İsm-i Azam




Allâhu Teâlâ’nın en yüce ismi (İsm-i A‘zâm) Allâh”tır.
Eğer sen “Allâh” dersen ve kalbinde de O’ndan başkası yoksa, o zaman senin duâna icâbet olunur.
Arifin “bismillâh” demesi, Allâhu Teâlâ’nın “ol” demesi mesabesin- dedir.

Bu kelime sıkıntıyı defeder.

Bu kelime tasayı kaldırır.
Bu kelime zehiri tesirsiz hâle getirir.
Bu kelimenin nûru herkesedir...
Allâh: Her gâlibe üstün gelendir.
Allâh: Acâiplikleri/güzellikleri ortaya çıkarandır.
Allâh: Saltanatı yücedir.
Allâh: Cânibi ulaşılmazdır.
Allâh: Kullara muttalîdir (onların her şeyini bilir).
Allâh: Kalbi ve fuâdı (kalp ve gönül gözünü) gözetleyendir.
Allâh: Cabbarları kahredendir.
Allâh: Kisrâları zebûn/esir edendir.
Allâh: Gizliyi de açığı da bilendir.
Allâh: Kendisine hiçbir şey gizli kalmayandır.
Allâh için olan, Allah’ın muhâfazası/koruması altında olur.
Allâh için seven, Allâh’tan başka bir şey görmez.
Allah’ın yoluna sülük eden, Allah’a vâsıl olur. Allâh’a vâsıl olan ise, Allâh’m himâyesinde yaşar.
Allâh’ a müştâk olan, Allâh ile ünsiyet eder. Ağyârı terk edenin vakti, Allâh ile sâf olur.

Allâh’ın kapısını çal. Allâh’a ilticâ et (sığın). Allâh’a tevekkül et (güven).
(Ey yüz çevirmiş!) Allâh’a dön: Şakâvet yurdunda O’nun isminin vasıfları böyledir; ya lika3 ânında nasıl olur! Mihnet yurdunda böyledir; ya nîmet yurdunda nasıl olur!
“Bu Benim ismimdir ve sen de kapı arkasındasın; ya perde kalkınca nasıl olur! Nidâ ettiğimde böyledir; ya tecellî ettiğimde nasıl olur!..”
Arifler müşâhedede... Vuslat denizleri ise onlara gelmektedir.
Muhibler ağaçlarda uyumayıp, seherlerde habîbine münâcât eden kuşlar gibidir. Kurbiyet kokusunun esintileri kalplerine doğru eser de, onların Rablerine iştiyakları daha da artar.
“Siz Beni teslimiyet ve tevfîz(Allaha havele etme) ile anın, Ben de sizi en güzel tercih ile anayım.”
Bu ifâde aynı zamanda Allâhu Teâlâ’nın şu sözünün de beyanıdır: “Allâh’a tevekkül edene O kâfidir.”

“Siz Beni şevk ve muhabbet ile anın, Ben de sizi vuslat ve kurbiyet ile anayım.
Siz Beni hamd ü senâ ile anın, Ben de sizi ihsân ve atâ ile anayım.
Siz Beni tevbe ile anın, Ben de sizi günahlarınızı bağışlamakla anayım.
Siz Beni isteyerek anın, Ben de sizi nâiliyet ve bağış ile anayım.
Siz Beni gafletsiz anın, Ben de sizi mühletsiz anayım.
Siz Beni pişmanlık ile anın, Ben de sizi iyilik ile anayım.
Siz Beni mazeret ile anın, Ben de sizi mağfiret ile anayım.
Siz Beni irâde ile anın, Ben de sizi ifâde ile anayım.
Siz Beni şeyden sıyrılmış bir şekilde anın, Ben de sizi her şeye üstün tutma ile anayım.
Siz Beni ihlâs ile anın, Ben de sizi halâs/kurtuluş ile anayım.
Siz Beni kalpten anın, Ben de sizi sıkıntıdan kurtulma ile anayım.
Siz Beni lisân ile anın, Ben de sizi emân/emniyet ile anayım.
Siz Beni iftikâr (eziklik içinde) ile anın, Ben de sizi iktidâr/kudret ile anayım.
Siz Beni itizâr/mâzeret ve istiğfar (bağışlanma dilemek) ile anın, Ben de sizi rahmet ve mağfiret ile anayım.
Siz Beni îmân ile anın, Ben de sizi cennetler ile anayım.
Siz Beni islâm/teslîmiyet ile anın, Ben de sizi ikrâm ile anayım.
Siz Beni kalp ile anın, Ben de sizi perdeyi kaldırmakla anayım.
Siz Beni zikr-i fânî ile (her şeyden sıyrılmış olarak) anın, Ben de sizi zikr-i bâkî ile anayım.
Siz Beni derinden yakarış ile anın, Ben de sizi vuslat ile anayım.
Siz Beni tezellül (alçakgönüllülük) ile anın, Ben de sizi hatâlarınızı affetme ile anayım.
Siz Beni günahlarınızı îtirâf ile anın, Ben de sizi mahv-ı iktirâf (günahlarınızı silme) ile anayım.
Siz Beni sırrınızın/özünüzün safâsı/temizliği ile anın, Ben de sizi hâlis iyilik ile anayım.

Siz Beni sadâkat ile anın, Ben de sizi şefkat ile anayım.
Siz Beni safvet (iç temizliği) ile anın, Ben de sizi affetme ile anayım.
Siz Beni ta’zîm/yüceltme ile anın, Ben de sizi tekrîm (iyilik, cömertlik) ile anayım.
Siz Beni teksîr ile (çokça) anın, Ben de sizi cehennemden kurtuluş ile anayım.
Siz Beni cefâ (dünyâyı terk) ile anın, Ben de sizi vefâ ile anayım.
Siz Beni terk-i hatâ ile anın, Ben de sizi envâ-ı ata ile anayım.
Siz Beni hizmette gayret ile anın, Ben de sizi itmam-nîmet (nimetin tamâmı) ile anayım.
Siz Beni siz/kul olarak anın, Ben de sizi Ben/Allah olarak anayım.”
“Allâh’ın zikri/Allâh’ı zikretmek en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Allah'ın Sakı' Bir Teşbih ve Tecsim Değil Midir ?



Allah'ın Sakı' Bir Teşbih ve Tecsim Değil Midir ?


Ebû Saîd ei-Hudrî şöyle demiştir: Ben, Peygamber (s.a.v.)’den işitmiştim, şöyle buyuruyordu: “(Kıyâmet günü) Rabbimiz kendi sâkın- dan/baldırından açar, derhal O’nun azametine her mü’min ve mü’mine secde eder. Yalnız dünyada insanlara göstermek ve halka işittirmek için secde eden secdesiz kalır. Gerçi öylesi de secde etmeye gider, fa­kat onun sırtı tek bir tabakaya döner”.(Buhari,Tefsir,Kalem Suresi-2)

Bu ve benzeri Allâh’ın sıfatlarına dair bazı hadîsler "O’nun ben- zeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 11) şeklindeki âyete aykırı görülmüştür.

“Baldırı açmaktan” murad nedir? Âlimler bunu, “Bütün hakikat­lerin çırıl çıplak ortaya çıkması sebebiyle hesap ve cezanın bütün şid­det ve dehşetiyle hüküm sürmesi” şeklinde anlamışlardır. Nitekim ha­dîste, Resûlullâh (s.a.v.) Cenab-ı Hakkın bütün gerçekleri ortaya ko­yarak, hesap verme hadisesinin dehşetini yaşattığı hengâmede, dünya­da iken kulluğunu samimiyetle yapanlarla, riyakâr hareket edenleri tef­rik edip mü’minleri dehşetten kurtaracağını; riyakârları da sırtları eğil­mez bir hale sokarak cürümlerini yüzlerine vurmak süreriyle, dehşetlerine dehşet katacağını belirtmektedir. Meseleyi tasvir eden âyet-i kert­enin tam meali şöyledir:

“(Hatırla ki o gün) baldır(lar)ın açılacağı, kendilerinin secdeye davet edileceği bir gündür. Fakat buna güç yetinmeyeceklerdir. Secdeye favet edilecekler; gözleri düşük, kendilerini bir zillet sarmış olarak. Hal­buki onlar bu secdeye dünyada her şeyden salim ve sapasağlam iken davet ediliyorlardı ” (Kalem 42-43)

Ayette bu deyim, özellikle kıyâmet gününü ve o günün sıkıntıları­nı ifade etmektedir. İnsanların o günün sıkıntısından kurtulmaları için mahşerde görevli melekler veya Allâh’ın ilham ettiği kimseler onları Al­lah’a secde etmeve çağırırlar. Râzî’ye göre inkârcılar dünyada Allâh’a secde etmedikleri için âhirette kınamak ve azarlamak maksadıyla sec­deye çağrılacaklardır. Hadîste buyurulduğu üzere, erkek-kadın herkes Allâh’a secde eder; dünyada gösteriş için secde etmiş olanlar da secde etmek isterler fakat eğilemezler. Başka bir rivâyette, inkarcılar da sec­de etmek isteyecekler, fakat buna güçlerinin yetmeyeceği haber veril­miştir. Onlar, gözlerine korku çökmüş, zillet içerisinde ve perişan bir halde bulunurlar. Halbuki dünyada yapabilecek durumda iken de sec­deye çağrılmışlar, fakat secde etmemişlerdi. Bu nedenle âhirette sec­de etme güçleri ellerinden alınacaktır. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte)

Peygamberimiz’e, kâinatı yaratmazdan önce Allâh’ın nerede oldu­ğu sorulmuştur. Bu soruya verdikleri cevap, “Üstü de altı da hava olan âmâdaydı (bulut içindeydi)” şeklinde olmuştur.(Tirmizi,3109)

Tirmizî’ye göre hasendir. Müsned'i tahkik eden Hamza Ahmed ez-Zeyn’e göre sahîhdir. Bir başka çalışmamızda(Y.Köktaş,Günümüz Hadis Tartışmaları,syf;27) bu hadîsin isnâdın- da yer alan Veki’ b. Hudus meçhul olmakla birlikte, takviye edildiği­nin anlaşıldığını söylemiş, doğrudan sahîh olmasa da makbul bir ha­dîs olduğunu vurgulamıştık. Oysa bu hadîs, Veki’ b. Hudus’un meç­hul oluşundan dolayı zayıftır ve hadîs bir başka tarîkten desteklenmemiştir. Şuayb el-Arnavud, İbn Mâce tahkikinde bu hadîsin zayıf oldu­ğunu ifade etmiştir. Bizi Tirmizî’nin hasen ve Hamza Ahmed’in sahîh demesi yanıltmıştır.

Zayıf olmakla birlikte, manasına gelince bir şey söylemek gerçek ten zordur. Hadîsi Allâh’a mekân izafe etmeden anlamak gerekir. Bi ler için hava olmayan yer, hayatın olmadığı yerdir. Bunun hakkında aklın söyleyebileceği fazla bir şey yoktur.

Konuyla ilgili, İbn Kuteybe’nin ardından, Beyhakî’nin söylediklerini nakletmekle yetineceğiz. îbn Kuteybe, rivâyette geçen Veki’in meç­hul olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: “Şu kadar ki,bu ha­dîsin tefsirinde Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm söz söylemiştir. Ahmed Saîd el-Lıhyânî, Ebû Ubeyd’den bize, ’Hadîsteki el-amâ kelimesi bu­lut demektir’ dediğini nakletmiştir. El-Ama kelimesi, med (=uzatma) ile olursa Arapların günlük konuşmalarında zikredildiği gibi ‘bulut’ mâ­nasına gelir. Eğer maksûr (yani elifsiz) ise o takdir de mana, sanki ‘0, körlük içindeydi’ şeklinde olur. Bununla Resulullah, Allah ın, insanla­rın bilgisinden gizli olduğunu kastetmiş olur. Tıpkı bunun gibi bir şey senin için mübhem olduğu, bir şeyi ve onun nerede olduğunu bilmedi­ğin zaman sen, ‘Umiytu an hâza’l-emre ene a’mâ anhu aman”; yani, “Bu meseleye karşı kör oldum. Ben ona karşı bir körlük içindeyim” dersin. Ve sana gizli kalan her şey ‘senden yana bir körlük içinde’ demektir.

‘Üstü hava, altı hava (idi)’ sözüne gelince, bazıları hadîse bir (nefy) ‘mâ’sı eklediler ve Allah’ın altında ve üstünde hava bulunmasından ve Allâh’ın da, bu ikisinin arasında bulunmasından ürkerek, ‘Ne üstün­de hava (vardı) ne de altında’ dediler. Fakat esas olan rivayet, birin­ci rivâyettir.

(Allâh’a yakışmayan bir mânaya karşı olan) ürküntü, hadîse “mâ” ilave etmekle ortadan kalkmaz. Çünkü (‘mâ’ ilâve edilse bile) alt ve üst mefhumları yine mevcuttur.-Vallâhu a’lem”.

İmam Beyhaki, bu kelimenin nasıl anlaşılması gerektiği sorusunu tartışırken şöyle der: “Efendimiz (s.a.v.), ‘Yüce Allah mahlûkâtı yarat­madan önce kendisinden başka hiçbir şey yoktu’ demek istemektedir.” Meselenin özü de budur.

Şunu tekrar vurgulamak gerekir ki, zayıf hadîslerle Allâh’ın sıfatları hakkında bir yargıya varmak kesinlikle mümkün değildir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

İhtilaflı Sıfatlar

....

Üçüncü sıfat istivâdır. Zira yüce Allah “Rahman arşa istivâ etmiştir”(Taha,5) âyetinde kendisini istivâyla nitelemiştir. Ashap istivâ hakkında ihtilaf etmiştir. Çoğunluk istivânın hükümranlık demek olduğunu söylemiştir. Bu takdirde istivâ kudret sıfatına varmaktadır. Şair şöyle demiştir: “Amr Irak’a istivâ etti // kılıçsız ve kan dökmeden”. Bu şiirde istivâ hâkim olmak anlamındadır. Bir başka şair şöyle demiştir: “Onlara baskın çıktığımız ve istiva ettiğimizde // Bıraktık onları yem olarak akbaba ve kuşlara”. Bu şiirde “istivâ ettik" ifadesi “hakim olduk” anlamındadır.

Şöyle denemez: Hakim olma anlamındaki istivâ yüce Allah hakkında imkânsız olan karmaşa, direnme ve baskın çıkma hissini uyandırmaktadır. Yine Allah'ın özel olarak arşa istiva ettiğinin söylenmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü O’nun hükümranlığı her şeyi kuşatmaktadır.

Çünkü biz birinciyi, söz konusu durumları hissettirdiğini men ederek cevaplıyoruz.Nitekim “Allah işine galiptir”(Yusuf,21) âyetinde olduğu gibi “galip” kelimesi onu hisset- tirmemektedir. Evet, bazen bu şeyler hususi bir durumda hükümranlığın nispet edildiği kimsenin kendi özelliğinden dolayı düşünülmektedir.

İkinciyi ise şöyle cevaplıyoruz: Anlam, yüce olanın aşağı olan üzerinde bulunduğunu hissettirmektir. Zira vehimlerde yerleşik düşünce şudur: Arş en büyük yaratıktır. Dolayısıyla arşa hakim olan, kesinlikle diğerlerine de hakim olur. Bu, daha düşükle daha yüce olana yönelik meşhur dikkat çekmenin aksidir ve her ikisi de doğrudur. Zira üstün olan şey, bir duruma daha layıksa daha düşüğün o duruma sahip olmasından daha yücenin de o duruma sahip olduğu anlaşılacağı gibi bunun tersi de daha düşük bir duruma daha layık olduğunda anlaşılır.

'Denilmiştir ki burada istivâ, yönelmek/kastetmek demektir. Bu durumda istiva, irade sıfatına dönmektedir. Bunun örneği, “Sonra göğe doğru istiva etti"(Bakara,29) âyetidir. Âyette “göğe yöneldi” anlamı kastedilmektedir. Fakat hu. tızük bir görüştür. Çünkü yönelme anlamındaki istivâ hakim olma anlamına gelen istilâ gibi “alâ” edatıyla değil, yönelme anlamındaki kasıtta olduğu gibi "ilâ" edatıyla geçişli hale getirilmektedir.

Şeyh Eş'ari iki görüşünden birinde istivânın ne olduğunu bilmesek bile, önceki sıfatlara raci olmayan zait bir sıfat olduğunu söylemiş ama buna her hangi bir delil getirmemiştir. Zikredilen ihtimal varken istivânın müstakil bir sıfat olduğunu kabulde zahir âyet ve hadislere dayanmak doğru değildir. Bu itimal, istivâ ile hakim olmanın veya zayıf olmakla birlikte yönelmenin kastedilmiş olmasıdır. Doğrusu, duraksamak ve bununla âyette geçen istivânın cisimlerin istivâsı gibi olmadığını kesinlemektir.

Dördüncü sıfat, yüzdür. Yüce Allah “Rabbinin yüzü bâkî olacak”(Rahman,27) ve "O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır”(Kasas,88) buyurmuştur, iki görüşünde birinde Şeyh Eş‘arî ile Ebû Ishak el-Isferâînî ve Selef yüzün yukarıda anlatılan sıfatlara zait sübûtî bir sıfat olduğunu kabul etmiştir. Şeyh bir diğer görüşünde yüzün varlık anlamına geldiğini söylemiş ve Kâdî Ebû Bekir el-Bâkillânî de ona katılmıştır. Bu durumda yüz, hakkında kesin bir hükmün bulunmaması ve ihtimal varken zahir naslara güvenilmemesi hususunda istivâ gibidir.

Uyarı: Yüz dilde hakikat olarak özel organ için vazedilmiştir. Ama yüce Allah hakkında bu organın kastedilmesi mümkün değildir. Yüz bizim bilmediğimiz başka bir sıfat için vazedilmiş değildir. Hatta muhatabın düşünemediği bir şey için vazedilmesi mümkün değildir. Zira vazlardan kasıt, anlamların anlatılmasıdır. O halde yüzün mecaz olarak kullanıldığı açığa çıkmaktadır. Yüzün anlaşılan ve delille sabit olan bir şeyin mecazî anlatımı oluşu ise açıklık kazanmıştır. Bu ise yüzle zâtın ve bütün sıfatların mecazî olarak kastedilmiş olmasıdır. Zira bâkî olan şey, yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla birlikte zâtıdır, bunun dışındakiler yok olacaktır ve bâkî değildir.

Beşinci sıfat eldir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah'ın eli onlann eli üzerindedir”(Fetih,10), “iki elimle yarattığım şeye secde etmeni engelleyen nedir?”(Sad,75). Bu nedenle Şeyh Eşarî iki organ anlamında olmamakla birlikte zât ve diğer sıfatlar üzerine zait iki sıfatı kabul etmiştir. Selefin görüşü budur ve bazı kitaplarında Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânı de bu görüşe meyletmiştir. Çoğunluk ise iki elin kudretten mecaz olduğunu söylemiştir. Çünkü elin kudret anlamında kullanımı yaygındır, “iki elimle yarattım” sözü, yetkin bir kudretle yarattım demektir. İki kudret kastedilmemiştir.

Bütün yaratılmışlar yüce Allah’ın kudretiyle yaratıldığı halde Adem'in özellikle kudretle yaratıldığının söylenilmesi,onu şereflendirmek ve yüceltmek içindir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bütün yaratılmışların sahibi olduğu halde “Evimi temizleyin”(Bakara,125) âyetinde Kabe’yi teşrif etmek için kendisine nispet etmesi gibidir. Yine “Benim kullarım üzerinde senin herhangi bir hükümranlığın yoktur”(Hicr,42) âyetinde müminleri teşrif etmek için özel olarak kullarım diye nitelemesi gibidir.

Mu’tezile sıfatların reddedilip hallerin olumlanması ilkesine dayalı olarak demiştir ki el, kâdirlikten mecazdır. Onların bir kısmı elin nimetten mecaz olduğunu söylemiştir. Fakat bu, çok zayıf bir görüştür. Çünkü yaratmanın ele nispetiyle uyuşmamaktadır.

Denilmiştir ki el zait bir sıfattır. Bu yukarıda geçen Şeyh ve Selefin görüşünün tekrarıdır. Bazı nüshalarda “sıfat” kelimesi yerine “sıla” geçmektedir. Buna göre “iki elimle” lafzı zait olmaktadır. Nitekim şair “Dara düştüm Misver’den yardım istedim // İmdadıma koştu, kölesi olayım Misver’in iki elinin”. Fakat bu görüş, son derece zayıftır.

