhunu tazîb eden harabî içinde o eslâf eserleri bugün hadimleri ile beraber birer sefalet heykeli gibi mületin varlığına temas eden bir sürü acı hakikatler anlatıp inliyolar.”

Filhakiki asırlarca evvel takdir olunan bil ücretle o muazzam eserlerin hizmetleriyle vazifelendirilen bugünün hâdimleri (hizmetlileri): en ibtidaî bir cemiyet arasında yaşayacak kadar bile bir nimete sahip olmak şöyle dursun, aynı idarenin diğer memur ve müstahdemleri nisbetinde de bir himaye'ye sahip bulunmadıkları için kendi ve ailelerinin boş midelerini ölmeyecek kadar doldurabilmek imkânını asil hizmetlerinden ziyade harici mesaileri ile elde edebildikleri cihetle beşerî kanunların üstünde bir iradeye ve hükmünü zorla kabul ettirmek kuvvetine sahib olan tabiat kanununun te’siri altında vazifelerini ihmal ede geldikleri gibi taahhüt ettikleri vazifenin ulviyetini de takdir etmelerine rağmen din hizmetlilerinin beşeriyetin nazarlarına arz ettiği sefalet manzarasının kaldınlması karşısında liyakat sahihleri daha maddi ve kendileri için daha faydalı hizmeüere rağbet ederek o eserler geçen zamanla mütenasip bir ihmal ile hayatlarını idâmeye muktedir olamıyorlar." (17)

Hayrat hademesi, yani imamlar, vaizler, hatibler, müezzinler, kayyımlar... sefalet içinde bulunduğu gibi ailelerinin boş midelerini dolduracak maddî bir imkâna da sahip değillerdi. Hattâ sair devlet memurlanna pahalılık zammı olarak verilen paradan bu masum insanlar hiç bir şekilde istifade edemiyorlardı.

Bu görevlilerin bağlı olduğu Diyanet Teşkilâtı hiç bir zaman kendi görevlilerinin dert ye dileklerine hiç bir zaman tercüman olamamıştır.

devam edecektir...[5]

Din Görevlilerinden Diyanet İşleri Başkanlığına:

“Gölge Etmeyin Başka ihsan İstemeyiz."

Bırakın Diyanet işleri Başkanlığının din hizmetlerinin dertleriyle ilgilenmesini, din hizmetlilerinin “gölge etme başka ihsan istemem’’ dedirtecek kadar, Diyanet İşleri Başkanlığından büyük baskı ve ilgisizlik görmüşlerdir.

Aşağıda vereceğimiz belge devlet ve diyanet ortaklığıyla din hizmetlilerini ezen mekanizmaya iyi bir örnek teşkil edecektir. Belge, cenderenin din görevlilerini ve teşkilatını nasıl içine alıp sıktığını ve perişan bir hale getirdiğini göstermektedir.

“Bütçemize konulmuş olan Hademe-i Hayrat tahsisatının halen ve atiyen tezyidi imkânı olmadığı cihetle bugün mevcut hademe-i hayrat maaşlarının tezyidine mahal görülmemekte, halbuki gerek Makam-ı Senavari gerek Muvazene-i Maliye Encümeni, Hayrat-ı Şerife Müstahdeminin terfihi hususunu istihdaf etmektedir."

"Mevcut kadroda vazifeye dahil olan Hayrat-ı Şerife hizmetlilerinin mevcut tahsisatlar ile terfihi imkân dahilinde olmadığı sakıt idarenin de nazar-ı dikkatini celb etmiş olmalıdır ki tutulan sakîm usulün kısmen tamirine matuf bazı mahallerde "tasnif Unvanın ile tedbirler ittihazına mecbur olmuş ise de bu tedbirlerin de tatbikine bir çok mahzurları ve noksanları ve haksızlıkları ihtiva ettiği ve bu cümleden bazı camilerde bir imam yerine Uç ve bir iki müezzin yerine on, onbır ve bir kaç kayyım yerine on-onbeş kayyım istihdam edilmekte bulunduğu

görülmüş ve bunların hepsine verilen tahsisat ile hakikî miktara indirilerek hizmetlilerin tamamıyla temin edilmiş olacağından bundan sonra aşağıdaki madde ve kararlara bir şekilde muamele icrası hizmetlilerin menfaatine daha lâyık ve daha münasib görülmüştür.

“1- Camilerden müteaddit imamı bulunanların imametlerden birinin yapılmayıp vazifenin mevkuf tutulması suretiyle imamların bire indirilmesi ve kadromuzdan maaş olan hayrat hademesinden sair hizmetlerde müstahdem ve vazifesine hakikî bir lüzum görülmeyen kimseler varken hademe-i hayrat tertibinden vazifeleri olmayan^ tevcih yapılması ve aynı cami imametinin intıilâlinde imametin hatip uhdesine tevcîhi ile imamet ve hitabet vazifesini bir zatın uhdesinde toplanması elzem olduğu.”

“2- Hitabet vazifesinin intıilâlinde mezkûr vazifenin doğrudan imamın uhdesine tevcîhi suretiyle vazifelerin tevhîdi.”

”3- Müezzinlik ile kayyımlığın bir tek şahsın uhdesinde toplanması caiz ve hattâ lâzım olduğuna nazaran müzezinlik ile kayyımlığın bir zat uhdesinde toplanmasının temini cihetine gidilerek kadrolardaki fazlalığın izalesi.”

“4- Geçen maddelerde isimleri zikr olunan hizmetlerden ayrı olan ve ikinci derecede hizmetlerden bulunan cüz, devir, va’z, ferraş...gibi vazifelerin intıilâlinde katiyyen tayin mu-amelesi yapılmayıp hemen bilgi verilmesi.”

”5- Camilerde ifası şart olan fer’i vazifelerden; buharîhân, müslimhân, şifâ, mesabihhân, şeyhü’l-kurrâ, dersiam ve hutbe, cüzhân, eczâ, devir, muvakkit, mahyacı vazifelerinden başka uhdelerindeki vazifelerine mukabil “vazife” tertibinden maaşları bulunan hayrat hizmetlileri ile türbedârlar ve türbelerdeki ifası şart olan vazifeler Kânunîevvel 1926 tarihinden itibaren lâğvedilmiş olduğundan kadrodan tenzili.”

”6- Türbedârlar hakkında Vekiller Hey’eti (Bakanlar Kurulu) Kararının tamamen tatbik olunması iktizâ ettiğinden mezkûr hizmette istihdam olunması hasebiyle tahsisat olan türbedârlara ilk inhilâl edecek hizmetler teklif edilerek tevcîhi ve istinkâf ettikleri takdirde maaşlarının derhal kesilmesi ve bildirilmesi.”

“7- Camilerde inhilâl eden vazifelere yanmış ve yıkılmış camilerin hizmetlileri mev-cutken hariçten müracaat edeceklere Hayrat Hademesinin vazifelerinin kat’iyyen tevcih olun-maması ve yanmış ve yıkılmış camilere ait bir adet listenin gönderilmesi.”

“Yukarıdaki maddelerin tatbikî hususunda iktiza eden muamelenin ifası ehemmiyetle ve ta’mîmen teblîğ olunur efendim.” (19)

 

DİPNOTLAR

1- Egyptian Gazette, 4 Mart 1926, Orhon Koloğlu, İslâm’da Başlık, s, 116, Anka- ra-1978.

2- Orhan Koloğlu, İslam’da Başlık, s. 116, Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri (1923-1927), s. 204.

3- Diyanet İşim Reisliği, Tahrirat McLlüğü, S Mart 1926.

4- Cumhuriyet, S Mart 1926, Paul Gentizon, a.g.e., s. 101.

5- Paul Gentizon, a.g.e., s. 101.

6- Paul Gentizon, a.g.e., s. 101.

7- Bu namazın akabinde daha imam Cemaleddin Efendi selam vermeden, cemaatin (bu ne biçim namaz diyerek) dağıldığı ve selam verdiğinde de, Cemaladdin hocanın arkasında bir tek müezzin efendinin olduğu gözlenmiştir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek de, bu hal için: “Böyle namaza böyle cemaat!" diyerek, Cemaleddin Efendinin “Türkçe Namazı”nı alaylı bir şekilde hicvetmiştir.

8- Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, s. 44.

9- Cumhuriyet, 6 Nisan 1924, Vakit, 6 Nisan 1926

10- Osman Ergin, Maarif Tarihi, c.5, s. 1932-1933’ten nakil.

11- Cumhuriyet, 3 Mayıs 1926.

12- Jaschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, s.44

13- Mete Tunçay, Tek Parti, s. 218; aynı yazann

“Dogmatizm” isimli konferansında, 1924’ ten sonra dine karşı başlayan bu hareketlerin “Kemalizm” adına yapıldığı ve bir tür “Yeni İslâm” anlayışı adına gerçekleştirildiği dile getirilmiştir.

14- Feli Valyi, Revolutions in Islâm, s.71,1925-London; Mete Tunçay, Tek Parti, s.218.

15- Sadık Albayrak, Türkiye’de Din Kavgası, s. 288 (4. Basım)

16- Hademe-i Hayrat Umum Merkezi, TBMM’ye gönderilen 1 nolu “arîzâ”

17- Hayrat Hademesi Genel Merkezinin, din hizmetlilerinin durumuyla ilgili TBMM’ye gönderdiği bu şikayetnamenin aslı 24 sayfadır. Kader Matbaası, İstanbul-1924.

18- Diyanet işleri Reisliği, her müftülüğe bu belgeden göndermiş ve devletin din gö- evlisi sayısını azaltmak siyasetini aynen benimseyerek, din hizmetlilerinin üzerinde manevi askılar yapmıştır.

