Sürekli Değerlendirme





İnsanlar çoğunlukla değerlendirişlerini ilk izle­nimlerine göre temellendirirler. İlk etkiye dayanır değer yargılan çoğu kez. Çok az insan kritik yetisine sahiptir. Ancak, bu azın azı kişiler, değer yargılarını kritik ede ede düzeltirler. Hatta kimi zaman bu dü­zeltmeyi temelden değiştirme biçiminde gerçekleş­tirmesini bilirler bu farklı yetenekler. Ama, çoğun­luk, kitle, ilk gördüğüyle kalır.

İlk izlenim ise, "izafet çerçevesi"yle oluşur. Baş­kasına göre değerlendirilir çoğu kez bir insan, bir eser, bir eylem. Orijinalliği görülmez, ya da nice za­man sonra, o azın azı kişilerin değerlendirişleri hâ­kim olmaya başladıktan sonra asıl özellik ortaya çı­kar. İnsanlar da o güne kadar bunu nasıl olup da gö­remediklerine şaşar kalırlar.

Konunun nabzını yoklamaksızın, onu şahdamarından yakalamadan, "başka" konulara göre, benze­tişler veya ayrılıklara dayanarak değerlendiriş hâkimdir ne yazık ki çağımızda. Bu değerlendirirce bir objektivite şansına sahiptir ama, eninde sonunda "dış" değerlendiriş, dıştan değerlendirmedir. Öz* bakışın, içten değerlendirişin ihmal edildiği bir bakış ve değerlendiriş türüdür bu. Bu sebeple de yüzeysel ve sınırlı olmaya mahkûmdur.

Peşin yargılardan arınmış olarak bakma gelene­ği, kaybolmuş gibi. Doküman enflâsyonu içinde in­san, hemeninden, ilk karşılaştığı olay veya olguyu, bir şeye irca ediveriyor. Oysa, yeni diye bir şey var­dır. Bu değerlendiriş ve şuna buna indirgemede kay­bolan en değerli şey veya yan.

Acele indirgemeler çağının sıkıntılarıyla boğulu­yor insan. Bu yüzden, neşesini yitiriyor, umutsuzla- şıyor, mutsuzlaşıyor. Giderek, yeniyi arama ateşi içinde kavrulurken hep "eski!" diye bağırdığı çerçe­velere sıkışıp kalıyor. Ondan kurtulmak için can atı­yor her seferinde, kurtulur kurtulmaz da aynı arayı­şın kısır döngüsüne yeniden düşmekten alıkoyamı­yor kendini.

Oysa, "yeni'' her zaman vardır, gözler önünde­dir. Ama onu görecek göz, ilk izlenim ve etkilerinin çerçevesinden, izafet çerçevesi yanılgılarından sıyrıl­mayı bilen insanın gözüdür. Yeni yorumlama ve an­lamlandırmalarla dünyayı tazeleyen gözlerin işi. Bu ise, sistem ve ideoloji tutsağı olmayla bağdaştırılamaz bir psikoloji istiyor. Elbet, düşüncelere ve sanat ibdalarına lâkayt kalmamayı da.

Dış görünüşleri aşma çabası içinde olanlar, gele­cek zamanı gerçekleştirecek asıl bunlardır. Ondan ötesi, günün adamları.

İnsanlığı yenileyecek erler, sürekli olarak yanılgı hafakanını yaşarlar. Değerlendirmelerini gözden ge­çirirler. Bu yönde en ileri ve en derine ulaşmaya ça­lışırlar. Her kanıtı tartarlar, ölçüp biçerler. Her tanı­ğı sükûnetle dinlerler. Çelişkiler, onlara ışık tutar, olayın öbür yüzünü görmek için. Böyle böyle sağlam görüşe ererler.

"Sağlam görüş", evet, insanın en muhtaç olduğu nîmet, ilâhı nîmet. Kimi insanlar bir seziyle kazanır­lar onu. Ama, öyle de olsa, sonradan o "sezilen"i her cepheden yoklamak gerektir. Sağlam bir temele oturtmak borcunu beraberinde getirmeyen sezgiler, yeni sezilerle çarçabuk silinirler.

Peygamberleri, düşünce ve sanat öncülerini de­ğerlendirememişlerdir çok defa çağdaşları. Onları hep eskiye irca ederek asıl yeni taraflarını göreme­mişlerdir. Ancak, sağduyu ve gerçek sezgi sahipleri ve uzun uzun araştırarak onların hakikatine varan­lar, önlerindeki peşin veya acele yargı ve değerlendi­riş engel ve uçurumlarını atlayabilmişler, arkaların­da bırakabilmişlerdir.

Günümüzde ise durum daha trajiktir. Peşin hü­küm ve değerlendirişler standart hale getirilmekte ve teknik imkânla âdeta salgın halinde insanlığa sü­rekli olarak enjekte edilmekte. Bulaşıcı hastalık gibi; ya da veba gibi. Bundan kendini kurtaran insan öy­lesine az ki.
Yeni bir kuşak beklese, yerden göğe kadar haklı olur insanlık. Bir kuşak ki, bir el itişiyle, peşin yargılar er ramını karton kutular gibi devirip, altından, sağ salim, gün ışığına çıksın. Geçmişi, aktüeli ve ge­lecek zamanı yeni bir perspektife çeksin. İncelenecek olanı yeniden incelesin, inşa edilecek olanı yeniden inşa etsin.

"Diriliş Kuşağı" diye adlandıralım gelin bu ku­şağı. İnsanlığın Dirilişi Kuşağı. İlk izlenim ve etkile­ri hesaba çeken kuşak. İzafet çerçevelerinin muhase­besini nefsiyle birlikte kritik etmesini bilen nesil. Sü­rekli değerlendirme,melekesini, omuzundaki melek­lerle aşina kılmış bir nesil.

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:99-102

 
Devamını Oku »

Tablodaki Bardak



Yalancı taşmalar, köpürmeler beklemeyin bizden. Çünkü bardağımız ağzına kadar dolu. Ne taşmaya ne köpürmeye ihtiyacı var bardağımızın! Ne de “bir bardak suda fırtına” cinsinden yapma dalgalanışlara. Dolu, dopdolu olmanın sessizliği, şamatasızlığı, derin barışı içinde olmak: amaç budur.

