Mü'min Büyük Günahları İşlediği Zaman, Allah Düşmanı Olur Mu?



…………


Talebe:
Yemin ederim ki, bundan daha açık bir kıyas bilmiyorum. Fakat mü'min büyük günahları işlediği zaman, Allah düşmanı olur mu? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a.): Mü'min tevhidi terketmediği müddetçe, bütün günahları da işlemiş olsa, yine Allah düşmanı olmaz. Zîra düşman, düşmanına buğz ve nefret besler, noksanlık izafe eder. Halbukimü'min, büyük günah irtikap etmesine rağmen, Allah'ı her şeyden daha çok sever. Keza mü'min, ateşte yakılması yahut da Allah'a kalbinden iftirada bulunması hususunda muhayyer bırakılsa; ateşte yakılmayı, Allah'a gönlünden iftira etmeye tercih eder.

Talebe:
Eğer Allah, mü'mine her şeyden daha sevgili ise. niçinmü'min O'na isyan ediyor? Seven, sevdiğinin emrine isyan eder mi?

Âlim (r.a.):
Evet; çocuk babasını sever, fakat bazan da ona âsi olur. Mü'min de böyledir, her ne kadar isyan etse de, Allah ona her şeyden daha sevgilidir. Şehvet, zahir ve galiptir, bir çok şiddetli arzular üstün geldiği için, mü'min Allah'a âsi olur. Bir sultanın işini yapan vazifeli kimse, işini terkederse karşılığında çeşitli işkenceler görür. Fakat serbest bırakılınca, eğer gücü yeterse işine döner. Keza kadın, doğum esnasında en büyük sıkıntılarla karşılaştığı halde, aradan zaman geçip iyi olunca çocuk istemesi bunun misalidir.

Talebe: Şehvetin galip gelmesi hususunu belirtiyorsunuz. Zîra, birçok âbid kişiler vardır ki, şehvet onları sarsmıştır. Fakat günahkâr mü'min, günah işlerken, işlediğinden dolayı hesaba çekileceğini biliyor mu? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a.): Mü'min irtikâp ettiği günahı, azaba çekileceğini bilerek işlemez. Fakat işlediği günahı ya Allah'ın affedeceğini ümit ettiği için veya hastalık ve ölümden önce tevbe edeceğini umduğundan dolayı işler.

Talebe:
Kişi azaba uğrayacağından korktuğu bir şeyi işlemeye teşebbüs eder mi?

Âlim (r.a):
Evet, kişi kendisinden korktuğu yiyecek, içecek, harp, deniz yolculuğu vs. gibi şeylere yönelir. Eğer insan için, batmadan kurtulmak ümidi olmasaydı hiçbir zaman deniz yolculuğu yapmazdı. Yahut zafer ümidi bulunmasaydı, hiçbir zaman harbetmezdi.

Talebe: Doğru söylediniz. Ben kendimden biliyorum. Zararlı bir yiyecek yediğim zaman, pişman olup, bir daha o yiyeceği yememeye karar veriyorum, amma onu görünce de sabredemiyorum. Fakat acaba küfür nedir?

Âlim (r.a.): Küfrün ismi ve açıklaması vardır. Küfür, inkâr ve yalanlama manâsıyla açıklanır. Küfür, Arapça bir kelimedir. Araplar, küfür kelimesini, inkâr mânâsınakoymuşlardır.AllahuTaâlâ da kitabını Arapça inzal etmiştir. Meselâ, bir kimsenin diğerinde, birkaç dirhem alacağı varsa, zamanı gelince alacak-borç muamelesi bitirilir. Eğer, borçlu borcunu kabul edip de ödemezse alacaklı Arapçada "mâlatanî=benden mühlet istedi" der, fakat borçlu borcunu red ve inkâr ederse "kâferenî=inkâr etti" der ve bir önceki kelimeyi kullanmaz. Keza mü'min de red ve inkâr etmeksizin, bir farizayı terkedince günahkâr olarak isimlendirilir. Eğer, farizayı inkâr ederek terkederse, bu takdirde kâfir ve Allah'ın farzlarını inkâr eden kimse diye isimlendirilir.