El sıfatının tahkiki, ilkindeki yani yüz hakkında söylediğimiz şu tahkik gibidir: O, organ için vazedilmiştir. Organın Allah hakkında kullanılması imkânsız olduğundan anlaşılabilir bir anlamın mecazî anlatımı olarak yorumlanmalıdır. Bu anlam ise kudrettir.

Altıncı sıfat, iki gözdür. Yüce Allah “gözlerimizin önünde seyrediyor”(Kamer,14) ve “Gözümün önünde yetişesin diye”(Taha,39) buyurmuştur. Şeyh Eş‘ari bazen bunun diğer sıfatlara zait bir sıfat olduğunu bazen de onun “görme”den ibaret olduğunu söylemiştir. Buna ilişkin açıklama, biraz önce geçen açıklamadır. Buna göre Allah’a organ nispet edilmesi imkânsızdır. Bizim bilmediğimiz bir sıfatın mecazî anlatımı olması ise ifadeyi anlaşılmaz kılar. O halde onun görmenin yahut koruma ve gözetmenin mecazî ifadesi olması gerekir. Çoğul kipi ise tazim içindir.

Yedinci sıfat yan sıfatıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Nefis der ki yazıklar olsun, Allah’ın yanındaki aşırılıklarıma”(Zümer,56). Bunun zait bir sıfat olduğu söylenmiştir. “Allah’ın yanı” ifadesiyle “Allah’ın emri” anlamının kastedildiği söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demiştir: “Aşığın yanı hususunda Allah’tan korkmuyor musun? //Onun sımsıcak bir ciğeri ve ışıldayan bir gözü vardır''.

Şiirdeki "terakraku/ışıldayan" kelimesi, parıldamak ve hareket etmek demektir. içeceğin ışıldaması, parlaması yani gelip gitmesi demektir. Aynı şekilde gözde dolaştığı zaman gözyaşı da böyledir. Yahut cenb/yan kelimesiyle cenâb anlamı kastedilmiştir. “Onun yanına/cenbine sığındı ” sözü "onun katına ve haremine sığındı'' demektir.

Sekizinci sıfat, ayak/kadem sıfatıdır. Hz. Peygamber (s.a.) uzun bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bunun üzerine Cebbâr ayağını ateşe basar da artık ateş ‘yeter yeter’ der.” Başka bir rivayette şöyle denilir: “Ta ki izzetin Rabbi ayağını ateşe basar. Bunun üzerine cehennem birbirine çekilir ve ‘senin izzet ve keremine yemin olsun ki yeter’ der”. Başka bir rivayette ise “Cehenneme ‘doydun mu’ denir. Cehennem de ‘daha yok mu’ der. Ta ki Rab ayağını cehenneme basar ve bunun üzerine Cehennem ‘yeter yeter’ der” denilir. Hadisteki Cebbâr’ı Cehennemin bekçisi olan Mâlik olarak yahut sorumlulukları yerine getirmekten geri duran kimse olarak yorumlamaya iltifat edilmez. Nasıl olur! Enes rivayetinde “Allah ayağını ateşe koyuncaya dek ateş dolmaz” şeklinde geçmektedir.

Dokuzuncu sıfat parmaklardır. Hz. Peygamber (s. a.) şöyle demiştir:

“Müminin kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır." Başka bir rivayette şöyle buyrulmaktadır: “Bütün Adem oğullarının kalpleri tek bir kalp gibi Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Rahman onu dilediği gibi çevirir.” Oysa Allah’a organ nispet edilmesi mümkün değildir. Yorum, iki el hakkındaki gibidir.

Onuncu sıfat, sağ eldir. Yüce Allah "gökler onun sağ elinde dürülüdür"(Zümer,67) buyurmaktadır. Bunun tevilinin tam kudret olduğu açıktır.

On birinci sıfat tekvindir. Haneftler “Ol der o da oluverir”(Gafir,68) âyetine tutunarak tekvinin meşhur yedi sıfat üzerine zait bir sıfat olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre “ol” sözü, hâdislerin oluşunu yani varlığını öncelemiştir ve bu sözle kastedilen, tekvin, var etme ve yaratmadır. Harıefiler şövle demiştir: Tekvin kudretten başkadır. Çünkü kudretin eseri olabilirliktir/sıhhat. Olabilirlik ise olmayı gerektirmez. Dolayısıyla oluş, kudretin eseri olamaz,tekvinin eseri ise oluştur.

Cevap: Olabilirlik imkândır. İmkan ise mümkünün zâti vasfıdır. Dolayısıyla kudretin eseri olamaz. Zira şeyin zâtından kaynaklanan özellik, başkasının sonucu olamaz. Aksine o şeyin kendinde imkânı, onun makdûr olmasının illetidir. Bu bağlamda “bu, makdûrdur, çünkü mümkündür” ve “bu makdûr değildir, çünkü zorunlu veya imkânsızdır.'' denir. Öyleyse kudretin eseri makdûrun oluşu ve varlığıdır, olabilirliği ve imkânı değil. Dolayısıyla böyle eseri oluş olan başka bir sıfatın kabul edilmesine gerek kalmamaktadır.

Eğer şöyle denirse: Kudretin eseri yaptığımız olabilirlikle kastedilen şey, failin tesiri ve var etmesi anlamında fiilin olabilirliğidir, yoksa yapılan şeyin kendinde olabilirliği değildir. Yapılan şeyin kendinde olabilirliği, onun başkasıyla talîl edilmesi mümkün olmayan zâtî imkânıdır. Fakat birinci olabilirlik, faile kıyasladır ve kudretin eseridir. Çünkü kudret, fâilin makdûru olan şeyin yapma ve yapmama taraflarını eşit şekilde tercih etmesini mümkün kılan sıfattır. Dolayısıyla iki tarafın belirli olarak biri failden kudretle meydana gelmez. Aksine onun meydana gelmesi için yalnızca o tarafa taalluk eden başka bir sıfat olması gerekir. İşte bu sıfat tekvindir.

Biz şöyle deriz: İki taraftan her biri kudretin eseri olmaya elverişlidir. Fakat onlardan belirli olarak birinin kudretten çıkması için belirli bir tahsis ediciye ihtiyaç duyulur. İşte bu tahsis edici de o tarafa taalluk eden iradedir. Bu takdirde oluşun ona taalluk eden irade vasıtasıyla onda müessir olan kudretten başka bir ilkesine ihtiyaç duyulmaz. Miraç gecesini anlatan hadiste şöyle geçmektedir: “Avucunu kürek kemiklerim arasında koydu ki serinliğini göğsümde hissettim.” Şimdi Müşebbihenin yaptığı gibi Allah’a organ nispet etmek doğru değildir. Bu sebeple “Allah bildik avuçlar gibi olmayan bir avuca sahiptir” denilmiştir. Hadisteki avuçla kastedilenin yönetim olduğu söylenmiştir. Bu bağlamda “Falan falanı avucunun içine almış” denir ve bununla onu idare ettiği anlatılır.

Buna göre hadiste anlatılmak istenen şey, Allah’ın Hz. Peygamber’i idaresindeki lütufları ile Hz. Peygamber’in bu lütufların ferahlığını hissettiğini açıklamaktadır. Çünkü her türlü ferahlığa, rahatlığa ve hoşnutluğa serinlik denir. Hadislerde yüce Allah’ın azı dişleri görününceye kadar güldüğü söylenmektedir. Bunu hakiki anlamına yormak mümkün değildir. Bu nedenle Allah bizim gülmemiz gibi olmayacak şekilde güler denilmiştir. Gülmenin yorumunun, her işte iyilik ve başarı müjdelerinin açığa vurulması olduğu söylenmiştir. Bu anlamda bahçenin çiçekleri açtığında “bahçe güldü” denir. Buna göre gülmenin anlamı, hayır ve başarı müjdelerinin O’ndan açığa çıkması iken azı dişlerinin görünmesi,O’ndan olması beklenen şeyin künhünün ortaya çıkmasıdır.

Beyan ilminde behresi olan kimse, anlamın açıklığı ve haşmetini dikkate alarak ve anlamın düşüklüğünü doğuracak şeylerden yüz çevirerek zikredilen müteşabih âyet ve hadislerin çoğunu temsil ve tasvire ve bir kısmını da mecaza yorar. Sana düşen bu âyet ve hadislerde derinlemesine düşünmek ve onlara yaraşır anlamlara yormaktır. Yardım istenen Allah’tır ve güven O’nadır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,(Eş'ari Kelamı) cilt:3,syf:174-184

Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »

Yüce Allah Cisim Değildir

İkinci Maksat:

Yüce Allah’ın cisim olmadığı Ehl-i Hakk’ın görüşüdür. Bazı cahiller O’nun cisim olduğunu düşünmüşler sonra da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Buna göre Kerrâmiyye’nin bir kısmı şöyle demiştir: O cisimdir yani mevcuttur. Kerrâmiyye içinde başka bir grup ise O’nun cisim olduğunu yani kendi başına var olduğunu söylemiştir. Bu iki açıklamaya göre onlarla tartışma yalnızca isimlendirmede yani cisim lafzının Allah’a söylenip söylenmeyeceğindedir. İsmi söylemenin dayanağı ise dinin bildirmesidir. Oysa burada dinin bildirimi söz konusu değildir.

Mücessime ise şöyle demiştir: Allah gerçek anlamda bir cisimdir. Bu bağlamda O’nun et ve kandan birleşik olduğu söylenmiştir. Mesela Mukâtil b. Süleyman ve başkaları böyle demiştir. O’nun beyaz bir külçe gibi parıldayan bir nur olduğu ve kendi karışıyla yedi karış uzunluğu bulunduğu söylenmiştir. Mücessimeden bazıları aşırıya giderek O’nun insan biçiminde olduğunu söylemiştir. Bu bağlamda O’nun aşırı derecede kıvırcık saçlı tüysüz bir delikanlı olduğu söylendiği gibi saçı sakalı ağarmış bir yaşlı olduğu da söylenmiştir. Allah, sapkınların sözlerinden münezzehtir.

Bunların yanlışlığında dayanılacak delil şudur: Eğer O, cisim olsaydı mekânlı olurdu. Oysa bunun yanlışlığını birinci maksatta ortaya koymuştuk. Yine bu durumda O’nun bileşik ve hâdis olması gerekir. Çünkü her cisim böyledir. Yine O, cisim olsaydı cisimlerin ya bütün sıfatlarıyla ya da bir kısım sıfatlarıyla nitelenirdi. Bütün sıfatlarıyla nitelenmesi durumunda iki zıt bir araya gelir.

Bir kısım sıfatlarıyla nitelenmesi durumunda orada dışarıdan bir müreccih yoksa müreccihsiz tercih yahut O’nun zâtının söz konusu bir kısım sıfatla nitelenmek için başkasına muhtaç olması gerekir. Müreccihsiz tercihin gerekmesinin nedeni yüce Allah’ın zâtının o sıfatların tamamına nispetinin eşit olmasıdır. Yine O, cisim olması halinde sonlu olacak ve dolayısıyla belirli bir miktara ve hususi bir şekle sahip olacaktır.

Diğer cisimlerin değil de O’nun bu miktar ve şekle sahip olması ise müreccihsiz tercih olmaması için O’nun zâtının dışında bir tahsis ediciyle olur. Bu takdirde de O’nun söz konusu şekil ve miktarla nitelenmesi için başkasına muhtaç olması gerekir. Onların delili ise daha önce geçen şu istidlâldir: Her mevcut bedîhenin tanıklık ettiği üzere ya mekânlıdır ya da mekânlıya yerleşmiştir. İkincisi yüce Allah hakkında düşünülemez. Birincisi ise cisimdir. Yine kendi başına kâim olan her şey cisimdir. Bir diğer delil grubu ise O’nun cisim olduğuna delalet eden âyet ve hadislerdir. Bunların cevabı da orada verilen cevabın aynısıdır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi(Eş'ari Kelamı),cilt:3,syf:48

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

Alimlerinin Allah'ın Hadise Benzememesinde İttifakları



İSLÂM ÂLİMLERİNİN ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİS’E (SONRADAN OLAN ŞEYLERE) BENZEMEMESİNDE İTTİFAKLARI

Ehl-i sünnet taifesinden Şafiî, Hanefi, Mâliki ve faziletli Hanbelî taifeleriyle diğer âlimler, Allah tebareke ve teâlânın, cihetten, cismiyetten sınırlanmaktan, mekândan ve mahlûkatına benzemekten münezzeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

EBU’L-MEÂLİ ÎMAMÜ’L-HARAMEYN «LÜMAÜ’L-EDİLLE» ADLI KİTABINDAKİ, «ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİSLERE (SONRADAN YARATILANLARA) BENZEMEKTEN MÜNEZZEH OLDUĞUNA DAİR KELÂMI İLE MEZKÛR KİTABIN ŞÂRİHİ (ONU ŞERH EDEN) ŞEREFUDDİN B. ET-TELEMSÂNÎ’NİN SÖZLERİ


Ebu’l-Meâlî İmamül-Harameyn, (Lumaü’l-Edille fi Kavaîd-i Eh- li’s-Sünne) adlı eserinde diyor ki: Rab (Allah subhanehû ve teâlâ), cihetlerle tahsis edilmekten, cihetlerle sınırlı olan vasıflandırmalardan münezzehtir. Fikirler onu sınırlandıramaz, mekânlar onu içine alamaz, ölçülere girmez, sınır ve ölçülerin tahdidinden yücedir. Çünkü kendisine mahsus ciheti olan her şey, o ciheti işgal edicidir. Mekânı kabul eden her şey, cevherle mülâkatı ve ayrılmayı kabul eder. Halbuki birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, cevherler gibi hâ- distir.

Şeyh Şerefuddin b. et-Telemsânî mezkûr «Lümâü’l-Edille» adlı kitabın şerhinde bu konuya ait uzun beyanda bulunup der ki: Allahü Teâlâ’ya cihet isbat etmek için, Kur’ân’da, hadîs kitaplarında geçen müteşabihlerle delil getirenin reddine icmalen cevap şudur: Şeriat, ancak akla dayanarak sabit olur, akıl onun ölçüsüdür. Öyle ise aklı tekzib edecek şey, Şeriat’ta varid olması tasavvur olunamaz. Çünkü akıl, Şeriatın şahididir. Eğer, Şeriat aklın düşündüğüne muhalif bir şey getirseydi, Şeriat ile aklın ahkâmları her ikisi de birden bâtıl olacaktı (çünkü ikisi de birbirlerini tekzib ederlerdi).

Sadeddin et-Teftazanî «Şerhü’l-Makasıd» adlı kitabında şöyle der: Allahü Teâlâ’ya hakikî cismiyet, mekân olduğuna hükmeden kimseler, yalan ve kuşkulu kıyaslardan lâzım gelen neticeler, müteşabih olan Kur’ân âyetleri ve hadîslerin zahirî mânâları üzere mezheplerini kurmuşlardır. Vehmî kıyasdan olan delillerinden, meselâ, demişler ki: Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cismin içinde bulunur. Allahü Teâlâ ise, başkasına ihtiyacı muhal olduğundan dolayı,bir cismin içinde bulunması da muhaldir, öyle ise, Allahü Teâlâ cisim olduğu muhakkaktır. Yine dedikleri gibi: «Her varlık ya mütehayyizdir (bir mekândır) veya kendisi bir yerin içindedir».

Yukarıda beyan olunduğu üzere, bir şeye muhtaç olması muhal olduğu için bir mütehayyizin içinde bulunması da muhaldir. Öyle ise,kendisi mütehayyizdir. Yine dedikleri gibi: «Allahü Teâlâ'ya cihet, yön olduğuna dair delil: Vacib Teâlâ, ya bu âlemle muttasıldır (bitişiktir) veya munfasıldır (ayrıdır). Muttasıl olsun, munfasıl olsun, illâ bu âlemin bir cihetindedir.» Yine kendisine cihetin isbatı için demişler ki: «Vacib Teâlâ (Allah), ya bu âleme dahildir. Ki, o zaman mütehayyizdir veya bu âlemin dışındadır. Ki, o zaman bu âlemin bir cihetinde bulunur. Öyle ise bu âlemin bir cihetinde bulunuyor ve bu karşıt önermeler sahih olup zarurî (bedihî) olan önermeler kısmına münhasırdırlar» diye iddia ederler.

Bu kıyasla ilgili delillerin ibtali için cevabımız şudur ki: Getirdikleri bu deliller menedilir. Nasıl sahih olsunlar ki, delillerindeki önermeler, mantık ilmindeki munfasıl önermelerine muhalif olup mânâ itibariyle önermeler, karşıtları veya karşıtına eşit olan ikinci önermelerden müteşekkil değillerdir. Bununla beraber, akıllı kimseler, Allah cisim ve cihet olmadığına dair ittifak ederek şöyle bir kıyası delil getirmişlerdir. Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cisme dayanır veya ne cisim, ne de bir cisme dayanır. Mücessime tâifesi ile Allah’a cihet iddia eden tâifelerin yukarıda beyanları geçen önermelerinin taksimatı ve önermelerin iki kısma münhasır olan iddiaları da vehimden (kuşkudan) meydana gelen yalan hükümlerdendir. Delillerinde geçen önermelerinin bedihî oldukları dâvâları da, ya inat ve mükebberelerine binaen ve yahut birçok kuşkulu önermeler zaruriyat (bedihiyat) önermelere benzeyişlerinden ileri gelmiştir.

İkincisi, yâni Allah’a cisim, tehayyüz (bir yerde yerleşme), cihet olduğuma zahiren delâlet eden müteşabih âyet ve hadîslerden oluşan delilleri ise, âyetlerden: «Onlar (İslâm’a girmeyenler), illâ Allah’ın, buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesine ve işlerinin bitirilivermesine mi bakıyorlar? Halbuki, (bütün) işler Allah’a döndürülür.» (Bakara sûresi, âyet: 210); «Rahman (Allah) Arş’ı istivâ etti.» (Tâhâ sûresi, âyet: 5); «Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakîdir.» (Rahman sûresi, âyet: 27); «Kim ululuk hevesine düşerse, (bilsin ki) bütün ululuk Allah'ındır. Güzel kelimeler ancak O’na yükselir.» (Fatır sûresi, âyet: 10)(1), «Gerçek sana (ey Resûlüm) biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli, onların elleri üstündedir» (Fetih sûresi, âyet: 10), «And olsun ki biz sana diğer bir zamanda (ey Mûsâ) annene vahy- olunacak şeyi ilham ettiğimiz vakitte de lütfetmiş ve kendisine onu tabuta koy da denize (Nil nehrine) at! Deniz de onu sahile atıversin.

Benim ve onun düşmanı olan biri alacak diye (emreylemiştik). Sana karşı (ey Mûsâ) gözümün önünde yetiştirilmen için kendimden bir sevgi bırakmıştım.» (Tâhâ sûresi, âyet: 37, 38, 39), «Ey İblis! İki elimle (yani bizzat) yarattığıma secde etmekten seni hangi şey menetti?» (Saad sûresi, âyet: 75); «Müşrikler, Allah’ı hak (ve lâyık) olduğu şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü (Kürre-i) arz topdan (ancak) O’nun kabzasıdır. Gökler de O’nun sağ eliyle (toplanıp) dürülmüşlerdir» (Zümer sûresi, âyet: 67); «O gün (azap günü) her nefis, «Allah yanında işlediğim taksiratlardan dolayı vay hasret (ve nedamet) ime. Hakikat ben, (O’nun diniyle, kitabıyla) eğlenenlerdendim.» diyecektir (Zümer sûresi, âyet: 56). Bu âyetlere benzer başka âyetler de vardır.

Müteşabih hadîsler ise, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın bir cariyeden, «Allah nerededir?» diye sorduğu suale, cariye(2) «Göktedir» diye cevap verdi. Resûlullah onun bu dediğini inkâr etmeyip İslâmiyetine hüküm vermiştir. «Gerçekten Allahü Teâlâ, her gecenin üçte biri geçerken dünya semasına iner...»(Müslim), «Allah, Adem’i şekline göre yarattı.», «Cebbar (Kahredici Allah) ayağını cehenneme koyar...»(Buhari,Müslim), «Allah, evliyasına gülüyor», «Sadaka Rahman’ın (Allah'ın) ayasına düşer...» ve daha başka hadîsler de vardır.