Kavgacı değil, savaşçı olmak, savaş için savaşçı olmak değil, barış için savaşçı olmak; bardağın doluluğu bu anlama gelir. Toprağa basmak; toprağa gömülmek değil: dirilişçiliğin yolu yordamı bu nüansta saklı. Çağın “sarhoş gemi”sine, çizilecek rota, dirilişçiliktir. İnsanın kendi arayışından, ansızın görünecek bir fecir.

Dirilişçilik, kağıt yapraklarında değil, insan ruhunda ciltlenecek ve insan ruhunu ciltleyecek bir espri araştırıcılığıdır, bir esprinin araştırıcısıdır, araştıran bir espridir.

Kolayı ister, ama kolaya kaçmaz. Kolaya kaçmayı hep reddeder o. Güçlüğün aşığı değildir, ama güçlükten de kaçmaz. Güçlüğü kolaylığa çevirme sanatıdır o bir bakıma.

Bardak, öylesine hızla dolup boşalmakta ve hemen yine dolmakta ki, o sanki hiç dolmuyor, boşalmıyor, hep aynı dolu bardak olarak kalıyor. Kan dolaşımı ve değişiminin olağanüstü hızı: dirilişçiliğin yeniliğinin sırrı. Son bardak değil bu, belki ilk bardak. Daha doğrusu, bardak zinciri içinde bir halka. İlk ve son bardakları da içinde bulunduran bir gelişim bardağı.

İçtiği suyu ab-ı hayata, zemzeme veya kevsere çevirirken insanoğlu, bir maya gibi kullansın diye sunulan çağın samimilik bardağı; ya da bu niyeti taşıyan hiç olmazsa.

Kurtarma iddiasının değil, birlikte kurtulmaya çalışma çabasının bardağı. Ve bu çabayla o ağzına kadar doludur Allah’ın izniyle. Kimsenin su hazinelerinde gözü olmayan bir bardaktır bu. Ve kimselerin su hazinelerini hatta ırmaklarını, nehirlerini ve denizlerini yadsımayan ve yadsımaya hiç de yanaşmayacak olan.

Öyleyse, o, “saf bir onama” dan mı ibarettir? Hayır. O, bir vaftiz bardağı değildir. O, bir statükoculuk bardağı değil, bir özdeğişim bardağıdır.

Yitik Cennet’ten uzanan bir bardak, dolu bir bardak olmak: onun mutluluğu bu hedefe nişan almakta. “Temiz şarab” ın bardağı: aranan bardak, ayıklık bardağı.

Yoksa o, sarhoşluk gemisinin mahzen katını dolduran fıçılardan gelme bir bardak olma hevesinin meyvesi değil. Böyle bir meyve olmaktansa, çağın trajedisinde cayır cayır yanan kupkuru bir odun parçası olmayı yeğler o.

Olmak istediğini ne kadar olmuş ve oldurmuştur acaba? Bu ayrı konu. İlerde, başkalarınca tespit edilecek bir şey bu. Oluşumu bırakıp ta olanı değerlendirmeye vakti yoktur. Belki ancak, oluşum için gerekli, oluş içindeki, oluşumu kesmeyen, şimşeksi bir hız değerlendirmesiyle yetinmektedir ve yetinmek zorundadır, kendi kendine bakışta. Yani kepenklerini indirip envanterini yapmak yerine, envanterini, akışı, dolup boşalışı içinde doğal bir otokritik, sürekli bir otokritik biçiminde yürütür.

Bizden, hıçkırıklar, feryatlar, figanlar istemeyiniz. Çünkü: bardağımız ağzına kadar dopdolu. Fazladan bir hıçkırık ek bir “ah”, onun kırılıp parçalanmasına sebep olsun ister misiniz? Kötü niyetliler hariç, kim arzular bunu?

Onu kırıp un ufak etmeyi düşlemesin kara yürekliler. Sonra, onun tozlarından, bin yeni bardak fışkırıverir. Bırakınız, çağdaş sofrada, bu bardak ta, sizin süslü püslü kokulu ve renkli bardaklarınız arasında, sade ve sessiz, ait olduğu eli beklesin, o eli uzatacak konuğun çıkagelmesini beklesin. O çağrısız konuğun.

Evet, bütün çağrılılar masada yerini almış durumda. Ve eller uzanmış, bütün bardaklara. Yalnız, tablonun içindeyken dışında kalan, dopdolu sessiz bardak ve çağrılmadan gelmesine engel olunamayacak beklenen “konuk”…

Gündönümü,s.95-98/Sezai Karakoç
Devamını Oku »

Miraç Yakıtı



Miracın sahibi Peygamber’in izleyicileri de bu miraçtan sürekli olarak pay sahibi olmak hak ve vazifesi doğrultusunu hiç yitirmemek borcundadırlar.

Miraç mucizesi onlara bu bilinci vermek ve bu sorumluluğu aşılamak için bağışlanmıştır. “Miraç ruhu”nu taşımak: Müslüman, bu psikolojiyle ayrılır öbür inanç ve inançsızlık adamlarından.

“Bir günü öbür gününe eş geçen kişi ziyandadır” kutlu sözü miraç mucizesinin ruh içi gerçeğine, özbenliğine yapışık hakikatine dokunmaktadır.

Allah’a tapınmada, insanlarla ilişkide, düşüncede ve estetikte, sürekli “mirac”ı yaşamak, ilerleme güven ve niyetini yitirmemek kıvamında olmalıdır mü’min ruhu.

Miracın hışırtısı, ruhumuzun kulaklarında olmalıdır daima. Ve iç gözümüz, Burak’ın izinde…

Alev alev yanan ruh, Refref’in kanatlarıyla aşmalıdır kanatsızlık bölgelerini.

Aşksız, kupkuru, donmuş akıl kişisi, müslümanlığın en alt derecesinden ileri gidemez.

Aşk uçuşu… Miraç budur.

Yılda bir kere kandiller bu aşkı somutlandırır; ama içimizin kandilleri günde bin kere miracın yakıtıyla yanmak ödevindedir.

Miraç, Mutlak’ın aşk yüzünü görme yolculuğudur. İç hacdır her mü’minde. Hacda da her Müslüman, miracı, gönlünün öncüsü ve gözcüsü yapabildiği ölçüde manevi hedefe ulaşacaktır.

