Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Ona bu sıfatı çağdaşları veriyor. Aslında bizim cemiyetle hikâ­ye ve romanın yeri yoktur. Hele romanın çıkışı, daha çok batının etkisi ile olmuştur. Tanzimatla başlayan yabancılaşma hareketi, romanda da kendini göstermiş, kendi öz aile hayatımıza ters dü­şen, doğrudan doğruya "adapte" bir roman türü ortaya çıkmıştır. Kahramanımızın esas veçhesi roman ve hikâyede ortaya çıkıyorsa da biz daha çok fikri ve inanç yapısı üstünde duracağız.

Tanzimatın getirdiği yabancılaşmayı bir ihtiyaç sayarak, me­denî ve İçtimaî hayatta yenilik diye kabul etmiştir. "Avrupa mede­niyetine girip, o medeniyetin içinde yaşayabilmek için Avrupa'nın ihtiyaçlarına göre" bir hayatın kurulması esas gayesi olduğu için, ilk roman denemeleri hep batılı hayan okuyucumuza getiren dene­meler olmuştur.

İstanbul'da doğmasına rağmen babasının hizmeti hasebiyle gittiği İzmir’de bir Fransız mektebine girer. O mektepte Fransız kültürünü alır, dilini öğrenir. Fransız romancılarım çokça okur. Eserlerinden sonradan tercümeye başlar. Artık temel eğitim itiba­riyle Türkiye'deki hayata yabanadır. Tercümeleri gazete ve mec­mualarda neşr edilir ve zamanla tercüme faaliyetine girişir. O dev­rin hastalığı olarak Fransız Edebiyatı'nın tesirinde kalır. Sadece isim ve mahal adlan değişik olacak şekilde, Batı'nın aristokrat hayatına benzer, hayalî aile ve köşk yaşayışlarını romanlarında iş.

"Nevruz", "Ahenk" ve "Hizmet" gazetelerini kurdu. "Servet-i Fünûn" da yazılar yazdı. Bu adla şöhret bulan edebî ekolun önde  gelenlerinden sayıldı. Arapça ve Farsça'nın yanında dört batı dili  bilmesi onun geniş kültür ve düşünce alam içinde hareketini sağladı. Kendi eserleri olduğu için kurdukları edebî ekolü en iyi düşün-ce ve sanat hareketi olarak sundular. Geçmişin edebî ve sanat hayatını red ettiler. Bağdatlı Ruhî ile Füzûlî ve Şeyh Galipten gayri  kimseyi beğenmemişlerdir. Eskileri dil ve düşünce bakımından  dercedip geldiklerinden kendilerinden sonra gelenlere de kendilerini kabul ettirme çabasını gösterdiler. Yerleşmek ve sağlam esasa  oturmak için geçmişi inkâr bu yeni edebiyatçıların tek kurtuluş vesilesi oldu. Zaten bu tür denemeler onlarca başlatılmıştı. Hep yabancı kafası ile düşündükleri için tesirleri İstanbul'un bir bakıma  sosyetik ve azınlık muhitlerinde görüldü. Romanlarında köşk eğlenceleri, meşru olmayan aile tarzları işlenmiştir. Maî ve Siyah,  Aşk-ı Memnu, Kadın Pençesi, Aşkı Beklerken, Hepsinden Acı gibi romanları klâsik aile faciaları ile bezenmiştir.

Romanlarında sosyete dedikoduları, kadın-erkek münasebetIeri, kadın-erkek mürebbî ve mürebbiyeler, musikî hocalarının  çokça yer bulması, onun azınlık mekteplerinde ve batılı romanlar­da gördüklerini bizim cemiyet hayatımızda da olacağı inancına saplanmasına sebeb olmuştur. Bir bakıma aristokrat bir hayat içinde edebî çizgisini tutmuştur. Zenginlerin yaşadığı yerlerde kışlamak, yazları adalarda dinlenmek, edebî mehafîlde sanat olayları ve yazarlarla ülfet temin etmek, hep halktan kopuşun, halktan uzak bir sanat ve edebiyat anlayışının örnekleridir.

Giderek yenilikte karar kılıp yeni edebiyat adı altında kendile­rini şekilden şekile sokanların başında geldi Siyasî veçhesi yanın­da dil, vezin ve edebiyat konularında bir çeşit Türkçülük yaparak "millî hareket" olarak büyük harbin içinde kendini buldu.

Hatıralarını “Kırk Yıl" adı Altında neşredip gerçek hayatta karşı karşıya geldiği siyasi ve edebi esasları kendi zaviyesinden gelecek nesillere aktardı

Onun en çok dikkate şayan olan "Saray ve Ötesi" adlı siyasi görüş ve müşahedeleridir.

Fransızca hocalığı, edebiyat öğretmenliği, batı edebiyatı müderrisliği yanında, Reji müdürlüğü, mabeyn baş kâtibliği, ayan azalığı gibi siyasî makamları da işgal etti. Hele V. Mehmed Re-şad'ın Mabeyn Başkatibiiğl dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.lttihatçıların hakimiyet kurup on yıl devleti parmaklan arasında oynatmaları, Mehmed Reşad'ı da istedikleri gibi kullanmaları hatun

getirilirse, Mabeyn Başkatibinin de onlardan olmasını gerektirir.

Nitekim Mabeyn Başkâtibi Halid Ziya'nın da 1905de 39 yaşında: İttihat ve Terakki fırkasına girdiği görülür.

İşte Halid Ziya, romanlarında bizden bir parça bile olmayan hayat sahneleri çizerken, siyasî hayattta müşahede ettiği devlet  idarecilerinin tavır ve tutumlarını kaleminde ele alırken din ve  inanç sisteminde lâik bir batı kafası mantığı içinde bakar idareye  ve hadiselere...

"Mevkiinden emin bir sanatkâr" ve "bir nesir babası" gibi sa­yılmışsa da, o dinde din alimlerinin aldıkları tavrı hiç mi hiç gerek­li görmüyordu.

"Saray ve Ötesi "nde padişahın huzurunda her ramazan ayında verilen dersleri küçümser tarzda, devrin ileri gelen seçkin müderris-âlimlerini kendi düşünce mantığı içinde şöylece tahlil etmesi daha o günlerden itibaren insanımız ve sanatkârımızın dinî kay­naklar hakkında neler vehm ettiğinin açık vakıasıdır.

"Ben beklerdim ki, mukarrirler (ders anlatanlar) Kur'an’ın metninden ayrılmayacak, falan ve (İlân ayetten ilham alarak hitabelerde bulunsunlar. Buna mukabil onlar, hep tesirlerin iz'ana sığmayan açıklamalarım, hususiyle, "Buhar-î-i Şerif di­ye tanınan ve uydurma hadîslere İstinat ederek İsrail ve Hristiyan hurafelerinden intikal eden rivayetlere her türlü mantık ölçülerini aşacak genişlikler veren kitabın İçindekilerini esas tutuyorlardı. Artık onların dilinde İslam Dini peygamberin dininden başka oluyordu. Asıl Muhammed dininin üstünlüğünden, akla yatkınlığından bir şey kalmayarak bu güzel din, efsane şeklinde bir mahiyet almış oluyordu." (Saray ve ötesi, sh: 230)

Halid Ziya'nın bu ifadeleri inanç ve din kültürü bakımından ne derece bir sağlamlığa sahip bulunduğunu göstermektedir. Zira, Kurani Kerimi açıkça tefsir ve izah eden tefsir kitaplarını Hristi-yan ve Yahudi saçmalıkları ile dolu olarak zikr ederken, müslümanların ikinci ana kaynağını teşkil eden hadislerin en sahihleri­nin toplanmış bulunduğu "Buhari-Î Şerif' bu derece dayanaksız, ithamkar bir tarzda "uydurma" hadislerle dolu olduğunu ifade et­mesi bilgi ve kültür yönünden müslümanlara değil, onların dışında olan batılı zihniyetin Avrupa'lı temsilcilerine yakın olduğunu gös­termekledir. Hele saraya kadar yükselen ve o devirde en yüksek si­yasî makamlardan olan a'yan (senato) azdığına yükselmesi inkılaplara zemin hazırlama bakımından, İttihatçıların ne derece hizmet ettiklerinin açık belirtisidir.

Daha büyük devlet yıkılmamış, daha dinî hükümler tatbikten kalkmamış, amma romancımızla yandaşları geriliğin, yerinde saymanın ve çözüm bulamamanın tek sorumlusu imiş gibi din hiz­metlerini göstermeleri nelerle meşgul olduklarını gösterir.

Çöküşü hızlandırmak için ne gelmişse elden yaptılar. Devlet ricali müesseseleri yıktı. İdarî ve mülkî erkân silsileyi bozdu. Maa­rif dışardan idare edilen bir teşkilât haline geldi. Basın ne idüğü be­lirsiz dönme ve mason güçlerin eline geçti. Roman ve edebiyatla uğraşanlar bohem hayatım yaşayarak ünlü batılı romancıların kü­çük putlarını cemiyet içinde dikmeye çalıştılar.

İslâm’da yasak ne varsa onu meşru kılmak için sözle ve yazı ile mücadele verdiler. Namaza,oruca, ibadete ve bütün dinî İçtimaî ve siyasi değerlere karşı tavırlar alıp hem memleketi ve hem de milleti  unsurundan koparıp sonbahar yaprağı gibi batının rüzgârına terk ettiler.

Her sahada olduğu gibi romanda da hep batıyı taklit ettiklerin­den "milli* olma vasfını alabilecek bir tek eser ortaya koyamadı­lar. Halid Ziya da onlardandır. Ve hatta bunların bağında gelir.

Halid Ziya nın romanlarında örnek aldığı cemiyet hayatı onun içinde bulunduğu ve yaşadığı gerçek hayatı aksettirmesi, o devrin yıkılışına önayak olan sınıfın bulunduğu perişan ve acıklı duruma ve dramı anlatır. Bu bakımdan o ve benzeri romana ve hikayeciler somadan gelenlere apaçık zemin hazırladılar ve onların her sahada öncüleri oklular.

Cumhuriyetten sonra Halid Ziya, "Uşaklıgil" soyadını aldı ve roman, hikâye, şiir, makale, tiyatro ve edebiyat üzerine kaleme al­dığı eserleri üzerinde durdu. Yeni bir şekle, yeni bir dil anlayışına ayak uydurmak için eserleri üzerinde düzenlemeler yaptı.

Hakkı Tank (Us), Halid Ziya ile diğer basın mensuplarının el­linci hizmet yılını kutlamak için, toplanan heyette 1942de, Uşaklı­gil için şöyle diyordu:

"Halid Ziya, romana soktuğu hayat ile bize medeni inkılabımızı müjdelemiş sayılmalıdır. Bir ucu Türk irfanının yük­selmesine dokunup da Halid Ziya'nın ihatası dışında kalmış bir mevzu yok."

Jübileden üç yıl sonra, Halid Ziya Uşaklıgil, 79 yaşında hayata gözlerini yumuyordu.

 

Sadık Albayrak - Kemalits Devrin Çakıl Taşları

 

 

 
Devamını Oku »

İslamı Yıkmak İçin Her Kalıba Giren Yahudi

İslamı Yıkmak İçin Her Kalıba Giren Yahudi

 

Dönmelerin karargâhında dünyaya geldi. 1883'de. Yirmi bir yaşında yazılara başladı. Mehmed Emîn, Yunus Nadi ile beraber  çalıştı. Yıkıcı ve bölücü fikirlerin kaynaklandığı Selânikte Yahu­diliğin kendisinden beklediği hizmeti ifası yolunda ilerleme sağla­yabilmesi için önce "Türkçülük” akımına girdi. Bunda başarı sağ­laması için ilk önce öz adım gizlemesi ve takma ad kullanması ge­rekiyordu. Bunu da başardı. Yazılarında ilk olarak Tekinalp" adı­nı kullanmaya başladı.

1912'de İstanbul'a geldi. Türkçülerin yanında, Ziya Gökalp'ın beraberinde yer aldı.

İmparatorluğun batmakta olduğunu, ayrılıkçı gruplar karşısın­da Islâma karşı Türkçülerin yanında yer aldı. Bu tavrı da açıkça gösteriyor ki, Türkçülük" hareketi baştan sakat bir fikrî yapıya ve tefekkür kadrosuna istinat etmiş bulunuyordu. 1910'dan vefatına kadar Gökalp'ın yanında bulunmuş, onun devletin hocası olması yolunda ilerlemelerde bulunmasına gayret göstermiş, parçalan­manın çabuklaştırılmasına önayak olmuştur.

Gökalp-Tekinalp beraberliği en çok İttihat ve Terakki içinde meydana gelmiş, neşriyatta müşterek bir yol tutulmuştur, öyle ol­muş ki, Gökalp Diyarbakır'dan Selânik’e geliyor, onu buluyor ve beraberce İstanbul'a geliyorlar. İstanbul'da Türk Yurdu'nda Iktısadiyat mecmuasında. Yeni Mecmua'da ırkçılığa, iktisadiyata ait ya­zıların tesbitinde Tekinalp oldukça İlerleme sağlıyor.

Gökalp’in İttihat ve Terakki içindeki rolü, arkadaşının kolayca hizmet (!) etme imkânlarına kavuşmasına yarıyor.

Yahudi'nin böl ve parçala esasına dayanılarak ortaya atılan ırkçılık, Türkçülük ve Turancılık idealleri etrafında-Türkçülerle Batıcılar anlaşıyor, tek hedef «İslamcılık» kabul ediliyordu. Teki- naip de Masonluk, Siyonistlik, Musevilik gibi akımlardan fayda sağlayabilmek için Türkçü-Ittihatçı ileri gelenlerden istifadeyi iyi beceriyordu. Bunda dış güçlerin de büyük rolü vardı. Hele Siyo­nist düşmanlığım ileri dereceye getiren ve bunu tahtım kaybet­mekle ödeyen Sultan Abdülhamîd Han'a düşman olanlar bu düş­manlıkları hasebiyle her noktaya birleşiyor, din, siyaset ve birlik esasına düşman kesiliyordu.

1914'de 62 sayfalık bir kitabı çıkar. Çıkaran da «Türk Yurdu»kütüphanesidir. Kitabın adı: «Türkler Bu Muharebede Ne Kaza­nabilirler?» şeklindedir. Büyük harbin başında yazıldığından, har­bin neticesi üzerinde fikir yürütmek ister ve en başarılı yolun da «Pan-Türkizm» olduğunu söyler. Ve kitabın başlangıç kısmında şöyle der:

«Bu cerayan layıkıyla genişlemezse Osmanlı türkleri bir müd­detten beri hedef seçtikleri müstakil Türk Medeniyetini pek güç meydana getirebileceklerdir. Esasen yabancı medeniyetlerin bo­yunduruğu altından henüz kurtulamayan, türlü türlü unsurlar için­de yaşayan ve aynı zamanda uğursuz bir tarih devresinden miras olarak kalan iç ve dış bin türlü kargaşa ve fenalıklardan kurtulmaya uğraşmak mecburiyetinde bulunan on iki, on beş milyonluk bir kuvvet başlı başına olarak bu mühim işi beceremez. Müstakil bir Türk Medeniyeti vücuda getirmek için Türkiye'nin dışında yaşa­yan 40-50 milyonluk ırkdaşlarını da ikaz ederek onlarla beraber çalışmak gereklidir."

Tekinalpın bu başlangıç ile Türklerin "yabancı medeniyetlerin boyunduruğu" altında bulunmalarını söylerken esas olarak İslam Medeniyetini hedef alıyor, Türklerin bir ırk olarak İslâmdan uzaklaşmaları ile gerçek hüviyetlerine ve devlet olma vasfına kavuşa­caklarına inanıyordu (!) Bu kitabla Tekinalp gerçek adı ile ortaya çıkmış oluyordu. Çünkü bu kitabta kitabın yazarı olarak şu isim okunuyordu: M.KOHEN. Yani Moiz Kohen...

İşte bu Türkçü ve ittihatçı Tekinalp'ın gerçek adı Moiz Kohen'di. Yanı sapına kadar Selânik Yahudisi idi...

Türkçülükte ileri giderken yanında Halide Edib, dinsiz Dr. Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Köprülüzâde Mehmed Fuad ve Mehmed Emin de vardı. Bu zevat da bu kitabın son kısmım Türkçülüğe ait mütalâası ile süslenmiş oluyorlardı.

Yine aynı tarihte yazdığı "Turan" adlı eserinde Türklerin Tu­tu idealinde titreyerek ayılacaklarını yazmıştır. Bunun sonunda da sinelerinde Cengizlerin tahtı kurulmuş olacaktır. Yani açıkça barbar bir Türk kavmi isteniyor. Cengiz'in yolu salık veriliyordu. Kendi Yahudi ırkçılığından soyutlanmış olarak bütün çalışmasını Türkçülük üzerine teksif ederek asrın ırkçılık asrı olduğunu söylü­yor, milleti bölmek için, daha doğrusu Müslümanların ümmet ba­ğım koparmak için bile bile diğer kavimleri de ırkî bağlara sarılma­yı, ırkî ve kavmi grublar teşekkül ettirmeyi plânlıyordu.

İstanbul Dârü’l-Fünûn'unda müderrislik (profesörlük) yaptı. Fikirlerini Türk çocuklarına aşılamaya çalıştı. Sonra harp bitti İm­paratorluk battı, ittihatçılar kaçtı. Anadolu'da başlayan milli kur­tuluş savaşında soluğu Ankara'da aldı. Batıcıların yanında yer aldı. Yahudi sermayesi ile kurulan şirketlerde müdürlük yaptı.

İnkılâba yardıma olmaya çalıştı. Yahudi karakterini taşıdı­ğından Yahudilerin, bilhassa Türkiye'de kalanların Türkleşmesini müdafaa etti. Onlara akıl hocalığı yapmaya kalkıştı. Bu aslında Yahudilerin Türkleşmesini değil, Türkler içinde Yahudiliğin yay­gınlık kazanması gayesini taşıyordu.