19- T.C. Diyanet İşleri Reisliği, 20 Kasım 1926 tarih ve 3539/9515 sayılı tamiminden.

Hasan Hüseyin Ceylan - Din Devlet İlişkileri Cilt.2
Devamını Oku »

Cemaleddin Hoca ve İlk Dinde Reform Gayretleri (2.Yazı)

Cemaleddin Hoca ve İlk Dinde Reform Gayretleri (2.Yazı)

6 Nisan 1926 tarihli gazeteler menşetlerinde “Dinde Reform’ ’ diyerek Göztepe Camii İmamı Hacı Cemaleddin Efendinin ‘‘Türkçe Namaz Kıldırdığından” haber veriyordu. Aynı tarihli Vakit gazetesi, Cemaleddin Hoca’nın akşam namazım kıldırırken, birinci ve ikinci rekatlarda okuduğu arapça süreleri, tamamen Türkçeleş¬tirerek okuduğunu haber vererek, okunan ihlas sûresinden örnekler veriyorlar, Cemaleddin Hoca’nın namaz kıldırırken okuduğu ihlas sûresi şöyle idi:

‘‘De ki, o Allahtır, Allah herkese yetişen Ulu Mevladır. O doğurmamış tır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’nun dengi olmamıştır.”

Bu ilk Türkçe namazın ardından (7) Cemaleddin Hoca gazeteciler vasıtasıyla yönetime “münevver”, “aydın” hoca diye takdim edilmiş ve böylesine cesur davranan bir hocanın mükafatlandırılması istenmiştir.

Aslında Göztepe Camii imamı Cemaleddin Hoca, yine 22 Mart 1926 Cuma günü ilk Türkçe hutbe denemesinde bulunmuş ve hutbeyi arapça dua ve ayetler dahil tamamen Türkçe okuyarak tamamlamıştır.(8)

Cemaleddin Hocanın» cemaatın da tepkisini alan ve “böyle hutbe olmaz,namaz fasıd oldu” dedirten Türkçe hutbesi şöyle idi:

Ey ululardan ulu Tanrı! Sana hamdederiz. Bütün alemleri yoktan vareden ve onlara rızık veren Sensin. Sana şükrederiz. Bütün mahlukat içinde insanları en mükerrem yaratan Sensin.En şerefli kulunu, doğrulunda şüphe etmediğimiz büyük kitabınla bize hak Peygamber olarak gönderdin. Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım isteriz. Ey Ulu Tanrı bizi imandan ayırma.

Ey Müslümanlar! Ulu Tanrı buyuruyor ki :

“Bazı insanlar : “Allah’a ve ahiret gününe inandık, biz de müminiz” derler. Böylelikle Allah’ı ve müminleri aldatmak isterler. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar. Ve böyle yaptıklarını da anlamazlar. Onlara : “Dünyayı fesada vermeyiniz” denildiği zaman : “Hayır! Biz ıslah ediyoruz” derler. Halbuki ifsat ederler, lakin anlamazlar.Kendilerine : “Herkes gibi iman ediniz” denildiği zaman : “Biz aptallar gibi mi inanacağız?” derler. Halbuki kendileri aptaldırlar. Bunu bilmezler!. Allah ile yaptıkları ahitleri bozanlar, Allah’ın birleşmeyi emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünü fesada verenler hüsrandadırlar. Islah edilen yeryüzünü ifsat etmeyiniz. Allah ifsat edenleri sevmez. Kendiniz yapmadığınız iyilikleri başkalarına nasıl tavsiye edersiniz? Kitabı okuyorsunuz, hiç düşünmüyor musunuz?” (Bu Ayetler Atatürk tarafından seçilmiştir).

Ulu Tanrım, hak ve adaletle hareket edenleri Sen payidar eyle. Cumhuriyetimizi ve Türk milletini Sen muhafaza eyle. Türk ordusunu havada, denizde ve karada daima muzaffer eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Mahsulatımızı her türlü afetlerden sakla. Mubarek şehitlerimize ve ölülerimize rahmet eyle.

Allah adil ve ihsan ile emreder. Akrabanızdan muhtaç olanlara muaveneti emreder. Fuhşu ve kötülüğü ve haksızlığı nehyeder. Allah size nasihat veriyor. Umulur ki düşünürsünüz.

Hiç bir mecburiyeti yokken ve Diyanet işleri Başkanlığından da bir genelge gelmeden Türkçe namaz kıldırıp, Türkçe hutbeler okuyan Göztepe Camii imamına gazetecilerin tersine halktan büyük tepkiler gelmişti. Ve İstanbul’dan bir grub cami cemaati sırf bu yüzden hocayı Diyanet İşleri Resliğine şikayete gelmişti. Reis Rıfat Börekçi bile “Bu kadarı fazla” diyerek, Göztepe Cami imamının hareketini tasvip

etmediğini bildirmiş ve halkın tepkisinin büyümemesi için de iki hafta Cemaladdın Hocaya görevden men cezası vermişti.

Nitekim cezası biter bitmez söylediğimiz tarihte, 6 Nisan 1926 tarihinde Göztepe Camii imamı daha ileri giderek, camide namazla birlikte ibadetin her türünü Türkçe ile yapmaya başlamıştı.(9)

Cemaladdin Hocanın, Diyanet işleri Reisi Rıfat Börekçinin bile kızmasına ve onu geçici olarak (İS gün/iki hafta) görevden almasına sebebiyet veren davranışları için Ahmet Ağaoğlu, 11 Nisan 1926 tarihli Milliyet Gazetesinde: Nasıl oluyor da, Diyanet İşleri Reisi, Bir inkilapçı hocayı cezalandırıyor?” diye bir yazı yazmıştı.

Sözkonusu yazıyı ehemmiyetine binaen buraya aynen aktarıyorum:

İstanbul camilerinden birinde, Türk hocalardan birisi, Türkçe namaz kılmış ve birçok Türk müminleri de devletin temeli olarak kabul eylemiş bir memlekette bunun kadar tabii bir hadise olabilir mi? Fakat eyvah ki tabiilik ve mantık hala birçoklarının dindarlığına yerleşememiştir. Anlaşılıyor ki bazıları hadiseye itiraz etmişler ve hocayı Diyanet İşleri Reisliğine şikayet eylemişlerdir.

Tekrar soruyoruz, Hocanın kabahati nedir? Hangi kanun ve hatta şeri şerifin hangi düsturu Türkçenin dualarda kullanılmasını menetmiştir? Türkçe haram bir lisan mıdır? Şeri şerifce haram bir lisan var mıdır? Hiç unutmam, vaktiyle İstanbul Türkocağı’nda verdiğim bir konferansta Hazreti Kuran‘ın Türkçe’ye tercümei lüzumunu ileriye sürmüştüm. Bunun din namına Türklerin Hazreti Kuran‘dan istifade edebilmeleri namına söylemiştim. İkinci gün mahut Abdülaziz Çaviş -ki elyevm (halen) Mısır’da Arap vatanperverliği ile meşguldür- Beyazıt camiinde bir mevize vererek benim mürted olduğumdan ve benim için tecdidi iman ve nikah lüzumundan bahsetmişti.

Çaviş’in haleti ruhiyesini ve onu tahrik eden saikleri (nedenleri) pek iyi anlarım. Bilatefriki (ayrım yapmadan) ırk ve cins bütün beşeriyetin halas ve necatı (kurtuluşu) için nazil olan bu mukaddes kitabı ve bu kitabın muhatabı olan mukaddes bir vücudu yalnız bir kavmin malı addederek, diğer kavimlere lisanlarını ve şuurlarını kaybettirerek o kavmin peyrevi (taklitçisi) olmalarını arzu edenler için böyle bir hareket gayet tabiidir. Onlar için Türkçeyi kullanmak bir irtidat (dinden dönme) ve Türklükten bahsetmek de bir delalettir (sapıklıktır). Allah yalnız Arabın Allah’ıdır ve Arapçadan başka bir lisan kullananları ne dinler, ne işitir ve ne de anlar. Ecdatlarımızı buna inandırmamışlar mıydı? Güzel Türkçemizle uğraşmayı abes ve hatta günah bir fiil gibi telakki etmeye ikna etmemişler miydi?Türk kelimesinin tahkir (aşağılık) ve istihfaf (küçüklük) ifade ettiğini bize kabul ettirmemişler miydi? Lisanımızı, şuur ve vicdanı millimizi bu tetebbuat sayesinde kaybetmek üzere değil miydik? Araptan ziyade Arap, Acemden ziyade Acem olmak üzere değil miydik? Bizi bu hale getirenler aynı zamanda bizi Hazreti Kuran‘dan, İslamiyetin ali (yüce) manalarından mahrum ettirmişlerdir.

Türk fiilen dini membalardan mücerret olduğu, kıldığı namazın yaptığı duaların bile manalarını anlayamadığı için dininden de mahrum kalmıştır. Din yerine kafasında ve kalbinde asla alakası olmayan ve dine taban tabana zıt bulunan hurafat ve israiliyat taşımakta idi.

Fakat bereket versin ki gözlerimiz geç de olsa açıldı. Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı idrak ettik. Ne Müslüman olmak Arap olmak ve ne Türk olmak Müslüman olmamak demek olmadığını öğrendik. Bilakis hakiki Türk olmak aynı zamanda hakiki Müslüman olmak demek olduğuna kani olduk. Zira vakalar ve hadiseler isbat etti ki Müslümanlığı müdafaa, muhafaza ve idame ettiren yegane hakiki amil Türk imiş. Türksüz Müslümanlık yaşamaz, yaşayamaz. Binaenaleyh Türk manen kuvvetli olmalıdır ki Müslümanlık da manen ve maddeten kuvvetli olsun.