Namaz, günün dönüm noktalarında miracın bize konuk oluşudur. Vaktin yakasını bırakmamasıdır namaz miracın. Vaktin hamuruna ilahi aşk mayasını ve boyasını durmamacasına katan Peygamber armağanıdır o.

Miraçtır açıp kapayan Cennet ve Cehennem’in pencerelerini; onlarla eğiten ruhumuzu.

Kadir gecesinin tohumudur o. Kur’ân, bu Tûba’nın dallarına asılıdır, gören gözler için.

Alın yazımızın hiyeroglifidir miraç. Mucizeyi kanımıza işleyen Peygamber iğnesi ve kalemidir. Ruh susayışını gideren kevser, onun bardağıyla sunulur inanmış gönüllere.

Zamanı, metafiziğin sınırlarına götürüp orada ruhun solmayan çiçeği yapan odur.

Sonsuzluğun, ebediliğin pınarında onu yıkayıp kirlerinden arındıran âb-ı hayat zemzemidir miraç.

Ruh, nerede katranlaşmışsa, ondan miraç çekilmiştir. Nerede elmaslaşmışsa ona miracın ışıkları düşer ve bin yöne yansır.

Dünyayı küçülten büyüten gök aynasıdır o. Bir hardal tanesine çevirir onu, ama bu tanede bütün dünyalar ve kâinatlar gizlidir.

Miraç mucizesi, paslanmış ruhun diriliş kalayı, delinmiş, özbenliğin lehim madenidir. Kopan ruhu, Mutlak’a kaynak yapar durur yeniden boyuna.

“Gözlerin kaymaması”nın güvencesidir.

“İki yay aralığı kadar yaklaşma”nın metodu.

Ruhtaki zehri, biriken zehri alan panzehirdir Miraç ruhu. Bir mucize med ve ceziriyle çekip alır içimizdeki kuşkuları, red ve inkâr taslaklarını. Onları eritir ve ummanında boğar. Kadavralar gibi yüzerler bu mucize denizinde; bilinmezliğin bağrına gömülmek üzere alınıp götürülürler.

Bir tanık gibi durur hep yanı başımızda, bir tanıklık meleği gibi durur miraç; inanç gücümüzün , sağlamlığımızın ve dayanıklılığımızın tanığı olarak.

Ruhun diriliş özlerindendir miraç. Namazla, oruçla, hacla, zekâtla bağıntı iplikçiklerini korumasını bile özlerden. Ruhun bayatlamaması, taptaze kalması onun görevidir. Enerjisi tükenen ruha, diriliş yakıtıdır o. Sönen ruh ışığına yalım vermesini bilmenin ustasıdır.

Bir Mekke gününü içimizde ışıldatıp duran avizedir, asılı ruhumuza.

İmanın küfre zaferinin dönüm noktasıdır. Gün dönümü noktası. Ama bu gün dönümü günün batıya doğru değil, ruhun doğusuna ve doğuşuna doğru döndüğünün işareti olan bir gün dönümüdür.

“Sıdk”ın gün dönümü.

“Aşk”ın gün dönümü.

Ter ve zaferin gün dönümü.

Başlarında yeniden Kutsal Kitaba, Kur’ân’a döndüğü bir olağanüstülük gün dönümünden bir an.

Yücelişin anlamından bir yaprak.

Mutlak’tan açılan bir sayfa.

Şeytanı zincirleme yolculuğu, Rahman nefesine doğru uzamış yolculuğundan bir kitap.

Evet! Başlı başına bir diriliş kitabıdır Miraç.

Baştan başa mucize olan diriliş kitabı.

Demiri yumuşatan Davut eli gibi.

Ölüyü dirilten İsa parmağı gibi.

Zaman ve mekânı aşan bir inanç meşalesidir o.

Sezai Karakoç, Gündönümü, s.91-94
Devamını Oku »

Kendini Bulmak




İnsan, çoğunlukla günümüzde, ya kaba kuvvete, ya da ekonomik güce göre kendini ayarlıyor. Dünya konumunu böyle tâyin ediyor. Sonra da sorup duru­yor: "Neden huzursuzum? Neden mutsuzum?".

Oysa, kaba kuvvet, ele geçirenin hükmüne tâbi­dir. İnsan kişiliğine yapışık bir şey değildir. O, insan kişiliğini yapıcı bir unsur olamaz. Bu yüzden, insanı kişiliksiz kılmakta kullanılır çoğu kez. Ekonomik güç de, ihtirasların tuzağı ve tutsağıdır... Çok defa kişiye gerekli özgürlüğün amansız düşmanı... Bu iki kitle tabiatının basıncı altında kalan kişilik, bir ma­den tortusu gibi yamyassı yapışıp kalır bir yere. Ve üzerine yediği damganın yazgısından kurtulamaz. Ve derken, huzursuzluk ve mutsuzluk onun alınyazısı olup çıkar.

Kendi kişiliğini aramak: insanın bu dünyadaki görevi budur. özgürlükle aramak. Kaba kuvvete ve ekonomik baskıya aldırış etmeksizin aramak.

Sabır içinde aramak.

Tanrı'ya güvenerek aramak.
Sevgiyle aramak.
Özgeçi ve özveriyle aramak.

İnsan kendini arama borcunda yani. Araya ara­ya bulacaktır kendini. Karanlıklar içinde kaybolmuş âb-ı hayat olan ruhunun yitik cennetini arayarak, bulacaktır.

Tanrı'ya doğru giderek bulacaktır kendini insan. Peygamberlerin, yolgöstericilerin izinden giderek kendi kişiliğine çıkacaktır.

Oruçla, Tanrı'ya tapınmayla, Tanrı'yı ruh içinde, dilde ve işte anarak, Tanrı'ya gidişi süreklice yaşaya­rak bulacaktır kendini.

Bakacaktır, birden, çevre değişmiş. Yüzlerin an­lamı değişmiş. Eşya ve tabiat değişmiş.

Görecektir: ses başka, ufuk başka, gök ve toprak başka.

Anlayacaktır: savaş ne içindir? Öldürmek için mi? Diriltmek için mi? Mutluluk, önemli mi önemsiz mi? Asıl mutluluk, başkasını mutlu etmek ve mut-suz etmemekte değil mi?

Kendini kaybettiğini bir gün bilecektir insan. Fizikötesi ve insanüstü soluklar fısıldamakta durma­dan bunu. Kendini kaybettiğinin farkında olduğu gün, kendini aramaya çıkacağı gündür insanın.

Eller ve ayaklar ve onlara evrenin verdiği cevap­lar toplamından ibaret değildir insan. Bunlar, insan değil, insanın marjı, uzantısıdır eşyaya, dışa doğru.

Sadece ve sadece bu bakımdan anlamlıdırlar. Kendine yeter "kesik baş" masalında olduğu gibi, içimiz, bir özgürlüğe ve yoğunluğa kavuşmadıkça, sorup duracağız! "Neden huzursuzum? Mutsuzum: ne­den?"

Evren seferine çıkmak için kendine yeterli ruh azığıyla donanık mısın? Ellerini ve ayaklarını, gözü­nü ve ağzını, malvarlığını ve nüfuzunu kullanmak için, bu Tanrı nimetlerine tasarrufta bulunabilmek için, Tanrı halifeliği yetisine sahip misin?

İnsan, kendine bir cevap olmak için yaşar. Ama, cevap için önce soruyu, yukardaki soruyu alınyazısı­nın karatahtasına yazacak güç ve cesareti kendisinde bulabilecek midir?

İçimiz kabardığında, bu sorundur dipte yosun bağlayan.

Gün dönerken, nüansın nüansı melankoli flütle­ri, akşam sürülerini, bu sorular ve yanıtlarla çağıra­caktır dinleniş toprağına.

Ölüm ve doğum sûrları, bu soruları ve cevapla­rı üflemektedir ufuklara. Yeterli yarasaya mahsus seslere ayarlamış olmasın kulağını insanoğlu.

Kaba kuvvet, teknik kargısı ve malî yapraklar furyasını yarasa çığlığında farksız görecek bir kulak kazansın insan, yeter ki!

Yoksa, Tanrı, imtihan der. Bu imtihan çetindir. Taşa ve maymuna dönüşmek de var işin içinde, im­tihan sonucunda veya sonunda.

Kıyamet sorusunu, yaşayıp, çilesini çekip çöz­mek gerek. Yoksa, o, insanın güneşini batıracağı gü­nü bilir. O günü iyi bilir.

 

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:77-79
Devamını Oku »

Zaferin Serhat Türküsü



Cebrail'in kanadı yeniden dokunacak mı ipek­ten hafif bir esintiyle insanlığın omuzlarına? İnsanlı­ğın ağır yük altında çökmeğe yüz tutan omuzlarını, yeniden, Vahiy meleğinin şifa verici elleriyle onana­cak mı? Çürümüş, morarmış omuzlar, yeniden ere­cek mi eski altın günlerine?

Ruhun doğusundan batısına bir yeni soluk üfle­necek mi? İsrafil'in Sûru, ölmeden önceki dirilişi ge­ri getirecek mi, aklın buzulunda donup kaskatı kesi­len insan özüne? Derleniş toparlanış şafağı ağacak mı dağılmış, toz haline gelmiş hakikat mantığına?

Yeniden gök sofrasını açacak mı ölesiye acıkmış insan ruhunun önüne Mikâil, nîmet saçma görevlisi melek? Tabiat içinde katmerli, kıvrım kıvrım yatan tabiatı, bereket tabiatını bulup çıkaracak, ortaya ko­yacak, sergileyecek mi?

Ve yüzünde, celâl şimşeğinden bir maske, insanlara keskin bir kılıç gibi inen o korkutucu fizikötesi elçi, Azrail, "ölüm dersi" kürsüsüne oturduğu her vakit, can kulağıyla dinleyen kişileri tekrar bulacak mı? O, "ölmeden önce ölme"yi öğrenmeğe can atan­lardan. Ölümün korkulu perdesini kaldırabilecek yüreklilerden. Eşyanın donuk yüzünde, cama çar­pan sinek gibi kuruyup kalmayanlardan.

Melekler mi gitti, insan mı gitti? Herkes ve her şey yerliyerinde, ama konumlarda, bakışlarda, tu­tumlarda bütün değişme. Şeytanın zaferi mi yani? Hayır, hayır, hiç bir vakit, hiç bir zaman, şeytanın za­feri olamaz.

Şeytan, yenilmeye mahkûmdur. Her zaman ye­nilmeye mahkûm. Ama, o öyle ters bir duygu karmaşasındadır ki,yenilgiden zevk alır. Kendisiyle bir­likte yenilenleri gördükçe, kendi dışında da, kendi­sinden ötürü bir yenilgi gördükçe, yendiğini sanır. Yenen kendisi midir? Yenilendir o aslında. Ama ne yazık ki, yenilgisi, bir çoklarını da ardından sürük­ler...

Şeytan bilir yenileceğini. Her zaman yenildiğini bilir. Ama, o, tek başına yenilmeyi sevmez. Başkala­rının da kendisi gibi ve kendisiyle birlikte yenilme­sinden hoşlanır. Bundan öylesine sevinç duyar ki, kendisinin de zavallılarla birlikte yenilmiş olduğunu unutur. Bu sevinci, başkalarının yenilmesinden du­yulan ters hazzı, bir yengi sevinci sanır.

Yenilgiye aracı veya araç olan, yenen midir? Ha­yır. Yenilgi aracı veya aracısı, ancak yenilgiye aittir. Onun zaferle ne ilişkisi olabilir?

Sürgün,başkalarının da sürünmesinden zevk alırsa ve biraz da bu zevk yüzünden bir çok kişileri baştan çıkarıp sürülmelerine sebep olursa, bu onun zaferi midir?

Sürgündür o. Başkasını sürgüne gönderen değil, sürgünlüğüne yoldaş toplayandır o.

Ebedî sürgündür o. Sıkıldığı sürgün yalnızlığına mahkûmdur. Bu yalnızlığı bir parça gidermek için arkadaş arayan ve her bulduğunda bir avunuş bulan sürekli sürgün.
Kürek mahkûmu, kendine eşlik edecek kolların artmasını diler. Ama bu onun alınyazısını değiştirir mi?

Arasıra dönüp insanlığın üzerine samyeli benze­ri olan soluğunu üfürür. Kavrulan, bu zehirli yelle çılgınlaşan ruhlar, ona doğru koşarlar. O da, adası­na, sürgünlük ve yalnızlık adasına bu koşuşanları gördükçe ufak bir ferahlama duyar.

Cüzzamlının, frengilinin arada bir duyduğu fe­rahlama gibidir bu ferahlayış. Gerçek bir ferahlama, şifadan doğan, nekahat dönemi ferahlaması değil.

Öyleyse gerçekte korkacak bir şey yok. Melek kanadını solduramaz o zehirli yel. Geçicidir, güçsüz­dür çünkü. İnanmış insanın üzerine gerilmiş kanadı kıramaz, aşamaz.

Şeytanın aşılmaz handikapıdır melek. Ve ruhu­muzun meleklere açık pencereleri. Onun soluğunu içeri bırakmaz bu pencerenin gümüşten tül perdele­ri.

Varoluşa örtük inanç kalesini zorlayacak yeni bir harekete hazır olmalıdır toprağı aşan tarafımız, ki Kur'an'dan, Vahy Sultanı'ndan, Cebrailin diriltici soluğu erişebilsin.

Ki ruhumuzun içindeki türbenin kapısı açılsın.

Ve abdest alan yatırı izleyelim gün doğmadan.

Ki zaferin serhat türküsü işitilsin ta ufuklardan.

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:65-68
Devamını Oku »

Rahman'ın Arş'a İstivası Meselesi ve Arş'a ve Kürsi'ye İman



Rahman'ın Arş'a İstivası Meselesi

...Burada bir noktaya dikkat çekelim. İbn Teymiyye "Rahman'ın Arş'a istivası" meselesinde -ileride de değineceğiz(bkz.s.185 vd)- Allah Teâlâ'nın Arş'a istivasını, Arş'ın üzerinde fiilî bir yerleşme olarak kabul ettiği için bir problemle karşılaşıyor.

İmam Ebu Hanife bu istiva meselesinde diyor ki: Eğer Allah Arş'a yerleşti, mekân tuttu, ayet-i kerime bunu anlatıyor dersek o zaman şöyle bir soru çıkar ortaya: "Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi?" Çünkü Arş mahlûktur, muhdestir, sonradan var olmuştur. Allah Teâlâ dışındaki her varlık sonradan var olmuştur. Dolayısıyla İbn Teymiyye'nin anlayışına göre -haşa- üzerine oturduğu yerleştiği Arş'ı da sonradan var etmiştir ve üzerine oturmuştur. Peki, o zaman İmam Azam Ebu Hanife soruyor: "Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi?" el-Vasıyye isimli eserinde şöyle diyor Ebu Hanife: "Allah Arş'ı ve Arş'ın dışındakileri ihtiyaçsız olarak -yani onlara ihtiyacı olduğu için değil- korumaktadır. Eğer muhtaç olsaydı yaratılmışlar gibi kâinatı var etmeye, icat etmeye ve yönetmeye muktedir olamazdı. Eğer Allah oturmaya ve mekân tutmaya muhtaç idiyse Arş'ı yaratmadan önce neredeydi? Allah Teâlâ bu şekilde vasıflandırılmaktan yüce ve münezzehtir."

Bu son derece önemli bir sorudur. Yani Cenab-ı Hakk ile mekân arasındaki ilişkiyi bu şekilde kuramayız. Cenab-ı Hakk yarattığı bir şeyle fiziksel bir temas halinde olmaz, bundan münezzehtir. Çünkü O'nun yarattığı hiçbir şeye ihtiyacı yok. Oturmak dediğimiz şey insanlara mahsus bir fiildir. Cenab-ı Hakk Arş'a oturdu denirse bir yerden oraya geldi de oturdu denmiş olur. Peki, mekânı var etmeden önce neredeydi? Bu soruya İbn Teymiyye diyor ki, Allah Teâlâ Arş'ı yaratmadan önce neredeydi sorusu doğru bir soru değil.

Neden? Çünkü Cenab-ı Hakk da kadimdir, Arş da kadimdir diyor. Nasıl kadimdir? Allah Teâlâ'nın kıdemlik vasfı zatîdir, zatî bir özelliğidir, zatında mevcuttur, başkasından almaz kıdem vasfını diyor. Cenab-ı Hakk bizzat kadimdir. Arş ise kıdemi zemani itibariyle kadimdir. Allah Teâlâ kendisi Arş;ı ezelden beri yaratıp üzerine istiva etmiştir diyor İbn Teymiyye.

Şimdi burayı bir düşünün, bu ne kadar Kur'an'a ve Sünnete uyuyor, ne kadar tenzih akidesine uyuyor? "Onun gibi hiçbir şey yoktur, hiçbir şey O'na benzemez" derken gerçekten biz Cenab-ı Hakk'ı varlıklara benzemekten tenzih etmiş oluyor muyuz? Konunun en başında söylediğimiz tevhidin beşli kategorisine gerçekten uyuyor mu bu durum? Cenab-ı Hakk da varlıklar gibi bir şey yaratıp, bir şeyi yapıp onun üzerine oturuyorsa o zaman bu vasıfta ona benziyor demektir. "O, zatına mahsus bir şekilde oturuyor" demek meseleyi kurtarmıyor. Çünkü mekân tutmak dediğiniz nerede ve kim hakkında kullanılırsa kullanılsın aynı şeydir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'tan başka kadim varlıklar tasavvur etme garabeti de çıkıyor buradan. Cenab-ı Hakk'ın Arş'a istivasını "oturma olarak kabul ederseniz kendi sakat kabulünüzü teyit etmek için başka bir sakatlık daha işlersiniz; Cenab-ı Hakk'tan başka bir kadim varlık tasavvur etmiş olursunuz.

"İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür" demek lazım. Oturdu, karar kıldı, mekân kıldı, alçaldı falan demeyiz, keyfiyet atfetmeyiz, demek lazım. İşte bu İbn Teymiyye gibi Müşebbihe'nin yol açtığı arıza sebebiyle sonra gelen kelam âlimleri diyorlar ki, biz bunu lügat anlamının izin verdiği ölçüde tevil edelim, sözlüğü zorlamayalım, nassları zorlamayalım. Ama insanların aklına da oturdu, kalktı gibi bir teşbih inancı da gelmesin. Arş'a istiva etmekten maksat Arş'ı kudret elinde tutmaktır diyelim. Çünkü Arş, Cenab-ı Hakk'ın yarattığı en azametli, muazzam varlıktır. Cenab-ı Hakk onu bile kudretiyle tutuyor, demek kİ "Ey insanlar Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bu muazzam büyüklük karşısında bir toplu iğnenin ucundan bile daha küçüksünüz. Haddinizi bilin, cirminizi aşmayın" gibi bir uyarı var.