Talebe: Kişinin inkâr ettiğinden dolayı, inkarcı; tasdik ettiğinden dolayı tasdik edici, günah işlediği için günahkâr, iyilik yaptığı için de iyi diye isimlendirilmesi doğru ve bilinen bir şeydir. Fakat, acaba tevhidi benimseyen ve fakat Hz. Muhammed'i inkâr ediyorum, diyen kimsenin durumu nedir? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a.):
Bu vâkî olmaz. Eğer olursa o kimseyi Allah'ı inkâr eden, Allah'ı bildiği iddiasında yalancı kimse sayarız. Onun, Hz. Muhammed'i inkâr etmesi ile, Allah' ı inkâr ettiği neticesine ulaşılır. Çünkü Allah'ı inkâr etmiş olan, Hz. Muhammed'i de inkâr etmiş olur. Allah'ın inkârı, Hz. Muhammed'i inkârı cihetinden dolayı değildir. Nitekim Hristiyanlar, tek olan, evlât edinmeyen, Allah'ı inkârlarından dolayı onun, üç ilâhın üçüncüsü olduğunu iddia ettiler.

Keza Yahudiler, hiçbir şeye muhtaç olmayan, lütfunu esirgemeyen, benzeri olmayan, mülkün sahibi Allah'ın fakir, eli bağlanmış, Uzeyr'in de Allah'ın oğlu olduğunu ve Allah'ın insan şeklinde bulunduğunu iddia etmişlerdir. Ateşi ilâh edinenler, güneş ve aya secde edenler de bu durumdadır. Oysaki Kur'an'da "Bizim âyetlerimizi ancak kâfirler inkâr ederler."(el-Ankebut,47),"Öyle değil, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça, verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı duymayıp teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar."(en-Nisa,65)buyurulur. O halde Allah'ı bilen ve fakat Hz. Muhammed'i inkâr eden kimsenin, Allah'ı inkâr ettiğine, Hz. Muhammed'i inkârı ile istidlal ederiz. Meselâ bir adam 20 kafiz (18 Kg'lık bir ölçü) ağırlığındaki bir yükü taşıyabileceğini iddia eder, biz de onun iki kafizi bile taşımaktan aciz kaldığını görürsek; iki kafizi taşımaktan aciz kalan kimsenin yirmi kafizi taşımak hususunda daha çok aciz kalacağını anlarız.

Bunun gibi, "Ben Allah'ın hak olduğunu biliyorum, fakat şu insanın onun mahlûku olduğunu kabul ve ikrar etmiyorum," diyen kimsenin, iddia ettiği konuda yalancı olduğunu hemen anlarız. Çünkü o kimse Allah'ı hakikaten bilip, ona inansa idi, bütün her şeyin O'nun mahlûku olduğunu da bilirdi. Keza yakınından aynı mesafede; yanan bir kandil ile, yanmakta olan büyük bir ateş bulunan kimse, kandili gördüğünü ve fakat yanan koca koca odunları görmediğini iddia ederse, onun yalancı olduğunu anlarsın. Çünkü kandilin yandığını gören kimsenin, yanmakta olan kocaman ateşi daha çok görmesi icabeder.

Ebu Hanife - Alim ve-l Muallim
Devamını Oku »

Allah Şirk Dışında Bütün Günahları Affeder



Şüphesiz ki Allah, (insanın), kendisine eş tanımasını bağışlamaz. O (günah)tan başkasını, dileyeceği kimseler için yarlığar. Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak pek büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur" (Nisa. 48)

....

Âyet, Allah Teâlâ'nın, büyük günah sahibini affedeceğine dair, biz ehl-i sünnetin en kuvvetli delillerinden biridir.

Bil ki bu âyetten, birkaç bakımdan delil çıkarılmıştır:

a) Âyetteki, "şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz" buyruğu, "Allah, şirki bir lütuf yoluyla bağışlamaz" manasındadır.