Bunun için de Türk mefhumunu ifade eden bütün maddi ve manevi amiller inkişaf etmelidir. Mezkur amiller arasında en mühimleri, Türkün lisanı ve Türkün şuurlu dinidir. Türk lisanının her sahada inkişafı, bütün sahalara hakim olması ve bütün sahalarda kullanılması lazımdır. Dinin şuurlu olması için de Türk o dinin menbaı olan Hazreti Kuran‘la Kuran’ın emrettiği bütün dua ve niyazlarla doğrudan doğruya temas etmelidir. Onları anlayarak feyz almaya çalışmalıdır.“

Türk milleti altı seneden beri yaptığı muazzam mücadeleyi sırf kendisinin bu inkişafı için icra etmektedir. Yoksa lisanı da, dini de ve hayatının diğer tecelliyatı da eskisi gibi kalacaksa bu mücadeleden fayda ne olur? Bu nokta nazardan Türkçe namaz kılmış olan hoca hem lisanımızın ve hem dinimizin inkişafına yani yaptığımız mücadele ve inkilâbın esaslarına hizmet etmiştir. O halde böyle bir hoca nasıl oluyor da ceza görüyor ve nasıl oluyor da inkilâbın başında bulunan bir riyaset böyle bir hocayı icrayı vazifeden men ediyor’?(10)

Ahmet Ağaoğlu’nun 11 Nisan 1926 tarihli Milliyet Gazetesindeki bu yazısı üzerine, Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi çok sinirlenmiş ve halkın aşırı tepkisini de fırsat bilerek: “Inkilapçılık ayrı, namaz olayı ayrıdır. Türkçe namaz kılmakla dinimizin inkişafına çalışıldığını ve böylece de inkilâbın esaslanna hizmet etmiş olunduğunu söylemek abestir ve inkilabı anlamamaktır” diyerek kamuoyuna bir cevab da bulunmuştur. Rıfat Börekçi, gazetecilerin alkış tuttuğu “Türkçe Namaz” için de: “Türkçe Namaz Kılınamaz”. Ayetler ve sureler aslı gibi Arapça okunmalıdır” diye bir fetva vererek Türkçe namaz meselesini kapatmıştır.(11)

 

Merkezden Taşraya Standart Hutbeler!

Göztepe Camii olayından sonra, beş uzmandan kurulu birleşik komisyon, 1926 yılı sonunda Diyanet İşleri Başkanlığına bir reform taslağı ile 58 örnek hutbe sundu. Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi bütün camilerde aynı hutbenin okunması ve

Türkiye'deki bütün imamların cemaatı benzer şekilde yetiştirmesi için bu örnek hutbeleri müftülükler vasıtasıyla bütün yörelere dağıtmış oldu.

Rıfat Börekçi müftülüklere yolladığı bildiride, namazda ki fatiha sûresi dahil bütün ayet ve surelerin arapça olacağı, hutbelerin ise, başlangıç ve bitiş dualarıyla birlikte hutbede okunan hadislerin arapça olacağım, fakat bunların Türkçe açıklamasının anlamla beraber yapılabileceğini bildirdi. Rıfat Börekçi aynca öğüt yolunda yapılacak dua ve tavsiyelerin, Türkiye Cumriyeti Devleti adına olacağım ve topla¬nacak yardımların da “Tayyare Cemiyeti”ne, “Hava Kuvvetleri “ne verileceğini belirtti.(12)

Şapkayla başlayan din - devlet çatışması ister istemez zamanla dinde reform hareketlerine ve dinin denetim altına alınmasına sebebiyet vermiştir. Bir diğer ifadeyle artık Türkiyede vahiy dini olan İslâm yerine, kanun dairesinde kalan ve devlet denetiminde olan bir İslâm yaşanmaya başlamıştır. Devlet denetiminde yaşanan reform İslâmlığı yer yer devletten daha ileri giderek 3 Mart 1924 tarihinde kurulan Diyanet İşleri Reisliğine önayak olmuştur. İlk Diyanet İşleri Reisi olan ve reisliği ölümüne kadar (1941) devam eden Rıfat Börekçi’nin başkanlık dönemi, devlet denetiminde yaşanan İslamlığa ve ondan da öte İslâmdaki reformasyona çok çarpıcı örnekler teşkil etmiştir. Dinin denetim altına alınması ve dinde reformlara gidilmesi üstelik hem diyanet nezdinde ve hem de devlet nezdinde laiklik adına yapılmıştır. Halifeliğin kaldırılmasından ve din eğitimini yasaklayan, medreselerin kapatılmasını sağlayan kanunlardan sonra devlet, yoğun bir şekilde dine karışı adımlar atmaya başlamıştır.(13)

 
Devamını Oku »

Şapkadan Sonra Başlatılan Sindirme Hareketleri Ve Sınırtanımaz Devlet Terörü (1.Yazı)

Şapkadan Sonra Başlatılan Sindirme Hareketleri Ve Sınırtanımaz Devlet Terörü (1.Yazı)

24 - 25 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu ve İnebolu seyahatleriyle başlayan şapka serancamı, kısa zamanda o kadar büyük boyutlara ulaşmıştı ki, artık tek mesele şapkayı veya fesi giymek değil, her ikisini de giyecek kafayı yerinde tutabilmek olmuştu. Bu sebeple Eylül-1925 - Şubat 1926 tarihleri arasında yoğun bir sindirme ve terör diyebileceğimiz şiddetli halkı bastırma hareketlerine şahit olundu.

‘ ‘Şapka meselesi artık istekle yürütülen değil, kanla yürütülen bir mesele halini almıştı.” (1) Şapkayla ilgili İstiklal Mahkemesinde yargılanan ve çoğunluğunu dini etkinliği olan kişilerin oluşturduğu binlerce mahkumdan idamla cezalandırılanların sayısı o kadar çoktu ki, Orhan Koloğlu’nun “İslâm’da Başlık” adlı kitabından şu küçük İstiklal Mahkemesi istatistiklerini aktarmak, idam edilenlerin genel sayısının kavranmasında önemli bir ipucu oluşturacaktır kanaatindeyim.

Aralık 1925 :75 dava, 163 sanık, 3 idam

Ocak 1926:78 dava, 582 sanık, 41 idam

Şubat 1926: (ilk 15 gün): 63 sanık, 13 idam.

Görüldüğü gibi 2,5 ay içerisinde tam 57 kişi idam edilmiş ve yüzlerce kişi de, ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardır.(2)

Biz şapkayla ilgili; aslında dinî gösterilerle ilgili tepkilerin bastırılması konusunda, ülkede olup bitenlerden bu kadar aktarma yapmakla yetinmiş olacağız.

Şapkayla ilgili gelişmelerin en ilginci de, şapkanın dini bir kıyama vesile olmaması gerektiğini ve şapkanın dince hiçbir mahzur teşkil etmediğini beyanla Diyanet İşleri Reisliğinin “Şapka ve Din” adı altında bir beyannameyi müftülüklere göndermiş olmasıdır.

 

Diyanet - Devlet İşbirliği!..

Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi Mart 1926’da müftülüklere gönderdiği ta-miminde: “Şapka başlıbaşına bir hristiyan adeti ye hıristiyanların sembolü değildir.

Sadece başı güneşten korumak için ve libası tamamlamak için kullanılan serpuştur. Binaenaleyh şapka ile namaz kılınabileceğini duyurur, müftülerimizin M konuda halkı tenvir eylemesini rica ederim.

Ayrıca başı açık olarak namaz kılmak İslamda caiz midir- diye soranlar o|. maktadır. İsteyen her mümin ister başı açık, ister şapkalı bir şekilde namazlarım kılabilirler...” diyerek (3) şapka - ibadet ve şapka - din konusunda bir açıklık getirmişti.(4)

Başı açık bir şekilde genelde öğünlere kadar namaz kıiınmadığı için, halk başı açık olarak namaz kılan kişileri de yadırgıyordu. Bu durum, İstanbul Başmüftüsünün bir yaklaşımı ile ilginç bir boyut kazandı: “Baş açık namaz kılmak, Allah’a karşı bir saygının alâmetidir.” (5)

Evet böyle diyordu İstanbul Başmüftüsü ve olayın mantığım da şu kıyasa bağlıyordu: 'Türkiye artık yeni bir anlayış, modem bir anlayış benimsedi. Bu anlayışa göre saygı duyulan kişiler önünde şapka çıkartılıyor. Bundan böyle baş açık bulunmak bir saygının ifadesidir. Faziletli bir kişi karşısında gösterilen bu üstün saygı davranışım Allah’m huzurunda yapmamak düşünülebilir mi?” (6)

Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi ile, İstanbul Başmüftüsünün şapka vesile-siyle gündeme getirdikleri hususlar artık 1926’dan itibaren dinde reformların yapılacağını ve en başta ibadetler de bir ıslahat programına, yenileştirme faaliyetlerine geçileceğinin işaretini de veriyordu.

Ve nitekim ilk ciddi uygulamayı, hiçbir yerden emir almamama rağmen ve tamamen belli çevrelerin gözüne girebilmek için Göztepe Camii İmamı Hacı Cemalettin Efendi gerçekleştirdi.

 
Devamını Oku »

Kahramanmaraş'ta Cami Taranıyor ve Camide Saklanan Müslümanlar Birer Birer Tutuklanıyor

Kahramanmaraş'ta Cami Taranıyor ve Camide Saklanan Müslümanlar Birer Birer Tutuklanıyor

“Maraş’ta büyük bir irtica hadisesi oldu. Hükümet önüne gelen yüzlerce kişi, “şapka istemeyiz” diye bağırdı...”