Dolayısıyla Allah'tan (c.c) başka kadim, öncesiz varlık yoktur.

.......

Arş'a ve Kürsi'ye İman
Arş ve Kürsi haktır. O, Arş'tan da, ondan daha küçük varlıklardan da müstağnidir. Her şeyi kuşatan ve her şeyin üstünde olandır. Mahlûkatını, O'nu kuşatmasından aciz bırakmıştır.

Arş ve Kürsi haktır. Arş, Arap dilinde birkaç anlama gelir. Akla gelen ilk anlamı taht ya da koltuktur, divandır, sedirdir. Üzerine oturulan, yüksekçe yerdir. Kürsi ise, mütevatir anlamıyla masadır. Padişahı düşünün; padişah tahta oturduğu zaman ayaklarını yere koymuyor değil mi? Ayaklarını koyduğu bir basamak var. İşte o da Kürsi. Fakat Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı ve Kürsi'si böyle değil; tıpkı O'nun eli bizim elimiz gibi olmadığı, gözü bizim gözümüz gibi olmadığı gibi. O'nun yüzü bizim yüzümüz gibi olmadığı gibi, O'nun Arş'ı ve Kürsi'si de bizim arş ve kürsümüz gibi değildir. Buna çok dikkat etmek lazım. Bu Arş ve Kürsi meselesi -bilhassa Arş meselesi- ayakların kaydığı bir meselesidir. İbn Teymiyye gerek Der'u Teâruzi'l-Akli ve'n-Nakl isimli eserinde, gerekse Şii-Rafizi ekole yazdığı reddiyesi Minhâcu's- Sünne isimli eserinde diyor ki: Arş bize göre, mahlukata göre tavan gibidir. Bizim üstümüzdedir. Cenab-ı Hakk'a göre ise koltuk gibidir, divan gibidir, Arş O'nun alt tarafındadır. Dolayısıyla burada bir mekân tayini söz konusu Cenab-ı Hakk'a. İşte o Arş'ı biz lügat manasıyla alırsak, "insan için Arş budur, dolayısıyla Cenab-ı Hakk için de budur" dersek akıl, hata yapma yolunda ilk önemli adımını atmış olur. Bundan sonrası da çorap söküğü gibi gelir.

Arş, Cenab-ı Hakkin yarattığı en büyük, en muazzam, en azametli mahlûktur. Cenab-ı Hakk için böyle bir taht söz konusu değildir. Cenab-ı Hakk için, altı yönün O'nu kuşatması söz konusu değildir. Dolayısıyla "Arş O'nun altındadır. Cenab-ı Hakk Arşin üst tarafındadır" demek doğru değil. Bu Mücessime'ye ait bir algı tarzıdır. Usuli'd-Din eğitimi görmemişsek bu konudaki müteşabih hadisleri kolayca yanlış anlarız. Günümüzde Vehhabi çevrenin ayaklarının kayması, nasslara teslimiyet adı altında Cenab-ı Hakk'a cisim özellikleri atfetmelerinin sebebi budur. Kafayı kullanmayı bilmiyorlar. "Nasslarda nasıl gelmişse öyle teslim oluruz" diyerek aslında nasslara tam ters bir durum olan teşbih ve tecsim akidesine sürükleniyorlar. Cenab-ı Hakk bize akıl vermiş, bize muhkem nasslar göndermiş... Dolayısıyla müteşabih nassları o muhkem naslar esasında anlamamız lazım.

Arş meselesi ile ilgili olarak bir örnek verelim: İmam Buhari ve Müslimln es-Sahih'inde, İmam Ahmedin el-Müsned'inde vs. geçen sahih bir hadis var: Efendimiz (s.a.v) buyurmuş ki: "Allah Teâla mohlûkatı yaratmayı murad ettiği zaman, bunu kitabına yazdı. O kitap Arş'ın üstünde Cenab-ı Hakk'ın yanındadır. O kitabına "Rahmetim gazabıma galip geldi" yazdı."(1) Allah mahlûkatı yaratmayı takdir ettiğinde Arşin üzerinde, yanında bulunan kitaba böyle yazmış. Dolayısıyla İbn Teymiyye ve onun takipçileri, uzantıları diyorlar ki: "Bak bu sahih bir hadis, Allah Teâla böyle bir kitap yazmış, bu kitap Arşın üstünde, Allah'ın yanında. Demek ki, Allah Arş'ın üstünde, yanında bir boşluk var ve kitap da Arşın üstünde, Allah'ın yanında bulunuyor". Hadisi zahir anlamı ile aldığınızda anlaşılan mana budur. Fakat buradaki "indellah" (Allah'ın indinde) ifadesini böyle anlamak zorunda mıyız? Değiliz. Bunu başka ayet, hadis ve nasslara götürdüğümüzde ortaya bakın, nasıl enteresan bir durum çıkıyor:

Firavun'un eşi mümindi, Cennetlik bir hatundu. et-Tahrîm Sûresi'nde onun Cenab-ı Hakk'a şöyle dua ettiği bildiriliyor: "Ya Rabbi benim için Cennet'te, senin yanında bir köşk, bina et."(Tahrim,11)

Burada, "Cennet'te, senin yanında bir köşk bina et'' diyor. Haşa, Cenab-ı Hakk Cennet'te midir? Cennet bir mekândır. Cennetlik kulların mekânıdır. Bir de Cenab-ı Hakk'ın Cennet'te bir mekân bina etmesi var. Bir yapı ustasının bir ev yapması gibi adeta! Bu ayette böyle bir ifade var. Oysa Cenab-ı Hakk'ın Cennet'te olmadığı, aklen ve naklen kesin bir şekilde sabittir. Cenab-ı Hakk'ın -haşa- bir yapı ustası gibi orada bir köşk yapmadığı sabittir. Cenab-ı Hakk'ın Arş'ın üstünde olması ve yanında bir kitap bulunması meselesi de bu ayetteki "indiyyet" esas alındığında ortaya çıkıyor. Demek ki burada ifade edilmek istenen Cenab-ı Hakk'ın mekân olarak yanı değil. Bu hadiste ifade edilen, "yanında bulunmak" ne demek? O'nun katında bulunmak, demek.

