Marco Polo Çin Yollarında
Avrupa ile Moğolların Müslüman devletlere karşı siyasî-askerî ittifak arayışları, ticarî ve kültürel alanda yeni ilişkilerin doğmasına neden olmuştur. Bunun tarihte bilinen en meşhur örneği, Marco Polo’nun Çin seyahatidir. 1260 civarında Venedikli iki tüccar kardeş, Nicolo ve Maffeo, Güney Rusya’da bulunan Altın Ordu Devleti ile ticaret yapmak için yola çıkar. Uzun ve belirsiz yolculukları onları birkaç yıl sonra Kubilay Han’ın makamına götürür. Kubilay Han, Venedikli tacir kardeşleri dinler, Papalık hakkında bilgiler alır ve Venediklileri şaşırtan ve heyecanlandıran bir talepte bulunur: Papa’nın kendisine, “İsâ’nın yolunu bilen, Yedi İlimlerde mahir ve münazara yapabilecek kabiliyette” yüz tane Hristiyan din adamı göndermesini ister.(37)
Kubilay Han’ın amacı Hristiyanlık’ı yaymaktan ziyade, idaresi altındaki farklı Hristiyan gruplar ve diğer din adamları üzerinde tam bir hakimiyet sağlamaktı. Moğol Hanı, ayrıca Kudüs’teki Kutsal Tapınak Kilisesi’nin üstünde yanan kandilden bir miktar yağ (bir başka rivayete göre Kudüs’ten bir miktar toprak) getirmesini ister. Nicolo, 1269 yılında Venedik’e geri döner ve 15 yaşındaki oğlu Marco’ya yeniden kavuşur. Bu vakitte Papa ölmüş, yeni Papa da henüz seçilmemiştir. Bu yüzden Nicolo Marco, Kubilay Han’ın talebini iletecek bir merci bulamaz. Uç yıl sonra, bu sefer oğluyla beraber tekrar yola çıkar ve 1275’te Kubilay Han’la buluşur. Marco Polo’nun 20 yılı aşkın süren Çin ve Orta Asya seyahati de böylece başlamış olur. 1295’te Venedik’e geri dönen Marco Polo, görüp geçirdiklerini yazmaya karar verir. Seyahatnamesini, hapishanedeyken bir hücre arkadaşının yardımıyla dikte ettirir.(38)
Marco Polo’nun ‘seyahatleri’, Avrupa’da Çin, Asya ve Moğollar hakkında en önemli bilgi kaynaklarından biri haline gelir. Marco Polo, hem Çin’de ve Moğol başkentinde gördüklerini, hem de gidiş ve geliş güzergâhında müşahede ettiklerini Avrupalıların anlayacağı bir dille -Avrupa’nın diğer toplumlar ve kültürler hakkındakı varsayımlarını, önyargılarını, efsanelerini, beklentilerini dikkate alarak— anlatır. Aktardıklarının ne kadar gerçek, ne kadar havai ürünü olduğu tarihçiler arasında her zaman tartışma konusu olmuştur. Kitabını dikte ettirdiği hapishane arkadaşı ‘hayalet yazar’ın, seyyah Marco Polo’dan dinlediklerine neler ekleyip neler çıkarttığı da meçhuldür. Fakat kesin olan bir şey varsa o da Marco Polo’nun anlattığı Çin, Asya ve Moğolların, 13. yüzyıl Avrupasının Haçlı-Moğol ittifakı arayışlarına destek sağlayacak şekilde aktarılmış olduğudur.
Marco Polonun Kubilay Han’ın dinî çoğulculuk politikaları hakkında anlattıkları, kendisinden önce Möngke Han’ın huzuruna çıkan William of Rubruck’un aktardıklarını teyit eder mahiyettedir. “Avrupalıların zihninde Hris- tiyanlara karşı müsamahalı olan ve maiyyetinde Hristiyanlara yer veren Kubilay Han, neden Hristiyan olmadı?” sorusuna, Marco Polo şu cevabı verir: Kubilay Han, dünyada dört büyük peygamberin olduğunu söyler. Yahudiler Mûsâ'ya, Hristiyanlar İsa’ya, Müslümanlar Muhammed’e, putperestler de Sagamoni Borcan’a inanırlar. “Ben bunların hepsine saygı duyarım” diyen Moğol Hanı, bunların hepsinin üstünde bir Mutlak Kadir’in olduğunu ve O’ndan kendisine vardım etmesini istediğini söyler. Kubilay Han’a göre, tebası arasında bu dinlere mensup insanlar bulunduğundan, bunlardan birini seçtiğinde diğer din mensupları bundan rahatsız olacak ve devletinde düzen kalmayacaktır. Kubilay Han’ın bu reel-politik yaklaşımını aktaran Marco Polo, yine de Moğol hanının Hristiyanlık’ı diğer dinlerden üstün tuttuğunu söyler. Ona göre Papa, Han’ın istediği yüz din adamını gönderebilseydi, Kubilay Han ve tebası kesin Hristiyan olacak ve Avrupa’nın doğudan gelmesini beklediği o büyük müttefik ve kudretli komutan, mutlaka Hristiyan Avrupa’nın yardımına koşacaktı.(39)
Bütün çabalara ve eskatolojik beklentilere rağmen, Islâm dünyasına karşı Haçlı-Moğol ittifakı hiçbir zaman gerçekleşmedi. Orta Asya halkları ve Moğollar hakkında eksik ve yanlış bilgilere sahip olan Avrupalılar, kendi siyasî tasavvurları çerçevesinde farklı imgeler inşa ettiler ve tarihin akışını bu imgelere göre okudular. Fakat Uzak Doğu’dan bekledikleri büyük kurtarıcı hiçbir zaman gelmedi. Orta Asya steplerinden şiddetli ve yıkıcı bir enerji ile gelen Moğolların tarih sahnesine çıkışı ne kadar ani ve beklenmedik idiyse, çekilmeleri de o kadar hızlı ve kesin oldu. Bir dönem Müslüman devletleri yıkan, şehirlerini yerle bir eden ve halklarını esir alan Moğollar, 14. yüzyıldan itibaren etkin bir siyasî güç olmaktan çıktılar. Bir kısmı Müslüman olurken bir kısmı da kendi topraklarına geri çekildi. Böylece İslâm-Batı ilişkilerinde oynaması beklenen büyük rolleri de tarihin kayıt defterine küçük bir not olarak düşüldü.
Haçlılar ve İslâm İmajı
Haçlılar, Islâm topraklarına kitleler halinde ayak basan ilk Avrupalılardı. Kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için yola çıkan Avrupalı askerler, şövalyeler, finansörler, din adamları ve sıradan insanlar, İslâm topraklarına geldiklerinde Müslüman şehirlerini, yollarını, pazarlarını, kervansaray, cami ve saraylarını ilk elden görme imkânına sahip oldular. Seferler boyunca Doğu İslâm topraklarından Avrupa’ya pek çok şey gitti: Hikâyeler, efsaneler, kelimeler, kitaplar, haritalar, ipekli ve pamuklu kumaşlar, kâğıt, koku, şeker kamışı, baharat, ipek hah, Doğu tarzı çanak-çömlek, yeni mimari tarzlar ve daha pek çok maddî-kültürel meta. Avrupa’ya gelen efsane ve söylentiler, bir tarafta İslâm kültürüne yönelik bir merakın ve yer yer hayranlığın doğmasına neden olurken, öte tarafta Müslümanların zevk, lüks ve şehvet içinde yaşadıkları yönündeki ön kabulleri güçlendirmekteydi.