Cevap: Bu naklî müteşabih(3) âyet ve hadîsler ile duyuları zannî deliller, akli ve kesin delillere karşı oldukları için zahiren onlardan anlaşılan mânâlara göre olmadıklarına kati olarak hükmedilir. Hatâdan en selâmetli yol ve Kur’ân-ı Kerim’in, «Halbuki müteşabih âyetin te’vilini, ancak Allah bilir...(Âl-i İmran sûresi, âyet: 7) meâlindeki istisnâ mânâsını ifade eden, (illallah) ancak Allah kelimesinin üzerine yapılan vakfa münasip olmak üzere, müteşabihleri tefsir etmeyip Allah’a havale etmektir. Veyahut tefsir kitaplarıyla, hadîs şerhlerinde beyan olunduğu üzere bu hususta en kuvvetli yol ve mezkûr âyette, «Ancak Allah ve ilimde çok kuvvetli olanlar, (müteşabihin mânâsını) bilir.» diye geçen atfa dayanarak aklî delillere münasip ve olgun bir şekilde te’vil edilirler.

Eğer denilse ki, gerçek din olarak Allahü Teâlâ’ya mekân ve cihet olmadığı için, niçin semavî kitaplar ile hadis-i nebevilerin çoğunda sayılamayacak kadar tahayyüz ve cihete işaret edilmiş; hiçbirisinde açıkça bunların olmadıklarına değinilmemiştir? Nitekim,Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine, kıyâmetin hakikati na ve cisimlerin haşrolacaklarından birçok yerde tekrar tekrar bahsedip gayet te’kit etmişlerdir. Halbuki Allah’a cihet ve mekân olmadığına dair tahkik ve te’kit ile bahsetmeleri daha lâyıktır. Çünkü, muhtelif din ve görüşler olduğu hâlde, akıllı kimselerin yaradılışında olduğu gibi duâ edilirken semaya (göğe) doğru teveccüh edilir (yönelir) ve eller göğe doğru yükselir.

Bu itiraza şöyle cevap verilmiş.- Avam tabakasının akılları, Allah’ı cihetten tenzih etmeye ermediği, hattâ bir cihette olmayan herhangi bir şeyin olmadığına cezm ettikleri için, zahiren teşbihe ve Sâni’in (Allah’ın) en şerefli cihette bulunmasına delâlet eden sözlerle onlara hitab edilmesi daha münasip, ıslahlarına daha yakın, onları doğru yola çağırmaya daha lâyıktır. Bununla birlikte, Allah'ın, hâdis olan şeylerin alâmetinden kesin olarak münezzeh olduğuna dair, (Kur’ân’da ve hadîs-i şeriflerde) dikkatli uyan ve işaretler vardır. Akıllı kimselerin duâ esnasında yüzlerini göğe karşı kaldırmaları, Allah’ın gökte olduğunu itikad ettikleri için olmayıp belki gök, duânın kıblesi olduğu içindir. Çünkü hayırların, bereketlerin, nurların ve yağmurların yukarıdan inmeleri beklenilmektedir.

Burada Îmamu’l-Harameyn’in dedikleri sona erdi.



Bazı âlimler, bu itiraza cevaben demişler ki: Yukarıya doğru el ve baş kaldırmakta, Allahü Teâlâ’nın bir cihette olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Bu sabit bir hakikattir. Çünkü, Müslümanlar namazda Kâbe’ye yönelmekle emrolunmuşlar; halbuki Allah, Kâbe cihetinde değildir, namaz esnasında, secde edecekleri yere bakmakla emrolunmuşlar; halbuki Allah yerde de değildir. Keza... Secdeye kapanmalarında almlarını, yüzlerini yere koymak emrolunmuş; halbuki o yer altında değildir. Belki bu hareketler, mücerred bir şekilde Allah’a ibâdet etmek ve O’ndan korkmak içindir. İşte duâda ellerin yukarıya kaldırılması ve göğe doğru yönelmesinin sebebi de budur.

HUCCETÜ’L-İSLÂM İMAM I GAZÂLÎNİN ALLAHÜ TEÂLÂ İÇİN CİHET OLMADIĞI HAKKINDAKİ GÜZEL BİR TAHKİKİ

Huccetü’l-îslâm Gazâlî, «El-İktisad fi’l-İtikad» adlı kitabında, der ki: Allahü Teâlâ, bilinen altı cihetin hepsinden münezzeh olup kendisine mahsus bir ciheti yoktur. Cihetin ve mahsusiyetin mânâsını anlamış olan kimse, cevahir ve arazlardan olmayan bir şeyde cihet bulunmasının muhal olduğunu kesinlikle bilir. Zira, makul (akılca bilinen) hayyiz (mekân) malûmdur. O cevherlere mahsustur. Lâkin hayyiz, o hayyizden başka bir hayyizde yerleşmiş olan diğer bir şeye nisbetle cihet olabilir.

Eğer denilse ki, cihetin olmaması, muhaliyete sirayet edicidir. Yani bir şey mevcut olup da bu kainattaki altı cihetten hiçbirisinin kendisinde mevcut olmaması, ne bu kainatın içinde, ne dışmda olduğunun, ne onunla bitişik, ne de ayn bir şey olduğunun isbatıdır ve bundan muhaliyet lâzım gelmektedir.

Bunun cevabında deriz ki: Bu kâinat ile birleşmeyi kabul eden her mevcudun varlığı, bu kâinatla muttasıl (bitişik) olmaması ile munfasıl olması (ayn olması) muhaldir. Ve bu kâinatta hususî bir ciheti kabul edecek herhangi bir mevcudun var olması ve bu altı cihetten birisinin kendisinde bulunmaması muhaldir. Ama bu kâinatla ittisali veya infisali ve herhangi bir ciheti kabul etmeyen bir mevcud (Allah), iki mutenakız (aralarında çelişki olup birleşmeyen) şeyden de ayn bulunması muhal değildir. Bu itiraz, bir varlığın ne âciz, ne güçlü, ne âlim ne de cahil olması muhaldir denmesine benzer. Çünkü her hangi bir şey, iki zıd olan vasıflardan birinin ittisafından ayrılamaz.

Bu itirazın cevabında denilir ki: Şayet, o mevcut olan şey, birbirine zıt olan iki vasfı münasebe suretiyle kabul ederse, o vasıflardan hiçbirisi kendisinde bulunmaması muhaldir. Ama misal olarak diyelim ki, duvarın içinde zıt olan iki vasfı kabul şartı mevcut olmadığından, birbirine zıt olan mezkûr iki vasıftan hiçbirisi kendisinde mevcut olmayışı mümkün olup muhal değildir. Hattâ duvarda iki zıt vasıf mevcuttur. Demek ki, bir varlığın bir vasıfla ittisali (birleşmesi) ile cihetlerle ihtisası olabilmek için, mekân ve bir mekân ile kaim olması şarttır. Kendisinde bu şart mevcut değilse, her iki çelişik vasıftan hiçbirisi de kendisinde mevcut olmaması muhal değildir.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:113-118,Bedir yay.

Dipnotlar:

1)-  «Güzel kelimeler»e ait sahifeler, dergâh-ı kabul ve icabete vasıl olur (Beyzavi, Medarik). Güzel kelimeler, tevhid ve şehadet kelimeleridir. Zikre, duâya, Kur’ân’ın tilâvetine de şâmildir. Beyzavi.

2) Hadîs-i şerifte şöyle rivâyet ediliyor: «Adamın birisi, siyah bir cariye ile beraber Peygamber (s.a.v.)’e gelerek:

—   Yaptığım bir dinî hatâdan dolayı mü’mine bir cariyeyi azat etmek üzerime vacib olmuştur. Acaba bu cariye kâfi midir?» deyince, Peygamber (s.a.v.) cariyeye hitaben:

—   «Sen mü’mine misin? (Allah’a iman etmiş misin)».

Cariye:

—   «Evet» dedi. Peygamber (s.a.v.):

—   «Allah nerededir?» buyurdu. Cariye göğe işaret etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) adama:

—   «Onu azat et. Çünkü iman etmiştir.» buyurdu (Ebû Mutî, Ebû Hanife’den rivayet etti. «EI-Fıkhü’l-Ebsat» kitabı Beyhaki’nin rivayeti).

«Şerhü’l-Mevakıf» kitabında Peygamber (s.a.v.)’in cariyeden bu şekildeki sorusundan maksadı, cariyenin Allah’ın varlığına inanıp inanmadığını anlamaktı, öyle ise, bu olay Allahü Teâlâ için mekân olduğuna delâlet etmez.

3) MÜTEŞABİH, muhkemin zıddıdır (karşıtıdır). «Müteşabih», usul-i fıkha göre, ümmet için maksudun ne olduğunu bilme ümidi kesilmiş olan lafız demektir. Müteşabih iki kısmıdır:

1)   Hiçbir şey anlaşılmayan lafızlardır. Kur’ân sûrelerinden bâzılarının başında bulunan «Tâhâ, Eliflâm ve emsali huruf-i mukataa vb. gibi.

2)   Mânâsı akla aykırı olduğu için irâdesi mustahil olan (mümkün olmayan) lafızlardır. Tâhâ sûresinin 5’inci âyetindeki «istivâ» ile Fetih sûresinin 10’uncu âyetindeki «yedullah» gibi. Bunlara «müteşabihü’l-mefhum» denilir. «Cenâb-ı Hak, üzerinde müstevi oldu» deyince, O’na cisim isbatı lâzım gelir. Halbuki, Allah, zamandan, mekândan ve keyfiyetlerden münezzehtir. Bunun gibi anlamda «yed-el» tasavvuru da bir tec-sim olur ki. o da şan-I İlâhide muhaldir. Müteşabihin hükmü, o lafızların hak olduğuna itikat etmek ve selefin    re’yine göre, te'villerinden kaçmaktır.

Müteşabihlerin te’vili hususunda iki meslek vardır:

a — Selef mesleki,

b — Halef mesleki.

Selefe göre, müteşabihi, te’vilden kaçınmak gerekir. Onlar müteşabihin ilmini, keyfiyetini Cenabı Hakk’a terketmişlerdir. Halefin re’yine göre, müteşabihi akla, Şeriat’ın zahirine, yani sahih mahmiline göre, te’vil câizdir. «İstiva» demek «istilâ» (kudreti hâkim oldu) demektir. «Yed» de «kudret» mânâsınadır.

Gayr-i İslâmi müte.şafcihlere ve onların bâtıl te’villerine gelince; bizden, bizim usûlümüzden tamamen ayrı olan -çünkü biz daima Hakk'ı tenzih ederiz-bu noktada şu- iki misali arzedebiliriz:

a) «Tevrat» ve «İncil’in nüzulünden evvel mürebbi ve muallimlere «Aba-ebler babalar», terbiye ettikleri insanlara da «ebna-ibinler-oğullar» denilirdi. İsrâil oğulları arasında yaşayan bu tâb rler. o kitaplarda teyid edilmişti. Onları önce aralarında kullanılan o belirli örflere hamletmek gerekirken, sonraları Hıristiyanlar. Cenab-ı Hakk’a bildiğimiz lügat mânâsınca «baba»İsâ aleyhisselâm’a «O babanın oğlu» hattâ, o peygamberin vekili olduğunu iddia eden «kıssis»lere de «papa» demeye başlamışlar. Yahudiler de (üzsyr) aleyhisselâm'ın Allah’ın eğlu olduğunu söylemişlerdir.

b) Bazılar' da «ve’r-râsihûn» kelimesini «illalllah»daki lafza-i Celâl’e atf ile «Onun te’vilini Allah’dan ve bir de ilimce rasih (ilimde kök salmış) olanlardan başkası bilemez’ diye mânâ vermişlerdir. Halbuki, Lafza-i Celâî’de «vakfı lâzım» işareti olmak üzere bir mim vardır.

3)Biz ona inandık hepsi Rabbimiz kalındadır» mealindeki karine-i celile, öyle bir mânâ vermeye manidir

4)Allah'ın İlmiyle râshlerin ilmini cem etmek, İksini de aynı seviyede göstermek, hem hakikate hem edebe münefidir

5)O telakki ve mânâ kendisini râsihlerden sanan ve kalplerinde eğrilik bulunan bir takım adamların akıl ve dinden hariç fitne koparıcı’ ve cahilane tevillerine yol açmış, bu yüzden de Îsİâm’-ın birliği çok mühim zararlar görmüşür.
Devamını Oku »

İlm-i İlâhî (Allah'ın llmi) Hakkındaki Görüşler



..(Allah) herşeyi bilir "(Bakara 29)ayeti, Cenab-ı Hakkın yeri, yerdekileri, gökleri ve gökteki harikulade varlıkları yaratmasının ancak onları bildiği ve cüzisi ile küllisi ile onları çepeçevre ilmiyle ihata etmesiyle mümkün olabileceğini gösterir.

Bu ise birçok şeye delalet eder:

1) Allah cüziyyatı bilemez diyen felsefecilerin görüşlerinin fasit; kelamcıların görüşlerinin ise doğru olduğu manasına gelir. Çünkü kelamcılar, Allah Teala, bu alemi muhkem ve yerliyerinde yaratmıştır. Bu şekilde yapan Yaratıcı'nın yaptığı şeyi mutlaka, bütün detaylı bilmesi gerekir' diyerek Allah'ın cüziyyatı bildiğine delil getirmişlerdir.

İşte bu delilin aynısını Cenab-ı Allah bu ayette zikretmiştir. Çünkü O, göklerin ve yerin yaratılmasından bahsettikten sonra kendisinin alim olduğunu belirtmiştir.

Böylece bu konuda ve bu istidlal şeklinde, kelamcıların görüşünün Kur'an'a uygun olduğu ortaya çıkmış olur.

2) Bu, Mutezile'nin görüşünün fasit olduğuna delildir. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk, birşeyi ölçüp biçip, sınırlarını belirleterek yaratan kimsenin, o şeyi ve onun detayını bilmesinin gerektiğini açıklamıştır. Çünkü onu yaratan, şu kadarla değil de bu kadarla sınırlandırarak yaratmıştır. Belirli bir mikdar ile sınırlamanın, mutlaka bir irade ile olması gerekir. Aksi halde mureccih bulunmaksızın bir üstünlük meydana gelmiş olur.

Birşeyi irade etmek, onu bilmeye bağlıdır. Bu sebeble birşeyi yaratanın, mutlaka onu tafsilâtlı bir şekilde bilmesi gerekir. Şayet kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, hem o fiilini hem de fiilinin adedini, kemiyetini ve keyfiyetini bilmiş olması gerekirdi. Kulun böyle bir ilmi olmayınca anladık ki o, kendisinin yaratıcısı değildir.

3) Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ayetle;"Her.bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır "{Yusuf. 76) ayeti birarada mütalâa olununca Cenab-ı Hakk'ın zatı gereği alim olduğu ortaya çıkar."

Buna cevabımız şudur:"fevka kulli zî ilmin alîm(alîmun)".(Yusuf 76)âyeti umumidir, "Allah o Kur'an'ı ilmi ile indirdi"(Nisa, 166) ayeti ise hasdır. Has olan ifade ise, umumi ifadeden daha önce gelir. En iyi Allah bilir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/229-230.
Devamını Oku »

Allah'ın İlminin Kapsamı



Bil ki Allah Teâlâ, zâtı gereği Alimdir ve o, aynı anda bütün malûmatı aynı ilimle bilir ve bu ilim, değişmez. Yine bu ilim, "hudûs" ve "mümkin oluş" ile nitelendirilmeksizin, Allah'ın zâtının zorunlu niteliklerindendir. Kul, Rabbine ancak, ilk altıda birde[1]müşterektir ki, bu da ancak bilme sıfatıdır. Sonra, Kendisiyle kulları arasında müşterek olan ilim de, iki parçadan meydana gelir.

Binâenaleyh, o tüm ilmin altıda beşi ile, geriye kalan, yarısı (yani 6'dan beş buçuğu) Allah'a aittir; geriye kalan o yarım ise, bütün kullarına aittir. Kerûbiyyin ve ruhani melekler hamele-i Arş, göklerin sakinleri rahmet ve azâb meleklerinden oluşan bütün melaike ve ruhaniyet alemi, bu mahlukat içindedir.

İlkleri Hz. Adem (a.ş), sonları da Hz. Muhammed (s.a.s) olan peygamberlerin hepsi yine bu mahlukata dahildir. Zaruri, kesbi,sınai ve mesleki ilimleriyle diğer bütün insanlarda da böyledir. Yine, anlamaları, idrak etmeleri ve gıdaları hususunda kendilerine faydalı olanları alıp da zararlı olanlardan kaçınmaları hususunda bütün canlılar da böyledir.

Bu cüzden sana düşen ise, mürekkeb bir zerreden daha azdır. Sonra, buna rağmen sen o zerrecikle, O'nun ulûhiyyetinin sırlarını, vâcib, caiz ve müstakil (imkansız) olan sıfatlarını bilir ve anlarsın. Binâenaleyh sen bu zerre ile bu sırları anlayıp tanıdığına göre, O'nun (temsilen) beşbuçuk ölçek olan ilmi ya nasıl olur? O, bu ilmiyle, senin kulluğunun sırlarını bilemez mi? Bu Cenâb-ı Hakkın, "Sen sesini yükseksen de, hiç şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir" ayetinin beyan ettiği hakikattir.

Hatta, gerçek şudur ki, dinann (tüm ilmin) hepsi O'nundur. Çünkü senin öğrendiğini sen, O'nun öğretmesiyle öğrendin. Nitekim "O, onu ilmiyle indirdi" (Maide, 166) ve "O, yarattığını bilmez mi?" (Mülk, 14) buyurmuştur.

Bunun bir misali vardır ki, bu da güneştir. Çünkü onun ışığı, bütün alemi aydınlatır, fakat buna rağmen onun ışığından herhangi bir şey eksilmez. İşte, burada da böyledir. Binâenaleyh O, daha nasıl sırrı ve daha gizli olanı bilemez? Cenâb-ı Hak ağaçları ve çeşitli bitkileri öylesi bir biçimde yaratıp yönetir ki onların ağızları ve, gıda almaya yarayan başka uzuvları ve aletleri yoktur... Hiç şüphesiz o ağaçların ve bitkilerin kökleri toprağın içindedir; onlar bu kökler vasıtasıyla yerden gıda ve besinlerini alırlar ve bu gıda, dallara, dallardan damarlara, damarlardan da yapraklara geçer...

Sonra Allah Teâlâ o bitkilerin damarlarını, tıpkı sayesinde çadırın ayakta durabildiği, o çadırın ipleri gibi yapmıştır. Çadırın ayakta durabilmesi için, nasıl ki o ipleri her taraftan çekip germek gerekiyorsa, aynen bunun gibi, ağacın da ayakta durabilmesi için o damarlar her tarafa dağılarak nüfuz edip gider. Sonra sen, gıdanın o yaprağın her tarafına ulaşabilmesi ve o yaprağın maddesini besleyip kuvvetlendirebilmesi için yapraktaki, o yaygın kılcal damarlara ve yaprağa baktığında onları hemencecik seçip ayırdedemezsin...

Bunlar, bedeni kuvvetlendirmek için, canlıların bedeninde bulunan ve kanın ve canın kanalları olan damarlara benzerler. Sonra, ağaçlara bir bak. Bunların en güzel görünümlüsü, çınar ağacıyla söğüt ağacıdır. Halbuki bunların meyveleri yoktur. Onların, manzarası en kötü olan ise, incir ve üzüm ağacıdır, ama sen, birde bunların faydasına bak! Bütün bunlar ve benzerleri, göklerde ve yerde zerre miktarı herhangi birşeyin, Allah'ın ilminin dışında kalmadığını gösteriyor.

(1)-Razi daha ünce gecen altılı taksimine göre söylüyor. Eşyayı cehr,sır ve ahfâ diye üçe ayırmıştı, bu üç bölümün her birinin iki parçası düşünülmektedir, (ç.).