Olayı bizzat gören ve yaşayanlardan bir muhabir, Maraş hadisesinin ayrıntılarını sonradan şöyle anlatıyordu: ”... askerin geldiğini gördük, jandarmalar tüfeklerine süngü takmışlar, Maraş Cami-i Kebir’ini abluka altına almışlardı. Bir kısım ahali de cami karşısındaki tepeliğe kaçışmıştı. Caminin içine bir baskın yapmak için hem yerdeki jandarmalar tetikte bekliyor ve hem de caminin çatısına çıkan askerler “mülteciler üzerinde derin bir tesir halkedecek şekilde” vakar ve metin etvar (tavırlar) içinde bulunuyorlardı.

Cami önünden kaçamıyan halk jandarma ablukasımn içinde sıkışmış ve hepsi birer birer yakalanmıştı. Yakal ananlar tek sıra halinde, elleri başlarına bağlı vaziyette cami duvarının önünde dizilmişlerdi.

Tam bu esnada büyük bir gürültü işitildi. Bir de baktık askerler cami kapışım kınp oraya giriyorlar. Bu sırada cami içinde bir infial meydana geldi. Cami içinden bir kaç el silah sesi işitildi... Sonra camiye saklanmış olan mürteciler teker teker yakalandılar.

Ben de süngülü askerlerimiz arasından geçerek camiye girdim. Camide yakalanmış olanları sıraya dizmişlerdi. Saydım: 39 kişi...

Sonradan öğrendim yakalanlar arasında, irticanın başı diye bilinen Cami-imamı Halil İbrahim Hoca, müezzin Hafız Mehmet Efendi, Hademe-i Hayrattan Abdullah Efendi gibi kişiler vardı...

Sabaha kadar devam eden operasyonların neticesinde, şapkayı vesile ve dini alet ederek böyle bir irticanın tertip ve tasmim edildiği anlaşıldı. Tutuklananlar arasında: ‘Benim adım Maşaallah, şapka giymem inşaallah” dediği için halk arasında

* ‘İnşaallah Maşaallah * * lakabıyla meşhur ve 31 Mart hadisesinde Maraş ’ta ilk bayrak açanlardan ve' idama mahkum olanlardan Ali Efendi (Gemicioğlu) denilen kişi de vardı. İnşallah - Maşallah Ali Efendi ’nin elebaşılarından biri olduğu tesbit edilmişti »»

Cumhuriyet muhabirinin Maraş olayını anlatırken, dile getirdiği hususlar ve halka karşı girişilen operasyonlar, şapka uygulamaları ve düzeltimlerinin hangi raddeye kadar vardığım göstermektedir.” Cami damına tırmanmış süngülü askerler ve Cami - i Kebirin kapısını kırarak camiye giren ve silah sıkan jandarmalar..." uygulamaların nasıllığını ve niceliğini gösteren en iyi kesitlerdir.

 

Hasan Hüseyin Ceylan,Din-Devlet İlişkileri cilt:2
Devamını Oku »

Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)


Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)

Şevket Süreyya inkılâpların bittiğini söyleyen İstiklâl Mahkemesi Başkam Ali Çetinkaya'nın bu değerlendirmesi için şunları söylüyor:

“Halbuki o târihlerde Türkiye hiç şüphe yok kı hır inkılâp yaşıyordu* Bu inkılab bitmemişti. Fakat görünüyordu ki bazı insanlar bu inkılâbın Önünde değil, ardında koşuyorlardı. Çankaya'da yerleşen insan, bu inkılâpların listesini, bu insanların ne çare ki evvelden bildirmemişti. öyle görünüyordu kı. Çankaya'da yeni bir inkılâp hamlesinin saati çalınca, bu hamle Meclıste hemen bu kânun haline gelıyodu. O zaman her şey kolaylaşıyordu. O zaman, başına kânundan önce şapka giydi diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan adam, aradan kısa bir süre geçince ünlü bir müderrisi (Atıf Hocayı) şapka giymedi diye darağacına verebiliyordu

“Almanya'da inkılâp olmaz çünkü kanunen memnudur ! diyen Heine'nin sözünü biraz değiştirerek bizim içinde söylemek kabildir;

Türkiye'de her inkılab olur.Fakat ancak kan yoluyla..''

 

İnkılâp Tüccarları

İşte Âtıf Hocayı muhakeme eunış olanlar hu şekilde inkılâbın ticaretini yapan kişilerdi. İlk başta karşı çıktıkları inkılâba, daha sonra inkılâp kânunlaşınca dört elle sarılıyor. Daha doğrusu öyle görünerek “gemilerini yürütüyorlardı.” Bu şekilde yaparak hem mevki ve makamlarını muhafaza ediyor. Hem de yeni dünyalıklar kazanıyorlardı.

Atıf Hoca ve Anadolu'nun dört bir yanından toplanan binlerce insan işte bu “inkılâp tüccarları’nın insafına terkedilmişlerdi. Bu “inkılâp tüccarlarından” Kılıç Ali gibi olanlar muhâkemeyi bile lüzumsuz görüyor ve “kurbanlık koyun gibi” önlerine getirilen maznunların işini hemen oracıkta bitirmek istiyordu. Hattâ idam cezâsı vermekle de hıncını alamıyor, darağacına götürülen mazlumlara habire hakâretler yağdırıyordu.

Yakın tarihimizde apayrı bir yer tutan istiklâl Mahkemelerinin iç yapısını tanımak için Şevket Süreyya’nın verdiği bu misaller bile kâfiydi. Şayet bu yetmezse, Atıf Hocanın muhâkemesine bakmak bile bu mahkemelerin ne durumda olduğunu anlamaya kafi.

Şapka Kanununa muhalefet ettikleri gerekçesiyle muhakeme eden İstiklâl Mahkemesi sık sık kendi koydukları usulleri ve çıkarılan kânunları kendileri çiğniyor vehiçbir suç delili bulamadıklan kişilere, “Niçin şapka giymedin?” diye soruyordu. Sanki şapka giymek kânunen mecburiymiş gibi...

Kânuna göre şapkayı parlamenter ve devlet hizmetinde bulunanlar giyecekti. Bütün vatandaşların şapka giyeceğine dair kayıt yoktu.

İşte bu şekilde muhakemelerle yüzlerce kişi hakkında idam cezâsı ve yüzlerce vatandaş hakkında da ağır hapis cezâsı veren istiklâl mahkemesi, bütün bunlarla kanmamış gibiydi. Şapka ile ilgili dâvâlara bakma rekoru kıran Ankara İstiklâl Mahkemesi gözünü bir büyük “ava” dikmişti. Bütün hınçlarını ve öfkelerini Atıf Hocadan çıkarmak istiyorlardı. Ancak gelgörelim ki, Âtıf Hocayı “suçlu” gösterebilecek en ufak delilleri yoktu. Ne bir belge, ne bir kitap, ne de şahitlerin ifadesi... Tek delil kânunun neşrinden hayli önce piyasaya çıkmış “Frenk Mukallitliği” eseriydi.

Sıra Âtıf Hoca’da

Şâhitler dinlendikten sonra sıra Âtıf Hocaya gelmişti. Âtıf Hoca ifadesinin baş kısmında Mahkeme Reisinin sorduğu somlara cevap verirken siyasetle meşgul ol-madığını belirtmişti. Daha sonra Reisle Âtıf Hoca arasında geçen diyalogu Necip Fazıl şu şekilde naklediyor:

Reis, karanlık gözleriyle Atıf Hocanın saffet dolu yüzüne tükürdü:— Boyuna siyasetle uğraşmadığınızı söylüyorsunuz ama, sizin ondan başka işiniz olmadığını iddia edenlervar..Atıf Hoca mırıldandı:— Olabilir! Bir şeyin söylenmesi başka, yapılıp yapılmadığı başka... Benim hayatım meydanda... İşimin gücümün siyaset olduğunu söyleyenler, nerede, ne zaman, nasıl ve ne şekilde siyaset yaptığımı göstersinler!..— Bu hususta en büyük delil «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinizdir. Bu eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmetetmek için yazdınız?

 

Taklitçiliğin Her Türlüsü Kötü

“Senelerce evvel ve mücerret bir gâye uğrunda yazdım... Şahsiyet sahibi olma gâyesi... Yoksa şu veya bu hükümet teşebbüsüne karşı durma fikriyle değil... Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür. İşte karşınızda Japonya misali!... Garbın bütün terakkilerini elde ettikten sonra şahsiyete ve milli ananeye sadık kalmanın örneği... Japonlar, Asyalı bir topluluk adına, Avrupa-nın bütün ilmini, fennini, usûlünü, sistemini devşirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daimâ ibret dersini verecektir. Benim de o eserde güttüğüm gâye, Hikmet, müminin kaybolmuş malıdır, nerde bulsa alır’ meâlindeki hadis gereğince, Avrupa’yı, iyi ve faydalı taraflarından ve bünyemizde eriterek hazmederek benimsemek... Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan bütün bunları kendi şahsiyet ve vâhidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve âdi mukallit seviyesine düşmemek... İşte bu gâyeyi güden, mücerret fikirlerden ibaret olan ve asla müşahhas ve siyasi bir meseleyi hedef tutamayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım halde, ancak 1340 (1924) yılında başarabildim...

Devlet ve Resmî Makamlar İzin Veriyor (6)

“Eseri bastırmadan evvel kimseye gösterdiniz mi?

“Bu suale bilhassa ‘evet! * demek isterim. Hem de şuna buna bağlı değil, resmî makamlara gösterdim. Eserden 8 nüsha kopya ettim ve bunlardan ikişer nüshasını İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderdim. Okudular, tedkik ettiler ve sonunda beni tebrike kadar vardılar. ‘Hoca efendi, çok nazik ve mühim bir mevzua el atmışsın, emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik ederiz! dediler. Usûl icabı olarak da eserin resmî neşir müsaadesini verdiler.