Dinî argümanlara dayalı nefret duygusuna zaman içinde kültürel hayranlık duygusu eklendi. Bazı tarihçilere göre Haçlılar, Müslümanların savaş meydanlarındaki askerî yeteneklerinden o kadar etkilenmişlerdi ki bu kadar iyi savaşan insanların kendilerinin uzak akrabaları, bir tür ‘kayıp kabile’ mensupları olabileceklerini dahi düşündüler.(40) Örneğin, Salâheddîn Eyyûbî’nin annesinin nesebi üzerinden asil Fransız kanma sahip olduğu inancı, Ortaçağların yaygın efsanelerinden biriydi. Asaletin kan bağı ve irsiyet yoluyla aktarıldığına inanılan bir çağda, savaş meydanındaki hayranlığın bu tür ‘karışık duygulara’ ve şüphelere yol açmasına şaşırmamak lazım.
Bu ikircikli ruh hali, Katolik Kilisesi’nin Avrupa üzerindeki etkisini yitirmeye başladığı 15. yüzyıldan sonra ilginç sonuçlar doğuracaktır. Bunların en Önemlisi, giderek din dışı bir atıf çerçevesini benimseyen Avrupalı aydınların ve edebiyatçıların, Kilise’nin karşısında Islâm medeniyetine olumlu atıflarda bulunmaya başlamasıdır. Her ne kadar İslâm dünyası hakkında sınırlı bilgi' ye sahip olsalar da, Avrupalı kalem erbabı, Hristiyanlık’ın mutlak doğrunun kendisinde olduğu iddiasına karşı, başarılı bir kültür ve hayat formu olarak İslam’dan bahsetmiş ve Rönesans’ın İslâm algısının temelini atmıştır. Ortaya çıkan sonuç şudur: Rönesans, din olarak İslâm’dan nefret eder; ama kültür ve medeniyet olarak ona hayranlık duyar.
Buna rağmen Haçlılar döneminde ortaya çıkan ve yaygınlaşan İslâm ve Müslüman imajı, önceki dönemlerden daha iyi değildi ve İslâm dünyasının gerçeklerinden çok ‘Chrtstendom’ın yani Hristiyan Avrupa aleminin zihin haritasını ortaya koyuyordu. Ortaçağlarda olduğu gibi İslâm yine sapık ve akıl dışı bir din, Müslümanlar da barbar, despot, akılsız, irrasyonel, şehvet düşkünü, şiddet yanlısı, vs. insanlar olarak tasvir ediliyordu. Bu imajın inşa sürecinde bir dizi kavram setinin ve fantastik kurguların belirleyici olduğunu söylemek mümkün. Bunlar arasında özellikle iki tanesi, ‘paganlık’ ve ‘büyü’, merkezî bir yere sahip. Ortaçağ Hristiyan tahayyülünde pagan, her tür kötülüğün kaynağı ve sembolü olarak görülür. Pagan sadece sapık bir dine mensup değildir; o aynı zamanda şeytanın sevk ve idaresi altındadır. Şeytanın askerleri olan paganların dış görünüşleri siyah, kaba-saba, boynuzlu, büyük dişli dev yaratıklar şeklindedir. Pagan, şeytana tapar ve bu yüzden büyüyle de yakından ilgilidir.
İnançlı Hristiyanlara karşı her tür kötülüğü planlarken, günahların en büyüklerinden biri olan büyüye başvurur. Ona insanüstü güç veren şey de bu büyüdür. ‘Sarasen’ olarak adlandırılan Müslümanlar, savaşlardaki başarılarım şeytanın onlara verdiği bu büyü gücüne borçludur. Pagan-şey- tan-büyü bağlantısından dolayı Müslüman, ya insanüstü, ya gayr-ı İnsanî ya da insanaltı bir niteliğe sahiptir. Savaşlarda galip geldiğinde insanüstü niteliği öne çıkar, ama bu olumlu bir şey değildir. Zira bu başarısını şeytana ve büyüye borçludur. İnsanlık dışı ve insanlık altı nitelikleri kendini onun barbarlığında, vahşetinde ve şehvetinde gösterir.(41)
Büyü, sihir ve bâtınî güçlerin Müslümanlık’la özdeşleştirilmesi, Ortaçağ Avrupa tasavvurunun yaygın temalarından biridir. Müslümanların maddî ve askerî başarıları bu kötücül ve lanetli güçlere dayandığı için, bu konuda Hristiyanların dikkatli olmaları gerekir. Dahası İslâm’ın hızla yayılması da büyü ile ilişkilendirilmiştir: Hz. Muhammed, takipçilerini büyü yoluyla kandırmış ve onlara dünyada ve ahirette sahte cennetler vadetmiştir. Bu inancın bir tezâhürü olarak Avrupa’da pek çok büyü-sihir kitabı ortaya çıkmış ve unların çoğunlukla İslâm kaynaklı olduğu varsayılmıştır. Arapçadan tercüme edilen astroloji, büyü, sihir vb. konularla ilgili kitaplar Avrupa’da yayıl- mış ve Islâm’ın büyü ve sihri dinen yasakladığı unutularak, büyücülüğün İslâm’ın temel kaidelerinden biri olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. Bunun pik örneklerinden biri, Batı’da Picatrix olarak bilinen büyü ve sihir konulu en büyük kitap koleksiyonudur. Mecritî’nin Gâyetu’l-hakîm fi's-sihr kitabına dayanan Picatrix, Latincede birkaç katı genişlemiş ve üzerine pek çok şerh ve haşiye yazılmıştır. Bu eserlerde kötücül büyücüler, genellikle Arap-Müslüman isimleriyle anılır.
Bütün bu ‘şeytanî’ nitelikler, bir tarafta Müslümanların maddî ve dünyevî başarılarını izah ederken, diğer tarafta Hristiyanlara kısmî bir rahatlama duygusu verir. Zira savaş meydanında Müslümanların kılıcıyla can veren Hristi- yan askerler ve şövalyeler, herhangi bir düşmana değil, şeytanın desteklediği ordulara karşı mücadele etmektedirler; yenilmelerinin sebebi de budur. Fakat böyle bir kötülüğe karşı mücadele ettikleri için her birinin ölümü özeldir, kutsaldır ve epik boyutlardadır. Böylece Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki her savaş, iki milletin yahut ordunun değil, mutlak iyi ile mutlak kötünün, aydınlık ile karanlığın karşı karşıya gelmesidir. Tapınak Şövalyeleri gibi Ortaçağ Hristiyan tarikatlarının dünya görüşü ve ahlâk kodu, bu tasavvura dayanmaktaydı. Bu yüzden Haçlı seferleri esnasındaki İnsanî temaslara ve etkileşimlere rağmen İslâm ve Müslümanlar paganlık, şeytanî güç, büyü, sihir, şiddet, şehvet gibi temalarla beraber anılmaya devam etti.
Bu izah biçimleri ancak bir noktaya kadar makul ve etkili olmuştur. Şeytanîleştirme propagandasının yanı sıra Müslümanların asaletinden, cesaretinden ve doğruluğundan bahseden mülâhazalara da rastlıyoruz. Örneğin, Birinci Haçlı Seferi’nde İznik ve civarındaki Selçuklu Türkleriyle ilk defa karşı karşıya gelen Avrupalılar, hasımlarının savaş meydanındaki disiplin ve cesaretinden etkilenmişti. Bu yüzden Türklerin askerî üstünlüğü ve kahramanlığı, Ortaçağların sıkça karşımıza çıkan temalarından biridir. Fakat son tahlilde hasım kabul edilen Türklerin bu başarısını, düşman muhayyilesi içinde izah etmek gerekiyordu. Ortaçağlar boyunca önce Selçuklu ardından Osmanlı Türkleri hakkında uydurulan ve popüler kültürün bir parçası haline gelen efsane, hikâye, mit ve tipolojilerin kaynağı burasıdır. Örneğin, Birinci Haçlı Seferi’ne katılan Normandiyalı bir şövalye, Türklerin savaş meydanında ne kadar kahramanca çarpıştıklarını anlattıktan sonra sözü, Türklerin ve Frenklerin Truvalıların torunları olduğu efsanesine getirir. Truva bağlantısından dolayı, bu iki milletin ortak düşmanı, Yunanlardır. Bu, Avrupalıların o dönemde Bizans Imparatorluğu’na duydukları husumetin tipik tezâhürlerinden biridir. Fakat Ortaçağ muhayyilesi içinde Türklerin Frenklerle aynı asalet kökenine sahip olması, gelecek beklentileri açısından da önemli tazammunları haizdir. Gesta Francorum adlı bir eserin de müellifi olan Normandiyalı Şö-valye, bu bahsi kapatırken, Türklerin Hristiyan olması halinde önlerinde hiçbir şeyin duramayacağını söyler(42)
Kur'ân Latîncede
Haçlılar döneminin beklenmedik ve dikkat çekici gelişmelerinden biri, Kur’ân ın ilk defa Latinceye tercüme edilmesi olmuştur. Tercümeyi yaptıran, dönemin büyük ilahiyatçılarından Aziz Peter’dir. Tercümeyi yapma görevi, Ketton’lu Robert (ö. 1156) adlı bir İngiliz’e verilir. İngiliz mütercim, Muhammed adlı bir Müslüman’ın da yardımıyla yaptığını söylediği oldukça serbest ve eksik tercümesini, 1147 yılında tamamlar ve Peter’a takdim eder.(43) Tercümenin amacı, tahmin edebileceğimiz gibi, “Sarasenler”in kutsal kitabı Kur’ân’ı doğru anlamak değil, düşmanı yakından tanımak, onu kendi silahıyla alt etmektir. Peter’ın sipariş ettiği tercümeler, Ortaçağ Avrupasında yapılmış ilk ve en önemli tercümelerdir ve bunların ileride ele alacağımız Endülüs’le doğrudan irtibatı vardır. 1142 yılında İspanya’ya giden Peter, burada Müslümanların ve Hristiyanların barış içinde birlikte yaşadıklarını görür. Orada Toledo’lu Peter adında yetenekli bir mütercimle tanışır ve Hristiyan teolog ona, Kindî’nin Risâle’si de dahil olmak üzere bir dizi Arapça eseri Latinceye tercüme ettirir. Böylece Toledo, Kurtuba ve Sevilla’yla birlikte Arapçadan Latinceye yapılan tercümelerin en önemli merkezlerinden biri haline gelir.(44)
Peter’in bu küçük tercüme hareketini başlatması, Müslümanların ikna yoluyla Hristiyanlık’a dönecekleri inancına dayanmaktaydı. Dindaşlarından gelebilecek tenkitleri tahmin eden Peter, bu girişimini şöyle gerekçelendirir:
Bu çalışma lüzumsuz görülebilir, zira düşman bu tür silahlara karşı korunmasız değildir. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki büyük Kralın Cumhuriyetinde bazı şeyler savunma, bazıları süs, bazıları da her ikisi içindir. Barış timsali (Hz.) Süleyman savunma için silahlar yapmıştı ve bunlar kendi zamanı için gerekliydi. Dâvûd (peygamber) ibadethane için süsler yapmıştı, fakat bunları onun zamanında kullanma imkânı yoktu... Aynı şey bizim çalışmamız için de geçerlidir. Müslümanlar bu çalışma yüzünden Hristiyan olmasalar da en azından bilgi sahibi kişilerin, en ufak şeylerden etkilenen Kilisedeki zayıf kardeşlerine destek olmaları gerekir.”(45)
Peter’in bu inancı öylesine köklüdür ki Müslümanların Mezhep yahut Sapkınlıklarına Karşı adlı kitabında, kendisiyle Müslümanlar arasında çarpıcı mukayeseler yaparak onlara neden kılıçla değil de akıl yoluyla ulaşmak istediğini açıklar. Bu ünlü paragrafta Peter, bir Avrupalı olarak kendisine ait ‘ben’ bilincini, Müslüman kültür ve medeniyetinin tam karşısına koyar ve Doğu-Batı ayrımının çarpıcı örneklerinden birini verir:
Sizden uzaklarda, başka bir dili konuşan, sizinkinden farklı bir yaşam biçimine sahip olan, sizin örf ve adetlerinize yabancı biri olarak Batı’nın uzak diyarlarından Doğu’da ve Güney’de yaşayan sizlere bu (satırları) yazmam ve hayatımda hiç görmediğim ve muhtemelen hiçbir zaman görmeyeceğim kişilere kelimelerle saldırmam garip görünebilir. Fakat ben size, bazılarımızın çoğu zaman yaptığı gibi, silahla değil, sözle; kaba kuvvetle değil, akılla; nefretle değil, sevgiyle saldırıyorum.(46)
Her hâlükârda Kur’ân’ın Latinceye tercüme edilmesi, tarihî nitelikte bir olaydır. Zira tercüme, Islâm kültürü hakkında başka çalışmaların yapılmasına zemin hazırlamış; eksik ve hatalı yanlarına rağmen, Hristiyan yazarların dayandığı temel bir metin haline gelmiştir. Müteakip asırlarda Fransızca ve İngilizce gibi Batı dillerine yapılan Kur’ân tercümelerinde de referans olarak kullanılmıştır.(47)
Şövalyeler Dönemi
Haçlı seferlerinin İslâm-Batı ilişkileri açısından beklenmedik neticelerin- | den biri de Ortaçağların en önemli iki Hristiyan savaşçı tarikatı olan Tapınak şövalyeleri (Knights Templar; Arapça kaynaklarda Dâviyye olarak geçer) le Hospitalier Şövalyeleri (daha sonra Rodos Şövalyeleri ve son olarak Malta Şövalyeleri; Arapça kaynaklarda İsbitâriyye olarak zikredilir) tarikatlarının ortaya çıkışıdır. İki tarikat da Haçlı ordularının 1099 yılında Kudüs ve civarını ele geçirmesinden sonra kurulmuş ve uzun bir müddet Avrupa ile Suriye ve Filistin arasında dinî-askerî, malî ve kültürel bir köprü vazifesi görmüştür. Tapınak Şövalyeleri, Avrupa’nın içlerinden Kudüs’e kadar kurduğu geniş ağ sayesinde döneminin en güçlü teşkilâtı haline gelmiş ve hem Haçlı askerlerine lojistik ve muharip destek sağlamış, hem de Hristiyanların kutsal kabul ettiği toprakları ziyaret eden Avrupalı ziyaretçilere güvenlik hizmeti sunmuştur. Hospitalier Şövalyeleri daha uzun bir ömre sahip olmuş ve günümüze kadar devam etmiştir.
Tapınak Şövalyeleri’nin kuruluşu 1120 yılına geri gider. Tarikatın kurucusu olan Fransız şövalye Hugues de Payens, Kudüs kralı II. Baldwin e ve Kudüs Başpiskoposu Warmund’a, Avrupa’dan Kudüs’e gelen ziyaretçileri haydutlara ve eşkıyaya karşı korumak için bir dinî teşkilât kurmayı teklif eder. Teklif kabul görür ve yeni tarikata Mescid-i Aksâ’nın Krala ait olan saray kısmında bir yer tahsis edilir. Kendilerine verilen yerin Hz. Süleyman Tapınağı’nın üstünde olduğuna inanan yeni teşkilâtın mensupları, bu mekâna atfen tarikatlarının adını Tapınak Şövalyeleri koyarlar. Bu yüzden Haçlılar, bugün Hz. Ömer Cami’nin ve Kubbetu’s-sahrâ nın bulunduğu Mescid-i Aksâ’ya ‘Süleyman Tapınağı’ olarak atıfta bulunmuşlardır. Başlangıçta kısıtlı imkânlara sahip olan Tapınak Şövalyeleri kısa sürede Avrupanın ortalarından Filistin ve Suriye’ye kadar Hristiyan aleminin en büyük, en güçlü, en zengin ve en organize teşkilâtı haline gelir. St. Bernard’ın kurduğu Sisteryan tarikatını model alan Tapınk Şövalyeleri az yemek, yemek yerken konuşmamak, haftada üç defadan fazla et yememek, mallarını paylaşmak, cinsel ilişkiye girmemek, yalan ve hırsızlıktan uzak durmak gibi dinî ve askerî kurallara bağlı yaşamakla mükelleftirler. Üzerinde kırmızı haç olan beyaz bir cübbe giyerler.(48)
Muharib şövalyeler Haçlılara ciddi askerî destek vermekte ve bazı durumlarda öncü güç olarak görev yapmaktaydılar. Haçlı ordularının Hittin Savaşı’ndan on yıl önce 1177 yılında Salâheddîn Eyyûbî’ye karşı Montgisard Muharebesi’nin kazanılmasında kilit bir rol oynadığı bilinmektedir. Bu zafer Tapınak Şövalyeleri’nin Hristiyan alemindeki şöhretini arttırmış ve kralların ve din adamlarının desteğinin devam etmesini sağlamıştır. Tapınak Şövalyeleri’nin güçlenmesinde en önemli rolü oynayan Hristiyan din adamı, şüphesiz yukarıda adı geçen St. Bernard of Clairvaux’dur. Müslümanlara karşı aklî argümanlarla misyonerlik faaliyeti yapılması gerektiğini savunan St. Bernard aynı zamanda İkinci Haçlı Seferi’nin düzenlenmesi için çaba sarf etmiş ve Tapınak Şövalyeleri’ne destek olmuştur. 1130’ların başlarında kaleme aldığı ‘Yeni Şövalyelik Yoluna Övgü’ adlı mektubunda St. Bernard, Tapınak Şövalyeleri’nin Hristiyanlık tarihinde yeni bir yolu temsil ettiğini ve Tanrı’ya adanmış rahiplerden ve askerlerden daha üstün bir vasfa sahip olduklarını söyler. Zira bu yolun mensupları, kendilerini hem kılıç yoluyla maddî olarak korumakta, hem de nefs tezkiyesi yoluyla manevî olarak Tanrı’ya adamaktadırlar.
Dünyevî şövalyelerin yaptığı, kendi zayıf nefslerinin elinde oyuncak olmaktan ve savaşçılık oynamaktan öteye gitmez. Oysa gerçek manevî şövalyenin amacı, kendini Tanrı’ya adamak sûretiyle asil bir karaktere sahip olmaktır. Bu yolda ölmek ve öldürmek, ne günahtır ne de beyhudedir. Kötü birini öldüren bir şövalye, katil değildir; zira o, bir kötülüğü ortadan kaldırmak sûretiyle Kilise’ye ve insanlığa hizmet etmektedir: “Hristiyan kişi pagan birinin öldürülmesinden şan ve şeref duyar; çünkü böylece İsâ şereflenir.” St. Bernard bununla “Her paganı yani Hristiyan olmayan kişileri ve özellikle Müslümanları öldürün çağrısında bulunmuyorum” der; fakat daha büyük kötülüklerin engellenmesi için kâfirlerin ortadan kaldırılması kaçınılmazdır. St. Bernard, Tapınak Şövalyeleri’ni ve diğer Hristiyan askerlerini İsâ için kılıçlarına sarılmaya davet eder:
Ey şövalyeler! Güven içinde ilerleyin ve sağlam bir kalple İsâ’nın haçının düşmanlarını geri püskürtün. Şunu bilin ki ne ölüm ne de hayat sizi sadece İsâ Mesih’te bulunan Tanrı sevgisinden alıkoyabilir. Her tehlike karşısında “Yaşasak da ölsek de biz Rabbimize aitiz” deyin. Böyle bir savaştan zaferle dönmek ne büyük şereftir! Burada şehit düşmek ne büyük kutsiyettir! Ey cesur savaşçı! Eğer yaşar ve Tanrı için galip gelirsen, buna sevin. Fakat ölür ve Tanrı’ya kavuşursan, bunun şerefi daha da büyüktür. Şüphesiz hayat verimli bir şeydir ve zafer kazanmak şereflidir; fakat kutsal bir ölüm ikisinden de daha önemlidir. Tanrı yolunda ölenler mukaddes ise, Tanrı için hayatını verenler ne kadar mukaddestir, sen düşün!(49)
Tapınak Şövalyelerinin muharip olmayan mensupları kutsal mekânları ziyaret, finans, toprakların işletilmesi, haberleşme gibi hizmetler sunmakla mükelleftiler. Avrupa da ilk ‘çek’ sistemini kuranların Tapınak Şövalyeleri olduğu söylenir. Avrupa’dan yola çıkan ziyaretçiler, para ve değerli eşyalarını yanlarında taşımak yerine Tapınak Şövalyeleri’ne teslim etmekte, bunun karşılığında bir belge (‘çek’) almakta, gideceği yere ulaştığında bu belgeyi ibraz ettirmekte ve yanında para taşımadan seyahat edebilmekteydi. Böylece Avrupa’da bankacılık sisteminin ilk nüvesi teşkil etmeye başlar. Bunun yanı sıra Haçlı seferlerine katılan zengin Avrupalılar, mal ve mülklerinin işletmesini Tapınak Şövalyeleri’ne bırakmakta ve bunun karşılığında senet türü belgeler almaktaydılar. Bu sayede büyük bir zenginliğe kavuşan tarikat, İngiltere’den Macaristan’a, Suriye’den Filistin’e kadar çok geniş bir coğrafyada muazzam bir finans sistemi kurdu. Papa II. Innocent’in 1139 yılında yayınladığı Omne Datum Optimum adlı genelge ile Tapınak Şövalyeleri, yerel kanunlardan ve vergilerden muaf tutuldu. Böylece tarikat onlarca şehirde kanunî sınırlama olmadan ve vergi ödemeden şube açma, bağış toplama ve iş yapma imkânına kavuştu.
Fakat Mısır, Suriye ve Filistin bölgesindeki Müslüman yöneticilerin ve orduların Salâheddîn Eyyûbî’nin komutası altında birleşmesiyle beraber tarihin seyri farklı bir mecrada akmaya başlar. 1187 yılında Kudüs’ü geri alan Salâheddîn, Haçlıların bölgedeki askerî ve ekonomik hükümranlığına son verir. Kudüs’ün 1229 yılında kısa süreliğine geri alınması genel tabloyu etkilemez ve Haçlılar, Suriye ve Filistin topraklarından tamamen çekilmek zorunda kalır. Bu gelişmeler Tapınak Şövalyeleri’ni ve diğer askerî-dinî Hristiyan tarikatlarını doğrudan etkilemiş ve iç çekişmelerin de katkısıyla ortadan kalkmalarına neden olmuştur. Merkezlerini Akra’ya taşıyan Tapınak Şövalyeleri daha sonra Tarsus, Atlit ve Kıbrıs-Limasol gibi yerleri üs olarak kullandılar. Haçlı seferlerinin sona ermesi ve şövalye tarikatlarının askerî önemini yitirmesi, Hristiyanlar arasında büyük kavgaların doğmasına neden oldu. İngiltere ile girdiği savaş yüzünden Tapınak Şövalyeleri’ne yüklü miktarda borcu bulunan Fransa Kralı IV Philip, Papa V Clement’e baskı yaparak Tapınak Şövalyeleri’ne karşı Avrupa çapında büyük bir kovuşturma başlattı. Tarikat mensupları gizli ayinler yapmak, dinsizlik, sapıklık, eşcinsellik, hırsızlık, dolandırıcılık gibi ağır suçlarla suçlandılar; işkence altında ‘itiraflar’da bulundular; ama daha sonra bu ifadelerini reddettiler.
Müslümanlara karşı ‘sempati’ besledikleri söylentisi, Tapınak Şövalyelerinin güçlü olduğu yıllarda da muhalifleri tarafından dile getirilmekteydi. Öyle ki, tarikat mensuplarının taptığı ikonlardan birinin adının ‘Baphomet’ olduğu, bunun da İslâm Peygamberi Hz. Muhammed ile ilişkili olduğu bile ileri sürülmüştü. Şüphesiz bu iddia tarihî gerçeklere dayanmıyor. Bu, muhtemelen şövalyelerle Üsâme ibn Munkız gibi Müslüman şahsiyetler arasında kurulan sınırlı ama önemli dostlukların beslediği bir düşünceydi. Her hâlükârda bu tür örnekler, insanî-kültürel etkileşimin savaş ortamında da devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Fransa Kralı 13 Ekim 1307’de Tapınak Şövalyeleri liderlerinin tutuklanmasını emretti. Papalık yayınladığı bir genelge ile Avrupa’daki bütün tarikat mensuplarının tutuklanmasını ve mallarına el konulmasını talep etti. Engizisyon mahkemesinin verdiği karar neticesinde tarikatın son ‘büyük üstadları' Jacques de Molay ve Geoffroi de Charney, 1314 yılında Paris’te diri diri yakıldı. Kurtulabilenler Hospitalier tarikatına katıldılar ve yaşamlarının geri kalanını sessiz bir şekilde geçirdiler.(50)
Tapınak Şövalyeleri, Batı’da dinî düşünce ve edebiyat tarihinde her zaman merak konusu olmuştur. Tarikatın yasaklanmasından sonra neler olduğu, müntesib şövalyelerin intikam peşine düşüp düşmediği, tarikatın yer altında yaşamaya devam edip etmediği ve Hz. Süleyman Tapınağı’nda ele geçirdikleri varsayılan hâzineleri ne yaptıkları gibi konular hikâye, roman, efsane ve filmlere konu olmuştur. Umberto Eco’nun Foucault’s Pendulum, Dan Brown’in The Da Vinci Code ve The Lost Symbol, Robyn Young’ın Brethren adlı romanları; Steven Spielberg’in yönettiği ve Harrison Ford ve Sean Connery’nin başrol oyandığı Indiana Jones and the Last Crusade, Jon Turtelta- ub’un yönettiği ve Nicolas Cage’in başrolü oynadığı National Treasure filmleri, ayrıca Assassin’s Creed, The Secret World ve Broken Sword gibi bilgisayar oyunları, bu popüler kültür eserleri arasında zikredilebilir.
Tapınak Şövalyeleri gibi Hospitalier Şövalyeleri de Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmesiyle ortaya çıktı ve Ortaçağlar boyunca benzer bir misyona sahip oldu. Müslümanlara karşı verdikleri savaşlarla tanınan Hospitalier Şövalyeleri, Tarsus ve Antakya’dan Kudüs’e kadar pek çok yerde kaleler, askerî üsler, askerî depolar, cephanelikler, kiliseler inşa ettiler. Hristiyan Kudüs Krallığı’nın 1291’de yıkılmasından sonra Kıbrıs’a gittiler; ardından Rodos’u kendilerine üs edindiler. Burada Rodos Şövalyeleri olarak anılmaya başlayan grup, 1444’te Mısır Sultanı, 1480’de Fatih Sultan Mehmed tarafından muhasara edildi.
1522’de Kanuni Sultan Süleyman büyük bir orduyla Rodos adasına çıktı ve Rodos Şovalyeleri’nin buradaki hakimiyetine son verdi Sonraki yıllarda Rodos ve Malta Şövalyeleri ile Osmanlı donanması arasında çeşitli muhabereler yapılmış ve Hrıstiyan şövalyeler ile Osmanlı askerleri Tunus, Trablus ve Malta’da karşı karşıya gelmiştir. Sicilya Kralı V. Charles, Rodos’tan çıkan şövalyelere 1530’da Malta, Gozo ve Trablus’u verir ve böylece bu tarikatın tarihindeki üçüncü aşama olan Malta Şövalyeliği dönemi başlar. 1565 yılındaki Malta kuşatmasını püskürtmeyi başaran Malta Şövalyeleri, dönemin en güçlü padişahı olan Kanuni yönetimindeki Osmanlıılara karşı bu zaferi kazanmak süretiyle Avrupa’da yeniden büyük bir şöhrete kavuşur.
Dahası, Osmanlıların deniz hakimiyeti ve yenilmezliği sorgulanır hale gelir. Nitekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı’nın kaybedilmesi, bu algıyı daha da güçlendirecektir.Sonraki dönemlerde Malta Şövalyeleri dinî kimliğini tamamen yitirmiş ve özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda Akdeniz’de korsanlık yapmaya başlamışlardır. Avrupa’da dinî reform hareketleri, sekülerleşme ve Vatikan’ın otoritesinin sarsılması gibi gelişmeler karşısında dinî şövalyelik kurumu anlam ve önemini tamamen yitirmeye başlayacaktır. Günümüzde Malta Şövalyelerinin resmî merkezi Roma’dadır. Bir hayır kuruluşu olarak faaliyet gösterdiğini söyleyen tarikat, yüzün üzerinde ülkede sağlık hizmetleri vermekte ve İnsanî yardım faaliyetleri yapmaktadır.
Kökenleri Haçlı seferlerine giden Tapınak Şövalyeleri, Hospitalier (Rodos ve Malta) Şövalyeleri, Teutonik Şövalyeleri ve benzeri dinî-askeri Hrisriyan tarikatları, İslâm’ın 11. ve 12. yüzyıllardaki hızlı yayılımının bir neticesi olarak ortaya çıkmış ve hilal-haç çatışmasını, kimliğinin kurucu bir unsuru olarak kabul etmiştir. Bu tarikatlar özellikle 13. ve 17. yüzyıllar arasında Ortadoğu’da ve Akdeniz’de, Müslüman toplumlarla ve Osmanlılarla savaş ve barış dönemlerinde ilişki ve etkileşim içerisinde olmuşlardır. Salâheddîn Eyyûbî’nin kahramanlığını, şövalye ruhunu, cömertliğini ve asaletini vurgulayan Batılı eserlerin kaynaklan arasında, onunla ve askerleriyle bizzat temasa geçen Haçlı askerleri, şövalyeler, tacirler ve seyyahlar bulunmaktaydı. Kısaca ifade etmek gerekirse, Avrupa’da şövalyelik tarihini ele alırken dinî-askeri tarikatların Islâm toplumlarıyla olan bu etkileşimini göz ardı etmek şüphesiz mümkün değildir.(51)
Runciman’a göre, genel açıdan bakıldığında Haçlı seferleri Avrupadan “muazzam bir fiyasko” ile sonuçlandı.(52) Zira, takriben üç yüz yıl boyunca yapılan seferler, ne Hristiyanların birliğini sağladı ne de İslâm’ın yayılışını engelleyebildi. Haçlılar İslâm dünyasının içlerine kadar gelen ilk Avrupalılar olmalarına rağmen, Avrupa’nın İslâm imajı ve Müslüman algısı olumlu bir gelişme göstermedi. Avrupa’dan gelen Haçlılar, Doğu Hristiyanlarıyla yapıcı ilişkiler kuramadılar. Esir düşen bazı Haçlılar, Müslümanlık’ı kabul ederek Memlûk ordusunda önemli mevkilere geldiler.(53) Avrupa’ya dönenler ailelerine ve dostlarına yaşadıkları acıları, sıkıntıları, hayal kırıldıklarını, heyecanları anlattılar.
Müslümanların Gözüyle Haçlılar
‘Frenkler’ ve ‘Sâlibiyyûn’ olarak anılan Haçlılar, İslâm dünyasının Avrupa ve Batı Hristiyanlığı hakkındaki tasavvurunun şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Savaş meydanında karşılaşmak, tanımamn ve tanışmanın en iyi yolu değildir şüphesiz. Hele ki bu karşılaşma iki asırdan fazla bir süreye yayılıyorsa, Anadolu, Şam, Irak ve Filistin topraklarında yaşayan Müslüman toplumların, Avrupa halkları hakkında savaşçı ve hasmane bir algıya sahip olması kaçınılmazdır. Şamlı şair İbn Hayyât (ö. 1123), Haçlı ordularının seferberlik hareketini “Müşrikler, taşan nehirleri bile korkutan bir sel gibi akarak/ Sürüklenen dağlar gibi bir orduyla Frenk diyarından kopup geldiler” ifadeleriyle tasvir eder.(54) Akın akın gelen Haçlı ordularının geçtikleri şehir ve kasabalarda yaptıkları talan, hem Batılı hem de İslâm kaynaklarında detaylı bir şekilde anlatılır.
Haçlıların, Doğu’da yaşayan pek çok Hristiyan cemaat arasında da rahatsızlık ve husûmet yarattığı bilinmektedir. Müslümanların bu süreçteki en büyük avantajı, Hristiyanlık hakkında temel bilgilere sahip olması ve Müslümanlar arasında azınlık olarak yaşayan Hristiyan bireylerle temas kurabilmesiydi. İslâm’ın Ehl-i Kitap kabul edilen Yahudi ve Hristiyanlara hukukî bir statü vermesi ve temel dinî inançlarını, can ve mallarını güvence altına alması da Müslümanların, Avrupa’dan gelen Hristiyanİarİa olan münasebetlerinde önemli bir unsurdu. İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 1350), Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar için geçerli olan zımmî hukukunun tavizsiz bir şekilde uygulanmasını savunurken, adalet ilkesinin gözetilmesini tavsiye eder ve Müslüman olmayanlara karşı savaşın ancak karşı tarafın saldırması durumunda meşru olacağını söyler.(55) İbn Kayyim’in bu satırları, Haçlı seferlerinin etkisini yitirdiği, fakat hatırasının yaşamaya devam ettiği bir dönemde yazdığını akılda tutmak gerekir. Müslüman hukukçular, savaş meydanında ve barış ortamında Hristiyanlara ve dolayısıyla Avrupalı Haçlılara karşı adaletli davranılmasını salık vermiş, aşırılıklara kaçılmasını yasaklamıştır. Müslüman liderler ve komutanlar genellikle bu ilkeye riayet etmişleridir.
Müslüman yazarlar, tarihçiler ve şairler, Haçlılara karşı savaşan Müslüman liderlere, komutanlara ve askerlere övgüler yazmış ve onların savaş meydanındaki cesaretini teşvik etmiştir. İbn Münîr, İbn Kayserânî, İmâdeddîn el-İsfehânî, Kadı el-Fâdıl, İbn Sa‘atî, Üsâme ibn Munkız, İbn Senâ el-Mülk, İbnü’l-Kalânisî, İbnü’l-Esîr, Kemâleddîn ibnü’l-Adim, Bahâeddîn ibn Şeddâd, İbn Abdizzâhir ve Makrîzî gibi yazarlar ve tarihçiler, Müslüman komutanla- n överken Haçlı seferleri dönemi hakkında da bize önemli bilgiler aktarmışlardır. Bu yazarların eserlerinde İmâdeddîn Zengî, Nûreddîn Zengî, Salâheddîn Eyyûbî ve Sultan Baybars gibi komutanların askerî başarıları, mücadeleleri ve cesaretleri hakkında methiyeler, şiirler ve ağıtlar yer alır.(56) Bu komutanlar, Haçlı ordularına karşı savaşan birer kahraman olarak takdim edilir ve İslâm’a yaptıkları hizmetlerden övgüyle bahsedilir. Edebî bir form olarak bu eserler soyluluk, zekâ, cesaret, kahramanlık, sadakat ve ihlâs gibi temaları öne çıkartır ve Kudüs’ün alınması gibi tarihî olayları tasvir ederken, aynı zamanda Müslüman okuyucuya yüksek ahlâkî idealler hakkında hatırlatmalarda bulunur.
Bu eserlerde Haçlılar hakkında kayda değer bilgilere rastlıyoruz. Haçlıların muharebe taktikleri, kılık-kıyafetleri, ünlü komutanları, kralları, bazı adet ve gelenekleri, dinleri, kadın-erkek ilişkileri, vb. konularda yapılan tasvirler, büyük oranda tarihî gözlemlere dayanırken, aynı zamanda birer ‘tipoloji’ haline getirilmiş ve böylece Haçlılar, Frenkler ve Avrupalı Hristiyanlar hakkında belli bir tasavvurun inşa edilmesine zemin sağlamıştır. Yer yer Haçlılar hakkında olumlu değerlendirmeler yapılmakla birlikte, çoğunlukla Haçlıların güvenilmez, kaba saba, yalancı, temizlik konusunda lakayt, vb. olduğu ifade edilmiştir. Burada dikkat çekici olan nokta, hu tür negatif tasvirlerin Hristiyanlar hakkında kökten olumsuzlayıcı ve total bir ötekileştirmeye yol açacak özcü mülâhazalara dönüşmemiş olmasıdır.
Avrupadaki Müslüman algısı genellikle teolojik temelli bir şeytanîleştirme ve ötekileştirme olarak karşımıza çıkar. Yalancı, kaba-saba gibi somut ve tikel gözlemlere dayalı negatif tasvirler, bu büyük anlatının destekleyici unsurlarıdır. Ama merkezde tarih-üstü ve teolojik ötekileştirme kategorileri vardır. Müslüman kaynaklarda Haçlılarla ilgili yapılan tasvirlere baktığımızda ise olumsuz değerlendirmelerin somut ve tikel örneklere dayandığını ve teoloji temelli bir şeytanîleştirme ameliyesine dönüşmediğini görürüz.
Buna bir örnek olarak Şamlı şair İbn Sa'atî’nin Salâheddîn Eyyûbî için yazdığı şiirde karşımıza çıkan Haçlılar tiplemesine bakabiliriz. Haçlıların verdikleri sözü tutmadığını ve ahde vefa göstermediğini söyleyen İbn Sa‘atî, onları şu sözleriyle hicveder:
Sancakların karşısında düşmanların siyah ciğerleri tiril tiril titredi
Nice haç ve kiliseler, Salâheddîn karşısında aciz kaldı
Yemin ederken yalan yere yemin eden bir topluluk
Nasıl olur da peygamberlerin yurdunda yaşayabilir?(57)
İbnu’l-Kayserânî, Nûreddîn Zengî için yazdığı bir methiyede benzer bir gözlemde bulunur ve bir Haçlı dükünün ihanetine atıfta bulunur:
Hilekâr Comes’ın bağırışını görüyorum
Azdı ve zulmetti
Hukuk gözetmeden yapılana ihanet etti
Ama artık saklanacağı bir ini kalmadı
Hainin kurduğunu, iyilik helâk etti.(58)
Bu tür şiirlerin yanı sıra, Haçlıların gündelik yaşamları, adet ve örfleri hakkında da çeşitli tasvirlerin yapıldığını görmekteyiz. Bu tasvirler, hem 12. ve 13. yüzyıllarda Haçlıların günlük hayatları, hem de Müslüman yazarların onlara bakış açıları hakkında bize önemli ipuçları vermektedir. Bu ya* zarlar arasında Üsâme ibn Munkız’in özel bir yeri var. Salâheddîn Eyyûbî döneminde yaşamış olan ve gözlemlerini Kitâbu’l-İtibâr adlı eserinde bir ara ya getiren Üsâme ibn Munkız, “Frenkler” dediği Haçlılar hakkında dikkatli ve yer yer renkli gözlemlerde bulunur. Her ne kadar onları dinî inançları ve gündelik adetleri nedeniyle aşağılarsa da, Frenklerin arasında cesur, sözüne sadık, dürüst insanların bulunduğunu belirtir. Kendi başından geçen bir hadiseyi aktarırken, dost edindiği bir şövalyenin, ülkesine geri dönerken Üsâme’nin 14 yaşındaki oğlunu kendisiyle göndermesini ve böylece Avrupa’da “savaşçılarla (tanışarak) bilgelik ve şövalyelik” öğrenebileceğini söyler. Üsame bu söz karşısında şaşırır ve oğlunu böyle bir maceraya göndermek istemez. Lakın şövalye arkadaşını kırmamak için ona şu cevabı verir: “İnan ben de hep bunu düşünürdüm. Beni bundan alıkoyan tek şey, ninesinin ona çok düşkün olmasıdır. Öyle düşkün ki mesela şimdi onu kendisine geri götüreceğime dair yemin almadan benimle gelmesine izin vermedi.” Bu cevap üzerine şövalye, Üsâme’ye annesini üzmemesini ve ona itaat etmesini söyler.(59)
Üsâme’nin ‘Frengistan’ dediği Avrupa’dan gelen savaşçılarla, bölgede uzun süredir yaşamakta olan Hristiyanları birbirinden ayırması önemli bir noktadır. Zira diğer kaynaklar da İslâm topraklarına savaşmak için gelen Avrupalı Hristiyanların zaman içinde yerel kültür ve adetleri benimsediklerini; bir kısmının kültürel olarak asimile olduğunu ve bazılarının da Müslümanlığı seçerek kendi ülkelerine hiç dönmediğini bildirmektedir. Bu noktaya dikkat çeken Üsâme, “Frenkler arasında Müslümanlara alışıp uyum sağlayanlar da vardır. Bunlar Frenk topraklarından yeni gelmiş olanlara nazaran daha iyidir” der.(60) Buna örnek olarak da bir dostunun başından geçen bir hadiseyi aktarır. Üsâme’nin Theodoros Sophianos adlı arkadaşı, Üsâme’nin dostunu Antakya’daki Frenk arkadaşının evine davet eder. Sofra kurulur. Üsâme’nin dostu yemek istemez. Bunun üzerine ev sahibi şövalye şöyle der: “Gönül rahatlığıyla yiyebilirsin. Ben Frenk yemekleri yemem. Yemekleri, kendi pişirdiklerinden başka bir şey yemeyen Mısırlı kadınlarımız pişiriyor. Ayrıca evime kesinlikle domuz girmez.”(61)
Üsâme, kültürel alışverişe örnek teşkil eden bu tür konuların yanı sıra Haçlıların tedavi yöntemleri hakkında da bilgi verir ve Avrupa’dan gelen Frenklerin çoğunun tıp ve cerrahî müdahale alanlarında geri olduğunu söyler. Ayrıca Frenk erkeklerinin kadınlarını kıskanma ve namuslarını koruma konusunda lakayt ve özensiz olduklarını aktarır. Haçlıların cehalet ve kabalıklarına örnek olarak, Mescid-i Aksâ’da namaz kılarken bir Frenk’in kendisi, ne saldırmasını ve doğuya doğru namaz kılması için fizikî müdahalede bulunmasından bahseder. Diğer Haçlılar adama birkaç kez müdahale eder ve Üsâme’yi serbest bırakmasını söyler. Usâme şu notu düşer: “O iblis herifin kıbleye doğru ibadet eden birini gördüğündeki davranışı, yüzünün renginin değişmesi, titremesi, hâlet-i rûhiyesi beni hayrete düşürmüştü.”(62)
Nûreddîn Zenginin ve Salâheddîn Eyyûbî’nin sekreterliğini yapan ve tarih ve edebiyat alanında önemli eserlere imza atan İmâdeddîn Zengî, Frenk kadınları konusunda iki farklı hikâye anlatır. Her iki hikâye de tarihî nüansları yansıtması açısından önemlidir. İmâdeddîn birinci bölümde, Avrupa’dan getirilen fahişelerden bahseder. Sayıları üç yüzü bulan fahişeler, savaşan Haçlı askerlerini eğlendirmek için gönderilmiştir. Yazarımız, kutsal savaş ve Kudüs için yola çıktıklarını söyleyen Haçlıların böyle bir ahlâksızlığı nasıl meşru gördüklerini anlamakta zorlanır. Birkaç zayıf Müslümanın da fahişelerin cazibesine kapılıp şehvet âlemlerine katıldığını söyler ve bu işe karışan Hris- tiyanları ve Müslümanları zemmeder. Bunun ardından Hristiyan kadınların zaman zaman savaşlara büyük bir cesaret ile katıldığını ve bu vesileyle cennete gitmek istediklerini söyler. Bu kadınlar savaşta en az erkekler kadar yiğitçe savaşırlar. Miğferlerini çıkartana kadar onların kadın olduğunu kimse anlamaz. Bunlar arasında savaşta başarılı olanlar bulunduğu gibi, yaralanan, esir düşen, köle olarak satılan ve dul kalan kadınlar da vardır. İmâdeddîn, Haçlılar arasında çok sayıda yaşlı ve dul kadının bulunduğuna dikkat çeker ve bunların bazen bir yük ve ayak bağı olarak görüldüğünü söyler.(63)
Haçlılar dönemi, İslâm-Batı ilişkilerinde uzun bir döneme tekabül eder. Siyasî müzakereler, savaşlar, askerî zaferler ve hezimetler, ticarî ve kültürel etkileşim, dinî algılar ve İnsanî ilişkiler ağı etrafında şekillenen bu dönem, hem Avrupa hem de İslâm tarihi açısından önemli sonuçlar doğurmuş ve etkileri modern zamanlara kadar devam etmiştir. Haçlı seferleri sırasında ve takip eden asırlarda yaşanan hadiseler, İslâm ve Avrupa toplumları arasında yeni ilişki biçimlerinin ve etki alanlarının da ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Burada özellikle 12.-14. yüzyıllar ayrı bir öneme sahip. Zira Ortaçağ Avrupa Hristiyan düşüncesi bu dönemde tebellür etmiş ve kendi kimliğini bulmuştur. Fakat bu dönem aynı zamanda Batı düşünce ve kültürünün İslâm medeniyetinden en fazla etki aldığı zaman dilimlerinden biridir...
İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;87-128
Dipnotlar:
1- Jonathan Riley-Smith, “The Crusading Movement and Historians”, Jonathan Ri- ley-Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the Crusades (Oxford: Oxford University Press, 1995), s. 4-5.
2. Robert the Monk, Historia Iberosolimitana, RHC Occ. Ill, s. 727-8’den aktaran Thomas Asbridge, The First Crusade: A New History (Oxford: Oxford University Press, 2004), s. 1.
3. Bkz. Thomas Asbridge, The First Crusade, s. 31-39.
4. Asbridge, The First Crusade, s. 318-320.
5. Carole Hillenbrand, The Crusades: lslamic Perspectîves (Edinburg: Edinburg Uni* versity Press, 1999), s. 47-48.
6. Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanmda Türkiye: 1071-1328 (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2002; 7. Baskı), s. 98-111 ve Amin Maalouf, The Crusades Through Arab Eyes (New York: Schocken, 1984), s. 3-18.
7. Işın Demirkent, “Haçlılar”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul, 1996), Cilt 14, s. 539.
8. Haçlı seferlerine İslâm-Batı ilişkileri açısından bakan derli toplu bir değerlendirme için bkz. Rollin Armour, İslam, Christianity and the West: A Troubled History (New York: Orbis Books, 2003), s. 63-79.
9. Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, çev. Fikret Işıltan (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2008; 3. Baskı), Cilt III, s. 249.
10. Ramazan Şeşen,“ Salâheddîn Eyyûbî”, TDVİslâm Ansiklopedisi, cilt 36, s. 337-340.
11. Batı edebiyatında Salâheddîn Eyyûbî teması için bkz. Margaret Jubb, The Legend of Saladin in Western Literature and Historiography (London: Mellen Pres, 2000).
12. Allenby’nin Kudüs’e girdiği gün, İngiliz mizah dergisi Punch bir karikatür yayımlar: ‘Son Haçlı Seferi’ başlığını taşıyan karikatürde, İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard zırhım giymiş bir şekilde atının üzerinde ve elinde kılıçla şöyle der: “Rüyam niyahet gerçek oldu-\Bkz Frederick Quinn, The of All Heresies: The Image of lam in Western Thought (Oxford: Oxford University Press 20081 , m
13-Ilan Pappe,The Ethic Cleansing of Palestine (Oxford: Oneworld, 2008), s. 218.
14, Demirkent, “Haçlılar”, s. 537; Runciman, Haçlt Seferleri Tarihi, III, s. 47.
15. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 212.
16. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 213.
17. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 214.
18.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, III, s. 65.
19. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 216-7; Hamilton Gibb, The Life of Sa-ladin (London: Saqi Books, 2006; ilk baskı 1973), s. 88-90; Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyûbî ve Devlet (İstanbul: Çağ Yayınları,1987).
20. James Reston, Warriors of God: Richard the Lionheart and Saladin in the Third Cru- sade (New York: Anchor Books, 2002), s. xviii.
21/La Chanson de Roland ve diğer şarkı ve şiirler için bkz. Michael Routledge, “Songs” Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the Crusades s. -91-111.
22. Demirkent, “Haçlılar”, s. 525-546.
23. Bkz. Courbage ve Fargues, Cbristians and Jetvs under İslam, s. 44-56.
24, The Travels of ibn Jubayr, tr. Roland Broadhurst (London, 1952), s. 316-7. Courba- ge ve Fargues, a.g.e., s. 48’de, Amin Malouf, The Crusades Through the Arab Eyes s. X’da aynı paragrafı nakleder. Müslüman tarihçilerin Haçlı seferleri hakkındaki değerlendirmelerini içeren önemli bir derleme için bkz. Francesco Gabrieli, Arab Historians of the Crusades (New York: Barnes and Nobles, 1993).
25. The Travels of Ibn Jubayr, s. 300-1.
26. Cardini, Europe and İslam, s. 75.
27. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 211, dipnot 11.
28. Peter Jackson, The Mongols and the West: 1221-1410 (Edinburgh: Pearson/Longman, 2005), s. 97.
29. William of Rubruck, The Journey of William of Rubruck to the Eastern Parts of the World, 12S3-S5 with Two Accounts of the Earlier Journey ofJohn of Pian de Carpine (London: The Hakluyt Society, 1900; yeniden basım New Delhi: Asian Educational Services, 1998), s. 235.
30. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 259.
31. Jackson, The Mongols and the West, s. 20-1 ve 97-99.
32. Güyük’ün mektubu ve diğer yazışmalar için bkz: Christopher Dawson, The Mongol Mission: Narratives and Letters of the Franciscan Missionaries in Mongolia and China in the Thirteenth and Fourteenth Centuries (New York: 1955), s. 86. Ayrıca bk. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 221.
33- Rene Grousset, Histoire des Croisades III, 1188-1291 (Paris: Perrin, 1936), s. 650.
34. De considerations, III, I, 3-4, zikreden Benjamin Z. Kedar, Crusade and Mission: European Attitudes toward the Muslims (Princeton: Princeton University Press, 1984), s. 61.
35. Robert Burns, “Christian-Islamic Confrontation in the West: The Thirteenth Century Dream of Conversion”, The American Historical Reviewr Vol. 76, No. 5 (1971 h s. 1390 (1386-1434).
36.Olcaytu’nun Budizm ve Hristiyanlık’ı etraflı bir şekilde inceledikten sonra İslâm’ı kabul etmesi ve Şîa mezhebini benimsemesi, hem Müslüman-Hristiyan ilişkileri hem de Şiîlik tarihi açısından tarihî bir olaydır. Moğolların İslâm’ı kabul edişine gösterilen Hristiyan tepkiler için bkz. David Bundy, “The Syriac and Armenian Christian Responses to the Islamification of the Mongols”, John Victor Tolan (ed.), Medieval Christian Perceptions os İslam(New York/London: Garland Publishing, 1996)
37. The Travels of Marco Polo, haz. Aldo Ricci (London: 1931), s. 6-7.
38. John Man, Kublai Khan: The Mongol King who Remade China (London: Bantam Books, 2006), s. 366 yd.
39- The Travels of Marco Polo, s. 110-2.
40. Marcus Bull, “Origins”, Jonathan Riley-Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the CrusadeSy s. 18.
41. Cardini, Europe and İslam, s. 79-81.
42. Cardini, Europe and Islam, s. 83.
43. Ketton’ın terümesi için bkz. Mane-Thérèse d’Alverny, “Deux Traductions Latines du Coran au Moyen Age” Archives d'histoire doctrinale et littéraire du Moyen Age 16 (Paris: Librairie J. Vrin, 1948); makale yazarın şu kitabına alınmıştır: La connaissance de l’Islam dans l'Occident médiéval (Great Britain: Variorum, 1994), I, s. 69- 131. Yazar burada Toledo’lu Mark’ın yaptığı Latince Kur’ân tercümesini de değerlendirir. Ayrıca bkz. James Kritzeck, “Robert of Ketton’s Translation of the Qur’an”, Islamic Quarterly, II: 4 (1955), s. 309-312.
44. Peter’in tercüme faaliyetleri için bkz. James Kritzeck, Peter the Venerable and Islam (Princeton: Princeton University Press, 1964), s. 24-36.
45. Nakleden R. W. Southern, 'Western Views of Islam, (Cambridge: Harvard University Press, 1962), s. 38-9. s. 38-9.
46. Nakleden Kritzeck, Peter the Venerable and Islam, s. 161.
47. Cf. Kenneth M. Setton, Western Hostility to Islam and Prophecies of Turkish Dootn (Philadelphia: American Philosophical Society, 1991), s. 47-53.
48.Desmond Seward, The Monks of War' The Military Religious Orders(London p?guin Books, 1995), s. 30-31.
49. St. Bernard of Clairvaux, ‘In Praise of the New Knighthood’, The Works of St. Bernard of Clairvaux, Volume 7, Treatises III, (Michigan: Cisterian Publications, 1977), s. 128.
50. 2001 yılında ortaya çıkartılan Chinon belgesine göre Papa V. Clement, 1308 yılında Tapınak Şövalyelerinin masumiyetini kabul etmiş ve dinsizlik ve sapıklık suçlamalarını reddetmiştir. Vatikan’ın bugünkü resmî pozisyonuna göre Tapınak Şovalyeleri’ne yapılanlar haksızlıktı ve Papa, akrabası olan Fransız Kralı Philip’in yoğun baskısı altında bu yola başvurmak zorunda kalmıştı.
51.Şovalye Tarikatları, Haçlılar ve İslâm dünyasıyla ilişkiler hakkında daha fazla bilgi içinAlan John Forey,Military Orden and Crusades (Hampshire: Variorum, 1994) ve aynı müellif, The Military Orden From the Twelfth to the Early Fourteenth Cen- tunes (Basingstoke: Macmillan Education,1992).
52. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 396.
53. David Nicolle, The Crusades (Michigan: Fritzboy Dearborn Publishers, 2001), s. 81*
54. İbn Hayyât, Dîvân, s. 182, nakleden İbrahim Ethem Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler (Ankara: Vadi Yayınları, 2006), s, 175.
55. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâm ehli’z-zimme, neşreden Subhi es-Sâlih (Beyrut: Dâ- rul’l-ilm li’l-âlemîn, 1983), Cilt I, s. 17.
56.Bu kaynaklar için bkz. Francesco Gabrieli, Arab Historians of the Crusades (New York: Barrnes and Noble, 1993; ilk baskı 1957) ve Ibrahim Ethem Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler (Ankara: Vadi Yayınları, 2006).
57. İbn Sa‘atî, Dîvân, nakleden Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, s. 183.
58. Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, s. 184.
59: Üsâme ibn Munkız, İbretler Kitabı, tercüme eden Yusuf Ziya Cömert (İstanbul- Ses
Yayınları, 1992), s. 182.
60. Üsâme ibn Munkız, a.g.e., s. 182.
61. Üsâme ibn Munkız, a.g.e., s. 189.
62. Üsâme ibn Munkız, s. 183. W
63. Nakleden Gabrieli, Arab Historians of the Crusades, s. 204-7.