Çünkü müşrik, şirkinden tevbe ettiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın onu vücub yoluyla "mecburî olarak"affetmesinin söz konusu olmadığı icmâ ile sabittir.

Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Allah şirki bağışlamaz" sözü, "şirki, lütuf yoluyla bağışlamaz" manasında olursa, Allah'ın "O (günah)tan başkasını,affeder" sözünün de, şirkin dışında kalan günahları, lütuf yoluyla bağışlayacağı manasına gelmesi gerekir. İşte böylece olumlu ve olumsuz hükümler, aynı manada gelmiş olurlar.

Baksana, bir kimse şayet, "Falanca, hiç kimseye lütfederek vermez, fazla fazla verir" dese, bu sözden, o kimsenin lütfederek verdiği anlaşılır. Hatta o kimse bu sözü biraz daha açık olarak "O, hiç kimseye, lütuf suretinde hiçbirşey vermez. Ancak vücub suretiyle (mecburi olarak) daha fazlasını verir" dese, her akıllı insan, bu sözün bozukluğuna hükmeder.

İşte böylece Cenâb-ı Hakkin, şirk dışındaki günahları, dilediği kimseler için bir lütuf olarak bağışlayacağı sabit olmuş olur.

Bu sabit olunca da biz deriz ki: O zaman bu âyetten kastedilenlerin, tevbe etmemiş olan büyük günah sahipleri olması gerekir. Zira Mu'tezile'ye göre, tevbe edildikten sonra hem küçük, hem büyük günahların bağışlanması aklen vacibtir.

Binaenaleyh âyeti bu manaya hamletmek mümkün değildir. Bu da sabit olunca, geriye âyeti, ancak tevbe edilmemiş büyük günahların bağışlanması manasına hamletme yolu kalmıştır ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.

b) Allah, nehyedîlen şeyleri "şirk" ve "şirkin dışındakiler" diye iki kısma ayırmıştır. Şirk dışındaki günahlara, tevbe edilmemiş büyük günahlar, tevbesi yapılmamış büyük günah ve bütün küçük günahlar dâhildir. Cenâb-ı Hak, şirkin bağışlanmayacağını, onun dışındakilerin ise affed ilebileceğini kesin olarak bildirmiştir. Fakat bağışlama hususundaki bu kesin hüküm, dilediği kimseler hakkında söz konusudur.

Binaenaleyh âyetin takdiri, "Allah şirkin dışında kalan günahları, ancak dilediği kimseler için affeder" şeklinde olur. Âyet, şirk dışındaki günahların bağlanabileceğine delalet edince, tevbe edilmemiş büyük günahların da bağışlanabileceği anlaşılır.

c) Hak Teâlâ, "dileyeceği kimseler için" buyurup, bu bağışlamayı, kendi meşîet ve iradesine bağlamıştır. Halbuki tevbesi yapılan büyük günahlar ile bütün küçük günahların bağışlanacağı kesin olup, Allah'ın meşîetine bağlanmamıştır.

Binaenaleyh bu âyette bahsedilen bağışlanmanın, tevbesi yapılmamış olan büyük günahların bağışlanması olması gerekir ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.

Mu'tezile, bu son izaha şu şekilde itiraz etmiştir: "Bağışlama işinin, Allah'ın meşî'etine bağlanması, onun vacip (mutlaka yapılması gereken bir şey) olmasına ters düşmez. Baksana, Cenâb-ı Hak bu âyetten sonra, "Öyle değil. Allah kimi di/erse, onu temize çıkarır.." (Nisa, 49) buyurmuştur. Sonra biz, Allah Teâlâ'nın, ancak temize çıkartılmaya (tezkiyeye) ehil olan kimseleri, tezkiye edeceğini biliyoruz. Aksi halde bu âyet yalan olur. Yalan ise Allah hakkında muhaldir. İşte mevzubahis âyette de böyledir."

Bil ki Mu'tezile'nin, bu delillere, va'îdi ifâde eden umûmî âyetler ile karşı çıkmadan başka, nazar-ı dikkate alınacak bir sözleri yoktur. Biz de, onların karşısına vaad ifâde eden umumî âyetlerle çıkarız. Bu husustaki izahlarımız, Bakara sûresinde (81 âyetin) tefsirinde, enine boyuna ele alınmış ve ortaya konulmuştu. Bunları, burada tekrar etmenin bir faydası yok.

Vahidî, "Kitabu'l-Basîf'inde, senedli olarak, İbn Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Biz, Resûlullah zamanında, içimizden birisi, büyük günah işlemiş olarak öldüğünde, onun cehennemliklerden olduğuna şehadet ediyor (inanıyor)duk. Bu âyet nazil olunca, bundan kaçındık." îbn Abbas (r.a)da: "Ben, müşrik olarak yapılan hiçbir amelin fayda vermediği gibi, tevhid ile birlikte, hiçbir günahın zarar vermeyeceğini umuyorum" demiştir.

İbn Abbas (r.a), bu sözü Hz. Ömer (r.a)'in yanında söylemiş, o da buna karşı çıkmamıştır. Yine merfu olarak, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edildi: damgası ile damgalanın ve o imanı ikrar edin.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/75-76
Devamını Oku »

Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?

 Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?
Namaz kılan derken ehl-i kıble kastedilmektedir. Daha önce imanın hakikati meselesinde bunun açıklaması geçmişti. Buradaki amacımız muhaliflerin görüşlerini zikretmek ve onların şüphelerini cevaplamaktır. Hariciler bu kimsenin kafir olduğuna, Hasan el-Basri münafık olduğuna, Mutezile ise ne mümin ne de kafir olduğuna vardı
Haricilerin bir kısım delilleri vardır.

Birincisi şu ayettir: ''Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”(Maide 44) Zira âyette geçen “men” edatı,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkesi kuşatır. Dolayısıyla tasdik eden fasık kişi de âyetin kapsamına girer. Yine onların kafir olmasının gerekçesi, hükmetmeme olarak açıklanmıştır. Şu halde Allah’ın indirdiğiyle hükmet­meyen her kişi kafirdir. Fâsık da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemektedir.

Biz şöyle deriz: Mevsuller genellik bildirmez, aksine genellik ve özelliğe muhtemel olan cinslik ifade eder. Kastedilen, Allah'ın indirdiklerin­den kesinlikle hiçbiriyle hükmetmeyenlerdir. Bu kişilerin kafir olduğunda herhangi bir tartışma yoktur. Yahut şöyle deriz: Allah’ın indirdiğiyle kastedi­len Tevrat'tır. Âyetin başı buna karine oluşturmaktadır: “Tevrât'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş peygamberler onunla Yahûdilere
hükmederlerdi.”(Maide,44)Oysa bizim ümmetimiz Tevrâtla hükmederek kulluk et­memektedir. Dolayısıyla hüküm Yahûdilere özgüdür. Şayet Tevrât’la hük­metmezlerse onların kafir olması gerekir. Biz bunun gereğini kabul ediyoruz.

Hâricîlerin ikinci delili şu âyettir: “Biz kafirden başkasına ceza mı veririz"(Sebe,17) Bu âyet, cezalandırılan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Büyük günah işleyen de “Kim kasten birini öldürürse onun cezası ebedî cehennemdir”(Nisa, 93)âyeti nedeniyle cezalandırılacaktır. O halde büyük günah işleyen de kafirdir.

Biz deriz ki bu, zâhiri terk edilen bir âyettir. Çünkü âyetin zâhiri, cezayı kafirliğe hasretmektedir. Oysa bu, kesinlikle terk edilmiştir. Zira kafirden başkası da ceza/karşılık görmektedir. Bu ceza ise ödüllendirmedir. Çünkü ceza hem sevabı hem de azabı içermektedir. Yine sadece kafirlere ceza verilmesi terk edilmiştir çünkü âyette şöyle denilmektedir: “Bugün her nefis, yaptıklarının karşılığını/cezasını görecek.”(Mümin,17) Şu halde âyetin kafire mahsus bir cezaya yorulması gerekmektedir. Nitekim âyetin siyakı yani “işte biz onları küfürleri sebebiyle cezalandırdık”(Sebe,17) ifadesi de buna delalet etmektedir. Buna göre an­lam şudur: “O karşılık / ceza, kafirden başkasına verilir mi?” Büyük günah işleyen kimse ise kafire mahsus cezadan başka bir cezaya uğrayacaktır.

Üçüncüsü, haccın farz olduğunu bildirdikten sonra gelen şu âyettir “Her kim inkar ederse" yani haccetmezse 'Allah âlemlerden müstağnidir”(Ankebut,6) Âyette haccı terk etmek küfür sayılmıştır.

Biz şöyle deriz: Kastedilen haccın farz olduğunu inkar edenlerdir.Bu kişinin kafir olduğunda da kuşku yoktur.

Dördüncüsü, yüce Allah’ın Hz. Musa ve Hz. Harun’dan tahkiye ettiği şu âyettir: “Bize yalanlayıp yüz çevirene azap edileceği vahyedildi.”(Taha,48) Bu âyet azabın yalanlayanla sınırlı olduğuna delalet etmektedir ve yalanlayan da kafirdir. Kuşkusuz fasık azap görecektir zira onun hakkında tehdit gelmiştir.

Biz şöyle deriz: Bu da zâhiri terk edilen bir âyet olup görüş birli­ğiyle şarap içen ve zina edenin azabına mahsustur. Oysa bu kimseler yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar bile yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Belki yalanlamış durumuna düşmektedirler ama yalanlayan kimse ile yalanlamış duruma düşen kimse arasında fark vardır.

Beşincisi şu âyettir: “Sizi alev alev yanan bir ateşle uyardım. Ona ancak yalanlayan ve yüz çeviren bahtsız kişi girer”(Leyl,14) Bu âyet, ateşe giren herkesin kafir olduğunu göstermektedir. Fâsık yani büyük günah işleyen de ateşe girecektir. Zira fâsıkın ateşe gireceği tehdidini ifade eden genel âyetler vardır.

Biz şöyle deriz: Belki bu özel bir ateştir. Yani “ona girer / yeslâhâ” ifadesindeki zamir, nekre bir ateşe gitmektedir. Belki onun nekre yapılması, türsel birliği ifade etmek içindir. Bu durumda yalnızca kafirin gireceği özel bir ateş olmaktadır.

Altıncısı,tartısı hafif gelen hakkındaki şu âyettir: "Size âyetlerim okunur da siz yalanlamaz mıydınız!”(Müminun,105)Bu takdirde deriz ki fâsık, iyilikleri­nin azlığı nedeniyle tartısı hafif gelenlerdendir. Tartısı hafif gelen herkes, sözü edilen âyetin gösterdiği gibi yalanlayandır. Her yalanlayan ise kafirdir.

Biz şöyle deriz: Tersine fâsıkın tartısı imanla ağır gelir. Dolayısıyla o, tartısı hafif gelenlere girmez.

Yedincisi, “O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüz­leri kararanlar, iman ettikten sonra inkar mı ettiniz!“(Al-i İmran,106) âyetidir. Fasık masiyet sebebiyle yüzü kararanlardandır. Dolayısıyla da fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Her fâsıkın kıyamet günü böyle yüzü kararanlardan olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü âyet, bunu gerektirmemektedir. Aksi­ne ayet, iman ettikten sonra inkar eden bir kısım kafirler hakkında gelmiştir. Çünkü âyette ”iman ettikten sonra inkar mı ettiniz' denmektedir.

Sekizincisi: Büyük günah işleyen, amel defterleri soldan verilecek­lerdendir. Yüce Allah “Âyetlerimizi inkar edenler, defterleri soldan verilecek kimselerdir.Ayet, amel defteri soldan verilen herkesin ise kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: Sizin âyetin anlamına ilişkin söylediğiniz bu şey, aksini vehmettirme türündendir. Zira o, inkar eden herkesin amel defteri soldan verileceklerden olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, sizin vehmettiğiniz gibi, tümel olarak döndürülmez.Yine sizin bu âyetle istidlâliniz,dinin zorunlu unsurlarını tasdik eden zinakar ve hırsızla nakz olmaktadır. Çünkü bu ikisi, yalanlamadıkları halde defteri soldan verileceklerdendir.

Dokuzuncusu şu âyettir: “Kimler bundan sonra inkar ederse, işte onlar fâsıktırlar.”(Nur,55) Bu âyet, mübtedanın haberle sınırlı olduğunu göstermektedir. Nihâyetü’l-Uküla uygun doğru ifade “haberin mübtedayla sınırlı oldu­ğunu göstermektedir” şeklindedir. Bu takdirde her fâsık kafirdir.

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz sınırlamanın âyetten çıkarıldı­ğını men ediyoruz.Çünkü kafir başlangıçta böyledir yani dil bakımından fasıktır. Bununla birlikte fâsık lafzı yeni örfte kâfire söylenmemiştir. Dolayısıyla da bundan sonra fasık mutlak olarak inkar edenle sınırlı değildir. Aksi­ne kafirle sınırlı olan, yalnızca tam fasıktır.

Onuncusu şu âyettir: “Allah’ın rahmetinden ancak kafir topluluk umut keser”(Yusuf,87). Fâsık, Allah’ın rahmetinden yani sevabından umutsuzdur.

Biz şöyle deriz: Fâsığın umutsuz olduğunu men ediyoruz. Çünkü imam sebebiyle onda umut vardır.

On birincisi şu âyettir: "Sen kimi ateşe sokarsan onu rezil edersin”(Al-i İmran,192) Ayrıca şu âyet: “Bugün rûsva ve kötü olacaklar kafirlerdir.Bunun takriri şöyledir: Fâsık, kuşatıcı tehdit âyetleri nedeniyle, cehennem ateşine girecektir. Ateşe giren herkes ise ilk âyet nedeniyle rezil olacaktır. Rezil olan herkes ise ikinci âyet nedeniyle kafirdir.

Biz Şöyle deriz: Lam almış müfret -ki burada “hızy / rezillik" kelimesidir- bize göre genel değildir. Dolayısıyla rezilliğin mutlak olarak kafirle sınırlı olması gerekmez. Yahut şöyle deriz: Genel olduğu kabul edildiği tak­dirde onunla kastedilen, tam rezilliktir. Bu durumda tam rezilliğin fertlerinin  kafirle sınırlı olması gerekir, mutlak olarak rezilliğin fertlerinin değil.

On İkincisi şu âyettir: “Kitabı solundan verilen ise diyecek ki keşke kitabım verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; keşke bu iş son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı; saltanatım da yok olup gitti. Onu yakalayın da bağlayın, sonra alevli ateşe atın, sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle oraya sokun! Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu.”(Hakka,25) Fâsığın kitabı sağından verilmeyecektir. Bu açıktır. Tersine solundan verilecektir. Çünkü orada üçüncü bir şık yoktur. Şu halde fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Yüce Allah o günde iki bölük insandan söz etmiştir. Bunlar, kitabı sağından verilenler ile kitabı solundan verilenlerdir. Bu durum, üçüncü kısmın olmadığını göstermez. Çünkü onların bir kısmının kitabı ellerine verilmeyip okunabilir. Ayetin nazmında buna aykırı bir şey yoktur. Aynca tahsis açıktır. Yani insanların bu iki bölükten ibaret olduğunu kabul etsek bile deriz ki “O, yüce Allah’a inanmıyordu” âyeti, kitabı sol taraftan verilen herkesi kuşatmaz. Çünkü ehl-i kıblenin fâsıkları Alah’a iman ederler yani Allah’ı tasdik ederler. Dolayısıyla da “O, iman etmiyordu” ifade­sinin kapsamına girmezler.

On üçüncüsü şudur: Fâsık, başkasına veya kendisine zulmeden­dir. Her zâlim ise kafirdir. Zira âyette “Bilin ki Allah’ın laneti, zâlimlere olsun. Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkar edenlerdir.”(Hud,19)

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz, peygamberlerin bile tekfir edil meşini gerektirir. Çünkü onlar zulümlerini itiraf etmişlerdir. Nitekim Hz, Adem ve Havva “Rabbimiz biz nefsimize zulmettik”(Araf,23), Hz. Musa “Rabbim ben nefsime zulmettim”(Kasas,16), Hz. Yunus “Ben zâlimlerden oldum”(Enbiya,87) demiştir.

Bunun hilli de şöyle denmesidir: “Zalimler” kelimesinden sonra söylenenler, özel bir sıfattır. Bu sebeple her zalimin tekfiri gerekmez.

On dördüncüsü şu âyettir: “Fasıklık yapanlara gelince onların ba­rınağı ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve onlara: 'Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın’ denir.”(Secde,20)Bu âyet, her fâsığın kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: “Fâsıklık yapanlara gelince” sözü, zahir genelliği­ni korumamaktadır. Çünkü o, her fâsığın kıyamet gününü yalanlamasını gerektirmektedir. Oysa bu kesinlikle yanlıştır.

On beşincisi şu âyettir: “Suçlulara sorarlar: Sizi cehenneme düşü­ren nedir? Onlar derler ki: Namaz kılanlardan değildik; yoksulu doyulmaz­dık; dalanlarla biz de dalardık ve ceza gününü yalanlardık” (Müddesir,43) Bu âyetle sabit olmaktadır ki her suçlu ateşe girecektir ve kafirdir. Şüphesiz fâsık da suçlu­dur ve ateşe girecektir.

Biz şöyle deriz: Bunun cevabı daha önce geçmişti. Cevap şudur: Âyetin zahiri alınmaz. Aksi halde her suçlunun kıyamet gününü yalanlıyor olması gerekir. Halbuki bu kesinlikle yanlıştır.

On altıncısı şu âyetlerdir: ''İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapılan açılır ve bekçileri onlara: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınız uyarısında bulunan peygamberler gelmedi mi' derler. ‘Evet geldi' derler. Lâkin azap sözü inkarciların aleyhine gerçekleşir. Onlara ‘ebedi kalacağınız cehen­nemin kapılarından girin; kibirlilerin yeri ne de kötüdür.' denir. Rablerinden sakınanlar ise bölük bölük cennete sürülür. Oraya vardıkları ve cennetin kapılan açıldığında cennetin bekçileri onlara ‘Size selam olsun! Hoş geldiniz. Ebedî kalmak üzere girin buraya!’ derler.”(Zümer,73) Bu âyetlerden öğrenil­mektedir ki insan ya müttaki olup cennete sürülür ya da kafir olup cehen­neme sürülür.

Cevap: Daha önce benzeri geçmişti. Buna göre âyetlerde iki kısmın zikredilmesi, üçüncü kısmın olmadığını göstermez.

On yedincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Kim bir namazı bilerek terk ederse kafir olur” hadisi ile “Kim haccetmeden ölürse ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün” hadisidir.

Biz şöyle deriz: Ahad haberler, muhalifler ortaya çıkmadan önce gerçekleşmiş icmayla gelişemez.

On sekizincisi: Allah’a dost ve düşman olmak birbirine zıttır ve iki­si arasında da vasıta yoktur. Allah’a dostluk iman iken Allah’a düşmanlık küfürdür.

Biz şöyle deriz: Biz iki zıt arasında vasıta bulunmadığını kabul et­miyoruz. Zira karalık ve aklık birbirine zıttır ve ikisi arasında vasıta vardır. Dolayısıyla Allah’a dost olmak ile düşman olmak arasında vasıta olabilir.

Büyük günah işleyenin münafık olduğunu iddia edenler iki delil getirmiştir.

Birincisi naklî delildir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle demiştir: “Müna­fığın alameti üçtür: Söz verdiğinde cayar, konuştuğunda yalan söyler, emanet bırakıldığında hıyanet eder.”

Biz şöyle deriz: Bu zahiri bırakılan bir nastır. Çünkü bir kimseye değerli bir elbise giydirme sözü veren, sonra sözünde durmayan kimse bu hareketinden dolayı icmayla imandan çıkıp nifaka girmez. Denilmiştir ki hadisin anlamı şudur: Bu üç haslet hep birlikte bir şahsın melekesi haline geldiğinde onun münafıklığının alameti olur. Ama meleke haline gelmediyse olmaz. Nitekim Hz. Yusuf un kardeşleri onu koruma sözü vermişlerdi ama sözlerinde durmadılar. Babaları onlardan eman almıştı ama hiyanet ettiler ve “onu kurt yedi” diyerek yalan söylediler. Fakat onların münafık olmadı­ğında görüş birliği vardır. Bununla birlikte bir şeye delalet eden alamet, ba­zen katî olarak delalet etmez. Bu durumda delalet edilen şeyin ondan ayrıl­ması mümkündür.

İkincisi aklîdir. Bu delil şöyledir: Bu delikte bir yılan bulunduğuna inanan bir akıl sahibi, elini o deliğe sokmaz. Eğer bunu iddia eder, ardındanda elini sokarsa inanmadan söylediği bilinir. Büyük günah işleyen için de aynı şey geçerlidir.

Biz Şöyle deriz: Yılanın zararı, hemen olan ve gerçekleşmiş bir durumdur. Oysa günahtan dolayı azap böyle değildir. Çünkü ilerde gelecek ve şimdi gerçekleşmemiş bir durumdur. Zira tövbe ve affedilme mümkündür.
Dolayısıyla bu ikisi farklıdır.

Mu'tezile ise iki delil getirmiştir.

Birincisi: Fâsık ne mümindir ne de kafirdir Mümin değildir çünkü daha önce imanın taatlerden ibaret olduğu anlatıldı Kafir olmadığında icma vardır, çünkü Sahâbe ve onların ardından Selef, zina, şarap içme ve iffetli kadına iftira atılması durumlarında fasığa had uyguluyor, onu öldürmüyor, dinden çıktığına hükmetmiyor ve Müslüman kabristanına defnediyordu. Oysa onlar, kafire böyle muamele yapılmayacağında icma etmişti. Yine âşığın kafir olması, koca karısını zina etmekle suçladığı takdirde liâna ve hâkimin hükmüne gerek kalmadan sadece bu suçlamayla kadının kocasından ayrılmasını gerektirir. Çünkü koca doğru söylüyorsa ka­dın zina etmekle kafir olmuş demektir. Şayet koca yalan söylüyorsa iffetli kadına iftira etmekle kafir olmuş demektir. Dolayısıyla da her iki durumda da ayrılık gerçekleşir.

Biz şöyle deriz: Koca mümindir. Daha önce imanın hakikati mese­lesini ele alırken bu hususta açıklama yapmıştık.

İkincisi, Vâsıl b. Atâ’nın Amr b. Ubeyd’e söylediği ve Amfin da Vâsılın görüşüne dönmesine vesile olan açıklamadır. Bu açıklama şöyledir:

Onun fâsık olduğu görüş birliğiyle mâlûmdur. İmanında ise ihtilaf edilmekte­dir. Diğer deyişle ümmet, büyük günah işleyenin fasık olduğunda icma et­miş ama onun mümin mi yoksa kafir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Biz ihtilaf edilen görüşü bırakıyor ve ittifak edilen görüşü alıyoruz.

Biz şöyle deriz: Daha önce geçtiği üzere büyük günah işleyen ke­sinlikle mümindir ve Vâsıldan önce ümmet bu hususta ihtilaf etmemiştir. Ak­sine ondan önce ümmet mükellefin ya mümin ya da kafir olacağında icma etmiştir.

Üçüncü bir kategori çıkarmak, o iki kısımda sınırlama üzerine oluş­muş icmayı delmek demektir. Dolayısıyla da hiç kuşkusuz yanlıştır.

 

 

Mevâkıf Şerhi (3)
Müellif:Seyyid Şerîf Cürcânî
Çeviren:Ömer Türker
Türkiye Yazma Eserler.
Devamını Oku »