"Sizin en keremliniz, en şerefliniz, en üstününüz Allah katında (indinde) en şerefliniz, en fazla takva sahibi olanınızdır."(Hucurat,13) buyuruluyor başka bir ayette. Şimdi buradaki "indallah" kelimesiyle oradaki "indellah" kelimesi arasında hiç fark yok. Bu kelime, Allah katında, Allah nezdinde, Allah (c.c) nazarında demektir. Allah Teâlâ'nın kitap yazmaya ihtiyacı mı var? Levh-i Mahfuz, Allah'ın (c.c) yanında mı? Haşa! Hayır! Dolayısıyla bu tür ifadeleri muhkem nasslara götürerek anlayacağız. Yoksa -Allah korusun- ayağımızın kaymaması mümkün değil.

Arş ve Kürsi üzerinde epey münakaşa edilmiş. Genelde Müşebbihe ve Mücessime taifesi tarafından gündeme gelmiştir bu mesele. Efendimiz (s.a.v)'den gelen sahih hadislerde Kürsi, "İki ayağın bulunduğu ya da iki ayağın basılacağı yer" şeklinde tanımlanıyor. Usuli'd-Din formasyonu almamış insanın gözünde sanki bir Arş var, taht var, onun üzerinde oturan bir padişah var, ayaklarını da kürsünün üstüne koymuş!.. Oysa Efendimiz (s.a.v) sahih hadiste buyurmuş ki, "Semavat'ın Kürsi'ye oranı, çölün ortasına atılmış bir yüzük gibidir”(2) Yani Semavat o yüzüktür, Kürsi de o çöldür. Kürsi'nin Arş'a nisbeti de öyledir." Kürsi çölün ortasına atılmış bir yüzük gibidir. Dolayısıyla burada vehme dayalı bir tahayyülde bulunmak asla doğru değil. İnsanın ayağının kaymasına sebep olur. Cenab-ı Hakk hakkında müteşabihattan hareketle zihnimizde bir takım suret ve şekillerin oluşmasına müsaade etmemek lazım.

Arş ve Kürsi haktır. Cenab-ı Hakk Arş'tan da, Arş'ın atındakilerden de müstağnidir. Bunlara muhtaç ve mahkûm değildir. Her şeyi ve her şeyin üstünü Cenab-ı Hakk kudretiyle, ilmiyle ihata etmiştir. Buradaki "ve fevkahû = her şeyin üstünü" ifadesine dikkat etmek lazım; bu rastgele bir cümle değildir. Her şeyi ve her şeyin üstünü Cenab-ı Hakk kuşatmıştır. Dünya da, sema da, Kürsi de, Arş da bu 'her şe/in içine girer. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk her şeyi ve her şeyin üstünü ilmi ile kuşatmıştır dediğimizde Arş'ı da Arş'ın üstünü de kuşatmış demektir. Arş bir mekândır, Arş'ın üstü de bir mekândır. Bu bakımdan Allah (c.c) Arş'ın üstündedir demek doğru değildir. "Arş'ın üstündedir" dediğinizde "Allah (c.c) bir mekândadır" demiş olursunuz.

İmam Azam'ın (rh.a) sorduğu: "Eğer Allah (c.c) Arş'ın üstü dediğiniz bir mekânda ise -haşa-, orayı yaratmadan önce nerede idi?" sorusunu cevaplandırmazsınız. Bu sorunun cevabı yok. Mekânsızlıktan mekâna mı intikal etti? Allah -haşa- havâdise/yarattıklarına hulul etti demiş olursunuz. Yaratıcı, yarattıkları ile "bizzat" temasa girdi derseniz, sonrada temas eden şey de bir hadis olur. Dolayısıyla onunla ilişkisi mekânsal olmuş olur. İçinde, dışında, altında, üstünde, sağında, solunda, önünde ya da arkasında olmuş olur. Bütün bunlar, mahlûklar arasında mekân içi ilişkidir. Cenab-ı Hakk'ı -haşa- mekân İçinde düşündüğünüz anda havadis O'na hulul eder demiş olursunuz. Bu da değişimi gerektirir.

Bakın şimdi burada ne çıkıyor: Cenab-ı Hakk, havâdise hulul ettiğinde ne olur? Bir değişim meydana gelir. Bir varlık başka bir varlığın içinde değilken sonradan içine girdiğinde ne olur? Bir değişim meydana gelir. En azından mekânsal olarak bir değişim meydana gelir. Bir yerden başka bir yere intikal etmiş olur. Herhangi bir varlıkta bu şekilde bir değişim meydana geliyorsa o varlık ezeli olmaz. Çünkü ezeli olmak değişime uğramaya tamamen aykırıdır. Herhangi bir varlık ezeli ise değişime uğramaz. Değişime uğruyorsa onun başına bir hal geliyor, bir halden başka bir hale dönüşüyor demektir. Bu da hâdis, muhdes varlıkların özelliğidir. Ezelî olan Cenab-ı Hakk böyle bir hale düşmekten münezzehtir. Dolayısıyla "Cenab-ı Hakk önceden mekân tutmamıştı, sonradan mekân tuttu" dediğinizde "Cenab-ı Hakk değişime maruz kaldı, bir halden başka bir hale geçmiş oldu" demiş olursunuz. Bir halden başka bir hale geçmek de bir nakisadır. O mahlûkata mahsustur. Cenab-ı Hakk bir halden başka bir hale gelmekten, hareket etmekten münezzehtir. Böyle şeyler mahlûkata mahsus özelliklerdir. Cenab-ı Hakk Arş'ı da, Arş'ın üstündekini de, Semavat'ı da, Semavaf ın üstündekini de, Dünya'yı da, Dünya'nın üstündekini de ilmi ve kudreti ile kuşatmıştır. Mekânlar arası değil, cisimler arasındaki özelliklerde olduğu gibi değil, ilmi ve kudreti ile kuşatmıştır.

