Haçlı Seferleri:Uzun Bir Savaşın Öğrettikleri (2.Yazı)

Haçlı Seferleri:Uzun Bir Savaşın Öğrettikleri (2.Yazı)

Marco Polo Çin Yollarında

Avrupa ile Moğolların Müslüman devletlere karşı siyasî-askerî ittifak arayışları, ticarî ve kültürel alanda yeni ilişkilerin doğmasına neden olmuş­tur. Bunun tarihte bilinen en meşhur örneği, Marco Polo’nun Çin seyaha­tidir. 1260 civarında Venedikli iki tüccar kardeş, Nicolo ve Maffeo, Gü­ney Rusya’da bulunan Altın Ordu Devleti ile ticaret yapmak için yola çıkar. Uzun ve belirsiz yolculukları onları birkaç yıl sonra Kubilay Han’ın makamı­na götürür. Kubilay Han, Venedikli tacir kardeşleri dinler, Papalık hakkın­da bilgiler alır ve Venediklileri şaşırtan ve heyecanlandıran bir talepte bulu­nur: Papa’nın kendisine, “İsâ’nın yolunu bilen, Yedi İlimlerde mahir ve mü­nazara yapabilecek kabiliyette” yüz tane Hristiyan din adamı göndermesi­ni ister.(37)

Kubilay Han’ın amacı Hristiyanlık’ı yaymaktan ziyade, idaresi al­tındaki farklı Hristiyan gruplar ve diğer din adamları üzerinde tam bir ha­kimiyet sağlamaktı. Moğol Hanı, ayrıca Kudüs’teki Kutsal Tapınak Kilisesi’nin üstünde yanan kandilden bir miktar yağ (bir başka rivayete göre Ku­düs’ten bir miktar toprak) getirmesini ister. Nicolo, 1269 yılında Venedik’e geri döner ve 15 yaşındaki oğlu Marco’ya yeniden kavuşur. Bu vakitte Pa­pa ölmüş, yeni Papa da henüz seçilmemiştir. Bu yüzden Nicolo Marco, Ku­bilay Han’ın talebini iletecek bir merci bulamaz. Uç yıl sonra, bu sefer oğ­luyla beraber tekrar yola çıkar ve 1275’te Kubilay Han’la buluşur. Marco Polo’nun 20 yılı aşkın süren Çin ve Orta Asya seyahati de böylece başlamış olur. 1295’te Venedik’e geri dönen Marco Polo, görüp geçirdiklerini yaz­maya karar verir. Seyahatnamesini, hapishanedeyken bir hücre arkadaşının yardımıyla dikte ettirir.(38)

Marco Polo’nun ‘seyahatleri’, Avrupa’da Çin, Asya ve Moğollar hakkın­da en önemli bilgi kaynaklarından biri haline gelir. Marco Polo, hem Çin’de ve Moğol başkentinde gördüklerini, hem de gidiş ve geliş güzergâhında müşahede ettiklerini Avrupalıların anlayacağı bir dille -Avrupa’nın diğer toplum­lar ve kültürler hakkındakı varsayımlarını, önyargılarını, efsanelerini, beklen­tilerini dikkate alarak— anlatır. Aktardıklarının ne kadar gerçek, ne kadar ha­vai ürünü olduğu tarihçiler arasında her zaman tartışma konusu olmuştur. Ki­tabını dikte ettirdiği hapishane arkadaşı ‘hayalet yazar’ın, seyyah Marco Polo’dan dinlediklerine neler ekleyip neler çıkarttığı da meçhuldür. Fakat ke­sin olan bir şey varsa o da Marco Polo’nun anlattığı Çin, Asya ve Moğolla­rın, 13. yüzyıl Avrupasının Haçlı-Moğol ittifakı arayışlarına destek sağlaya­cak şekilde aktarılmış olduğudur.

Marco Polonun Kubilay Han’ın dinî çoğulculuk politikaları hakkında an­lattıkları, kendisinden önce Möngke Han’ın huzuruna çıkan William of Rubruck’un aktardıklarını teyit eder mahiyettedir. “Avrupalıların zihninde Hris- tiyanlara karşı müsamahalı olan ve maiyyetinde Hristiyanlara yer veren Ku­bilay Han, neden Hristiyan olmadı?” sorusuna, Marco Polo şu cevabı verir: Kubilay Han, dünyada dört büyük peygamberin olduğunu söyler. Yahudiler Mûsâ'ya, Hristiyanlar İsa’ya, Müslümanlar Muhammed’e, putperestler de Sagamoni Borcan’a inanırlar. “Ben bunların hepsine saygı duyarım” diyen Mo­ğol Hanı, bunların hepsinin üstünde bir Mutlak Kadir’in olduğunu ve O’ndan kendisine vardım etmesini istediğini söyler. Kubilay Han’a göre, tebası arasında bu dinlere mensup insanlar bulunduğundan, bunlardan birini seçti­ğinde diğer din mensupları bundan rahatsız olacak ve devletinde düzen kal­mayacaktır. Kubilay Han’ın bu reel-politik yaklaşımını aktaran Marco Polo, yine de Moğol hanının Hristiyanlık’ı diğer dinlerden üstün tuttuğunu söy­ler. Ona göre Papa, Han’ın istediği yüz din adamını gönderebilseydi, Kubilay Han ve tebası kesin Hristiyan olacak ve Avrupa’nın doğudan gelmesini bek­lediği o büyük müttefik ve kudretli komutan, mutlaka Hristiyan Avrupa’nın yardımına koşacaktı.(39)

Bütün çabalara ve eskatolojik beklentilere rağmen, Islâm dünyasına karşı Haçlı-Moğol ittifakı hiçbir zaman gerçekleşmedi. Orta Asya halkları ve Moğollar hakkında eksik ve yanlış bilgilere sahip olan Avrupalılar, kendi siyasî tasavvurları çerçevesinde farklı imgeler inşa ettiler ve tarihin akışını bu im­gelere göre okudular. Fakat Uzak Doğu’dan bekledikleri büyük kurtarıcı hiç­bir zaman gelmedi. Orta Asya steplerinden şiddetli ve yıkıcı bir enerji ile ge­len Moğolların tarih sahnesine çıkışı ne kadar ani ve beklenmedik idiyse, çe­kilmeleri de o kadar hızlı ve kesin oldu. Bir dönem Müslüman devletleri yı­kan, şehirlerini yerle bir eden ve halklarını esir alan Moğollar, 14. yüzyıldan itibaren etkin bir siyasî güç olmaktan çıktılar. Bir kısmı Müslüman olurken bir kısmı da kendi topraklarına geri çekildi. Böylece İslâm-Batı ilişkilerinde oynaması beklenen büyük rolleri de tarihin kayıt defterine küçük bir not olarak düşüldü.


Haçlılar ve İslâm İmajı

Haçlılar, Islâm topraklarına kitleler halinde ayak basan ilk Avrupalılardı. Kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için yola çıkan Avrupalı askerler, şövalyeler, finansörler, din adamları ve sıradan insanlar, İslâm top­raklarına geldiklerinde Müslüman şehirlerini, yollarını, pazarlarını, kervansa­ray, cami ve saraylarını ilk elden görme imkânına sahip oldular. Seferler bo­yunca Doğu İslâm topraklarından Avrupa’ya pek çok şey gitti: Hikâyeler, ef­saneler, kelimeler, kitaplar, haritalar, ipekli ve pamuklu kumaşlar, kâğıt, ko­ku, şeker kamışı, baharat, ipek hah, Doğu tarzı çanak-çömlek, yeni mimari tarzlar ve daha pek çok maddî-kültürel meta. Avrupa’ya gelen efsane ve söy­lentiler, bir tarafta İslâm kültürüne yönelik bir merakın ve yer yer hayranlı­ğın doğmasına neden olurken, öte tarafta Müslümanların zevk, lüks ve şeh­vet içinde yaşadıkları yönündeki ön kabulleri güçlendirmekteydi.

Dinî argü­manlara dayalı nefret duygusuna zaman içinde kültürel hayranlık duygusu eklendi. Bazı tarihçilere göre Haçlılar, Müslümanların savaş meydanlarında­ki askerî yeteneklerinden o kadar etkilenmişlerdi ki bu kadar iyi savaşan in­sanların kendilerinin uzak akrabaları, bir tür ‘kayıp kabile’ mensupları olabi­leceklerini dahi düşündüler.(40) Örneğin, Salâheddîn Eyyûbî’nin annesinin ne­sebi üzerinden asil Fransız kanma sahip olduğu inancı, Ortaçağların yaygın efsanelerinden biriydi. Asaletin kan bağı ve irsiyet yoluyla aktarıldığına ina­nılan bir çağda, savaş meydanındaki hayranlığın bu tür ‘karışık duygulara’ ve şüphelere yol açmasına şaşırmamak lazım.

Bu ikircikli ruh hali, Katolik Kilisesi’nin Avrupa üzerindeki etkisini yitir­meye başladığı 15. yüzyıldan sonra ilginç sonuçlar doğuracaktır. Bunların en Önemlisi, giderek din dışı bir atıf çerçevesini benimseyen Avrupalı aydınların ve edebiyatçıların, Kilise’nin karşısında Islâm medeniyetine olumlu atıflarda bulunmaya başlamasıdır. Her ne kadar İslâm dünyası hakkında sınırlı bilgi' ye sahip olsalar da, Avrupalı kalem erbabı, Hristiyanlık’ın mutlak doğrunun kendisinde olduğu iddiasına karşı, başarılı bir kültür ve hayat formu olarak İslam’dan bahsetmiş ve Rönesans’ın İslâm algısının temelini atmıştır. Ortaya çıkan sonuç şudur: Rönesans, din olarak İslâm’dan nefret eder; ama kültür ve medeniyet olarak ona hayranlık duyar.