Reis şaşkın:

* Demek böyle oldu?

“Aynen böyle oldu! Alâkalı makamlardan sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi dosyamda mevcuttur. Takdim etmiştim.**

Önce Alkış, Sonra Muhakeme

İhtilâl ve devrim geçirmiş her ülkede olanlar, o târihlerde ülkemizde de ol-maktaydı. önce alkışlanan kişiler, kısa bir müddet sonra öldürülebiliyordu. önce takdirlerini bildirenler, bir müddet sonra “devrime ayak uydurmak için* şiddetle tekdir edebiliyorlardı.

Âtıf Hoca hâdisesinde de öyle olmamış mıydı? Resmî vazifeliler 1924 yılında Atıf Hocayı takdir ediyor, ancak 1926’da o takdir ettikleri eserden dolayı yaka paça mahkemeye çıkartılıp hesap soruyorlardı.

 Mahkemede olup bitenleri takip etmeye devim edelim:

Şapka Kanunundan sonra bu kitaptan sattınız mı?— Asla!.. Kararname ve kanun çıktıktan sonra kitaptan tek nüsha bile satılmamıştır. Ama ondan evvel alıp okumuşolan birçok insan bulunabilir.— Bu kitabın Şapka İnkılâbına karşı bir cereyan doğurduğu, inkılâba aykırı duygu ve düşünceler aşıladığıI62iskilipli Atıf hocave kötü tesirler bıraktığı iddiasına ne dersiniz?Atıf Hoca doğruldu:— Yanlıştır derim! Şapka İnkılâbı bu eseri hoş görmeyebilir, sevimsiz, hattâ tehlikeli bulabilir; fakat kendisine karşıyazılmış bir eser olmadığı için onu suçlandıramaz!Atıf Hoca bir an daldıktan sonra dudaklarını kıpırdattı:— Bu eser intişar ettiği zaman bir gazete aleyhinde bazı yazılar yazmış, bana hakaret etmişti. Ben de bu gazeteyimahkemeye vermiştim. Aleyhimdeki yazıların hedefi, eserimin zararlı ve zehirleyici olduğuydu. Mahkeme heyetikitabın zararlı olmadığını, hakaretin ise vâki olduğunu kabul ederek gazeteyi nakdî cezaya çarptırdı. Bu karar dadosyamdadır. Lüzum görülürse mahkemeden sorulabilir.Reis :— «Son Telgraf» gazetesi, değil mi?Atıf Hoca :— Evet efendim

 

Müslüman Olmak« Suç mu?

Atıf Hoca bu ifadeleriyle, “avı" yakalamak için türlü türlü tuzak kuran ve her türlü yola başvuran avcıların hevesini kursağımla bırakmış gibiydi. Mutlaka mahkum etmeyi kafalarına koydukları Atıf Hocayı nasıl mahkum edeceklerdi? işte herşey meydandaydı... Hangi hukuk, hangi kanun şu masum insana ceza verebildi?

Mahkeme heyeti bu müdâfaa karşısında insafa gelip, hak ve hakikata teslim olcağı yerde, daha beter öfkeli ve tedirgin vaziyette, başka şâhitler bulup dinliyordu. Tabii hedef hep aynıydı: Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği" isimli eseri Şapka Kanunu çıktıktan sonra satılmış nuydı? Atıf Hoca bu eserinin propagandasını yapmış mıydı? Şapka aleyhinde konuşmuş muydu?

Atıf Hoca: Kel Ali. Kılıç ali ve Necip Ali üçlüsünün bu “işgüzarlığını“ görünce dayanamayıp şöyle dedi:

Reis Beyefendi. Müsaade buyurursanız Mahkemenin işini kolaylaştıran ve bir itiraf halinde cürmümü tes-' bit edeyim!Reis Kel Ali, bir türlü tutamadığı avın öz ayaklariyle yanına geldiğini gören bir canavar neşesiyle atıldı:— Söyleyiniz! *'

— Ben, hamdolsun, müslümamm! Biricik gayem de İslâmm hakikatlerini yaymaktır. Bu, eğer bir suçsa, sabittir.Eserim bu gayeyi güder. Bu da sabittir. Fakat Şapka Kanunundan evvel yazılmış ve ondan sonra asla ortadagörünmemiştir. Bu da sabit... Şapka isyanını körükleyenlerle en küçük alâka ve münasebetim olmadığı da sabit...Eğer bütün bu «sabit» ler arasında beni mahkûm..edebilecek bir nokta varsa Mahkemeniz hüküm vermekte serbesttir. Fakat ille suç aramaya kalkışmak, tecelli eden bedahetlere göre boşuna zahmettir..

Savcının Talepleri

2 Şubat 1926 günü “devrimler târihi’ için çok mühim bir gündür. O gün “şapka devrimıne muhalefet ettikleri* İddia edilen meşhur İlimler için hazırlanan iddianame açıklanacaktır.

İlk önce. Savcı Necip Ali söz alır. İddilnamesini okur ve kim için ne kadar cezâ talep ettiğini açıklar:

«Şapka ve bu yüzden meydana gelen hâdiselerin âmilleri olmakla maznun bulunan eşhastan (şahıslardan) Babaeski sabık müftüsü Ali Rıza Hoca'nın idamına, İskilipli Atıf, Süleyman, Fettah, Tahir, Mes'ut, saatçi Süleyman, Erzurumlulardan Osman, Mehmed, Telgraf Müdürü Halid, Yusuf Kenan Hoca ve efendilerin de üçer seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe konulmalarına, Hasan oğlu Samih, Araş Şirketi Müdürü Cafer İsmail, Sabuncuzade Mustafa ve Zühtü ile Tahir-ül Mevlevî Hocaların nefyine, Tevhid-i Efkâr muharrirlerinden Ömer Rıza'nın hudut haricine tardına, Gostu-varlı Hüseyin, Berber Mustafa, Ispartalı Hüseyin ve kardeşi ile kitapçı Mihran ile İhsan Mahfi Efendilerin de beraatlarına karar verilmesini talep ederim.»

Atıf Hocanın Kerameti

Bu iddianameyi dinleyenler şaşınp kalmışlardı. Adı geçen kişiler hakkında hiçbir suç delili bulunamamıştı. Ancak buna rağmen idam cezâsı ile ağır hapis cezâları sicim gibi yağmıştı.

Atıf Hoca için istenen cezâ “3 sene hapis” idi. Bu, savcının talebiydi. Atıf Hocanın arkadaşları; * Savcı bu kadar talep ettikten sonra mahkeme mutlaka beraat verir” diyorlardı. Atıf Hoca ise büyük bir tevekkülle, “Allah bilir” diyordu.

Mahkeme heyeti, duruşmayı 3 Şubat’a tehir etmişti. O gün maznunların son sözleri dinlenecekti.

2 Şubat gecesi maznunlar kapatıldıktan hücrelerde müdafaalarını yazmaktadır. Atıf Hoca da müdafaasını yazarken bir aralık uyuya kalır. Bundan sonra olup bitenleri Necip Fazıl’ın kaleminden takip edelim:

“...Atıf Hocanın uykusu uzun sürüyor. Tahir Hoca müdâfaasını yazmakta devam ederken Atıf Hoca birdenbire gözlerini açıyor. Yüzünde hârikulâde derin ve ince bir tebessüm..

Tahir’ül-Mevlevî’nin gözleri hayretle alabildiğine açık.. Sanki 24 saat içine sığacak büyük kerameti şimdiden sezmiştir:

Ne o, Hocam, çabucak uyanıverdin? Atıf Hoca gayet sakin:

— Uykudan murad hasıl oldu!

— Yâni?

— Yâni, beklediğim rüyayı gördüm!

Tahir-ül-Mevlevî haşyet ve dehşetle ürperiyor:

—     Ne gördün?

Atıf Hoca yatağımda doğrulmuş ve müdafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzmüştür:

— KÂİNATIN FAHRİNİ GÖRDÜM. BANA «YANIMA GELMEK DURURKEN NE DİYE MÜDAFAA KARALAMAKLA UĞRAŞIYORSUN?» DEDİ.

Tahir-ül-Mevlevî kendinden geçmiş gibidir:

— Ne diyorsun?

— Beni idam edecekler! Allanın Sevgilisine kavuşacağım!

— Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok... Allah Resulünün göründüğü rüyaya fesad karışamaz. Şu var ki, müddei-yi umumînin 3 yıl hapis istediği bir dâvada idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız... Kafam işlemiyor!

— Göreceksin ki, beni asacaklar! Başka bir şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor!

— Söyleyecek söz bulamıyorum!

—Doğru! Zaten söze ne lüzum var! İşte müdafaamı yırtıyorum!

— Yapmayın! Siz onu mahkemede okuyun da ne olursa olsun!

Atıf Hoca, nurlu yüzünde aynı tebessüm, müdafaasını yırtıyor ve sonra bir kâğıdın içinde toplayıp kese içine alıyor ve cebine koyuyor.

Ertesi günü mahkeme salonu her zamankinden kalabalık... Hüküm günü gazeteciler, fotoğrafçılar, halk içinde dört dönmekte... Dinleyiciler birbirinin üstünde, yalnız ka-falarıyle görünüyor.

Mahkeme Reisinde taş gibi bir hal ve hislerini gizlemek isteyen bir tavır:

— Müdafaalar başlasın!

Herkes, elinde bir kâğıt, uzun veya kısa müdafaasını değişik tonlarla okuyadursun... Reis taş gibi...

Atıf Hoca, mütevekkil ve mahzun, sırasını beklemekte...

Bilmem ne kadar zaman geçti.

Reis elini Atıf Hocaya uzattı:

— Sıra sizde...

Atıf Hoca kalktı.

