Dünyayı Aldatan İlim Adamları

 

Dünyayı Aldatan İlim Adamları

Doç. Dr. Sefa SAYGILI

Bu yazımızda yaşadıkları 19. asırda fikirleri büyük revaç görmüş ve hakikati buldukları zannedilerek din gibi benimsen­miş; fakat aradan geçen kısa süreler bile onları yalanlamaya yet­tiği için terk edilmiş bazı şahısları ele alacağız.

Dünyayı aldatanlar listesinde yer almaya layık gördüğümüz bu isimlerin birçok ortak özellikleri mevcut:

Çoğu sıkı Hıristiyanlık eğitimi görmüş, fakat bu bozulmuş din onları tatmin etmediği için ateizmi seçmişler. İslâmiyeti bil­memekteydiler ve Hıristiyanlığa karşı çıkmalarına karşılık, İslâmiyet aleyhine tek bir ciddî tenkid dahi getirmemişler. An­cak ya tımarhaneye kapatılacak kadar ruhî dengeleri bozuk veya en azından garip bir şahsiyet yapısına sahipler.

Bu şahıslar; demografinin kurucusu Malthus, septisizmi başlatan Schopenhauer, diyalektizmi kuran Hegel, fenomeniz­min babası Mill, evolüsyonizmin fikir sahibi Spencer ve ileride ele alacağımız pozivitizmin sahte peygamberi Comte ile nihi­lizm cereyanının sahte ermişi Nietzche'dir.[318]

 

1. T.R.Malhthus (1766-1834)


 

İngiliz Ekonomicisi... Anglikan papazıydı. 18. asır sonları­nın çok gözde bir eğlencesi, mükemmel toplumlar hayal et­mekti. Amerika'da ve Fransa'daki ihtilâl hareketleriyle doğan idealizm, bazı hayalci düşünürlere, insanın mükemmelliğe eriş­mesinin pek yakın olduğu ve dünyada bir cennet kurmanın kısa zamanda mümkün olacağı fikrini ilham etmişti.

Bu hayalci düşünürlerin içinde iki tanesi, İngiltere'de Godwîn ve Fransa'da Condorcet, en fazla kalabalık toplayanlardı. Bunlara göre, insanlar yakında uykuya ve cinsiyete ihtiyaç duymayacak; ölüme çare bulunacak; savaş, suç, hastalık, bık­kınlık, kıtlık vs... dünyadan kalkacaktı.

Malthus'ün babası da bu fikirleri savunuyordu ve çocu­ğu île sık sık tartışıyordu. Malthus, bu tartışmaları renklendir­mek için çeşitli fikirler ileri sürüyordu. Daha sonra bunları, ba­basının teşviki ile yayınlayacak ve ünlü "nüfus teorisi" ortaya çıkacaktı.

Malthus, o zamanın hayalci görüşlerini çürütmek için birta­kım aşırı fikirler ileri sürüyordu. Bu teori, o zamanki İngiliz zenginlerinin menfaatlerine pek uygun düştüğünden büyük yankı uyandırdı ve bu buluşundan dolayı 1805 yılında Halleyburg Üniversitesinin profesörlüğüne getirildi.

Bu teoriye göre, insanların aç ve fakir oluşlarının sebebi, nüfusun çokluğuydu. Büyük çoğunluk ölürse, açlık ve fakir­lik ortadan kalkacaktı. Malthus'ün "nüfus kanunu" adını verdiği bu insanlık ve ilim dışı iddiaya göre, insanlar geometrik bir oranla (1.2.4.8.16 gibi) üremekte, buna karşılık ziraî üretim aritmetik bir oranda (1.2.3.4.5 olarak) artmaktaydı. Açlık ve fakirliğin sebebi buydu. Meselenin halli mi? Bunun için, insanlar eşit olmamalı, fakirlere yardım edilmemeli, ölümü önleyici tedbirler alınmamalıydı. Sonra fakirler niçin evleniyordu. Cinsî perhiz onlar için en uygun yoldu.

Görüldüğü gibi Papaz Malthus, geometrik ve aritmetik oran gibi tamamen hayâl mahsûlü sözlere dayanarak kâinatta olup bitenlerin hepsini açıklayabilecek bir anahtar (!) keşfetmiş, fa­kirliğin ilmî sebeplerini izah edecek, sözde mantıkî cevap bul­muştu. Halbuki bugün, gıda üretiminin nüfusa oranla çok daha büyük bir hızla arttığını herkes bilmektedir. Ekono­mik buhranlar, üretim azlığından değil, tam aksine çoklu­ğundan doğmaktadır.

Malthus, nüfus artışına örnek olarak Amerika'yı göstermiş­tir. Fakat bu artışın, doğumdan ziyade göçlerden meydana geldiğini görmek istememiştir.

Tarihin tetkiki de Malthus'ü yalanlamıştır. Sözgelimi (M.S.) 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun bazı eyâletlerinde nüfus azalmıştı. Rostoutzeffe göre: "Nüfus azalınca, imparatorluğun umumî mahsûlü gittikçe düzenini kaybetti. Böylece kıtlık baş gösterdi, endüstri yıkılmaya başladı. Giderek hızlanan bu yıkıl­mayı artık hiçbir şey durduramadı."

Bugünkü Fransa'yı da örnek olarak gösterebiliriz. Biliyoruz ki 19. asırdan beri Fransa'nın nüfusu, diğer milletlere göre pek az artmıştır. Fransız uzmanlara göre nüfusun bu derece az ço­ğalması şu neticeleri doğurmuştur. "Millî zenginliğin artışı, nü­fusu hızla çoğalan ülkelere göre daha az bir nisbette olmuştur. Ücretler de daha az bir artma göstermiştir, kısacası Fransa'da nüfusun artmaması, ekonomik gelişmeye engel olmuştur."

