Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?

Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?


“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Ama bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar."(Nisa,48,116)

Bu ayetten anlaşılıyor ki Yüce Rabb’imiz, sadece müşrik olarak ölen kimseleri bağışlamayacaktır. Ama bunun dışındaki kimseleri, dilerse bağışlayacaktır. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, büyük günahlardan kaçınan kimselerin küçük günahlarını bağışlayacağına dair söz verdiğini de biliyoruz. Fakat adam öldürmek, zina etmek, anne ve babanın haklarını gözetmemek gibi büyük günahlardan birini ¡işleyen kişi, ne sebeple olursa olsun, tevbe etmeye imkânı olduğu halde tevbe etmeden ölmüşse böylesi bir günahkâr kişinin affe­dilmesi beklenebilir mi? Bu hususta da ümit devam etmeli midir?.- İşte bu konu, ehl-i sünnetten olan ilim adamları ile mu’tezilî görûş sahip olanlar arasında tartışılmaktadır;

Elbette Allah Teâlâ'nm, dünyada ve ahirette bir kulu için dileyip yapmak istediği bir şeyi engelleyecek hiçbir güç yoktur; O mutlak güç sahibidir... "Allah sana bir iyilik yapmak istediği zaman, onun fazlından yapacağı bu iyiliği engelleyebilecek hiçbir güç yoktur.'' (Yunus,107)O halde Allah, bir şeyi murad etmişse, bu olur mu. olmaz mı, şeklinde tartışmak bile abesle iştigaldir... Ama suç ve ceza Allah'ın vaadi ve vaadleri, Allah'ın adaleti gibi temel ilkeler açısın­dan konuya yaklaşıldığında tartışmanın sona ermesi de mümkün değildir. Kullar hayatta olduklan ve yaşama ümit ve imkânları devam ettiği sürece Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesmemelidirler. Fakat inkâr etmediği halde büyük günahlardan birini ya da bir kaçını işlemiş, tevbe etmeden ölmüş olan kimseler için de bu ümit devam etmeli  mi? Kanaatimizce asıl tartışmaya açık olan husus budur...

Ehl-î sünnetten olan ilim adamlarına göre, inkâr olmadığı süre­ce büyük ve küçük günah mü'mini dinden çıkarmaz. O sebeple günahkâr olarak ölmüş olan kişi mü’mindir ve Allah'ın onu affetmesi umulur. Mesela İmam Maturidî demiştir ki, “Gerçekte küfür örtmek demektir; günahkâr kişi Rabb'inin nimetlerini örtmemiş ve hakkını inkâr etmemiş ki imanı batıl, kendisi de kâfir olsun Örfte iman, işitmek ve tasdik etmek demektir; günah sahibi hiçbir konuda Allah'ı yalanlamadığına göre, o mü'mindir.”(Maturidi,Tevhid,syf;334) affı da beklenebilir ‘’"Sadece şirk, tevbe ile affedilir, diğerleri ise kişinin nail olacağı faziletlerle bağışlanması caiz olduğu gibi yapacağı iyiliklerle de örtülür.(Maturidi,age,338)

Mutezile mezhebinden olan ilim adamlan ise, bilhassa büyük günahtan dolayı tevbe etmemiş olan bir kimsenin affedilmesini ummayı makul bulmuyorlar. Mesela Zemahşeri, şirkin dışındaki günahlarla ilgili ayette söz konusu edilen bağışlamanın, suçlunun tevbe etmesi şartına bağlı olduğunu savunuyor. O, tevbe etmeden öldüğü takdirde, büyük günah işleyen kimsenin atfedilebileceğini teklemeyi, şaşılacak bir beklenti olarak değerlendirmiş ve şöyle demiştir; "Allah'ın, haksız yere bir mü'mini öldüren kimse ile ilgili Nisa 92. Ve 93.ayetlerdeki hükmünü okuyup duran Resulullahın;’’Allah katında dünyanın tamamen yok olması,bir müminin öldürülmesinden daha hafiftir’’Yarım kelime ile de olsa bir müminin öldürülmesine katkıda bulunan kimse,kıyamet gününde alnında Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."

Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."(M.Ali Sabuni,Ahkam Tefsiri,1/497-498)

Furkan suresinin 70. ayetinden de anlaşılabileceği gibi bu üç büyük günahtan birini ya da hepsini işlemiş olan bir kişi, zama­nında ve kabul şartlarına uygun olarak tevbe edip büyük bir piş­manlıkla Allah'tan bağışlanmasını dilemeli, iman etmeli ve geri kalan hayatını salih amel ile geçirmelidir. Tevbe etmeyi ihmal etmiş olsa bile en azından İmam Maturidî'nin dediği gibi kötülük­lerini örtebilecek iyilikler, salih ameller ile bir kısım faziletlere nail olmalı, kalan ömrünü sırat-ı müstakim üzere sürdürmelidir. Aksi halde büyük günahlardan sakınmamış, bunlardan birini ya da hepsini işlemiş olup da ömrü boyunca hiç tevbe etmemiş; kendisi­ni ıslah edip Allah'a yönelerek salih amel işlememiş kimselerin, mü'min de olsa bağışlanmalarını beklemek elbette şaşılacak bir şeydir! Kaldı ki Allah Teâlâ'nın "Siz, yasaklanan büyük günahlar­dan kaçınırsanız, biz sizin diğer günahlarınızı örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdiririz."(Nisa,31) buyururken, büyük günah­lardan kaçınmayı mü'minlere bırakmış olduğu da bilinmektedir!

Özellikle büyük günahlar husususunda geleceği ihtimallere bı­rakmak, güvenilir bir yol değildir. Çünkü Cenab-ı Hak, ancak dile­diği kimsenin şirkin dışındaki günahlarını bağışlayacağını söyle­miştir. Bunda, dilerse bağışlamaz anlamı da vardır. Ya bağışlamaz­sa!

Aynca Allah, büyük günahlar olarak bilinen Allah'tan başkası­na dua eden/şirk, haksız yere adam öldüren ve zina eden kimseler hakkında: İsrafa dalmayan ve daima orta yolu takip eden mü'minler, (...) Allah'la birlikte başka bir tanrıya dua etmezler, haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymazlar ve zina etmezler. Bıılan yapanlar, cezalarını bulurlar. Bunların azabı kıyamet gü­nünde kat kararttırılır ve cehennemde önemsiz kişiler olarak ebedi kalırlar," (Furkan,68-69)dedikten sonra hemen devam eden ayette de şöyle buyurmuştur:

"Ancak tevbe edip iman eden ve salih amel yapanlar başkadır, Allah onların seyyielerini hasenata çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir."(Furkan,70-71)

Görülüyor ki Allah Teâlâ büyük günahların bağışlanmasını tevbe etme, iman etme ve salih işler yapma şartına bağlamıştır. 0 sebeple "Büyük günahlar için mutlaka tevbe şarttır." görüşü, ina­nan kimsenin lehine bir görüştür. İhmal edilmeye gelmez!

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

İslâm Âlimlerine Göre Ruh

İslâm Âlimlerine Göre RuhFelsefe ve kelâm kitablarını incelediğimizde, bütün İslâm hükemâsının (el-Kindî, Farabî, İbn-i Rüşd, İbn-i Miskeveyh... ilh.) ruhun varlığında müttefik olduklarını görürüz. Biz, bunlardan fikirlerinin daha sistemli oluşunu dikkate alarak, önce İbn-i Sina’nın görüşlerinin bir hülâsasını vermekle iktifa edeceğiz:

İbn-i Sina’ya(1) göre insan, cisimle ruhtan mürekkebtir. Cisim, nefsin çalışmasına müsait duruma gelince, ruh cisme gönderilir. Cisim, nefsin memleketi yahut tezgahı hükmündedir.

Nefis, cismin hadis olmasıyla hadis olur. Nefs-i natıka (ruh), cisme girmekle ebediyet kazanır, cisimden ayrıldıktan sonra da yok olmaz. Nefs-i natıkanın kurtuluşu ilim ve faziletledir. Bu fazileti, ruh cisimde iken kazanır. İbn-i Sina, bu hususta şu delilleri serdediyor:

1- İnsanda birtakım eserler vardır ki, ruhun varlığı kabul edilmedikçe bunları izah mümkün değildir. Bunların en önemlileri hareket ve idrâktir. Cismin tabiatında sükûn ve atalet vardır. Hareket, onun fıtratına zıddır. Öyle ise, bir cismin hareket etmesi için varlığının dışında bir başka mahiyete ihtiyaç vardır. Bu kaideye binâen, insan bedeninin de fıtratında atalet
(tembellik) vardır. Hareketi için, onun dışında bir mahiyetin var olması zarurîdir. İşte o mahiyet ruhtur.

Maddenin tabiatında idrâk olmadığına göre insanın maddesinde de idrâkin olmaması zarurîdir. Hâlbuki insan idrâk sahibidir. Bu idrâk, cismin hassası olmadığına göre, bir başka mahiyetten kaynaklanmaktadır. İşte o mahiyet ruhtur.

Benlik Fikri: İnsan, “Şöyle yaptım”, “Böyle yaptım”der. Bu sözler, onun bedenine yahut organlarına veya bunların fiillerine verilemez. Şu hâlde, insan, “Ben” demekle nefs-i natıkasını, yâni, ruhunu kasdetmektedir.

Nefsin fiillerindeki birlik, doğuş yerinin bir olduğunu gösteriyor. İbn-i Sina şöyle demektedir. “Ey câhil insan, düşün ki, senin ruhun bütün ömrün boyunca değişmemektedir. Hâlbuki cismin daima değişmekte ve bozulmaktadır.Bu değişmelere rağmen, başından geçen birçok hâdiseleri hatırlaman gösteriyor ki, sen de değişmeyen bir hakikat vardır. O hakikat ise ruhtur.”

İnsan bir boşlukta dünyaya gelse, göz, kulak gibi birçok azaları da bulunmasa,fakat buna karşılık akıl ve şuuru yerinde olsa, böyle bir hâlde o, zaman, mekân, uzunluk, genişlik gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından da şüphe etmeyecektir. İnsanın azalara ihtiyacı, mevcudatla münasebeti içindir. Kendi varlığını ise, bu azalar olmadan da bilebilir. İşte o kendini bilen varlık ruhtur.

Bedenin ihtiyarlamasıyla organlar zayıflar. Bu hâl, kırkından sonra başlar. Hâlbuki makulleri kavrama prensibi asıl bu yaştan sonra kuvvet kazanır. Yâni ruhun faaliyeti organik gelişmeyle zıddiyet gösterir. Demek ki, insanda, beden ve ruh olmak üzere iki ayrı mahiyet vardır.

İbn-i Sina’ya göre hayat, his ve hareket hassalarına aykırı ve onları gerektiren ayrı bir kuvvettir. Felç olan azalar his ve hareketten mahrum oldukları hâlde, hayattan mahrum değillerdir. O felç olan azaları dağılmaktan koruyan birisi var ki, o da ruhtur.

Şimdi de aklî ve naklî ilimlerin merkezi Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin ruh mevzuundaki fikirlerini hülâsa olarak arzedelim.

Gazâliye(2) göre, insanda, bedenden başka asıl ve sabit bir varlık vardır ki, o da ruhtur. Beden ruhta değil, ruh bedende tasarruf etmektedir. Ölmüş bir insanın ortada cesedi vardır, fakat ruhu yoktur. Meselâ, bir insan gözünü yumduğu zaman, varlıklar nazarından kaybolur. Hattâ kendini bile göremez. Bununla birlikte, kendi varlığını yakînen bilir, hiçbir şüpheye kapılmaz. Demek ki, esas insan, çevresine ve bedenine bağlı olmaksızın kendi varlığını müstakilen bilip düşünendir. O ise, ruhtan başkası değildir. Beden, o ruhun tezahür ettiği bir kalıp, çalıştığı bir tezgâh, bir kışla, bir mekteptir.

Gazâlî, ruhu bir cevher-i mücerred olarak kabul etmiştir. Yâni, ruh araz değil cevherdir. Beden ruh ile kâimdir. Ruh kendini, Hâlık’ını ve mahlûkat âlemini bilir. İşte bu, ilimdir. İlim ise arazdır. Ruhun araz olduğu kabul edilirse, o zaman arazın araz ile kâim olması gerekir ki, işte bu muhaldir.

Gazâlî, ruhun cisim olmadığını şöyle izah ediyor: Her cisim parçalara ayrılır, ruh da cisim olsa, onun da bölünmesi, parçalara ayrılması gerekir. O takdirde, herhangi birşeyi, ruhun parçalarından bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. Böyle bir durumda, insanın birşeyi hem bilmesi, hem de bilmemesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Demek ki, ruh cisim değildir.

Ruh, beden içerisinde herhangi bir yeri mekân tutmaz. O, mekân ve cihetle sıfatlanamaz. Binâenaleyh, ruhun bedene hulul ve ittisali de olamaz. Gazali’nin en çok meşgul olduğu mes’ele, ruh ile bedenin alâka ve keyfiyetidir. Gazalî’ye göre ruh, bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değil; muttasıl (bitişik) olmadığı gibi, munfasıl (ayrı) da değildir. Muttasıl ve munfasıl olma, cismin özelliklerindendir. Hâlbuki ruh cisim değildir. Yâni, ruh için, bedene muttasıldır denemeyeceği gibi, munfasıldır da denemez. Bu hakikati şöyle bir misalle akla yakınlaştırıyor: “Cansız bir cisme câhil denemediği gibi, âlim de denemez. Yâni, o şey ne câhildir, ne de âlimdir. Aynı şekilde, ruh da, ne muttasıldır, ne munfasıldır.