Buna rağmen Haçlılar döneminde ortaya çıkan ve yaygınlaşan İslâm ve Müslüman imajı, önceki dönemlerden daha iyi değildi ve İslâm dünyasının gerçeklerinden çok ‘Chrtstendom’ın yani Hristiyan Avrupa aleminin zihin ha­ritasını ortaya koyuyordu. Ortaçağlarda olduğu gibi İslâm yine sapık ve akıl dışı bir din, Müslümanlar da barbar, despot, akılsız, irrasyonel, şehvet düşkü­nü, şiddet yanlısı, vs. insanlar olarak tasvir ediliyordu. Bu imajın inşa sürecin­de bir dizi kavram setinin ve fantastik kurguların belirleyici olduğunu söyle­mek mümkün. Bunlar arasında özellikle iki tanesi, ‘paganlık’ ve ‘büyü’, mer­kezî bir yere sahip. Ortaçağ Hristiyan tahayyülünde pagan, her tür kötülü­ğün kaynağı ve sembolü olarak görülür. Pagan sadece sapık bir dine mensup değildir; o aynı zamanda şeytanın sevk ve idaresi altındadır. Şeytanın asker­leri olan paganların dış görünüşleri siyah, kaba-saba, boynuzlu, büyük dişli dev yaratıklar şeklindedir. Pagan, şeytana tapar ve bu yüzden büyüyle de ya­kından ilgilidir.

İnançlı Hristiyanlara karşı her tür kötülüğü planlarken, gü­nahların en büyüklerinden biri olan büyüye başvurur. Ona insanüstü güç ve­ren şey de bu büyüdür. ‘Sarasen’ olarak adlandırılan Müslümanlar, savaşlarda­ki başarılarım şeytanın onlara verdiği bu büyü gücüne borçludur. Pagan-şey- tan-büyü bağlantısından dolayı Müslüman, ya insanüstü, ya gayr-ı İnsanî ya da insanaltı bir niteliğe sahiptir. Savaşlarda galip geldiğinde insanüstü niteli­ği öne çıkar, ama bu olumlu bir şey değildir. Zira bu başarısını şeytana ve bü­yüye borçludur. İnsanlık dışı ve insanlık altı nitelikleri kendini onun barbar­lığında, vahşetinde ve şehvetinde gösterir.(41)

Büyü, sihir ve bâtınî güçlerin Müslümanlık’la özdeşleştirilmesi, Orta­çağ Avrupa tasavvurunun yaygın temalarından biridir. Müslümanların mad­dî ve askerî başarıları bu kötücül ve lanetli güçlere dayandığı için, bu konu­da Hristiyanların dikkatli olmaları gerekir. Dahası İslâm’ın hızla yayılması da büyü ile ilişkilendirilmiştir: Hz. Muhammed, takipçilerini büyü yoluyla kandırmış ve onlara dünyada ve ahirette sahte cennetler vadetmiştir. Bu inancın bir tezâhürü olarak Avrupa’da pek çok büyü-sihir kitabı ortaya çıkmış ve unların çoğunlukla İslâm kaynaklı olduğu varsayılmıştır. Arapçadan tercüme edilen astroloji, büyü, sihir vb. konularla ilgili kitaplar Avrupa’da yayıl- mış ve Islâm’ın büyü ve sihri dinen yasakladığı unutularak, büyücülüğün İs­lâm’ın temel kaidelerinden biri olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. Bunun pik örneklerinden biri, Batı’da Picatrix olarak bilinen büyü ve sihir konulu en büyük kitap koleksiyonudur. Mecritî’nin Gâyetu’l-hakîm fi's-sihr kitabına dayanan Picatrix, Latincede birkaç katı genişlemiş ve üzerine pek çok şerh ve haşiye yazılmıştır. Bu eserlerde kötücül büyücüler, genellikle Arap-Müslüman isimleriyle anılır.

Bütün bu ‘şeytanî’ nitelikler, bir tarafta Müslümanların maddî ve dünyevî başarılarını izah ederken, diğer tarafta Hristiyanlara kısmî bir rahatlama duy­gusu verir. Zira savaş meydanında Müslümanların kılıcıyla can veren Hristi- yan askerler ve şövalyeler, herhangi bir düşmana değil, şeytanın desteklediği ordulara karşı mücadele etmektedirler; yenilmelerinin sebebi de budur. Fa­kat böyle bir kötülüğe karşı mücadele ettikleri için her birinin ölümü özeldir, kutsaldır ve epik boyutlardadır. Böylece Müslümanlarla Hristiyanlar arasın­daki her savaş, iki milletin yahut ordunun değil, mutlak iyi ile mutlak kötü­nün, aydınlık ile karanlığın karşı karşıya gelmesidir. Tapınak Şövalyeleri gibi Ortaçağ Hristiyan tarikatlarının dünya görüşü ve ahlâk kodu, bu tasavvura dayanmaktaydı. Bu yüzden Haçlı seferleri esnasındaki İnsanî temaslara ve et­kileşimlere rağmen İslâm ve Müslümanlar paganlık, şeytanî güç, büyü, sihir, şiddet, şehvet gibi temalarla beraber anılmaya devam etti.


Bu izah biçimleri ancak bir noktaya kadar makul ve etkili olmuştur. Şey­tanîleştirme propagandasının yanı sıra Müslümanların asaletinden, cesaretin­den ve doğruluğundan bahseden mülâhazalara da rastlıyoruz. Örneğin, Bi­rinci Haçlı Seferi’nde İznik ve civarındaki Selçuklu Türkleriyle ilk defa kar­şı karşıya gelen Avrupalılar, hasımlarının savaş meydanındaki disiplin ve ce­saretinden etkilenmişti. Bu yüzden Türklerin askerî üstünlüğü ve kahraman­lığı, Ortaçağların sıkça karşımıza çıkan temalarından biridir. Fakat son tah­lilde hasım kabul edilen Türklerin bu başarısını, düşman muhayyilesi içinde izah etmek gerekiyordu. Ortaçağlar boyunca önce Selçuklu ardından Osman­lı Türkleri hakkında uydurulan ve popüler kültürün bir parçası haline gelen efsane, hikâye, mit ve tipolojilerin kaynağı burasıdır. Örneğin, Birinci Haçlı Seferi’ne katılan Normandiyalı bir şövalye, Türklerin savaş meydanında ne kadar kahramanca çarpıştıklarını anlattıktan sonra sözü, Türklerin ve Frenklerin Truvalıların torunları olduğu efsanesine getirir. Truva bağlantısından do­layı, bu iki milletin ortak düşmanı, Yunanlardır. Bu, Avrupalıların o dönem­de Bizans Imparatorluğu’na duydukları husumetin tipik tezâhürlerinden bi­ridir. Fakat Ortaçağ muhayyilesi içinde Türklerin Frenklerle aynı asalet kö­kenine sahip olması, gelecek beklentileri açısından da önemli tazammunları haizdir. Gesta Francorum adlı bir eserin de müellifi olan Normandiyalı Şö-valye, bu bahsi kapatırken, Türklerin Hristiyan olması halinde önlerinde hiç­bir şeyin duramayacağını söyler(42)

Kur'ân Latîncede

Haçlılar döneminin beklenmedik ve dikkat çekici gelişmelerinden biri, Kur’ân ın ilk defa Latinceye tercüme edilmesi olmuştur. Tercümeyi yaptıran, dönemin büyük ilahiyatçılarından Aziz Peter’dir. Tercümeyi yapma görevi, Ketton’lu Robert (ö. 1156) adlı bir İngiliz’e verilir. İngiliz mütercim, Muhammed adlı bir Müslüman’ın da yardımıyla yaptığını söylediği oldukça serbest ve eksik tercümesini, 1147 yılında tamamlar ve Peter’a takdim eder.(43) Tercüme­nin amacı, tahmin edebileceğimiz gibi, “Sarasenler”in kutsal kitabı Kur’ân’ı doğru anlamak değil, düşmanı yakından tanımak, onu kendi silahıyla alt et­mektir. Peter’ın sipariş ettiği tercümeler, Ortaçağ Avrupasında yapılmış ilk ve en önemli tercümelerdir ve bunların ileride ele alacağımız Endülüs’le doğru­dan irtibatı vardır. 1142 yılında İspanya’ya giden Peter, burada Müslüman­ların ve Hristiyanların barış içinde birlikte yaşadıklarını görür. Orada Toledo’lu Peter adında yetenekli bir mütercimle tanışır ve Hristiyan teolog ona, Kindî’nin Risâle’si de dahil olmak üzere bir dizi Arapça eseri Latinceye tercü­me ettirir. Böylece Toledo, Kurtuba ve Sevilla’yla birlikte Arapçadan Latince­ye yapılan tercümelerin en önemli merkezlerinden biri haline gelir.(44)

Peter’in bu küçük tercüme hareketini başlatması, Müslümanların ikna yoluyla Hristiyanlık’a dönecekleri inancına dayanmaktaydı. Dindaşlarından gelebilecek tenkitleri tahmin eden Peter, bu girişimini şöyle gerekçelendirir:

Bu çalışma lüzumsuz görülebilir, zira düşman bu tür silahlara karşı ko­runmasız değildir. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki büyük Kralın Cum­huriyetinde bazı şeyler savunma, bazıları süs, bazıları da her ikisi içindir. Barış timsali (Hz.) Süleyman savunma için silahlar yapmıştı ve bunlar kendi zamanı için gerekliydi. Dâvûd (peygamber) ibadethane için süsler yapmıştı, fakat bunları onun zamanında kullanma imkânı yoktu... Aynı şey bizim çalışmamız için de geçerlidir. Müslümanlar bu çalışma yüzün­den Hristiyan olmasalar da en azından bilgi sahibi kişilerin, en ufak şey­lerden etkilenen Kilisedeki zayıf kardeşlerine destek olmaları gerekir.”(45)

Peter’in bu inancı öylesine köklüdür ki Müslümanların Mezhep yahut Sap­kınlıklarına Karşı adlı kitabında, kendisiyle Müslümanlar arasında çarpıcı mu­kayeseler yaparak onlara neden kılıçla değil de akıl yoluyla ulaşmak istediği­ni açıklar. Bu ünlü paragrafta Peter, bir Avrupalı olarak kendisine ait ‘ben’ bi­lincini, Müslüman kültür ve medeniyetinin tam karşısına koyar ve Doğu-Batı ayrımının çarpıcı örneklerinden birini verir:

Sizden uzaklarda, başka bir dili konuşan, sizinkinden farklı bir yaşam bi­çimine sahip olan, sizin örf ve adetlerinize yabancı biri olarak Batı’nın uzak diyarlarından Doğu’da ve Güney’de yaşayan sizlere bu (satırları) yazmam ve hayatımda hiç görmediğim ve muhtemelen hiçbir zaman gör­meyeceğim kişilere kelimelerle saldırmam garip görünebilir. Fakat ben si­ze, bazılarımızın çoğu zaman yaptığı gibi, silahla değil, sözle; kaba kuv­vetle değil, akılla; nefretle değil, sevgiyle saldırıyorum.(46)

Her hâlükârda Kur’ân’ın Latinceye tercüme edilmesi, tarihî nitelikte bir olaydır. Zira tercüme, Islâm kültürü hakkında başka çalışmaların yapılması­na zemin hazırlamış; eksik ve hatalı yanlarına rağmen, Hristiyan yazarların dayandığı temel bir metin haline gelmiştir. Müteakip asırlarda Fransızca ve İngilizce gibi Batı dillerine yapılan Kur’ân tercümelerinde de referans olarak kullanılmıştır.(47)

Şövalyeler Dönemi

Haçlı seferlerinin İslâm-Batı ilişkileri açısından beklenmedik neticelerin- | den biri de Ortaçağların en önemli iki Hristiyan savaşçı tarikatı olan Tapınak şövalyeleri (Knights Templar; Arapça kaynaklarda Dâviyye olarak geçer) le Hospitalier Şövalyeleri (daha sonra Rodos Şövalyeleri ve son olarak Malta Şövalyeleri; Arapça kaynaklarda İsbitâriyye olarak zikredilir) tarikatlarının ortaya çıkışıdır. İki tarikat da Haçlı ordularının 1099 yılında Kudüs ve civa­rını ele geçirmesinden sonra kurulmuş ve uzun bir müddet Avrupa ile Suri­ye ve Filistin arasında dinî-askerî, malî ve kültürel bir köprü vazifesi görmüş­tür. Tapınak Şövalyeleri, Avrupa’nın içlerinden Kudüs’e kadar kurduğu geniş ağ sayesinde döneminin en güçlü teşkilâtı haline gelmiş ve hem Haçlı asker­lerine lojistik ve muharip destek sağlamış, hem de Hristiyanların kutsal ka­bul ettiği toprakları ziyaret eden Avrupalı ziyaretçilere güvenlik hizmeti sun­muştur. Hospitalier Şövalyeleri daha uzun bir ömre sahip olmuş ve günümü­ze kadar devam etmiştir.

Tapınak Şövalyeleri’nin kuruluşu 1120 yılına geri gider. Tarikatın ku­rucusu olan Fransız şövalye Hugues de Payens, Kudüs kralı II. Baldwin e ve Kudüs Başpiskoposu Warmund’a, Avrupa’dan Kudüs’e gelen ziyaretçile­ri haydutlara ve eşkıyaya karşı korumak için bir dinî teşkilât kurmayı tek­lif eder. Teklif kabul görür ve yeni tarikata Mescid-i Aksâ’nın Krala ait olan saray kısmında bir yer tahsis edilir. Kendilerine verilen yerin Hz. Süleyman Tapınağı’nın üstünde olduğuna inanan yeni teşkilâtın mensupları, bu mekâ­na atfen tarikatlarının adını Tapınak Şövalyeleri koyarlar. Bu yüzden Haçlı­lar, bugün Hz. Ömer Cami’nin ve Kubbetu’s-sahrâ nın bulunduğu Mescid-i Aksâ’ya ‘Süleyman Tapınağı’ olarak atıfta bulunmuşlardır. Başlangıçta kı­sıtlı imkânlara sahip olan Tapınak Şövalyeleri kısa sürede Avrupanın orta­larından Filistin ve Suriye’ye kadar Hristiyan aleminin en büyük, en güçlü, en zengin ve en organize teşkilâtı haline gelir. St. Bernard’ın kurduğu Sisteryan tarikatını model alan Tapınk Şövalyeleri az yemek, yemek yerken konuşmamak, haftada üç defadan fazla et yememek, mallarını paylaşmak, cinsel ilişkiye girmemek, yalan ve hırsızlıktan uzak durmak gibi dinî ve as­kerî kurallara bağlı yaşamakla mükelleftirler. Üzerinde kırmızı haç olan be­yaz bir cübbe giyerler.(48)

Muharib şövalyeler Haçlılara ciddi askerî destek vermekte ve bazı du­rumlarda öncü güç olarak görev yapmaktaydılar. Haçlı ordularının Hittin Savaşı’ndan on yıl önce 1177 yılında Salâheddîn Eyyûbî’ye karşı Montgisard Muharebesi’nin kazanılmasında kilit bir rol oynadığı bilinmektedir. Bu zafer Tapınak Şövalyeleri’nin Hristiyan alemindeki şöhretini arttırmış ve kralların ve din adamlarının desteğinin devam etmesini sağlamıştır. Tapınak Şövalyeleri’nin güçlenmesinde en önemli rolü oynayan Hristiyan din adamı, şüphesiz yukarıda adı geçen St. Bernard of Clairvaux’dur. Müslümanlara karşı aklî argümanlarla misyonerlik faaliyeti yapılması gerektiğini savunan St. Bernard aynı zamanda İkinci Haçlı Seferi’nin düzenlenmesi için çaba sarf etmiş ve Tapınak Şövalyeleri’ne destek olmuştur. 1130’ların başlarında kaleme aldığı ‘Ye­ni Şövalyelik Yoluna Övgü’ adlı mektubunda St. Bernard, Tapınak Şövalyeleri’nin Hristiyanlık tarihinde yeni bir yolu temsil ettiğini ve Tanrı’ya adan­mış rahiplerden ve askerlerden daha üstün bir vasfa sahip olduklarını söyler. Zira bu yolun mensupları, kendilerini hem kılıç yoluyla maddî olarak koru­makta, hem de nefs tezkiyesi yoluyla manevî olarak Tanrı’ya adamaktadır­lar.

Dünyevî şövalyelerin yaptığı, kendi zayıf nefslerinin elinde oyuncak ol­maktan ve savaşçılık oynamaktan öteye gitmez. Oysa gerçek manevî şövalye­nin amacı, kendini Tanrı’ya adamak sûretiyle asil bir karaktere sahip olmak­tır. Bu yolda ölmek ve öldürmek, ne günahtır ne de beyhudedir. Kötü birini öldüren bir şövalye, katil değildir; zira o, bir kötülüğü ortadan kaldırmak sû­retiyle Kilise’ye ve insanlığa hizmet etmektedir: “Hristiyan kişi pagan birinin öldürülmesinden şan ve şeref duyar; çünkü böylece İsâ şereflenir.” St. Ber­nard bununla “Her paganı yani Hristiyan olmayan kişileri ve özellikle Müs­lümanları öldürün çağrısında bulunmuyorum” der; fakat daha büyük kötü­lüklerin engellenmesi için kâfirlerin ortadan kaldırılması kaçınılmazdır. St. Bernard, Tapınak Şövalyeleri’ni ve diğer Hristiyan askerlerini İsâ için kılıçla­rına sarılmaya davet eder:

Ey şövalyeler! Güven içinde ilerleyin ve sağlam bir kalple İsâ’nın haçı­nın düşmanlarını geri püskürtün. Şunu bilin ki ne ölüm ne de hayat si­zi sadece İsâ Mesih’te bulunan Tanrı sevgisinden alıkoyabilir. Her teh­like karşısında “Yaşasak da ölsek de biz Rabbimize aitiz” deyin. Böyle bir savaştan zaferle dönmek ne büyük şereftir! Burada şehit düşmek ne büyük kutsiyettir! Ey cesur savaşçı! Eğer yaşar ve Tanrı için galip ge­lirsen, buna sevin. Fakat ölür ve Tanrı’ya kavuşursan, bunun şerefi da­ha da büyüktür. Şüphesiz hayat verimli bir şeydir ve zafer kazanmak şereflidir; fakat kutsal bir ölüm ikisinden de daha önemlidir. Tanrı yo­lunda ölenler mukaddes ise, Tanrı için hayatını verenler ne kadar mu­kaddestir, sen düşün!(49)