1800 yıllarında, yani Malthus'ün bu konuları yazdığı sırada, dünya nüfusu 2 milyar olarak tahmin ediliyor. Aradan geçen 190 senede bu sayı 5 milyara yükselmiştir. Buna karşılık sanayi inkılabı sayesinde mamul madde üretiminde muazzam bir artış olmuş, bu maddeler sanayileşmiş ülkelerden gelen gıda madde­leri ve hammadde ile mübadele edilmiştir. Hareketliliği artır­mak üzere her çeşit taşıma araçları geliştirilmiştir. Fazla nüfus, göç yoluyla yeni gelişen ülkelere aktarılmıştır. Şu halde Malt­hus'ün dehşet verici tahminleri ya gecikmiş veya belirsiz bir zamana kalmıştır.

Gıda üretimi ise, Malthus'ün devrinden bu yana, teorisi­nin aksine muazzam miktarda artmıştır. Bu sahada otorite olanların bildirdiklerine göre; daha verimli metodlarla, boş ara­zinin sulanması ve işlenmesiyle, hayvanî gıdalar yerine nebatî gıdaların geçmesiyle, haşaratla daha iyi mücadele etmekle ve tekniğin ziraatte kullanılmasıyla, bu miktarın önemli ölçülerde arttırılması da mümkündür. ABD ve Kanada'daki ihtiyaç fazlası olan tahıl üretimi bile, Malthus'ün teorisini iflâs ettirmeye kâfidir.

Yaşadığı yıllarda teorisi büyük kabul gören ve profesör­lüğe getirilen Malthus'un kehanetlerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Böylelikle her bakımdan temelsiz ve saçma olan ünlü nü­fus teorisi de, tarih müzesinde yerini aldı.[319]

 

2. A. Schopenhauer (1788-1860)


 

Alman filozofu... Schopenhauer'in büyük babası, Danzig'in zenginlerindendi; fakat iflâs etmişti. Büyükannesi ise delirmişti. Onların dört oğlundan birincisi aptaldı, ikincisi de aklını kaçır­mıştı. Heinrich adındaki dördüncü oğul ise, Schopenhauer'ün babasıydı ve oldukça başarılı bir işadamıydı. Fakat bir gün ken­disini mağazasının arkasındaki kanalda ölü buldular; bu suretle onun da intihar etmiş olduğu anlaşıldı.

Schopenhauer'ün annesine gelince, Johanna Trosiener adını taşıyan bu dul kadın, Almanya'da romanlarıyla kendini tanıtmış, dünya nimetlerine düşkün bir yazardı; bencil, oynak, analık şef­katinden mahrum bir yaratıktı. Goethe, bu kadına oğlunun iler­de ünlü bir adam olacağını söylemişti; fakat o, "Bir aileden iki dâhi çıkmaz!" diyerek hem buna inanmadı, hem de kendinin de bir dâhi olduğunu anlatmak istedi. Hattâ bir gün oğlunu merdivenlerden aşağı itti ve sakatlanmasına sebep oldu. Schopenhauer, kendini rakip gören annesinin yanından ayrıldı ve 24 yıl boyunca onu görmedi.

1818'de "İrade ve Tasavvur Olarak Dünya" adındaki bü­yük eserini yayınladı ve bu eseri bitirdikten sonra, İtalya'ya se­yahat etti. Venedik'te kaldı; burada modern hayata daldı. Metresiyle gezerken, kendisi gibi kötümser olan İngiliz şairi Byron'la tanıştı ve onunla sefaheî âlemlerine daldı. Fakat bir süre sonra Berlin'e geldi ve buradaki üniversitede doçent oldu. Hegel'le mücadeleye girişti. Verdiği dersleri, Hegel'le aynı saatlere koy­durdu. Amacı, Hegel'in talebelerini kendi dershanesine çekmek­ti. Fakat umduğu olmadı; âdeta boş sıralar karşısında kaldı. Öf­kelendi ve kötümserliği daha da arttı.

1820-1839 yılları arasında meyus, serseri ve kısır bir hayat geçirdi; sıhhatinden ve insanlardan şüphelenmeye başladı. Ber­lin'e yayılmış olan koleradan çok korkuyordu. Her yerde gözü­ne hırsızlar, dolandırıcılar görünüyor, gece yarıları parasını sak­layacak yerler arıyordu. Hattâ silahları ile yatıyor, hiçbir şeye güven duymuyor; günlük masraflarını kimse anlamasın diye Yunanca ve Latince kaydediyor; cimrice ve âdeta tımarhanelik bir akıl hastası gibi yaşıyordu. Pipolarını dolapta kitliyor ve ber­berin usturasından korkarak kendi kendini traş etmek zorunda kalıyordu.

1831 yılında kolera yüzünden Hegel gibi Berlin'den kaçtı, Frankfurt'a yerleşti. Burada bekâr olarak çekici ve iddiacı bir dille ünlü filozofların, kadınların, dinin, aşkın, âdetlerin aley­hinde şiddetli hücumlarla dolu yazılar yazdı. Daha sonra bir ai­lenin yanında iki odalı bir pansiyona yerleşti. Burada tam 30 yıl köpeği ile beraber, insanlardan uzak yaşadı. Büyüye ve spiritizme de inanıyor ve hayat tarzında Kant'ı taklid ediyordu.

En büyük rakibi olarak gördüğü Hegel'e ömrü boyunca sövüp saydı. Onu, şarlatan ve sefil bir yaratık diye nitelendiri­yor; teorisinin demagogların işine yarayan skolastik ve ukalaca bir şiirden başka bir şey olmadığını iddia ediyordu.

1851'de "Meze ve Artıklar" adlı eseri ve daha sonrakiler ile şöhrete kavuştu. Hep bu anı beklemişti. Yaşı yetmişi bul­muştu; fakat yıllarca beklediği ve nihayet kazandığı şöhret, onu bir çocuk gibi sevindirdi. Yemeklerden sonra flütünü çalmaya; dostlarına, kendi hakkındaki en küçük haberleri bile gönderme­lerini rica etmeye başladı.