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/429-430
Devamını Oku »

Allah'ın Mahluklara İhtiyacı Yoktur



Rabbin (her şeyden) müstağnidir, rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi giderir, arkanızdan da yerinize dileyeceğini getirir. Nitekim sizi de, başka başka bir neslin soyundan meydana getirmişti. Hakikat, size uaadolunan şeyler, muhakkak gelip çatacaktır. Ve siz O'nun elinden kurtulamayacaksınız" (En'âm, 133-134).Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

1.Mesele

......

a) Allah Teâlâ'nın, her şeyden müstağni olduğunu beyan etmek.Bu cümleden olarak biz diyoruz ki: Allah zatı, sıfatları, fiilleri ve hükümleri hususunda kendisinin dışında kalan her şeyden müstağnidir. Zira O, muhtaç olmuş olsaydı, o fiil (yani muhtaç olduğu o şey) ile tamamlanmış ve kemale ermiş olurdu. Halbuki başkası ile mükemmelleşen, zatı gereği noksan demektir. Bu ise, Allah hakkında İmkânsızdır. Yine, farzedilen her türlü olumlu ve olumsuz şeyin gerçekleşmesi hususunda, eğer O'nun zatı kâfi gelir ve yeterli olursa, bu olumtu veya olumsuz şeyin, O'nun zâtının devam etmesi sebebiyle, devam etmesi gerekir.

Eğer O'nun zatı bu hususta yeterli olmazsa, bu durumda o durumun meydana gelip gelmemesi, ayrı bir sebebin bulun-masına veya bulunmamasına dayanır. O halde O'nun zatı, bu bulunma veya bulun-mamadan ayrılmaz. Halbuki bu bulunup bulunmama da, o ayrı sebebin varlığına veya yokluğuna dayanır. Bir şeye dayalı olana dayanan şey de, o şeye dayanmış demektir.

Bu durumda da Cenâb-ı Allah'ın zatının, başka bir şeye dayanmış olması gerekir. Halbuki başkasına dayanan şey zatı gereği mümkin varlıktır. O halde, zatı gereği vacib olan, zatı gereği mümkin varlık olmuş olur ki, bu imkânsızdır.

Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, mutlak olarak her şeyden müstağni olduğu sabit olmuş olur.

Müstağni Olan Sadece Allah'tır

b) Bil ki "Rabbin (her şeyden) müstağnidir" ayeti bir hasr ifade eder ki, bunun manası, "Müstağni olan, sadece O'dur" demektir. Durum böyledir, çünkü zatı gereği Vacibu'l-Vücud olan tekdir. O'nun dışında kalanlar ise, zatı gereği mümkin olanlar, muhtaç varlıklardır.

Binaenaleyh, müstağni olanın sadece O olduğu sabit olmuştur. Bu sebeple de, bu kesin aklî delil ile, Allah'ın "Rabbin (her şeyden) müstağnidir" buyruğunun doğruluğu sabit olmuş olur.

Allah'ın Geniş Merhameti

Allah'ın, "rahmet sahibi" olduğunu ifade etmeye gelince, bunun delili de şudur: Varlık âleminde, ya cismanî birtakım haller, veyahut da ruhanî haller sebebiyle, birtakım hayırların, saadetlerin, lezzetlerin ve rahatlıkların bulunduğunda şüphe yoktur.

Biraz önce bahsetmiş olduğumuz aklî delil ile, Allah'ın dışında kalan her şeyin, zatı gereği mümkin varlıklar oldukları, onların, varlık alemine ancak Cenâb-ı Hakk'ın onu yaratması, icad etmesi ve var etmesi ile girdiği sabit olmuştu...

Böylece, varlık âlemine dahil olan her türlü iyilikler ve saadetlerin Allah tarafından olduğu ve O'nun var edip yaratmasıyla meydana geldikleri sabit olmuş olur. Sonra, "istikra" (iyiden iyiye inceleme ve araştırma) da, hayırların serlere galib geldiğini göstermektedir. Çünkü, hasta olanlar her ne kadar çok ise de, sağlıklı olanlar onlardan daha çok; aç olanlar her ne kadar çok ise de, tok olanlar onlardan daha çok; kör olanlar her ne kadar çok ise de, kör olmayanlar onlardan... daha çokturlar.

Böylece mutlaka, bir rahmet ve umumî rahatlığın bulunduğunu itiraf etmek gerektiği; hayırların serlerden, elemlerden ve afetlerden daha fazla olduğu ve o rahat ve hayırların hepsinin başlangıcının (kaynağının) Allah Teâlâ olmuş olduğu kesinlik kazanır. Böylece de bu aklî delil ile, Allah'ın geniş rahmet sahibi olduğu ortaya çıkmış olur.

Bil ki Allah Teâlâ'nın, "Rabbin (her şeyden) müstağnidir, rahmet sahibidir" ayeti, hasr ifade eder. Çünkü bunun manası, "...rahmet de, sadece O'ndan sudur eder" demektir. Bu böyledir. Zira, mevcudat, ya zatı gereği vacibtir veyahut da zatı gereği mümkindirler. Halbuki zatı gereği vacib olan tekdir. O halde, O'nun dışında kalan her şey O'ndandır. Rahmet de, O'nun dışında kalan şeylerin içine dahildir. O halde, rahmetin de sadece Hak Teâlâ tarafından olduğu sabit olmuş olur.

Binaenaleyh, işte bu aklî delil ile, bu hasrın doğruluğu kesinlik kazanır. Böylece de, müstağnî olanın sadece O, rahim ve merhametli olanın da sadece O olduğu anlaşılır.

Merhametli Mahlukların Merhameti de Allah'tandır

Buna göre şayet birisi, "Ebeveynin çocuğuna, efendinin kölesine karşı olan acıma duygusunu nasıl inkâr edebiliriz? Diğer rahmet çeşitleri de böyle..." derse,

buna cevaben şöyle deriz: Bütün bunlar gerçekte Allah'tandır. Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet eder:

a) Şayet Allah Teâlâ, o merhamet eden kimsenin kalbine rahmet duygusunu (dâî, sebep) koymasaydı, o böyle bir merhamet izhar edemezdi. Binaenaleyh,o duygunun yaratıcısı Allah olduğuna göre, rahîm olan da, (hakikatte) Allah olmuş olur. Baksana, insan bazan başka birisine karşı çok şiddetli bir kızgınlık duygusu içine düşer ve ona karşı son derece de katı katbli olur. Daha sonra bu durum, bir şefkate, merhamete ve iyilik yapma duygusuna dönüşür.

Binaenaleyh, bu kimsenin o ilk halinden bu ikinci hale geçişi, ancak o sebeplerin bu sebeplere dönüşmesiyle mümkün olmuştur. Bundan ötürü de, "Mukallibe'l-kulûb (kalbleri evirip çeviren)" olanın, teselsülü sona erdiren bu aklî delil ile, hem de Kur'ân-ı Kerim'in, "Biz, onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz (...)" (En'âm, 110) ayetiyle, Allah olduğu kesin-leşir. Böylece, rahmetin sadece Allah'tan sâdır olmuş olduğu anlaşılır.

b) Farzet ki, o rahim, merhametli olan bir kimseye yiyecek, elbise, altın vs. verdi. Fakat o kimse bunlardan istifade edebilecek beden sağlığına ve güce sahip değil ise, evet bunlar olmazsa, verilen o şeylerden nasıl istifade edilebilir?

Binaenaleyh, o beden sağlığını ve bunlardan istifade etme imkânını ve kudretini veren, gerçekte rahîm olan (Allah)'dır.

c) Başkasına bir şey veren herkes, bunu bir bedel mukabilinde vermiştir. Bu bedel de, ya dünyada iken övgü, yahut ahiretteki mükâfaat, veyahut da, hemcinsine mukabil kalbindeki sevgi ve rikkati ortaya koymaktır. Halbuki Allah Teâlâ, kesinlikle bir karşılık bekleyerek vermez... Şu halde, rahîm ve kerîm olan, gerçek manada O olmuş Olur. Bu kesin ve yakînî delillerle de Hak Teâlâ'nın, "Müstağni ue merhametli olan sadece O'dur" manasına gelen buyurmasının, yerinde olduğu ortaya çıkar.

Allah'ın her şeyden müstağni olduğu sabit olunca da, O'nun, itaat edenlerin taatleriyle kemale ermediği; günahkârların isyanları sebebiyle de noksan (aşmadığı sabit olmuş olur. O'nun merhametli olduğu sabit olunca da, günahlara karşı azab, tâatlara karşı da mükâfaat vermesinin ancak O'nun rahmeti, fazl-u keremi, cömertliği ve ihsanı sebebiyle olduğu anlaşılır.

Nitekim Cenâb-ı Hak, bir ayette, "Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük (etmiş olursunuz)" (Isrâ, 7) buyurmaktadır. İşte bu kısa ve toplu izah, bu konuda yeterlidir. Ama bu durumu iyice anlatıp açıklamak, bu makama münasip düşmez.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/194-195
Devamını Oku »

Tevhid Meselesi




- 1. Bölüm -


"O’ndan başka hiçbir ilah yoktur."
[Tahavî Akâid Metni - Madde 4]

Bilindiği gibi selefî akide metinlerinde buradaki paragrafın açılımında İbn Teymiyye’nin bilhassa vurguladığı bir tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet meselesi vardır. Bu meseleye bir miktar değinmemiz gerekiyor.

İbn Ebi’l-İzz şerhinde, İbn Teymiyye’nin taksimine uygun olarak tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet meseleleri işleniyor ve şöyle deniyor:

“Müşrikler tevhid-i rububiyete, Cenab-ı Allah’tan başka Rabb olmadığına inanıyorlardı. Fakat onlar tevhid-i ulûhiyet meselesinde şirke düşmüşlerdi. Tevhid akidesi ise hem tevhid-i ulûhiyette hem de tevhidi rububiyette Cenab-ı Hakk’ın “bir”lenmesi ile gerçekleşir. Tevhid-i ulûhiyette şirke düşenlerin tevhid-i rububiyetteki tevhidi hiçbir işe yaramaz. Ama bir kimse tevhid-i ulûhiyeti kavrarsa onun içinde tevhid-i rububiyet de vardır. Dolayısıyla “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinin manasını, maksudunu, mazmununu anlayan kimse aynı zamanda Cenab-ı Hak’tan başka bir Rabb de olmadığını idrak eder, görür ve bunu da bu şekilde ifade etmiş olur.”(4)

Buradan şöyle bir noktaya geliyorlar:

Müşriklere “kâinatı kim yaratır, güneşi, ayı kim doğurur, bitirir, mevsimleri kim döndürür?” diye sorsanız, “Allah” derler. Bu onların tevhid-i rububiyeti ikrarlarıdır. Fakat onlar ulûhiyet vasfını Cenab-ı Hak’tan başka varlıklara atfediyorlar. Mesela bir takım putların insanlara fayda ya da zarar verebileceğine inanıyorlar. İşte bu inanç tevhid-i ulûhiyeti zedeleyen bir inançtır. Dolayısıyla İslam dini içinde de Müslüman olduğunu söyleyen insanlar arasında da tevhid-i ulûhiyeti rencide eden, tevhid-i ulûhiyete aykırı inançlara sahip olan insanlar vardır. Bunlar mümin de görünseler muvahhid de görünseler, müşriktirler.


Kimdir bunlar? Mesela (bir Peygamber bile olsa) “ölülerden dirilere bir fayda” gelebileceğine inanan insanlar tevhid-i ulûhiyeti inkâr etmiştir. Rububiyette evet, tevhid ehlidir ama ölülerle diriler arasında böyle bir ilişki bulunabileceğini söyledikleri için onlar tevhid-i ulûhiyeti ihlal etmiş, müşrik olmuş insanlardır.

Bu nokta son derece önemli. İbn Teymiyye böyle düşünüyor diye günümüzde Vehhabîler, onun çizgisini takip ettiğini söyleyenler böyle düşünüyor ve Peygamberler veya salih kimseler araya konularak, onlarla tevessül edilerek, onları vesile edinerek Cenab-ı Hakk’tan bir şey istemenin şirk olduğunu söylüyorlar. Bu, özellikle bugün Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çevrelerle kendine selefi diyenler arasındaki en önemli ihtilaf ve tartışma noktalarından birisidir.

Bu iki kavramı, yani ulûhiyet ve rububiyet kavramlarını yukarıda ifade etmeye çalıştık.

Alemi yaratan Allah’tır, kâinatı döndüren Allah’tır, semayı üst üste direksiz bina eden Allah’tır, mevsimleri döndüren, gece gündüzü birbiri ardınca getiren Allah’tır. Bu Tevhid-i rububiyettir. Tevhid-i ulûhiyet ise münhasıran Cenab-ı Allah’tan istenmesi gereken birtakım şeyleri mahlûkattan isteyen kimselerin tutumunda şirk olarak ortaya çıkıyor. Yani Cenab-ı Hak’tan istenmesi gereken bir şeyi Cenab-ı Hak’tan isteyeceksiniz. Bir varlıktan istediğinizde tevhid-i ulûhiyeti zedelemiş olursunuz, çiğnemiş olursunuz, dolayısıyla ‘şirke düşersiniz" diyorlar.

Özetle böyle söyleyebiliriz.
TEVHİD MESELESİ
- 2. BÖLÜM -

Ehl-i Sünnet ulema arasında tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet diye keskin bir ayrım yoktur.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat imamları tevhid-i ulûhiyet ve rububiyet ayrımına göre hareket etmiş değildirler.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akide imamları, Usuli’d-Din imamları tevhidi beş mertebe üzerine bina etmişlerdir:

1- Zat’ta tevhid
2- Fiilde tevhid
3- Sıfatlarda tevhid
4- Esma’da yani isimlerde tevhid
5- Ahkâmda yani hükümlerde tevhid

Zat’ta Tevhid


Tevhidin aslı ve özüdür, Cenab-ı Hakk’ın bir zatı var; O’nun varlığı, O’nun zatı başka hiçbir zata benzemez. Yani bizim şu âlemde gördüğümüz hiçbir şeye Cenab-ı Hakk’ın zatı benzemez. Hiçbir vasfında, özelliğinde benzemez.
Cenab-ı Hakk var mıdır? Vardır. Ben de varım, siz de varsınız. Karşımdaki bilgisayar da var. İçinde oturduğum oda da var, bu odadaki kitaplar da var. Fakat bütün bu varlıklar, var kılınmış olan varlıklardır. Varlığı kendinden olan varlıklar değildir. Cenab-ı Hakk’ın varlığı kendindendir, zorunludur. Onun için bizim kelam âlimlerimiz Cenab-ı Hakk’dan bahsederken“Cenab-ı Vâcibü’l-Vücud”, yani “varlığı zorunlu olan varlık” derler.

Burada iki durum ortaya çıkıyor;

1. Varlığı zorunlu olan varlık. (Vâcibü’l-Vücud)
2. Varlığı zorunlu olmayan varlık. (Biz buna mümkin varlık diyoruz. Mümkinü’l-Vücud)


Cenab-ı Allah’tan başka Vâcibü’l-Vücud bir varlık yoktur. Sadece varlığı zorunlu ve kendinden olan tek varlık Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışındaki diğer bütün varlıklara varlık veren O’dur. Onları var eden O’dur. Onları yokluktan, hiçlikten, varlık sahnesine çıkaran O’dur.

Dolayısıyla o varlıkların hiçbirinin zatı Cenab-ı Hakk’ın zatına benzemez. Burayı kavrayabilirsek bütün bu akide metni boyunca Cenab-ı Hakk’ın tevhidine, sıfatlarına, fiillerine ilişkin, O’nun hakkında inanılması zorunlu olan şeylere ilişkin ve O’nun hakkında inanılması doğru olmayan şeylere ilişkin pek çok soru da kendiliğinden cevaplarını bulmuş olacaktır.

Bunu biraz açmamız gerekiyor. Metinde ilgili maddeler geldiğinde detaylandıracağız.

Cenab-ı Hakk için varlığı zorunlu varlık, dedik. Diğer bir deyişle, varlığı zorunlu olmaktan şunlar ortaya çıkar:
Eğer bir varlığın varlığı zorunluysa, vücudu vacip ise, O’nun varlığının başlangıç noktası yoktur. Vâcibü’l-Vücud olan bir varlığın bir başlangıç noktası yoktur. Son noktası da yoktur. Cenab-ı Hakk dışında bütün varlıklar, yani bütün mümkin varlıklar, sonradan olmuş varlıklar, bir an gelecek bu dünyadaki varlıkları sona erecek, fena bulacaktır. Cenab-ı Hakk için böyle bir şey söz konusu değildir. İlgili madde gelince bu konuya değineceğiz.(5)

Yani, Vâcibu’l-Vücud olanın varlığının başlangıcı da sonu da yoktur. Başlangıç ve son kelimeleri “zaman” içinde anlam kazanan kelimelerdir. Bir yerde zaman varsa bir şeyin başlangıç ve son noktasından bahsedebiliriz. Zaman yoksa başlangıç ve son da yoktur. Zaman yoksa mekân da yoktur. Dolayısıyla hareket de yoktur. Hareket, zamanda ve mekânda vuku bulan bir şeydir. Hareket, bir halden bir hale, bir noktadan bir noktaya intikaldir.

Dolayısıyla zaman ve mekân içinde vuku bulur. Cenab-ı Hakk için hareket de söz konusu değildir, çünkü hareket zaman ve mekân içinde olur. Zamana ve mekâna bağlı, bağımlı varlıklar için söz konusudur. Ayrıca belli bir yönde olmak, belli bir yerde olmak, belli bir biçimde olmak… sadece mümkinü’l-vücud varlıklar için söz konusudur.

Cenab-ı Hakk’ın varlığı zorunlu olduğu için, kendinden olduğu için O’nun varlığı hakkında konuşurken, hareket etme fiili düşünemeyiz. Biçim, suret düşünemeyiz. Siluet düşünemeyiz. Mümkin varlıkların sahip olduğu katı, sıvı, gaz hali… bunlar maddelerin halleridir. Bunları Cenab-ı Hakk için düşünemeyiz. Çünkü bunlar mümkin varlıkların halleridir. Onlara mahsus özelliklerdir.

Şimdi böyle bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zatına ilişkin tevhidi bu noktada kavradığımızda arkasından fillerinde, esmada, sıfatta ve hükümde tevhid kategorileri kendiliğinden önümüzde açılmaya başlıyor. Zatta tevhidi iyi kavrarsak bu noktayı zihnimize iyi yerleştirirsek ondan sonraki kategorileri anlamamız daha kolay olur.

Mümkin varlıklar için söz konusu olan hiçbir şey Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Çünkü bunların tamamını yaratan O’dur. Tamamından müstağni olan O’dur. Müstağni ne demek? İhtiyaçsız demek. “Arşa istiva” konusunda bu meseleyi detaylıca ele alacağız.(6)

Böyle baktığınızda, evet Cenab-ı Hakk’ın bizim dünyamıza inmiş bir kelamı, bir sözü, bir kavli vardır. İşte Kur’an-ı Azimüşşan Kelamullah’tır. İnsan da konuşur, insanın da sözü vardır. Allah da konuşur, Allah’ın da sözü var. Fakat Allah’ın sözü, insanın sözü gibi değildir. Kur’an Allah Teâlâ’nın mahlûk olmayan kelamıdır diye bu metinde geçecek. Oraya geldiğimizde bunun mahiyetini açacağız.(7)

Bütün bunları üst üste koyduğumuzda Cenab-ı Hakk’ın zamandan, mekândan ve mümkin varlıklara mahsus herhangi bir özellikten münezzeh olduğunu söylememiz lazım. Cenab-ı Hakk zamandan, mekândan ve mümkin varlıklar olan diğer hususiyetlerin tamamından münezzehtir. Çünkü zamanı yaratan O’dur, mekânı yaratan O’dur, varlığı yaratan O’dur, altı yönü yaratan O’dur.

Zatta Tevhid’e ilave etmemiz gereken bir şey daha var;

Cenab-ı Hakk’ın zatı gibi hiçbir zat yoktur, O’nun varlığı, vücudu hiçbir varlık gibi değildir dedik. Bizim gördüğümüz varlıklar, ihata alanımız içinde bulunan varlıklar, müşahede ettiğimiz varlıklar veya beş duyudan biriyle varlığını bildiğimiz varlıklar, maddenin hallerinin biri veya bir kaçının terkibi ile bir arada bulunuyor.

Birkaç unsurun birleşmesinden oluşan varlıklar var. İnsana baktığımızda eti, kemiği, kanı, organları olan, eni, boyu, derinliği olan; yani boşlukta tecsim ederek yer/hacim kaplayan bir varlık. Varlıkları biz boyutlarıyla anlıyoruz. Cenab-ı Hakk’ın varlığı için bu tarz şeyler bahis konusu değildir. O’nun zatı gibi hiçbir zatın olmaması demek, bildiğimiz zatların özelliklerini O’na atfedemememiz demektir.

Cenab-ı Allah’ın var olduğunu biliyoruz. O’nun zatından haberdarız ama zatının künhünü, mahiyetini bilmiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk’ı isimleri sıfatları ve fiilleriyle biliyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyeceğiz. O’nun fiillerini, sıfatlarını ve esmâsını düşüneceğiz.

Cenab-ı Hakk bir takım azalara, organlara sahip olmaktan münezzehtir. Muhtaç olmaktan münezzehtir. Vâhid demek bu demektir. Yani "Cenab-ı Hakk şundan şundan oluşmuştur, -haşa- şundan şundan mürekkeptir, şöyle şöyle cismi vardır, şöyle şöyle kütlesi vardır, şöyle şöyle boşlukta kapladığı yer vardır"gibi ifadeler Cenab-ı Hakk hakkında kullanılmaz. Bu nokta son derece önemli.

Kur’an’da ve Sünnet’te geçen bir takım müteşabih sıfatlar var. Allah’ın eli, Allah’ın gözü, Allah’ın yüzü gibi tabirleri, kavramları bizim dünyamızda günlük dilde anladığımız anlamda Cenab-ı Hakk’a atfetmeyeceğiz. O’nun bizim özelliklerimiz gibi özelliklere sahip olduğunu düşünmeyeceğiz. Vâhid ismi şerifi Cenab-ı Hakk’ın zatta tevhidini ifade eder ve O bildiğimiz gördüğümüz bütün varlıklardan başkadır. Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında aklımıza her ne geliyorsa “Cenab-ı Hakk ondan başkadır, ondan farklıdır, ondan münezzehtir” diyeceğiz.

Bizim bu kısır düşüncemiz, kısır aklımız, sınırlı düşünme ve algılama kapasitemiz Cenab-ı Hakk gibi mutlak bir varlığı algılama kudretinden mahrumdur. Haddimizi, hududumuzu, sınırımızı bilmemiz lazım. Konusu gelince “Cenab-ı Hakk hakkında, O’nun zatı hakkında aklımıza gelen ne varsa Cenab-ı Hakk O’ndan farklıdır” diyerek detaylarına gireceğiz.( 8 )
TEVHİD MESELESİ
- 3. BÖLÜM -


Fiilde Tevhid

Daha önce söylemiştik: Cenab-ı Hakk’ın zatında tevhidini anlarsak fiilde, isimde, sıfatta, ahkâmda tevhidi kendiliğinden çözülecek ve anlaşılır hale gelecek.

Şimdi Cenab-ı Hakk’ın fiillerini konuşacağız.

Fiil denince aklımıza hemen ne gelmektedir? Bir iş yapma kudretine sahip veya fıtraten öyle bir meleke ile yaratılmış varlığın işlediği fiiller anlaşılıyor değil mi? Yani bir yerden bir yere gitmek, yemek yemek, elini kolunu hareket ettirmek, bir binayı yaptırmak, bir yeri yıkmak, birisiyle konuşmak… Bunlar insanın fiilleridir.
Cenab-ı Hakk böyle mi fiil işler? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Bizim fiil işlememiz organlarımız,azalarımız vasıtasıyla olur. Yemek yerken elimizi, parmaklarımızı kullanırız. Ağzımıza kaşığı götürdüğümüzde dilimizi, çenemizi kullanırız. Konuşurken sesle harfle konuşuruz. Bunlar hep bizim fiillerimizdir.

Cenab-ı Hakk fiil işler ama bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Yasin Sûresi’nde de geçtiği gibi(9) Cenab-ı Hakk bir şeyin olmasını istediğinde ol emrini verir, neyi murad etmişse, nasıl murad etmişse, o murad ettiği biçimde oluverir. Cenab-ı Hakk’ın fiilleri bizim fiillerimiz gibi değildir. Cenab-ı Hakk yaratır, evet, ama bütün bunları bizim yaptığımız gibi yapmaz.

O azalara, organlara, aletlere, araç gerece muhtaç olmaktan münezzehtir.

O'nun kudreti her şeye yeter. Zaten “şey” derken kastettiğimiz her ne varsa onları yokluktan varlık âlemine çıkaran O’dur. Bu bile düşünüldüğünde biz Cenab-ı Hakk’ın fiil işlerken asla ve kat’a aklımıza geldiği tarzıyla fiil işleme muhtaçlığından, noksanlığından münezzeh olduğunu anlamak kolay hale gelir.

Şimdi düşünün, hiç birimiz yoktuk. Bu âlem yoktu. Bu dünya, evren yoktu, kâinat yoktu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuyor ki “Allah vardı, Allah dışında hiçbir şey yoktu.”(10)

Allah var ettiği her şeyi hiçten, yoktan var etmiştir. Şimdi bu fiili anlamaya, idrak etmeye, nasıl gücümüz yetebilir? Biz hiçlik nedir bilmiyoruz ki… Hiçlik yokluk dediğimiz şeyi kelime olarak ifade ediyoruz ama dilimizin söylediğini aklımız kavrayamıyor. Yokluk nedir, hiçlik nedir bilmiyoruz. Tarif edemiyoruz. Cenab-ı Hakk işte hiçten, yoktan var etmiş. Yoktan var yapmak, yoktan var kılmak sadece O’na mahsustur. Dolayısıyla böyle akılların almayacağı bir şeye kadir olan Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemekten münezzehtir.

Şimdi biz “Rahman Arş’a istiva etti” veya “Yüce Allah gecenin son üçte birlik kısmında dünya semasına nüzul eder” ifadelerindeki fiilleri nasıl anlamalıyız? Cenab-ı Hakk bir yerden bir yere mi intikal ediyor? Bir mekândan başka bir mekâna mı intikal ediyor? Haşa ve kella! Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir.

Günlük dilde kullanılan bir söz vardır: Allah mekândan münezzehtir.

Aslında Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir. Mekândan da, zamandan da, insandan da, kâinattan da, evrenden de, melekten de, cinden de, her şeyden münezzehtir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim’de kendini ifade ettiği gibi “Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir. (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).” (11)

Dolayısıyla meseleye böyle baktığımızda O’nun fiillerini de bizler gibi mücessem, varlığı cisim ifade eden varlıkların fiilleri gibi düşünemeyiz. Cenab-ı Hakk fiil işler, istiva eder, nüzul eder evet ama bu bizim fiilimiz gibi değildir.

Biz bir yerden bir yere inme fiilini nasıl kullanıyoruz? Ben apartmandan aşağı indim, paraşütle uçaktan atladım, aşağı indim veya ağacın üstünden atladım, yere indim. Yukarıdaki bir mekândan aşağıdaki bir mekâna intikaldir bizim inme dediğimiz şey. Gündelik dilde böyle denir. İnme kelimesini bu fiil hakkında kullanırız. Fakat Cenab-ı Hakk’ın inmesi zamanla bağımlı, bağlantılı bir fiil değildir. Bir yerden bir yere hareket etmek, intikal etmek şeklinde işlenmiş bir fiil değildir. Cenab-ı Hakk şeytana hitap ederken “İki elimle yarattığım Âdem’e seni secde etmekten alıkoyan nedir?” (12) buyuruyor.

Şimdi burada -haşa ve kella- şunu mu anlamamız lazım: Cenab-ı Hakk’ın iki eli var?! Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i -haşa ve kella- bir çömlekçinin çömlek yapması gibi, bir heykeltıraşın heykeli eliyle biçimlendirmesi gibi mi biçimlendirmiştir? Haşa! Cenab-ı Hakk’ın ellere, organlara ihtiyacı yoktur, O böyle bir noksanlıktan münezzehtir. “İki elimle yarattım” ifadesi, bir insanın iki eliyle bir şeyi yapması gibi anlaşılmamalı. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle fiil işlemez.

Ayet-i kerimeyi hatırlayın; Hz. Âdem’i yaratmayı murad ettiyse “Allah ona ol der ve o olur.”

Burada iki elimle yarattım ifadesi mutlak surette bir şeyden mecazdır. Bir başka şeyden teşbihtir. Bize Cenab-ı Hakk bir şey ifade ediyor burada. Yani Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i bütün âlemlere üstün bir insan olarak halk ettiğini söylüyor.

Kâinatta daha evvel bir insan halk etmemiş Cenab-ı Hakk. Evet, melekler var, belki cinler var, belki başka varlıklar var. Ama insan yok. Cenab-ı Hakk insanı iradeli bir varlık olarak yaratıyor. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle ahsen-i takvîm üzere yaratıyor. En güzel kıvam, tarz, suret, biçim üzere yaratıyor. İşte bu O’nun inayet-i rabbaniyesini anlatan bir tabirdir. Hz. Âdem’i iki eliyle yaratmasından murad, ona bir inayet-i rabbaniye göstermesidir. Âdem (a.s)’ı diğer varlıklardan daha üstün, daha şerefli bir tarzda yaratmasıdır.

Nüzul/inmek fiili de böyledir. Cenab-ı Hakk’ın dünya semasına nüzul etmesi, yüksek mekândan aşağıdaki mekâna inmek olarak anlaşılmamalıdır. Buradaki nüzul başka rivayetlerin de yardımıyla hatta bizzat el-Buhari’de geçen başka bir varyantta “yenzilü = ”سَ نْزِلُ yerine “yetenezzelü = سَ تَ نَ زَّلُ ifadesi ile gelir.(13) Rabbimiz tenezzül buyurur. Bu ne demektir? Gecenin son üçte birlik kısmında Cenab-ı Hakk, hadis-i şerifte ifade buyurulan fiilleri işlemek için“Bağışlanma isteyen yok mu bağışlayayım, rızık isteyen yok mu rızık vereyim, benden bir talebi bir niyazı olan yok mu yerine getireyim” diye bir nidada bulunur. İşte bundan maksat Cenab-ı Hakk’ın kullarına rahmet, merhamet kapılarını açması, dua kapılarını açması, duaların kabul edildiği gecenin son üçte birlik kısmına –biz ona seher vakti diyoruz- vurgu yapıyor olmasıdır. Bunu böyle anlamamız gerekiyor.

Keza Arş’a istivayı da bu şekilde anlamamız lazım. Asla ve kat’a Cenab-ı Hakk -haşa- Arş’ın üzerine yerleşti, mekân tuttu, daha evvel başka yerdeydi sonra Arş’ı yaratınca onun üzerine istiva etti diye anlamak son derece yanlıştır.
İmamımız Ebu Hanife Hazretleri buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk’ın Arş’a istiva etmesi eğer Arş’ın üzerine mekân tutmak olursa, böyle anlatılır, böyle anlaşılmaya çalışılırsa o zaman sorarız biz, Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi?" Bu son derece önemli bir sorudur.

Cenab-ı Hakk’a mekân tayin etme gafletinde bulunan insanlar, O’nun Arş’ın üzerinde mekân tuttuğunu, yerleştiğini ifade eden, böyle bir cehalet sergileyen insanlar İmam Ebu Hanife’nin bu sorusuna cevap vermek zorundadır; "Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi?"

Evet, nerede sorusu Cenab-ı Hakk için abes bir sorudur. Allah Teâlâ için kullara mahsus herhangi bir ifade kullanılmaz. Biz,mekân içindeki varlıklar için nerede sorusunu sorarız. Nerede sorusunun cevabı da yine mekân esas alınarak verilir. Şimdi biz bu soruyu zihnimizde kalıp haline gelmiş alışkanlıklar çerçevesinde soruyoruz. Ben neredeyim? Ben şu anda odadayım. Arkamda perde var. Önümde bilgisayar var. Sağımda kitap var. Solumda telefon var. Dikkat ederseniz nerede sorusunun cevabı hep mekân içerisindeki varlıkların birbirine karşı konumu esas alınarak verilir. Ay nerede? Yukarıda. Peki, kime göre yukarıda? Bize göre.

Bir insan uzaya gidip ayın bulunduğu yüksekliğin üzerine çıksa ve o insana sorsanız: Ay nerede? Diyecektir ki aşağıda. Bakın mekânla irtibatlandırarak cevap veriyoruz. Çünkü soru da mekânla irtibatlı. Nerede sorusu bir mekân sorusudur. Nerede? Şurada, önde, arkada, sağda, solda, üstte, altta. Dolayısıyla bu mekân izafidîr. Ben şurada oturuyorum, bizim evin alt katında oturan insana göre ben yukarıdayım. Ama üst katta oturana göre ben aşağıdayım. Bu duvara göre ben ön taraftayım. Öbür duvara göre arka taraftayım. Nerede sorusunu nereden sorarsanız ona göre cevap alırsınız. Şimdi mekânın yok olduğunu düşünün. Ya da uzaya gittiğinizi düşünün.

Uzayaracına bindiniz ve uzay boşluğuna çıktınız. O boşluk içerisinde alt neresi, üst neresi sağ neresi, sol neresi, ön arka neresi, mekân kavramı uzayda kayboluyor değil mi? Uzaya çıktığınız da mekân kavramı kayboluyor. Alt, üst, ön, arka, yan kayboluyor. Şimdi insan uzaya çıktığında mekân kavramı kayboluyorsa, uzayı yaratan Cenab-ı Hakk’ın mekânla bağlantılı olduğunu nasıl düşünebiliriz?

Dolayısıyla, O’nun fiillerini de mekânda, organlar, azalar vasıtasıyla işlenmiş şeyler olarak düşünmek son derece saçmadır, son derece yanlıştır. Tevhid inancıyla bağdaşmaz. Dolayısıyla fiilde tevhid, gerçek anlamda fiilde tevhidin künhüne vakıf olmak için, hakikatine ulaşabilmek için Cenab-ı Hakk’ı mahlûkata benzetmekten tenzih etmemiz lazım ki fiilde tevhidin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilelim. Elbette fiilde tevhidin zatta tevhidle çok sıkı bir bağlantısı var. Yani zatı hiçbir varlığa benzemeyen Cenab-ı Hakk’ın elbette fiilleri de hiçbir varlığın fiillerine benzemeyecektir.

Bu bahse metnin ilerleyen bölümlerinde tekrar tekrar değineceğiz.
TEVHİD MESELESİ
- 4. BÖLÜM -


Sıfatta Tevhid

Sıfatta tevhid meselesi -özellikle günümüzde- Müşebbihe ve Mücessime taifesi tarafından da bir hayli çarpıtılmış bir meseledir. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları vardır. Biz Cenab-ı Hakk’ı o sıfatları ile biliyoruz. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları dediğimizde bunları çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür.

Genel kabul gören tasnif şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın iki türlü sıfatı vardır: Zâtî ve Fiilî. Zatî sıfatlar ikiye ayrılır: Selbî ve Sübûtî.

Selbî sıfatlar: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi Nefsih, Muhalefetun lil-Havadis.
Sübûtî sıfatlar ise Hayat, İlim, Sem', Basar, Kudret, İrade, Kelam ve Tekvin'dir.


Cenab-ı Hakk ilim sıfatına sahiptir, Cenab-ı Hakk için herhangi bir şey konusunda bilgisizlik düşünülemez, tasavvur edilemez. Böyle bir şey tevhidi ihlal eder. Hayat, Cenab-ı Hakk hayat sıfatıyla muttasıftır, hayat sahibidir, O’nun hayat sahibi olmadığını düşünemeyiz. Cenab-ı Hakk kelam sahibidir, kudret sahibidir, bunların zıddını düşünemiyoruz. Çünkü zıddı noksanlık ifade eder, eksiklik ifade eder. Cenab-ı Hakk da her türlü noksanlıktan, eksiklikten münezzehtir. Sübûtî sıfatlar hakkında, "başka varlıklarda da cüz'î, mecazî de olsa tasavvur olunabilir" diyoruz. Yani Yüce Allah da ilim sahibidir, mesela insan da. Yüce Allah da kudret sahibidir, insan da…

Ancak Selbî sıfatlar böyle değildir. Bunların başka varlıklarda da bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Böyle bir iddia Tevhid'e temelden aykırıdır. Yüce Allah Vücud (varlık) sıfatıyla muttasıftır ve bu varlık, "kendinden ve zorunlu"dur. Diğer varlıklar varlıklarını O'na borçludur. Yüce Allah kıdem sıfatıyla Kadîmdir. O'ndan başka kadim varlık yoktur. O'ndan başka, "kendi nefsiyle kaim kadim ve baki" bir varlık yoktur…

Keza Yüce Allah'ın fiili sıfatları vardır. O yaratıyor, halk sıfatı var; rızık veriyor, öldürüyor, diriltiyor. Bunlar Cenab-ı Hakk’ın fiili sıfatlarıdır. Az önce de ifade edildiği gibi Cenab-ı Hakk fiil işlerken bu sıfatlarıyla bu fiileri işler, yani yaratma (tahlîk) sıfatıyla halk eder, terzîk sıfatıyla da rızık verir. İmâte sıfatıyla öldürür, ihya ile diriltir, ihya eder hayat verir.

Bu sıfatlar Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatlarıdır. Cenab-ı Hakk hiçbir şey yaratmasaydı da Hâlık idi. Hiçbir şeyi yaratmasaydı da O’nda bir eksiklik meydana gelmezdi. Herhangi bir varlığı var edip ona rızık vermeseydi de Cenab-ı Hakk Rezzaklığından ve diğer kemal sıfatlarından herhangi bir şey kaybetmezdi. Öldürmeseydi, diriltmeseydi de ihya, imate ve diğer kemal sıfatlarında herhangi bir eksiklik, noksanlık meydana gelmezdi.

Cenab-ı Hakk’ın selbî sıfatları vardır, sübutî sıfatları vardır. Selbî sıfatları bilhassa Kelam ulemasının son derece isabetli ve hayati bir şekilde tespit edip ortaya koyduğu şeylerdir. Sübutî sıfatları ise daha ziyade naslardan, ayetlerden, hadislerden birebir elde edilmiş, birebir çıkarılmış sıfatlar olarak anlıyoruz.

Önce sübutî sıfatlara kısaca değinelim. Cenab-ı Hakk hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, iradesi vardır, kudreti vardır, kelamı vardır, yaratır tekvin sıfatı vardır. Bu sıfatlar, cüz'î/mecazî anlamda başka varlıklarda da vardır. Başka varlıklar da hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, irade eder, kudreti vardır, kelamı vardır. Fakat bunlar Cenab-ı Hakk’ın var etmesiyle mevcut olmuştur. Cenab-ı Hakk’taki asılları ise mükemmel ve sonsuz olarak mevcuttur. Yani Cenab-ı Hakk mükemmel bir hayat sıfatıyla, sonsuz bir hayat sıfatıyla vardır. Cenab-ı Hakk’ta mükemmel bir ilim, mutlak ve sonsuz bir ilim sıfatı vardır.

Keza Cenab-ı Hakk’ın görmesi, işitmesi herhangi bir kayda, şarta bağlı olmayıp mutlaktır; herhangi bir şeye ihtiyaç duymadan Cenab-ı Hakk işitir görür, kudretinin önünde hiçbir varlık engel teşkil edemez. Kudreti her şeye şamildir. İstediği şeyi var eder, istediği şeyi yok eder. Yokluktan varlığa çıkarmak da O’nun kudreti içindedir. Yokluğa terk etmek de O’nun kudreti içindedir. Yaratmak da, yaşatmak da, yok etmek de O’nun sıfatları ve sıfatlarının yansıması, tahakkuku, tezahürü içerisindedir.

Selbî sıfatlara gelince onların her birini, ifade edeceğimiz kalıplar halinde Kur’an ve Sünnet’te bulamayabiliriz. Fakat bu o kadar enteresan bir istikra ile kelam ulemamız tarafından ortaya konulmuştur ki gerçekten bu konuda –Allah onlara rahmet etsin– kelam âlimlerimizin nassları bütüncül okumalarındaki performansını, mükemmelliğini görüyoruz.

Selbi sıfatlar derken neyi kastediyoruz? Vücut, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi nefsihî, Muhalefetu’l li’l-havadis… Bunları kastediyoruz.

Vücut sıfatı: Cenab-ı Hakk vardır, varlığı kendindendir, zatîdir, zorunludur. İnsan olmasaydı ne olurdu diye bir soru sorabiliriz. Hiçbir şey olmazdı. Ağaç var olmasaydı ne olurdu? Bir şey olmazdı. Kâinatta ya da Cenab-ı Hakk’ın yaratma fiilinde herhangi bir noksanlık bir eksiklik meydana gelmezdi. Ya da kâinatta gördüğümüz her şey için bu soruyu sorabiliriz. Olmasaydı da olurdu. Çünkü vücudu, varlığı zorunlu değil. Biz bunun (vacib/zaruri/zorunlu) karşıtı olarak mümkin diyoruz. Türkçemizde mümkün diye ifade ettiğimiz tabirin aslı mümkindir. Ve bu kelamî bir kavram, terim olarak zorunlunun,zarurinin karşıtıdır.

Cenab-ı Hakk’ın varlığı zaruridir, vaciptir. Onun için bizim kelam kitaplarında “Cenab-ı Vâcibu’l-Vücud” tabirini çok sık görürüz. Eskiler bu tabiri çok sık kullanırmış. Vacibü’l-Vücud diye bir ayet, bir hadis yok ama bu, ayetten ve hadisten bütüncül okumayla elde edilmiş son derece harika, son derece mükemmel bir tasniftir. Cenab-ı Hak Vacibü’l-Vücut’tur. Varlığında bir başka varlığa muhtaç değildir. Muhtaç olsaydı ilah olamazdı. Herhangi bir varlık; var olmak için, yokluktan varlığa çıkarılmak için ya da varlığının devamı için bir başka varlığa muhtaçsa işte o ilah olamaz.

Burada parantez içi bir şey söyleyelim. Özellikle ateist kesimden gelen bir takım sorularla karşılaşırız. “Siz diyorsunuz ki tanrı her şeye kadirdir, tanırının gücü her şeye yeter. O zaman tanrı kendisi gibi bir tanrıyı var edebilir mi?'' Bu soruya evet desek -haşa ve kella- tevhid akidesi bozulacak. Hayır, desek Cenab-ı Hakk’ın kudretine bir sınır getirmiş gibi olacağız. Tuzak bir sorudur. Bu soruya nasıl cevap vermemiz lazım? İşte bu soru kelam ulemamızın bu istikrasında gizlidir.

Herhangi bir varlık Cenab-ı Hakk tarafından var edilmişse, yaratılmışsa o ilah olamaz ya da daha genellemeci bir cümle kuralım: Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz. Dolayısıyla, varlığı zorunlu olmak, kendinden olmak, bir başka varlık tarafından yaratılmış olmaktan münezzeh olmak, sadece ve sadece Cenab-ı Hakk’a mahsustur. İşte onun için bu soru yanlış bir sorudur. Yeri geldiğinde bir sorunun yanlış bir soru olduğunu söyleyebilmemiz lazım. Yani biri bize “Bir erkek hamile kaldığında kaç ay içinde doğurur?” dese, arkadaş bu yanlış bir sorudur, erkek hamile kalmaz deriz. Yahut bir ölü mezarda ihtilam olduğunda nasıl gusül abdesti alır?

Bu yanlış bir sorudur; ölüler ihtilam olmazlar. İşte bunun gibi Allah kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi, sorusu da yanlış bir sorudur. Bu, işi kavrayamamış bir beynin yalpalamasını, zik-zak yapmasını ifade eder. Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz.

Bu soruyu soran adam, ilah olma vasfı üzerinde ya da Vacibü’l- Vücud sıfatı üzerinde düşünme imkânı bulamamış. Biz onu bu selbî sıfat üzerinde düşünmeye sevk edeceğiz. Ona “Cenab-ı Hakk Vacibü’l-Vücuttur. Varlığı zorunludur ve kendindendir. O’nun dışındaki her varlık mümkin varlıktır. Varlığı zorunlu değildir ve başka varlığın var etmesine muhtaçtır” diyeceğiz.

Evet, selbî sıfatların başında Vücud geliyor. Sonra kıdem. Bunlar birbirleriyle bağlı sıfatlardır. Herhangi bir varlık varlığı zorunluysa kendindense ve Vacibü’l-vücud ise O Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışında böyle bir varlık yoktur. Dolayısıyla O’nun varlığının bir başlangıç noktası da olmamalıdır. Çünkü varlık bir başlangıç noktasına muhtaçsa onu bir var eden var demektir. Burası önemli. Varlığı da yokluktan varlığa çıkarılmışsa, varlığının belli bir başlangıç noktası varsa o varlık ilah olamaz, Rabbu’l-âlemin olamaz. O mümkinü’l vücuttur ve Allah Teâlâ tarafından var edilmiştir, var kılınmıştır.

Dolayısıyla varlığının bir ilk noktası, bir başlangıç noktası, Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Keza, Bekâ da öyledir, Cenab-ı Hakk bâkidir ve bekâsı kendindendir. Cenab-ı Hakk varlığının devamında ve sonsuzluğunda herhangi bir varlığın O’nu var ve sonsuz kılmasından münezzehtir. O’nun varlığı kendinden olduğu gibi kıdemi de bekâsı da kendindendir. Dolayısıyla bu noktada akla şöyle bir şey gelir. Biz diyoruz ki, “Ahiret hayatı ebedidir Cennet ve Cehennem hayatı ebedidir, sonsuzdur.” Demek ki, “Allah Teâlâ’dan başka varlık da sonsuz oluyormuş!” Hayır, böyle demiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk’ın onlara sonsuzluğu vermesiyle sonsuz olmuşlardır diyoruz. Yani Cenab-ı Hakk’ın bekâsıyla ya da herhangi bir varlığın, insanın, bir yaratılmışın bekâsı o noktada birbirinden temelli bir farkla ayrılır. Cenab-ı Hakk’ın bekâsı kendindendir, varlığının tabii zorunlu bir yansımasıdır.

İnsanın bekâsı ya da herhangi bir var kılınmış varlığın bekâsı ise kendinden değildir, zorunlu değildir. Bâki olan Cenab-ı Hakk’ın bâki kılmasıyla bu özelliğe kavuşur. Dolayısıyla bu iki bekâ arasında böyle bir hayati fark vardır.

Bir diğer selbî sıfat da Vahdaniyettir. Cenab-ı Hakk Vacibü’l-Vücud olarak tektir. O’ndan başka Vacibü’l-Vücud olan varlık yoktur. Nitekim bu kâinatı yaratan iki ilah olsaydı, mutlaka bu âlem fesada giderdi. Yani işte düalistlerin ya da Mecusilerin dediği gibi iyilik tanrısı, kötülük tanrısı, ışık tanrısı, karanlık tanrısı… Buna kelam âlimleri Burhan-ı Temanü diyorlar. Kur'an’ı Kerim’den hareketle, böyle kudretleri sonsuz iki ilah olsaydı mutlak surette bunların iradeleri bir yerde çatışacaktır.(14) Birisi bir varlık yaratmak isteyecek, öbürü belki o varlığın yaratılmasına itiraz edecektir veya birisi bir şekilde var etmek isteyecektir, öbürü hayır o şekilde değil şu şekilde olsun diyecektir.

Dolayısıyla kâinat fesada giderdi. Kâinatta iki tane ilah ya da birden fazla ilah tasavvur olunamaz. Bundan Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyeti aklen de kavranabilir bir şeydir. Onun için Kur'an’ı Kerim’de de bu meselenin altı çizilmiştir. Tekraren söyleyelim. Bütün bu sıfatlar -selbi sıfatlardan bahsediyoruz- Cenab-ı Hakk’ın Vacibü’l-Vücud olması vasfıyla irtibatlandırılarak düşünülür. Yani Vacibü’l-Vücud bir tek varlık vardır, O da Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışında varlığı zorunlu olan varlık yoktur. Dolayısıyla tek olması anlaşılabilir bir şeydir, hatta işin tabiatı gereği tek olmalıdır.

Ve yine Vacibü’l-Vücud vasfının bir diğer yansıması olarak görebileceğimiz Kıyam bi Nefisihî’dir. Yani başka hiçbir varlığa ihtiyaç duymadan varlığı kendi kendine ve zorunlu olarak devam eden varlık olarak Kıyam bi Nefsihî. Hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, varoluşta varlığının devamında hiçbir varlığa muhtaç değildir. Bu da O’nun Vacibü’l-Vücud olmasının en tabi sonucudur.

Ve nihayet selbi sıfatlar arasında en mühim olarak gördüğüm Muhalefetün li’l-Havadis sıfatı.
Sonradan var edilmiş her ne varsa Cenab-ı Hakk’ın ona muhalif olması, ondan farklı olması demek. Sonradan var edilmiş her ne varsa, yani bütün âlem, Cenab-ı Hakk dışında her şey bir zaman içinde var edilmiştir. Dolayısıyla her şey kelamî tabir ile “muhdes”tir. Kelam âlimlerimiz “hâdis” de derler. Zaman içerisinde sonradan olmuş, var edilmiş, muhdes demektir.

Dolayısıyla Cenab-ı Hakk dışında her varlık, yani âlem muhdestir, hâdistir. İşte bu hâdis/muhdes olan âlem içindeki her bir varlık hangi özelliklere sahipse Cenab-ı Hakk ondan başkadır. Yani zatî özellikler bakımından, fiil işleme bakımından, sıfatları ve isimleri bakımından muhdes varlıklar ile Cenab-ı Hakk arasında paralellik kurulmaması gerekir. Bu mesele O’nun zatı hakkında, fiilleri hakkında evvelki yaptığımız izahat akılda tutularak anlaşılmalıdır. Muhalefetün li’l- Havadis, Cenab-ı Hakk’ın bütün vasıflarında âlemden ve âlem içindeki her varlıktan başka olmasını anlatıyor.

Bu Cenab-ı Hakk’ın özellikle haberî sıfatları söz konusu olduğunda önem kazanıyor. Burada teşbihe ve tecsime düşmemek için, ayağımızın bu yanlış noktaya kaymaması için, Muhalefetün li’l-Havadis konusunun üzerinde durarak üzerine basa basa bu meseleyi zihinlerimize hatta bilinçaltımıza yerleştirmemiz lazım. Bizim âlem hakkındaki algımız müşahede ve tecrübeye dayanır.

Bize herhangi bir şeyden söz edilirken, örneğin tanımadığımız bir insandan söz ediliyorsa bile, onu bize bildiklerimiz üzerinden anlatmaya çalışırlar. Yani sokakta birisine rastlamıştır mesela bize onu anlatırken, ortak tanıdığımız bir başkasına atıf yaparak anlatır. Filana benziyordu, saçının şekli şöyleydi, şöyle bir elbise giymişti gibi herkes birisine atıf yaparak onu anlatmaya çalışır. Bu ne demektir? Bizim zihnimizde daha evvelden mevcut olan bir kalıp vardır, bilmediğimiz bir şeyi anlatırken ya da anlatmaya çalışırken o kalıba gönderme yaparız, ona kıyas ederek anlamaya çalışırız.

Buna teknik tabiri ile “görünmeyeni/bilinmeyeni görünene/bilinene kıyas ederek anlatmaya çalışmak” denir. İşte Muhalefetün li’l-Havadis gündeme geldiğinde bu şey iflas ediyor. Böyle bir şey söz konusu değil. Cenab-ı Hakk’ın künhünü, zatını idrak etmemiz Cenab-ı Hakk’ın var ettiği bu yapımız içerisinde mümkün olan bir şey değil.

Şimdi biz Cenab-ı Hakk’ı ahirette göreceğiz. Evet, baş gözümüzle göreceğiz. İlgili ayetlerden ve rivayetlerden böyle olduğunu biliyoruz. Peki, nasıl olacak, biz Cenab-ı Hakk’ı, O’nun zatını ihata edemiyoruz, idrak edemiyoruz, nasıl göreceğiz? İşte bunda da âlimlerimiz diyor ki, keyfiyetsiz bir şekilde göreceğiz. Bizim şuanda görme diye ifade ettiğimiz şey keyfiyetli bir şeydir. Yani biz bir şeyi gördüğümüz zaman ya da görmek için, gözümüzü o şeye çeviririz. O şeyi görüş açımızın içine alırız. O şeyi boyutlarıyla, boşluktaki eni, boyu, derinliğiyle idrak ederiz. O bizim beynimizdeki görme merkezine yansır.

 

Ve biz onu boyutlarıyla görürüz. Ahirette Caneb-ı Hakk’ı böyle mi göreceğiz? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim bu gördüğümüz sınırlı boyutlara cisimlere sahip varlıklar gibi değil ki… Dolayısıyla O’nu görmemiz gerçekleşecek ama keyfiyetsiz. Yeri geldiğinde bu meseleyi de zihinlerimize daha kolay gelecek biçimde ilgili ayet ve hadisler desteğinde göreceğiz.(15)

Bütün bunları Muhalefetün li’l-Havadis temelinde anlamamız, anlamaya çalışmamız lazım. Cenab-ı Hakk hâdis varlıklar hakkında bildiğimiz gördüğümüz her ne varsa O’ndan başkadır, O’ndan farklıdır. Dolayısıyla bizim idrak kapasitemizin dışındadır diyeceğiz. Bu Muhalefetün li’l-Havadis sıfatı selbî sıfatlar içerisinde, Cenab-ı Hakk’ın bütün ilahi sıfatlarını özetleyen ve anladığımız takdirde diğer bütün sıfatlarını anlayabileceğimiz bir sıfat.
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarında da hiçbir varlığa benzemediğini, sıfatlarda tevhidin nasıl anlaşılması gerektiğini, O’ndan başka ilah olmadığını vurguladı metnimiz. Bu metinde yer alan ve tevhid hakkında bilmemiz gereken hususları bir zemin olarak döşüyoruz.

Sıfatlardaki tevhidi anlattık. Şimdi de Esmâ’da (Cenab-ı Hakk’ın isimlerinde) Tevhidi anlatacağız.
TEVHİD MESELESİ
- 5. Bölüm -


Esmâ’da Tevhid

Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin kaynağı sıfatlarıdır. İsim ile sıfat arasında böyle bir ilişki vardır. Bunu bilmekte fayda var. Sıfat isimden önce mevcut olan şeydir.

Cenab-ı Hakk’ın her bir sıfatı âleme taalluk ettiğinde, dış dünyaya tesiri olduğunda o sıfatla bağlantılı isim gündeme geliyor. Yani şöyle diyelim; Cenab-ı Hakk’da "rahmet" sıfatı vardır. Cenab-ı Hakk rahmet edilecek bir varlık yaratıp ona rahmet ettiğinde “er-Rahmân” ism-i şerifinin tecellisi ortaya çıkıyor. Ya da Cenab-ı Hakk’da "diriltme" sıfatı vardır. Bu sıfatla bir varlığı var edip, sonra öldürüp ondan sonra dirilttiğinde “el-Muhyî” isminin tecellisi ortaya çıkıyor. Veya “er-Rezzâk” rızık veren demek. Cenab-ı Hakk zatı itibariyle “rızık verici” sıfatına sahiptir. Ama rızık elde edecek bir varlık yaratıp ona rızık verdiğinde “er-Rezzâk” ism-i şerifinin tezahür ve tahakkuk ettiğini görüyoruz. İsimle sıfat arasında böyle bir ilişki vardır.

Cenab-ı Hakk’ın ism-i şerifleri O’na mahsustur. Çünkü sıfatların kaynağıdır, dedik. Dolayısıyla sıfatlar O’na mahsus olunca isimleri de O’na mahsus olacaktır. O isimler hakkıyla en mükemmel şekilde sadece Cenab-ı Hakk için söylenebilir. Cenab-ı Hakk’ın dışındaki varlıklara Esma-i Hüsna’ya dahil bir takım isimler ıtlak olunabilir (kullanılabilir). Kur’an’da mesela müminlere “…Kendi aralarında rahîmdirler” (16) buyruluyor. Oysa Rahîm ismi Cenab-ı Hakk’ın ismi şerifidir, O’na mahsustur. Yahut buna benzer bir takım kullanımları Kur’an ve Sünnet’te görüyoruz. Acaba burada esmada bir ortaklık söz konusu mudur? Hayır değildir. O esmanın altındaki, arka plandaki sıfat en kemal haliyle Cenab-ı Hakk’a mahsustur.

İnsanlarda sadece onun bir yansıması, cüz'î bir tezahürü olabilir. Cenab-ı Hakk merhametlidir. İnsan da merhametlidir. İnsandaki merhamet hissi esasen Cenab-ı Hakk’ın merhamet sıfatından yansımadır. Aslı Cenab-ı Hakk’da mevcuttur. Kemali Cenab-ı Hakk’da mevcuttur. İnsanda da onun cüz'î bir yansıması vardır. Dolayısıyla insandaki bu yansıma izafidir, sınırlıdır. Cenab-ı Hakk’daki ise sonsuzdur, sınırsızdır, mutlakdır. İsimler için de bunu düşüneceğiz. Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden bazıları insanlar hakkında da kullanılır. Fakat bunların izafi olduğunu Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının insandaki cüz’i tezahürünün, tecellisinin bir yansıması olduğunu bilmekte fayda var.

Bu isimler, yani diyelim ki er-Rahman, er-Rahim, et-Tevvab, el- Afuvv, el-Ğafur ismi şeriflerinin dayandığı sıfatlar sadece Cenab-ı Hakk’a mahsus olarak O’nda mevcuttur. O sıfatlar dış âleme yansıdığında bu isimler gündeme geliyor. Ve bu isimler de yine mutlak anlamda Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ulûhiyetine mahsustur.
Ahkâmda Tevhid

Cenab-ı Hakk kulları üzerinde, var ettiği varlıklar üzerinde hükmünü dilediğince yürütendir. O herhangi bir konuda herhangi bir hüküm verdiği zaman o hüküm tartışılmaz. Doğruluğu, yanlışlığı, nedeni, niçini tartışılmaz. O diler, dilediği hükmü verir. O sorguya çekilmez.

Cenab-ı Hakk, fiili için hiçbir kudret, hiçbir yetki, hiçbir otorite tarafından sorguya muhatap tutulamaz ama insanlar sorulurlar,sorguya çekilirler.

Cenab-ı Hakk’ın hükümde, ahkâmda tevhidini anlatan Kur’an’ı Kerim’de pek çok ayet var. Mesela onlardan birisi Ra’d Sûresi 41. ayetidir: “Allah hüküm verir ve O’nun hükmünü tenkid edecek -bu niye böyle oldu diyecek- sorgulayacak hiçbir kudret yoktur.” Keza Maide Sûresi’nde Allah Teâlâ’nın indirdiği hükümlerle, insanların hükmetmekle yükümlü olduğu bize ifade ediliyor.(17) Bu son derece önemli bir nokta.

Yine Maide Sûresi’nin 1. ayetinde “Allah dilediği hükmü verir.” Keza Kasas Sûresi’nin 88. ayetinde “Hüküm O’na mahsustur, hüküm verme yetkisi O’na aittir. Münhasıran O’ndandır ve siz O’na döndürüleceksiniz.” buyruluyor.

Buradaki “hüküm”den ne anladığımızı biraz açalım:

İslam dünyasındaki kurtuluş savaşları, mücadeleleri ve hareketleri çerçevesinde bir miktar ideolojik mahiyetli şeyler de yazıldı, söylendi. İşte bu çerçevede Müslümanların devlet talebi gündeme getirilmeye başlandı. Müslümanlar üzerine, insanlar üzerine Allah’tan başka gücün hüküm koyma salahiyetine sahip olmadığı vurgulandı. İşte Seyyid Kutup –merhum- bu konuda yazdı. Mevdudî yazdı, daha başkaları yazdı.

İnsanlar üzerine dünyevi ahkâm ve devlet idaresi noktasında Cenab-ı Hakk’tan başkasının hüküm koyma yetkisine sahip olmadığı, Müslümanların münhasıran İslam ahkâmıyla, Kur’an ve Sünnet ahkâmıyla dünyasını, işlerini idare etmesi gerektiği, hayatı o ahkâm üzerine inşa etmesi gerektiği vurgulandı. Biz ahkâmda tevhidi işlerken hemen aklımıza bu meseleler gelir. Fakat bu meseleler öyle tekdüze ele alınmaması gereken meselelerdir.

Buradan hareketle mesela şöyle diyenler oldu: “Herhangi bir Müslümanın içinde yaşadığı toplumun yönetim şekli/hukuku eğer İslam dışıysa orada hiçbir şekilde yaşaması veya öyle bir hukuk sistemiyle idare edilen devlette görev alması, memur olması, belli kademelere gelmesi caiz değil. Çünkü Müslüman, gayri İslami hükümlerin vücut verdiği bir sistemde fiilen görev alamaz.”

Bu tarz şeylere kadar işin ucu dayandı. Hatta hala bu sorularla muhatap oluruz. Bu tarz soruların bizlere sorulmadığı gün hemen hemen yok gibidir.

Bir kere şu noktayı birbirinden ayıralım:

Bir Müslümanın kendi hususi tercihi olarak yani tercih imkânının bulunduğu ortamda ve zeminde Allah Teâlâ’nın hükümlerine aykırı başka hükümleri tercih etmesi asla caiz değildir. Fakat bizim dışımızda belirlenmiş bir dünya var, bizden önce gayr-i İslami bir sistem kurulmuş ve biz orada gözlerimizi açmışız. Biz o sistemde nasıl davranacağız, hayatımızı nasıl düzenleyeceğiz, bu hukuk sistemiyle aramızdaki münasebet nasıl olacak?
İşte burada iradi ve ihtiyari tercihle, zorunluluk durumunu birbirinden ayırmamız lazım… Mesela diyelim ki; böyle bir sistem içerisinde avukat oldunuz, avukatlık yapıyorsunuz. Bu ülkede eskiden çok olurdu bu tarz şeyler; irtica suçuyla suçlandınız. Bir yerde namaz kılıyordunuz, bir yerde toplu zikir yapıyordunuz, Risale-i Nur okuyordunuz veya İlmihâl okuyordunuz. Geldi, polis bastı sizi -Allah korusun-, tuttu, aldı, toptan götürdü. Şimdi ne yapacaksınız?

Burada birisi sizi savunacak, müdafaa edecek, sizin bir suç işlemediğinizi karşı tarafa anlatacak, onu bir şekilde ikna edecek ve sizi o mağduriyetten kurtaracak. Çoluğunuz var, çocuğunuz var, onların maişeti var, onların sıkıntıları, problemleri var. Geride sizi bekleyen, merak eden bir sürü insan var değil mi? “Biz Allah yolunda hapse düştük, bizden sonrası önemli değil” diyemezsiniz. Yani dolayısıyla bir mağduriyet var, bir haksızlık var, o haksızlığın ortadan kaldırılması lazım, giderilmesi lazım. Sizi bir avukatın savunması lazım. O avukat sizi savunduğunda siz tekrar suçsuz yere atıldığınız o hapisten, o zindandan çıkarılacaksınız. Bunu nasıl yapacak? Yürürlükteki hukuk sisteminin donelerini, yaklaşımını, mantığını esas alarak yapacak değil mi? Diyecek ki, siz bu adamlara suçlu muamelesi yaptınız ama bu adamlar suçlu değil, bunların suçu yok, mağdur etmeyin diyecek, dışarı çıkaracak.

Şimdi o avukat Allah’ın hükümlerinin dışında başka hükümle hükmetmiş, tağutun hükümleriyle hüküm vermiş konumunda görülebilir mi? Görülmemelidir, çünkü o hükümleri veren başka, tercih edip oraya koyan başka, o hükümler çerçevesinde müdafaa edip mağduriyeti gideren insanın durumu başka...

Yani bu ikisini birbirinden ayırmamız lazım. Şöyle diyelim; herhangi bir insan –sözün başında da söyledik– kendi dilemesine, tercihine, iradesine bırakılmış konularda Allah Teâlâ’nın ve Rasulü’nün hükmü dışında bir hükmü tercih eder, O’na alternatif olarak O’nun rağmına başka bir hükmü tercih eder, onu hayatına hâkim kılarsa, o hükmü doğru bulursa evet Maide 44-45-47. ayetlerin muhatabı olur. Ama böyle bir kastı yoksa hasbel kader böyle bir mağduriyet yaşamışsa ne yapacak? Kendisini oradan kurtaracak değil mi? Dolayısıyla şunu söylememiz lazım: Bir Müslüman elbette Müslüman olmanın tabi bir neticesi olarak yaşadığı ortamı İslam’la buluşturmak, İslam’ın diriltici soluğunu oraya götürmek mükellefiyetindedir. Bunu ulaştırmakla, telkin etmekle emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmakla mükelleftir. Eli geldiğince, dili döndüğünce, gücü çattığınca bunu yapması gerekir. Fakat bunu yaparken özellikle bizim gibi toplumlarda bir anakronizme düşmemek lazım.

Hemen yaşadığımız ortamla Mekke dönemi arasında bir paralellik kurulup, işte Mekke döneminde Efendimiz (s.a.v) şöyle yaptı, o müşrik topluma şöyle davrandı. Dolayısıyla biz de şöyle davranmalıyız. Ama bu toplum Mekke gibi arka planında putperestlik olan bir toplum değil ki. Bu toplumun üzeri küllenmiş olan cevherini biraz üfürüp, silip süpürülüp asli şekline dönülürse ortaya tam bir Müslümanlık çıkıyor. Bizim yaşadığımız ortamda bir takım insanları, bir takım kesimi, şirkle, küfürle vesaireyle itham etmeden önce onlara gerek şahsımızda hakkıyla yaşamak, gerekse tebliğ ederek İslam’ı anlatmak mükellefiyetimiz var. Biz bunu yaptık mı? İslam’ı hakkıyla temsil edebiliyor muyuz, hakkıyla anlatabiliyor muyuz? Bunları ne zaman yaptık, ne kadar süreyle yaptık?

Bu mükellefiyeti tam anlamıyla yerine getirmeden, bu toplumla iman-küfür münasebeti kurmak, bu toplumla çatışmak doğru değil.

Anlattığımız ve yaşadığımız konularda insanlar müşriklerin Ebu Cehil’in, Ebu Leheb’in direnciyle sizi karşılıyorsa buna diyeceğim bir şey yok. Efendimiz (s.a.v)’in sabrıyla biz onlara İslam’ı anlattık mı? Bir de bu var.

Karşı tarafı itham ediyoruz, karşı tarafa baştan bir tavır koyuyoruz, etiketliyoruz ama biz neredeyiz? Ne durumdayız? Biz bu toplumda Muhammedü’l-Emin imajı oluşturduk mu? Ne kadar gittik, ne kadar kime anlattık, İslam’ı kendi şahsımızda ne kadar yaşadık? Efendimiz (s.a.v)’in o toplumda oluşturduğu güvenin ne kadarını biz bu toplumda oluşturabildik? Bu toplumla çatışmaya dayalı bir ilişki kurmadan önce diyaloğa, tebliğe dayalı bir ilişki kurmamız gerekmiyor mu? Gerekiyor. Diyalog derken o zıvanadan çıkmış şeyi (Dinlerarası diyalog) kastetmiyorum; iki kişinin konuşmasını kastediyorum.

Evet, dolayısıyla Ahkâmda Tevhid bahsini işlerken hukuki sisteme taalluk eden ahkâm konusu aklımıza gelir. Ama ahkâmda tevhidin tek boyutu burası değildir. Bir Müslüman için evet, aslolan Allah Teâlâ’nın hükümleridir, Rasulullah Efendimiz (s.a.v)’in tebligatıdır. Bize kadar gelmiş olan Kur’an’dır, Sünnet’tir ve o çerçevede oluşmuş olan fıkhî müktesebattır. Ama biz bunları –bir tespit olarak alın bu söyleyeceğim şeyi- hayata yansıtmaya, yaşamaya ve yaşatmaya ne kadar layık isek Cenab-ı Hakk o kadar yaşamayı ve yaşatmayı bize nasip eder. Bizim liyakatimizle ilgili bir şeydir bu. Biz layık olursak, biz ehil olursak, biz hazır olursak Cenab-ı Hakk bizi o kıvama getirir ve o iklime bizi ulaştır. Ama biz ehil olmadığımız bir şeyi istiyorsak dönüp kendimize bakmamız lazım. Biz hazır, ehil, layık olursak Cenab-ı Hakk dünyamızı da o ahkâm çerçevesinde mamur ve imar etmeyi bize nasip eder.

Ama ahkâmda tevhidin tek boyutu bu değil. Bu işin bir boyutunda da Cenab-ı Hakk’ın bizim için dilediği, hepimiz için tek tek murat ve hükmettiği şey de var. Yani bize nasıl bir hayat dilemişse Cenab-ı Hakk nasıl bir kader takdir buyurmuşsa, bizim ona da teslim olmamız gerekiyor. İlgili yere geldiğimizde kader meselesini tekrar açacağız.
TEVHİD MESELESİ
- 6. BÖLÜM -

Kader ve takdir derken meselenin Müslüman olarak itminan içinde bakmamız gereken bir boyutu daha var: “Cenab-ı Hakk bizi bazen acılarla, maddi-manevi sıkıntılarla, yokluklarla, afetlerle, musibetlerle imtihan eder. Bazen varlık imtihan olur, bazen yokluk imtihan olur. Cenab-ı Hakk’a her durumda teslimiyet içinde olmamız lazım. Üzerimize hüküm koyma noktasında mutlak yetki Cenab-ı Hakk’ta ise, hakkımızda ne dilemişse ona “kahrın da hoş lütfun da hoş” teslimiyetiyle boyun eğmemiz lazım. Bir şeyden emin olarak, biz hayatı O’nun muradı istikametinde yaşamaya çalışan insanlarız. O’na teslimiyetimizde bir problem yok, buna mukabil O’ndan gelen her şey baş göz üstüne…

Bunu böyle görmemiz lazım. Yoksa biz bihakkın yaşamıyoruz. Kaytarmalarımız çok fazla, sıkıntılarımız, zikzaklarımız çok fazla… Buna mukabil gördüğümüz şeyleri -haşa ve kella- Cenab-ı Hakk’ın bize zulmü olarak anlama yanlışına da düşmememiz lazım. Bu hayatî bir hatadır.

Mülk O’nundur dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini vezir eder, dilediğini rezil eder. O’nun iradesine teslim olmak ve bu teslimiyette O’nun rızasına ulaşmak; aslolan budur.  Dolayısıyla sadece hukuk sistemi olarak değil, hayatın acısıyla, tatlısıyla karşılaştığımız her enstantanesinde, her sahnesinde, her dönemecinde, her aşamasında O’nun hükmüne, takdirine, kazasına razı olarak teslim olmak da ahkâmda tevhidin ayrılmaz parçasıdır.

Şimdi ikinci maddenin açılımına geçelim:

Allah Teâlâ tektir ve ortağı yoktur. Tevhidin aslı, özü budur. Allah Teâlâ bu tevhidin, gördüğümüz beş boyutu çerçevesinde, bu beş boyutun aynı anda ifade ettiği şekilde tektir. Sayısal olarak değil, tabiri doğruysa nitelik olarak, sıfatları, fiilleri, isimleri, zatı ve hükümleri itibariyle ve bunların hepsinin birden ifade ettiği anlamda tektir. Onun bu tekliği yani tevhid, özellikle günümüzde Suudi Arabistan kaynaklı Vehhabîlik hareketine mensup bir takım kimseler tarafından ikili veya üçlü bir kategorizasyon ile anlaşılıyor. Tevhid-i Ulûhiyet, Tevhid-i Rububiyet ve Tevhid-i Sıfat şeklinde. Ve gerekçe olarak da şöyle bir arka plana dayanılıyor:

Cenab-ı Hakk’ın bir Rububiyet vasfı var, bir de ulûhiyet vasfı var. Cenab-ı Hakk’ın Rububiyet vasfı bu âlemi yaratması, yağmur yağdırması, tabiat olaylarını idare etmesi, rızık vermesi, öldürmesi, diriltmesi vs. Bu Rububiyet vasfında müşrikler bile Cenab-ı Hakk’a iman ederler. Nitekim “Şüphesiz onlara: “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka, “Allah” derler.” (18) mealindeki ayetten ve benzeri muhtevadaki ayetlerden hareketle İbn Teymiyye’den bu yana tevhid ikili sistemde anlatılır hale geldi.Tevhid-i Ulûhiyet ve Tevhid-i Rububiyet.

Bu ayet bize şunu anlatıyor: Müşriklere, gökleri kimler yarattı diye sorsak, “Allah” derler. Bu onların tevhid-i rububiyete inandıklarını gösteriyor. Rab olarak Allah’tan başka varlık tanımıyor müşrikler. Fakat ilahlık konusunda problemleri var. Allah’tan başkasına kulluk ediyorlar. Buradan da şu meseleye geçiş yapıyorlar; Allah’tan başka varlıklardan yardım istemek, başka varlıkları Allah’tan bir şey isterken araya koymak, yani tevessülde bulunmak veya başka varlıklardan yardım istemek, imdat istemek, medet istemek tevhid-i ulûhiyeti ihlal eden şeylerdir. Bu noktada tevhid ihlal edildiği zaman rububiyet tevhidinin de bir anlamı kalmaz. Çünkü ulûhiyet tevhidi, rububiyet tevhidini de ihâta edendir. Ulûhiyet tevhidinde bir arıza, ihlal olduğunda rububiyet tevhidinin bir anlamı olmaz. Dolayısıyla müşriklere sorsanız “Allah” cevabını alırsınız fakat bunlar Allah’tan başkasına kulluk ettikleri için müşriktir.

Evet, bu çok yaygın olarak Selefi/Vehhabî çevreler tarafından ifade edilen bir şeydir. Bu ulûhiyet ve rububiyet tevhidi hep bu şekilde anlatılır eserlerinde, bu şekilde işlenir.

Şimdi, tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet ayrımı bizzat kendisi Kuran’a ve Sünnet’e dayanıyor mu? Kur’an’da ve Sünnet’te bunun bir zemini var mı? Bunun üzerinde durmak lazım.

İnsan-insan ilişkilerini, insan-devlet ilişkilerini kendi hayatıyla ilgili düzenlemeleri, birinden yardım istediğimizde ya da Allah’tan bir şey isterken araya bir varlık koyduğumuzda buna “başkasına tapınmak” diyorlar. İşte bu da Cenab-ı Hakk’ın ilah olma vasfında O’ndan başka ilah tanıma anlamına gelir. Dolayısıyla bir kimse tevessülde bulunduğunda ulûhiyet tevhidini ihlal etmiş olur, dolayısıyla şirke düşmüş olur. “Kâinatı Allah yarattı, rızkı O veriyor” demenin bir anlamı kalmıyor, dolayısıyla bu kimse müşriktir diyorlar.

İşte bu meseleyi biraz açmamız lazım. Bu tevhidin, ulûhiyet ve rububiyet tevhidinin Kur’an’da İbn Teymiyye, M. bin Abdulvehhab ya da günümüz Vehhabîlerinin ileri sürdüğü gibi kesin ayrıma gidebileceğimiz bir zemini var mıdır? Burası tartışmalı… Müşrikler Allah’tan başka Rabb olmadığına inanıyorlar, onların problemi Allah’tan başka ilah tanımaları, dolayısıyla bir kimse Allah’tan başka ilah tanıma ya da ilah tanıdığı anlamına gelecek işler yapsa o kimsenin imanı muteber değildir, o kimse müşriktir, diyorlar. Bunu Kur’an’daki “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka, “Allah” derler.” (19) ayetine dayandırıyorlar. Fakat Allah’tan başka Rab tanımadıkları iddiası bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisine aykırıdır. Yani Kur’an-ı Kerim’de müşriklerin Allah’tan başka Rabb tanımadığını ifade eden bir ayet yok, tam aksine Allah’tan başka Rabb tanıdığını, Allah’tan başkasına da Rabblık vasıfları atfettiğini gösteren ayetler var.

Dolayısıyla Tevhid-i Ulûhiyet, Tevhid-i Rububiyet dengesi ayetler esas alınarak sağlaması yapılmış bir sistem değil. Mesela Al-i İmran Sûresi’nde müşriklere hitaben “Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin, diye de emretmez.” buyruluyor. Onlar Allah’tan başka varlıkları; melekleri ve peygamberleri Rabb edinmişler. Tevhid-i Rububiyet kısmında problem var yani. Sizin dediğiniz gibi müşrikler Tevhid-i Rububiyet tevhidine inanıyor değil, Tevhid-i Rububiyette problem var.

Keza aynı şekilde Yusuf Sûresi 39. ayette Hz. Yusuf (a.s)’ın arkadaşlarının rüyalarını yorumlamadan önce tevhidi tebliğ ediyor. Fırsat bilip tevhidi anlatıyor, arkasından rüyaları yorumluyor. “Birbirinden farklı ilahlar mı hayırlıdır yoksa Vahid ve Kahhar olan Allah mı?” Birbirinden farklı Rabblerden söz ediyor. Hz. Yusuf (a.s) onların birbirinden farklı Rablere iman ettiğini ifade ediyor, dolayısıyla Rububiyet tevhidi diye bir şey yok, yani müşrikler Allah’tan başka Rabb tanıyorlar.

İbn Teymiyye ve onu takip edenlerin ulûhiyet tevhidi ve rububiyet tevhidi tarzındaki ayrımının çok da Kur’anî bir temeli olmadığını, Kur’an’da bu ayrımla uyuşmayan ayetleri gördük. Bu ayrımda ısrar etmenin çok fazla anlamı yok. Zira biliyoruz ve Kur’an’ın birçok ayetiyle de sabittir ki şirk koşanlar ulûhiyetle şirk koşuyor, rububiyet tevhidine iman ediyor gibi kesin bir ayrım yapmak mümkün değil. Ulûhiyet tevhidinde de şirk var, rububiyet tevhidinde de şirk var. Kur’an’ı Kerim her iki kavramla ifade edilen şirke de yer veriyor. Dolayısıyla başka bir maksada ulaşmak için böyle bir ayrımı mutlaklaştırmak doğru değil.

Nitekim İbn Ebi’l-İzz şerhine(20) baktığımızda böyle kesin bir ayrım yapmanın çok da mümkün olmadığını görüyoruz. Konu hakkında detaylı izahattan sonra işi biraz gevşetmek zorunda kalıyor ve aynen şöyle diyor İbn Ebi’l-İzz:

“Sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığını kabul etmek anlamında Rububiyet, şirk koşmanın imkânsız olduğu insanlar tarafından kesinlikle bilinen husus olduğu halde bazı müşrikler âlemde kısmi bazı şeyleri yaratıcı olduğu inancına sahip olmuşlardır. İki tanrı kabul eden Seneviyye’nin varlık hakkında görüşü…”

diye devam ediyor. Demek ki insanlar rububiyet tevhidinde iman ediyor, ulûhiyet tevhidinde şirke düşüyor yahut ulûhiyeti kabul ediyor, rububiyet de şirke düşüyor gibi kesin ayrım yapmak doğru değil. Kur’an ve Sünnet tarafından da o ayrım bu şekilde mutlak tarzda ortaya konulmuş değil.

Cenab-ı Hakk’ın hiçbir varlığa benzemediği noktasındaki temel akide ilkemiz üzerinde de durmamız gerekiyor. Zira bu ilke bize hiçbir vasfında hiçbir varlığın Cenab-ı Hakk’a benzemeyeceği, O’nun misli dengi benzeri olamayacağını ifadeye koyuyor. Nitekim Şura Sûresi’nin 11. ayetinde de “Onun misli hiçbir şey yoktur.” buyuruluyor. Cenab-ı Hakk’a benzer hiçbir şey yoktur. Demek ki bu benzersizlik zatta, sıfatlarda, isimlerde, fiillerde ve ahkâmında böyledir. Bunların dördünün temeli birincisine dayanır. Yani zatta tevhide dayanır. Cenab-ı Hakk’ın zatı başka hiçbir varlığın zatına benzemez. Kur’an’ı Kerim böyle söylüyor.

Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyin, O’nun kudreti hakkında düşünün.” O’nun kâinata ve vücudumuza serpiştirdiği varlığına, birliğine, kudretine götüren delilleri hakkında düşünün. Ama Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyin. Allah Teâlâ hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık O’na benzemez. Bu temel Akaid ilkesini tekrar ediyoruz. Herkesin bildiği bir şeydir, neden üzerinde bu kadar duruyoruz diye aklınızdan geçebilir. Sebeplerini söyleyeyim: Elimde iki Arapça eser var. Bunlardan birisinin adı: Allah Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır’ hadisinin Ehl-i Sünnet ve Ehl-i iman tarafından müdafaası.” (21)

Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem (a.s)’ı kendi ilahi biçiminde, suretinde, şeklinde yarattığına dair bir hadis var. Ve bu kitap da bize diyor ki Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman bu hadisin sahih olduğunu söyler ve savunur. Abdullah ed-Duveyş isimli bir Vehhabînin eseri. Demek ki böyle bir hadis var, Hz. Âdem’in Cenab-ı Hakk’a benzediğini, O’na benzer biçimde yaratıldığını ifade eden bir hadis var, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman da bu hadisi müdafaa ediyor; kitabın kapağı bize bunu anlatıyor, muhtevasında da bu var. Nitekim muhtevasına baktığımızda yazar, “Bu hadisin tevili konusunda hataya düşenlerden birisi de el-Albânî’dir, o da hataya düşmüştür” diyor. Niye hataya düşmüş? “Allah Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır” hadisinin zayıf olduğunu söylemiş el-Albânî ve hataya düşmüş. O da biliyorsunuz günümüz selefilerinden birisiydi, vefat etti.

Şimdi bu selefi el Albânî’yi burada hatalı buluyor ve diyor ki “el-Albânî bu hadise zayıf demekle hata etmiştir. Bu hadis zayıf değildir.” Başka türlü iddialar da var. Meseleyi uzatmamak için geçiyorum.



TEVHİD MESELESİ
- 7. BÖLÜM -

İkinci eserimiz selefi çevreye mensup et-Tüveyciri'ye ait. Tam adı Hammâd b. Abdillah et-Tuveyciri, meşhur selefilerden. Kitabının adı “Ehl-i imanın akidesi: Allah’ın Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır.” (22)
Bu kitabı yazdıktan sonra şöyle diyor:




“Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye, Fahreddün-i Razi’ye bir reddiye yazmış, orada diyor ki “Bu hadis pek çok rivayet yoluyla, çok yaygın biçimde, Sahabe-i Kiramdan da pek çok kişiden nakledilerek bize kadar gelmiştir. İslam’ın ilk üç asrında yaşamış sahabe, tabiin, ve tebe-i tabiin ittifak etmiştir ki buradaki zamir Allah Teala’ya gider ve buradaki hadisin manası şudur: Allah, Hz. Âdem’i kendi biçiminde, kendi suretinde yaratmıştır.” Kendi derken Allah Teâlâ kendi ilahi suretinde yaratmıştır demektir. Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin bunda ittifak(!) etmiştir diyor İbn Teymiyye.

Bu hadis bize iki şekilde aktarılmış; birincisi “Allah, Hz. Âdem’i suretinde yaratmıştır.” Bu varyantta kimin biçiminde yarattığı belli değil. Birinci rivayet şekli bu, İmam Buhari, Müslim, Ahmed bin Hanbel ve benzeri sahih hadis kitaplarında nakledilen sahih varyantı budur.


Bir de hadis imamları tarafından zayıftır denen –bir üstteki paragrafta zikrettiğim– varyantı var. Hatta selefilerin İmam kabul ettiği, gerçekten de hadis konusunda otorite olan ama Akaid konusunda ciddi yanlışlara düşen İbn Huzeyme, itikad konusunda bir eser yazmış. Bu eserinde bizzat İbn Huzeyme bu rivayetin üç noktada kusurlu, illetli olduğunu ve sahih olmadığını söylüyor. Şimdi hadis imamlarının bu hadis hakkındaki hükmü bu. İbn Huzeyme "üç noktada kusurludur, sahih değildir" diyor. Sahih olan; Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel gibi diğer hadis imamlarının naklettiği “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yarattı” varyantıdır.


Bakınız, İbn Teymiyye ne diyor:


“Bu hadis hakkında söylenebilecek şey şudur: “Selef ve ilk üç asırda yaşamış âlimler arasında buradaki zamirin Allah Teâlâ’ya ait olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur. Herkes aynı şeyi söylemiştir ki “sûretihi = صُورَتِهِ ” kelimesindeki zamir Allah’a gidiyor ve “Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi biçiminde yaratmıştır.” oluyor. Selef, sahabe, tabiin tebe-i tabiin böyle der, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur” diyor.(23)


Burada, bir hadisin sahih rivayet yolunu bırakıyor, kendi meşrebini, kendi itikadını destekler göründüğü için ulema tarafından zayıf bulunmuş varyantı esas alıyor. Bunu esas alarak sahih varyantı, sahih şeklini tevil ediyor. Ondan sonra da bu iddiasına Tevrat’ı ve İncil’i delil gösteriyor:



Tevrat’ı açıp baktığımızda ‘Tanrı, Rabb kendine benzer bir insanoğlu yaratı’” diyor. Tevrat’ın başında bu yer alıyor. Tevrat’ın ilk kitabında, Tevrat’ı oluşturan beş bölümün en başında böyle bir ifade var; “Rab kendisine benzer bir insan yarattı.

Şimdi fecaate bakın: Bir hadisin iki tane şekli var. Birisi sahih imamlar tarafından kitaplarına alınmış, sahih olduğu
söylenmiş orada zamirin mercii/gittiği yer yok. “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yarattı.” hadisindeki “suretinde yarattı” ifadesi nedir? Burada zamirin mercii yok. Zamirin merciini zayıf bir varyantı esas alarak tayin ediyor:


Buradaki zamir Allah’a gider, ‘Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır’ demektir. Sahabe böyledir, selef böyledir, tabiin böyledir, tebei tabiin böyledir. Bunların arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ehl-i Kitab’ın elindeki kitaplar da bunun böyle olduğunu gösterir.” diyor.


Bundan daha büyük bir fecaat olmaz, arkadan gelen ifadeleri daha fecaat:



“Üçüncü asra geldiğimizde orada bazı âlimler bu hadisi bu şekilde rivayet etmeyi çirkin buldular. Yani “Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır” sahih olan budur. Ama üçüncü asırda bazı âlimler bu şekilde nakletmeyi kerih gördüler, çirkin buldular, kendi nefislerinden korktular, kendi akidelerini bu rivayetin tehlikeye düşürmesinden korktular.”

Yani -rezalete bakın- bazı âlimler bir hadisi kendi itikatlarını bozar, akıllarını kafalarını karıştırır diye rivayet etmeyi kerih bulmuşlar. Bu ümmetin ulemasına atfedilebilecek bundan daha büyük bir iftira olabilir mi?


Şimdi bütün bunu dışarıdan birisi söylese, örneğin bunu bir kelam âlimi söylese İbn Teymiyye topunu tüfeğini kuşanır ve o adamı darağacına çeker. Sen bir hadis hakkında nasıl bunu düşünürsün. Bir hadisin zayıf varyantını esas alıyor, sahih varyantını o doğrultuda tevil ediyor. Olmadı, Tevrat’ı ve İncil’i delil getiriyor. Bir de bu ümmetin ulemasına bir iftira atıyor. Diyor ki, hadisi böyle nakletmeyi kerih buldular. Çirkin buldular. Bu ne demek? Bunu nasıl anlayalım nasıl tevil edelim şimdi?



Bu ümmetin âlimleri Efendimiz (s.a.v)’den gelen rivayetlere teslim olduğu için âlim oldular, alimlik vasfını bu yüzden kazandılar. “Allahtan kulları içinde en çok âlimler korkar” (24) buyuruluyor Kur’anı Kerim’de. Allah’tan korkan bir insan Efendimiz (s.a.v)’den sahih olarak nakledilmiş bir şeyi gizlerse, âlim sıfatını bırakın mü’min sıfatını kazanmayı hak eder mi? Şüphesiz etmez. Peki, bu nedir? Bu bir fecaattir!

İbn Teymiyye ve Vehhabîlerin dilinde Cehmiyye, Muattıla gibi kavramlar Ehl-i Sünnet kelam âlimlerini anlatır, bunun altını çizelim.


İbn Teymiyye diyor ki:


Üçüncü asırda Cehmiyye ortaya çıkınca onlardan bir grup bu “sûretihi = صُ ورَتِهِ ” kelimesinin sonundaki “hî” zamirini Allah Teâlâ’dan başka bir mercie gönderdiler. İlim ve Sünnet konusunda tanınan ulemadan bir gruptan da bu nakledilmiştir.” “Suretihi” kelimesindeki zamirin mercii Allah değildir, başka yere gider demişler bu âlimler. Ebû Sevr, İbn Huzeyme ve başka âlimler bunlardandır. O zaman ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Bu adını saydığı âlimler sahabe, tabiin, tebe-i tabiinin üzerinde ittifak ettiği bir meselede bu ilk üç nesle muhalefet etmişler. Bunlar bu itikattaki muhalefetleriyle âlim vasfını taşımaya devam ediyorlar. Nasıl oluyorsa böyle bir şey?!


Peki, durum nedir? Bu rivayetin -baştan da söyledik- iki tane varyantı var:



1.İnnallahe haleka Âdeme alâ sûretihî =نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ şeklinde. “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yaratmıştır.” Birinci nakil şekli budur, sahihtir. Buhari, Müslim ve diğer hadis imamları bunu bu şekilde nakledip sahih olduğunu da belirtmişler.



2.İnnallahe haleka Âdeme alâ sûreti’r-Rahman = نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُو رَةِ الرَّحمَْنِ şeklinde. Sonunda bir Rahman kelimesi var. “alâ sûretihî” değil, “alâ sûreti’r-Rahman”. Bu rivayetin de zayıf olduğunu söylemişler.



Ben bu rivayetin sahih olduğunu İbn Teymiyye dışında söyleyen bir başka âlime rastlamadım. Az önce okudum, çağdaş selefilerden Nasruddin el-Albânî bile bu konuda İbn Teymiyye’ye itiraz ediyor, Şeyhu’l-İslam burada hata etmiştir, bu hadistir zayıftır, diyor. Şimdi boynuz kulağı geçer misali, birileri çıkıyor el-Albânîye, “Yok kardeşim sen yanlış söyledin, İbn Teymiyye ve diğer hadis imamları doğru söyledi, ‘bu hadis sahihtir’ dediler” diyorlar.


Az önce naklettiğim, sahih kaynaklarda şöyle bir arka plan var: Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Biriniz hizmetçisine vurduğu zaman veya birisiyle kavga ettiğiniz zaman karşınızdaki insanın yüzüne vurmaktan sakının. Çünkü Allah (c.c), Hz. Âdem’i O’nun suretinde yaratmıştır.” Allah Teâlâ (c.c) Hz. Âdem’i örneksiz yaratmıştır biliyorsunuz. İblis’e hitaben “Seni iki elimle yarattığıma secde etmekten alıkoyan nedir?” (25) diye hitap ettiği haber veriliyor bize.


İşte burada iki eliyle yaratmaktan maksat şudur: Allah Teâlâ Hz. Âdem (a.s)’ı örneksiz yarattı ve yoktan var etti. Yani bir inayeti rabbaniyeye vurgu var burada. Cenab-ı Hakk’ın örneksiz olarak ve bir inayeti rabbaniye ile yarattığı Hz. Âdem var, ondan sonra onun soyundan gelen herkesin yüzünün şekli, biçimi Hz. Âdem gibidir.


Dolaysıyla siz yüzü takbih edecek bir harekette bulunduğunuzda Cenab-ı Hakk’ın örneksiz yarattığı o yüze hakaret etmiş olursunuz. Oysa o Cenab-ı Hakk’ın, ahsen-i takvim üzere yarattığını da ifade buyurduğu bir kıvamdır.


Dolayısıyla biriyle kavga ederken yüzüne vurmamaya dikkat edin. Hatta yüzü takbih etmeyin, yüze hakaret etmeyin. Hadisin arka planı budur. Dolayısıyla “ نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ ”den maksat o yüzüne vurduğunuz adamdır. Hadis bize diyor ki, Allah Âdem’i bu yüzüne vurduğunuz adamın suretinde, biçiminde yaratmıştır. Ya da yüzü kötü olsun, Allah çirkinleştirsin demeyin, çünkü o orijinal biçimi de Cenab-ı Hakk yaratmıştır. O’nun yarattığı bir şeyi takbih etmiş, küçümsemiş olursunuz ki bu doğru değil. Yoksa zayıf bir varyantı alıp meselenin merkezine yerleştirip, sahih hadisi o doğrultuda tevil edip, arkasından Tevrat ve İncil’den şahit getirip arkasından sahabe, tabiin, tebe-i tabiine iftira atmak herhalde sadece İbn Teymiyye ve takipçilerine nasip olmuş bir nasipsizliktir!!


Acaba İbn Teymiyye bu üç kuşakta “ نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُو رَةِ الرَّحمَْنِ ” şeklinin sahih olduğunu ifade eden bir tek isim gösterebiliyor mu bize? Bu mümkün değil. Zaten kendisi de isim vermeden genelleme yapıp geçiyor. Çoğu yerde yaptığı gibi böyle geçiştiriyor ve bizden de bunu böyle kabul etmemizi, inanmamızı istiyor. Sonra ne oluyor? Bakın şimdi Akaid metni ne diyor bize. “Onun hiçbir benzeri yoktur” diyor.


Biz Ehl-i Sünnet olarak neye iman ediyoruz? Cenab-ı Hakk’ın benzeri hiçbir varlık yoktur. Peki, Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır dediğinizde ve bunu akidenin temeline koyduğumuzda siz bir varlığı Allah’a benzetmiş oluyor musunuz olmuyor musunuz? Oluyorsunuz Allah korusun. Yani teşbih yapmış oluyorsunuz, yani Müşebbihe’den olduğunuzu itiraf etmiş oluyorsunuz.



Şimdi bazı kardeşlerimiz “İbn Teymiyye Müşebbihe’dendir” dediğimizde hop oturup hop kalkıyor. Hâlbuki kendi ifadesi ortada. Yani ben İbn Teymiyye’nin Müşebbihe’den Mücessime’den olduğunu söylerken bundan bir tatmin hissediyor değilim ki; hakikat neyse onu ortaya koymak lazım, derdimiz bu. Akaid öğrenmedeki hassasiyetimizin arkasında da bu var. İbn Teymiyye’nin kaşının üzerinde kara var, oradan kayıralım, onun bu türlü şeylerini görmeyelim dersek biz bu akideyi niye öğreniyoruz? Akidede tevil olmaz, hele böyle temel bir konuda! Şimdi bu, ortaklaşa üç imamımızın üzerinde ittifak ettiği Akaid ilkelerini ihtiva eden metin. Bu metni günümüzün selefi uleması, Vehhabîler alıyor, utanmadan sıkılmadan diyor ki biz de bunu söylüyoruz! Sonra da çıkıp “Allah Âdem’i kendi ilahi biçiminde yarattı” diyor. Bütün bunlar laf cambazlığıdır, işi karıştırmaktır, meselenin üzerini örtmektir.

Yüze vurma meselesiyle ilgili olarak, İbn Teymiyye de bunu zikrediyor. Şöyle diyor:


Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki, hizmetçini, kölenizi bir hata işlediğinde cezalandıracaksanız, vuracaksanız yüzüne vurmayın. Veya bir Müslümanla kavga ederken yüze vurmaktan sakının. Veya “kabahallahu vechek = قَ بَّحَ الله وَجْ = Allah senin yüzünü çirkinleştirsin” demeyin.”



Hani bizde de vardır: Türkçede “suratın dönsün” deriz. Böyle söylemeyin diyor Efendimiz (s.a.v). Neden? Allah (c.c), Hz. Âdem (a.s)’ı yaratırken o yüzü beğenmiş, seçmiş ve onun hakkında takdir etmiş, Hz. Âdem (a.s)’ı bu yüzün biçiminde yaratmış. Dolayısıyla adama “Allah suratını döndürsün, çirkinleştirsin” derseniz veya oraya vurursanız Allah’ın inayeti rabbaniye ile yarattığı bir yüzü takbih etmiş olursunuz. Hadiste sadece yüz ifade ediliyor, yüze vurmaktan sakının diyor. Burada, yüzü kaldırın bedenini belki başka bir varlığa benzetebilirsiniz ama insana özelliğini veren vücudun en önemli parçası yüzüdür. Yüzünü kaldırın atın ona insan muamelesi yapılmaz, o bir ceset olur. Ama yüz olduğunda bu insan vasfını kazanıyor. Boks ve diğer sporlar burada tehlikeye giriyor. Dolayısıyla yüze vurmaktan ibaret olan bir spor olmaz. Boks sporu yapmak caizdir diye hüküm veren kimse var mı bilmiyorum. Bana sorsanız ben caiz değildir derim.

Bir şeye daha değinelim: İbn Teymiyye, Müşebbihe midir, Ehl-i Sünnet midir? Sırası gelmişken kendi dilinden bir iki nakille daha bu konuyu netleştirelim. Yine Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye’nin 6/498. sayfasında İbn Teymiyye aynen şöyle diyor:


Allah Teâlâ’nın kitabında, Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’in sünnetinde, sahabeden, tabiinden ya da tebe-i tabiinin büyüklerinden herhangi birinin sözlerinde ne Müşebbihe ne de Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmek zemmedilmiştir.”


Kendi ifadesi bu. Devam ediyor:


“Yahut teşbih mezhebini reddeden bir ifade yoktur.”


Buna benzer hiçbir ifade yoktur. Nerede yoktur? Kur’an’da, Sünnet’te, sahabede, tabiinde, tebe-i tabiinin büyüklerinde yoktur. Devam ediyor:


“Bu teşbih ve Müşebbiheyi kötüleme, bunu söyleme tavrı sadece Cehmiyye’den gelmiştir.”


Bunu yapan Cehmiyyedir. Yahu insan Allah’tan korkmaz mı, bizim imamlarımız bu Akaid metinlerinde bize ne anlatıyorlar? Kur’an’da Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur derken ne anlatıyor bize? Bu ayet Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmeyin teşbihe düşmeyin demiyor mu bize? Diyor! Selefimizin Akaid metnini okuyoruz, “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur” diyorlar. Hiçbir şeyi Allah’a benzetmeyin demek değil midir bu? Ta kendisi! İbn Teymiyye ne diyor? Açık ve net adını koyalım: Kur’an’a da iftira ediyor, Sünnete de, sahabeye de, tabiine de, tebe-i tabiine de iftira ediyor. "Onların hiçbirinin sözünde teşbihi ve Müşebbihe’yi kötüleme yoktur" diyor. Allah’tan kork! Sen Müşebbihe değilsin de nesin peki?



Bu ifadeler Müşebbihe’den başka birinin ağzından çıkar mı? Sen Müşebbihe değilsen, teşbihi savunmak sana mı düştü?

Dolayısıyla aklımızı başımıza alalım, ortada Ehl-i Sünnet propagandası altında dünyamıza, akaidimize sokulan bir ifsat var.




Bu ifsadın üstüne Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat perdesi örtüyorlar. Benim genç delikanlım İbn Teymiyye’yi sadece tercüme edilmiş kitaplardan tanıdığı için -ki aynı şey Şia için de böyledir- sütten çıkmış ak kaşık gibi bir İbn Teymiyye fotoğrafı çıkıyor karşımıza: bütün günahı Kur’an’a, Sünnet’e, selefe teslim olmak!! Böyle bembeyaz, arı duru bir İbn Teymiyye fotoğrafı var karşımızda. İftira ediyorsam, sözünü çarpıtıyorsam söylediğimin yanlış-yanlı olduğunu düşünen varsa verdiğim cilt/sayfa numaralarına baksın. Bunun böyle olup olmadığını başkalarından da test etsin, meseleyi araştırsın.
Ebubekir Sifil Hoca
"Muhtasar Tahavî Şerhi" adlı kitabından alıntıdır.







DİPNOTLAR -


4-  İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türkî
tahkikiyle) II-29.


5-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 53-54.


6-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 185 vd. bkn:Arş'a Kürsiye İman-http://ilimcephesi.com/wp-admin/post.php?post=13532&action=edit


7-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 119 vd. bkn:http://ilimcephesi.com/wp-admin/post.php?post=13528&action=edit


8-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 44 vd.


9-  36/Yâsîn, 82.


10- el-Buhârî, "Bed'u'l-Halk", 1.


11- 29/el-Ankebût, 6.


12- 38/Sâd, 75.


13- el-Buhârî, “Kitâbu’d-De’avât”, 13.


14- 21/Enbiyâ, 22.


15- Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 133 vd.


16- 48/el-Fetih, 29.


17- 5/el-Mâide, 44, 45, 47.


18- 29/Ankebût, 61.


19- 29/Ankebût, 61.


20- İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türkî
tahkikiyle) II-38.


21- Difâ’u Ehli’s-Sünne ve’l-İmân an Hadîsi ‘Haleka Âdem’e alâ Sûrati’r-Rahmân.


22- İthâfu Ehli’l-İmân fî Halki Âdem’e alâ Sûrati’r-Rahmân.


23- İbn Teymiyye, “Beyânü Telbisi’l-Cehmiyye fî Te’sîsi Bida’ihim el-Kelâmiyye”, (el-
Memleketü’l-Arabiyyetü’s-Suûdiyye) VI, 373.


24- 35/Fâtır, 28.


25- 38/Sâd, 75.
Devamını Oku »