Tapınak Şövalyelerinin muharip olmayan mensupları kutsal mekânla­rı ziyaret, finans, toprakların işletilmesi, haberleşme gibi hizmetler sunmak­la mükelleftiler. Avrupa da ilk ‘çek’ sistemini kuranların Tapınak Şövalyele­ri olduğu söylenir. Avrupa’dan yola çıkan ziyaretçiler, para ve değerli eşyala­rını yanlarında taşımak yerine Tapınak Şövalyeleri’ne teslim etmekte, bunun karşılığında bir belge (‘çek’) almakta, gideceği yere ulaştığında bu belgeyi ib­raz ettirmekte ve yanında para taşımadan seyahat edebilmekteydi. Böylece Avrupa’da bankacılık sisteminin ilk nüvesi teşkil etmeye başlar. Bunun yanı sıra Haçlı seferlerine katılan zengin Avrupalılar, mal ve mülklerinin işletme­sini Tapınak Şövalyeleri’ne bırakmakta ve bunun karşılığında senet türü bel­geler almaktaydılar. Bu sayede büyük bir zenginliğe kavuşan tarikat, İngilte­re’den Macaristan’a, Suriye’den Filistin’e kadar çok geniş bir coğrafyada mu­azzam bir finans sistemi kurdu. Papa II. Innocent’in 1139 yılında yayınladı­ğı Omne Datum Optimum adlı genelge ile Tapınak Şövalyeleri, yerel kanun­lardan ve vergilerden muaf tutuldu. Böylece tarikat onlarca şehirde kanunî sınırlama olmadan ve vergi ödemeden şube açma, bağış toplama ve iş yap­ma imkânına kavuştu.

Fakat Mısır, Suriye ve Filistin bölgesindeki Müslüman yöneticilerin ve or­duların Salâheddîn Eyyûbî’nin komutası altında birleşmesiyle beraber tarihin seyri farklı bir mecrada akmaya başlar. 1187 yılında Kudüs’ü geri alan Salâ­heddîn, Haçlıların bölgedeki askerî ve ekonomik hükümranlığına son verir. Kudüs’ün 1229 yılında kısa süreliğine geri alınması genel tabloyu etkilemez ve Haçlılar, Suriye ve Filistin topraklarından tamamen çekilmek zorunda ka­lır. Bu gelişmeler Tapınak Şövalyeleri’ni ve diğer askerî-dinî Hristiyan tarikat­larını doğrudan etkilemiş ve iç çekişmelerin de katkısıyla ortadan kalkmala­rına neden olmuştur. Merkezlerini Akra’ya taşıyan Tapınak Şövalyeleri daha sonra Tarsus, Atlit ve Kıbrıs-Limasol gibi yerleri üs olarak kullandılar. Haç­lı seferlerinin sona ermesi ve şövalye tarikatlarının askerî önemini yitirmesi, Hristiyanlar arasında büyük kavgaların doğmasına neden oldu. İngiltere ile girdiği savaş yüzünden Tapınak Şövalyeleri’ne yüklü miktarda borcu bulunan Fransa Kralı IV Philip, Papa V Clement’e baskı yaparak Tapınak Şövalyele­ri’ne karşı Avrupa çapında büyük bir kovuşturma başlattı. Tarikat mensupla­rı gizli ayinler yapmak, dinsizlik, sapıklık, eşcinsellik, hırsızlık, dolandırıcı­lık gibi ağır suçlarla suçlandılar; işkence altında ‘itiraflar’da bulundular; ama daha sonra bu ifadelerini reddettiler.

Müslümanlara karşı ‘sempati’ besledikleri söylentisi, Tapınak Şövalyelerinin güçlü olduğu yıllarda da muhalifleri tarafından dile getirilmekteydi. Öyle ki, tarikat mensuplarının taptığı ikonlardan birinin adının ‘Baphomet’ olduğu, bunun da İslâm Peygamberi Hz. Muhammed ile ilişkili olduğu bile ileri sürülmüştü. Şüphesiz bu iddia tarihî gerçeklere dayanmıyor. Bu, muhteme­len şövalyelerle Üsâme ibn Munkız gibi Müslüman şahsiyetler arasında kuru­lan sınırlı ama önemli dostlukların beslediği bir düşünceydi. Her hâlükârda bu tür örnekler, insanî-kültürel etkileşimin savaş ortamında da devam ettiği­ni göstermesi bakımından önemlidir.

Fransa Kralı 13 Ekim 1307’de Tapınak Şövalyeleri liderlerinin tutuklan­masını emretti. Papalık yayınladığı bir genelge ile Avrupa’daki bütün tarikat mensuplarının tutuklanmasını ve mallarına el konulmasını talep etti. Engi­zisyon mahkemesinin verdiği karar neticesinde tarikatın son ‘büyük üstadları' Jacques de Molay ve Geoffroi de Charney, 1314 yılında Paris’te diri diri yakıldı. Kurtulabilenler Hospitalier tarikatına katıldılar ve yaşamlarının geri kalanını sessiz bir şekilde geçirdiler.(50)

Tapınak Şövalyeleri, Batı’da dinî düşünce ve edebiyat tarihinde her za­man merak konusu olmuştur. Tarikatın yasaklanmasından sonra neler oldu­ğu, müntesib şövalyelerin intikam peşine düşüp düşmediği, tarikatın yer al­tında yaşamaya devam edip etmediği ve Hz. Süleyman Tapınağı’nda ele ge­çirdikleri varsayılan hâzineleri ne yaptıkları gibi konular hikâye, roman, ef­sane ve filmlere konu olmuştur. Umberto Eco’nun Foucault’s Pendulum, Dan Brown’in The Da Vinci Code ve The Lost Symbol, Robyn Young’ın Brethren adlı romanları; Steven Spielberg’in yönettiği ve Harrison Ford ve Sean Con­nery’nin başrol oyandığı Indiana Jones and the Last Crusade, Jon Turtelta- ub’un yönettiği ve Nicolas Cage’in başrolü oynadığı National Treasure film­leri, ayrıca Assassin’s Creed, The Secret World ve Broken Sword gibi bilgisayar oyunları, bu popüler kültür eserleri arasında zikredilebilir.

Tapınak Şövalyeleri gibi Hospitalier Şövalyeleri de Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmesiyle ortaya çıktı ve Ortaçağlar boyunca benzer bir misyona sa­hip oldu. Müslümanlara karşı verdikleri savaşlarla tanınan Hospitalier Şö­valyeleri, Tarsus ve Antakya’dan Kudüs’e kadar pek çok yerde kaleler, as­kerî üsler, askerî depolar, cephanelikler, kiliseler inşa ettiler. Hristiyan Kudüs Krallığı’nın 1291’de yıkılmasından sonra Kıbrıs’a gittiler; ardından Rodos’u kendilerine üs edindiler. Burada Rodos Şövalyeleri olarak anılmaya başlayan grup, 1444’te Mısır Sultanı, 1480’de Fatih Sultan Mehmed tarafından muhasara edildi.

1522’de Kanuni Sultan Süleyman büyük bir orduyla Ro­dos adasına çıktı ve Rodos Şovalyeleri’nin buradaki hakimiyetine son verdi Sonraki yıllarda Rodos ve Malta Şövalyeleri ile Osmanlı donanması arasın­da çeşitli muhabereler yapılmış ve Hrıstiyan şövalyeler ile Osmanlı askerle­ri Tunus, Trablus ve Malta’da karşı karşıya gelmiştir. Sicilya Kralı V. Char­les, Rodos’tan çıkan şövalyelere 1530’da Malta, Gozo ve Trablus’u verir ve böylece bu tarikatın tarihindeki üçüncü aşama olan Malta Şövalyeliği döne­mi başlar. 1565 yılındaki Malta kuşatmasını püskürtmeyi başaran Malta Şö­valyeleri, dönemin en güçlü padişahı olan Kanuni yönetimindeki Osmanlıılara karşı bu zaferi kazanmak süretiyle Avrupa’da yeniden büyük bir şöhre­te kavuşur.

Dahası, Osmanlıların deniz hakimiyeti ve yenilmezliği sorgula­nır hale gelir. Nitekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı’nın kaybedilmesi, bu al­gıyı daha da güçlendirecektir.Sonraki dönemlerde Malta Şövalyeleri dinî kimliğini tamamen yitirmiş ve özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda Akdeniz’de korsanlık yapmaya başlamış­lardır. Avrupa’da dinî reform hareketleri, sekülerleşme ve Vatikan’ın otori­tesinin sarsılması gibi gelişmeler karşısında dinî şövalyelik kurumu anlam ve önemini tamamen yitirmeye başlayacaktır. Günümüzde Malta Şövalyele­rinin resmî merkezi Roma’dadır. Bir hayır kuruluşu olarak faaliyet gösterdi­ğini söyleyen tarikat, yüzün üzerinde ülkede sağlık hizmetleri vermekte ve İn­sanî yardım faaliyetleri yapmaktadır.