Aynen:

«— HACET YOK EFENDİM; MÜDAFAAYI MUCİP BİR SUÇUM OLMADIĞI ESASEN TEBEYYÜN ETMİŞTİR. VİCDANINIZIN VERECEĞİ HÜKME İNTİZAR EDİYORUM!»

Reisin mukabelesi:

— Mahkemenin adaletinden emin olabilirsiniz! Oturunuz!

Reisin tavrında hafiflemiş gibi bir hal... Sanki Atıf Hoca müdafaasını yapacak olsa Reiste vicdanına mağlûp olma ihtimali varmış gibi...

— Muhakeme bitmiştir! Heyet kararları tesbit etmek üzere müzakereye çekiliyor!

Sabırsızlık son haddinde... Çıt yok... Sanki kalblerin çarpışı ve sükûtun rakkası işitiliyor. Bir saat geçti.

Heyet, karanlık dolu gözlerle gelip yerini aldı. Reis elindeki kâğıdı zabıt kâtibine uzattı:

— Kararı okuyunuz!

Bir sürü lâftan sonra birdenbire çınlayan cümle:

— BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA İLE MÜDERRİSLERDEN İSKİLİPLİ ÂTIF'IN İDAMINA...

Bütün salon, jandarmalar, polisler, mübarişler, hattâ masalar ve sıralar bile donmuştu.

Artık kararların gerisini dinleyen yok...

Öbür maznunlardan büyük bir kısmı beşer, onar yıla mahkûm: TAHİR-ÜL-MEVLEVî İLE ÖMER RIZA hakkında ise BERAAT...

Atıf Hoca'da hiçbir şaşkınlık alameti mevcut değil... Gayet sakin ve adeta vecd içinde... Rüyada gördüğü Allah Resulünün mucizesi gerçekleşmiştir. Bu mucizenin kendisine ait keramet payı ise eşsiz bir nimet ve tükenmez bir hazine... «Velinin kerameti, bağlı olduğu nebinin mucizesidir.»

Atıf Hoca, ancak yanındaki Tahir-ül-Mevlevî'nin duyabileceği bir sesle fısıldıyor.

Aynen:

«— ZALİM VE KAATİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜNDE HESAPLAŞACAĞIZ!»

Şehadet Makamı

Âtıf Hoca 3 Şubat’ı 4 Şubat’a bağlayan geceyi idamlıkların kapatıldığı bir hücrede sabaha kadar ibâdet ederek geçirir. Sabahleyin infaz heyeti Âtıf Hocanın hücresine gelir. Âuf Hoca büyük bir sükunetle:

“Sabah namazını kılmama izin verir misiniz?” der. Ve hücresinde namazını kılar. Rabbine el açıp tevbe istiğfar eder?

Âtıf Hoca Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile yan yana Ankara hapishane-sinde kurulan sehpaya çıkarılır. Her ikisi de “son sözleri” aynıdır. Abdesüi ağızla getirdikleri Kelime-i Şehadet... Ve o mübârek kelimeyi terennüm ederek Rablerinin huzuruna çıkarlar...

Gazeteler şapka için işlenen bu cinâyeti Uç beş satırlık bir haberle geçiştirirler. Haber şöyledir...

“irtica kitapları müellifi olup İstiklâl Mahkemesi-nce idama mahkûm olan İskilipli Âtıf Hoca ile Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca haklarındaki idam kararı bu sabah infaz edilmiştir.” (18.4 Şubat 1926 tarihi, bir haksızlığın ve bir zulmün gerçekten unutulmayacak tarihidir. Çünkü bu tarih Müslümanlar açısından araştırmacı-yazar Hüsnü Aktaş’ın da dediği gibi bir “şehadet tarihi”dir.

Atıf Hocanın şehadeti İstiklal Mahkemesinin binlerce masum kurbanından sadece birisidir. Şapka için idam edilen diğer kurbanların davasından farksızdır. Bir farkla: “Neden |apka giymedin?” diye sorulurken, bazılarına da hiçbir şey sorulmadan İskilipli Atıf Hoca Efendi de görüldüğü gibi, “gereği düşünüldü”., denilerek idama gönderilmiştir.

İşin en garib ve en tuhaf olan yanı da, şapka inkılabından bir hafta önce şapka giyenlere kızıp, onları azarlayan ve şapka giydi diye ceza vermek isteyenlerle şapka devriminden sonra bu sefer şapka giymeyenleri azarlayıp, onları ölüme götüren ki-şilerin aynı kişiler oluşudur.

Bugün artık o istiklal Mahkemesinin üyeleri hayatta yoklar. Hepsi toprağın altında artık... İskilipli Atıf Hoca gibi, Babaeskili Müftli Ali Rıza Efendi gibi.

Hepsi de “temyizsiz mahkemeler" olan Ruz-u Mahşerde Allah’ın yargılamasını bekliyorlar.

DİPNOTLAR

1-            Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, Timaş Yayınlan, 2. Banım 1970-İstanbul, Eser yıllarca okunduktan ve satıldıktan sonra 12 Eylül sonrası Türkiye'de yasak kitaplar listesine dahil edilmiştir. Yasaklamayla ilgili insanın aklına ilk gelen şey, ister istemez, “herhalde şapka haksızlığını göstermemek içindir” gibi bir neden olmaktadır.

2-            Yakın Tarih Ansiklopedisi, Yeni Nesil Yayınlan, 1988-İstanbul (Sözkonusu alıntılar, 1. cild’dcn alınmıştır).

3-            Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, s. 42, İstanbul-1970.

4-            Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 43-47.

5-            NFK, Son Devrin Din Mazlumları, s. 48-49.

6-            Yakın Tarih Ansiklopedisi, I. Cild, s. 283-284, Yeni Nesil Yayınları, Birinci Basım, 1988-İstanbul

7-            A.g. Ansiklopedi, s. 285

8-            Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, Din Mazlumlan, s. 54

9-            Hakimiyet-i Milliye, 25-27 Ocak ve 1-2 Şubat 1926, TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172

10-         Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, s. 58

11-         TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/1-7, Hakimiyet-i Milliye.

12-         Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, s. 369, İstanbul-1987.

13-         Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s. 370-375.

14-         TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/2; Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Maz¬lumları, s.63-64.

15-         Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, a.g.e., s. 65

16-         Cumhuriyet, 28 Kanunevvel 1926.

17-         Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 69-71, Hakimiyet-i Milliye, 3 Şubat 1926

18-         Vakit 5 Şubat 1926,

Cumhuriyet, 5 Şubat 1926

Hakimiyet-i Milliye, 4 Şubat 1926
Devamını Oku »

Suçsuzluk Suçu! (3.Yazı)

Suçsuzluk Suçu! (3.Yazı)Maraş Mebusu Hasip Efendi’nin de dediği gibi, şapka giymemek suç değildi. Ancak İstiklâl Mahkemesi başkanı ve üyeleri tıpkı Engizisyon Mahkemesini hatırlatan bir tavula kendi kendilerine suç îcad ediyor ve başı açık gezen vatandaşlara “Niçin şapka giymedin?” diye soruyor, şapka giymemeyi de suç telâkki ediyorlardı.

Şapka hakkında dâvâiarın fırtınasına kimler kapılmamıştı ki?.. Nice nice âlimler, gazeteciler ve yazarlar... Yeni Kafkasya Mecmuası sahibi Seyyid Tahir Efendi ile Tevhid-i Efkâr gazetesi yazarlarından Ömer Rıza Doğrul da derdest edilip İstiklâl Mahkemesine çıkarılanlar arasındadır. Ömer Rıza’nın, “1890 yılında Kahire’de doğdum. Mısırlıyım ve Mısır tâbiiyetindeyim. Din! ve İçtimaî makaleler yazarım** şeklinde ifadeleri Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya*yı müthiş bir şekilde öfkelendirmişti. “Kel Ali*’ diye bilinen Mahkeme Reisi, Ömer Rıza’ya şu şekilde çıkışmıştı:

“Bu nasıl giriş? Mısırlı olduğunuzu söyleyerek kendinize bir imtiyaz mı arı-yorsunuz? Bu mamlekette ecnebi rolü oynayarak bir hak sahibi olabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Size, bu tavrı üzerinizden atmanızı ihtar eder.(10)

Birçok beldedeki şapka kânunu ile ilgili duruşmalardan sonra sıra Âtıf Hocanın duruşmasına gelmişti. Âtıf Hoca ilk defa 26 Ocak 1926 tarihinde divanının “Üç Aliler’ ’ diye bilinen Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali üçlüsü yerlerini almıştı. İlk önce dinlenen Kitapçı Abdülaziz şu ifadeyi vermişti:

‘Ben siyasetle meşgul bir insan değilim. Kitap basmak ve satmakla geçinirim. Bastığım ve sattığım kitapların güttüğü gayelerle de hiçbir iştirâkım yoktur. Âtıf Hocayı Bâbıâli’de ve irfan muhitlerinde herkesin tanıdığı gibi ben de tajıırım. Şimdiye kadar neşrettiği risale ve kitapları, arzettiğim gibi, sırf meslekî alâkam dolayısıyle sattım. Bahsedilen ‘Frenk Mukallitliği’ kitabından da sattım. Kimlere sattığımı bilemem. Bir seneden fazla zaman geçmiş bulunuyor. Yalnız şu kadarını söyliyebilirim ki, benden kitap satın alanlar münevver kişilerdir.”