Mahlûkatını da kendisini ihata etmekten mahrum bırakmış, hiçbir yaratılmışa böyle bir özellik vermemiştir Cenab-ı Hakk...

SUAL-CEVAP

Sual:

Ibn Teymiyye'nin, Arş'ın fevkinde sözünü zaman ve mekân mefhumunun olmadığını düşünürsek doğru olma ihtimali yok mu?

Cevap:

Bir şeyin üstü yine bir mekânsallık ifade eder. Arş'ın üstü dediğinizde; alt, üst, ön, arka... Bunlar mekânsallık içinde İzafî kavramlardır. Arş'ın üstü dediğimizde neyi kastediyoruz? Yani şimdi dünya denen mekânda bulunuyoruz. Dolayısıyla bizim için üst, başucumuzun geldiği noktadır değil mi? Peki şu anda, güney Amerika'da olan bir İnsan için üst neresidir? Yukarı neresidir? Tam tersidir. Bizim için başucu olan kısım, onlar için ayakucudur. Onlar için ayakucu olan kısım da bizim İçin başucudur. Çünkü dünya yuvarlaktır. Her birimiz yukarı diye kendi bulunduğumuz tarafı ifade ediyoruz. Birimiz için yukarı olan, diğeri için aşağıdır. Dolayısıyla Arş'ın üstü dediğimizde biz nereyi kastediyoruz? Bir şeyin üstü de mekânsal bir kavramdır... Arş'ın üstü için Arş aşağıdadır değil mi? O zaman orası da bir mekândır. Alt-üst kavramı iki varlığın birbirine karşı konumudur. Bir cisim diğerine göre üsttedir, alttadır, sağdadır, soldadır. Arş'ın üstü dediğinizde de siz bir mekan anlatmış oluyorsunuz.

Sual:

Bazı platformlarda konuştuğumuz, tartıştığımız bazı Ibn Teymiyye müdafii kardeşler, "Biz cisim lafzını ya da bir kimseyi Mücessime ¡lan etmeyi Ehl-i Sünnet'in menhecinde bulamıyoruz. Bu yüzden sizin İbn Teymiyye'yi Mücessimîlikle isimlendirmenizi değil, onun Selef-i Salihin'e aykırı olup olmadığını ispat etmenizi önemseyeceğiz. Bizim için Akide, ilk dönem ulemanın sabitelerine aykırı düşünüldüğünde kişiyi sapıklığa düşürmeyen şeydir. Vel-hâsıl biz Mücessimîlik diye bir sınıflandırma tanımıyoruz". Bunun doğruluğu nedir? Sahabe ve ilk dönem uleması geçen ıstılahları kullanmış mıdır?

Cevap:

İbn Teymiyye'nin sık söylediği bir şeydir bu. Selef, Mücessime diye bir şeyi reddetmemiştir. "Selef Allah'a cisim denir mi, denmez mi?" diye meseleyi ne reddetmiştir ne de kabul etmiştir. Dolayısıyla böyle bir meselenin üzerinde durmak, bunun akideden saptıran bir şey olduğunu söylemek, Selefin yolundan saptıran bir şey olduğunu söylemek doğru değildir diyor.

Bu konuda kendi içinde çelişkileri de var. Birkaç yerde böyle diyor. Selef aşırı giden Müşebbiheyi tenkit etmiştir, ama Mücessime ıstılahı selefte yoktur. Dolayısıyla biz de bunu kullanmıyoruz bid'attir bu diyor. Daha sonra başka bir eserinde diyor ki, "Eğer Kur'an'da, Sünnet'te ve Selef ulemasının sözlerinde "Allah cisim değildir" diye bir ifade yoksa Allah'ın cisim olmadığı ifade edilmiyorsa, ben "Allah cisimdir" demekle Kur'an, Sünnet ve Şeriat'ten dışarı çıkmam" diyor. Daha önce de söylemiştik, "İbn Teymiyye Selef adına konuşur, her söylediğini Selefe dayandırır ama Selefin söylemediği şeyleri de yeri geldiğinde bal gibi söyler!" Bu da onlardan birisidir: "Benim Allah'a cisim demem Kur'an'a, Sünnet'e, şeriata aykırı bir şey değildir" diyor!

İbn Teymiyye'nin bu argümanına ne diyebiliriz? Bu anakronizmdir. Yani Selef-i Salihin döneminde ortaya çıkmış itikadî yanlışlar neyse meseleyi orada donduralım, onun dışında ortaya çıkmış itikadî yanlışlar hakkında "bunlar itikaden yanlış demeyelim çünkü selef böyle demedi" diye düşünelim! Peki, ben şimdi size sorayım: Selef "tarihsellik" diye bir şey bilmiyordu. Onların döneminde böyle bir iddia yoktu. "Kur'an nassları tarihseldir, o günü bağlar, bizi bağlamaz" diyen insanlara bu kardeşlerimiz ne diyecek? "Selefin menhecince tarihsellik diye bir şey yoktur dolayısıyla biz bu konuda susuyoruz" mu diyecek? İşte bu Usulu'd-Din ilmine kör bir inatla direnmenin oluşturduğu ironik bir durum. Kelam'ı orada donduracağız, "Ondan sonraki tarihler içinde kim ne demişse demiş bizi ilgilendirmez" mi diyeceğiz?

İbn Teymiyye'nin kendisi Vahdet-i Vücut meselesine niye itiraz etti o zaman? Seleften kim demiş Vahdet-i Vücut küfürdür, şirktir" diye? Kendisi bizzat devam etmiş, kendi metodunca devam ettirmiş bunu. Şimdi kendisinin işine gelen konularda bunu devam ettirecek ama işine gelmeyen konularda "Selef demedi biz de demeyiz" diyecek!.. Bu çifte standarttır. İbn Teymiyye'nin ne kadar çifte standartlı, ne kadar işine geldiği gibi davranan bir insan olduğunu, ne kadar usulden, tutarlılıktan yoksun hareket ettiğini gösteren önemli bir husustur bu.

Dipnotlar:

(1)- el-Buhari, "Kitâbü Bed'i'l-Halk", 1; el-Müslim, "Kitâbü't-Tevbe", 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XIII, 479.

(2)-ibn Hibbân, es-Sahih, II, 76.

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:56-58,185-192
Devamını Oku »