Kökenleri Haçlı seferlerine giden Tapı­nak Şövalyeleri, Hospitalier (Rodos ve Malta) Şövalyeleri, Teutonik Şövalye­leri ve benzeri dinî-askeri Hrisriyan tarikatları, İslâm’ın 11. ve 12. yüzyıllar­daki hızlı yayılımının bir neticesi olarak ortaya çıkmış ve hilal-haç çatışması­nı, kimliğinin kurucu bir unsuru olarak kabul etmiştir. Bu tarikatlar özellikle 13. ve 17. yüzyıllar arasında Ortadoğu’da ve Akdeniz’de, Müslüman toplumlarla ve Osmanlılarla savaş ve barış dönemlerinde ilişki ve etkileşim içerisin­de olmuşlardır. Salâheddîn Eyyûbî’nin kahramanlığını, şövalye ruhunu, cö­mertliğini ve asaletini vurgulayan Batılı eserlerin kaynaklan arasında, onun­la ve askerleriyle bizzat temasa geçen Haçlı askerleri, şövalyeler, tacirler ve seyyahlar bulunmaktaydı. Kısaca ifade etmek gerekirse, Avrupa’da şövalye­lik tarihini ele alırken dinî-askeri tarikatların Islâm toplumlarıyla olan bu et­kileşimini göz ardı etmek şüphesiz mümkün değildir.(51)

Runciman’a göre, genel açıdan bakıldığında Haçlı seferleri Avrupadan “muazzam bir fiyasko” ile sonuçlandı.(52) Zira, takriben üç yüz yıl boyunca yapılan seferler, ne Hristiyanların birliğini sağladı ne de İslâm’ın yayılışını engelleyebildi. Haçlılar İslâm dünyasının içlerine kadar gelen ilk Avrupalılar olmalarına rağmen, Avrupa’nın İslâm imajı ve Müslüman algısı olumlu bir gelişme göstermedi. Avrupa’dan gelen Haçlılar, Doğu Hristiyanlarıyla yapıcı ilişkiler kuramadılar. Esir düşen bazı Haçlılar, Müslümanlık’ı kabul ederek Memlûk ordusunda önemli mevkilere geldiler.(53) Avrupa’ya dönenler ailelerine ve dostlarına yaşadıkları acıları, sıkıntıları, hayal kırıldıklarını, he­yecanları anlattılar.


Müslümanların Gözüyle Haçlılar

‘Frenkler’ ve ‘Sâlibiyyûn’ olarak anılan Haçlılar, İslâm dünyasının Avru­pa ve Batı Hristiyanlığı hakkındaki tasavvurunun şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Savaş meydanında karşılaşmak, tanımamn ve tanışmanın en iyi yolu değildir şüphesiz. Hele ki bu karşılaşma iki asırdan fazla bir süreye yayılıyorsa, Anadolu, Şam, Irak ve Filistin topraklarında yaşayan Müslüman toplumların, Avrupa halkları hakkında savaşçı ve hasmane bir algıya sahip ol­ması kaçınılmazdır. Şamlı şair İbn Hayyât (ö. 1123), Haçlı ordularının sefer­berlik hareketini “Müşrikler, taşan nehirleri bile korkutan bir sel gibi akarak/ Sürüklenen dağlar gibi bir orduyla Frenk diyarından kopup geldiler” ifade­leriyle tasvir eder.(54) Akın akın gelen Haçlı ordularının geçtikleri şehir ve ka­sabalarda yaptıkları talan, hem Batılı hem de İslâm kaynaklarında detaylı bir şekilde anlatılır.

Haçlıların, Doğu’da yaşayan pek çok Hristiyan cemaat ara­sında da rahatsızlık ve husûmet yarattığı bilinmektedir. Müslümanların bu sü­reçteki en büyük avantajı, Hristiyanlık hakkında temel bilgilere sahip olma­sı ve Müslümanlar arasında azınlık olarak yaşayan Hristiyan bireylerle temas kurabilmesiydi. İslâm’ın Ehl-i Kitap kabul edilen Yahudi ve Hristiyanlara hu­kukî bir statü vermesi ve temel dinî inançlarını, can ve mallarını güvence al­tına alması da Müslümanların, Avrupa’dan gelen Hristiyanİarİa olan müna­sebetlerinde önemli bir unsurdu. İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 1350), Ehl-i Ki­tap olan Yahudi ve Hristiyanlar için geçerli olan zımmî hukukunun tavizsiz bir şekilde uygulanmasını savunurken, adalet ilkesinin gözetilmesini tavsiye eder ve Müslüman olmayanlara karşı savaşın ancak karşı tarafın saldırması durumunda meşru olacağını söyler.(55) İbn Kayyim’in bu satırları, Haçlı sefer­lerinin etkisini yitirdiği, fakat hatırasının yaşamaya devam ettiği bir dönemde yazdığını akılda tutmak gerekir. Müslüman hukukçular, savaş meydanında ve barış ortamında Hristiyanlara ve dolayısıyla Avrupalı Haçlılara karşı adaletli davranılmasını salık vermiş, aşırılıklara kaçılmasını yasaklamıştır. Müslüman liderler ve komutanlar genellikle bu ilkeye riayet etmişleridir.

Müslüman yazarlar, tarihçiler ve şairler, Haçlılara karşı savaşan Müslü­man liderlere, komutanlara ve askerlere övgüler yazmış ve onların savaş mey­danındaki cesaretini teşvik etmiştir. İbn Münîr, İbn Kayserânî, İmâdeddîn el-İsfehânî, Kadı el-Fâdıl, İbn Sa‘atî, Üsâme ibn Munkız, İbn Senâ el-Mülk, İbnü’l-Kalânisî, İbnü’l-Esîr, Kemâleddîn ibnü’l-Adim, Bahâeddîn ibn Şeddâd, İbn Abdizzâhir ve Makrîzî gibi yazarlar ve tarihçiler, Müslüman komutanla- n överken Haçlı seferleri dönemi hakkında da bize önemli bilgiler aktarmış­lardır. Bu yazarların eserlerinde İmâdeddîn Zengî, Nûreddîn Zengî, Salâheddîn Eyyûbî ve Sultan Baybars gibi komutanların askerî başarıları, müca­deleleri ve cesaretleri hakkında methiyeler, şiirler ve ağıtlar yer alır.(56) Bu ko­mutanlar, Haçlı ordularına karşı savaşan birer kahraman olarak takdim edi­lir ve İslâm’a yaptıkları hizmetlerden övgüyle bahsedilir. Edebî bir form ola­rak bu eserler soyluluk, zekâ, cesaret, kahramanlık, sadakat ve ihlâs gibi te­maları öne çıkartır ve Kudüs’ün alınması gibi tarihî olayları tasvir ederken, aynı zamanda Müslüman okuyucuya yüksek ahlâkî idealler hakkında hatır­latmalarda bulunur.

Bu eserlerde Haçlılar hakkında kayda değer bilgilere rastlıyoruz. Haçlı­ların muharebe taktikleri, kılık-kıyafetleri, ünlü komutanları, kralları, bazı adet ve gelenekleri, dinleri, kadın-erkek ilişkileri, vb. konularda yapılan tas­virler, büyük oranda tarihî gözlemlere dayanırken, aynı zamanda birer ‘tipoloji’ haline getirilmiş ve böylece Haçlılar, Frenkler ve Avrupalı Hristiyanlar hakkında belli bir tasavvurun inşa edilmesine zemin sağlamıştır. Yer yer Haç­lılar hakkında olumlu değerlendirmeler yapılmakla birlikte, çoğunlukla Haçlıların güvenilmez, kaba saba, yalancı, temizlik konusunda lakayt, vb. oldu­ğu ifade edilmiştir. Burada dikkat çekici olan nokta, hu tür negatif tasvirlerin Hristiyanlar hakkında kökten olumsuzlayıcı ve total bir ötekileştirmeye yol açacak özcü mülâhazalara dönüşmemiş olmasıdır.

Avrupadaki Müslüman al­gısı genellikle teolojik temelli bir şeytanîleştirme ve ötekileştirme olarak kar­şımıza çıkar. Yalancı, kaba-saba gibi somut ve tikel gözlemlere dayalı nega­tif tasvirler, bu büyük anlatının destekleyici unsurlarıdır. Ama merkezde tarih-üstü ve teolojik ötekileştirme kategorileri vardır. Müslüman kaynaklarda Haçlılarla ilgili yapılan tasvirlere baktığımızda ise olumsuz değerlendirmele­rin somut ve tikel örneklere dayandığını ve teoloji temelli bir şeytanîleştirme ameliyesine dönüşmediğini görürüz.

Buna bir örnek olarak Şamlı şair İbn Sa'atî’nin Salâheddîn Eyyûbî için yazdığı şiirde karşımıza çıkan Haçlılar tiplemesine bakabiliriz. Haçlıların ver­dikleri sözü tutmadığını ve ahde vefa göstermediğini söyleyen İbn Sa‘atî, on­ları şu sözleriyle hicveder:

Sancakların karşısında düşmanların siyah ciğerleri tiril tiril titredi

Nice haç ve kiliseler, Salâheddîn karşısında aciz kaldı

Yemin ederken yalan yere yemin eden bir topluluk

Nasıl olur da peygamberlerin yurdunda yaşayabilir?(57)

İbnu’l-Kayserânî, Nûreddîn Zengî için yazdığı bir methiyede benzer bir gözlemde bulunur ve bir Haçlı dükünün ihanetine atıfta bulunur:

Hilekâr Comes’ın bağırışını görüyorum

Azdı ve zulmetti

Hukuk gözetmeden yapılana ihanet etti

Ama artık saklanacağı bir ini kalmadı

Hainin kurduğunu, iyilik helâk etti.(58)