Âlim ve Fazıl Bir Hoca

Şahitlerden Tahirü’l-Mevlevî Efendi ise Atıf Hocayı nasıl tanıdığı
şeklindeki soruya şu cevabı vermişti:

“Âlim ve fazıl bir hoca olarak tanırım. Vatanına bağlı birçok münevver yetiş¬tirmiş, kanaatlerinde celâdet sahibi bir insan... Âtıf hoca geçen Kurban Bayramı bana sokakta tesadüf etmiş ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ‘Kuva-yı Milliye’ aleyhinde bir beyannâme hazırlattığını ve bunu bütün din âlimlerine imzalatmak üzere gezdirmekte olduğunu söylemişti. O zaman doğru Şeyhülislâmlık dairesine giderek Mustafa Sabri Efendiyi görmüştük.

Bu harekete şiddetle itiraz etmiş ve demiştiki: ‘Nasıl olur, vatan müdafaası yolundaki bir harekete din temsilciliği makamı nasıl böyle bir mukabelede bulunabilir? Hem, dinî kisvenin siyaset kılığına bürünmesi nasıl caiz olabilir? Bu işten vazgeçin ve siyasetten elinizi çekin!’ 20 bin nüsha basılıp dağıtılıp bu beyannameyi imzadan, ben ve Âtıf Hoca kaçındık ve ona şiddetle karşı koyduk. Bunun üzerine beni Ziraat Nezaretindeki vazifemden atlılar. Şu arzettiğim keyfiyet beni ve Âtıf Hocayı izah eder kanaatindeyim.Bu ifadelerden hoşlanmadığı belli olan Reis şu şekilde müdahalede bulunmuştu:

“Bu hikâyeleri geçelim! Siz Âtıf Hocanın ‘Frenk Mukallitliği* eserinden dağıttınız ve sattınız mı?”
Tahir’ül-Mevlevî’nin cevabı şudur:
“Evet, eserin intişarından 5 nüsha sattım.’
Mahkeme heyetinin aradığı cevap da işte budur. Nitekim şöyle derler:
“Bu kadar yeter! Oturunuz!” (11)

Mahkeme heyeti, “kılı kırk yarıyordu” ancak Âtıf Hoca hakkında suç sayılabilecek en ufak delil bulamıyordu. Dinlenilen bütün şâhitler Âtıf Hoca hakkında takdirkârâne ifadeler kullanıyor. Mahkeme heyetinin elinde '‘yegâne delil” olarak gözüken “Frenk Mukallitliği” isimli eseri kânun çıkmadan önce alıp sattıklarını, kânun çıktıktan sonra ne Âtıf Hocanın kendilerine bu kitabı verdiği, ne de kendilerinin sattığını söylüyorlardı.

Bu ifadeleri dinleyen mahkeme heyeti hem tedirgin oluyor, hem de öfkeleniyordu. öyle ya, “yemeyi” akıllarına koydukları şahıs hakkında bir türlü ip ucu bulamıyorlardı.

Şahitlerin ifadesinden sonra Mahkeme heyeti elleri böğürlerinde kala kalmışlardı.
Âtıf Hocanın Ankara İstiklâl Mahkemesinde muhâkeme edilmesi safhasına geçmeden önce bu değerli âlimi ve daha yüzlerce âlim ile binlerce mâsum vatandaşı muhakeme eden kişilerin ne biçim tıynette olduklarına bakmak lâzımdır.

Çok ibret vericidir ki, bu mahkeme üyeleri, bir hafta önce sövüp saydıklarını, bir hafta sonra öpüp başlarına koyabilmektedirler. Meselâ bir üye, Şapka Kânunu çıkmadan önce, şapka giyen bir şahsa hakaretler yağdırmakta, ancak bir hafta sonra şapka kanunu çıkınca, bu defa şapka giymeyen sarıklı âlimlere olmadık zulmü yapabilmektedir.

Dünyada eşi menendi olmayan bu traji-komik hâdiseyi bizzat yaşamış olanlardan Şevket Süreyya’nın kaleminden tâkip edelim. Kendisi de Ankara istiklâl Mahkemesinde muhakeme edilmiş olan Şevket Süreyya Aydemir mevzu hakkmdaki müşahedelerini şu şekilde naklediyor:

Baban da mı Şapka Giyerdi?

“İstiklâl Mahkemesi, Hacı Bayram türbesine giden yolun alt sokağında, iki katlı, harap bir binâda yerleşmişti. Bu binâya birkaç kulaç derinliğinde çamurlu bir avludan girilirdi. Bu avlunun alçak kerpiç duvarları yıkıktı. Sokak kapısının köhne tahta kanatları ardına kadar açıktı. Birinci kattan ikinci kata birkaç ayaklı dik, gıcırtılı basamaklarla çıkılıyordu. Kâtipler, memurlar, komiserler alt katta iki küçük odaya üst üste yerleştirilmişlerdi. Üst katta odanın biri, mahkeme salonu vazifesi görüyordu. Fakat sanıklar biraz kalabalık olunca, oda dar geleceği için, her iki katın dar sahanlıklarına sanıklar, yahut gelen gidenleri oturtmak için tahta sıralar konulmuştu.

“Biz mahkeme binâsına girince evvelâ alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlerde oturtulduk. Yukarda bir takım hareketler oluyordu. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir aralık yukarda kopan bir gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenin başında bağınyor, tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış tartaklayıp duruyordu:

“Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?

“Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa» şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında boyuna birtakm küfürler, ağır tâbirler savuruyordu. Şapkasını, çantasını güçbelâ toparlayan genç kenidini sokağa attı. Artık bu tâbirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştı. Bu genç bir gazeteci idi (Hikmet Şevki). Şapka giymenin henüz kânunlaşmadığığı fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de başına hasır bir şapka geçirmiş ve mahkeme binasına haber derlemek için şapkayla gelmişti.”

Şevket Süreyya mahkeme üyesinin ismini vermemişti. Ama mutlaka “Üç Aliler” denilen üyelerden birisiydi. Tarife bakılacak olunursa Kılıç Ali olması kuvvetle muhtemeldi. “Şapka Kânununa muhalefet ettiği için” yüzlerce mâsum insana idâm cezâsı verecek olan bu insanlar, kânun çıkmadan az önce kendileri de şapkaya “muhalif” idiler. Ancak, kânun çıktıktan sonra muhalefetleri bir anda bitecek ve bu defa “kraldan çok kralcı” kesilerek şapka giymeyenlerin “bir numaralı düşmanı” hâline geleceklerdi.

Şevket - Süreyya mahkeme Üyesinin bu 'ikinci yüzü ”nü şu şekilde naklediyor:

Aradan bir zaman geçti. Gene mahkemeye çağrıldık...
Mahkemeye çağrıldığımız gün aynı yol nizamı tertiplendi. İstiklâl Mahke¬mesinin iki katlı kerpiç binasına girdiğimiz zaman, evvelâ gene aynı sahanlıkta, aynı tahta sıralara oturtulduk. Yukarıda gene aynı hareketler, getirilenler, götürülenler vardı. Bir aralık üst sahanlığın başında aynı iri yapılı üye göründü. Fakat şimdi başında bir hasır şapka vardı. Mahkeme salonundan çıkarılan bir hükümlü grubunun merdivenlerden indirilmesine nezaret ediyor, bir sıra emirler veriyordu. Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin (Hoca) başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu o sıralarda yayınlanan Şapka Kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç birtakım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlannı yaşıyordu.

Hocanın (Fatih müderrislerinden Atıf Hoca) yüzü sâkindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba hocayı bir tekmeyle merdivenlerden aşağı yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi, önümüzden geçerken dudakları gene kımıldıyordu...” (a.g.e.. s.374)

Âtıf Hocaya idam cezası vermekle de yüreği soğumayan bu kindar mahkeme üyesi. Hocaya idam cezası vermeden az önce şapka giyen gazeteciye."Babanda mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?” diye çıkışan kişiydi. İşte bu iki yüzlülük o devrede çok sık olarak sergilenecekti.
Şevket Süreyya bizzat şahit olduğu bir başka iki yüzlülüğü şu şekilde anlatıyor: 4.Bizim muhakememiz sırasında da önce her şey iyi gidiyordu.
Başkan (Ali Çetinkaya) sakindi, her zaman hiddetli aza sağında oturuyordu Savcı daracık mahkeme odasının bir köşesine şöylece ilişmişti. Başkan suallerini soruyordu,fakat cevapların arasında ben, bir milâdi târih kullanınca birden îş değişti Başkanın yüzü karıştı, Kaşları çatıldı. Başı kıpkırmızı oldu. Hiddetinden titriyordu.

“1923 ne demek?* diye bağırdı. *1923 de ne oluyormuş? Babalarımız da bu tarihi mi kullanırdı? Bizim târihimize ne olmuş ki? Bunları nereden çıkarıyorsunuz ?

“Sonra daha birçok şeyler söyledi. Başkanın gazaba geldiğini görünce, sağındaki aza hemen vaziyetini değiştirdi. Kürsiye abandı. Hatta dirsekleri üzerine kalkar gibi oldu. Kendine hemen oracıkta bir iş düşüp düşmediğini sorar gibi başkam* yüzüne bakıyordu. Fakat o sağanak böyle geçti. Bir zaman sonra da Türkiye 'de zaten milâdi târih kabul edildi. Ve eski târihi kullanmak yasak oldu. Fakat asıl görülü celsenin sonunda alevlendi:

İnkılap Bitti!

Başkanın suallerine cevap veriyordum. Bu cevaplarım arasında bir de ‘inkılâp kelimesi geçti. Bu sefer başkan hakikaten kızdı. Kan yüzüne öylesine hücum etti ki, ağzından kelimeler zorlukla ve insicâmsız çıkıyordu:
“İnkılâp mı? Bu ne mugalâta? inkılâp bitti! Bu memleket inkılâbım bilini! Artık yapacak inkılâp yok! Ne demek inkılâp? Hepsi hayal» hepsi saçma *

“Başkanın kızdığım gören aza yerinde duramıyordu. Yapılacak işlerin hemen oracıkta niçin yapılmadığına bu lâfların neye uzatıldığına şaşıyor gibi bir hali vardı, (a.g.e. s.375)
Devamını Oku »

İskipli Atıf Hoca:Kurt ile Kuzu Hikayesi (2.Yazı)

İskipli Atıf Hoca:Kurt ile Kuzu Hikayesi (2.Yazı)

Şimdi hukuken, vicdânen Âtıf Hoca’ınn derhal serbest bırakılması lâzımdır, değil?... Ancak öyle yapılmamıştır. Âtıf Hoca Giresun’dan tekrar İstanbul’a getirilmiş ve evine gönderilmeyip Emniyet Müdürlüğünde nezaret altında tutulmuştur.

Âtıf Hoca buradan da “gizli güçlerin şevkiyle” Ankara’ya götürülmüş ve Ankara İstiklâl Mahkemesinin huzuruna çıkarılmıştır.

Bu muâmeleler insana “kurtla kuzu hikâyesi”ni hatırlatıyor. Hani meşhur hikâyedir. Kurdun biri bir dereden su içmekte olan kuzuya, “Ben seni yiyeceğim!” der. Kuzu sebebini sorar. “Sen benim suyumu bulandırıyorsun!” der,kurt, Kuzu ise gâyet mâsumâne şu cevabı verir:

“İyi ama derenin üst başında duran sensin. Ben senin suyunu bulandıramam

ki...”

Bu cevap üzerine kurt biraz daha küstahlaşır:

“Sen geçen sene benim suyumu bulandırmamış miydin?’’

Kuzu yine saf saf cevap verir:

“Ben geçen sene daha dünyada yoktum.”

Kurt öfkeli öfkeli:

‘Öyleyse o senin babandı!'' der ve bir pençe darbesiyle kuzucuğu parçalayıp, yer.”

Şimdi aynen o hesap, Âtıf Hoca hakkında hiçbir delil bulamayanlar, ileri sürdükleri sudan bahanelerin havada kaldığım görenler tıpkı kurt gibi daha beter öfkelenmekte ve Âtıf Hocayı yemek için ne yapacaklarını bilememektedirler.(6)

Âtıf Hoca Ankara’ya gittiğinde meselenin ne kadar dallanıp budaklandırılmış olduğu görür. Yurdun dört bir tarafındaki meşhur din âlimleri toplanmıştır. Hepsi hakkındaki itham aynıdır: “Şapka İktisa’ı Kânununa muhalefet etmek.”

Bu âlimlerden bazıları şunlardır: Uşaklı Hoca Süleyman, Uşak İmam* Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Efendi, Bozkırlı Ahmed, Sultaniyeli Durmuş hoca, Dağıstanlı Şeyh Şerefüddin ve arkadaşları.

Erzurum, Rize, Giresun, Sivas ve yurdun diğer bölgelerinden toplanmış yüzlerce insan, “şipşak idam karan” vermekle meşhur Ankara İstiklâl Mahkemesinin huzuruna çıkarılmıştır. Bu mahkemenin en meşhur simaları da “Üç Ali’ler” diye- bilinen Kel Ali (Ali Çetinkaya), Kılış Ali ve Necip Ali’dir.

Bu isimlerin her birisinin Yakın Tarihimizde ayrı bir yeri vardır. Meselâ “Kılıç Ali’ 1938’e kadar adı ‘her taşın altından çıkan’ ’ birisidir. Bu şahıs İstiklâl Mahkemesinde iken verdiği yüzlerce idam kararı ile tanınmıştır. Bununla birlikte bilhassa Antepliler bu şahsı başka işleriyle de hatırlarlar.

Antep Müdafaası sırasında vazife yapmış olan Kılıç Ali, Gaziantepliler tarafından hiç sevilmez. Bunun sebebi de şu şekilde anlatılır: Bu şahis harbin en kızgın anında "silah alacağız” diye halktan para toplamıştır ve daha sonra topladığı bu paralarla şehirden ayrılmıştır. Antepliler arasında bu hâdise nesilden nesile, “Kılıç Ali Antep’ten eşek yükü altınla ayrıldı” şeklinde anlatılır.

Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olan Kılıç Ali’nin yıldızı İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı zamanında birdenbire sönecektir. İnönü, Atatürk'ün diğer adamlarının yanı sıra Kılıç Ali ’ye de bir daha Ankara’ya ayak basmamasını ihtar edecektir. Bilâhere Atatürk’ün resimlerini paraların üzerinden ve devlet dairelerden kaldırarak Atatürk’ün izini yok etmek isteyen ve yerine kendisini koyan İnönü bu şekilde Atatürk’ün arkadaşlarım da defterden silmiştir.

İstiklâl Mahkemesinde şapka ile ilgili olarak binlerce insan sorguya çekilmiş ve muhakeme edilmiştir. Bu kadar insan arasında Âtıf Hocanın yeri ise bambaşkadır. O âdetâ bir sembol olmuştur. Zirâ İstiklâl Mahkemesi, dâvâların çoğunu Âtıf Hoca üzerine kurmuştur. Karşılarına getirilen maznunlara hep Âtıf Hoca sorulmakta, Âtıf Hocanın aleyhine olabilecek bir ip ucu aranmaktadır..

İskipli Atıf Hoca'yı tanıyor musunuz? Kendisiyle herhangi bir münasebetiniz oldu mu?

Salih Hoca cevap veriyor:

— İskipli Atıf Hoca'yı öteden beri tanırım. Kendisine bâzı ticarî eşya da göndermiştim. İstanbul'a her gidişimde kendisini ziyaret etmek mutadımdı.

Mahkeme Reisi, şu gayet manalı nokta üzerinde duruyor:

— Eserlerini okudunuz ve yayılmalarına çalıştınız mı?

Salih Hoca, gayet safdil ve samimî, mukabele ediyor:

— Evet, geçen yılın Şubat ayında, bana, «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinden 60 nüsha göndermişti. Bunları satamadım. Ramazanda İstanbul'a geldiğim zaman da, kendisini Hakkâklerdeki kitapçı dükkânında gördüm.

Başkan, bu ifade karşısında her suçu «FRENK MUKALLİTLİĞİ» eserinde görürcesine Salih Hoca'yı sıkıştırıyor ve bu kitaptan kendisine hangi tarihte gönderilmiş olduğunu soruyor. Salih Hoca, günü gününe hatırlayamayacağı cevabını verince de dayatıyor:

— Ayını olsun, hatırlayınız!

Kitabın gönderildiği yıl ve ay malûm olunca, Başkan iç niyetini ağzından kaçıyor:

— Tamam! İşte o sırada bahriyelilerin serpuşlarında, şapkaya doğru bir hareket olarak küçük bir «siper-i şems» (Güneş siperi) kabul edilmişti.

Yemeği Kafasına Koymuş..

İstiklâl Mahkemesinin vaziyeti başta da belirttiğimiz gibi “Kurtla kuzu hikâyesi”ne benzemekteydi Bir defa Âuf Hocayı yemeyi akıllarına koymuşlardı. Bu bakımdan, Erzurum, Giresun, Rize, Sivas, M araş ve diğer bölgelerde şapka ile ilgili olarak görülen dâvâlarda hep Âuf Hoca soruşturuluyordu. İstiklâl Mahkemesi şapka dâvâsı maznunları hakkında şu karan vermişti:

Harekâtınızın, Erzurum, Giresun, Rize, Sivas isyanlarında âmil olan İstanbul'daki Atıf Hoca ve hempalarının meselesiyle alâkadarlığına vâkıf olan heyet, dâvanızın onlarla birlikte bir kül olarak rûyetine karar verdi.»

Atıf Hoca'nın «hempaları» dedikleri şahıslar arasında sırf, dinî hüviyetlerinden sanık olarak meşhur ilim adamı «Tahir-ül-Mevlevî» ve daha birkaç kişi bulunuyordu.

Bu muhakemeler arasında Maraş isyanı da ayrı bir yer tutuyordu. Maraşlı maznunlardan eski Maraş Mebusu Nasib Efendi, Reisin:

— Niçin şapka giymedin ve giymiyorsun? Sualine şu cevabı vermişti:

— Maraş malûm, baştanbaşa MÜSLÜMAN diyarıdır. Lâzım olduğu kadar şapka getirilmemiş olduğundan ben de başıma giyecek şapka bulamamıştım. Bundan dolayı da buraya gelinceye kadar başım açık gezdim. Bunun suç olduğunu bilmiyordum. Hiçbir kanunda da esasen «Başı açık gezmek yasaktır ve cürümdür» diye bir kayıt ve madde yoktur!

Maraş şapka isyanı muhakemesinin Öbür sanıkları da aynı şeyi söylemişler, kanunun neşri zamanında Maraş'ta ve hiçbir dükkânda şapka bulunmadığını ve bu yüzden başaçık gezdiklerini bildirmişler ve bunun suç sayılmayacağını ileriye sürmüşlerdir.

Bu arada Süleyman oğlu Mehmet isimli birinin, Maraş isyan kafilesinin başına geçip, elinde bayrak:

— Şapka giymiyeceğiz!

Diye bağırdığı tespit ediliyor ve reis maznunlara soruyor:

— Ya buna ne dersiniz? Bu kafilede bulunanlar aynı suça iştirak etmiş demek değil midir?

Cevap:

— Olabilir efendim; takdirinize kalmış bir iş...

' Epey uzun süren Maraş isyanı duruşması sonunda 7 idam, 7 kişiye onbeşer, 9 kişiye onar, 1 kişiye de 3 yıl hapis kararı....

 

Hasan Hüseyin Ceylan - Din-Devlet İlişkileri 2.cilt
Devamını Oku »