Schopenhauer, aşktan, aile ve hattâ vatan sevgisinden mah­rum bir insandı. Kibirli olduğu kadar da öfkeli ve hesabını pek iyi bilen bir hasisti. "İhtiyaç içinde olan bir arkadaşı hakiki dost saymam; o bir borç isteyendir sadece" diye düşünen ve "İnsanın bilgisi arttıkça ıstırabının da artacağına" inanan bu kötümser insan, aynı zamanda herşeyden şüphelenen bir paranoiddi. Bu durumdan ölünceye kadar kurtulamamıştı. Aklına geleni çekinmeden söyler, özenle giyinir, birtakım aşağılık cinsî münasebetlerden zevk alırdı. Son derece hırslı ve kavgacı bir şahsiyete sahipti.

Ona göre, kâinatı idare eden şey, kör ve akıldışı bir ira­deydi. Tabiatta ve cemiyette hiçbir kanunilik yoktu, ilmi bilme de imkânsızdı. Tarihte ilerleme yoktu, halk tiksinilecek bir yı­ğındı. Diyordu ki: Hayat demek, iş demektir. İş de mücadele etmektir. Mücadele ise boştur. O halde hayat sefalettir... Aynı, kendi hayatı gibi.[320]

 

3. Frıedrıch Hegel (1770 1831)


 

Alman filozofu... Onun düşüncesinde, idealizmle mater­yalizm birbirini yalanlayarak çelişip dururlar. Hegel'in şah­siyetinin teşekkülünde birçok ikilikler vardır ve bunlar düşünce­sine yansımıştır. Stuttgart'ta bir mal memuru olan babası, onu Protestan papazı yapmak istemişti. Hegel 18 yaşındayken ilahiyat fakültesine girmiş ve 5 yıl okumuştur. Bu eğitimin şe­killendirdiği mistik yapı, bir süre sonra zıttına dönüşmüş, başta Hristiyanlık olmak üzere her türlü inancı inkâr eden bir tanrıtanımazlığa varmıştır. Hegel daha sonra, maddeciliğin de yetersiz olduğunu görerek, yeniden (ama daha yüksek se­viyede) idealizme ulaşırken, gerçekte akıldışı olan herşeyi çürütmek ve dünyadaki akıl denilen insanî melekeyi hâkim kılmak istemiştir.

Hegel'e göre fikirde üç hareket vardır: Tez, antitez, sentez... Dünya fikir hayatında kurduğu diyalektiği, komünistler ay­nen benimsemişlerdir. Ama onun maddeden ruha geçiş yo­lunu tıkayarak ve böylece fikir namusuna kıyarak... Hegel materyalisttir, her şeyi maddede bulur, ama maddeyi tahkik ede ede, bundan bir üst inanışa yol bırakır. Arar, bulur ve tasdik eder. Bulamadığı zaman ise yolu oraya kıvırır ve orada bırakır.

Hegel felsefesini Alman devleti himaye etmiş ve bu felsefe­yi aykırı düşünmeye engel olacak kadar resmî bir görüş saydırmıştır. Zaten Hegel, daima kuvvet ve düzenin dostu olmuş, gerçekçi ve dış hayattan çekingen, oldukça soğuk ve sert biri olarak, içten kuvvetli bir hayal gücüyle düşünmüştür.

Zamanında ve ölümünden bir süre sonra Almanya'nın resmî ideolojisi halindeydi. Öyle ki, üniversite hocalarının çoğu onun görüşlerini savunuyordu. Fakat daha sonra dünyayı aldatan diğer kişilerin akıbetine uğradı ve "Hegel felsefesi" yıkıldı. Bunda, kendi felsefesinde bıraktığı açık noktalar yanında; mü­şahede ve tecrübeye dayalı ilimlerin Hegel ekolüne karşı koyu­şunu ve tabiat ilimlerinin gelişmesini, bir de tarih araştırmaları­nın neticelerini gösterebiliriz.[321]

 

4. John Stuart Mıll (1806-1873)


 

İngiliz filozofudur. Tarihçi, iktisatçı ve psikolog olan James Mill'in oğludur. Babası, kendisine fikir arkadaşı yapmak ve doktrinlerini onun şahsında sürdürmek amacıyla daha pek kü­çük yaşta düşünmeye ve öğrenmeye alıştırmıştı. Çocuğun his­lerini körletip sadece zihnini geliştirme gayesi güden bu eği­tim tarzı, onu düşünen bir robot haline getirmişti. Mill, daha 3 yaşındayken birçok Yunanca kelime ve matematik öğrenmiş ve 7 yaşına kadar hemen hemen bütün eski Roma ve Yunan sa­nat eserlerini okumuştu.

Mill'in sıhhat durumu pek bozuktu. A. Comte'a yazdığı mek­tuplarda, daima yorgunluğundan söz ederdi. Bir ara ağır bir buhran geçirdi.

Mill, hiçbir okul ve üniversiteye gitmeden yalnız babasının öncülüğü sayesinde yetişmişti. Çocukluğunda hiçbir dini eğitim almadığını söylüyordu. Aşırı çalışmakla geçen kuru ve hisden uzak hayatı yüzünden, 20 yaşında bir zihin yorgunluğuna tutuldu.

Mill'e göre, insan, ancak vak'aları idrak edebilir, onun ötesine geçemez ve kendiliğinden bir şeyi bilemezdi. İdrakin dışında hiçbir objektif hakikatin olmadığını iddia ederdi.

Yani maddî dünyanın şuurumuzun bir faraziyesi olduğunu, ob­jektif hakikatin biz onu idrak ettiğimiz için mevcut bulunduğu­nu söylerdi.

Mili, hürriyetin sadece yetenekleri gelişmiş insanlar için olduğunu, halk yığınlarının buna layık olmadığını belirti­yordu. Ona göre en üstün iyi, faydadır. İyiyi kötüden ayıra­cak ölçü, fayda ölçüsüdür.