Bu tür şiirlerin yanı sıra, Haçlıların gündelik yaşamları, adet ve örfle­ri hakkında da çeşitli tasvirlerin yapıldığını görmekteyiz. Bu tasvirler, hem 12. ve 13. yüzyıllarda Haçlıların günlük hayatları, hem de Müslüman yazar­ların onlara bakış açıları hakkında bize önemli ipuçları vermektedir. Bu ya* zarlar arasında Üsâme ibn Munkız’in özel bir yeri var. Salâheddîn Eyyûbî dö­neminde yaşamış olan ve gözlemlerini Kitâbu’l-İtibâr adlı eserinde bir ara­ ya getiren Üsâme ibn Munkız, “Frenkler” dediği Haçlılar hakkında dikkatli ve yer yer renkli gözlemlerde bulunur. Her ne kadar onları dinî inançları ve gündelik adetleri nedeniyle aşağılarsa da, Frenklerin arasında cesur, sözüne sadık, dürüst insanların bulunduğunu belirtir. Kendi başından geçen bir ha­diseyi aktarırken, dost edindiği bir şövalyenin, ülkesine geri dönerken Üsâme’nin 14 yaşındaki oğlunu kendisiyle göndermesini ve böylece Avrupa’da “savaşçılarla (tanışarak) bilgelik ve şövalyelik” öğrenebileceğini söyler. Üsame bu söz karşısında şaşırır ve oğlunu böyle bir maceraya göndermek iste­mez. Lakın şövalye arkadaşını kırmamak için ona şu cevabı verir: “İnan ben de hep bunu düşünürdüm. Beni bundan alıkoyan tek şey, ninesinin ona çok düşkün olmasıdır. Öyle düşkün ki mesela şimdi onu kendisine geri götürece­ğime dair yemin almadan benimle gelmesine izin vermedi.” Bu cevap üzerine şövalye, Üsâme’ye annesini üzmemesini ve ona itaat etmesini söyler.(59)

Üsâme’nin ‘Frengistan’ dediği Avrupa’dan gelen savaşçılarla, bölgede uzun süredir yaşamakta olan Hristiyanları birbirinden ayırması önemli bir noktadır. Zira diğer kaynaklar da İslâm topraklarına savaşmak için gelen Av­rupalı Hristiyanların zaman içinde yerel kültür ve adetleri benimsediklerini; bir kısmının kültürel olarak asimile olduğunu ve bazılarının da Müslümanlı­ğı seçerek kendi ülkelerine hiç dönmediğini bildirmektedir. Bu noktaya dik­kat çeken Üsâme, “Frenkler arasında Müslümanlara alışıp uyum sağlayanlar da vardır. Bunlar Frenk topraklarından yeni gelmiş olanlara nazaran daha iyidir” der.(60) Buna örnek olarak da bir dostunun başından geçen bir hadiseyi aktarır. Üsâme’nin Theodoros Sophianos adlı arkadaşı, Üsâme’nin dostunu Antakya’daki Frenk arkadaşının evine davet eder. Sofra kurulur. Üsâme’nin dostu yemek istemez. Bunun üzerine ev sahibi şövalye şöyle der: “Gönül ra­hatlığıyla yiyebilirsin. Ben Frenk yemekleri yemem. Yemekleri, kendi pişir­diklerinden başka bir şey yemeyen Mısırlı kadınlarımız pişiriyor. Ayrıca evi­me kesinlikle domuz girmez.”(61)

Üsâme, kültürel alışverişe örnek teşkil eden bu tür konuların yanı sı­ra Haçlıların tedavi yöntemleri hakkında da bilgi verir ve Avrupa’dan gelen Frenklerin çoğunun tıp ve cerrahî müdahale alanlarında geri olduğunu söy­ler. Ayrıca Frenk erkeklerinin kadınlarını kıskanma ve namuslarını koruma konusunda lakayt ve özensiz olduklarını aktarır. Haçlıların cehalet ve kabalıklarına örnek olarak, Mescid-i Aksâ’da namaz kılarken bir Frenk’in kendisi, ne saldırmasını ve doğuya doğru namaz kılması için fizikî müdahalede bulun­masından bahseder. Diğer Haçlılar adama birkaç kez müdahale eder ve Üsâme’yi serbest bırakmasını söyler. Usâme şu notu düşer: “O iblis herifin kıb­leye doğru ibadet eden birini gördüğündeki davranışı, yüzünün renginin de­ğişmesi, titremesi, hâlet-i rûhiyesi beni hayrete düşürmüştü.”(62)

Nûreddîn Zenginin ve Salâheddîn Eyyûbî’nin sekreterliğini yapan ve ta­rih ve edebiyat alanında önemli eserlere imza atan İmâdeddîn Zengî, Frenk kadınları konusunda iki farklı hikâye anlatır. Her iki hikâye de tarihî nüans­ları yansıtması açısından önemlidir. İmâdeddîn birinci bölümde, Avrupa’dan getirilen fahişelerden bahseder. Sayıları üç yüzü bulan fahişeler, savaşan Haç­lı askerlerini eğlendirmek için gönderilmiştir. Yazarımız, kutsal savaş ve Ku­düs için yola çıktıklarını söyleyen Haçlıların böyle bir ahlâksızlığı nasıl meş­ru gördüklerini anlamakta zorlanır. Birkaç zayıf Müslümanın da fahişelerin cazibesine kapılıp şehvet âlemlerine katıldığını söyler ve bu işe karışan Hris- tiyanları ve Müslümanları zemmeder. Bunun ardından Hristiyan kadınların zaman zaman savaşlara büyük bir cesaret ile katıldığını ve bu vesileyle cenne­te gitmek istediklerini söyler. Bu kadınlar savaşta en az erkekler kadar yiğitçe savaşırlar. Miğferlerini çıkartana kadar onların kadın olduğunu kimse anla­maz. Bunlar arasında savaşta başarılı olanlar bulunduğu gibi, yaralanan, esir düşen, köle olarak satılan ve dul kalan kadınlar da vardır. İmâdeddîn, Haçlı­lar arasında çok sayıda yaşlı ve dul kadının bulunduğuna dikkat çeker ve bun­ların bazen bir yük ve ayak bağı olarak görüldüğünü söyler.(63)

Haçlılar dönemi, İslâm-Batı ilişkilerinde uzun bir döneme tekabül eder. Siyasî müzakereler, savaşlar, askerî zaferler ve hezimetler, ticarî ve kültürel et­kileşim, dinî algılar ve İnsanî ilişkiler ağı etrafında şekillenen bu dönem, hem Avrupa hem de İslâm tarihi açısından önemli sonuçlar doğurmuş ve etkile­ri modern zamanlara kadar devam etmiştir. Haçlı seferleri sırasında ve takip eden asırlarda yaşanan hadiseler, İslâm ve Avrupa toplumları arasında yeni ilişki biçimlerinin ve etki alanlarının da ortaya çıkmasına zemin hazırlamış­tır. Burada özellikle 12.-14. yüzyıllar ayrı bir öneme sahip. Zira Ortaçağ Av­rupa Hristiyan düşüncesi bu dönemde tebellür etmiş ve kendi kimliğini bul­muştur. Fakat bu dönem aynı zamanda Batı düşünce ve kültürünün İslâm me­deniyetinden en fazla etki aldığı zaman dilimlerinden biridir...

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;87-128

Dipnotlar:

1- Jonathan Riley-Smith, “The Crusading Movement and Historians”, Jonathan Ri- ley-Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the Crusades (Oxford: Oxford University Press, 1995), s. 4-5.

2. Robert the Monk, Historia Iberosolimitana, RHC Occ. Ill, s. 727-8’den aktaran Thomas Asbridge, The First Crusade: A New History (Oxford: Oxford University Press, 2004), s. 1.

3. Bkz. Thomas Asbridge, The First Crusade, s. 31-39.

4. Asbridge, The First Crusade, s. 318-320.

5. Carole Hillenbrand, The Crusades: lslamic Perspectîves (Edinburg: Edinburg Uni* versity Press, 1999), s. 47-48.

6. Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanmda Türkiye: 1071-1328 (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2002; 7. Baskı), s. 98-111 ve Amin Maalouf, The Crusades Through Arab Eyes (New York: Schocken, 1984), s. 3-18.

7. Işın Demirkent, “Haçlılar”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul, 1996), Cilt 14, s. 539.

8. Haçlı seferlerine İslâm-Batı ilişkileri açısından bakan derli toplu bir değerlendirme için bkz. Rollin Armour, İslam, Christianity and the West: A Troubled History (New York: Orbis Books, 2003), s. 63-79.

9. Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, çev. Fikret Işıltan (Ankara: Türk Tarih Ku­rumu Yayınları, 2008; 3. Baskı), Cilt III, s. 249.

10. Ramazan Şeşen,“ Salâheddîn Eyyûbî”, TDVİslâm Ansiklopedisi, cilt 36, s. 337-340.

11. Batı edebiyatında Salâheddîn Eyyûbî teması için bkz. Margaret Jubb, The Legend of Saladin in Western Literature and Historiography (London: Mellen Pres, 2000).

12. Allenby’nin Kudüs’e girdiği gün, İngiliz mizah dergisi Punch bir karikatür yayımlar: ‘Son Haçlı Seferi’ başlığını taşıyan karikatürde, İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard zırhım giymiş bir şekilde atının üzerinde ve elinde kılıçla şöyle der: “Rüyam niyahet gerçek oldu-\Bkz Frederick Quinn, The of All Heresies: The Image of lam in Western Thought (Oxford: Oxford University Press 20081 , m

13-Ilan Pappe,The Ethic Cleansing of Palestine (Oxford: Oneworld, 2008), s. 218.

14, Demirkent, “Haçlılar”, s. 537; Runciman, Haçlt Seferleri Tarihi, III, s. 47.

15. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 212.

16. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 213.

17. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 214.

18.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, III, s. 65.