Gazâlî, bedeni bir şehre benzetir ve şöyle der:
“Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san’at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü; gazab, emniyet âmiri gibidir. Ruh, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir,Padişahın, bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.

Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebebsiz yere başkalarının işine karışır ve saçmasapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. Şehrin padişahı daima, veziri ile meşveret ederse, yalancı ve tama’kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebebsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu menederse, emniyet müdürünü de yapmak istediği haksızlıklardan dolaya döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizâm olur. Bunun gibi ruh padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt-u rabt altına alıp akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allah’a kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvete ve gazaba esir ederse, memleket harab olur. Padişah bedbaht olup helak olur.”

Gazâlî, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu söylemiş ve bunu şöyle bir temsil ile izah etmiştir: Ruh, bir hükümdar, beden ise, onun tasarruf ettiği büyük bir ülke, yahut ikamet ettiği bir hanedir.

Gazâli’ye göre, ruh, kendi nefsiyle kâim bir cevherdir, ebedîdir, daimîdir. Kendi zâtını bildiği gibi, Hâlık’ının da mevcudiyetini ve sıfatlarını bilir. Bu bilmede, ruh duyulara muhtaç değildir. Bu itibarla, kâinattan gafil bulunsa da, kendini ve Yaradan’ını bilmektedir.

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, “Ruh nedir? Hakikati neden ibarettir?” sorularına cevap verirken, bu suallerin, ehil olmayanlara açılması için Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) izin verilmediğini beyan ettikten sonra şöyle buyuruyor:
“Eğer sen bu suale verilecek cevabın ehli isen, işit ve bil ki, ruh, suyun kabına hülûlü gibi bedene hulul etmiş bir cisim değildir. İlmin âlimde, karanlığın kara birşeyde hululü gibi ruh dimağa hulul etmiş araz dahi değildir. Belki, o, arazî değil, cevherdir. Çünkü kendini ve Yaratıcısını biliyor; akılla kavranabilen şeyleri idrâk ediyor. Araz ise bu sıfatlarla sıfatlanıcı olamaz.”

“Eğer ruh bir cihette midir? denilirse cevap veririz ki Ruh, cihetlerle kayıtlanmaktan, hulul ve ittihattan münezzehtir. Zira bunlar cisimlerin sıfat ve arazlarıdır. Ruh ise cisim ve araz değildir.”

“Peygamber Efendimiz, ruhun hakikatini izahtan, bu sırrı ifşadan niçin menedildi diye sorulsa, şöyle cevap verilir. Zira insanlar havas ve avam olmak üzere iki sınıftırlar. Tabiatında avâmlık galip olanlar, ruh hakkındaki hakikatları Allah’ın sıfatı hakkında bile kabul ve tasdik etmiyorlar, ruh hakkında nasıl tasdik ederler?”

İmam-ı Gazâlî Hazretleri, Âdem’e (a.s), ruhun nefhedilmesini (üflenmesini)izah ederken şöyle buyuruyor:
“Maksat, insan ruhunun Cenab-ı Hak’tan bir cüz olduğunu beyan değildir. (Bir insanın başka bir insana malından bir cüz’ü vermesi gibi) Buradaki nisbet manevîdir. Şu suretle temsil olunabilir: Güneşin ışığı bir duvara aksetse, o duvar, haliyle, aydınlanır. Bu hâlde güneş nutka gelip: “Ben duvara ışığımdan verdim” dese, bundan, güneşin ışığından bir parçasının kendisinden kopup ayrıldığı, yani, güneşin bölünme kabul ettiği iddia olunamaz. İşte Cenâb-ı Hakk’ın: “Ve ona kendi ruhumdan üfledim” buyurmasıyla da güneşin ışığının duvardaki aydınlığa olan nisbeti kabilinden bir münâsebet anlaşılmak lâzım gelir. Yoksa hulul ve bölünme akla gelmez.”

İmam-ı Gazâlî bahsi geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederken “Halk” ve “Emir” âlemlerine de temas ederek şöyle buyuruyor:
“Sayılması ve ölçülmesi kabil olan şeylere halk âleminden denilir. Burada “Halk”, yoktan icat ve ihdas mânâsına olmayıp takdir manasınadır.”

“Kemiyet ve takdire gelmeyen herşey Rabbani emirdendir.

Emir âlemi, his ve hayâlin, cihet ve mekân tutmak hassasının dışında kalan haricî varlıklardan ibarettir; ölçü ve tartı altına girmez, tâ ki, kemiyeti nefyedilebilsin.”

İmam-ı Gazâlî, devamla şöyle buyuruyor:
“Ruhun kadîm olduğu tevehhüm edilmemelidir. Şüphesiz, ruh mahlûktur. Aksini iddia etmek cehalet eseridir. Ruh için, “mahlûk değildir” denildiğinde şu anlaşılmalıdır: Ruh boşlukta yer kaplamaz, bölünmesi, tartılması ve sayılması da kabil değildir.”

Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî’nin, ruhla ilgili fikirlerini özet olarak arzettikten sonra, biraz da “Tefsir-i Kebir” sahibi Fahreddin-i Razi(3) Hazretleri’ni dinleyelim:

O büyük müfessir, ruh hakkında özetle şöyle buyurmaktadır:“
İnsanın aslı ruhtan ibarettir. Beden, onun yükselip gelişmesi için bir kışladır. Zaruri olarak bilinmesi gerekir ki, beden değiştiği hâlde, insanın benliği hayatının sonuna kadar sabit kalır. Değişen, o bünyenin taşları hükmünde olan hücreleridir. Değişenle sabit kalanın birbirine aykırılığı açıktır. Bu, aklen bilinen bir gerçektir. Öyle ise, insanın beden dediğimiz bünyeden başka birşey olması icab eder.”

Fahreddin-i Razî Hazretleri Tefsir-i Kebir’inde “Ve yes’elûneke anirrûhi” âyetini tefsir ederken, ruhun isbatı için on yedi delil serdetmektedir.Biz bunlardan, bâzılarını hulâsa olarak nazara, vermek istiyoruz.

Birinci Delil

İnsan, fikrini tek birşeye çevirdiği zaman vücudunu teşkil eden cüzleri unutsa bile benliğini unutmaz. Böyle bir anda gördüğünü işittiğini nefsine dayandırır. Fikirleri, düşünceleri, emelleri, arzuları onun benliğini terketmez. Demek ki, nefsini unutmuyor. Öyle ise, nefsinden gafil değildir. Şu hâlde ruh bedenin gayrisidir.İkinci DelilBir insanın kullandığı eşyalar ile kendisi arasında mahiyet bakımından farklılıklar vardır. Meselâ, “Benim kâlemim”dendiğinde, elbette, “Ben” başka, “Kâlem” başkadır. Aynen bu misâl gibi, her insan “Başım”, “Ayağım”, “Gözüm” diyerek bu azaları nefsine nisbet etmektedir. İşte, beden âzalarının nisbet edildiği bu hakikat ruhtur. Malûmdur ki, nisbet olunan başka, nisbet edilen başkadır.

Üçüncü Delil

İnsan hakikati, şu görünen bedenden ibaret değildir. Zira insanda ilim ve marifetin varlığı açıktır. Hâlbuki ilim ve marifet ceset ile kaim değildir. Demek oluyor ki, insanda şu cesetten başka bir şahsiyet mevcuttur. Bu da ruhtan başkası olamaz.

Dördüncü Delil

Hiçbir cismin tabiatında irâde yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradî hareketler vardır. Bu iradî hareketler, onun cismine isnad edilemeyeceğine göre, demek ki, onda bir mebde-i irâde vardır. Bu ise ruhtur.

Beşinci Delil

Fahreddin-i Razî Hazretleri, insanda, bedenin dışında bir hakikatin bulunduğuna,şu âyeti delil gösteriyor: “Ey o Rabbine muti olan nefs-i Mutmainne!
Sen dön O Rabbine, hem râdiyye olarak, hem mardiyye”(4)


Âyetteki “Sen dön” hitabı, elbette ölmüş cesede değildir. Bu hitabın yapıldığı bir başka mahiyet vardır ki, o da ruhtur.

Ruh mevzuunda İslâm âlimlerinin görüşlerini beyan ederken, Tasavvuf semalarının bir güneşi olan Hz. Mevlânâ’nın(5) inci gibi kıymetli ve derya gibi derin mânâlar taşıyan mısralarından da bazılarını takdim etmeden geçemeyeceğiz.

Bütün mutasavvıflar gibi, Hz. Mevlânâ da insanı ten ve can, yâni, beden ve ruh olmak üzere başlıca iki kısımda inceler. Can esas, ten yardımcıdır; can aziz, ten hakirdir; can efendi, ten hanedir; can baki, ten fanidir.

Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
Suret toprak olur ama mânâ olmaz. Kim, olur derse, de ki: Hayır, buna imkân yok.

Ruhlar âleminde gâh suretten kaçarak, gah surete bürünerek beklerler.

“Suretlere gidin” diye emir gelir, giderler. Yine onun emriyle suretlerden ayrılırlar.

Hâsılı “Halk da O’nundur, emir de” sırrını bil. Halk Surettir, emir de o surete binen can.

Binek de padişahın buyruğundadır, binen de. Cisim kapıdadır, can huzurda.

Su, testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine “Binin” diye emreder.

Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi Padişah, nakiplerinden ses gelir: “İnin!”

Bundan öte söz inceldi: “Ateşi azalt, odunu çok atma!”

Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca, o buğday tanesini her an çeker durur. İnatçı, Kur’an’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır.”

Haklarında, “Huzurumuzdadır” denenler yok olmazlar, iyi dikkat et de ruhların bekasını iyice anlayasın. Bekadan mahcup olan ruh azâbtadır, Allah’a vâsıl olan ruh ise beka âleminde hicaptan kurtulmuş bir hâldedir.

Gayb havasında bir kuş uçar, ama gölgesi yere vurur. Beden gönlün gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nerden beden, gönül mertebesine erişecek?

Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan altındadır.

Beden (de) canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur.

Arşta oturup duruyordum. Anamın iştihası, “İnin” emriyle beni buraya attı.

O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.

Ruhu, tâ arştan bu yurda getirdi. Hâsılı, kadınların hilesi pek büyük!

İnişim, önce de kadın yüzünden, sonradan da kadın yüzünden.

Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.

O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı, gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de.Artık böyle bir can; nasıl olur da bedene lâyık olur? Kendine gel de ey beden, bu candan iki elini de yuğ!

Ey cana bucak olan beden, yeter artık! Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilir ki?

Şimdi, Mevlânâ’dan asırlar sonra yaşamış olan büyük müfessir ve mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevi(6)Hazretleri’ne kulak verelim. Bakalım, ruh mevzuunda ne demiş, dinleyelim:

Evet, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, bu mevzûdaki görüşlerini “Ruhu’l-Beyan” isimli eserinde, “Gulirrûhu min emri Rabbi” âyetini tefsir ederken dile getirmiştir. Biz, aşağıda bu görüşlerin bir hülâsasını takdim ediyoruz.

İsmail Hakkı Bursevî, beşer aklının ruhu ihata etmekten âciz bulunduğunu, ruhun Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle esrar-ı hafiyyeden ihtiyar ve irâde ettiği hakikatlardan olduğunu beyan etmektedir.

Bursevî, âlem hakkında açıklamalarda bulunurken, Sadreddin Konevî ve Necmeddin-i Kübrâ’nın tasnifine yer vermekte, onların görüşlerini izah.etmektedir. Bu görüşlere göre, âlem ikiye ayrılmaktadır: Biri âlem-i halk, yâni, âlem-i kevn, âlem-i hudûstur. Diğeri ise, âlem-i emr, âlem-i ilimdir...

Bunlardan birincisine âlem-i halk denilmesinin sebebi, o âleme âit varlıkların sebebler tahtında yaratılmış olmasıdır. Ağacın meyveye, annenin çocuğa sebeb olması gibi.

Diğerine, yâni, âlem-i emre, “Emr” denilmesinin sebebi ise, Cenâb-ı Hakk’ın âlem-i emre âit mevcudatı vasıtasız, yâni, maddesiz, müddetsiz ve hiç yoktan “Kün” emriyle yaratmış olmasıdır. Âlem-i halk, âlem-i emre tâbidir. Çünkü âlem-i emr, âlem-i halkın aslı ve mebdeidir. Ruh, akıl, levh, arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem emir ve beka âlemindendir; halk ve fena âleminden değildir.

Bursevî, Hak Teâlâ’nın ruhu müphem bıraktığını iddia eden, hattâ daha da ileri giderek Nebî (a.s) ruhu bilmiyordu, diyenlere karşı da şöyle bir izah getirmektedir. Hz. Resûlullah, Âlim-i Billâh idi. En ince sırlara vâkıf olan Habibullah’ın yüce makamı, elbette dâire-i vücûbdan haberdardır ve ruhun mahiyetini bilir. Çünkü “Sana bilmediğin şeyleri Cenâb-ı Hak öğretti” ve “Allah’ın sana fazl-u ihsanı çok büyüktür” âyetleri, O’nun, ruhun mahiyetini bildiğine işaret etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Yahudilerin ruh hakkındaki suallerine karşı sükût etmesi ve vahye muntazır olmasının hakikatına gelince suali soran Yahudiler, fikren gabi, kalben katı olduklarından ve bozuk bir itikad taşıdıklarından Hz. Resûlullah onların bu derece derin bir hakikati anlayabilecek bir kabiliyet ve ferasette olmadıklarını bilmiş ve o samimiyetsiz kimselere karşı sükûtu tercih etmiştir. Yoksa ruhun hakikatini bilmediği ve konuşmaktan âciz olduğu için değildir.