Mili, yaşadığı yıllarda birçok düşünürü peşine taktı ise de, bugün taraftarı kalmamıştır.[322]

 

5. Herbert Spencer (1820-1903)


 

İngiliz filozofudur. Babası, imansız ve dinsiz denilecek ka­dar inançsız bir insandı. Oğluna da dinsizliği aşılamaya gayret etti.

Spencer, Darwinciliğin tesirinde kaldı. Sosyal Darwinizme geçişi temsil eder. O, toplumların sunî kurulmuş, birlikler olmayıp, kendiliklerinden var olduklarını savunur.

Spencer'in felsefe tarihinde evrimcilik (evolüsyonizm) adını alan bütün bu görüşleri, son çağda pek çok hücuma uğramış ve birçok tartışmalara yol açmıştır. Eserleri, Avrupa dillerinin he­men hepsine çevrilmiş ve birçok defa da basılmış olan Spencer, ihtiyarlık yıllarında şöhret peşinde koşmaktansa, hayatın kolay elde edilir nimetlerinden faydalanmaya çalışmadığı için üzüntü duymuş ve emeklerinin boşa gittiğini düşünmüştü.

Necip Fazıl'a göre; Spencer'in evrimciliği; ilk ve son illiyet noktasından mahrum, başın ve sonun hesabını vermekten müs­tağni, uçları görünmez tek çizgi üzerinde bir tecrübecilik usulü­ne dayanır; ve artık hiçbir şeyi halledemez durumda çırpınan metafizik arayış cehdinin toprağa inmesi ve tatbikî bir dehaya kavuşması şeklinde tecelli eder.[323]

 

Kaynaklar


 

  1. Filozoflar Ansiklopedisi. Cemil Sena (4 cilt)

  2. Felsefe Ansiklopedisi. Düşünürler Bölümü. Orhan Hançerlioğlu (2 cilt)

  3. Çağdaş Felsefe. Prof. Bedia Akarsu.

  4. Sosyoloji Tarihi. Prof. N.Ş. Kösemihal.

  5. Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu.

  6. Dünyayı Değiştiren Kitaplar. Robert B. Downs.

  7. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu. Necip Fazıl Kısakürek.

  8. Filozofların Özellikleri. Prof. Dr. Nihat Keklik.[

Devamını Oku »

Propaganda ve Hakikat

Propaganda ve Hakikat

Propaganda, bir güç ve bir sanattır, bunu itirafa mecburuz. Ama, kim ve hangi düşünür, hangi aklı başında bir bilgin kalkıp da bize propagandanın hakika­tin bir zorunlu unsuru, parçası olduğunu söyleyebilir.

Ey zalim çağ, çağımız, yirminci yüzyıl! Hangi çağ senin kadar hakikatı arka plana atmak için propagan­daya dayanmıştır.

Propaganda, hakikati duyurma olduğu ölçüde meşru kabul edilebilir. Ama bunu aştı mı, bundan öte­ye gitti mi, onu örtme, gözlerden ırak tutma aracı olur.

Kapitalizm, ilân ve reklâmı maliyete sokan ekono­mik sistemin adıdır. Hatta, adeta reklâm, günümüzde maliyetin baş unsuru olmuştur. Komünizm ise, bunu ekonomi şuurlarından da taşırarak bütün alanlara yay­mayı bir ilke yaptı.

Artık bu sistemlere göre, kendi başına bir hakikat yok, propagandayla isteneni hakikat diye kabul ettir­me hakikati vardır!

Yine bu çağda ve bu sistemlerledir ki, propaganda bir bilim dalı olabilmiştir!

Ne ters bir gelişme !Bir kişinin önce yazar olduğunu, romancı olduğunu, şair olduğunu, devlet adamı ol­duğunu kabul ettireceksin, sonra o ne yapıp yapacak, yazar, romancı, şair, devlet adamı olacak !

Evet, çağımızın korkunç inancı: propagandasını yapmayan, yapamayan hakikat, hiçtir, yoktur.

Evet! İşte insanlık bunalımının, çözümü gerçek­ten güç bir çıkmazı daha: hakikat, kendini propagan­da etmeden nasıl var olabilecek?

Sun’i ipek, sun’i cevahir, sun’i gıda ve sun’i düşün­ce, inanç ve ahlâk panayır ve pazarında, propaganda­nın bin renkli yalancı ışıklan altında, hakikat, nasıl ürkmeden boy gösterebilecek? Bir takım ışıklar ki, dünya güzelini acuze ve ucube gösterecektir, bir ta­kım renkler ki akı karaya, karayı aka boy ayacaktır.

Propagandanın ışıkları.. Karanlığın ışıkları.. Bu ışıkta hakikat kendini nasıl gösterebilecek ve o nasıl görülebilecektir?

Saniyeler, dakikalar, hatta yıllar ve yüzyıllar pro­pagandanın olsa da, çağlar, medeniyetler ve ebediyet­ler hakikatindir.

Evet, soru bu kadar çetindir. Tek cevabı var bu­nun: hakikat, işte odur ki, duruşuyla, kendi özündeki mucizeyle propagandayı etkisiz hale getirecek, ve pro­pagandasın bilinip kabul edilecektir.

 

Sezai Karakoç-Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Düş ve Gerçek

 

Düş ve Gerçek

Nice düşler vardır, gerçeklerden daha gerçektir. Çünkü gerçekler dediğimiz şeyler, gelecek zaman rüz­gârının ufak bir üfürüşüyle savrulup giderler. Düşle­nen nice şeyler de, bin engeli aşarak, pürüzleri aralaya­rak yavaş yavaş kaderlerimize yaklaşır ve gerçekleşir; gerçekleşir gerçekleşmez de temellenir ve kalır.

Nice zalim doktriner düşler uğruna, nice gerçekler hallaç pamuğu gibi atılmış, nice ocaklar sönmüş, nice ülkeler batmış, nice medeniyetler vahşete dönmüştür.

Nice hakikatten emzirilmiş düşler de vardır ki, ilk anda anlaşılmasa ve gerçekleşmemesi için reddin ve direncin kayalarına çarpa çarpa vakitlerden vakit­lere kalsa da, bir gün insanlar çaresizliğin dar boğazın­da onu hatırlarlar ve onun kendileri için tek kurtuluş rüyası olduğunu hatırlarlar.

O düşler rahmanilikle yıkanmış düşlerdir. Çıkardan doğmayan, toplumun ruhundan fışkıran, tarihin maneyî şuuraltından göğeren rüyalardır.

O düşleri toplumun gerçek önderleri, sözleri ve fiil­leriyle anlatmak isterler. Bu düşler ilk anda topluma anlamsız, güncel olmayan, önemsiz gibi gelebilir.

Çünkü: o düşler yorumlamayı gerektirir.

Olaylar yorumlar bu düşleri. Kimi zaman da ne yazık ki, çok acı şekilde yorumlar.

Nice gerçeklere daldığını sanan kişiler, çıkarın pe­şinde koşmaktan başka bir şey düşünemeyenler, her ile­riye ait idealistçe düşleri hayal diye bir kenara itenler, bir gün acı gerçekle karşılaşınca her şeyi anlarlar, ama iş işten geçmiş olur.

Düş ve gerçek üzerine kafa yormuş gerçek aydın­lara sahip olmak, bir toptum için bu türlü sukut-u ha­yallere karşı tek garantidir.

Aydınların düşüncelerini ve bilgilerini, gerçek inanç ve sevgiyle, çıkarsız çileyle yıkamaları onlara toplum hakkında hakikî düşler ve yorumlar ilham eder .

İnsanlığa gerekli olan, denenmesi Maketle bitecek ütopyalar değil, saf gönlün, arı zihnin ve yüce ruhun getirdiği, bağdaştırıp sistemleştirdiği, gerçek bilimin onaylayacağı ve sağlıklı toplum sezgisinin benimseye­ceği, gerçeğin güvencesi düşlerdir.

Yani hakikat ruhuna adanmış erlerin düşleri.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Doğru Olan

 

Doğru Olan

Tabiata baktığımızda, Allah’ın, yaratıklarına soy­larını sürdürmek için adeta eşsiz bir güç bağışladığını görürüz. Yararlı ya da zararlı nice kuş, böcek ve bitki­nin, yaşamak, nesillerini sürdürmek için ne kadar tut­kuyla bir savaş verdiklerine bakınca, bu bağışın, aklı aşan çapını az çok anlamış oluruz. Ne kışın dondurucu soğuğu, ne yazın yakıcı sıcağı, ne fırtına, ne. sel, ne kar, ne bildirleriyle yaptıkları mücadeleler, bu zayıf ya da güçlü bin bir çeşit yaratığın yeryüzünden silinmesine sebep olabiliyor. Ancak tarih çağlan içindedir ki, bazı cinslerin soyunun kesildiğini gözlemliyoruz:

Düşünceler de böyle. Yararlı ya da zararlı düşün­celeri de kökten yok etmek, hemen hemen imkânsızdır. Bu sebepdendir ki, zararlı düşünceyi yok etmekten çok, yararlı olanı geliştirmek, güçlendirmek ve sonucu onun almasını sağlamak, daha etkili bir yol olacaktır. Bir denge sağlamak ye üstünlüğü, doğru, gerçek, iyi ve gü­zel olanın elde etmesine çalışmak, zararlı, kötü, çirkin yalan ve yanlışı karşılayacak ve yenecek denge unsur­larına yardıma olmak, daha tabiî, hilkatin kanunlarına daha uygun, daha olumlu, daha yapıcı ve sonuç ola­rak daha başarılı bir metod olur düşüncesindeyim.

Toplumlunuzun ve medeniyetimizin tarihi baktığımızda, yabancı ye zararlı akımlarla savakta hep di­rekt metodun tercih edildiğini saptıyoruz. Sonuçta ise, nice kötü, çirkin ve yanlışın gelip yerleştiğine ve onca savaşa rağmen adeta ruhlarda ve kurumlarda saltanat kurduğuna şahit olundu ve olunuyor. Oysa, kötü, çir­kin ye yanlışla mücadele için sarf edilen emek, para vs., iyi, güzel ye doğru için sarfedilseydi, daha etkili olurdu sanıyorum. Toplum sağlam oldukça zararlı et­kileri karşılayabilir. Bir bağışıklık kazanır onlara kar­şı. Onlardan büsbütün habersiz olduğu zaman, boş bu­lunduğu bir vakitte, ansızın, sürpriz bir şekilde onla­rın istilâsına uğrayabilir. Onun içindir ki, toplumda ay­dın bir kesim, dünya da olup bitenlerden, düşünce ve sanat akımlarından hep haberdar olmalı ve daha onlar ülkeye ve topluma gelmeden onu karşılayıcı düşünce­ler, akımlar ve kurumlar geliştirilmeli ve kurulmalıdır.

Hep iyiye, hep güzele, hep doğruya bakınız. Hep onlardan yana çıkınız. Hilkatin ak ve olumlu tarafına yatırım yapınız. Korkmayınız, yanlış hiç bir zaman doğrudan daha güçlü değildir. Çirkin de güzelden da­ha etkili olamaz. Yalan, hakikat kadar ömürlü olabilir mi?

Zorluk, yalanın kendini gerçek, çirkinin güzel, yanlışın doğru göstermesinden kaynaklanıyor. Baki’-nin:

Bâtıl hemişe bâtıl ü bihudedir velî

Müşkil budur ki suret-i hakdan zuhur ede

dediği gibi, yanlışın kendini gerçek şeklinde gösterme­sinden aldanış ve yanılgı doğuyor.

İnsana düşen, hep yanlıştan, çirkinden ye kötü­den yakınıp durmak değil, sakince ve kendine güvene­rek/ doğru’yu, güzeli, gerçeği ve iyiyi desteklemektir. Bundan ötesi için korku yoktur. Ezelî kanun işleyecek­tir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Yüce Sorumluluk

 

Yüce SorumlulukHayatta, çoğu kez, kaçış, beklenenin aksi sonucu  doğurur. Toplum hayatında, sorumlulukları sırtından  atan, sorunları çoğaltmaktan, böylece de her kişinin  de, bizzat kendisinin payına düşecek yükü de arttırmaktan başka bir şey yapmış olmaz.

İnsan sorumluluk yüklenmesini bildiği, sorumlulukları omuzlamaktan kaçınmadığı ve bu sorumlulukları karşılayabildiği ölçüde değerlenir.

Bir toplum, sorumluluğa duyarlı insanların topluluğu olduğu sürece yükselir ve yücelir, sorumluluktan r kaçanlar fazlalaştıkça da düşer, geriler.

Sorumluluk, hayatın som bilinçle dolması demektir.

Umudunu tam yitirmiş olanlar, kaçışta teselli ararlar. Toplumda üstüne düşeni yapmamak için, alda­tıcı ve boş felsefelere sığınırlar. Oysa, görev, bekleyiş içindedir hep. Bu bekleyişe cevap verme uzadıkça, prob­lemler ağırlaşır. Ve belki de kişiler bir fasit dairenin içine yuvarlanırlar. Problem ağırlaştıkça kaçış artar, kaçış arttıkça problem daha da ağırlaşır.

İslâm Medeniyeti Tarihi, bize en ağır şartlarda bi­le seçkin ¡kişilerin nasıl görev üstlendiğini gösteren sa­yışız onur örnekleriyle doludur.

Toplumlunuz, savaşta ve barışta, görevi kutsal bi­len inanmış çocuklarının fedakârlıklarıyla eşsiz tarihi­ni gerçekleştirmesini bilmiş şuurlu bir toplumdu.

Milletimizin özde aynı Millet olduğundan kimse kuşku duymasın. Bir takım dönemlerde ona verilmek istenen görüntülerin yanlış olduğu her zaman ve bugün de ortaya çıkmıştır.

Ona, yeniden kuruluşunda medeniyetinin özüne uygun bir sorumluluk düzeni verilebilirse, o, her za­manki yüksek karakterini göstermesini bilecektir.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

İleriyi Görmek İçin

 

İleriyi Görmek İçin

İnsan en yanılan yaratık olduğu gibi, en uzağı gören yaratıktır da. Hayvan da, içgüdüsüyle, şimdiki za­manı ve gerektiği kadar da ileriyi görür ya da öngörür. Ama, akıl, bu içgüdünün direkt doğrultusunu do­lambaçlara çevirdiğinden kimi zaman yanılgıların kay­nağı olur. Kimi zaman da içiçe girmiş düğümleri, kör­düğümleri çözecek kadar (hesaplı ve hünerlidir. Ama öngörü, ya da uzak görüşlülük dendi mi, daha çok, bugün henüz bilimin çevreleyemediği iç dünya bilgi ve deneylerinin sonucunda ulaşılmış, kazanılmış, edi­nilmiş, daha doğrusu bizde olup da uyandırılmış mele­keler söz konusudur. «İlm-i ledün» denilen biliş atmos­feri.

Bu uz görüşlülüğe eriş, biliniyor ki, bambaşka bir eğitimin sonucunda mümkün oluyor. Örneklerden bili­yoruz bunu. İçgüdünün sınırını aşma, aklın takıldığı noktalardan kurtulma, arzuların ve ihtirasların göz- bağlâyıcı etkilerinden sıyrılma, eşya ve çağ handikap ve şokunu savma yetisi, ancak, (kişiliği, üstün bir ideal ve hakikat çilesinde pişirmekle oluşuyor ve ay gibi gün gün büyüyüp dolunay oluyor.

Bu yüzdendir ki, eskiden yönetici kadroları ayrıca bu manevi okullardan da geçiyor ve geçiriliyorlardı. Hatta isteyen herkes.

Toplumlarda, insanlar gibi, birbirine göre, uzak görüşlü olma bakımından farklıdırlar. Manevi değerle­re önem veren toplumlar daha yüce idealler taşıyor ve Tarih sorumluluğunu bu şekilde yükleniyorlar ve ha­fifletiyorlar. Ama nice akıllı gibi gözüken, nice harika­lar doğurmuş toplumların da, ileriyi görmek hasletin­den nice yoksun ve nice mahrum olduğunu görmek, in­sanı şaşırtır ve hüzne boğar.

Bugünün Avrupası, bir de bu gözle görülse.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Düşünce ve Hayat

 

Düşünce ve HayatHayat, düşünce üretir; düşünceden hayat doğar. Bu, bir yaradılış mucizesidir. İnsan hayatla düşünceyi adeta özdeşleştiren, düşüncenin âteşini kuran, hayat düşüncesini yaşayan ve düşüncede hayat arayan var­lık...

Düşünce, çok yöne açılma özelliğini taşıyor. Bir yanıyla, cezbeye,bir yanıyla duyguya, sezgiye açılır. İnsan melekelerinin tam orta noktasında duran, hepsi­ne açık, ve hepsinin de biıbiriyle ilgisini sağlayan bir meleke. Eksen meleke, merkez meleke. Ve düşüncenin de merkezinde bilim çekirdeği yer alır. Düşünce, bilimi doğuran ve onun etrafında bir hale gibi duran zihin yemişi.

Düşünce de vahiy gerçekliğinin ışığında hayat bu­lur; ondan doğar, ondan beslenir ve onunla yaşar.

Bu yüzdendir ki, Kur’an-ı Kerim, insanlığı hep dü­şünmeye çağırıyor, düşünceye, çağırıyor.

Düşünce, hayatın seviyesini yükseltir.

Düşünce, iç güdülerin üstüne yükselmemiz için göklerden gelen bir çağrıdır.

Taklitten, düşünceyle kurtuluruz.

Cezbe ye vecd, ancak düşünce temeline dayanınca sağlam olur.

İslâm Medeniyeti, aynı zamanda bir düşünce me­deniyetidir.

Diriliş, düşünceye değer vermemiz, düşünceyi gün­deme getirmemiz demektir.

Olaylar üzerine düşünmek, tarih üzerine düşün­mek, sanat üzerine düşünmek, hayat üzerine düşün­mek, ölüm üzerine düşünmek: yeni insanlık kuşağına düşen görev, bu olacaktır.

Ancak, böylelikledir ki, insanlık bir takım saplan­tılardan kurtulacaktır. Aktüel trajedisini doğuran bü­tün saplantılardan...

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Zaman ve İnsan

 

Zaman

Zamanın problemleri hızla eskiyor ve bu problem­lere bağlı kimi tartışmalar, giderek anlamsızlaşıyor, gü­lünçleşiyor, traji-komik bir görünüm alıyor.

Günü geçmiş çözümlere takılıp kalmış olanlarsa, zamanın dışında, olay akışının ötesinde kendi dünya­larında yaşayıp kavruluyorlar. Bu, zamanı aşma, ya da zamanın üstüne çıkma değil, düpedüz zamanın altında kalmahalidir.

Zaman, insanoğlunun soyutlama ve somutlama arasında kurduğu bir köprüden başka bir şey olmasa da, yine kendi üstüne katlanarak, Tarihi oluşturarak, başlı başına bir güç gibi etkisini göstermektedir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin, zaman, kimi zaman, bir balyoz gibi iner olayların tepesine, kimi zaman bir yer­de bir bomba gibi patlar, kimi yerde kanatlarına tutu­nup uçtuğumuz bir rüzgâr, bir İlâhî lütuf rüzgarı olur.

Öyleyse, zamanı tanrılaştıranlardan ve onların aşı­rdığından uzak kalmakla birlikte, onu büsbütün yok saymanın felâketini idrak etmek, bir pürüzlü dünyada yaşadığımızı bilmek ve onun sorumluluğunu yüklen­mek zorundayız.

Tarihîn farkında olmak demek, mahkûmu olmak demek değildir.

İslâm dünyasının içine girip bir kaç yüzyıldır bir türlü çıkamadığı bunalımın kökünde, zamanla olan ilişkiyi ayarlama melekesini kaybetmemiz de yatmak­tadır.

Zaman üzerine düşünmemiz, onu süreklice değer­lendirmemiz, o bizi sürüklemeden, bizim onu düzenle­memiz, zamanı bir ihtiras gibi, ruhların tek atılım gü­cü gibi kullananların karşısında bir savunma sorunu­muzdur.

Zaman sorununu, ruhumuzda olduğu kadar, top­lum planında da gündeme getirme, bir Çıkış noktası olabilir, islâmın çağdaş atılımı için.

Zamanın gücünü bir lanet mistisizmi gibi kulla­nanlara karşı bir aşk silâhı yapmak, her aydının ödevi­dir zamanımızda.

Zaman, ne büyünün hammaddesidir, ne de sayaç­ların arkasındaki soyut ekran. Zaman, insan ruhunun eşyaya işlenmesindeki düzenlilik demektir.

Zamanın fethi, uzayın fethinden önemli ve aslın­da o fethin de sebebidir.

Kişinin ve toplumun zamanla olan hesaplaşması, Tarihle olan hesaplaşması, şimdiki zamanın tek garan­tisidir.

Tarihe, zaman açısından baktığımızda, ya onu aşı­rı kullananların taşkınlığı, ya hiç kullanmayanların durgunluğu ile karşılaşırız. Ancak, zamanı kullanması­nı bilenlerdir ki, medeniyetler kurmuşlar ve arkaların­da anlan unutturmayacak eserler bırakmışlardır. Za­manın nabzını elinden kaçıranlar ya da zamanı bir sel,bir çığ haline getirip sürüklenenler ise, zamanla olan yarışı yitirmişler ve zamanın gözünde arkeolojik 'mal­zeme olmuşlardır.

İslâm aydınlarının çözeceği çağdaş bilmecelerin, en büyüklerinden, biri de, zaman sim ve zaman bulmaca­sıdır.

Ne tarih ve zaman fobisi, ne de zaman ve tarih  manisi! İnsan için gerekli olan, zamapa bilincidir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Tek-biçimleştirme

Tek-biçimleştirme

Bireylerde, nicelik niteliğe ne kadar üstün gelirse,bireyler, eğer deyim yerindeyse, sadece basit birey durumuna düşmeye o kadar yakın olacaklardır ve böylece birbirlerinden de o kadar çok ayrılmış olacaklardır; kuşkusuzdu, birbirlerinden farklılaşmış olacak­lardır, anlamında değildir, çünkü tamamen niceliksel farklı­laşmanın —ki söz konusu ayrılma budur— tersine, bir de ni­teliksel farklılaşma vardır. Buradaki ayrılma bireyleri, keli­menin en dar anlamıyla, sadece çok sayıda "birimler"  haline koyar ve onların bütününden bir niceliksel çokluk meydana getirir. Uç noktada bu bireyler, her türlü niteliksel belirlenimden yoksun olacaklarından dolayı, ancak fizikçile­rin sözüm ona "atomları"na benzer bir şey olabilirler; işte, bu uç noktaya (la limite) gerçekten hiçbir zaman ulaşılamaz ise de, modern dünyanın gittiği, yöneldiği yön böyledir.

İster in­sanlar söz konusu olsun, ister insanların içinde yaşadıkları nesneler söz konusu olsun, gittikçe her şeyin her yerde tek biçimliliğe(uniformité)indirgenmeye çalışıldığını görebilmek için, insanın sadece etrafına şöyle bir göz atması gerekir, ve şurası son derece açıktır ki, böyle bir sonuç ancak, her türlü nitelik farkını mümkün olduğunca ortadan kaldırarak elde edilebilir. Fakat burada oldukça dikkat edilmesi gereken bir başka husus da şudur: Tuhaf bir yanılsamayla (illusion),kimi­leri bu "tekbiçimleştirme"yi (uniformisation) bir "birleştirme"(unification) sanmaktadırlar, oysaki gerçekte tam tersi bir du­rumu yansıtmaktadır; "farklılaşmanın (séparativité)gittikçe belirginleşen bir yoğunlaşması söz konusu olduğuna göre, bu durum gayet açık gözükebilir. Üstüne basa basa söylüyo­ruz ki, nicelik sadece ayırabilir ve kesinlikle birleştiremez. "Madde"den (matière) kaynaklanan her şey, değişik biçimler altında, parçalar halinde olan "birimler" (unités) arasında, sa­dece çatışma ve uyuşmazlık meydana getirir. Aslında bu di­rimler" gerçek birliğin tam zıt ucunda bulunurlar ya da en azından, artık nitelikle dengesi sağlanamayan bir niceliğin bütün ağırlığıyla tam o zıt uca doğru giderler; fakat bu "tek- biçimleştirme" modern dünyanın çok önemli ve aynı zaman­da yanlış yorumlanmaya çok müsait bir yönünü oluşturmak­tadır.

 

.......

Tekbiçimciliğin mümkün olması için, her tür nitelikten yoksun ve sadece basit sayısal ''birlikler" durumuna indirgenmiş varlık­ların olması öngörülmektedir. İşte bu yüzden böyle bir tekbiçimcilik gerçekten hiçbir zaman gerçekleşemez, fakat onu gerçekleştirmek için yapılan bütün çabalar, özellikle İnsanî alanda, varlıkları kendi niteliklerinden tamamen soyma ve yoksun bırakma sonucunu doğurabilir; böylece onları müm­kün olduğu kadar basit makinelere benzeyen bir şey durumuna getirir,çünkü modern dünyanın tipik bir ürünü olan makinanın,şuana kadar ulaşılabilcek en yüksek derecede niceliğin üzerindeki üstünlüğünü temsil eden şeydir;’’Demokratik’’ ve ‘eşitlikçi’’ görüşler,toplumsal görüş açısından tam olarak işte buna doğru yönelmektedirler; bu görüşlere göre, bütün bireyler kendi aralarında eşittir; bu görüş; bütün bireylerin ne olursa olsun, her şeye eşit şekilde yetenekli ol­maları gerekirmiş gibi saçma bir varsayımı da beraberinde getirmektedir.

Bu öyle bir "eşitlik"ki yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı, tabiat bunun bir örneğini sunmamakta­dır, çünkü o zaman bireyler arasında tam bir benzerlikten başka bir şey olmazdı bu eşitlik. Fakat şurası gayet açıktır ki, modem dünyada tersinden en kıymetli "ideallerden birisi olan, bu sözüm ona "eşitlik" adına, tabiatın imkân verdiği ka­darıyla bireyler kendi aralarında gerçekten benzer kılınmaya çalışılmaktadır. Bu da, her şeyden önce herkese aynı eğitimi zorla vermeye kalkışmakla yapılmaktadır.

Her şeye rağmen, bireyler arasındaki yetenek farkını tamamen ortadan kaldır­mak mümkün olamayacağı için, böyle bir eğitimin herkes için tamamen aynı sonuçları vermeyeceği doğaldır. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki, her ne kadar bu eğitim bazı in­sanlara sahip olmadıkları nitelikleri vermeye muktedir değil­se de, buna karşılık, diğer insanlardaki orta düzeyi aşan bü­tün imkânları silip süpürmeye çok elverişlidir. İşte bu yüz­den "eşitleştirme" (nivellement) her zaman aşağıdan yapıl­maktadır ve zaten başka türlü de yapılamaz; çünkü bizzat eşitleştirme sadece aşağıya doğru yani her maddî zuhûrdan daha aşağıda bulunan saf niceliğe doğru giden bir eğilimin ifadesidir. Saf nicelik sadece en ilkel canlı varlıkların işgal et­tiği maddî derecenin altında değil, fakat aynı zamanda çağ­daşlarımızın "ham madde" (matière brute)diye adlandırmayı uygun gördükleri şeyin altında, fakat bununla birlikte duyu­lanınıza gözüktüğüne göre, her tür nitelikten tamamen yok­sun olmaktan uzak olan şeyin altında bulunur.

Modern Batılı zaten kendine bu tür bir eğitimi vermekle yetinmemekte, aynı zamanda bu tür bir eğitimi, maddesel ve zihinsel bütün alışkanlıklarıyla birlikte, başkalarına da zorla benimsetmek istemektedir; bunu da, bütün dünyayı tekbiçimleştirmek amacıyla yapmaktadır; nitekim aynı zamanda sanayi ürünlerini yaymakla dünyanın, dış yönüne varıncaya kadar her şeyini tekbiçimleştirmektedir!

 

Rene Guenon - Niceliğin Egemenliği
Devamını Oku »

Zaman

ZamanHakikat şu ki, zaman hiç değişiklik göstermeden tekdüze bir biçimde akıp giden bir şey değildir;bu yüzden bugün ge­nellikle modern matematikçilerin düşündüğü gibi, zamanı geometrik olarak düz bir çizgiyle temsil etmek, aşırı bir basit­leştire nedeniyle zaman hakkında tamamen yanlış bir fikir verir. Daha ilerde göreceğiz ki, bir şeyi gereğinden çok basit­leştirme eğilimi de modern kafa yapısının te­mel özelliklerinden biridir. Bu da doğal olarak her şeyi niceli­ğe indirgeme eğilimini beraberinde getirmektedir. Zaman kavramının gerçek temsil edilişi, ancak geleneksel çevrimler anlayışı içindeki temsilidir. Kuşkusuz bu anlayış da özü itiba­riyle "nitelik haline gelmiş" zaman anlayışıdır?

 

Rene Guenon - Niceliğin Egemenliği
Devamını Oku »