19. Malouf, The Crusades Through Arab Eyes, s. 216-7; Hamilton Gibb, The Life of Sa-ladin (London: Saqi Books, 2006; ilk baskı 1973), s. 88-90; Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyûbî ve Devlet (İstanbul: Çağ Yayınları,1987).

20. James Reston, Warriors of God: Richard the Lionheart and Saladin in the Third Cru- sade (New York: Anchor Books, 2002), s. xviii.

21/La Chanson de Roland ve diğer şarkı ve şiirler için bkz. Michael Routledge, “Songs” Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the Crusades s. -91-111.

22. Demirkent, “Haçlılar”, s. 525-546.

23. Bkz. Courbage ve Fargues, Cbristians and Jetvs under İslam, s. 44-56.

24, The Travels of ibn Jubayr, tr. Roland Broadhurst (London, 1952), s. 316-7. Courba- ge ve Fargues, a.g.e., s. 48’de, Amin Malouf, The Crusades Through the Arab Eyes s. X’da aynı paragrafı nakleder. Müslüman tarihçilerin Haçlı seferleri hakkındaki de­ğerlendirmelerini içeren önemli bir derleme için bkz. Francesco Gabrieli, Arab His­torians of the Crusades (New York: Barnes and Nobles, 1993).

25. The Travels of Ibn Jubayr, s. 300-1.

26. Cardini, Europe and İslam, s. 75.

27. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 211, dipnot 11.

28. Peter Jackson, The Mongols and the West: 1221-1410 (Edinburgh: Pearson/Long­man, 2005), s. 97.

29. William of Rubruck, The Journey of William of Rubruck to the Eastern Parts of the World, 12S3-S5 with Two Accounts of the Earlier Journey ofJohn of Pian de Carpine (London: The Hakluyt Society, 1900; yeniden basım New Delhi: Asian Educati­onal Services, 1998), s. 235.

30. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 259.

31. Jackson, The Mongols and the West, s. 20-1 ve 97-99.

32. Güyük’ün mektubu ve diğer yazışmalar için bkz: Christopher Dawson, The Mongol Mission: Narratives and Letters of the Franciscan Missionaries in Mongolia and Chi­na in the Thirteenth and Fourteenth Centuries (New York: 1955), s. 86. Ayrıca bk. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 221.

33- Rene Grousset, Histoire des Croisades III, 1188-1291 (Paris: Perrin, 1936), s. 650.

34. De considerations, III, I, 3-4, zikreden Benjamin Z. Kedar, Crusade and Mission: European Attitudes toward the Muslims (Princeton: Princeton University Press, 1984), s. 61.

35. Robert Burns, “Christian-Islamic Confrontation in the West: The Thirteenth Cen­tury Dream of Conversion”, The American Historical Reviewr Vol. 76, No. 5 (1971 h s. 1390 (1386-1434).

36.Olcaytu’nun Budizm ve Hristiyanlık’ı etraflı bir şekilde inceledikten sonra İslâm’ı kabul etmesi ve Şîa mezhebini benimsemesi, hem Müslüman-Hristiyan ilişkileri hem de Şiîlik tarihi açısından tarihî bir olaydır. Moğolların İslâm’ı kabul edişine gösteri­len Hristiyan tepkiler için bkz. David Bundy, “The Syriac and Armenian Christian Responses to the Islamification of the Mongols”, John Victor Tolan (ed.), Medieval Christian Perceptions os İslam(New York/London: Garland Publishing, 1996)

37. The Travels of Marco Polo, haz. Aldo Ricci (London: 1931), s. 6-7.

38. John Man, Kublai Khan: The Mongol King who Remade China (London: Bantam Books, 2006), s. 366 yd.

39- The Travels of Marco Polo, s. 110-2.

40. Marcus Bull, “Origins”, Jonathan Riley-Smith (ed.), The Oxford Illustrated History of the CrusadeSy s. 18.

41. Cardini, Europe and İslam, s. 79-81.

42. Cardini, Europe and Islam, s. 83.

43. Ketton’ın terümesi için bkz. Mane-Thérèse d’Alverny, “Deux Traductions Latines du Coran au Moyen Age” Archives d'histoire doctrinale et littéraire du Moyen Age 16 (Paris: Librairie J. Vrin, 1948); makale yazarın şu kitabına alınmıştır: La connais­sance de l’Islam dans l'Occident médiéval (Great Britain: Variorum, 1994), I, s. 69- 131. Yazar burada Toledo’lu Mark’ın yaptığı Latince Kur’ân tercümesini de değer­lendirir. Ayrıca bkz. James Kritzeck, “Robert of Ketton’s Translation of the Qur’an”, Islamic Quarterly, II: 4 (1955), s. 309-312.

44. Peter’in tercüme faaliyetleri için bkz. James Kritzeck, Peter the Venerable and Islam (Princeton: Princeton University Press, 1964), s. 24-36.

45. Nakleden R. W. Southern, 'Western Views of Islam, (Cambridge: Harvard University Press, 1962), s. 38-9. s. 38-9.

46. Nakleden Kritzeck, Peter the Venerable and Islam, s. 161.

47. Cf. Kenneth M. Setton, Western Hostility to Islam and Prophecies of Turkish Dootn (Philadelphia: American Philosophical Society, 1991), s. 47-53.

48.Desmond Seward, The Monks of War' The Military Religious Orders(London p?guin Books, 1995), s. 30-31.

49. St. Bernard of Clairvaux, ‘In Praise of the New Knighthood’, The Works of St. Ber­nard of Clairvaux, Volume 7, Treatises III, (Michigan: Cisterian Publications, 1977), s. 128.

50. 2001 yılında ortaya çıkartılan Chinon belgesine göre Papa V. Clement, 1308 yılında Tapınak Şövalyelerinin masumiyetini kabul etmiş ve dinsizlik ve sapıklık suçlamalarını reddetmiştir. Vatikan’ın bugünkü resmî pozisyonuna göre Tapınak Şovalyeleri’ne yapılanlar haksızlıktı ve Papa, akrabası olan Fransız Kralı Philip’in yoğun baskısı altında bu yola başvurmak zorunda kalmıştı.

51.Şovalye Tarikatları, Haçlılar ve İslâm dünyasıyla ilişkiler hakkında daha fazla bilgi içinAlan John Forey,Military Orden and Crusades (Hampshire: Variorum, 1994) ve aynı müellif, The Military Orden From the Twelfth to the Early Fourteenth Cen- tunes (Basingstoke: Macmillan Education,1992).

52. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt III, s. 396.

53. David Nicolle, The Crusades (Michigan: Fritzboy Dearborn Publishers, 2001), s. 81*

54. İbn Hayyât, Dîvân, s. 182, nakleden İbrahim Ethem Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler (Ankara: Vadi Yayınları, 2006), s, 175.

55. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâm ehli’z-zimme, neşreden Subhi es-Sâlih (Beyrut: Dâ- rul’l-ilm li’l-âlemîn, 1983), Cilt I, s. 17.

56.Bu kaynaklar için bkz. Francesco Gabrieli, Arab Historians of the Crusades (New York: Barrnes and Noble, 1993; ilk baskı 1957) ve Ibrahim Ethem Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler (Ankara: Vadi Yayınları, 2006).

57. İbn Sa‘atî, Dîvân, nakleden Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, s. 183.

58. Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, s. 184.

59: Üsâme ibn Munkız, İbretler Kitabı, tercüme eden Yusuf Ziya Cömert (İstanbul- Ses
Yayınları, 1992), s. 182.

60. Üsâme ibn Munkız, a.g.e., s. 182.

61. Üsâme ibn Munkız, a.g.e., s. 189.
62. Üsâme ibn Munkız, s. 183. W

63. Nakleden Gabrieli, Arab Historians of the Crusades, s. 204-7.
Devamını Oku »

Öteki Dünyanın İnsanları

Batı'daki güç ve iktidar tutkusunun insan algısına etkisini en net biçimiyle Ba­tı’nın diğer toplumlara bakışında görebiliriz. Batı, geçmişten günümüze kendisini hep farklı ve üstün görmüş, diğer insanları ise kurduğu sisteme olan bağlılıkları­na veya tehdit durumlarına göre farklı derecelerde ötekileştirmiş ve aşağılamıştır. Öteki insanları, kendi -Batı- kültürünün kıstaslarını kullanarak değerlendirmiş ve onları kendine benzetme çabası içinde olmuştur. Özellikle Rönesans döneminden sonra her şeye bilimsel yönden yaklaşan Batı, “Bilmek hâkim olmaktır.” felsefe­siyle öteki dünyanın insanları üzerine de çalışmalar yapmıştır. Oryantalizm olarak adlandırılan ve Edward Said’in çalışmasıyla gündeme gelen bu bilim, “Doğu’yla -Doğu hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu be­timleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum ola­rak, kısacası Doğu’ya egemen olmakta, Doğu’yu yeniden yapılandırmakta, Doğu üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemidir” (Said, 2012: 13).