Bu büyük mutasavvıf, Cenâb-ı Hakk’ın, ruh ilmini kendi ilmine münhasır kılmadığını da belirtmekte, asfiyâ makamındaki büyük zâtların (İmam-ı Gazali gibi) ruhu bileceklerini ifâde etmektedir.

Son devrin büyük müfessirlerinden ve müstesna müderrislerinden Elmalılı Hamdi Yazır(7) da ruhla ilgili olarak şöyle demektedir:
"Ben, ruhlarda cisimleri görüyorum. Şu anda, zihnimde, memleketimin cisme dair bütün hâtıraları yaşıyor. Sonra, cisimlerde de ruhları görüyorum. Mesela, zihin çalışmalarımın şu sınırlı beden içinde kaynaştığını duyuyorum. Bu suretle, ruh ile bedenin, birleşme derecesinde bir bağlantı ile (Ben) dediğim nefsimde karar kıldıklarını anlıyorum. Cisim ile ruhun buluşması olmasa idi, ben şu kâlemi ve hattâ o kâlemi tutan bu elimi nasıl bulur, nasıl tanırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim? Demek ki, âlem pergelinin kutublan yerindeki o iki kavuşma başlangıcı arasında, daha mühim ve daha büyük bir kavuşma başlangıcı var. Var ki, ruh ile beden birleşebiliyorlar. Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyorum. (Ben) diyebiliyorum. Ruhâniliği ve cismaniliği toplayabiliyorum. Bu iki suretin aksettiği bu aynaya (Nefsim) diyorum. (Kendim) dediğim bu birlik başlangıcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varlığın kabulüne dönüşüyor. Artık (Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu, “Nefsini bilen Rabbini bilir”) in ne demek olduğunu bu görme ile anlıyorum. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir tarafa, cisim suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (Başı olmayanlara), lâezellere (Sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi ince nice nefisler bulunduğunu görüyorum. Aralarındaki münâsebetleri ve kavuşmayı duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardakini kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğini, şâhid olduğum vicdan ile onlardaki birliği de kıyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki birliği yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların Sidre-i Müntehâ’sı, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Er-Rahmanü ale’l arşi’stevâ) bunun belirdiği tahta asılmış bir ledün kitabesi. Bu nişaneyi görüyorum. Tekniğin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâ ilahe illâllahu vahdehû lâ şerike lehu) deyip bu teklik dershanesine giriyorum.”

Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde de ruh hakkındaki görüşlerini üç noktada toplamıştır: Hareket mebdei, hayat mebdei, idrâk mebdei diye.

Hareket mebdei hususunda şöyle der: “Hareketin başlangıcı düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir.”Hamdi Efendi, “Bu mânâ ruhun en umumî mânâsıdır. Meselâ, elektrik bu mânâca bir ruh ve hareket ettiren her kuvvet bir ruh demektir” şeklinde ifade etmektedir.

Hayat başlangıcı düşüncesiyle ruhun bir öncekinden daha hususî olduğunu belirten Hamdi Efendi, “Zira hayat kuvveti, mutlak kuvvetten ehastır. Fakat bunda da iki mülâhaza vardır. Birisi en umumî manâsıyla hayattır ki; nebati hayata şamil olur. Onun için umumiyetle nebatata dahi ruh denildiği vâkidir. Birisi de meşhur manâsıyla hayat, hayvani hayattır ki, insanî hayatta son bulur. Bu mânâca ruh, nebatî ruhtan daha hususî, binâenaleyh onu da içine alır” demektedir.

Daha sonra, “İdrâk mebdeini” ele alan Hamdi Efendi, bunun tanımak, bilmek, irâde etmek ve konuşmak gibi en yüksek derecelere kadar varan insan hayatı olduğunu ifâde etmektedir.

Hamdi Efendi, “İnsan nefsini, hayvani ruhtan ayıran ve hakkı bilmeye kavuşturarak kendisini ve başkasını bildiren bu ruh hakkında “Ona kendi ruhumdan üfürdüm” buyurulduğunu ifâde etmektedir. “Biz bunu kendisiyle duyar, vicdan, irâde, taakkul ve batınî kelâm gibi eserleriyle tanırız” dedikten sonra, her insanda bu ruhun bulunduğunu, insan nefsinin bunun aynı olup olmadığında ihtilâf edildiğini belirtmektedir. Daha sonra, “Fakat ruhun hakikati, hakikat-ı insaniyenin maverasında (ötesinde) olmasa idi insan, eşyanın zâtından hiçbir hakikati idrâk edemez veya bütün hakikat insandan ibaret olmak lâzım gelirdi” diyen Hamdi Efendi, şu hususu da belirtmeden geçememiştir. “Hâlbuki insanın bilmedikleri pek çoktur. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Binâenaleyh, idrâk olan ruh, insanın cismânî hayatında bedenine nefholunan bir başlangıçdır (mebde) ki, insan nefsinin şakilesi, hidâyet ve dalâletteki hissesi derece-i nefhi ile mütenasiptir” (8)

Fatih Dersiâmlarından Ömer Nasuhî Efendi(9) de ruhun mevcudiyeti hakkında İslâm’ın akidesini nazara verdikten sonra, materyalistlerin ruh hakkındaki mütâlâalarını ele almış ve bunların tenkidini yapmıştır. Bu konuda:
“Bereket versin ki, son zamanlarda maddiyyûnun (maddecilerin) felsefe binası pek büyük bir tezelzüle (sarsıntı) uğramış, rûhiyyûn (ruhçular) galibiyet kazanmıştır” diyen Nasuhî Efendi şu hususa dikkati çekmiştir: “Vaktiyle ruhun mevcudiyetine inananları, cehl ile akılsızlıkla itham eden birçok filozoflar, mütefenninler (müsbet ilim adamları) bilâhare yaptıkları tecrübe ve tetkikler neticesinde tebdil-i fikir etmiş, bu hususta birçok kitablar neşrederek ruhun müstakil varlığını itirafa mecbur kalmışlardır. Hattâ birtakım kimseler daha ileri giderek, ruhlar ile konuştuklarını, hattâ ruhların fotoğraflarını bile alabildiklerini iddiaya cür’et göstermişlerdir.”

Nasuhî Efendi, “Muvazzah İlm-i Kelâm Dersleri” isimli kitabında ruhun mevcudiyetini isbat eden delilleri sıralamakta ve ruhun mahiyetinin anlaşılıp anlaşılmayacağı hakkında değerli fikirler vermektedir. Eserinde ruhun kâbil-i idrâk olabileceğini söyleyenleri üç grubta incelemektedir. Ayrıca, ruhun bekaya müteveccih olduğuna ve ehâdiyetine dair gayet makûl ve önemli deliller serdetmiştir.

Şimdi de çağımızın büyük mürşid ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin(10) ruhla ilgili görüşlerini takdim edelim:

Bediüzzaman, hakâik-i imaniye ve Kur’aniye’yi izah ve isbat sadedinde yüz otuz parça eser te’lif eylemiş ve bu arada insanlığı pek yakından alakadar eden ruh mevzuu üzerinde de hakkıyla durmuş ve birçok zihni meşgul eden hakikat-ı insaniye sahasında fikirlerini beliğ ve vecîz ifadeleriyle ortaya koymuştur.

Ruh mevzuunda, şimdiye kadar ileri sürülen nazariyelerin en ileri seviyesinde serd-i kelâm etmiş, bu mevzuu lâyıkiyle işlemiş, denilmesi gerekeni en güzel şekilde dile getirmiştir. Tafsilâtını, müellifin Risâle-i Nûr Külliyatına havale ederek, ruh mevzuundaki fikir ve mülâhazalarının bir kısmını aşağıda takdim ediyoruz.

Bediüzzaman Said Nursî, “Sözler” isimli eserinde, ruhu şöyle tarif etmektedir.
“Ruh, zîhayat, zişuur, nûrânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdâr, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emridir.”

“Mektûbatında ise şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricidir, bir nâmus-u zîşuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir; bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi; hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse; yine lâyemut bir kanun olurdu.”

Bediüzzaman, insanın madde ve mânâdan, ruh ve bedenden mürekkeb olduğunu kabul ederek ruhun esas, maddenin ise ona tâbi ve musahhar olduğunu şöyle dile getirmektedir:
“Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mânâ ile kâimdir. İşte o mânâ, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşâhade madde, mahdum değil ki, herşey ona irca edilsin. Belki hadimdir; bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatin esası da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin; kemâlât ondan istenilsin; belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hakikat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nûr-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhatı ve lemâât ve semeratının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine icra edilip îzah edilsin. Hâşâ ve kat’a ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemâât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”

Bediüzzaman Hazretleri ruhun varlığı ve bekasını ispatta, dikkate şâyân bir tarz ve metod ortaya koymuştur. Önce, enfüsî delillerle insanın akıl ve vicdanını tatmin etmiş, bu mevzuda insana kazandırdığı ilim ve irfanı afakî delillerle takviye ve tahkim etmiştir.
Enfüsî deliller hususundaki telâkkilerini şöyle dile getirir:
“Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği hâlde, bilbedâhe aynen bakî kalmıştır. Öyle ise: Madem, cesed, gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libâsını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gayet kat’î bir hads ile belki müşâhade ile sabittir ki, ceset ruh ile kâimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kâim değildir. Belki ruh, binefsihî kâim ve hâkim olduğundan; ceset istediği gibi dağılıp toplansın;ruhun istilâliyetine halel vermez. Belki, ceset, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libâsı değil. Belki ruhun libâsı, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.”

Âfâki deliller konusunda dahi derin düşüncelerini şöyle ifâde eder:
“Mükerrer müşâhedat ve müteaddid vâkıat ve kerrat ile münâsebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’îdir ki: Zatî bir hassa, bir tek ferdde görünse; bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü Zatîdir. Zatî olsa, her fertte bulunur. Hâlbuki değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşâhedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emârât o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yâni, Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Manevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûrânî feyizleri de bizlere gelir.”

Ruhun ispatı yanında, bekası üzerinde de önemle duran Bediüzzaman Hazretleri bunu hassasiyetle nazara vererek şöyle demiştir:
“Hem hads-i kat’î ve vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilâle mâruz değil. Çünkü; basittir; vahdeti var. Tahrib ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmazki, verdiği nimet-i vücûdu, o nimet-i vücûda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.”

Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde ruhun varlığı ve bekasını çeşitli yönleriyle ve muhtelif tarzlarda izah ve isbat etmiştir. Bu mevzuda tafsilât için adı geçen esere müracaat edilebilir. Bunun yanında, diğer eserlerinde de çeşitli vesilelerle yer yer ruh mevzuuna temas etmiş, hârika beyanlarda bulunmuştur. Bunlardan bir kısmını takdim ediyoruz.
“...Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve vâhid-i Ehad’den başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedi
bir bekadan mâada birşeye de razı olmuyor.


İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iskâ edilmekle imanla intibaha gelirse, nûrânî, misâli âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nûrânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâb edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”

“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrübâ, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misâl, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzâheme ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz, küçük bir yerde içtima ederler

.Kezâlik, pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine; şuâ’ın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur.

Kezâlik, bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelândan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan menedecek bir mâni yoktur.”

“Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, baki kalır. Kabuk parçalanır, lüb baki ve sağlam kalır. Libâsı yırtılır, cesedi sağlam, baki kalır. Cesed ölüp dağılırsa da ruh baki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır amma, vâhid-i ferd baki kalır. Kesret bozulur, vahdet bakidir. Madde kırılır, nûr bakidir. Binâenaleyh, ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mânâ, çok cesedleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı hâlde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak salimen ebed yoluna devam edecektir.”

“Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehâdet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o akim fikirlerini tatmin ve te’min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzaheme, mümaneat ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki, bir külli, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu hâlde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur; ve ne de cüz’iyatında müzaheme ve müdafaa olur. Küre-i Arz’dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur; ve ne Küre-i Arz’da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehâdetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin fâideleri insana münhasır olup başkalara hiç bir fâidesi yoktur, demek değildir.”

“Melâike ve ruhâniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’idir denilebilir. Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi; hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyet tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki; şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvat dahi, nûr-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve Saltanat-ı Rubûbiyye’tin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbîhatlarını temsil ediyorlar.”

Dip Notlar:

1:İbn-i Sina: 980 tarihinde Harmisen’de doğdu. 1037’de Hemedan’da öldü. Genç yaşında yazmaya başladı. Aristo’nun metafiziğini çok karışık buldu. Farâbî’nin “El-İbâne”si O’na Aristo’yu tanıttı. Hayat-ı içtimaiyyenin çeşitli kademelerinde vazife yaptı. Eserlerini yollarda, hapishanelerde ve son derece güç şartlar altında yazdı. İbn-i Sina’nın sistemi Ortaçağ felsefesinin karakterini tâyin eder. Batı âleminde Avicenne ismiyle tanınır. O İslâm hükemâsının önderi ve zamanının Aristo’su olmuştur. Tıbda da mahirdi. Onun ruha ait bilgileri geniş bir inceleme mahsulüdür. Mantıkta olduğu kadar ruh nazariyesinde de menşe itibariyle Aristo’ya dayanır. Ancak, ruhun ezeliyetini kabul etmez.

2:İmam-ı Gazâlî: 1058 yılında Horasan’ın Tûs şehri civarında, Gazale köyünde doğdu. 1111 yılında Tûs’da öldü. Gazâlî, aklî ve naklî ilimlerin merkezi olmuştur. O’nun çeşitli
ilim ve fenlerdeki hârika kudretini ilim dünyası takdirle tanımıştır. Kendisi İslâm Müceddidleri arasında ayrı bir hususiyete haizdir. Yüksek dehâsı, keskin hüccetleri ve hakimane metodu ile ehl-i sünnet itikadına saldırmak isteyen felsefi ve fikrî cereyanların çemberini kırmıştır. İslâm Dünyasına sayısız eserler kazandıran Gazâlî, asrının her cihette ferd-i fendi olmuş, Hüccetü’l-İslâm unvanını bihakkın kazanmıştır.

3:Fahreddin-i Razî: Razî, Rey şehrinde 1148de doğmuş, 1209’da Herat şehrinde vefat etmiştir. Razî, ahlâk, ilahiyat, felsefe ve astronomiye ait mevzuları derin bir vukûfiyetle muhakeme etmiş, ruh hakkında incelemelerde bulunmuştur. Aklî ve naklî ilimlerin bayrağını elinde tutarak ilmin tam hakimiyetini korumuştur. 300 küsur eseri vardır.

4:Fecr sûresi, 89/ 27-28

5:Mevlânâ (1207-1273): İslâm tasavvufunun büyük mümessillerinden, mütefekkir ve şair. Mevlevi Tarikatı’nın Piridir. Belh şehrinde doğmuş, Konya’da vefat etmiştir. Hazret-i Ebûbekir (r.a) sülâlesindendir. Altı Ciltlik Mesnevi, Divan-ı Kebir, Traşnâme, Esrârnâme, Lübb’l-Lübab, el-Mânevi gibi tasavvufî ve ahlaki eserleri telif etmiştir.

6:İsmail Hakkı Bursevî: Celvetî Tarikatının şeyhlerindendir. Aydos’ta doğmuş, Bursa’da vefat etmiştir (1725). Pek çok eserleri vardır. Ruhü’l-Beyan, Ruhü’l Mesnevi,
Muhammediyye Şerhi, en meşhurlanndandır.

7:Elmalılı Hamdi Yazır: 1878’de Antalya’nın Elmalı kazasında doğmuş, 1942’de İstanbul’da vefat etmiştir. Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den ders almıştır. Bâyezid Dersiamı olarak vazife yapmış, Dârû’l-Hikmeti’l-İslamiyye âzâlığına seçilmiştir. Hak Dini Kur’an Dili ismini taşıyan Türkçe tefsiri meşhurdur. Fransızcadan tercümeye başladığı felsefe tarihi kitabını, önsöz ve dipnotlarıyla birlikte “Metalib ve Mezahib” adıyla bastırmıştır.

8:Hak Dini Kur’an Dili, C.5, S.3198-3199

9:Ömer Nasuhî Bilmen: (Erzurum 1884 - İstanbul 1971): Din âlimi. Tahsilini Fatih Medresesi’nde tamamladı ve oraya hoca oldu. İstanbul Müftülüğü yapmış olan Ömer Nasuhî, bir ara Diyanet Reisliği’nde bulunmuştur. Kur’an’dan Dersler ve Öğütler, İlm-i Kelâm, İslâm Ahlâkı, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Büyük Tefsir Tarihi... O’nun başlıca eserleridir.

10:Bediüzzaman Said Nursî: 1876 tarihinde, Bitlis’in Nurs köyünde doğan Bediüzzaman Said Nursî, çağımızın en büyük mürşidlerinden, âlim ve mütefekkirlerindendir. Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğuda, Rus ve Ermeni birliklerine karşı milis albayı olarak kahramanca çarpışıp esir düşmüş, iki yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a dönmüştür. “Dini Siyasete Âlet” ittihamıyla çıkarıldığı bütün mahkemelerden beraat kararı alan Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinin hemen hemen tamamını hapishanelerde, sürgün yerlerinde, oldukça güç şartlar içinde te’lif etmiştir. Dinî, felsefi, içtimaî mes’eleleri anlamak ve anlatmakta müstesna bir kabiliyet sahibi olan Bediüzzaman, 130 parçadan meydana gelen eserlerinin tamamına birden “Risâle-i Nür Külliyatı” ismini vermiştir. Bu eserler, Kur’an tefsirleri olup, okuyucularına tahkiki iman dersi vermiş, asrın, karşılığını beklediği her tür suali büyük bir vukûfiyetle, muknî ve müdellel cevaplandırmıştır. Günümüzde eserleri, bilhassa tahsil çağındaki gençler tarafından hararetle okunmaktadır. Eserlerinin çoğu Doğu ve Batı dillerine tercüme edilmiştir. Hakkında, yurt içinde ve yurt dışında birçok yazılar yazılmıştır. 1960’ta Urfa’da vefat etmiştir.



Mehmed Kırkıncı
Devamını Oku »

Ashâbımızın Sevap, Azap ve Bu ikisine İlişkin Meseleler HakkındakiGörüşü



Bu hususta bir kısım bahisler vardır.

Birincisi: Demişlerdir ki sevap, Allah’ın fazlıdır ve Allah sevabı vaat etmiştir ve herhangi bir zorunluluk olmaksızın bu vaadine vefa gösterecektir. Çünkü vaadinden dönmek, yüce Allah için bir eksiklik demektir. Niçin zorunlu olmadığı daha önce defalarca anlatılmıştı. Yine demişlerdir ki azap Allah’ın adaletidir. Çünkü her şey Allah’ın mülküdür. O, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Allah azabı affedebilir. Çünkü af, Allah’ın fazlıdır. Akıl sahipleri nezdinde tehditten dönmek, bir eksiklik görülmez tersine övülür.

İkinci bahis: Müslümanlar, kafirlerin ateşte ebediyen kalacağında ve azaplarının kesintiye uğramayacağında görüş birliğine varmışlardır. Kafirler ister peygamberlerin mucizeleri hakkında ellerinden gelen çabayı sarfedip düşünsünler ama hidayete ermesinler isterse onların peygamber olduğunu bilsinler ama inat veya tembellik etsinler fark etmez.

İslâm dininin dışında bir grup, bir kısım gerekçelerden dolayı kafirlerin ebediyen azapta kalacağını inkar etmiştir. Birinci gerekçe: Cisimsel güç, daha önce geçtiği gibi, sayı ve süre bakımından sonludur. Dolayısıyla onun tükenmesi gerekir. Hayat gücü ve buna bağlı duyu ve hareket tükendiği ve duyumsama kalmadığında azap olması düşünülemez. Bu şüphe aynıyla cennet ehline verilen nimetlerin kesilmesinde de geçerlidir.

Cevap, cisimsel gücün sonlu olduğunu men etmektir. Daha önce onların bu sonluluğun ispatı hakkında tutunduğu delillerin yanlışlığı anlatılmıştı.

İkinci gerekçe: Sürekli bir yakma varken hayatın devam edeceğini söylemek, aklın ilkelerinin dışına çıkmaktır.

Cevap: Bu, hayat için bünyeyi ve mizaç itidalini şart koşmaya dayalıdır. Oysa biz bunu kabul etmiyoruz. Aksine hayat yüce Allah’ın yaratmasıyla olur. Allah ise hayatı sürekli yaratabilir veya canlıda ateşten acı duymasına rağmen ateşle tahrip olmayan bünyeye sahip bir güç yaratabilir. Nitekim Allah bu gücü ateşten acı duymayan semenderde yaratmıştır. Semender sığınağı ateş olan bir hayvandır.

Üçüncü gerekçe: Tecrübeyle bilinmektedir ki ateşin rutubeti yavaş yavaş yok etmesi gerekir. Buna göre iş, sonunda rutubetin yok olmasına varır. Çünkü rutubet sonludur. Bu takdirde o rutubet sayesinde birbirine tutunan parçalar dağılır ve hayat kalmaz. Dolayısıyla da azap devam edemez.

Cevap: Rutubetin ateşle tükenmesi bize göre zorunlu değildir, aksine yüce Allah’ın kudretiyle rutubeti tüketmesi sayesindedir. Oysa Allah tüketmeyebilir veya tüketip yerine benzerini yaratabilir. Dolayısıyla da parçalar dağılmaz, aksine hayat devam eder.

Câhız ve Abdullah b. Haşan el-Anberî şöyle demiştir: Bizim sözünü ettiğimiz bu sürekli azap ancak inatçı ve yetersiz çaba sarfeden kafir hakkındadır. Ama elinden geçen çabayı gösteren eğer Islâm’a ulaşamadıysa ve doğrunun delilleri ona görünmediyse o, mazurdur ve azabı kesilecektir. Böylesi bir şahıs nasıl olur da gücü yetmediği şey olan peygamberi tasdikten sorumlu tutulabilir ve nasıl olur da kendisi açısından herhangi bir kusurun gerçekleşmediği şeyden dolayı azaba duçar olur!

Bil ki kitap, sünnet ve muhaliflerin çıkışından önce oluşan icma, bu görüşü çürütmektedir. Hatta deriz ki bu, dinden zorunlu olarak bilinenlere aykırıdır. Zira kesin olarak bilinmektedir ki Hz. Peygamber (s.a.) zamanında öldürülen ve daimî olarak ateşte kalacaklarına hükmedilen kâfirlerin hepsi inatçı değildir. Aksine kimileri çaba gösterdikten sonra küfre inandı. Kimisi olanca gayretini sarfettikten sonra kuşkusunda kaldı. Fakat Allah onların kalplerini mühürledi, gönüllerini Islâm’a açmadı ve dolayısıyla İslâm’ın hakikat olduğu sonucuna varamadılar. Muhaliflerden önce hiç kimseden Câhız ve Anberî’nin söylediği bu fark nakledilmemiştir.

Üçüncü bahis: isyankarlar arasında kafir olmayanlar ve büyük günah işleyenler, ateşte ebedi kalmayacaklardır. Zira âyette “Kim ki zerre ağırlığında bir iyilik yapsa onu görecektir”(Zilzal,7) denilmektedir. Kuşkusuz büyük günah işleyen kimse bir iyilik yapmıştır ki bu iyilik onun imamdır.

İyiliğini görmesi ise ya ateşe girmesinden önce olacak ve sonra ateşe girecektir ya da ateşe girdikten sonra olacaktır. Birincisi, icma ile yanlıştır. İkincisi yani onun ateşten çıkması ve orada ebedî olmaması ise varmak istediğimiz sonuçtur.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,cilt:3,syf:582-584

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

Mülhidlerin Tevhidi İkiye Ayırmak Konusundaki Hatalı Görüşleri

 


MÜLHÎDLERlN KÂBE VE HACERÜ’L-ESVED’E YAPILAN TAZİMİ SENÎYYE TAİFESİNİN İNANCI OLARAK GÖSTERMELERİNİN YANLIŞLIĞI VE TEVHÎDÜ’R-RUBUBİYYET İLE TEVHİD-Î ULÛHİYYET ARASINDA MÜLÂZEMET OLMADIĞI YALNIZ RUBUBİYYET TEVHİDİNİN KURTULUŞA KÂFİ OLMADIĞINI SÖYLEYEN KİMSENİN CEHALETİ


Yukarıda geçen izahtan, Kâbe’nin etrafını dolaşmak, Hacerü’l-Esved'e el sürmek, onu öpmek ve üzerine baş koymak, onları tazim etmektir. Ne Kâbe’ye ne de Hacerü’l-Esved’e yapılan şer’î bir ibâdettir. Belki onları ziyaret edip tavaf eden kimsenin yaptığı, rububiyyetine inanıp kendisine bunu yapmayı emreden Aziz ve yüce Allah’a bir ibadettir. Şeriat’ta bir şeye yapılan bütün tazimler, ibadet etmek değildir ki, şirk olsun! Belki yapılması emir olunan veya yapılmasına teşvik edilen bazı tazimler, vacib veya mendubtur. Bazısı mekruh veya haram, diğer bazısı mubahtır. Beraberinde rububiyyete ait hususlardan bir hususiyet itikadı olmayan herhangi bir şeyin tazimi şirk değildir.

Bir şeyi tazim eden kimse, o şeyde rububiyyetin hususlarından birisinin mevcut olduğunu itikat etmedikçe Şeriat’ta o kimse mezkûr şeyin ibadetçisidir, diye iddia etmenin önemi yoktur. Şüphesiz âdemoğlu, sağlam düşünce sahibi olduğu müddetçe, ancak rububiyyet vasfı kendisinde sabit olan zat, ibadete (tapmılmaya) müstehak olduğu, rububiyyet vasfı kendisinde bulunmayanın ibadete müstehak olmadığı fikri, akıllarında yerleşmiştir. Demek ki, Allah'ın kurduğu şeriatlarda ve insanların akıllarında yerleşen fikirde, rububiyyetin sübutu ile ibadet istihkakı, birbirlerinden ayrılmayan iki vasıftır.

Müşriklerin (Allah’a ortak koşanların), Allah (sübhanehu) dan başka haklarında rububiyyet itikad ettikleri şeylerin ibadete müstahak olduklarına dair itikadları, rububiyyette ortaklık taslama temeli üzerine kurulmuştur. Bu itikadın temeli, düşünceden sıyrılıp yıkıldığı zaman, üzerine kurulduğu Allah’tan başkasına ibadete istihkak düşüncesi de yıkılır.

Müşrik kimse, Aziz ve yüce Allah'ın, rububiyyet vasfiyle münferid olduğunu teslim (kabul) etmiyor ki, yalnız Allahü Teâlâ’nın ibadete müstahak olduğunu kabul etsin. Kendisinde Aziz ve yüce Allah’tan başkasının rububiyyet vasfiyle muttasıf olduğu inancı bulunduğu müddetçe, o şeyin ibadete müstahak olduğuna da tâbi olacaktır (inanacaktır).

İşte akıllı kimseler nezdinde, (bu nedenle) rububiyyet tevhidi ile ülûhiyyet tevhidi, sübut ve itikad bakımından mütelâzım (birbirlerinden ayrılmayan) iki vasıf oldukları açık bir gerçektir, öyle ise Allah’tan başka bir Rab olmadığını ikrar eden kimse, O’ndan başkasının ibadete müstahak olmadığını itiraf etmiş ve anlamış demektir. îşte bu ikinci şık bütün Müslümanların kalbinde olan «LÂ ILÂHE İLLALLAH (Allah’tan başka ilah yoktur.)» kelime-i tevhidinin mânâsıdır. Rububiyyet ile uluhiyyet tâbirleri bir mânâda oldukları için Kur’ân-ı Kerim, birçok âyetlerde birisinden bahsetmeyip diğerinin zikriyle yetiniyor.

Rububiyyetin mevcut olmamalarından lâzım gelen muhal şeyleri de herhangi birisinin mevcut olmadığına da bağlıyor ki, mezkûr muhal şeylerin yokluğu ile herhangi birisinin sübutuna (mevcudiyetine) istidlal etsin. Allahü Teâlâ’nın «Yerde ve gökte Allah’tan başka bir ilâh (mabud) olsaydı, yer, gök düzeninden çıkardı.» (Enbiya sûresi, âyet: 22); «O’nunla birlikte hiçbir ilâh da yoktur? olsaydı, her ilâh, kendi yarattığı ile beraber gider, biri ötekine üstün gelirdi.» (Mü’minûn sûresi, âyet: 91) meâlen buyurduğu bu âyetleri düşün ki, bunlarda ilâh kelimesiyle tâbir edip Rab kelimesiyle tâbir buyurulmadı.

Keza, Allah sübhanehû, insan- oğlundan aldığı ilk ahdinden (sözünden) bahsederken, «Şunu da hatırlayınız ki, Rabbin, âdemoğullarının sulbünden nesillerini çıkararak kendi üzerlerine şahit tutmuş? onlara «Rabbiniz değil miyim?» diye sormuş? «Elbette, Rabbimizsin? şâhidiz» demişlerdir» (A’raf sûresi, ayet: 172) âyetinde ilâhmız diye buyurmadı. Resûlullah (s.a.v.)den meşhur olarak rivâyet ediliyor ki, «İki melek kabirde ölüden «Rabbin kimdir?» diye sorar. (Kendisinden yalnız rububiyyet tevhidinden sual açmakla yetiniyorlar.) Ölü, meleklerin bu sorularına karşı, «Allah Rabbimdir.» diye cevap verir ve bu cevabı kâfidir», diye hadîs-i şerifte geçer. İki melek; ona; «Sen ancak rububiyyet tevhidini ikrar ettin. Halbuki rububiyyet tevhidi yalnız iman için kâfi değildir» demezler.

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın halili (dostu) olan İbrahim (aleyhissalâtü vesselâm)’dan hikâyet ederek o zâlime (Nemrud’a); «O Rabbim ki, dirilten ve öldürendir.» (Bakara sûresi, âyet: 257) der. Zalim, «Ben de diriltir ve öldürürüm» diye onunla mücadele eder. Tâ ki. Halilullah o zalimin rububiyyet dâvâsı ile tapmılmaya müstahak olduğu iddiasını tekzib edici delillerle onu susturuncaya kadar... Allah, Firavun hakkındaki bir tâbirde «Firavun, sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum.» dedi (Kasas sûresi, âyet: 38).

Yine Kur’ân’da ondan hikâyetle diğer bir tabirde, «Ben sizin en büyük Rabbinizim» (Nâziat sûresi, âyet: 54) dediği belirtilir.

Hülâsa: Kur’ân-ı Azim ile meşhur hadîsler, rububiyyet tevhidi ile uluhiyyet tevhidi arasında mulâzemet olup, mânâ itibariyle birbirlerinden ayrılmaz iki tâbir olduğuna işaret buyurmuşlardır. Aralarındaki bu mülâzemet dolayısıyle Allah sübhanehû, kendi kulundan iki tâbirden birisini kabul etmekle yetinmiştir. Mukarrebûn (Allah’a yakın olan sual melekleri) de bu şekilde ölünün vereceği cevabı kabul edip onunla iktifa etmişlerdir. Aralarındaki bu münasebeti, insanlar, hattâ kâfir olan firavunlar bile anl amışlardır. Öyle ise, bid’atçı taifelerin iftira ettikleri bu şey nedir? Onlar, Müslümanlar rububiyyet tevhidine inanmış, lâkin ibadet tevhidine (tek bir mâbuda ibadet edilmesine) hüküm etmediler.

Bu ise, onların küfürden çıkmalarına, kanlarının dökülmekten emin olunmasına kafı değildir,diye Müslümanlara dil uzatıyorlar. Hattâ onlarla sulh halinde olup (Lâ ilâhe ilalllah) diyen Müslüman bir kimsenin öldürülmeşini mübah sayıyorlar. O kimse hakkında uluhiyyet tevhidini itiraf etmeyip sadece rububiyyet tevhidini itiraf etmiştir, bu ise yeterli değildir, diyorlar. Onlar Müslümanın sarahaten İslâmiyetine delâlet eden kelime-i tevhidi kendisinden kabul etmez. Nitekim Allah, kulundan aldığı birinci ahidde (sözde) onunla yetindiği, melekleri de kabirde kuldan itikadı hakkında sordukları sualin cevabmı yeterli sayıp razı oldukları hâlde onlar, rububiyyet tevhidi sözünün yeterli olduğunu kabul etmiyorlar.

Allah’ın, birinci ahidde kulundan yalnız rububiyyet tevhidini itiraf etmesiyle yetinmesinin ve meleklerin de kabirde kula açtıkları sualin cevabında yalnız rububiyyet tevhidinin itirafını yeterli bulmalarının sebebi; ikisinin de mânâları bir olduğundan birisinin sarahaten zikredilmesi, diğerini de açıkça belirtir. «Lâ ilahe illallah» kelime-i tevhidini telaffuz eden kimse, Allah’ın rububiyyet ve ulu- hiyyetinin ikisini birden itiraf etmiştir. Keza, «Allah Rabbimdir» diyen kimse de, her iki tevhidi itiraf etmiş olur.

Şimdi ey muhakkik! Allahü Teâlâ’nın buyurduğu şu kavline göz gezdir: Şüphesiz, «Rabbimiz Allah’tır.» deyip sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara korkmayın, kaygılanmayın, «size söz verilen Cennet ile müjdelenin!» derler. (Fussilet sûresi, âyet: 30)». Bu, Allah’ın Kitabı’nda iki yerde mevcuttur (Ayrıca, Ahkâf sûresi, âyet: 13). Bu iki yerde de «Rabbimiz» denilmiş, «İlâhımız» denilmemiştir. Ayrıca Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemden bütün hayır işlerini içine alan bir vasiyetten soran kimseye cevap olarak buyurduğu, «Rabbim Allah’tır de. Sonra doğdoğru ol.»( hadisine de bak ki, Allah ve Resulünün şehadetiyle uluhiyyet tevhidi, rububiyyet tevhidinden ayrı olmadığı ve Allah’ın azabından kurtulmasına, cennetine girebilmesine rububiyyet tevhidi kâfi olduğu için, adama, «İlâhî (Allah’ım) de!» dememiştir..

Yine Allah'ın buyurduğu, «Allah’ınız bir Allah’tır, O’ndan başka ilâh yoktur.» (Bakara sûresi, âyet: 163) ve Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, «Allah’dan başka ilâh yok, deyinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu.» (Müslim, Kitabü’l-İman’da Ebû Hüreyre’den) buyurduğu kavline de bak! Üsâme b. Zeyd, (Lâ ilâhe illallah) dediği hâlde bunu korkusundan söylediği, olayın tafsilinden anlaşılan bir kimseyi, bu zannına dair kuvvetli karineler olduğu için kılıçla öldürdüğünde, Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine:

—   «Ey Üsame! (Lâ ilâhe illallah) dedikten sonra onu öldürdün mü?»

Üsame:

—   «Bunu korkudan söyledi.» deyince,

—   «Kalbini mi yardın ki, onun korkudan söyleyip söylemediğini biliyorsun?»(2) buyurduğu kavlini de düşün ki, Üsâme, «adam, bunu söylerken (ulûhiyyet tevhidini kasdetmeyip) rubûbiyyet tevhidini kasdetmiş-, bu ise, îslâmiyete dahil olup bununla kanını kurtarmasına yeterli değildir» diye Peygamber (s.a.v.)’den özür dilemedi. îşte, bütün zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz delillerde bu konu için çok bariz beyanlar vardır. Zira her iki tevhidden birisinin kabul edilmesi, diğerinin de kabulü demektir.

Mülâhîde tâifesinden olan bu bid’atçi kimse (îbn Teymiyye) ile bâtıl inançlarına aldananların doğru yoldan sapmaları, ancak ibadetin şer’î mânâsını anla- madıklarındandır. Nitekim Allahü Teâlâ’nın ve Resûlü sallallahü aleyhi ve sellemin kelâmında belirtilmiş olan kelime-i tevhidin mânâsının araştırılması sonucu ortaya çıkan durum da buna delâlet ediyor: Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme ve bütün salih zâtlara tevessül edilmesini, onlardan istiğase edilmesinin câiz olduğu itikadiyle birlikte, kendileri hidâyetin sebepleri olup bir faydanın sağlanmasında ve bir zarar vermekte başlıbaşına hareket etmedikleri, rububiyyet vasfından onlarda hiçbir vasfın bulunmadığı, lâkin Allah'ın onları hayrın anahtarı, iyiliğin kaynağı, kullarına çeşitli hayırları yağdıran bir bulut yapmış olması itikadının insanı İslâm Dini’nden çıkaran bir şirk olduğunu zannetmiştir.

Allah’ın kendisine başarı nasip edip kendisinden rezalet vasfını kaldırdığı araştırıcı, insaflı, basiret gözü ile dikkatlice bu hususu inceleyen kimse, tevessül, istiğase ve îbn Teymiyye’nin saydığı diğer şeylerin hiçbirisinin, şer’î ibadet denen şeyin mânâsı kapsamına girmediğini, hiç şüphe olmayan yakinî bir ilimle anlayacaktır. Hattâ bunlar ibadete benzemezler bile. Çünkü tazime delâlet eden her şey, yapılan o tazim ile birlikte tazim edilen de, rububiyyet veya ru bubiyyet vasıflarından birisinin bulunduğuna itikad edilmesiyle bu tazim ibadet saydır. Asker olan bir eri görmez misin ki, bir saat, hattâ saatlerce âmirinin karşısında terbiye ve hürmet için dikiliyor da bu durumu ne Şeriat, ne lügat bakımından âmirine yapılmış bir ibâdet sayılmıyor.

Halbuki namaz kılan kimse, birkaç dakika veya daha az bir zaman, yâni Fatiha’yı okuyacak kadar namazda, Rab- binin huzurunda ayakta duruyor ve bu ayakta durması şer’i bir ibadet sayılıyor. Bunun hikmeti; namaz kılan kimsenin ayakta durma süresi az ise de, huzurunda durduğu Zât’ın rububiyyet vasfına sahip olduğuna itikad ettiği için ibadet olur. Er ise, âmirine karşı ayakta durması onda rububiyyet vasfı olması itikadiyle değildir.

Burada Şeyh Selâmetü’l-Azama’nın dedikleri sona erdi.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:126-131,Bedir yay.

Dipnotlar:

1)   Süfyan’ın, Abdullah (r.a.) «Bir gün, yâ Resûlallah! Bana sımsıkı sarılacağım bir amelden haber ver!» dedim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, «Rabbim Allah’tır de, sonra da dosdoğru ol» dedi.

2)   Üsâme b. Zeyd (r.a.)’den rivayet edildi. «Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, «Bizi Cüheyne kabilesinin Huraka diyarına gönderdi. Bunları sabahleyin bastırdık. Ensar’dan biri ile onlardan bir adama ulaştık, üzerime gelince, Lâilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) dedi. Bunun üzerine ensarî olan arkadaşım onu bıraktı, ben mızrağımı sapladım. Nihayet öldürdüm. Medine’ye geldiğimde Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem vak’adan haberdar oldu ve bana: «Yâ Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra o adamı öldürdün mü?» buyurdu.

— Yâ Resûlallah! Mücerret hayatını kurtarmak için şahadet getirdi, dedim. Bunun üzerine, «Lâ ilâhe... dedikten sonra öldürdün ha!..» buyurdu ve bu sözü (birkaç kere) tekrarladı. (Ben günahtan sâlim olmak için) bu va’kadan evvel Müslüman olmasaydım diye temennide bile bulundum.»

Müslim’in bir rivayetine göre: «Lâ ilâhe... dediği halde onu öldürdün mü?» dedi.

Yâ Resûlallah! Kelime-i tevhidi silah korkusundan söylemiştir, dedim. Bunun üzerine «Kalbini mi yardın? (Korkudan) söyleyip söylemediğini ne biliyorsun?» buyurdu ve bu sözü o kadar tekrarladı ki, o gün Müslüman olmamayı temenni ettim (Riyazus- Sâlihin). (Daha sonra Müslüman olaydım da önceki günahlarımdan arınmış olsaydım... mânâsına).
Devamını Oku »

Sahabelerin İhtilafını Te’vil Etmek



80- Sahabeler arasındaki ihtilafa girersen, (onların ihtilafı. nı iyiye) te’vil et, haset hastalığından uzak dur.

*Varid olan ihtilafı te’vil et. Muttasıl bir senetle onlardan varid olan tartışmaları zahirine çevirerek te’vil etmen vacibtir. Varid olan tartışma ister tevatüren gel­sin ister tevatüren gelmesin aynıdır. Senedi sahih olursa te’vil ederiz. Senedi sahih değilse te’vile gerek kalmadan söyleyen kişiye geri iade ederiz.

Te’vilden kast edilen şudur: Mümkün olduğu kadar sa­habeye layık olmayan durumları zahirine çevirip uygun bir mana ile yorumlamaktır. Şayet te’vili mümkün değilse o ko­nuda sükût eder, hüküm vermeyiz. Onlar müctehid oldukla­rı için, fasıklığa götürecek şeylerden onları korumak vaciptir.

Alimler demişler ki: Ictihad eden kişi isabet ederse onun için iki sevap vardır. İsabet etmezse bir sevap vardır. Allah ve Re­sulü onların adil olduklarına şahitlik etmiştir.

*Onların ihtilaflarına girersen. Sahabeler ara­sındaki ihtilafa dalma, zira onların arasında cereyan eden hu­susları araştırmak akaid-i diniyeden değildir. Dini açıdan fay­dalanılacak şeyler değildir. Hatta bazen inanca zarar verir. Bu nedenle bu konulara dalmak caiz değildir. Ancak sahih olan itikadı öğretmek veya mutaassıplarının görüşlerini reddetmek için olursa caiz olur. Avamın bu konulara dalması caiz değil­dir. Zira onlar fazlasıyla cahildir ve te’vil etmeyi bilmezler.

*Haset hastalığından sakın. Daha önce ge­çen nedenlerden bir nedenden dolayı sahabe arasında vaki olan bir ihtilafa dalarsan haset etmekten uzak dur. Zira Resu- lüllah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ashabım hakkında Allah’tan kor­kun. Benden sonra onları hedef almayınız. Kim onlara eziyet verirse bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş olur. Kim Allah’a eziyet ederse Allah’ın ona azab vermesi yakındır: ”(1)

Bir başka hadis: “Sahabelerime sövmeyiniz. Kim sahabele­rime söverse Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti üzer­lerine olsun. Allah onun ne nafile ne de farzlarını kabul eder.”(2)

Bir başka rivayet: “Sahabelerim hakkında Allah’tan kor­kunuz. Kim onlara buğz ederse bana buğz etmiş olur. Onlara buğz ederim. Kim onları severse beni sevmiş olur. Onları se­verim. Ey Allahım! Onları seveni sev, onlardan nefret edenden nefret et”(3)

Bir başka hadis: “Allah insanlar arasından beni seçti ve benim için ashabımı ve ashabımı seçti. Gelecekte onlara söven ve onları noksan gören bir kavim gelecektir. Onlarla oturmayı­nız, onlarla birlikte içmeyiniz, onlarla birlikte yemek yemeyiniz ve onlarla evlenmeyin. ”(4)

İmam Savi - Cevheretü't-Tevhid Şerhi(Eş'ariyye Akaidi),syf:

(1)- Ahmed,5,54-57;Tirmizi,3862.

(2)-Hakim, Müsned, 3,632.

(3)- Ahmed,5,54-57; Tirmizi, 3862.

(4)-Ibnu Hibban, el-Mecruhin, U87.B u haberin asi, yoktur demiş.

 
Devamını Oku »

Bakara 285.Ayetine Göre İmanın Mertebeleri



Mü'minlerden herbiri, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı"(Bakara 285)

Bil ki bu âyet, şu dört mertebenin bilinmesinin, imânın şartlarından olduğunu gösterir.

Birinci mertebe: Allah Teâlâya imân etmek. Bu böyledir, çünkü âlemin, herşeye kadir olan, herşeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan âzâde bir Yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. İşte bu sebeple Allah'a imân edip, O'nu tanıma, imârun temeli olmuştur. Bu sebeple de Hak Teâlâ, burada öncelikle "Allah'a imânı" zikretmiştir.

İkinci mertebe: Allahu Teâlâ melekleri vasıtası ile peygamberlerine vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur: "O, kendi emriyle kullarından dilediğine vahiy İle melekleri indirir" (Nahl, 2); "(Ya) bir vahiyle, ya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de kendi izniyle dilediği şeyi vahyetmesi dışında, Allah 'ın hiçbir insana konuşması (vâkî) olmamıştır" (Şûra, 51); "Çünkü (Cebrail), senin kalbine o Kur'ân'ı indirmiştir" (Bakara, 97); "Onu, Ruhu'l Emîn, senin kalbine indirdi..." (Sû'ârâ, 193-194)ve "O (Kur'ân'ı) müthiş kuvvetlere sahip olan öğretti" (Necm. 5).

Allah'ın vahyinin, insanlara melekler vasıtası ile ulaştığı sabit olunca, melekler de Allah ile insan arasında bir vasıta gibi olurlar. İşte bundan dolayı, meleklere imân âyette ikinci mertebede zikredilmiştir. Yine bu incelikten dolayı Hak Teâlâ: "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipler! de (böylece inandı..)" (Ali İmran, 18) buyurmuştur.

Üçüncü mertebe: Kitaplara imândır. Kitap, meleğin Allah'tan alıp, insanlara ulaştırdığı vahiydir. Bunu, ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin, derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifâde olunan vahiyden öncedir. İşte bu sebeple, âyette "kitaplar" sözü, meleklerden sonra zikredilmiştir. Yine bundan dolayı Allah Teâlâ, kitaplara imânı, meleklere imandan sonra zikretmiştir.

Dördüncü mertebe: Peygamberlere İmandır. Peygamberler, vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler, mertebe bakımından kitaplardan sonradırlar. Bu sebepten ötürü, Allah Teâlâ, peygamberlere imânı dördüncü sırada saymıştır.

Bil ki bu şekilde yapılan bu dörtlü tertibte, ince sırlar ve kitaplarda açıklanması yerinde olmayan büyük hikmetler vardır. Yaptığımız bu kadar izah, mevzunun şerefi için kifayet eder.

İkinci Mesele:Allah'a imân, O'nun varlığına, sıfatlarına, fiillerine hükümlerine ve isimlerine imândan ibarettir. Allah'ın varlığına imân, insanın bir mekânı olavarlıkların ötesinde, bütün varlıkları yaratan bir Yaratıcının olduğunu bilmesidir. Buna göre, mücessime itikadına sahip olanlar, Allah'ın varlığını kabul etmezler. Çünkü mekan tutan varlıkların dışında, bunlara göre hiçbirşey yoktur.

Binâenaleyh bizim ile mücessime arasındaki ihtilâf, Allah'ın zâtının varlığını kabul etme hususundadır. Felsefeciler ile Mu'tezile, mekan tutan varlıkların (yani maddî varlıkların) Ötesinde, onları yaratan bir mevcudun bulunduğunu kabul ederler. Buna göre, felsefeciler ve Mu'tezile ile bizim aramızdaki ihtilaf, Allah'ın zâtı konusunda olmayıp, O'nun sıfatları hususundadır. Allah'ın sıfatlarına imâna gelince, O'nun sıfatları iki kısımdır, selbî ve subûtî...

Selbî sıfatları: İnsanın Cenâb-ı Hakk'ı her türlü terkibten münezzeh tek bir zat olarak bilmesidir. Çünkü her mürekkeb varlık, kendisini meydana getiren parçalardan herbirine muhtaçtır.

Parçalarından herbiri, kendisinden başka olan şey, mürekkebtir, başkasına muhtaçtır ve "mümkin" bir varlıktır. Binâenaleyh her mürekkeb varlık, mümkin li-zâtihi {zatı gereği mümkin)dir. Zatı gereği mümkin olmayıp, vâcib olan varlığın, kesinlikle mürekkeb olmaması, aksine mutlak mânâda tek olması gerekir. O, zâtı bakımından tek (müfred) bir varlık olunca, onun bir mekan tutmaması, cisim veya cevher olmaması, bir mekanda bulunmaması, bir mekanın sıfatı olmaması, bir mahalde olmaması, değişmemesi ve hiçbir surette başkasına muhtaç olmaması gerekir.

Subûtî sıfatları: İnsanın, zâtı gereği mûcib olan şeyin, mümkinâttan birine olan nisbetinin, diğerlerine olan nisbeti gibi olduğunu bilmesidir.

Buna göre biz, bu mahlûkatın bulunduğu durumların, aksine olabilecek bir şekilde meydana gelmiş olduklarını görünce, bu durumlar üzerinde mü'essir olan zâtın, zâtı gereği mûcib değil, kadir ve irâde sahibi olduğunu anlarız. Sonra bu insan, Allah'ın fiillerindeki sağlamlığı ve güzelliği ile de, O'nun ilminin tam olduğuna istidlal eder. Böylece de o insan, Allah'ın kadir, âlim, hayy, semî, ba,sîr ve celâl ile kemaltsıfatları ile mevsuf olduğunu anlar.

Biz bu hususu (Bakara, 255) âyetinin tefsirinde genişçe anlattık.

Allah'ın fiillerine imân: Senin O'nun dışında kalan herşeyin mümkin ve muhdes (sonradan olma) varlıklar olduğunu; aklının açıkça göstermesi Ne de, mümkin ve muhdes varlıkların zatları gereği meydana gelemeyeceklerini, aksine onları yaratan bir mûcid'in bulunduğunu bilmendir ki bu mûcid ezelî ve ebedî olan Allah Teâlâ'dır. İşte bu delil seni, Allah'ın dışındaki herşeyin, ancak O'nun yaratması, icâd etmesi ve meydana getirmesi ile olacağına kesin hükmetmeye götürür.

Canlıların İhtiyarî Fiillerini Yaratan da Allah'dır

Fakat arada bir düğüm var, o da canlılara ait olan ihtiyari fiiller meselesidir.

Birinci hüküm ki bu, bu fiillerin mümkin ve muhdes olmalarıdır, binâenaleyh bunların da mutlaka, bu hususta değişmeyen vâcibu'l-vücûd bir zâta isnâd edilmeleri gerekir. Buna göre eğer, "Ben, hareket etmek istediğimde hareket ediyor, etmemek istediğimde ise etmiyorum.

Binâenaleyh hareket etmem veya etmemem, başkasının değil benim elimde" dersen,

biz deriz ki: Sen, hareket etmeyi istemenden dolayı hareket etmeni; hareket etmemeyi istemenden dolayı da hareketsiz kalmayı düşündün. Böylece de hareket etmeyi istemenden önce hareket edemedin, ve durmayı istemenden önce de duramadın. Hareket istemen anında mutlaka hareket etmen gerekir.

Bu husus, böyle sabit olunca, biz deriz ki: Sendeki bu istek nasıl meydana gelmiştir. Çünkü bu isteğin meydana gelmesi ya bir muhdis (meydana getiren) tarafından kesinlikle değildir veyahut da bir muhdis tarafındandır. Sonra bu muhdis, ya kulun kendisidir, veya Allah Teâla'dır. Eğer, bu isteğin bir muhdise bağlı olmaksızın meydana çıktığını söylersek, bundan bir yaratıcının olmadığı neticesi çıkar. Eğer o isteğin îcâd edicisinin ve meydana getireninin kulun kendisi olduğunu kabul edersek, kul bu isteği meydana getirmede, bir başka isteğe daha muhtaç olur ki, bu da"teselsüle götürür.

Böylece insanın o isteğini Allah'ın yarattığı ve meydana getirdiği ortaya çıkmış olur. Bunun böyle olduğu da sabit olunca biz deriz ki: İnsanın, o meşî'etin (isteğin) meydana gelişinde, bir tesiri yoktur. O istek meydana geldikten sonra ise, insanın o isteğine terettüb edecek fiil hususunda, ancak onu istemekten başka bir çaresi ve diledikten sonra fiilin meydana gelmesinde de bir ihtiyarı yoktur.

Buna göre insan, ihtiyar (irâde) sahibi görünen mecbur bir varlıktır. Bu, ikna edici güçlü bir izahtır.

Ama şu iki problem bunun karşısına dikilir:

1- Allah'ın hikmetinin kemâline, küfür ve fısk gibi şu çirkin ve kötü amelleri yaratma nasıl uygun düşer?

2- Şayet herşey Allah'ın yaratmasıyla ise, bu durumda insana, nasıl emir ve yasak, medh ve zemm, sevab ve ikâb terettüb eder? Hasmın ileri süreceği problemler işte bunlardır. Fakat, çeşitli yerlerde de izah ettiğimiz gibi, aynı şeyler ilim meselesinde, hasmımız aleyhinde söz konusudur.

Allah'ın Hükümlerine İnanmak Nasıl Olur?

Allah'a imânın dördüncü kısmı da, O'nun hükümlerini bilip inanmaktır.

İnsanın, Allah'ın hükümlerini bilme hususunda, şu dört şeyi bitmesi gerekir:

a) Allah'ın hükümleri, kesin olaralobir illete bağlanamaz. Çünkü bir illete ve sebebe bağlı olan herşeyin sahibi, zâtı gereği noksan, ve başka birşeyle tamamlanmış olur ki bu, Allah Teâlâ için düşünülemez.

b) Allah'ın hükümlerinden maksadım, insanın, Allah'a değil, kula yönelik bir menfaatin bulunduğunu bitmesidir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisi için menfaat celbetmekten ve zarar defetmekten münezzehtir.

c) Allah'ın dünyada nasıl diler ve isterse, öylece hükmedeceğini ve vâcib kılacağını insanın bilmesidir.

d) İnsanın, yapmış olduğu fiil ve amellerden dolayı, Allah'ın üzerinde hiç kimsenin bir hakkının olmadığını; âhirette O'nun istediklerini fazl-ı ilâhisi ile bağışlayıp, dilediği kimselere de adaleti ile azab edeceğini, Allah'tan kabih (= çirkin, yakışıksız) bir fiilin sudur etmeyeceğini ve hiçbir şeyin Allah'a gerekli olmadığını bilmesidir. Çünkü herşey Allah'ın mülkü ve milkidir.

Mecazî mânâdaki mâliklerin, yine mecazî mânâdaki mâlikler ürerinde bir hakkı yoktur. O hâlde gerçek mânâda memlûk (Allah'ın kulu ve kölesi) olan İnsanların, hakikî mânâda mâlik olan Allah'ın yanındaki durumları nasıl olur, siz düşünün! Allah'a imânın beşinci kısmı: O'nun isimlerini bilmektir.

Allah Teâlâ, A'raf sûresinde: "En güzel isimler Allah'ındır" (A'raf 180); İsrâ sûresinde: "Hangi ismiyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur" (İsra,110); Taha sûresinde: "Allah, o (Allah)'dır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. En güzel isimler O'nundur"(Ta-ha,8)ve Haşr sûresinin sonunda: "En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olan herşey O'nu teşbih eder" (Haşr, 24) buyurmuştur. En güzel isimler (Esmâ-i Hüsnâ), mâsûm peygamberlerin lisanı üzere indirilen ilahî kitaplardaki Allah'ın isimleridir. Bu, Allah'a imânın önemli noktalarına işaret eden bir  izahtır.

Melekler, Mahiyetleri, Vasıfları, Vazifeleri

Meleklere imân da, şu dört mertebede olur:

Birinci mertebe: Meleklerin varlığına imân etmektir.

Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Melekler, ya sırf ruhanî varlıklardır yahut cismanî varlıklardır veyahut da bu iki kısımdan mürekkebtir. Meleklerin cismanî varlıklar olduğunun kabul edilmesi durumunda, bunlar ya latîf (şeffaf) veyahut da kesîf (yoğun ve katı) cisimler olur. Eğer bunlar tatîf olurlarsa, bu durumda ya nûranî cisimlerdir, veyahut da hava nev'inden cisimler... Eğer böyle olurlarsa, cisimlerin şeffaftı ki arıyla beraber, son derece güçlü olmaları nasıl mümkün olur? Bu, Kur'ânî ve aklî hikmet ilimlerinde derinleşmiş âlimlerin makamıdır.

Meleklere imân konusunda ikinci mertebe, onların masum ve temiz olduklarını bilmektir. "Kendilerine her suretle kahir ve hâkim olan Rab'lerinden korkarak, kendilerine emredilen şeyleri yaparlar" (Nam, 50) ve "Onlar ibâdet etmekten asla kibirlenmezler, yorulmazlar da" (Enbiya. 19). Çünkü onlar, ancak Allah'ın zikrinden tad alır ve O'na ibâdete ünsiyyet duyar, bununla sevinirler. Nasıl, bizlerden her birinin hayatı havayı teneffüs etmekten ibaret ise, bunun gibi meleklerin hayatı da Allahu Teâlâ'nın zikri, O'nun tâati ve marifeti iledir.

Üçüncü mertebe: Melekler, Allah ile kul arasında vasıtadırlar. Onlardan her bir kısmı, bu âlemin kısımlarından bir kısmın işlerini idare etmekle görevlendirilmişlerdir.

Nitekim Cenâb-ı Hak: "Saflar bağlayıp duranlara, sevk ve men edenlere yemin ederim ki.." (Saffat, 1-2), "Tozutup savuranlara, sonra da yükü taşıyanlara... yemin ederim" (Zariyat, 1-2). "Andolsun birbiri ardınca gönderilip de, sert rüzgârlar gibi estikçe esenlere..." (Murselât, 1-2) ve, "Andolsun (boğulmuş olan) ruhları ta derinliklerinden söküp koparan, (mü'minlerin ruhunu da) yumuşaklıkla çıkaran (meleklere)..." (Naziât, 1-2)buyurmuştur. Biz bu âyetlerin tefsirinde, birçok gizli sırtar zikretmiştik. İlimde derinleşmiş olanlar, yazmış olduklarımızı gözden geçirirlerse, bunlara onlar da muttali olurlar.

Dördüncü mertebe: Allah'ın indirmiş olduğu kitapları, peygamberlere ancak melekler vasıtasıyla ulaşır. Nitekim Hak Teâlâ: "Şüphesiz muhakkak ki o (Kur'ân) çok şerefli bir elçinin kelâmıdır. Ki o (elçi) çetin bir güce sahiptir. Arşın sahibi nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 19-21)buyurmuştur. Meleklere imân konusunda, mutlaka bu mertebelerin nazar-ı dikkate alınması gerekir. Akıl, bu mertebelere ne kadar dalarsa, o kimsenin meleklere otan imanı o nisbette tam ve mükemmel olur.

Allah'ın Kitapları: Mahiyetleri, Hükümleri

Kitaplara imâna gelince, bu hususta da mutlaka şu dört mertebenin bulunması gerekir:

Birinci mertebe: İnsanın, bu kitapların Allah'ın peygamberlerine gönderdiği bir vahiy mahsulü olduğunu, onun kehânet, sihir ve şeytanlara kötü ruhların ilkâsı kabilinden bir şey olmadığını bilmesidir.

İkinci mertebe: İnsanın, bu kitapların vahyedilmesinin, her ne kadar temiz ve mutahhar melekler tarafından olmuşsa da, Allahu Teâlâ'nın bu temiz ve lekesiz vahyi indirmesi esnasında, hiçbir şeytana sapıklıklarından hiçbir şeyi ilkâ etme fırsatını vermeyeceğini bilmesi veanlamasıdır Bu durumda da o insan, "şeytanın, vahiy inzali sırasında "Bunlar en yüce kuğulardır." (Putlar hakkında) sözünü ilkâ ettiğini söyleyen bir kimsenin, ne cüretkâr bir söz söylemiş olduğunu ve Kur'ân'ı tenkîd ve onu tâ'netme kapılarını ve yollarını açtığını anlamış olur.

Üçüncü mertebe: Bu Kur'ân'ın değiştirilmediğini ve tahrif edilmediğini bilmesidir. "Kur'ân'ın bu şekildeki tertibi, Hz. Osman'ın tertibidir" diyen kimsenin sözünün bozukluğu da buraya dahildir. Çünkü böyle diyen kimse, Kur'ân'ı hüccet olmaktan çıkarmıştır.

Dördüncü mertebe: İnsanın, Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih âyetleri kapsadığını, onun muhkeminin, müteşabihin mânâsını beyân edip ortrya koyduğunu bilmesidir.

Peygamberlere îmân

Peygamberlere İmân hususuna gelince, bu hususta da şu dört mertebenin bilinmesi gerekir:

Peygamberler, Vasıfları ve Faziletleri

Birinci mertebe: İnsanın, peygamberlerin günahsız, mâsûm olduklarını bilmesidir. Biz bu meseleyi Cenâb-ı Hakk'ın: "Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp, İçinde bulundukları durumdan çıkarıvermişti" (Bakara, 36) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye açıklamıştık. Bize muhalif olan kimselerin kendisiyle istidlal ettikleri âyetlerin tamamının muhtemel mânâlarını, Allah'ın yardımıyla bu tefsirde yazdık, anlattık...

İkinci mertebe: İnsanın, peygamberin peygamber olmayanlardan daha üstün olduğunu bitmesidir. Sûfîlerden bu hükme karşı çıkan kimseler vardır.

Üçüncü mertebe: Bazı âlimler, peygamberlerin meleklerden daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerin çoğu ise, semavî meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu, peygamberlerin ise arzî, (yeryüzündeki) meleklerden üstün olduğunu söylemişlerdir. Biz bu meseleyi, "hani biz meleklere, "Adem'e secde ediniz.." demiştik" (Bakara, 34) âyetinin tefsirinde açıkladık. Mükâşefe erbabının ise, bu meselede çok ince ve derin görüşleri bulunmaktadır.

Dördüncü mertebe: İnsanın, peygamberlerin bir kısmının bir kısmından üstün olduğunu bilmesidir. Biz bu hususu da, Hak Teâlâ'nın, "Resullerin bir kısmını bir kısmından üstün kıldık" (Bakara. 253) âyetinin tefsirinde izah ettik. Ulemâdan, bunun böyle olduğunu kabul etmeyip de, Hak Teâlâ'nın, "Biz, Onun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız" âyetiyle istidlal edenler de vardır.

Âlimler, bu görüşte olanlara şu şekilde cevap vermişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanından maksat, başka bir şeydir ki, o da şudur: Peygamberler hayatta iken, onların peygamberliğini isbat etmenin yolu, dâvalarına muvafık bir şekilde mucizelerin zuhur etmesidir. Peygamberliğin isbâtının yolu bu olunca, dâvasına muvafık bir şekilde mucizesi zuhur eden herkesin sâdık ve doğru olması gerekir.

Eğer bu yol sahih olarak kabul edilmezse, bunun, onlardan herhangi biri hakkında peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmemesi gerekir. Ama, bunun bazısının peygamberliğinin doğruluğuna deiâlet edip, bazısının da peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmemesine gelince, bu iddia fasit ve çelişik bir iddiadır."

Bundan maksat, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğini kabul edip de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini yalanlayan yahudî ve hristiyanların yolunun yanlış ve tutarsızlığını ortaya koymaktır.

İşte Hak Teâlâ'nın: "Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız)" beyanından maksat budur; yoksa sizin dediğiniz , onların olmasının caiz olmaması değildir. İşte bu anlattığımız hususlar, Allah'a, O'nun meleklerine, kitap ve peygamberlerine imân etmeye dair olan esaslara bir işarettir.

......

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/81-88.
Devamını Oku »

Neticeyi Bilen Allah'ın İnsanları Sınaması Nasıl Anlaşılmalı?



"Biz ancak şunu bilmek için şöyle şöyle yaptık" sözü, o şeyi bilmenin henüz gerçekleşmediğini, bu bilginin meydana gelmesi için de Cenâb-ı Hakk'ın o fiili işlediği vehmini verir. Bu da, Allahu Teâlâ'nın, meydana gelmeden önce, bu eşyayı bilmemesini gerektirir.

Müşkillik arzetme hususunda bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz sizden cihâd edenleri ve sabredenleri bilmek için, muhakkak ki sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed, 31); Allah sizden hafifletti ve sizde bir zayıflık olduğunu bildi;" (Enfâl, 66) Belki o öğüt alır veya korkar. (Taha, 44) "Allah, doğru olanları muhakkak ki bilecektir." (Ankebut. 3); "Yoksa size Allah içinizden cihâd edip sabredenleri ortaya çıkarmadıkça, cennete gireceğinizi mi zannettiniz "(Al-i imran, 142) ve: "Oysaki onun, onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu.. Bu ancak, ahirete inanan kimseyi ortaya çıkarmanız için idi" (Sebe, 21) ayetleridir. Bu meseleye dair sözümüz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Allah sınamıştı..." (Bakara, 124) ayetinin tefsirinde iyiden iyiye geçmişti...

Müfessirler bu hususu birkaç yönden cevaplamışlardır.

1) Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 143) ayetinin manası, "Bizim peygamberler ve mü'minlerden meydana gelen taraflarımız bilsin diye..." olur. Nitekim kral, onu dostlarımız fethetti manasında, "Biz, falanca beldeyi fethettik" der. Yine Hz. Ömer Irak topraklarını fethetmiştir, denilmesi de bunun gibidir.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in Cenâb-ı Hakk'tan rivayet ettiği kudsî hadiste şöyle buyurulması da bu manadadır: "Kulumdan bana borç vermesini istedim, fakat o bana borç vermedi ve beni kınadı. Oysaki onun beni kınaması hakkı değildi.. O, "ah zaman!" der; bilmez ki zaman Benim.."(Müsned 2/300)Hadiste, "Kim benim bir dostumu küçümserse, muhakkak ki beni küçümsemiştir" şeklinde vâ-rid olmuştur.

2) Bunun manası, "olmayan şey ortaya çıksın da, böylece o mevcut olsun" demektir. Sonra o mevcut olduğu zaman, Allah o şeyi mevcut olarak bilir; çünkü Allah'ın o şey mevcut olmazdan önce, onu mevcut olarak bilmesi imkânsızdır." Buna göre Hak Teâlâ'nın,"illâ li na’leme"buyruğunun manası, "Biz onu mey-dana gelmiş şekliyle bilelim diye.." şeklinde olur.

Buna göre şayet, "Bu, Allah'ın ilminin hadis olmasını gerektirir" denilir ise biz deriz ki âlimler, bir şeyin meydana geleceğini bilmenin, o şey meydana geldiği zaman onun varlığını bilmek gibi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konudaki ihtilâf oldukça meşhurdur.

3) "Biz, kalblerindeki ihlâsveya nifakın ortaya çıkmış olması sebebiyle şunları şunlardan ayırd edelim diye..." Böylece mü'minler kendi dost ve düşmanlarını tanımış olurlar. İşte bu sebeple "ayırdetme" işi, ilim olarak isimlendirilmiştir. Çünkü, bu ayırdetme işi de ilmin fayda ve neticelerinden birisidir.

4) "illâ li na’leme"nin manası, "Ancak biz görelim... diye" demektir. Bunun anlamı şudur: Araplar, ilmi, rüyet (görmek), görmeyi de bilmek yerinde kullanarak mecaz yapmaktadırlar. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın,. 'medin mi, na-sti... " ayetinde olduğu gibi.. kelimeleri, birbirinin yerini tutan kelimelerdir.

5) Ferrâ'nın taraftar olduğu görüştür. Buna göre bu âyette ilim hüdüsü, (sonradan olması) muhataplar itibariyledir. Bunun misâli şudur: Cahil ile akıllı bir kimse bir araya geldiklerinde cahil şöyle der: "Odun ateşi yakar.." Akıllı olan da, "Ateş odunu yakar. Hangisinin diğerini yaktığını bilmek için, onları biraraya getirelim" der. Ki bunun manası, "Hangimizin cahil olduğunu bilelim diye..."demektir.

İşte, Cenâb-ı Hakk'ın,"illâ li na’leme" buyruğunun manası budur. Yani, "sizler bilesiniz diye..." demektir.

Bu tür sözlerden maksat, hitabta yumuşaklık ve gönülleri yumuşatma ve cezbetme arsuzudur. Tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki ya biz ya da siz hidayet üzerindesiniz' (Sebe, 24) ayetinde olduğu gibi. Böylece Cenâb-ı Hak şüphe vehmi veren sözü, hitabı inceltmek ve muhatabın gönlünü almak için, kendi nefsine nisbet etmiştir.. Cenâb-ı Hakk'ını ifâdesi de işte böyledir.

6)"Biz, size sanki, hiçbir şey bilmeyen bir imtihan edicinin muamelesi gibi muamele ediyoruz." Çünkü adalet bunu gerektirir.

7) ilim,(na’leme ifâdesi), mânada etkisi olmayan bir kelimedir. Buna göre Cenâbı Hak, ifâdesinin mânası, "Peygambere uyanların ittibâsı, yüz çevirenlerin de sırt dönmeleri meydana gelsin, hâsıl olsun diye..." şeklinde olur.

Bunun bir benzeri de, senin, kendinden nefyedip kabullenmediğin bir şey hakkında söylediğin şu sözdür: "Bunun benden olduğunu bilmedi!.." Yani, "bu iş benden sadır olmadı" demektir. Buna göre, "Yani bu iş olsaydı, onu o Allah kesinlikle bilirdi " demektir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/546-548.
Devamını Oku »

Allah'ın Kullar Üzerinde Hâkim Olmasının Geniş İzahı



"O, kullarının üzerinde (yegâne) hakimiyet ve galebe sahibidir. .." (En'âm, 61-).

Bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve hikmetinin mükemmel olduğuna delâlet eden bir başka delildir. Bunun izahı şöyledir:

Biz daha önce, bu âyetteki "üstünlüğün" mekân ve cihet bakımından olmasının murad edilemiyeceğini, aksine bundan maksadın hakimiyet ve kudret bakımından üstünlük olması gerektiğini izah etmiştik.. Bu tıpkı, "ondan daha iyi ve daha nüfuzlu..." mânasında olmak üzere, "Falancanın emri, filancanın emrinin üstündedir" denilmesi gibidir. "Allah'ın eli onların elleri üstündedir" (Feth. 10) âyeti de bu manadadır. Bu âyetten maksadın bu (hakimiyet mânası) olduğunu te'kid eden hususlardan biri de, buyruğunun, bu galibiyyetin, "fevkiyyet (üstte olma)" sebebiyle hasıl olduğunu ifâde etmesidir. "Kahr" sıfatını ifâde eden "fevkiyyet" (üstünlük) ise, cihet bakımından değil, kudret bakımından olan üstünlüktür.. Zira mekan bakımından yüksek olan şeyin bazen makhûr (yönetilen, hükmedilen) olduğu malûm bir keyfiyyettir.

Buradaki "kahr" kelimesinin izahı, birkaç yönden yapılabilir:

a) Cenâb-ı Hak, yaratması ve halketmesi ile ademi (yokluğu) kahretmiştir.

b) Allah, yoketmek ve bozmak suretiyle de, varlığı kahretmiştir (yani varlık dünyasına hükmetmektedir). Çünkü O, mümkin olan birşeyi bazan yokluktan varlığa, bazan da varlıktan yokluğa geçirir. O halde, bütün mümkinât için varlık ve yokluk, ancak O'nun varetmesi ve yoketmesi ile olur.

c) Allah Teala, herşeyi zıddı ile kahreder. Meselâ nuru zulmet ile, zulmeti (karanlığı) nur ile; gündüzü gece ile, geceyi de gündüz ile kahredip yokeder. Bunun tam bir izahı, Hak Teâlâ'nın şu âyetindedir: "De ki: "Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini kıymetini yükseltir, kimi dilersen onu alçalhrsın..." (Al-i imran, 26)

Sözün üslûp ve usûlünü iyice kavrayınca, bilirsin ki bu, sahili bulunmayan bir okyanustur. Çünkü her yaratılmışın bir zıddı vardır. Meselâ "üst'ün zıddı "alttır; "geçmiş"in zıddı "gelecek"tir; "ışığın" zıddı "karanlık"tır; "hayat'ın zıddı "Ölüm'dür; "kudret'in zıddı da acziyyettir. Aralarında zıddiyetin bulunmasının, bu şeylere "kahredilmiş, âciz, noksan" deme imkânı verdiğini anlayabilmen için, diğer haller ve sıfatları da iyice düşün. Mümkin varlıklarda bu sıfatların bulunması, [âyette, "O, kullarının üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurduğu üzere] onların kadir, kahir, zıddı bulunmaktan münezzeh, benzeri olmaktan ve şekilden uzak bir müdebbirinin bulunduğuna delâlet eder.

d) Şüphesiz bu beden, dört asıl mizaçtan (hararet,bürudet, nütubet ve yübuset) meydana gelmiştir. Halbuki bunlar birbirine zıt, birbirini sevmeyen ve tabiatları itibarı ile birbirinden uzak şeylerdir.

Binâenaleyh bunların biraraya gelmeleri, mutlaka bunları buna zorlayan bir zorlayıcının zorlaması ile olmuştur. Bu zorlayıcının, bizzat insanın kendisi olduğunu söyleyenler hatadadır. Bunu, İbn Sîna "el-İşârât" adlı eserinde zikretmiştir. Bu hatâdır, çünkü ruhun bedenle ilgisi, ancak bu karışımın ve birleşimin hasıl olmasından sonra olmuştur. Bu elementleri bir araya gelmeye zorlayan, bu birleşmeden önce mevcuttur. Bu birleşmeden önce bulunan ise, birleşmeden sonra ortaya çıkan şeyden başkadır.

Binâenaleyh bu dört asıl elementi bir araya gelmeye zorlayanın ancak Allah Teâlâ olduğu sabit olur. Nitekim O, "O, kullanma üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurmuştur.

Hem beden, kesîf, süffî, zulmânî (karanlık) ve kokuşabilen bir varlıktır. Ruh ise lâtif, ulvî (yüce), nûrânî, aydın, bakî ve temiz bir varlıktır. Binâenaleyh bu ikisi arasında da alabildiğine bir uzaklık ve zıdlık vardır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu ikisini zorla biraraya getirip, herbirini diğeri ile tamamlanan ve diğerinden faydalanan bir varlık kılmıştır. Meselâ ruh, bedeni kokuşmaktan, bozulmaktan ve dağılıp parçalanmaktan korur. Beden ise ruhun ebedî saadetleri ve ilâhi bilgileri elde etme vesilesi otur. Bundan dolayı işte bu birleşme ve birbirinden faydalanma işi, ancak Hak Teâlâ'nın bu dört asıl tabiatı kahren biraraya getirmesiyle mümkün olmuştur. Nitekim O, "O, kullarının üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurmuştur.

Keza rûh bedene girdiğinde, ruha iki zıd şeyi yapma ve iki zıddan birini elde edebilme gücü verilir. Fakat bazan yapma tarafının, yapmama tarafına; bazan da yapmama tarafının yapma tarafına üstün gelmesi imkânsız olur. Ancak ne var ki bu üstünlük (tercih), muarızdan uzak kesin bir sebebin bulunmasıyla olur. Eğer böyle bir sebep bulunmaz ise, bir şeyi yapmak veya yapmamak imkansızlaşır.

Binâenaleyh kulun kalbinde Allah tarafından yaratılan bu sebep vasıtasıyla, failin (kulun) bazan yapmaya, bazan da yapmamaya yönelmesi, bir kahr (zorlama) yerine geçer. Böylece de Allah, kulu bu bakımdan zorlamış olur. Bu hususları iyice düşündüğünde, mümkinâtın, mahlûkâtın, âdî ve yüce şeylerin, zatların ve sıfatların hepsinin, Allah'ın kahr-u galebesi altında olduklarını, Allah'ın âmâde kılması ile musahhar olduklarını görürsün. Nitekim Allah Teâlâ, "O, kullarının üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 9/469-470
Devamını Oku »

Allah Şirk Dışında Bütün Günahları Affeder



Şüphesiz ki Allah, (insanın), kendisine eş tanımasını bağışlamaz. O (günah)tan başkasını, dileyeceği kimseler için yarlığar. Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak pek büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur" (Nisa. 48)

....

Âyet, Allah Teâlâ'nın, büyük günah sahibini affedeceğine dair, biz ehl-i sünnetin en kuvvetli delillerinden biridir.

Bil ki bu âyetten, birkaç bakımdan delil çıkarılmıştır:

a) Âyetteki, "şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz" buyruğu, "Allah, şirki bir lütuf yoluyla bağışlamaz" manasındadır.

Çünkü müşrik, şirkinden tevbe ettiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın onu vücub yoluyla "mecburî olarak"affetmesinin söz konusu olmadığı icmâ ile sabittir.

Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Allah şirki bağışlamaz" sözü, "şirki, lütuf yoluyla bağışlamaz" manasında olursa, Allah'ın "O (günah)tan başkasını,affeder" sözünün de, şirkin dışında kalan günahları, lütuf yoluyla bağışlayacağı manasına gelmesi gerekir. İşte böylece olumlu ve olumsuz hükümler, aynı manada gelmiş olurlar.

Baksana, bir kimse şayet, "Falanca, hiç kimseye lütfederek vermez, fazla fazla verir" dese, bu sözden, o kimsenin lütfederek verdiği anlaşılır. Hatta o kimse bu sözü biraz daha açık olarak "O, hiç kimseye, lütuf suretinde hiçbirşey vermez. Ancak vücub suretiyle (mecburi olarak) daha fazlasını verir" dese, her akıllı insan, bu sözün bozukluğuna hükmeder.

İşte böylece Cenâb-ı Hakkin, şirk dışındaki günahları, dilediği kimseler için bir lütuf olarak bağışlayacağı sabit olmuş olur.

Bu sabit olunca da biz deriz ki: O zaman bu âyetten kastedilenlerin, tevbe etmemiş olan büyük günah sahipleri olması gerekir. Zira Mu'tezile'ye göre, tevbe edildikten sonra hem küçük, hem büyük günahların bağışlanması aklen vacibtir.

Binaenaleyh âyeti bu manaya hamletmek mümkün değildir. Bu da sabit olunca, geriye âyeti, ancak tevbe edilmemiş büyük günahların bağışlanması manasına hamletme yolu kalmıştır ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.

b) Allah, nehyedîlen şeyleri "şirk" ve "şirkin dışındakiler" diye iki kısma ayırmıştır. Şirk dışındaki günahlara, tevbe edilmemiş büyük günahlar, tevbesi yapılmamış büyük günah ve bütün küçük günahlar dâhildir. Cenâb-ı Hak, şirkin bağışlanmayacağını, onun dışındakilerin ise affed ilebileceğini kesin olarak bildirmiştir. Fakat bağışlama hususundaki bu kesin hüküm, dilediği kimseler hakkında söz konusudur.

Binaenaleyh âyetin takdiri, "Allah şirkin dışında kalan günahları, ancak dilediği kimseler için affeder" şeklinde olur. Âyet, şirk dışındaki günahların bağlanabileceğine delalet edince, tevbe edilmemiş büyük günahların da bağışlanabileceği anlaşılır.

c) Hak Teâlâ, "dileyeceği kimseler için" buyurup, bu bağışlamayı, kendi meşîet ve iradesine bağlamıştır. Halbuki tevbesi yapılan büyük günahlar ile bütün küçük günahların bağışlanacağı kesin olup, Allah'ın meşîetine bağlanmamıştır.

Binaenaleyh bu âyette bahsedilen bağışlanmanın, tevbesi yapılmamış olan büyük günahların bağışlanması olması gerekir ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.

Mu'tezile, bu son izaha şu şekilde itiraz etmiştir: "Bağışlama işinin, Allah'ın meşî'etine bağlanması, onun vacip (mutlaka yapılması gereken bir şey) olmasına ters düşmez. Baksana, Cenâb-ı Hak bu âyetten sonra, "Öyle değil. Allah kimi di/erse, onu temize çıkarır.." (Nisa, 49) buyurmuştur. Sonra biz, Allah Teâlâ'nın, ancak temize çıkartılmaya (tezkiyeye) ehil olan kimseleri, tezkiye edeceğini biliyoruz. Aksi halde bu âyet yalan olur. Yalan ise Allah hakkında muhaldir. İşte mevzubahis âyette de böyledir."

Bil ki Mu'tezile'nin, bu delillere, va'îdi ifâde eden umûmî âyetler ile karşı çıkmadan başka, nazar-ı dikkate alınacak bir sözleri yoktur. Biz de, onların karşısına vaad ifâde eden umumî âyetlerle çıkarız. Bu husustaki izahlarımız, Bakara sûresinde (81 âyetin) tefsirinde, enine boyuna ele alınmış ve ortaya konulmuştu. Bunları, burada tekrar etmenin bir faydası yok.

Vahidî, "Kitabu'l-Basîf'inde, senedli olarak, İbn Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Biz, Resûlullah zamanında, içimizden birisi, büyük günah işlemiş olarak öldüğünde, onun cehennemliklerden olduğuna şehadet ediyor (inanıyor)duk. Bu âyet nazil olunca, bundan kaçındık." îbn Abbas (r.a)da: "Ben, müşrik olarak yapılan hiçbir amelin fayda vermediği gibi, tevhid ile birlikte, hiçbir günahın zarar vermeyeceğini umuyorum" demiştir.

İbn Abbas (r.a), bu sözü Hz. Ömer (r.a)'in yanında söylemiş, o da buna karşı çıkmamıştır. Yine merfu olarak, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edildi: damgası ile damgalanın ve o imanı ikrar edin.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/75-76
Devamını Oku »