İslama karşı milletin milli örf ve aile  hayatına ters ne varsa hepsini Batılılık adına savundu.Bunları açıkça 19'28’de yazdığı 99  sayfalık '  Türkleştirme’’adlı risalesinde müdafaa etti.Artık yerine göre Tekinalp yerine göre de Moiz Kohen imzasını pervasızca kullanıyordu.

Dilin türkçeleşmesini savunurken kendi adının İbranice olduğunu unutur gibi hareket ediyordu.Reformcularla kaynaşması,onun temelde onlara hizmet etmesinden ve İslama olan düşmanlığından ileri geliyordu.

Gökalp ölünce o geri kalanlarla beraberlik kurdu. Her tavrında, her satırında milletimizin  Batı'ya yamanmasını ve intibak et­mesini İleri sürdü.Devlete şekil veren kurtarıcının ilham ve işaretleri ile yol alırken ana dili olan ibranice'den gayrı İngilizce, Fran­sızca, Rumca ve tulyum 4 da yazıyor, fikirlerini ve eserlerini Batı'ya aktarmayı da ihmal etmiyordu. Haliyle Türkiye ile Batı’yı fi­kirleri isti kametinde birleştirmeyi hesaplıyordu. Bu da onun 1936'da 347 sayfalık " Kemalizm" adlı eseri "Tekin Alp" takma adı ile ortaya koymasını gerekli kılıyordu.

Bu kitap Fransızca ve Çekçe de basılmıştır. Burada açıkça Kemalisi inkılapları tahlil ediyor, kin ve nefretini İslama kusuyordu Kitabın bir yerinde şöyle diyordu:

"Kahrolsun Şeriat Hükümeti. Sarığın, festen çok daha tehlike­li olduğunu söylemek gereksizdir. Sarık bir remiz, bir tılsım değil, bir düşmandı. Şeriatın ta kendisiydi. (sh: 104)

İnkılâbın birinci adamı ölünce yerine geçenin yanında yeni bir ruhla çıktı. Nane ruhu gibi bir eser yazdı: "Türk Ruhu", Günaltay ve Köprülü'nün teveccühünü kazandı. 1946’da CHP İstanbul İl Genel Meclis Azâsı oldu. 1950’de bu partiden aday oldu. Dönme Ahmed Emin Yalman'ın "Vatan"ında yazılar yazdı. Cumhuriyet, Son Posta ve Tan uğrak yeri oldu.

Selanik'in Serez livasında doğan bu Yahudi, babası lzak'ın adını taşıyan dönmelere hizmet ederek Eylül 1961‘de ölür.

Kemalist Devrin Çakıl Taşları - Sadık Albayrak

 

 
Devamını Oku »

Bir Adam ki 'Pembe Konaktan' Cumhuriyetcilik Yapar...

Bir Adam ki 'Pembe Konaktan' Cumhuriyetcilik Yapar...

Öyle bir adam ki hayatı boyunca "Faşist" bir kafa taşır. Tâa İkinci Meşrutiyetten itibaren bu yolu tutar. Aslında dönme bir aileden  gelmedir. Fethiye'de, 1880'de doğmuştur, ilk tahsilinden sonra  Rodos Adası'nda bulunan "Süleymaniye Medresesi "ne gider. Sonra İstanbul'a gelir. Galatasaray Sultanisi (Lisesi)'ne ve Hukuk Mektebine girer. Buralarda okur. Daha yirmi yaşında "Malûmat" gazetesinde yazı yazmaya başlar, "istibdat" aleyhinde ve merî ni­zama karşı yazılar yazar, devleti ele geçirmek için gizli dernek ku­ran Jön Türklerle işbirliği yaptığı anlaşılır ve üç yıl hapse mahkûm  olur. Midilli Kalesi'ne gönderilir ve hapis cezasını çekerek 1904'de İstanbul'a geri gelir.

"İkdam" ve "Yeni Tasvîr-i Efkâr"da yazılara başlar. Baştan ittihatçılarca zehirlendiğinden, onların çıkardığı, Selânik’teki "Ru­meli’’ gazetesinin sermuharriri olur: 1910.

Medrese tahsili ona hiç tesir etmemiş olacak ki 1324 (1908)’de cereyan eden ayaklanmada şeriat ve taraf tarlan aleyhinde kalem oynattı. ittihatçı ve Balkan komitacılarının yanında yer aldı. "înkılab ve ihtilâl-i Osmanî" adlı eserini bunun için yazdı. (Dersaadet - 1325). Binbaşı Enver Bey, Resneli Niyazi Bey, Karasu, Hüseyin Cahit gibi adamlara bağlılığı ileri dereceye varmıştı. İzmir Mebu­su Yahudi Mazelyah Efendi'nin din ve şeriat isteyen medrese mensuplarına karşı meclisteki çıkışını alkışladı. Canilerin, din düş­manlarına ölümü üzerine "şehid-i azız" tabirini kullanmış, saf ve Ihlâslı müslümanlar için "irticanın elebaşları” sıfatım uygun bul­muştur.

Diğerleri gibi o da lütûf ikrama uğramış, ikinci seçimde Aydın Mebusu olarak meclise girmiştir. Bu arada "Tasvîr-i Efkâr"ın baş­muharriri olmuştur. Yazılanna devam eder. Tenkit ettikleri padi­şah ve onun idaresini devirdikten sonra arkadaşları ile devleti ken­di buyruklarına idareye başlarlar. Fakat işin güçlüğünü anlarlar. Medet umarlar etraftan... Parçalanmaya yüz tutmuş devleti ayakta tutmak için "İslam Birliği” fikrine yapışırlar. 1915 başlarında ! "'Tasvîr-i Efkâr "da İslâm ümmetinin çalışıp çabalaması gerektiğini yazar "İslâm birliği, Müslümanların en esaslı ve belki de tek dayanağıdır.” der. "Hakkın kelâmı olan mukaddes kitabımız bize bu hakikati çoktan söylemişti. Fakat nasıl bilmiyoruz. Galiba zamanın idrak ve vicdanı sağırlaştıran saptırıcı tesirle­ri ile biz o hakikatleri dilimizle söylersek de vicdanımızla du­yup kavrayabilmekten uzak kalmıştık. Bizim şu dalâlet ve pe­rişanlığımıza, düşmanlarımızın baskı ve yok etme siyasetleri de katılınca, ezildikçe ezilmiş, dağıldıkça dağılmıştık." sözleri ile ümitsizliğini, feryadını ortaya koyar.

Çünkü harp başladı. İttihatçıların sırtında kambur belirmeye yüz tutmuştu. Daha önce İslâm aleyhinde yığın yığın yazı yazmış, müslümanların kalblerine zehirli iğneler sokmuş bu ve benzeri kimseler Allah'ın kitabına sarılmayı tavsiye ediyorlardı.

Harbin sonlarında, 1918'de İstanbul'da bir gazete kurulur. Adı "Yeni Gün". Dindârlarla, muhafazakâr kimselerle çatışır. Sahibi ve başyazarı da kahramanımız: Yunus Nadi!..

İstanbul'da tutunamaz. Soluğu Ankara'da alır. Anadolucularla bir olur, saflarında yer alır. İlk mecliste Muğla Mebusu olarak gö­rülür. Meclisin altıncı dönemine kadar mebusluğa devam eder.

İslâm birliğine ümit bağlayan ve Hakkın kitabına sarılmayı isteyen Yunus Nadi, yedi yıl sonra 1922'de ise Türkiye'nin manzara­sını başla türlü çizer: "Din ve imanın mevkii ve yeri inkâr olu­namaz. Ancak bu vicdanî meseleler nihayet ferdî ve içtimai terbiye için gerekli sayılabilir. Yoksa cihan-şumûl bir siyaset için haç bir zaman ve asla her hangi sağlam bir dayanak olarak değil! (...) Eski Türkiye, hilâfeti de kendinde toplayan ortaça­ğın bir saltanatı idi. Şimdi Türk milleti onun yerine, yeni bir dünya kuruyor. Yani kendi gerçek saltanatını kuruyor.” (Hilâfet ve Millî Hakimiyet, sh: 84)

Bu kafa yapısı içinde Yunus Nadi 1924'de İstanbul’da ” Cum­huriyet" gazetesini kurar. Bu yılın Mart ayı başında hilâfetin kaldı­rılması için öncülerin yanında yer alır. Bütün devrim kanunlarının müdafii olur. Mevsimlere göre şekil alır. Sonunda " Cumhuri­yet "le karar kılar. Latin harflerinin taraftarı olur.

Gazetesini eski dostları ittihat ve Terakki'nin genel merkezi olan "Kırmızı Konak"ta çıkarmaya başlamıştır. Ortada İttihatçı kalmadığına göre ve rejimin başları burayı ona lütf ettiklerine gö­re, yeni devletin takip ettiği yolun esaslarına uyarak ve yanında yer alarak neşriyata devam etmek gerekiyordu. Devrim partisinin kar­şısında başka bir partinin kurulmasına müsamaha edemiyor, tam bir faşist gibi yazıyor ve konuşuyordu. 1945’de İsviçre'de öldüğü. zaman arkada çocuklarım bir ümit ışığı olarak bırakmıştı. Onlar da hâlâ o yoldadırlar.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

'Din Değil,Kavmiyet Fikri' Bu İdi Ömrünün Zikri

'Din Değil,Kavmiyet Fikri' Bu İdi Ömrünün Zikri

1918’lerde havaîmi şöyle anlatıyordu:

'Altmış, yetmiş senelik tarihi olan eski bir ev içinde büyü­düm. Orda Hamid Bey'i, Şinasiyi, Ziya Paşâ’yı, Sezai Beyi, Kemal'i, hepsini okurduk. Fakat benim çocuk senelerimde bana memleketimin aşkını ve yüksek, asıl şeylerin sevgisini ve kuvvete, zulme karşı kafa tutmanın zevkini öğreten Kemal Bey oklu. Ruhumun üzerindeki en derin izleri ondan gelmiş­tir. Aynı zamanda, şimdiki düşüncemizle, milli edebiyata var­mak için Tanzimat Edebiyatı, biraz dolambaçlı olsa bile, bir şehrâh açmıştır.” (Diyorlar ki, 1334 - Dersaadet, sh: 194)

Dedesi Samı Paşa, babası da ikinci Abdulhamidin Maarif Na­zırlarından Suphi Paşa'dır. Osmanlı cemiyeti içinde yetişmiş, halktan uzak konaklarda büyümüştür. Milliyet fikrini benimseyip müdafaa etmesine rağmen ruhu bütün Tanzimat yetiştirmelerinde olduğu gibi Batı hayranlığı ile doldurulmuş, kendi millî değerle­rinden çok yabancıların esiri bir düşünce takip etmiştir. Daima Leh ve Rus Edebiyatı gibi bir edebiyata sahip olmanın hasretini içinde yaşatmıştır. Bu iki edebiyatın ortaya koyduğu cemiyet hayatı o toplumun üzüntü ve sevinçlerini, toprakları üzerinde ömür süren insanların çilelerini hayranlıkla okuyup öğrenen bu Paşa torunu ve oğlu ne acıdır ki kendi edebiyatı ve memleketinin düşünce hayatı­nı gerçek olarak duyamamıştır. Çünkü ne onun hayran kaldığı Tanzimat bu ruhu verebilmiş ve ne de Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde bizzat kavgasını verdiği Türkçülüğün ocak ve bucak­ları...

O ömrü boyunca şu soruyu kendi kendine sormuş: "Ne vakit kendi kendimizle karşı karşıya gelecek, kendi mazimize, ken­di dünyamız, kendi rüyalarımız ve kendi ruhumuzla karşıla­şacağız! " ve fakat hiç bir zaman da cevabını alamamıştır. Kendisi de verememiştir. Onda birleşen ve hüzün haline gelen bu daimi hasretin dinmesi mümkün olamazdı. Çünkü o "Şarkın muhafa­zakârlığı" ndan dert yanıyordu. Ona göre Şark, yani Doğu mede­niyet ve kültürü "millî sanatlarımızı, her biri ayrı ayrı bir değer olan millî sanatlarımızı bu muhafazakârlık öldürdü. Ticareti­mizi o öldürdü. Hükümetimizi o çürüttü. Ailemizi o kurutup solduruyor. Maarifimizin de en müzmin derdi yine ondan iba­rettir. Buna ve şimdiye kadar bütün söylediklerimize binaen maarifimize genel bir istikamet veriyoruz: Garba doğru, yani r garp usûllerine ve bilhassa garplılık ruhuna doğru." (Dağyolu, c. 2,1931, sh: 139).

Garplılık ruhuna doğru koşmaya kadar gelen ve doğuyu "mu­hafazakâr” sayan bu "Ocakçı" Hamdullah Suphî (Tarınöver)’den başkası değildir.

Hamdullah Suphî Tanzimat'ı bir dev'e benzetiyor, hem istek­leri ve mücadeleleri doğrultusunda kurulan yeni Türkiye Cumhu-riyeti'nde garpçılık hayranlığı öne sürüyordu. Muhalifler, kurduk­ları mekteplerin ortada bu hal ile kalması memleket için bir kurtu­luş olamıyacağı fikrini ileri sürerken, onlar kaynaklandıktan Batı’ya tâ 1839'dan itibaren bir kara-sevdalı gibi gönülden bağlan­mışlardı. Bu devirde kimler yetişmişse Hamdullah Suphi'ye göre birer dev idiler. Elbette dev bir Tanzimat, fikir ve sanatta da dev adamlar yetiştirecekti: "Tanzimat devri, devlerin yetiştiği bir de­virdir İlimde, sanatta, idarede ve edebiyatta kendini gösteren feyzi cidden hayrete lâyıktır. Namık Kemal'in Abdülhak Ha-mid’in, Şinasinin, Ekrem Bey'in, Sezai Bey'in edebiyatta temsil ettikleri bu büyük birlik karşısında insan düşündükçe heyecan du­yar ve üzülür. Tanzimat devri uzun ve kıştan sonra coşan, fışkıran bir bahar halindedir."

Bu coşan ve fışkıran devrin sözcüsü olanların, gevşek, uyuşuk ve bir diğer ortaya koyamamazlıkları hem İkinci Meşrutiyette ve hem Cumhuriyette kendini göstermiştir. Ve bunun cezasını da bu­günün devleti ve onun ahalisi çekmiştir. Ve çekmektedir. Bunun böyle olacağı belli idi. Hep yenilik, hep ilerilik adına sözler söylen­miş, kabuk değiştirir gibi bütün Doğu milletlerinin hayatlarının şe­kilden şekile sokulmasına çalışılmıştır.

Hamdullah Suphi hem doğuyu muhafazakâr sayar ve bizi don­durduğunu söyler, hem de başka durum ve şartlarda doğunun Türk'e muhtaç olduğunu söyler ve İran ve Arabistan'a gerçek şah­siyeti Türklerin verdiğini söyler. Böylece Hamdullah Suphi ne do­ğulu ve ne de batılı olmuş oluyordu.

Hamdullah Suphî 1885'de İstanbul'da Saraçhane'de Aksaraya inen Horhor caddesi üzerindeki konakta dünyaya gelmiştir. Baba­sı genç yaşta ölmüştü. Annesi bir çerkez kızı idi. Çocuk Hamdullah Suphi, ne acıdır ki sonradan karşı geleceği Sultan Abdülhamid'in emriyle, parasız yatılı olarak Galatasaray Sultanisine girer ve bu­rayı bitirir. Ve on beş yaşında iken yazdığı bir şiirde Abdülhamid kafasındaki şekle göre anlatır:

"Belinde kabza-i Osman, elinde bir Kur'an"

"Beşiklerinde çocuklar boğan Kızıl Sultan."

Tanzimat'ın ve o devrin edebiyatçılarının yetiştirdiği Hamdul­lah Suphi başta Dârül-Fünûn olmak üzere çeşitli mekteblerde ho­calık eder.

Bir taraftan hocalık ediyor, diğer taraftan da yazıyor, konfe­ranslar tertib ediyordu.

Batıya dönük, halkçı, uygar ve milliyetçi bir kuruluş olarak or­taya çıkan ve 1911'de kurulup 1912'de resmen faaliyete geçen Türk Ocağı'nda yerini bulur. Artık bundan sonra Türk Ocağı ile Hamdullah Suphi'nin adlan bir ikiz kardeş gibi yollarına devam ederler.

Türk Yurdu" mecmuası bu ocak tarafından çıkartılır. Bu mec­muada milliyetçilik ve batıcılık hakkındaki görüşlerini yazar. Bu arada güzel bir hitabete malik olduğundan konferanslardan da geri kalmaz.

Meşrutiyet devrinde Mebus olur. Sonra Kurtuluş Savaşı İçin­de kurtancıların yanında yer alır. İlk TBMM üyesi olur. Bu meclis­te cereyan eden kavgalara katılır. İlk olarak burada devrin liderine baş kaldırma cesaretini gösterir. Ama aralarında pek bir değişik düşünce farkı olmadığı için, sonradan Maarif Vekili olur.

Kurduğu "Türk Ocakları "nın tek hedeflerinin inkılâbın bekçi­liğini yapmak olduğunu söyler dururdu.

Zamanla koyu Türkçülükten kurtulur, daha bir genişlik kaza­nır. Çünkü devrin karakteri değişmiş, öyle müsamahalı bir Os­manlı devri ortada kalmamıştı. Adam şöyle bir yan çizse "milliyet­çilik "ten soluğu ya dar ağacında veya yurt dışında alırdı.

Aradan iki devir geçmiş, Türk Ocakları yoluna devam etmiş­tir. Ama Halk Fırkası devletin tek partisi durumuna gelmiş, başka bir rakip tanımıyordu. Hele "muvazaa" partisi şeklinde kurdurulan partilerin halk efkarında gördüğü engin itibar Halk Fırkası men­suplarım ürkütmüştü. Türk Ocakları da siyasi bir karakter arz et­mediği halde rejim için ve Cumhuriyet Halk Fırkası için tehlikeli görüldüğünden ve bilhassa Rusya'daki Türklerle fazla ilgilenme­sinden kuruluşundan 20 yıl sonra 1931 'de kapatılır. Bu kapatma iş­lemi en çok Hamdullah Suphfyi üzer. Ama bu gerekli idi. Çünkü ocakların içini, kurulan idarenin gidişinden memnun olmayan "gayri memnunlar" doldurmuştu. 10 Mayıs 1949da aradan 18 se­ne geçtikten sonra yine açılmıştı. Türk Ocakları ama artık fonksi-

 

yonunu kaybetmişti. Şartlar değişmiş, siyasî hava daha değişik bir karakter ara etmeye başlamıştı. Yalnız açılış Hamdullah Suphi'yi memnun etmişti. O selis konuşması ile açılışta inciler döktürmüş­tü, ama bir fayda sağlamadı.

Zaten daha 1921 yılı başlarında Millî Eğitim Bakam olmuş ve bu hakanlık on ay kadar sürmüştür. Maarifte yaptığı icraatlar beğenilmediği için istifa etmiştir. Bunda en açık ihtilaf da bu Antalya Mebusu ile Burdur Mebusu Mehmet Akif arasında görülmüştür. Zirâ Hamdullah Suphi, Akif için "Kendileri milliyetperverliğin daima aleyhinde enfes şiirler yazmışlardır." diye kürsüden tenkidi ile Akif de "Ben Kavmiyet aleyhinde bir adamım, milliyet değil..." demesi üzerine "Evet kavmiyet aleyhinde...” şeklinde karşılık ver­miştir. Bu kısa muhavereden sonra Hamdullah Suphi istifa eder.

O eğitimde yenilik isterdi. Eskiyi beğenmezdi. Aldığı eski ter­biyeyi de şöyle izah ederdi:

"Eski terbiye içimizde yaşasa idi -çünkü büyükler karşı­sında susmak esastır- bu terbiye aramızda devam etseydi, memleketimizde Cumhuriyet olmazdı."

Ama bu Cumhuriyet onu, ocakların kapatılması üzerine yıkı­lan dünyasını unutmak üzere, 1931 Mayıs'ında Bükreş'e birinci sı­nıf elçi tayin eder. Sonra döner, 1946'da CHP'den mebus olur.

"Dağyolu” ve "Günebakan"ın yazan daha uzun devreler hayat sürer, ona göre öz dil mabede girmeli, inkılâblara karşı bir hareket ruhları isyan ettirmelidir. Bu, Hamdullah Suphi nihayet 1957ye kadar mebuslukta bulunur ve 1966'da "milliyetçi" duygulan ile Horhordaki köşkünde hayata veda eder.

Türk Ocakları'nın babası bu dünyadan göç ettiysede ilk devrin kanunlarının yapıldığı devrelerde söylediği sözler onun tamamı tamamına bu reforma ve yeni şekle uyduğunu bugün bile bütün tazeliği ile ifade etmektedir:

1924 Ekim’inde "Akşam" gazetesi onunla bir mülâkatta bulu­nur Türk Ocakları hakkında. Burada aynen şöyle der:

 

"Türk Ocakları dini bir cemiyet yerine bir millet koymak, yalnız "erkek” özerine kurulu eksik bir hayat yerine «erkek ve kadın» özerine bina edilmiş tam bir hayat kurmak, Türk mille­tini İslâmî ve Asyaî medeniyetten hayat! ve beşeri bir medeni­yet olan Batı medeniyetine doğru çekmek, maverai ve uhrevi bir felsefeden doğan bir feragatle hayattan bezen bir nesle ha­yal aşkını, hayat hırsını aşılamak... İslâm medeniyetinin bir özelliğinden İbaret olan Türk üslûbları ancak bugüne göre çok derin bir değişiklik ve seçime uğramadan aramızda yaşaya­maz. Her adımda İslâmî mefhumlardan doğan dünkü medeni­yetimizin hayatı ve galip bir medeniyet karşısında baştan başa mağlub olduğunu ve yere serildiğini görüyoruz. Türk Ocağı sanat sahasında maziye bir «kök» olarak kıymet vermiştir. Fakat bugün ruhumuz başka bir zemine daldığı İçin yeni bir yaprak, yeni bir çiçek vermek mecburiyetindedir.»

«Türk Ocağı hiç bir zaman «maveraî -fizik ve tabiat ötesi-» emeller üzerine gözünü dikerek hiç bir zaman vaktini israf ile geçirmedi. Ocak ruhu ile dolan bir gencin hayata bir bakışı vardır ki bir çok bedbinler, me'yûslar ve ruhları boşalmış olan İnsanlar karşısında bunlar, hayata bir vazife ile bağlanmış misyoner ruhlu insanlar gibi kalır.»

0 gün bugündür. Ocaklı ruhu böyle devam etmiş ve, fakat umulan ve uğrunda çok kanlar akıtılan yeni hayatta ne bir çiçek ve ne de bir yaprak açmıştır.

Hamdullah Suphi de bu hazan içinde kavgasını vermiştir.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

İslam Tarihine Kanlı Belası Sayan Adliye Vekili

İslam Tarihine Kanlı Belası Sayan Adliye Vekili

Yıl 1925.33 yaşında genç bir Adliye Vekili.. Hukuk İnkılâbı  yapılacak, bunun için de önceki vekil İzmir Mebusu Seyyid Beye  sahneden el çektiriliyor. Bu genç hukukçu sahneye çıkıyor. Zaten bu ikinci mecliste hep genç mebuslar ön safları alıyor. Çünkü Nisan 1923 başlarında ilk millî meclis "sine-i millete” dönmek ve "ta­rihî vazifesini yapmak" gerekçesi ile kendini fesh ediyor. Halk fır­kasının kendi adamlarını bırakmak ve muhalifleri saf dışı kılmak suretiyle ikinci meclisi teşekkül ettiriyor. Böylece mecliste istedi­ğini daha iyi yapacak kanaati ile hareket ediyor.

Bu Adliye Vekili, 1920'den beri meclistedir. 1922 -1923 ara­sında İktisat Bakanlığı da yapmış. Ama asıl şöhretini bu Adliye Vekilliğinde yapmıştır. Çünkü medenî bir kanun yapılması gere­kiyordu. Yeni ve genç hukukçular açıkça ve cesurane bir tarzda ye­ni bir hukuk sisteminin teşekkülünü istemiş, eski hukuk sistemi­nin, yani Mecelle'nin artık bu inkılâb devrinde tarihe karışmasını istiyorlardı. Bu fikre karşı çıkmakta ileri dereceye varanlar yok de­ğildi. Ama iş işten çoktan geçmiş, ilk meclisin ruhu ile bu ikinci meclisin karakteri ayrı ayrı şeylerdi, birbirine zıttı. Bu zıddiyet or­tadan kalktığına göre yeni bir hukuk sistemi ortaya koymak kolay­laşmış oluyordu. Zaten baştan sona her şeyi değiştirmekte kararlı idiler Adliye Vekili. Ankara Hukuk Fakültesi'nin açılışı sırasında verdiği beyanatla devlet yapısı ve hukuk anlayışlarını açıkça orta­ya koyuyordu:

"Türk ihtilâlinin kuran, Batı medeniyeti kayıtsız şartsız kendisine mal etmek,benimsemektir .Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip  bakımından kanun­larımızı oldukları gibi Batı dan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun İradesine uygun hareket etmiş olacağız." (Türk Medenî Kanunu nasıl hazırlandı? M.E. Bozkurt, sh: 11)

Türk Milletinin iradesine, bu yolla, uygun hareket ettiklerine inanıp, karşı çıkanları da demirle, ateşle yok etmeye çalışanların başında işte bu Adliye Vekili gelmektedir. "Vakit" gazetesinde ye­ni çıkartılan kanunlar hakkında bir beyanat gözlere çarpar. Bu, Adliye Vekili Mahmud Esad (Bozkurt)’undur. Der ki:

"Bunlardan en mühimi yeni kanunların (Lâik Devlet) prensiplerine göre yapılmış olmasıdır. Yalnız (Hukuk-i Aile) kararnâmesinde taaddüt-i zevcat bazı kayıt ve şartlarla kabul edilmiştir ki, buna muvafakat etmeyeceğim Taaddüt-i zeva­tın mutlaka kaldırılması lâzımdır, fikrindeyim. Buna sebep pek çoktur. Şu kadarını söyleyebilirim ki taddût-i zevcatı, aile hayatının medeni bir surette inkişafına engel sayıyorum."

Bunlar söylendiği zaman daha anayasa değişmemiş, 1924 anayasasına göre devletin dini İslâm'dı. Halbuki Adliye Vekili yaptıkları kanunların (Lâik Devlet) esasına göre olduğunu söylü­yordu.

lnkılâb mantığının hukuk anlayışına göre, Türk milletinin batı medeniyeti ile bağdaşma göstermemesi milletin kabiliyetsizliğin­den değil, onu tufeyli ve boş yere asırlarca meşgul etmiş olan dinî kanunlardır. Onun için bunları ortadan kaldırmalıydı, devrimci­ler... Engeller ortadan kalktıktan sonra adapte veya okluğu gibi dı­şarıdan batı menşeli kanunlar almak kolaydı ve bunlar hiç bir engelle de karşılaşmıyordu. Zaten devrim mantığı da bunu böyle ka­bul eder. Müzakere olmadan, üzerinde düşünmeden ve olduğu gi­bi, parmak hesabiyle kabul... Çünkü Türk milletini muasır mede­niyet seviyesine çıkarmak gerekti. Bunun için de kanunlar da me­denî olmalıydı. Medenî Kanûn bu şartlar içinde kabul edildi. He­men İsviçre Medenî Kanunundan iktibasla Türkçe'ye geçirildi. Son senelerde (Yurttaşlar Yasası) diye lanse edilen bu kanunun meclise takdimi sırasında esbab-ı mucibeyi (gerekçeyi) hazırla­yan Adliye Vekili Mahmud Esad Bey özetle şöyle diyordu:

"Hayat yürür, ihtiyaçlar sür'atle değişir. Din kanunları mutlaka ilerleyen hayatın karşısında şekilden ve ölü kelime­lerden fazla bir kıymet, bir mânâ ifade edemezler. Değişme­mek dinler için zarurettir. (...) Esaslarını dinden alan kanun­lar tatbik edilmekte oldukları cemiyetleri nazil oldukları ilkel devirlere bağlarlar. Ve ilerlemeye engel belli başlı müessir amiller sırasında bulunurlar. (...) Günümüz devleti dini dünya işlerinden ayırmakla, insanlığı tarihin bu kanlı belâsından kurtarmıştır. Türk medenî kanunu yürürlüğe girdiği gön, milletimiz on dört asırdır kendini çeviren sakat ve karışık inançlardan kurtulmuş, hayat veren medeniyetin içine girmiş bulunacaktır."

Mahmud Esad'ın hukuk anlayışı bu idi. Ve bu anlayış geçerli sayıldı. 1930a kadar bu bakanlıkta kaldı. Sonra üniversitede "Türk Devrim Tarihi" okuttu. 1943'de İstanbul’da öldü.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

''Turan Turan !'' Diye Diye Harab Olan Memleketin Mefkureci Mimarı...

''Turan Turan !'' Diye Diye Harab Olan Memleketin Mefkureci Mimarı...

Genç yaşta ölen ve hayatı boyunca dikkat çekici fikirler ileri süren Filibeli Ahmed Hilmi Bey, 1912'de " Siyonistlerin Uğur­suz Siyasetini Yine Türkler mi Çekecek?" adlı bir makale neşr etmişti. Bu makalede siyonistlerin plânlarından birini şöyle dile getiriyordu:

"Türkleri aldatmak, elde tutmak, millî gururlarını okşa­yıp kendilerini müslüman ve gayr-i müslim sair Osmanlı un­surlara karşı bir kuvvet olarak kullanmak. Bu (Türk İttihadı - Pan Turanizm) adını alıyordu." (Hikmet, sayı: 5, 23 Temmuz 1328/1919)

Son asrın başlarında bizde müslümanların dışında güç ve kuv­vet kazanan gayr-i müslim unsurlar bizi parçalamak ve bölük-pörçük bir hale getirmek için değişik adlar altında İçtimaî bünyeyi sar­sıcı yollar? tevessül etmişlerdir. Yukarıda ifade edilen husus da bunlardan biridir. Zirâ Osmanlılar aslî unsur bakımından Türk ol­malarına rağmen hiç bir zaman ırkî ayrılık gözetmeden bütün müslümanlan bir bayrak altında toplamayı hedef almışlardı. Bu arada müslüman olmayan unsurlar da en az müslümanlan kadar hak sahibi olmuşlardı.Bunun hikmetini çok iyi anlayan Siyonistler değişik bölgelerde değişik alternatifler öne sürerek altı asırlık koca bir devlet parçalamayı tasarlamışlar ve kavmiyetçilik perdesi altında çeşitli unsurları devletin başına bela etmişlerdi.Siyonistlerin ırkçılık hareketini körükledikleri görüşünde bu bakımdan gerçek payı vardır.Nitekim Bir Yahudi olan çoğu yerde (Tekin Alp) takma adını kullanan Moiz Kohen adlı bir Yahudi bu ‘’Türkçülük’’ cereyanını müdafaa etmiştir.Bu safhada,bilhassa Balkan Harbi sonunda yazdığı ‘Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilir?! Adlı küçük risalesinde o devrin ileri gelen ‘Türkçü’lerinin de fikrini alır.Zaten Moiz Kohen daha önce bu fikri ele alan ve Fransızca olan neşredilen bir eserin bu ırki hareketi destekler ve önderlerinden olur.’’Pek parlak bir atisi’’olan bu fikir etrafında Ziya Gökalp’ın da fikrini alır.Zikri geçen eserde Ziya Gökalp’ın kısa mektubu şöyle yer alır:

 

Turan mefkuresi feyizli bir veludiyete maliktir.Bu kaynaktan bir Türk İslam,bir Türk medeniyeti doğmak üzredir.(Turan) Türk milletinin vicdanınından doğmuş,içtimai bir realiteye müstenid bir mefkuredir.Bunu bir (mevhume) zannedenler vehim içinde yaşarlar.Mutasavver olan mukadderdir.’’(sh:6,2,İstanbul,1330)

 

Gökalp,bu ilhamı İle yola çıkmış bir düşünür ve mefkûreci­dir.

1876 da Diyarbakır’da doğmuştur. İdadi (lise)yi doğum yerin­de okudu.Bu mekteb de Fransızca öğrendi ve felsefe ile ilgilendi. Bu iki dersi de ona Yorgi Efendi adında bir gayr-i müslim okuttu.Felsefe adı ilk  olarak Yunan filozoflarını öğrendi. Düşünce sis­temi, dindar bir aile muhitinden geldiğinden, kafasına değişik ve karmaşık sorular soktu. Bu kafa içinde İstanbul'a geldi. Baytar Okulunda okumayı başladı. Mehmet Akifle aynı mektebten il­ham aldığı halde onunla pek bir ortak nokta bulamadı. Bu arada sinir krizleri geçerdi. İntihara teşebbüs etti. Kafasına sıktığı kurşun ölümü tacil ettiremedi.Büyük dinsiz Dr. Abdullah Cevdet'in tedavisi altında kaldı. Ondan da çok şeyler aldı ve onun sayesinde İtti­hat Ve Terakki Cemiyeti ile temasa başladı. Bu cemiyetin çalışma­sı masonik esaslara bağlı olduğundan kafası tamamen değişik bir veçheye büründü.

Baytar Okulunda iken siyasî faaliyetleri yüzünden kovuldu. Diyarbakır'a gitti. Orada küçük memuriyetlerde bulundu. Selanik'teki İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresine Diyarbakır bölge üyesi olarak katıldı. Burada kalıp "Genç Kalemlere katıldı. Dil, şiir ve edebiyatla uğraştı. Türk harsını araştırıp ortaya koyma yo­lunda Batılı sistemde bir sosyolog olarak ortaya çıktı. 1913'de İs­tanbul'da karar kılar. Tarde'i, Fouillde'yi, Comte'u, Nietzsche’yi, Bergson'u okur ve Durkheim'i sosyolojik önder kabul ederek yo­lunda yürür.

(Türk Yurdu)nda yazılara başladı. Bu dergide yazdığı (Türk­leşmek, Muasırlaşmak ve İslâmlaşmak) adlı yazılan gerçek hüvi­yetini ortaya koydu. Üniversitede sosyoloji ve metafizik kürsüle­rini kurdu. Çalışmalarına sonsuz ve engelsiz bir zemin buldu. Ko­yu bir İttihatçı idi. Masonik çevreler ve yukarıda da ifade edildiği gibi Moiz Kohen gibi Musevilerle fikrî alış-verişte bulunuyordu. Enver Paşa'ya sonsuz bağlılığı vardı. İdeallerinin gerçekleşmesini bu saraya yakın paşadan bekliyordu. Bu da onun devlet içinde iste­diği rolü oynamasını sağlıyordu.

1917 yılındaki kongrede Şer'iyye Mahkemelerinin Şeyhü­lislâmlıktan alınıp Adliye Nezaretine bağlanmasına en büyük amil olup ilk lâiklik tatbikatının önderi oldu. Zaten Gökalp'ın istediği de buydu. Müftü yerinde duracak, devletin işine din karışmaya­caktı. O'na göre Şeyhülislâmlıkta "dine, ahlâka ve mâneviyata dair hiç bir kelime İşitilmez." Bilhassa "Yeni Mecmua "da çıkan şiirlerini toplayıp 1918de neşr ettiği "Yeni Hayat" adlı şiir kitabın­da bütün fikirlerinin enmüzecini bulmak mümkündür:

Din ancak mürebbi olur. İlim ise müsbet ilimdir ve tecrübeden doğar. Müftüden fetvfa sorulur, ama onun cevabı *mevize*dir. Fakihler dini zorla nakliyet yönüne sürüklerler. Bu takdirde dine ‘’sen sağa git ben sola" demek gerekir. Devlet ile medrese iki ayrı âlem dir. Müftü ile halîfe birbirinin işine karışmaz. Hukuk dinden ayrı bir iştir. Hukuk dine uymazsa örfe uydurulmalıdır. Devlette halkın örfü hakim olmalıdır.

Ziya Gökalp bu istikamette sosyal bünyeyi yetiştiriyordu. Ni­tekim Ruşen Eşref onunla edebiyatla alâkalı yaptığı konuşmada milletin hayatı ve örfü hakkında daha açık cevaplar alır:

"Bizim yüksek edebiyatımız kendi vicdanımızdan doğmuş olamazdı. Çünkü taklitçidir. (...) Arabın dinî, Acem'in de edebî tesirlerinin neticesi olarak yüksek edebiyatımızın lisanı da Arapça ve Acemce terkîblerle dolmuştu. (...) Tanzimat dev­ri bizim Rönesansımız olacaktı. Fransız edebiyatım model ka­bul ettiğimiz için klâsik bir edebiyat vücuda getirmemiz imk­ânı hasıl olmuştu. Fakat Fransızların Yunan ve Lâtin edebiya­tına karşı ısrarlarını muhafaza için aldıkları vaziyeti biz alma­dık (...) Zevk eskiden nasıl Acem İdiyse, Tanzimatla da Fransız oldu. (Fakat) Tanzimat bizi Ortaçağdan skolâstik zihniyetten ve skolâstik edebiyattan kurtardı (...) Türkçülük felsefeyi, ta­rihi ve sosyolojiyi kendine rehber edinerek eski irfanı teşrih masası üzerine koyuyor. Sanat hars manzumesine, edebiyat medeniyet manzumesine mensup olduğundan sanatımız git­tikçe daha millileşecek, edebiyatımız tamamiyle Avrupai ve Yunanlı olacaktır." (Diyorlar ki, sh: 209 - 215)

Düşünürümüz bu ahval içinde "İttihatçılarla beraber battı. Malta'ya gönderildi. Ingilizler tarafından. Dönüşünde Kurtuluş Savaşı sürüyordu. Soluğu Diyarbakır'da aldı. Artık müdafaa ettiği fikirler yeniciler tarafından teker teker tatbik ediliyordu. Kopuz ve kımız âlemleri ile Turan'a doğru yol almak isteyen Gökalp, fikir babalığı yaptığı kimselerce hatıra getirildi ve ikinci Meclis'te Di­yarbakır milletvekili olarak katıldı.

Çok geçmeden kafasında gençliğinden beri saklı olan kurşunun son hareketi ile hayata vedâ ediyor ve 1924'de mozoleye değil de karşısında yer aldığı Saltan Hamld'in yanında yer alıyordu.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları

 

 
Devamını Oku »

Devrik Cümlenin Önderi

Devrik Cümlenin Önderi

Son devrin adamlarının kafa yapısı bozuktur. Kafaları içinde bulunan şeyler birer sürpüntüdür. Çünkü yol geçen hanı gibi Ba­tıdan ne gelmişse Doğu'ya, onların kafalarında bir yer bulmuştur. Bundan dolayı da son devirde yazar-çizer adamlarımızın çoğu dü­şünce, dil ve edebiyat alanında millî hayata cephe almışlardır.

Bunlardan biri de tarihçi Hammer'in "Osmanlı Tarihini dili­mize çeviren Ata Bey’in oğludur. Ata Bey'in oğlu 1898'de İstan­bul'da doğmuştur. Babası oğluna "Nurullah" adı takmışsa da son­radan ismini "zulmet’’e çevirmiştir. Tam bir tahsil yapmadı. Bazı mekteblerde hocalık yapmıştır. Millî Eğitim Bakanlığında müter­cimlikte bulunmuş ve ilk yazılarına 1921'lerde "Dergâh"ta başla­mıştır. ilk yazılan şiir tülündedir.

Yetiştiği şartların aksine, bildiği halde, Fransız dil ve edebiya­tının tesirinde ve bir balama bayram olarak ilk olarak dilde devrik cümleleri kullanmıştır.

Son olarak memuriyet hizmeti olarak Cumhurbaşkanlığı mü­tercimliğinde bulunmuş ve buradan 1952'de emekliye ayrılmıştır. Günlük gazetelerde fıkra, deneme ve tenkit yazılan neşr etti. Bil­hassa Fransızcadan tercümeler yaptı. Bunlar ününü arttırdı.

Batıya o kadar hayrandı ki bütün eğitim knrumlannda Latin­ce'nin mecburi kılınmasını istedi.

Hele dildeki aşırılığı, kendi dilimizi uydurukçanın kucağına atmış, ilkel bir Afrika kabilesinin bile rıza gösteremiyeceği bir tarzda dilin sadeleştirilmesine çalıştı. Asırlardır bu milletin kültü­rünü yoğuran kelimeleri sırf yabancı kaynaklıdır diye yazı ve ko­nuşma dilinden atmaya ömrünce gayret gösterdi.

Bu aşırılığın baş nedeni aşın bir din, yani Islâm düşmanlığın­dan ileri gelmekteydi. Bu tavrı da en çok din aleyhtarlarının işine geliyordu. Yozlaşan bir sanat ve edebiyat akımı içinde Nurullah Ataç’ın elbette büyük bir yeri olacaktı.

Önce "Hakimiyet-i Milliye" adım alıp sonra "Ulus" olan gaze­tede 1927’den 1957ye kadar sayısız yazılar yazdı. Bu gazeteye ambargo koyan siyasî partinin felsefesine uygun şiir, roman, ve denemeler sergiledi bir ömür boyu. Başka gazete ve dergilerde de yazdı. Akşam, Cumhuriyet, Milliyet, Son Havadis...gibi gazete­lerde arz-ı endam etmiştir.

Bir inkılâb (devrim) yapılmış memlekette ve bunun başlangıcı yüz elli yıla dayanıyordu. Bu süre içinde çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir. Nurullah Ataç da bu gelişme içinde kendine göre hizmetlerde bulunmak istiyor. Her şeyi alırken de Batı'dan dil de­ğeri ne varsa alınmalı, bu bizim öz değerlerimize uymasa da...

En çok tutarlı olan tarafı, günlük gazetelerde yazması idi. Çün­kü devletin fakültelerinde dil ve edebiyat sahasında kürsü işgal edenler bir bakıma halktan kopmuş, akademik tarzda yayınlarım sürdürüyorlardı. O ise yazdı da yazdı. Öyle ki ilk nazarda garipse­niyordu. Ama bu acayip dil keşmekeşliğini ısrarla devam ettirme­si, hem kendi etrafında hem de neşriyat hayatında sesini duyurup "kamu-oyu" teşkil ettirenleri ortaya çıkarmıştır.

Bugünkü dil kurumu onun eseridir, diyebiliriz. Onun attığı te­meller, daha doğrusu tahrîbkâr yerler üzerinde yürüyor dilcileri­miz. Açtığı yol gelişmeden çok değişmeyi hedef aldığından her geçen gün daha da batağa saplanmakta, millet fertlerinin anlaş­makta ve konuşmakta dar ve ilkel, düşünde de daha sığ bir hayat anlayışı içine sokulmasına yaramıştır.

 

Dinî değerlere düşmanlığı onun dostları tarafından yan şaka yan ciddi öldükten sonra müslüman mezarlığına konulacağı hatır­latılır. O ise böyle bir hareketin onun için en büyük azap olacağı görüşünü ifade ederdi. Ne acı ki devrim adına yol alanların akıbeti hep böyle olduğu gibi o da istemediği şekilde bir dinî törenle tabuta konmuş ve gideceği yer maşatlık olduğu halde, öldüğü 1957de mezarlığın yolunu tutmuştur, elinde olmadan (!)...

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları

 

 
Devamını Oku »

''Yurtta Sulh Cihanda Sulh Sözü'' Hakkında

Türkiye'nin dış politikada kendisine rehber edindiği ilke "Yurtta sulh, cihanda sulh" sloganıyla dile getirilmektedir. Ancak bu slogan, bir şey yapmak için değil, fakat bir şey yapmamak için kullanılan ve bütünüyle kendini savunma durumunda gören ve bilinçli olarak o duruma sokan bir politikanın izlenmesi düzleminde rehber olmuştur. Turkiye artık kendisini dünyaya sözü olabilecek bir ülke konumundan çıkarmıştır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

İslâm Akılcı Mı?

İslâm'ın akılcı bir din olduğunu işitmek sanıyorum bazılarımızın hoşuna gidiyor. Fakat acaba böyle bir niteleme yerinde midir? Islâm bazılarımızın sandığı gibi "akılcı" bir din midir? "Akılcılığın" ne olduğu hususunda ortak bir anlayışa varmadan bu sorunun cevabını alamayız.

İlkin "akla uygun" olanla "akılcılık" arasındaki sınırı belirlememiz gerekiyor. Çoğu kez, akla uygun olanla akılcılık arasında karıştırmalar yapıyoruz. Sözgelimi, yağmurlu bir havada başımızı ıslanmaktan korumak istiyorsak şemsiye kullanmamız akla uygun bir davranıştır. Fakat bunun "akılcılık" la ilgisi yoktur. Ya da varmak istediğimiz bir hedefe kısa yoklan gitmek istiyorsak, bir geometri kuralını uygulayarak bir üçgenin iki kenarının toplamı üçüncü kenarından uzundur aksiyomuna göre kestirme yolun hangisi olduğunu bulmamız akla uygun bir davranıştır, fakat yaptığımız bu işlem gene akılcılık değildir.

Çünkü konuşma dilinde kullanıldığı anlamıyla rasyonalizm, sanki sırf bir hesap işi sanılmaktadır. İktisadi veya hendesi olan her düşünce tarzına günlük dilde genel olarak rasyonel denilmektedir. Meselâ bir binanın asgari malzeme kullanılarak asgari maliyetle inşa edilmesi rasyonel (aklî veya akılcı veya akıllıca) bir düşünme, hesap etme tarzını gerektirir. Fakat böyle düşünmek felsefedeki anlamıyla rasyonalizm değildir.

Felsefedeki anlamıyla rasyonalizm, son tahlilde, bilginin kaynağı ile ilgilidir. Yani insan bilgisinin kaynağı akıl mı, yoksa vahiy mi (veya pozitivistlere göre deney mi) sorusuna aranan cevapta, bu cevabı akıldan yana verenlerin düşünce tarzına rasyonalizm (akılcılık, akliye) deniyor. Yoksa günlük anlamda kullanıldığı biçimiyle bakılırsa, İslâm'ın da rasyonalist (akla uygun anlamında) bir düşünce tarzından yana olmadığını söylemek mümkün değildir.

Fakat burada bile, rasyonalist düşünce tarzına bazı sınırlar getirildiğini belirtmeliyiz. Şöyle ki, mücerret bir teknik meselenin rasyonel boyutlar içinde ele alınması durumuyla fıkhı (hukûkî) bir meselenin aynı boyutlar içinde ele alınıp alınamayacağı meselesi birbirinden ayrı konulardır. Bir binanın inşa edilmesinde malzemeden, emekten vb. yapılacak gerekli tasarruflarla o binanın ortaya çıkan İması, bu hususta rasyonalist bir düşünce tarzını gerekli kılar, rasyonel hesap yapılmadığında israf edilmiş olur ki, dinin bir başka hükmüne aykırı hareket edilmiş olur.

Fakat, asıl, fıkhı konularda rasyonalizme getirilen sınırlar önemlidir. Bir görüşe göre, fıkıhta kıyas usulü rasyonalist bir tutumdur. Fakat kıyasın sınırlan nasslarla mukayyettir. Muhakeme yoluyla varılacak bir netice herhangi bir nassın hükmüne aykırı ise, orada kıyasa yer verilmez. İmam-ı Azam, uyguladığı kıyas usulü hakkında kendisine sorulduğunda, taharet, miras, namaz ve oruç konularında getirdiği misallerle kıyasın sınırlarını kesin biçimde çizmiştir;- Meselâ taharetle ilgili olarak sorarlar : Bevl mi pistir meni mi? Bevl, derler, İmam-ı Azam cevap verir: Ben de öyle biliyorum, fakat aklıma göre hareket etseydim bevl çıktığı zaman gusül, meni çıktığı zaman abdest icap eder derdim.

İmam-ı Azam in getirdiği diğer misaller de, rasyonalist düşünce tarzının ancak nasslarla kayıtlı olduğunu, nassların dışına çıkılamayacağını göstermektedir.

Öyleyse "akılcılık" (rasyonalizm) nedir? Akılcılık bilginin kaynağını akla dayandırarak izah eden felsefe görüşüdür. Bu görüşe göre, bilginin kaynağı akıldır. Aklın dışında, bir başka kaynak yoktur. Bu görüşü uç noktalarına kadar götürdüğümüzde "tanrı fikri"nin de akıldan çıktığı, dolayısıyla dinin insanoğlunun bir icadı olduğu sonucuna ulaşmamız gerekecektir. Akılcılığın, "akla uygun" düşen sonucu budur. Her ne kadar "rasyonalistler" bu sonuca ulaşmak niyetiyle yola çıkmamış olsalar da, bu sonuç onlann amaçlamadığı hâsıla arasında yerini almaktadır. Rasyonalistler, bilginin kaynağı olarak aklı referans gösterirken, bilginin insan aklına doğuştan (tanrı tarafından) yerleştirilmiş olduğunu ima etmek istiyordu.

Bu durumda, İslâm'ın akıla bir din olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. İslâm'ın hükmünün akla as gun olduğunu söylemekle, onun akılcı (rationabsu duğunu söylemek, anlatılmak istenen düşünce ‘ mmdan birbirinden farklı hususlardır. Bu yönüyle  felsefedeki anlamıyla rasyonalizm (yani bilginin kaynağını akılda arayan görüş tarzı) İslâm'ın yalnız dışına düşmekle kalmıyor, aynı zamanda ona zıt bir düşünce tarzını dile getiriyor.

İslâm'ın hükmünün akla uygun düşmesiyle, İslâm'ın akıla olmaması arasındaki farkın ayırt edilememesinde, rasyonalizmin Batı'da, Hıristiyan dogmatizmine karşı kullanılmasının da payı olsa gerektir. Hıristiyan din adamları bazı "bilimsel verileri" reddederek dünyanın yuvarlak olduğunu, güneşin çevresinde döndüğünü ileri süren görüşü (Kopernik vb.), dine aykırı saymışlardı. İslâm dünyasında buna benzer vakıalarla karşılaşılmadı. Dolayısıyla İslâm'ın akılcı olduğu sanıldı. Oysa İslâm ne rasyonalisttir, ne pozitivisttir, ne de başka bir felsefe görüşüne indirgenebilir.

Akılcılığın (rasyonalizmin), mefhumu muhalifi akıl- dışıcılıktır (irrationalisme). Fakat buna bakarak öyleyse İslâm akıldışıcı (yani irrationalistetir) demek de doğru ve mümkün değildir. Bir hadis-i şerifte belirlendiği gibi, İslâm'da belki aklı aşan hüküm vardır, fakat akla aykırı hüküm yoktur.

Şuraya geliyoruz:felsefeye özgü terimlerle İslâm'ın yerini belirleyemeyeceğimiz gibi, izm'lere İslâmî düşünce tarzı içinde bir yer biçmeye çalışmak da abes bir çaba olacaktır. Geniş anlamda tüm izm'leri akılcı bir başlık altında toplamak mümkün olsa bile buradan İslâm'ı tanımlamaya yol bulamayız. Çünkü İslâm kendini Vahiyle tanımlar, felsefe görüşleriyle değil.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Osmanlı'da Şeyhülislam

Tanzimat'tan sonraki Osmanlı devlet teşkilât ve rejimini inceleyen bazı yazarlarımız, Osmanlı Devletinin siyasî yapısına Avrupalı bir yazarın Hristiyanlığa ve bir Avrupa devletine baktığı tarzda bakıp ona göre bir değerlendirme yapmaya çalışıyor. Bu bakışla farklar tespit edilebilir ama değerlendirme yapılamaz. Osmanlı devleti İslâmî esaslara dayanan bir devlet olduğu halde, devlet başkanının padişah sıfatıyla cismanî, halife sıfatıyla da ruhanî yetkiyi şahsında topladığı söyleniyor.

Halbuki İslâm düzeninde bu iki yetki birbirinden bağımsız değildir, bu iki yetki veya iktidar tek bir vücut halindedir. Osmanlı devletinde şeyhülislâmlık makamı da, devlet içinde ayrı bir dinî otoriteyi temsil etmez. Bu makam yapılan kanunların şeriata uygun olup olmadığını inceleyen bir danışma organından başka bir şey değildir (günümüzde, dar anlamda, bir tür anayasa mahkemesinin işlevi). Aksi halde, kendi başına kanun yapma yetkisini haiz olurdu ki, şeyhülislâmın böyle bir yetkisi yoktur.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

İnsanına Hareket Ahlakını Aşılayamamış Bir Millet Mağluptur

Sade bir harpten muzaffer çıkmak bir milletin kurtuluşu demek değildir. Böyle bir hareket, sonsuzluğa çevrilmiş ve sonsuzluğa yönelten irade ile yapılmışsa kurtuluş getirir. Bazen esaret ve felaket dediğimiz hâllar, sonsuzluk iradesine teslimiyeti bize sağlayarak, bize hareket ahlâkını getirici oldukları takdirde, kurtarıcı oluyorlar. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü” çıkaran kudret, sefaletlerimizden kurtuluşumuzu, bahtiyarlıklarımızdan ve en parlak emellerimizin gerçekleşmesinden de, gerçek musibetleri ve felaketlerimizin devasız olanlarını çıkartabiliyor.

Ancak şunu unutmayalım ki, felaketlerimizi kendimiz hazırlıyoruz. Harekete geçerken belli gayeler tasarlıyoruz ve hareketin bizzat kendisini bir vasıta halinde küçültüyoruz. Artık isterse davranışımız din için, devlet için veya ailemiz için olsun; bu Allah’ın unutulması demektir. Hareketlerimize Allah’ın iştiraki burada bitmiştir. Hesaplarımızı bu realitelerin en mahir muhasebe projeleri yapmasını bilenlerden öğrenerek yaptıktan sonra, ancak varacağımız muayyen gayeleri hedef tutarak yürütmeye başlıyoruz ve etraftan mahir bir kaptan arayıp buluyoruz.

“Bize kuvvet lazım, bu kaptan bu işi başaracak kadar kuvvetlidir” diyerek onunla yola çıkıyoruz. “Her harekette bir iman hareketi bulunduğunu” ve her hareketin sonsuzluğa doğru yöneltilmesi lüzumlu olduğunu unutarak bir müddet ilerledikten sonra fırtınaya tutulmamak ve gemiyi kayalara çarpmamak kabil midir?

Cemaat sevgisiyle dolup taşmayanın, servetinden cemaate hayır bekliyoruz. Ahlâksızdan ahlâk feyzi, fedakârlık nedir bilmeyenden Allah telkini, millet yerine ferdi varlığını heykelleştirme hırsında olandan cemiyete selamet müjdesi bekliyoruz, fertlerden ve zümrelerden…

İnsanına hareket ahlâkını aşılayamamış bir millet, hangi servetle ve hangi zaferlerle çılgınlaşmış olursa olsun, hakikatin ve hiç şaşmak bilmeyen gerçek akıbetlerin asla yanılmaz hakemliğiyle, mağluptur, perişandır ve şaşkındır. Böyle bir cemiyet fertlerinin hepsi de bedbaht, hepsi de muzdarip oldukları gibi, kâh bir vehimden zafer ifadesi çıkarırlar; kâh muzaffer olduklarına herkesten önce kendi hasta ve mefluç ruhlarını inandırmak için başkalarına saldırırlar. Kırarlar, devirirler. … Bir kere de sonsuzluğa götüren yol tıkandı mı şerirler, hakkı kollarıyla kararlarında, genç nesiller hayatın manasını zavallı bedenlerde, din satıcıları Allah’ı kendi seslerinde ararlar. Hoş veya boş vakit geçirmek emel olur.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Bir Eser Okunacağı Zaman Dikkat Edilmesi Gereken Husus

Bir Eser Okunacağı Zaman Dikkat Edilmesi Gereken Husus

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela: Men kâle, ve li-men kâle ve Limâ kâle ve Fima kâle. Yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? Olan bir kaideyi esasiyeyi, nazan itibara almalı. Evet, kelamın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemeli. Mesela: Bir kumandanın bir orduya verdiği "arş" emriyle, bir neferin "arş” sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelam olur İkincisi, belki bir neferi bile yürütemez.


Zübeyir Giindüzalp, Konferans, sh. 21-22
Devamını Oku »

Harf İnkılabı ve Türki Cumhuriyetler

Harf İnkılabı ve Türki Cumhuriyetler

Harf ınkilabının halkın irade ve isteğine dayandığını söyleyebilirmiyiz;

Ebuzziya: Harf gibi eğitimin, kültürün temeli sayılan şekli kaldırmayı halkın isteği olarak ortaya atmak tamamen uydurma ve iftiradır. Olamaz. 0 kadar ki, insan bir evde senelerce oturunca evin damı akar şu olur bu olur onu bile değiştirmeyi kolay kolay göze alamaz ayrılamazken, harf gibi bizim bin senelik kültürümüzün temelini değiştirmeyi halk hiçbir zaman düşünmemiştir.

Bu doğrudan doğruya Atatürk'ün emrinin neticesidir. İtiraz ufak tefek oldu. Neden daha büyük itirazlar olmadı? Atatürkün karizmasından. Ama maalesef büyük felakettir. Atatürk bunu yaparken o zaman ki memlekette okur yazar ade­tinin azlığından yola çıkarak bunu çoğaltmak yolunu tutmuştu. Ancak üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta var: 1925'te yapılan istatistikte okur yazar adeti yüzde 10-12 gibi bir rakam gösterilir. Bu tamamen uydurmadır. Neden? Çünkü okur-yazar diye söylüyor. Eski yazımızda okumak başkadır, okumayı yazmayı bilmek başkadır. Kur'anı Kerim'i okumayı bilmeyen Anadolu- da o devirde yok gibidir ama bunlar okumayı bilen insan olarak istatistiklere yazılmamıştır. Hatta harfleri değiştirmede mesnet teşkil etmesi için düşük göste­rildiği muhakkaktır. O zaman Anadolu da gazeteler birkaç yerde çıkıyor. İstanbulda 8-10 gazete var. Ve bunların yekünü 300-400 bini rahat bulurdu. Demek ki nüfusunun tamamı 1 milyon olan İstanbul'da gazeteler.400 bin satıyorsa bu­nun hepsi İstanbul değil Anadoluya da gittiği düşünülür ve bir gazeteyi en az 10 kişinin okuduğu hesap edilirse o devirde okuma bilenlerin sayısının hiç de az olmadığı ortaya çıkar.

Harf inkılabını getirdikleri ve götürdükleri ile değerlendirir misiniz. Bu değişiklikten kültürümüz ne kazanmıştır?

Ebuzziya: Harf inkilabı hiç birşey getirmemiştir sadece götürmüştür. Çünki, harfin, imlanın şekliyle bir memleketin ilerlemesi olmaz. Bir memleketi ilerleten yükselten eğitimin metodudur. Bizde de malesef bu tamamen yanlış anlaşılmış harflerin şeklini değiştirirsek bu iş yürür denmiştir.

Bizim eski yazı dünyanın en kolay yazılan en kolay okunan yazısı idi. Dünyanın en güç yazısı ise Japon yazısıdır. Öyle olduğu halde dünyadaki en kuvvetli memleketlerden biri Japonyadır. Japonya bin senelik kültürünü bozma­mak için o yazısını muhafaza etti. Çin, bizden ileridir yazısı aynı derecede güçtür. Kiril yazısı kullanan Rusya daha düne kadar dünyanın en güçlü devleti idi. Yunanistan yine Kiril kullanır, teknik ve kültür bakımından bizden bal gibi ileridir. Demek ki bu harfle değil sistemle ilgilidir.

İstasistiklere dikkat ederseniz bütün okuma yazma seferberliklerine, millet mekteplerine rağmen 1955 lerde okuma yazma adedinin 1925 lere nisbetle ancak yüzde 2-3 arttığını görürsünüz. Dolayısıyla bu inkilap memlekete zarardan başka hiçbir şey vermemiştir. Çünkü o zaman 25 milyon ümmi oldu. (Memlekette harflerimizi değiştirdiğimiz zaman kaç tane latin alfebesini bilen vardı? Galatasaray mezunları, Papaz mektepleri mezunları, bir de ailelerin kendi gayretleri ile çocuklarına latin alfebesini öğretenler, 25 milyonda bu olsa olsa 100 bin kişiyi ya bulur ya bulmazdı. Şimdi burada en büyük zarar Balkan Har­binde, arkasında. Cihan ve İstiklal harblerinde memleketin aydın sınıfı subay olarak cepheye gittikleri için onlardan büyük zaiyat oldu. Harplerin sonunda kim kurtuldu. Harpler sırasında 50-60 yaşında olan hakikaten Osmanlı kültürü ile yetişmiş insanlar bunların da içinden latince bilenlerin sayısı parmakla göste­rilecek kadar azdı. Bir anda ümmi oldular.

O zamanki gazetelerin koleksiyonlarını karıştırın, 16 punto ile yazılmış yazılar var. Tefrika kalktı, makale kalktı ve bu aylarca sürdü. 1930-32 yıllarında bir kitap 300 adet basılırsa sevinilirdi. Ben o zaman Ebuzziya Matbaasını idare ederdim 1933'de 500 kitap basıldığında "Aman Allahım 500 kitap basıldı" diye sevinilirdi. Ermeniden dönme Müslüman Semih Lütfî, küçük cep kitapları çıkartmaya başladı ve baskılar 1000'e doğru yükseldi ancak 1933 yılında.

İkincisi 1930 yılında Şikağoda yapılan bir Göz hekimleri Kongresi' nde bir Alman fevkalade enteresan tebliğ vermiştir. "Niçin gözlük kullanılıyor?" diye yaptığı araştırmasında Latin ve Kiril alfabesiyle yani tek tek yazılan harflerle yazanların arasında gözlük kullananların sayısı 40 yaşından sonra yüzde 85 Arap harfleri kullanan memleketlerde okur yazarların 40 yaşından sonra gözlük kullanma oranı ise yüzde 15. Adam sebebini buluyor. Tek tek harfli alfabe kullanan memleketlerde göz evvela harfleri görüyor yanyana getiriyor ve ondan sonra okuyor. Arap harflerinde klişe olarak okuyor. Arap harfleri en kuvvetli stenoya faiktir. Neden? Çünkü steno Arap harfi kadar çabuk yazılır ama her stenoyu yazan adamın kendisine göre usulü vardır. Bir stenoyu yazan öbür stenoyu okuyamaz. İkincisi o stenoyu yazan adam sonra onlara okunur yazıya çevirmesi lazım. Eski yazıda bu yok herkes yazar herkes de okur­du. Hele yazmayı kaidesine uygun bir şekilde öğrenmiş, hüsnü hat dersi almış ise okunmamasının imkanı yok. Bu kadar kıymetli şeyleri ayağımızla teptik.

Geri dönmekte mümkün değildir. Ama Orta l'den itibaren eski yazımızı mecburi ders olarak koymak elzemdir. Bu bizi bütün eski eserlerimize ulaştıracağı gibi Ortaasya’daki Türkler'le de irtibatımızı sağlamak imkanı vere­cektir.

….Türkiye'deki harf İnkılabının sadece maarif için yapıldığı söylenebilir mi?

Ebuzziya: Sadece maarif için yapılmıştır.

İstanbul basınını susturmak gibi bir gaye…

Ebuzziya: Zaten Takriri Sükun kanunu vardı. Harf inkılabı öncesinde­ki gazetelere bakarsanız hiçbir tenkit yoktur, muhalefet imkanı yoktur. Dolayısıyla susturacak gazete kalmamıştır. Takriri Sükun harf inkılabından biraz sonra kaldırılır çünkü inkilap sonrası gazete tirajları 300-500'e inmiştir. Ondan önce umumi yekûn 300 bini aşkındı. Bizim Tevhidi Efkar eski yazıyla en  yüksek tirajı yakalamış gazetedir 1925'te 45 bin. Takriri Sükun ile kapatıldı.

Sovyet mahkumu Türkler tek alfebe ile idare edebilirler mi?

Ebuzziya: Fevkalade önemli konu. Çünkü Latin alfabesi telaffuza göre  yazılan alfabedir. Türk aleminde imla yüzde 95 bir imladır. Ama telaffuzu fark  eder. Mesela vatan kelimesi vay, tı, nun harfaleriyle yazılıyor. Biz burada vatan diye okuyoruz. Ozbekler, vitin diye okuyor. Özbek onu vitin diye yazdığında vatan demek istediğini nerden anlayacağım?.

Şimdi Kiril alfabesini bırakmaları şart. Türkiye ile irtibat için Latin alfabesi de zaruri. Ama benim korkum aradaki kök bağın kopmasıdır. Birbirimizin ne dediğini anlamayacağız. Herkes telaffuzuna göre yazacak. Benim gördüğüm tek çare, bizimle beraber bütün Türk aleminin okullara derhal Eski Türkçe dersi koyarak birliği muhafaza etmesidir. Yoksa Türk birliğinin kaybolması yüzde yüzdür. Büyük hatadır. Çift alfabe bilir hale getirmek zaruridir.

Türkiye'de lisan konusunda mutabakat sağlanamaması Türk dünyasına yansıması nasıl olacaktır?

Ebuzziya: Rahmetli Suat Hayri Ürgüplü den dinlemiştim, hatıratım ya­zıyordu bu kısmını koydu mu bilmiyorum. Suat Hayri Ürgüplü, Başvekil sıfa­tıyla Rusya'ya ziyarete gitmişti. Politbüro'da Aliyes isminde bir görevli bir fırsa­tım bulup Suat Hayri'ye 'Allah aşkına bu yaptığınız çılğınlık nedir" diyor ve de­vam ederek "Atatürk Türklüğe en büyük zararı verdi Harfleri değiştirerek ara mızdaki irtibatı, kopardı. Şimdi siz Türkçeye acayip acayip uydurma kelimeler sokuyorsunuz,radyonuzu köşe bucak sakınarak dinlemeye çalışıyoruz. Türkiyeden haber alalım diye hiçbir şey anlamıyoruz nedir bu yaptığınız?" Nitekim bu uydurukcacıların ekserisi Rusya'nın tesirinde kalan ve bazısı ajan olarak çalışan kişilerdir. Gaye Türk birliğini dağıtmaktır.

Nurullah Ataç, Ulus’ta uydurukça dolu yazılarını yazarken gazetenin tirajı 3-4 bin kadardır. Nurullah Ataç'ı okuyan 300 kişi ya var ya yoktu. Ulus'un  Nihat Erim idaresinde DP zamanında yayınlanırken şöyle bir ilanı vardı: Yeni bir tefrika ilanı '’Merak etmeyin bu herkesin anladığı Türkçe ile.” O zaman  herkes gülüp geçiyordu bu uydurukcuya ama TV çıkınca tekrar ede ede kul­lanılır hale getiriliyor. Bu Türkler'e karşı bir sabotajdır. Hepsi ajan demiyorum katiyyen ama tesir altında kalıp sonda da adi bir taassupla devam ediyorlar.
Devamını Oku »

Tarihi Eser Kaçakçılığı

Tarihi Eser Kaçakçılığı

Tanzimat Fermanı ve 30 yıl sonrada Islahat Fermanı'nın hazırlanmasında büyük rolü bulunan İngiliz Sefiri Lord Stradford,yakın tarihimizde çok  önemli bir isimdir. Bir de Layard var. bizim tarihimizle meşgul olan bu iki  İngiliz sefirine dikkat etmeleri lazım. Çünkü soygun bunlarla başlıyor.

Lord Stradford, İş Bankası'nın yayınladığı hatıralarında: "Bu imaratorluk bir yamalı bohçadır, her tarafından dağılıyor, çözülüyor. Kim ne koparırsa  kârdır. Bulduğunuz her şeyi alın, ne yaparsanız yapın. Avrupa müzelerine taşıyın. Çünkü ziyan olacak" diyor.

Bu Lord, Bodrum'daki meşhur Karya Kralı'nm mezarım kaçıran,Maselyum alınlığını götüren kişi. Onun çırağı olan Layard da Ninova’yı soyan adamdır. Bugün British Museum'u teşkil eden büyük kolleksiyonlar bu ikisinin gayretleriyle Türkiye'den soyulup götürüldü.

Vaktiyle bu eserleri, bilhassa camileri, değer koyarak satmışlar. Rahmetli hattat Necmettin Okyay, Ayasofya Camii’nin minaresinin satıldığını söylerdi. Bu minareyi Sultanahmet şekercisi almış, şeker deposu yapmış. Şeker çuvallarını oraya koyarmış.

En büyük satış, en büyük tahrip de Cumhuriyet devrinde olmuş. Bu devirde Anadolu yakasındaki mevcut vakıfların büyük bir bölümü satılmış. Mesela, Üsküdar’da Sinan'ın orta yerde duran o koskoca hamamı satılmış.

Süleymaniye ve Yeni Cami'ye ve bir çok camiye "şu değeri var" diye  fiyat biçmişler. O değerleri tesbit eden kişiyi tanırım. Şakir Çetiner Şimdi vefat etmiştir. O anlatırdı. Nitekim Süleymaniye caminin hamamı satılmıştır, bu gün şahıs malıdır.
Devamını Oku »

Lozan ve Petrol

Lozan ve Petrol

Üstadım, efendim, rahmetli "Şeyh ül Muharririn" Refi' Cevad Ulunay Lozan Konferansı sırasında oradaymış... Fakire bizzat anlattı... Bir gün İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur aracılığı ile kendisine şifahen şöyle bir mesaj göndermiş. "Refi’ Cevad Bey bize muarızdır (karşıt) biliyoruz... Ama bu bir memleket meselesidir, kendisinden bir ricamız var... İngilizler'e yakınlığı dolayısı ile onların fikirlerinden haberdardır.... Acaba sulh için fedakarlık yapacaklar mı? Musul mes'elesinde direnmede tereddütlüyüz. İngilizler nasıl bir tavır takı­nacaklar bize bildirebilir mi?" demiş. Mesaj tabiyatı ile Dr. Rıza Nur aracılığı ile Refi' Cevad Beye ulaşmış... Soyadı Kanunu’ndan sonda adı "Ulunay" olan ve yakın zamana kadar pek çok kişinin yazılarını eski Milliyet'te zevkle okuduğu Refi Cevad Bey, İsmet Paşanın bu arzusunu kendi deyimi ile memleket açısından olumlu bulmuş ve İstanbuldan tanıdığı Rumbolt ile görüşmüş... Rumbolt O'na, "Majestelerinin hükümeti hangi şartlar altında olursa olsun sulh yapmak istemektedir..." demiş. Bunun üzerine Refi Cevad Bey koridorda acele Rıza Nur Beyi bularak durumu iletmiş ve "Aman direnin Musul petrollerini kaçırmayalım... İngilizler yorgun..." demiş. Demiş ama lafını kimseye dinletememiş.... İsmet Paşa tarihe geçen ağırlığı ile meselenin anhasını minhasını kavrayamamış... Ünlü "Lozan kahramanı" Musul petrolleri üzerindeki hak­larımızın, sıcak sulara inmiş Kuzey Buz Denizinin dağlan gibi eriyip yok olduğunu görememiş...

Şimdi Efendim! başta Sayın İnönü'nün oğlu İkinci İnönü olmak üzere, Türkiye'de yaşayan her Türk; sabahlan işine giderken, arabasına koyduğu ben­zinin her damlasında, “İsmet İnönünün" Lozan macerasını hatırlasa yeri değil­mi?

İşte size Lozan'la ilgili, kayıtlara geçmemiş, gizli kalmış, konferans binasımn koridorlarında kaybolmuş bir hatıra...

Lozan dendiğinde "petrol" hatırlansa doğrudur bence... Zira hem o zaman, hem bu zaman Ortadoğunun en büyük çilesi bu "taş yağından" geliyor... Keşke çıkmasaydı da bunca ahali-i Müslimin, bunca kınma, kesime uğramasay-dı...

İstanbul'da Kadıköy'de, Moda burnundan az ötede bir köşede, eskiden iki katlı, şirin, ağaçlıklar içinde bir yapı vardı... Şimdi yıkıldı, yerine sırnaş, yılışık apartmanlar yükseliyor...

Burası Lozan Kulübüydü...

Bütün Halk Partililer orada toplanırdı... Eskisi yenisi, devletlisi devlet­sizi... Düşmüşü kalkmışı... İyisi kötüsü...

İsmet Paşa her yıl Lozan gününde oraya gelirdi... Hatıralar anlatmak için... Fakir de peşini bırakmaz resmini çekmeye çabalardım.

Ah... Ne olurdu... Şimdiki aklım olsaydı da Paşaya bir çift soru sorsaydım...

Paşa, deseydim... Kuveytte petrol kuyularını İngilizlere kaptıran Mahmut Şevket Pasa'dan ne farkın var... Acaba dışarda benzin kaç para biliyor musun? Ey "Lozan"ın ulu kahramanı... Ey "Türkiye Cumhuriyetinin" Misakı  Milli Paşa'sı...

Acaba Paşa bana cevap verebilir miydi?

Yoksa o vakitler yaptığı gibi gidip dünürü, armatör Sohtorig'in Maltepe’deki yalısından, Marmara'nın o zaman henüz kirlenmemiş sularına ’'Çivileme” yapmayı mı tercih ederdi...

Dinince dinlensin... Hey "ulu kahraman..." hey...

Nezih Uzel- Zaman, sh. 3
Devamını Oku »

İsmet Bozdağ ''Gazi ve Latife'' Kitabından Bölümler

İsmet Bozdağ ''Gazi ve Latife'' Kitabından Bölümler

Artık Mustafa Kemal Paşa iyice bezmiş, uğraşmaktan yorulmuştu. Bir çok akşamlar, Çankaya'ya da gitmiyor. Ziraat Okulundaki dairesine çekilerek arkadaşları ile sohbet ediyordu. Latife ile pek az karşılaşıyorlar, elverdiğince az konuşuyorlardı. Bu tedirgin ve çekingen düzen, sıcak bir ağustos gecesinde altüst oldu. Mustafa Kemal Paşa, yemeği dışarda yemiş, köşke geç dönmüştü.  Çankaya'nın kapısı önünde genç subaylar ve askerlerle konuşuyordu. Onlara ' sorular soruyor, aldığı karşılıklarla zeka ve bilgilerini yokluyordu. Birden Latife, üst katın balkonunda göründü. Ateş püskürttüğü her halinden belliydi:

-Kemal, buraya gel! Mahalle arkadaşlarınla yarenlik bitti şimdi asker­lerle mi içli dışlı oluyorsun? Buraya gel diyorum! Gazi sustu! Latife sustu! Çankaya sustu! Her şey ve herkes sustu! Bu susuş, fitili yanan bir dinamitin ses­sizliğine benziyordu. Mustafa Kemal Paşa, ağır adımlarla içeri girdi. Çalışma odasına geçti. Telefonla, Salih ile Kılıç Ali'nin hemen buldurulmasını istedi, öfkesinden mosmor kesilmişti. Boğulacak gibiydi. İnsanların, nasıl cinayet işlediklerini şimdi çok iyi anlıyordu. Kanapeye uzandı. Bütün hayatı, bir uçtan bir uca gözlerinin önünden geçiyordu: "Hata ettim, -diye düşündü- Bu kadınla evlenmekle hata ettim! Bu, kadın değil, bir canavar! Kezzap gibi, kendisine de başkasına da zararlı bir mahluk bu! Oyun bitmeli artık!"

Madam Gaulis, Latife'yi dikkatle inceliyordu: "Apaçık görünüyor ki, diye düşünüyordu bu kadın, yumuşak ve akıllı bir eş... Mustafa Kemal Paşa gibi 1kontrol altına alınması güç bir kuvvet ve kudrete çarpmadan, çatışmadan onunla - birlikte yürümesini bilebilecek seyrek kadınlardan biri... Ama acaba hangisi, ilk önce kendisini karşısındakine kabul ettirebilecek!... Şu günlerde, çetin bir boğuşmanın içinde olsalar gerek....

Mustafa Kemal Paşa, Latife'yi dinlerken, hayatına değip geçmiş bazı ince kadınları, Korin'i, Mitti’yi, Mara'yı, Fikriye'yi düşünüyordu... Ne tuhaf bir rastlantıydı bu. Latife'de, Karin'in, yararlı olmak hevesi; Mitti'nin, sevecenliği, Mara'nın anlayışı, Fikriye'nin büyük saygısından bir şeyler vardı. Fakat bu kadınların hiç biri, karşısında dikilmemiş, isteklerine direnmemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa bugüne dek, her istediğini her zaman almasını bilmiş, engelleri aşa­bilmişti de, ilk kez, bu çitlenbik gibi ufak tefek kızcağız direniyor, son ölçüde saygılı görünerek mesafe koyuyor, aradaki mesafeyi kapatmayı, evlilik şartına bağlıyordu.

* * *

Latife, gözlerini yere kaydırarak konuştu;

-Annemle babamı Çankaya'ya çağırdığım zaman, ne olmuştu? Siz beni boşayamazsınız!....

Mustafa Kemal Paşa hayretle Latife'nin yüzüne bakıyordu; -Boşayamaz mıymışım? Neden boşayamayayım?

-Çünkü, Mustafa Kemal Paşasınız! Çünkü, Cumhurbaşkanısınız'.Çünkü bütün yurda ve dünyaya, boşanma sebeplerinizi açıklamak zorun­dasınız!... Latife baklayı ağzından çıkarmıştı. Gazi, Latife’nin neye güvendiğini öğrenince adeta zorla gülümsedi:

-Hiç kimseye, hiç bir şeye açıklamak zorunda değilim. Yeter ki boşanmaya karar vermiş olayım. Şu zilin düğmesine basarım; genel sekreterim Tevfik beyi (Bıyıkoğlu) çağırırım. Anadolu ajansına iki satır yazı not ettiririm: "Gazi, Latife hamından ayrılmıştır" derim, olur biter...

Salon, kısa zamanda dağıldı. Yalnız Salih (Bozok), Kılıç Ali, Başyaver Rusuhi, yaver Muzaffer, bir de Rize Milletvekili Rauf kalmıştı. Az  sonra Mustafa Kemal Paşa'nın dairesinden Latife'nin sesi çın çın ötüyordu. Çılgınca şeyler söylemekteydi:

-Yol boyunca kadınları boynuna sarılıp öptüğün yetmedi de, şimdi de  Ordu Kumandanlarının kanlarını mı baştan çıkaracaksın!... Utanmıyor musun?.. -Sus, diyorum, sus!.. Elimden bir kaza çıkacak!..

-Susmayacağım! Dünyanın sonu olduğunu bilsem, yine susmaya-cağım!... Bıktım artık bunlardan, bu rezaletlerden!

-Sus diyorum Latife!.. Sabrımın sonuna geldim!...

-Susmuyorum... Öldürecek misin?.. İşte buyur, öldür!.. Susmayacağım!

İsmet Bozdağ,Gazi ve Latife
Devamını Oku »

Din İşi Mi,Devlet İşi Mi ?

Din İşi Mi,Devlet İşi Mi ?

Müslüman kendi basit, yalınkat isteğini batılı biri sana belki rahatça anlatabilir ama, sonradan ba­tılılaşmış insana aynı rahatlıkla anlatması o kadar kolay değildir.

Batı insanı, İslâm’ı reddederken bilinçli bir tutum içindedir. Batılılaşmış insanın tutumuysa, sadece bir kör inanç halinde belirmektedir. Batılı, neyi, niçin reddettiğinin bilincindedir. Batılılaşmış insansa sade­ce anlamadığı için reddetmektedir. Fakat anlamak için en küçük bir heves belirtisi de göstermemektedir.Batılılaşmış insanın zihniyetinin temelinde, dinle dünya işlerinin birbirinden ayn olduğu hususunda değişmez bir ön yargı vardır. Onun bu kuruntusudur ki, olayı anlamasına engel olmaktadır.

Durum ayrıca batılılaşmış insanın zihni karışık­lığıyla ilgili bir hadisedir. Bu insanın öncelikle İslâm hakkında fikri yoktur. Bu bir yana, hıristiyanlığı da bilmez. Dahası, batı âleminde «din» denildiği zaman sadece hıristiyanlığm murad edildiğinin farkında de­ğildir. Bunun farkında olmadığı için de, batılılar din­ den bahsedince, bunu bütün dinleri kapsayıcı bir ger­çeklik sanır. Bu yüzden anlamını kavrayamadığı bu gerçekleri, bilmediği İslam’a uygulamaya kalkışır ve sonuç olarak da şaşırıp kalır.

Öyleyse "Miislümanca" olanın "dini" olanın ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Acaba bir Müslüman için dini olmayan, dini sayılmayan bir görev olabilir mi?

Günümüzde bir Müslümana onun dini görevlerini hatırlatmak, adeta dini görevlerimizin bu dünya ile ilgisi bulunmayan, daha doğrusu bu dünyamn dışında kalan bir takım işlerle meşgul olmasını söylemek gibi bir anlama gelir olmuştur. Kendisine "dini görevleri" hatırlatılanlar da, durumu böyle algılamak­ladırlar.

Oysa Müslümanın gerek bu dünya için çalışmasının, gerek öte dünya için çalışmasının dinin hükümleriyle sınırlı bulunduğu kavranacak olursa, bir müslüman için dini olanın dışında bir görev bulunamıyacağı kolaylıkla anlaşıla­bilir sanırım.

Acaba bir Müslümanın sokakta takındığı tavır mı dinin dışındadır? Yoksa tırnağını keserken mi dinin dışında bir iş yapmaktadır? Otururken, kalkarken (örtünürken, günlük ekmeğini kazanırken, uyurken, uyanırken, yemek yerken,susarken, konuşurken, savaşırken, temizlenirken, velhasıl en küçük ayrıntısından en hayati işlerimize kadar hangi amelimizde dinin emirleri dışında bulunabilir ve hangi işimizi dinî saymayabiliriz?

Dini görevlerimiz" diye söylenen bu sakat söz Batılı düşünce tarzının Müslümanların hayatındaki çarpık yansımalarından biridir. Batı aleminde, bu günkü Batı kültürü içinde buna benzer ayrımlar yapmak artık tabii hale gelmiştir. Bilimle din, ahlakla din, hukukla din hep ayrı ayrı mütalaa edilmekte­dir. Hatta bilim ahlakı ile din ahlakı gibi ayırımlar bile yapılmaktadır.

Oysa bu ve buna benzer her türlü ayrımın İslami bağlamda yeri olmaya­cağı bellidir. Bilim ahlakını din ahlakından ayrı tutmaya titizlik gösteren Batı kültürü, bugün öyle bir "bilim" geliştirmiştir ki, bu bilimin hasılası diye bakılan "teknoloji" tabiatı tahrip etmeye yönelirken bilimin kendisi de dini telakkiye muhalif olmayı adeta varlığının temel hikmeti diye kabul etmektedir.

Bizim dini görevimiz nedir? "Dini görevlerimiz" diye konuşanlar, belli ki, bununla sırf ibadetlerimize ilişkin hususları kastetmekte, diğer muamelelerimizle ilgili hükümleri bunun dışında tutmak istemektedirler. Böyle bir ayrımın  ancak Batı'nın "secular" telakkisine uygun olduğunu tekrarlamaya gerek yok.

Aslında bu gün bizim belki de en önde gelen "dini görevimiz" dini hükümlerin bize kazandırdığı zihniyeti, telakki tarzını her şeye hakim kılmaktır. Yani bugün cari bulunan "bilimsel zihniyeti" esas kabul edip bu zihniyetle dine bakmak değil, fakat bilime, ahlaka, her şeye dinin bize kazandırdığı ve bu bakışı hakim kılmak başlıca görevimiz sayılmalı. Ayrıca dini, hayatın herhangi bir şubesi olarak değil, fakat bütün hayatı kapsayıcı bir fenomen diye görmek de dini görevimiz sayılmalı. Bir müslüman için dinin dışında sayılabilecek hiç bir görev yoktur.

Böylece bilim, ahlak, hukuk vb. her şey dine göre bir anlam kazanır yoksa din onlara göre değil....

Rasim, Özdenören, Denemeler, sh.34-35.
Devamını Oku »

İslam,Vasat Olanı Öngörür

İslam

İslam, vasat olanı öngörür. İki veya daha çok şeyin vasatisi (ortalaması) ile vasat olanı birbirine karıştırmamak lazım. Vasat (orta) kendi başına varlığı olan müstakil bir doğrunun adı iken; vasati, birden çok şeyin birbiriyle telif edilmesinden ortaya çıkan bir sentezdir. Ama böyle bir sentezle vasat olan şey hiç de birbiriyle tetabuk etmiyebilir. Vasat hemen hemen her zaman, bu sentezin dışında kalan bir yer işgal edebilir.

……

İslam'daki faiz yasağı, kendi dışındaki ölçüler hesaba katılarak veya o ölçülere nisbet edilerek konulmamıştır. Faizin yasak oluşu, İslam'ın öngördüğü diğer bütün hükümlerle birlikte mevcuttur. Ve bu hükümlerin tümü bir arada mütalâa edildiğinde öngörülmüş olan "vasat"ın mahiyeti anlaşılır. Şöyle söyleyelim; faizin haram, ticaretin helal kılınması, hiç bir zaman, kapitalizm ile komünizmin belli hükümlerinin sentezi olarak düşünülemez.

Komünizmde faiz yasağı varsa, bu basit olarak komünist sistemde özel mülkiyete, dolayısıyla özel ticarete yer olmaması mantığından çıkmaktadır. Keza kapitalizmde ticaretin serbestçe icra edilmesi, bu sistemdeki özel mülkiyet hakkının mantıki bir sonu­cudur. Öte yandan, komünizmde ticaret yapabilen kimse, sistemin tabiatı icabı elinde bulundurduğu ticaret metaını meşru olmayan bir yoldan edinmiş demek­tir. Dolayısıyla, faizle ticaret yapan kimse, sistemin kurallarına iki kere karşı gelmiş olmaktadır (hem ticaret yapması, hem faizli işlem yapması bakımından). Özel mülkiyete ve onun bütün sonuçlarına katlanmayı gerektiren bir sistemin (kapitalizm) ifratıyla; yağmurdan kaçanın doluya tutulması anlamında, bu aşırılıklara set çekme adına ortaya çıkmış başka bir sistemin (komünizmin) tefriti, bizi kaçınılmaz olarak bu iki aşırının telifine götürmez. Götürse, bulu­nacak yol "vasat" olmaz, belki vasatide kalır. Günümüzde, kapitalist ve sosyalist dünyalar, bu vasatiyi bulmanın çabasındadır, yoksa vasat olanı değil...

Şimdi mesela hastaların duasının kabul edileceğine dair bir vaat var diye, kimseden hasta olması için gayret sarfetmesini isteyemeyiz. Abes olur. Nice sıhhatli kimselerin yoldan çıkmasına da sağlıklarının yol açtığı bildirilmektedir. Demek ki mesele hasta veya sağlıklı olmada değil, içinde bulunduğumuz hal ne] olursa olsun, o hal içinde Allah'ın rızasını gözetebilmektedir.

Müslümanlara ilim emredilmektedir. Ama öte yandan bir Hadisi Kudside "Nice alim vardır ki onları ilim bozmuştur" denilmektedir.

Burada dikkat edilecek husus, bize emredilen herhangi bir hükmün, aynı zamanda mefhumu muhalifiyle de harekete mezun olup olmadığımızdır. Mesela Müslümanlara fakirlikten kaçınmaları emredilmektedir fakat biz bu emrini mefhumu muhalifine bakarak demek ki zengin olmak için çalışmalıymışız gibi bir sonuca varırsak, pek muhtemeldir ki, bir yanlışa düşeriz. Çünkü fakirlik korkusuyla cimriliğe düşmek, takvadan uzaklaşmak da mümkündür.

Elimizdeki araçlar bizim onu kullanış amacımıza göre bir değer kazanır. Musa Peygamberin asası da asaydı, sihir bazınki de... Ama biri bir emri yerine getirmek için kullanıyordu onu, diğerleri sihir için.

Keramet, mucize deynekte değil, onu kullanan adamda ve o adamın niyetlerindedir. Ama sen o deyneği sihirbaza benzemek, onu taklid etmek için kullanıyorsan ölçüyü, vasatı kaçırdın demektir. Yani sihirbaz deynek kullanıyor  diye senin deynek kullanmaman gerekmez. Sende deynek kullan, ama sihir yapmak için değil. Çünkü niyetin sihir yapmak içinse, eline illa deynek almak da gerekmez, bir şapkayla da yapabilirsin onu.

Mesele şudur: İslam'ın bir inanış ve yaşayış tarzı olarak bize öngördüğü hükümlerle amellerimizi icra ederken, bu hükümlerdeki hikmeti İslam'ın bütününü gözeterek anlamaya çalışmalıyız.

İslam'ın hükümlerini, gene İslam'ın emrettiği vasat'ı gözeterek uygula­malıyız. Bize bir hükmün uygulanmasında ne kadar katı olmamız emrediliyorsa o kadar katı olmalıyız; daha fazla değil, daha eksik de değil. Yoksa ifrata veya tefrite düşme tehlikesi önümüzdedir.

Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler,sh.129-132
Devamını Oku »

İslam Disiplini

islam Disiplini

İslam, kişinin özel çalışma, mülkiyet ve miras haklarını tanırsa da bu haklar, liberal, kapitalist ekonomide olduğu gibi sınırsız değildir. Din ve ahlak  kurallarıyla gereğinde İslam devletinin karışmasıyla bu haklar bir disiplin altında tutulur. İslam devleti basit bir devlet değildir. Kişinin temel haklarına dokun-masa da, o hakların kullanılmasını toplum yararına sınırlandırabilir, ona yön  verebilir. Zaten, müslüman, aldığı din ve ahlak ruhuyla kendiliğinden bu hakları  müslümanların ve insanlığın yararına kullanacaktır. Müslümanın kişiliği oluşurken onun ruhuna mutlak hak sahibinin Allah olduğu pisikolojisi yerleşe­cektir. Müslüman tüccar, metre veya arşınını, müslüman bakkal terazisini kul­lanırken, meleklerin olanı, olduğu gibi kaydettiğini ve Allah’ın kontrol ettiğini unutmaz. Bunu bilmeyen ve unutanlar varsa işte o zaman İslam devleti işe el koyar.

Sezai Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Struktürü
Devamını Oku »

Kötü Bir Dünyada İyi Bir Müslüman Olmak

Kötü Bir Dünyada İyi Bir Müslüman Olmak

Kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalınabilir mi? Bu soruyu şöyle de sormak mümkündür: İyi bir Müslüman kötü bir dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa halâ iyi bir Müslüman olarak yaşamakta olduğunu savunabilir mi?

Böyle bir soruyu sorarken akla gelebilecek şu ihtimali gözden kaçırıyor değilim: iyi bir Müslüman kötü bir dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa hala iyi bir Müslüman olarak yaşamakta olduğunu savunabilir mi?

Böyle bir soruyu sorarken akla gelebilecek şu ihtimali gözden kaçırıyor değilim: İslam'ın vahyedilmeğe başlandığı ilk yıllarda, Müslümanlar kötü bir dünyanın en kötü şartları altında en iyi Müslümanlar olarak kalabilmişlerdir.

Ne var ki, Asrı Saadet Müslümanlarının içinde yaşadıkları dünyaya karşı takındıkları tavırla günümüzde kendisine Müslümanım diyenlerin tavrı arasın­daki faik göz ardı edilmeyecek kadar Önemlidir.

Asrı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanları iyi kılan hususla günümüzde kötü bir dünyada yaşayan Müslümanlan kötü Müslümanlar haline getiren husus, onların kötü bir dünyaya karşı takındıkları tavırdan ileri gelmek­tedir.

Asrı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanlar kendilerini o dünyanın kötülüklerini sineye çekmek zorunda hissetmemişlerdi. Tersine, kötü bir dünyada yaşadıklarının bilincinde olarak o kötülüklere müdahale etmişler, bu yüzden yıllarca kötü bir dünyada yaşamış olmalarına rağmen iyi birer Müslüman olarak kalabilmişlerdir.

Günümüzdeyse belli bir kısım Müslümanlar, henüz kötü dünyada yaşadıkları huşunda yeterli bir bilinç düzeyine bile ulaşmış sayılmazlar.

Bir Müslüman, savaş esiri olarak içinde yaşadığı şartlara müdahale etmekten yoksun bir halde yaşarken bireysel olarak iyi bir Müslüman olarak kalabilir. Ama böylesine istisnai bir durumu elbette asıl ve kural diye kabul ede­meyiz.

Burada, kötülük denilen şeyin kıstası da verilmelidir. Kötülük İslam'ın emirleri ve yasaklan dışında kalan, yani İslam dışı olan her şeydir. Bu bakımdan kötülüğün ve iyiliğin ölçüsü tamamen genel (objektif)dir. Bize şahsen bir zararı dokunup dokunmaması bakımından indi ve keyfi olarak değerlendirip hakkında hüküm biçebileceğimiz bir şey değildir.

Esasen param olmadığı için bankaya para yatırmamışsam, böylece banka her hangi bir ilişki kurmamışsam kendimi faizin ortadan kaldırılması için mücadele ediyor diye farzedebilir ve neticede kötü bir dünyada iyi bir müslüman olarak yaşıyorum diyebilir miyim?

Namaz kılmama izin veren bir yerde ve mesela Almanya'da veya İngiltere'de veya Amerika'da yaşıyorsam, böyle bir müsaadeye bakarak iyi bir dünyada yaşadığımı ileri sürebilir miyim? Süremiyorsam ve sırf namaz kılmama müsaade edildiği için o toplumda İslamın emirlerini hakim kılabilmek için herhangi bir girişimde bulunmuyorsam kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak yaşayabildiğim söylenebilir mi?

Demek ki, kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalabilmem için kötülüklerin ortasında bile benim namaz, oruç gibi ibadetlerimi yerine getirebilmem faiz, fuhuş gibi yasaklardan kaçınmam yetmiyor. Aynı zamanda kötülüklerin ortadan kaldırılabilmesi için mücadelede bulunmam gerekiyor, aksi takdirde kötü bir dünyada sayılmayacak kadar çok iyi müslümanın bulunduğunu söyleyecektik, ama bu kadar iyi müslümanın yaşadığı bir dünyanın nasıl olup da iyi olmadığını izah edemiyecektik.

Not: Bu yazı, bir bakıma şu ayetin bir tefsiri olduğu için buraya almayı uygun gördüm: "Hz. Lokman: Ey oğlum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü önle, yasakla..." Lokman: 17

Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, sh.86-87
Devamını Oku »

Kadın, Cami ve Özgürlük





Kadın, Cami ve Özgürlük

İslam, insanı dünyaya geldiği ilk anda günahsız kabul eder ve ona günah işlemeden nasıl yaşayabileceğinin yolunu gösterir. Fıtratındaki kodlara uygun olarak kadını, kadın, erkeği de erkek olarak kalmaya davet eder.

Kendi olabilen kadın ve erkek, sahip oldukları farklılıklar içerisinde daimi ve izafi görev alanlarında varoluşlarının gereğini ifa ile sorumludur. Onlar, kendileri için aktivitede bulunur ya da önlem alırlar. İmanlarıyla ve amelleriyle önce kendilerinin yol emniyetini alır, sonra da tebliğ ile muhataplarının kurtuluşu için çalışırlar.

Erkek baba, kadın ise annedir. Bu yüzden ne kadın erkektir; ne de erkek kadındır. Fiziki durumları ve algılayışları itibarıyla farklıdırlar. Birbirleri üzerinde bu farklılıkları da hissederler. Bir erkek bir kadına, kadına baktığı gibi bakar. Bir kadın da erkeğe, erkeğe baktığı gibi bakar. Yani hiçbiri kadınlıklarından ve erkekliklerinden mahrum değillerdir.[1] Mahrum olmamalarının hukuki bir kimlik kazanabilmesi ya da memnunlar içerisinde mağdurlar sınıfı oluşmaması için her şeyi en doğru bilen yaratıcıları[2] onlar için mahremiyeti emretmiştir. Bir araya gelişleri belli ölçülerle kayıt altına alınmıştır. Buna göre her ikisi de gözlerini harama bakmaktan korurlar.[3] Kadınlar ziynetlerini açığa çıkarmaz[4], yabancı erkelerle çekici eda ile konuşmaz[5], yürüyüşlerine hayayı egemen kılar[6], açılıp saçılmaz,[7] üçüncü bir şahsın olmadığı yerde yabancı erkekle baş başa kalmazlar. İslam iki farklı cinsten oluşan insan gerçeğini bu çerçevede ele almış ve emirlerini bu gerçeklik üzerine bina etmiştir.

Tahrîru’l-mer’e

İslam, ailede son sözü söyleyen olması cihetiyle[8] bir adım öne çıkardığı erkeğe kadın üzerinde mutlak otorite vermemiş, onları birbirini tamamlayan iki unsur olarak görmüştür. İslam’ın, kadını sahip olduğu özelliklerle değerlendiren bu bakış açısı mustağriblerin “Tahrîru’l-mer’e(kadını özgürleştirme)” hareketinden ya da bizdeki “hocaya, kocaya, paşaya hayır!” ironisinden çok daha öncedir. “Kadın kadındır.” diyen İslam, bugün kadın haklarından bahseden modernizmden çok daha kıdemlidir.
MODERNİTENİN ÖNCÜLÜK ETTİĞİ “KADINI ÖZGÜRLEŞTİRME HAREKETİ”NİN TEMELİNDE KADINI KENDİSİ GİBİ GÖRMEYEN DİN VE İDEOLOJİLERE BAŞKALDIRI VARDIR.

Çünkü modernite, yegane kadınca yaşam tarzının kendisi tarafından önerildiğine inanır. Bu yüzden kendi anlayışına uymayan yaşam tarzlarını reddeder.

Kadını erkek hegemonyasından kurtarmayı vadeden modernite ataerkil yapıya karşı tepkisini ortaya koyarken ölçüyü kaçırdığından kadını yeni argümanların boyunduruğuna mahkum etmiştir. Koca hakimiyetinden kurtardığına inandığı kadını, sanayi devriminin ağır çalışma şartları ile gelen modern müstemlekeciliğe kurban eder.

İslam geleneği içerisinde kadın probleminin önemli bir yer işgal ettiğini düşünen modernistler, “kadını özgürleştirme” hareketinin gölgesinde kadın lehine(!) orta rezervli bir yenilenmeyi kaçınılmaz çözüm olarak görmüş ve kadınla alakalı içtihatların Kur’an-ı Kerim’in kadın tasavvurunu yansıtmadığını savunmuşlardır. Modernistler, Kur’an-ı Kerim merkezli bir arınma hareketiyle İslam geleneğinde egemen olduğunu iddia ettikleri erkekçe bakış açısının izlerinin silinebileceğini düşünmüşlerdir.

Özgürlükçü Dernekler
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde eş zamanlı olarak –özellikle- İstanbul ve Kahire’de kurulan dernekler vasıtasıyla “kadını özgürleştirme” hareketi kısmen kurumsallaşmıştır. Dernekler tarafından neşredilen mecmualarda İslam toplumunda kadının eve hapsedildiği, gerçekte ise şeriatın –adeta- kadının her yaptığına evet diyen “izinler manzumesi”nden ibaret olduğu vurgulanmıştır. Osmanlı Müdâfâ’a-yı Hukûk-i Nisvân Cemiye’tinin yayın organı olan “Kadın Dünyası” dergisi feminist söylemlerin egemen olduğu önemli yayın organlarından biriydi. Batı yanlısı bir yayın politikası izleyen bu derginin yazarları erkekten yana tavır aldığını düşündükleri İslam ulemasına karşı ortak dayanışma platformu oluşturmuşlardı.

İlerleyen yıllarda “Kur’an’da, ‘hadiste’ Kadın” gibi başlıklar altında geleneği tenkit üzerine ibtina eden ve yeni kadın imajının nasıl olması gerektiğini konu edinen eserler kaleme alınmıştır. Bu tür eserlerde –sıklıkla- ayetlerin siyak ve sibakından kopartılarak işlenmesi, rivayetlerin dar anlamda değerlendirilmesi, ulemanın bazı rivayetleri kadınlar aleyhine yorumladıkları gibi uç iddiaların[9] yer alması güvenilirliklerini tartışılır hale getirmiştir.

Kadın ve Ev

Kadının özgür olmasını savunan ve bu savunma ile zımnen de olsa İslam geleneğinde kadının tutsak olduğunu iddia eden modernistler, evini sadece ibâte için kullanan bir kadın modeli önermişlerdir. Bu yüzden fitne olacak durumlarda kadının camide ibadet etmesinin kerahetine işaret eden içtihatları dini ve akli temelden yoksun ve yanlı değerlendirmeler[10] olarak nitelemişlerdir.[11]

Kadın ve Cami

Kadının cami merkezli bir ibadet hayatının olması gerektiğini savunanlar, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Raşit Halifeler döneminde cami ile iç içe olan kadının, Emeviler döneminden itibaren cami ile münasebetinin giderek zayıfladığını, cinsiyet eşitliği prensibinden uzaklaşılarak sosyal, siyasal, ekonomik ve dini hayattaki konumlarının tekrar sorun haline getirildiğini iddia etmektedirler.[12]

Bu iddia şu cihetle tarihi gerçeklerle çelişmektedir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de mescidini inşa edince ona yakın olmak isteyen sahabe evlerini mescidin çevresine kurmuştu. Evlerin kapıları da mescide açılmakta idi.[13] Bu yüzden erkekler gibi kadınlar da her ne amaçla olursa olsun evlerinden çıktıklarında öncelikle mescide uğramak zorunda idiler. Bu durum kadınların mescit ortamında daha fazla bulunmalarını temin etti. Kadınların ibadetlerini camilerde yapması gerektiğini savunanların delil olarak ileri sürdüğü “bir kadın sahabinin namazda Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından ‘Kâf Suresi’ni ezberleyecek kadar camide yer alması” meselesi de Medine’deki bu ilk yerleşim şartları çerçevesinde gerçekleşmişti.

Medine döneminin ilerleyen yıllarında mescitle sosyal hayatın münasebeti değişince evlerin mescide bakan kapıları bizzat Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emriyle kapatılmıştır. Böylece kadınların cami ortamında yer almaları, yeni düzenleme ile sınırlandırılmıştır. Fakat Hz. Ömer (radiyallahu anh) devrinde teravih namazları cemaatle kılınmaya başlayınca halife erkeler için ayrı, kadınlar için de ayrı mekanda farklı imam görevlendirerek onların daha geniş katılımla cemaatle namaz kılmalarına imkan hazırlamıştır. Hz. Ömer’in bu uygulamasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kadınlar için camiyi ibadetten daha çok eğitim için kullanması başlıca etken olmuştur. Nitekim Ebû Said el-Hudrî’den gelen şu hadis bu hususu açıklamaktadır: “(Bir gün) Kadınlar ‘Ey Allah’ın Resûlü, erkeklerden bize meydan kalmıyor /galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?’ dediler. Rasûlüllah onlara bir gün belirledi. Kadınlar o günde Rasûlüllah’ın huzuruna gelir, O da onlara sohbet ederdi.”[14] Kadınların Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip “erkeklerden bize meydan kalmıyor/galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?” demelerinden, ‘erkekler her gün camiye devam ediyor, ilim öğreniyor ve dini meseleleri dinliyorlar. Biz kadınlar zayıfız, onlarla boy ölçüşemeyiz.’[15] gibi bir anlam çıkmaktadır. Allah Resulü’nün bu uygulaması kadınların mescidi genelde ilim tahsil etmek için kullandıklarını bildirdiği gibi beş vakit dahil diğer namazlar için sıklıkla camiye çıktıkları iddiası ile de çelişmektedir.

Kadın sahabilerin cemaate çıkmaları ile alakalı Tahavî şunları söylemektedir: “Kadınların namazgaha gitmeleri İslam’ın ilk yıllarındadır. Bundan gaye ise, düşman nazarında Müslümanları çok göstermektir.”[16] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye girmelerinin helal olmadığını söylediği hayızlı kadınların bayram sabahı namazgaha çıkıp arkada durmalarını teşvik etmesi de, bu “çok görünme” fikrini desteklemektedir. İlerleyen yıllarda Müslümanların kemiyet itibarıyla büyük kalabalıklara tekabül etmeleri kadınların cemaate iştiraklerinin gerekçesini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca kadınların mescidi amacı dışında kullanmaları da cemaatten geri kalmalarında etkili olmuştur. Konu ile ilgili Hz. Aişe şöyle demektedir: “Eğer Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınların (kendisinden sonra) mescitlerde neler ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları’nın kadınları gibi, o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.”[17]

Kadınlar Kapısı

Mescid-i Nebevi’nin başlangıçta kapılarından hiçbiri kadınlara tahsis edilmemişti. Camiye giden kadınların sayısında artış olunca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Şu kapıyı kadınlara tahsis etseydik.”[18] buyurmuştur. Allah Resulü’nün bu ifadesi delalet cihetiyle tahsis içermektedir. Nitekim ifadeden kapının kadınlara tahsis edilmesi gerektiğini anlayan Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) Efendimiz’in -kıblenin Kabe’ye çevrilmesinden sonra- Beyt-i Makdis yönüne açtırdığı bu kapıdan ölünceye kadar içeri girmemiştir. Eğer diğer sahabiler girdilerse bu ya namaz vakitleri dışındadır ya da onlar Allah Resulü’nden bu konudaki yasaklayıcı hükmü işitmemişlerdir.[19] Daha sonra Hz. Ömer (radiyallahu anh) Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından kadınlara tahsis edilen bu kapıdan erkeklerin girmesini bütünüyle yasaklamıştır.[20]

Hayır Nerede?
Müslüman kadının cami merkezli bir ibadet hayatı olması gerektiğini savunanlar, kadınların ibadet etmeleri için evlerinin camilerden daha hayırlı olduğu görüşünün bir temenni ya da konu ile ilgili hadislerin yorum farklılığından kaynaklandığını, bazı rivayetlerin kadınlar aleyhine yorumlandığını[21] dolayısıyla da kadınların camiye mesafeli durmalarını temin eden anlayışın dinî ve aklî temelden mahrum[22] olduğunu ileri sürmektedirler. Evin camiden daha hayırlı olduğunu tasrih eden Ümmü Humeyd hadisinin ise o sahabinin ailevi sorunlarına matuf olduğunu bu yüzden genelleme ifade etmeyeceğini iddia etmektedirler.

Gerçek şu ki kadınlar için evlerin mescitlerden daha hayırlı olduğunu bildiren hadisler yoruma ihtiyaç duyulmayacak derecede açıktır. Bu durum, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) eşleri başta olmak üzere diğer bütün kadın sahabiler tarafından da böyle anlaşılmıştır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşleri, cemaatle kılınan namazın ferdi olana nisbetle 27 derece daha faziletli olduğunu bilmelerine rağmen namazlarını mescit yerine, mescide bitişik olan evlerinde eda etmişlerdir.[23]

Ümmü Humeyd hadisi de iddia edilenin aksine genelleme ifade etmektedir. Kadınların ibadetlerini nerede yapmalarının daha faziletli olduğunu bildiren ilgili hadis şu şekildedir: “Odalarınızda kıldığınız namaz, salonlarınızdakinden, salonlarınızda kıldığınız binalarınızdakinden, binalarınızda kıldığınız da cemaatle kıldığınız namazdan daha faziletlidir.”[24] Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü Humeyd’e “Selâtuki/senin namazın” şeklinde değil de “salatükünne/siz kadınların namazı” diye hitap etmiştir. Konu ile alakalı bir başka rivayet ise şu şekildedir: Ümmü Humeyd, Allah Resulü’ne gelip, Onunla birlikte namaz kılmayı arzuladığını söyler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini anlayışla karşıladığını fakat –ona- odasında kılacağı namazın salondakinden, salondakinin binadakinden, binadakinin aile mescidinden, aile mescidindekinin de Peygamber mescidindekinden daha hayırlı olacağını söylemiştir.[25] Ümmü Humeyd’le alakalı bu rivayette de ailevi bir nedene işaret eden herhangi bir unsur mevcut değildir. Konu ile alakalı el-İsabe’deki rivayette ise Ümmü Humeyd bütün kadınlar olarak serzenişte bulunmuş ve “Ey Allah’ın Resulü eşlerimiz seninle birlikte namaz kılmamıza engel oluyorlar.” deyince Hz. Peygamber bütün Müslüman kadınlara hitaben, iç odalarda kılınan namazın diğer bütün mekanlardan daha faziletli olduğunu bildirmiştir.[26]

Kadın, Cami ve İrşat

Asr-ı saadet ve sonrası dönemlerde kadın, -iddiaların aksine- ihtiyaç hissetmesi durumunda cami ortamında yer almış, gerek çocukluk gerekse de yetişkinlik döneminde irşat hizmetlerinden faydalanmıştır. “Eşleriniz camiye çıkmak için sizden izin istediklerinde onlara engel olmayınız.” hadisi de bunda etkili olmuştur. Fakat tarihin hiçbir döneminde kadın, erkek gibi cami merkezli bir irşat ya da ibadet içerisinde yer almamıştır.

Burada göz ardı edilen bir husus var ki, o da Allah Resulü’nün “kadının camiye çıkmak için eş ya da velisinden izin alması” gerektiğini belirtmesidir. Kadının, camiye çıkmasının izne tabi olmasının zımnında daimi ibadet yerinin evi olduğu gerçeği de vardır. Bunun içindir ki eş ya da veli cami ortamının kadın için müsait olmadığı kanaatine sahipse ona izin vermeyebilir.[27]

Kadın ve Fitne

Müslüman kadını evinden çıkartıp, tahsil ve iş hayatında erkeğin “paydaşı” yapmayı hedefleyen anlayış, onun rahatsız olacağı ortamlarda bulunmasını “fitne” olarak niteleyen ulemaya “eğer fitne iki cinsin bir arada bulunması şeklinde oluyorsa, bunun bedelini sadece kadınlara ödetmek adalete aykırıdır.” diyerek itiraz etmektedir. Onlara göre, kadının “arz-ı endam”ının din adına engellenmesi anlamına gelen bu durum, modern dönemin müslüman kadını tarafından “tecrit” olarak algılanmaktadır. Konu ile alakalı N. Göle’nin, sözlerini naklettiği bir kadın şunları söylemektedir: “(Müslüman erkekler) Sadece haramları öne sürerek kadınları toplumdan soyutlamaya çalışıyorlar. Mesela Müslüman bir erkek, hanımını okula göndermiyor, (hanımı) otobüse binsin istemiyor. Hanımlar açısından haramları öne sürüyorlar… Şayet ben bu durumda Allah’ın emirlerini uygulamama noktasında kalıyorsam, bu erkek için de söz konusudur. Onun da otobüse binmesi sakıncalıdır.”[28]

İslam’ın kadını kadın, erkeği de erkek olarak değerlendiren bakış açısından mahrum olanlar eşitlik adı altında her alanda erkekle boy ölçüşen bir kadın kimliği oluşturmuşlardır. Ne var ki yapay olan bu kimlik, fıtrat realitesine aykırıdır. Nasıl erkek, sahip olduğu özellikler itibarıyla kadınla eşit olamıyorsa; kadın da erkekle eşit olamaz. Çünkü kadın daha duygusal ve kolay incinen, erkekse daha realist ve güçlü yaratılmıştır. “Ay kardeş” diye konuşan erkekle, muhatabına “gel buraya azizim” şeklinde hitap eden kadın tiplerinin garabeti eşitlik iddialarının ne derece havada kaldığını açıkça göstermektedir.

 

Cuma namazının erkeklere farz olması, bayramın da cuma kimlere farz ise onlara vacip olması, ayrıca vakit namazlarına sadece erkelerin devam etmesi geleneği, mazeretsiz olarak gelemeyenlerin Allah Resulü tarafından sert bir dille ikaz edilmeleri göstermektedir ki, camiye devam etmesi mutlaka gerekli olanlar erkeklerdir. Bu durumda “fitne” ifadesinden hareketle kadınlar gibi erkeklerinde camiye çıkmalarını tartışmaya açmak, camiyi erkek için daimi ibadet yeri olarak belirleyen Kur’an-ı Kerim ve sünnetle çelişmektedir.

İslam kadına ev, erkeğe ise cemiyet merkezli bir hayat öngördüğünden kadının ev dışı ortamlarda bulunmasını arızî kabul etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim kadınlara “Evlerinizde vakarınızla oturun.”[29] derken erkeklere “yerin sırtlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin.”[30] diye emretmektedir. Buna göre kadın, merkezi yaşam yeri olan evinden cemiyete beli ihtiyaçlar için çıkar ve çıkarken şu hususlara riayet eder: “Eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki kalbinde maraz bulunanlar kötü ümide kapılmasınlar. Sözü ciddi ve güzel söyleyin. Vakar ve haşmetinizle evlerinizde oturun. Cahiliye dönemi kadınlarının kırıla döküle ziynetlerini göstererek yürüdükleri gibi süslenip yürümeyin.”[31] Bu uyarıları dikkate alan fakihler ayetten hareketle şöyle bir hükme varmışlardır: “Allah Teala’nın kadınlara, dışarıya çıkmaya ihtiyaçları olmadığı durumlarda evlerinde oturmalarını emretmesi, boş boş dolaşmalarını da yasakladığı anlamına gelmektedir.” Çünkü kadının ahlakî kriterlere riayet etmeden sokağa çıkması fitneye sebep olur.[32]

Bu ifadelere dayanarak fakihlerin kadınları “fitne” olarak nitelediklerini söylemek maksadını aşan bir yorum olur. Çünkü fakihler bizzat kadınlara “fitne” demiyor, sadece cami vb. mekanlara çıkmalarının fitneye sebep teşkil edeceğini söylüyorlar. Metin ve şerh kitapları bütüncül bir bakış açısıyla okunduğunda bu incelik gözden kaçmayacaktır. Ayrıca İslami literatürde “fitne” sıklıkla “imtihan” anlamında kullanılmaktadır. Nitekim Yüce Allah “Şüphesiz mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer fitnedir/imtihandır.”[33] buyurmaktadır. Buna göre fakihlerin “fitne” ifadelerinden kadınların aşağılandığı hükmünü çıkarmak ayete aykırıdır. Ayrıca “fitne” kelimesi ile kadınların aşağılanması hedeflenmiş olsaydı, kadınların ümmetin çoşkusuna ortak olma ve kalabalık görünme gibi gayelerin söz konusu olduğu bayram namazlarında namazgahlarda yer almalarına sınırlama getirilirdi.

Hadislerin Kadınlar Aleyhinde Yorumlandığı İddiası

Modernistler, Müslüman kadının evinde ibadeti camiye tercih etmesinin, ulemanın onu akıl ve din açısından eksik bir varlık olarak tanımlayan bazı rivayetleri Allah Resulü’ne isnat etmesi ve ilgili rivayetleri kadınlar aleyhinde yorumlaması[34] neticesinde oluştuğunu iddia etmektedirler.

Modernitenin buyurgan aklının erkekle esaslı fiziksel farklılığa sahip olan kadını, erkeğin olduğu her yerde var olmaya çağırması, bazı Müslümanları mesnetsiz bir şekilde sahih hadisleri inkar gibi uç açılımlara “evet” diyebilen bir anlayışa esir etmiştir.

Kadını misyon ve vizyon itibarıyla doğru anlayabilmek ancak onu Allah Teala’nın yarattığı koordinatlar çerçevesinde tanımakla mümkündür. Buna göre derin bir haya mevzuu olan kadın annelik vazifesini asıl kabul etmesi şartıyla –her nevi imamlık hariç- cemiyetin bütün noktalarında görev alabilir.[35] Fakat bu, onun erkelerle aynı özelliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Hadisenin bu boyutuna vakıf olanlar kadının din açısından eksik olduğunu bildiren hadis-i şerifin İslam’ın özüyle çatışmadığını da göreceklerdir. Nitekim Allah Resulü ilgili hadiste geçen kadının dininin eksikliğinin nedenini; “hayızlı halinde namaz kılmayıp, oruç tutmaması”[36] olarak açıklamıştır.

Kadının hayız hâlinde namaz kılmayıp oruç tutmaması erkeğe nispetle bir eksikliktir. Fakat bu eksiklik zannedildiği gibi kadın adına bir nakısa değildir. Bilakis bu durumda kadın namaz ve orucun haram olmasını dikkate alıp haramı terk ettiğinden sevap kazanmaktadır.[37] Yani bu durum, kadının bir zafiyeti değil bilakis sevap kazanmasına vesile olan nevi şahsına münhasır bir özelliğidir.

Sonuç

Camiler, asr-ı saadetten günümüze kadar tüm Müslümanlar için ibadet yeri olmanın yanında daha bir çok amaç için de kullanılmıştır. Hicretin ilk yıllarında Mescid-i Nebevi etrafında kurulan evlerin kapıları mescide açıldığından, -birçok amaca ilaveten- mescit, bir de geçiş yolu işlevi görmüştür. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı ilk yıllarda kadınların mescitle münasebeti sonraki yıllara nispetle daha yoğun olmuştur.

 

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine döneminin ilerleyen yıllarında erkekler için cami, kadınlar için de ev merkezli bir ibadet hayatını teşvik etmiş; özürsüz olarak cemaate gelmeyen erkekleri ikaz ederken, kadın sahabilere evlerinin iç odalarında ibadet etmelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını buyurmuştur. Bunun içindir ki, Peygamber Mescidi’nin kadın cemaati gün geçtikçe azalmış, evleri mescide bitişik olan peygamber eşleri de namaz için mescide çıkmamışlardır.

Müslüman kadınlar efdal olan evde ibadeti, mübah olan camide ibadete tercih etmişler, mescit olarak evlerini kullanmışlardır. Fakat dışarıda bulundukları zamanlarda da vakit namazlarını camilerin kadınlara mahsus bölümlerinde eda etmişlerdir.

Hadiseye naklî ve aklî esaslar yerine “erkeğe bedel ödetme” gibi tepkisel olarak yaklaşanlar, konunun eleştirel değerini artırabilmek için mevcut kadın-cami münasebetini var olandan farklı gösterme gayreti içerisine girmişlerdir.

İddiaların aksine, kadın asr-ı saadetin son yıllarına oranla günümüzde camide daha fazla bulunmaktadır. Nitekim teravih namazlarını camilerde kılmakta ve uygun şartlar oluştuğunda da cuma ve bayram namazlarına katılıp ümmetin ortak sevincine tanıklık etmektedir.

Kadınların vakit namazlarını camide kılmaları noktasında ısrarcı davranan, Cuma namazının onlara da farz olduğunu savunanlar[38] nassa aykırı görüş bildirdikleri gibi toplumun sosyolojik durumunu da göz ardı etmektedirler. Günümüzde birçok köyde vakit namazları ya hiç ya da bir iki cemaatle kılınmaktadır. Buna göre erkek cemaat olmayan kırsal kesimdeki bir camiye gelen kadın imamla baş başa namaz kılacaktır. Bu durum, İslam’ın öngördüğü kadın erkek münasebetine aykırı olduğu gibi, kötü niyetli insanların istismarına da zemin hazırlayacaktır.

Batı medeniyetinin kadın sorununu genelleştirip, İslam’la aynileştirmek ne kadar yanlışsa, ondaki sorunlardan kaynaklanan özgürlük arayışlarını, İslam bünyesinde var farz edip, eğitimden ibadete kadar kapsamlı bir tahrîru’l-mer’e projesi yürütmek de o kadar yanlıştır. Bu durum sağlam vücudu ilaçla tahrip etmeye benzemektedir.[39]

Dipnotlar:

[1] İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, Şule Yay., İstanbul, 1999, s. 115.

[2] Bkz. Mülk(67): 14.

[3] Nûr(24): 30-31.

[4] Nûr(24): 31.

[5] Ahzâb(33): 32.

[6] Kasas(28): 25.

[7] Ahzâb(33): 33.

[8] Nisâ(4): 34.

[9] Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, Çev: O. Özel, H. Koyukan ve K. Emiroğlu, Ayraç Yayınları, Ankara 1998, s. 211–212.

[10] Bkz: Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1969, V, 55; Şemseddin es-Serahsî, el-Mebsud, Beyrut, 1982, II, 20-25; Abdulkerim Zeydan, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e, Beyrut, 2000, I, 268-269.

[11] Bu makalede İslam, kadına ibadet mekanı olarak nereyi uygun görmektedir. Kadın için daha hayırlı olan cemaatle mi yoksa evinde mi ibadet etmesidir. Bu noktada ulema iddia edildiği gibi ayet ve hadislere rağmen bir sınırlandırmaya gitmiş midir? gibi sorulara cevap arayacağız.

[12] Fıkhın kolaylaştırılmasını talep edenlerin açılımları hep bu şekilde başlar. Allah Resulü’nün kolaylaştırdığı dinin sahabe tarafından bir parça zorlaştırıldığı, tabiunun da dini sahabeden daha zor hale getirdiği ve bu durumun günümüze kadar artarak devem ettiği iddia edilir. İddianın vakıaya aykırı olduğunun en önemli göstergesi hadislerin fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere kaynaklık etmesidir.

[13] Bkz. Eb’u Davûd, Tahare 93.

[14] Buharî, İlim 36.

[15] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, II, 202.

[16] Aynî, a.g.e., III, 404.

[17] Buharî, Ezan 163.

[18] Ebû Davûd, Salât 16.

[19] Mahmud Muhammed Hattab es-Sübki, el-Menhelü’l-Azbü’lMevrûd, Beyrut, ty., IV, 72. Yani böyle bir tahsisten haberdar değillerdir

[20] Bkz. Ebû Davûd, Salât 17.

[21] Bkz: Karen Armstrong, a.g.e., s. 211–212.

[22] Bkz: Ignaz Goldziher, “İslâm’da Eğitim”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara, 1988, s. 90.

[23] Bkz. Zeydan, a.g.e., I, 212.

[24] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, Beyrut, 1994, VII, 311.

[25] İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Esmai’l-Ashab, Beyrut, 2002, II, 580.

[26]Hadis metni için bkz. İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1995, VIII, 383; Konu ile ilgili hadisler için bkz. Ebû Davud, Salat 53; Tirmizî, Reza’ 18; Ahmed, Müsned, II, 297-301, VI, 371.

[27] Zeydan, a.g.e., I, 214.

[28] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, İstanbul 1994, s. 123.

[29] Ahzâb(33): 33.

[30] Mülk(67): 15.

[31] Ahzab(33): 32-34; Allah Resulü’nün eşleri ile ilgili nazil olan bu ayetler bütün Müslüman kadınlara hitap etmektedir.

[32]Bkz. Alauddin Ebubekr el-Kâsânî, Bedâiu’s-Senâi’, Beyrut, 1997, II, 338.

[33] Teğâbun(64): 15.

[34] Bkz: Savaş, Hz. Peygamber (s.a.v.) Devrinde Kadın, s. 46.

[35] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve selem) uygulamasına baktığımızda kadına toplumsal anlamda ciddi roller yüklendiği görülmektedir. Kadın sahabiler, “ev merkezli” hayatları içerisinde cemiyetin bir çok ünitesinde görev almışlardır. Ümmü Atiye Efendimizle 7 gazveye katıldığını bildirmektedir. Hz. Aişe ve Ümmü Süleym Uhut’ta görev almıştır. Hayber kuşatmasında ordunun içerisinde altı tane kadın sahabi vardır. Nesîbe binti Ka’b Uhut’ta Allah Resulü’ne muhafızlık yapmıştır. Ümmü Haram Kıbrıs’ta şehit düşmüştür.

[36] Buharî, Hayz 6.

[37] Aynî, a.g.e., III, s. 403.

[38] Süleyman Ateş.

[39] Urfa’lı bir taksi şoförünün ilahiyatçı olduğunu öğrendiği bir arkadaşa söylediği şu sözlerin doğruluk payı ne kadar da yüksektir: “Kardeşim! Allah aşkına dinimizle uğraşmayı bırakın!”

 

İhsan Şenocak Hoca'nın ''Kadın,Cami ve Özgürlük'' İsimli Makalesinden...

Devamını Oku »