Haçlı seferleri, coğrafi keşifler ve sanayi inkılâbı gibi gelişmelerin etkisiyle dış dünyaya açılan ve kendisine hem siyasî güç hem hammadde hem de pazar arayan Batı, oryantalizm kapsamında “yüzyıllar içerisinde Doğu’ya dair taraflı-tarafsız, çok sayıda incelemede bulunmuş, bunları şiirden romana, buradan da bilimsel tes­pitler içerdiği iddia edilen eserlere varıncaya kadar geniş bir yelpazede sunmuştur. Bütün bu çalışmalarda Doğunun kimliğini en ince ayrıntısına kadar, bildiği kadar belirlemeyi de hedeflemiş, bununla da kalmayarak, bizatihi askerî ve siyasî işgal ve müdahaleleriyle inşa etmeye çalışmış” (Canbay Tatar, 2012: 95) ve hâlâ çalış­maktadır. Zira Batı, kendisini modernliğin ve medeniyetin temsilcisi olarak gör­mektedir. Her ne kadar tarih boyunca yayınladıkları bildirgelerde bütün insanların özgür doğup özgür yaşadığını belirtseler de onların medeniyetlerine erişememiş!) diğer toplumları ve barbar insanları istedikleri seviyeye getirebilmek için yapılacak her türlü müdahaleyi kendilerine meşru görmüşlerdir. Çünkü Batı’nın algısına gö­re öteki dünyanın insanları, hem her şeye müstahak, ilkel mahlûklar hem de kötü­lüklerin ortaya çıkmasına sebep olan günah keçileridir. (Canbay Tatar, 2012: 96)

Batı, medeniyet ya da uygarlık götürme gibi değişik adlarla ama aynı amaçla öteki dünyaya tarih boyunca birçok saldın gerçekleştirmiş, bu dünyanın insanla­rını sömürülecek veya köleleştirilecek kişiler olarak görmüştür. Bu durumun en acı örneklerinden birisi, Amerika kıtasının keşfinden sonra sömürgeyi kabul et­meyen yerlilerin katledilmesi ve Afrika’dan zorla toplanan yüzbinlerce insanın köle olarak yine bu kıtaya getirilmesidir. Amerika’ya taşman bu insanlardan ya­rım milyonu, otuz kırk gün süren, uzun ve işkence dolu bu yolculuklara dayana­mamış, yollarda feci şekilde can vermiştir. Kıtaya ulaşmayı başaran iki milyon altı yüz bin insan ise köle olarak en ağır, en pis işlerde çalıştırılmış, en kötü or­tamlarda yaşatılmışlardır. Demiryollarının döşenmesi, madenlerin çıkarılması ve binaların yapılması gibi medeniyet inşasının her safhasında ve en zor işlerde görev alan bu insanlar, insanlar arasında eşitliği savunan bütün bildirgelere rağ­men, 1865 yılına kadar köle olarak kabul edilmişlerdir. 1865 yılından sonra -her ne kadar kölelikten resmiyette kurtulmuş gibi görünseler de- yaşayabilmek için uzun yıllar boyunca zor şartlar altında çalışmaya yine devam etmişlerdir.

Kendi medeniyeti için milyonlarca insanı köleleştiren Batı, Amerika ya da Avrupa kıtasına köle olarak getiremediği öteki dünya insanlarına ise değişik sö­mürgeleştirme programları uygulamıştır. Özellikle dil üzerine yoğunlaşan bu programlarla öteki dünyanın insanları kültürlerinden, değerlerinden uzaklaştırıl­mış; “modernleşme” ve “küreselleşme” gibi kavramlarla Batı değerlerine yaklaştırılmışlardır. Böylece gün geçtikçe Batı hayranı olan bu insanlar, sömürülmeye karşı çıkmak bir tarafa bu durumdan haz duyar hâle gelmişlerdir. Batı’da yaşa­nan müsrif hayata karşılık, dünyada her yıl sekiz milyondan fazla insanın açlık­tan ölmesi (Polatoğlu, 2008: 3) ve insanların buna duyarsız kalması, sömürge programlarının nasıl çalıştığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, insanın eşit ol­duğu bildirgelerde defalarca vurgulanmış olsa bile, tarih boyunca güç ve İktidar uğruna gerektiğinde kendi insanını katletmekten çekinmeyen Batı’nın, öteki dünya insanını ikinci hatta üçüncü sınıf insan olarak algıladığı ve böyle algıla­maya devam edeceği aşikârdır.

Sinema, bir yaşantı sanatı olarak tanıklığınıza talip ol­maktadır. İzleyerek dâhil olmaya başladığınız andan itibaren sizi, kendi gerçekliği ile buluşturur. Böylece tanıklığınız ile filmin iddiaları arasında ortaya çıkan bir ik­na süreci başlar. Bu özelliği ile sinema sanatının gerçekliğe en fazla ihtiyacı olan bir sanat dalı olduğunu iddia edebiliriz. Sinema bu şekilde eğlence sanatı olmaktan ziyade ikna sanatına dönüşmektedir. Sinema fantastik yapıtlarında dahi kendi ürettiği gerçeklik üzerinden bir tutarlılık iddiası içermektedir. Bu tutarlılığı izleyici/ta­nık tarafından kabul görmelidir. Hollywood sinemasının ikna kabiliyetinin sırrı, rasyonel olanı ön planda tutması, rasyonel olamayan karşılaşma anında duyguları ön plana çıkararak buradaki rasyonel eksikliği efekt kullanımı ile bertaraf etme be­cerisinden kaynaklanmaktadır. Akılcı olmayan bir öyküye yönelik şüphelerininiz efektle rötuş edildiğinde izleyiciye sadece filmden keyif almak kalır.

Sinemanın tanık/izleyici ile kurduğu anlam bağım güçlendiren şey zamandır. Yani filmin “an”ı kullanma biçimi. Kendi gerçekliğini sunduğu biçimsel yapı ile “an”ı ve öyküyü sunuş biçimi ait olduğu anlatı kültürünün öğelerinden beslen­mektedir. Hollywood sinemasının “an”ı kullanış biçimi, öyküyü sunuşu, insanı bir proje olarak tanımlayan bir medeniyetin izlerini taşımaktadır. Bütün açmaz­ları çelişkileri, saplantıları ile bahsettiğimiz insan, filmle keşfedilen/keşfeden, Çözümlenmiş/çözen, çoğaltılan/çoğaltan bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır. Efektif özellikleri ile Hollywood sineması, proje filmin -proje insana dönüşme aracı olarak görülebilir.

Batılı anlatı gelenekleri üzerinden düşündüğümüzde Hollywood sinemasının da ait olduğu toplumun kendine özgü anlatım özellikleri taşıdığını söyleyebiliriz. Dünya algısı, varlık/eşya ilişkisi, Batı mitlerinden çağdaş anlatılara değin geniş bir perspektif sunmaktadır. İlle de bir kıyas yapılcak olursa Tanpınarın doğu anlatılarında trajedi yoksunluğuna sebep saydığı kadercilik anlayışı benzer etkisini sinemada da göstermektedir. Doğu sinemaları kendini kaderciliğe teslim ederken, Hollywood rasyonalite ve trajediyi kendine mesken edinmektedir. Do­ğu anlatı geleneklerinden beslenen sinemalar çoğunlukla kendi halklarına yöne­lik, onların dilinden hikâye anlatmaya meylederken, Hollywood sineması terci­hini dünyaya, eşyanın/tabiatın/dünyanın kontrolü ideolojisine dönük olarak sos­yal psikolojik bir dünyaya müdahale mekanizması olarak karşımızdadır.
Bu çerçevede Amerikan toplumunda Afro-Amerikan bir başkanın olması ih­timalinin öncelikle beyaz perdede görülmesi önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir. İkna sürecinin anlaşılması açısından Afro-Amerikan başkan filmlerini önemli buluyorum. Şöyle ki; Afro-Amerikan bir ABD Başkanı beyaz perdede ilk olarak yerini 1930’lu yıllarda bir komedi filmi ile alır. Film, Sammy Davis Jr.’un daha yedi yaşındayken kamera karşısına geçtiği “Rufus Jones Başkan Oluyor” adlı filmdir. Müzikal komedi türündeki 21 dakikalık filmde Sammy Davis Jr., yedi yaşındayken başkan olan bir küçüğü canlandırdı. Bu ancak bir komedi fil­minde gerçekleşebilecek bir olaydır. Ardından “The Man” (1972) filminde Afro- Amerikan Başkan rolünü bu kez usta aktör James Earl Jones devralır. Jones, bu filmle sağlık sorunlarından ötürü görev yapamaz durumda bulunan başkan ve bu müdahale alanını soft bir eğlence alanı olarak değerlendirmek onu küçült­mek olacaktır. Bu bağlamda Hollyvvood sinemasında geleneksel kurumlan ve hâkim ideolojiyi meşrulaştırma yönelimlerinin yanı sıra, farklı ideolojiler kurma­nın da önemli bir unsur olduğu görülür. Hollyvvood sinemasında her film kendi gerçekliğini üretir. Kanıtlarını sunar ve gerekçelendirir. Olmasını arzuladığı dün­ya tasavvurunu net bir biçimde betimler ve izleyici/müşteriye sunar.

başkan yardımcısı yerine başkanlık koltuğuna oturan kişi rolünü üstlenmiştir. Ardından 1998 yılında çekilen “Derin Darbe” filmi ile felaket filminde dirayetli duruşu ile ön plana çıkan ve doğru kararlar alıp halkı bir arada tutabilen Afro- Amerikan başkan imajı ile önce beyaz perdede tanışan Amerikan toplumu ardın­dan bu dönüşüme siyaseten tanıklık etmiştir . Hollywood, komedi filmi konu­su olarak başkanlıktan, başkan vekâletine ardından kahraman başkanlığa doğru evirilen süreçte başarılı bir ikna rolü üstlenmiştir. Öte yandan başka filmlerde ezilen toplumsal figür olarak yer alan Afro-Amerikan olmak, zamanın ruhuna yönetim erkinin tam kalbinde başat rolünü almıştır. Bu ikna hareketi Amerikan halkına değil tüm diğer ulusları iknaya yöneliktir.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »