Kabir alemi nedir?

“Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.(Sözler,35)”

sırrınca kabir alemi, insan için ebet yolculuğunda mutlaka ki uğranılması gereken bir istasyon, bir duraktır. Bir başka ifade ile bir salondur, bilhassa bir bekleme salonu.

Ruhlar aleminden bu aleme gelen insan, ömrünü tamamladığı zaman ilk olarak berzah alemi dediğimiz kabir alemine intikal eder. Haşir meydanına çıkmadan önceki ilk durak kabir alemidir.
“İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor,” sırrınca kabir alemi bir ara hayat tarzıdır.

Ruh yaşamaya devam ediyor, ancak ceset çürümüş. Ceset çürüdüğü için bu dünya hayatının şartlarına sahip değiliz. Yani kabirde bu dünyadaki gibi bir hayat sürmemiz mümkün değil. Ruh bu dünyayı hem biliyor, hem de berzah aleminden görebiliyor, ama bu dünyadaki gibi yaşama sahip olamıyor. Aynı şekilde ceset çürümüş ve haşir meydanındaki cesedimiz de inşa edilmemiş olduğundan, yani haşir meydanına çıkmadığımız için ruh süratine ve hayal hareketine sahip olan yeni cesedimizi de giymemişiz. O zaman kabir hayatı tam olarak haşir sonrası hayatımızın şartlarını da taşımıyor demektir.

Bu noktada, ruh bir ölçüde akıbetini görüyor, ahiret şartlarını idrak ediyor, nereye gideceğini biliyor, ama o hayat gibi yaşayamıyor. Çünkü ahiret şartlarına uygun cesedi yok. Zaten ahiret şartları da tam olarak oluşmamış. Haşir meydanına çıkmamış, ahiretteki ebedi hayatında kendisine eşlik edecek olan yeni cesedi ile bir araya gelmemiş.

Demek ki kabir hayatı ruh için bu dünya cesedinin kaybedildiği, ahiretteki cismin de eline geçmediği tam bir ara hayat tarzı. Zaten berzah alemi denmesi de buna işaret ediyor.

Bir misal ile açıklarsak:

Diyelim ki bir süreliğine Almanya'ya misafirliğe gittiniz. Orada size verilen vize süresince gezdiniz ve ziyaretlerde bulundunuz. Sonra memlekete geri dönüyorsunuz. Asıl vatanınız olan ülkenize avdet ediyorsunuz. Köln hava alanına gittiniz ve gümrükten geçtiniz, dış hatlar servisinde ülkenize dönmek için uçağınızı beklemeye başladınız. İşte sizin asli vatanınıza dönmek için beklediğiniz salon bir ölçüde kabir alemine işaret eder. Gümrükten geçmeniz ise ölüme. Ölüm yolu ile ahiretin ilk salonuna giriyorsunuz. Nasıl ki o hava alanı veya istasyon o ülkenin bir parçası, siz daha uçağa binmediniz. İşte onun gibi kabir alemi de bu dünya şartlarının bir parçası. Evet gümrükten geri dönüş olmadığı gibi, kabir alemindeki gümrük salonundan da dönüş söz konusu değil. Uçağınız geldiği zaman asli vatanınıza doğru yola çıkacaksınız. Elbette ki bu bekleme salonunda da bir süre bekleyeceksiniz.

Sual: Kabir alemi “Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur” olarak tanımlanmış. Bu ne demektir?

Cevap: Ölümden sonraki hayatımız izafi bir mahiyet taşır. Kişi kabirde ameline göre bir yaşam sürer. Ömrünü küfür ve isyan ile geçirmiş bir kişi elbette ki, kabir alemine girdiği zaman hayatının neticesini görür. Yani Cehennemde ebedi bir zahmet ve sıkıntıyı haber alır. Bir ölçüde Cehenneme uzanan hayatı ile karşı karşıya gelir. Ve bu akibetin neticesi bulunduğu berzah hayatını Cehennem çukuruna çevirir.

Öte yandan ömrünü itaat ve ibadetle geçirmiş, musibetlere sabretmiş, daima Allah'a şükretmiş bir mümin insan da, Rahmet-i İlahiyenin ihsanı ile kabre girdiği zaman Allah'ın ebedi rahmetini görür ve tüm hissiyatı ile Cennete müştak olur. Bir ölçüde gideceği yer olan Cenneti müşahede eder. Veya hazret-i Üstadın tabiri ile, müminler “Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.” İşte bir mümin kulun bu müşahededen aldığı lezzet de hiç kuşkusuz kabri bir Cennet bahçesine çevirir.

Bu dünyada bile Abdülkadir-i Geylani gibi büyük evliyalar Cennet ve Cehennemi müşahede ettikleri gibi, imtihan dünyasından ayrılmış bir kul da ebedi alemlerin ilk durağı olan kabirden ebedi alemleri müşahede edebilir.

Sual:Kabir hayatı bir ölçüde ruhi bir hayat gibi gözüküyor. Yani dünya cismi çürüyor, ahiret cismi de haşirden sonra insana verilecek. Bu nedenle kabirde tam olarak cismani olmayan bir hayat yaşanacak. Kabirde insan azaba uğrayacak deniliyor. Peki cisme sahip olmayan ruh nasıl azap çeker? Ruhu dövmek, ruhu parçalamak, ruhu yakmak mümkün olmadığına göre bu nasıl bir azap türü olacak?

Cevap: Kabir azabı haktır.Çünkü bu konuda birçok sahih rivayet var. Ancak bu azabın mahiyeti bizce meçhuldür. Yani orada nasıl bir azap var olduğunu bilmiyoruz. Bu azabın dünyada ve ahirette çekilecek azap tarzında olmadığı açık. Çünkü insan bu dünyada cism-i dünyevisi ile birlikte sıkıntıya maruz kalır. Cehennemde ise cism-i uhreviyesiyle birlikte sıkıntı çekecek. Kabirde ise ruhi veya yarı cismani bir hayat yaşandığına göre çektiği sıkıntı ve azap da bir ölçüde ruhi olacaktır. Azabın bizzat kendisinden çok, azabın haberi ile azaba uğrayacaktır.

Şöyle ki:

Şimdi bir insana “Üç gün sonra öleceksin veya üç gün sonra başına büyük bir musibet gelecek” dense bu kişi aldığı haberin tesiri ile çok büyük bir sıkıntı çeker. Bir ölçüde azabın haberi azabın kendisinden daha fazla sıkıntı verir. Ya da musibetin mukaddimesi musibetten daha beterdir. Bu noktada kabre giren bir inançsız kişi ebedi cehennem azabına uğrayacağını haber alsa ve tam olarak öğrense. Bu bilginin insana vereceği sıkıntı belki de azabın kendisinden daha çok tesir eder. İşte kabir azabı böyle bir azaptır.

Belki de kabir azabı ekseriyetle müminler içindir. Nasıl ki dünyevi musibet ve belalar mümin insanın günahlarını temizler, öyle de kabirde çekeceği sıkıntı, günahları nedeniyle duyacağı utanç ve nedamet ölümden sonra kalan günahlarını temizler de, haşir meydanına günahsız çıkar. Bu yönde sahih rivayetler ve haberler olduğu unutulmasın.

Hadislerde kabir alemi ile ilgili bazı hususlar yaşayan insanları ikaz etmek için söylenmiş. Ölümü hatırlatmak, insanları iman ve itaat konusunda ikaz etmek için Resul-u Ekrem kabir alemine ait bazı hallerden bahsetmiş. Yoksa dünya cihetine bakarak yorum yapmak, sanki kabirde yaşanan bazı haller dünya şartlarında görülecek ve bilinecek diye bir fikre kapılmak meselenin yanlış anlaşılmasına yol açar.

Sual: ölüm sonrası insan defnediliyor. Ruh tekrar ölmüş olan cesede iade ediliyor mu?

Cevap: Bu konuda bazı İslam alimleri ruhun tekrar cesede döndüğünü ifade ediyorlar. Bu durum daha çok kabir azabı ile ilgili. Zira bazı alimler kabir azabının ruh ve cesedin her ikisine birden tatbik edildiğini söylüyorlar. Ancak Risale-i Nurdaki ifadelere baktığımızda durumun böyle olmadığını görüyoruz. “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor...” ifadesi bu hakikate işaret eder. Bu nedenle çürüyen cesede ruhun dönmesi söz konusu değil. Şayet kabirde “Cesetle birlikte bir hayat olduğu fikri ortaya atılırsa”, “O zaman tam olarak itaat etmiş, imanla kabre girmiş bir mümin de cesedi ile birlikte zevk yaşar” gibi bir sonuç ortaya çıkar ki, bu durum pek de hikmete uygun gözükmüyor.

Kabir alemindeki hayat, “Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.(Sözler, 478 )” ifadesi doğrultusunda ne tam maddi, ne de tam ruhi olmayan tamı tamına bir ara hayattır. Ruhun misali bedenle yaşadığı, dünya hayatından uzak ama tam kopmuş değil, ahiret hayatına yakın ama tam elde etmiş değil. Bir ara hayat, bir berzah hayatı.

Aynı şekilde “hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya
gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl,” ifadesi de misali bir hayata işaret eder.

Son söz Hazret-i Üstad'ın(Bediüzzaman):

“Hem, mevt ve eceli âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekàda olan ahbablara visâl ve mülâkàt mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından bir firâk-ı ebedî telâkkî ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firâk, ayn-ı likà olduğunu ispat eder.

Hem, kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğistân-ı Cinâna ve nuristân-ı Rahmâna açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izâle edip, en elîm ve kasâvetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâğistân-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.(Sözler, 580)”


www.saidnursi.de
Devamını Oku »

O sevgilinin maksudu, umumun da maksududur



Bismillahirrahmanirrahim

Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor.Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.


Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar. (Sözler-Onuncu Söz)

Bediüzzaman Said Nursî
Devamını Oku »

Çocuklar için ahiret inancının faydası



Bismillahirrahmanirrahim


Onuncu Sözün Mühim Bir Zeyli ve Lâhikasının Birinci Parçası


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ – يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ – وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَاۤ أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ – وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوۤا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ – وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ – وَمِنْ اٰيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَاۤؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ – وَمِنْ اٰيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً فَيُحْيِى بِهِ اْلأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ – وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ اَنْ تَقُومَ السَّمَاۤءُ وَاْلأَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلأَرْضِ اِذَاۤ أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ – وَلَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلأَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ – وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ اْلأَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (1)



İmanın bir kutbunu gösteren bu semavî âyât-ı kübranın ve haşri ispat eden şu kudsî berâhin-i uzmânın bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i âzamı bu Dokuzuncu Şuâda beyan edilecek. Lâtif bir inâyet-i Rabbâniyedir ki, bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddimesi Muhakemat namındaki eserin âhirinde,


“İkinci Maksat: Kur’ân’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ (2)deyip durmuş, daha yazamamış.

Hâlık-ı Rahîmime delâil ve emârât-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan



فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۤ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ (3)

ferman-ı İlâhînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Sözü in’âm etti. Münkirleri susturdu. Hem, iman-ı haşrînin hücum edilmez o iki metin kal’asından, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr âyât-ı ekberin tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şuâ, mezkûr âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî makam ve bir ehemmiyetli mukaddimeden ibarettir. (4)

Mukaddime

Haşir akîdesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayı ihtisarla beyan ve hayat-ı insaniyeye, hususan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu iman-ı haşrî akîdesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyeyi icmal ile göstermek ve o akîde-i haşriye ne derece bedîhi ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak İki Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA

Âhiret akîdesi, hayat-ı içtimaiye ve şahsiye-i insaniyenin üssü’l-esası ve saadetinin ve kemâlâtının esasatı olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız dört tanesine işaret edeceğiz:

Birincisi:
Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mîzac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup mesrurâne yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.


——————————–

Ayet Mealleri:

1-“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah’ı tesbih edip namaz kılın. Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız. Yine Onun âyetlerindendir ki, sizi topraktan yaratmıştır; sonra siz birer insan olarak yeryüzüne yayılırsınız. Yine Onun âyetlerindendir ki, size hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratmış, aranıza muhabbet ve merhamet vermiştir. Düşünen bir topluluk için elbette bunda Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine deliller vardır. Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, seslerinizin ve sîmâlarınızın farklılığı da yine Onun âyetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır.Gece ve gündüzde uyumanız ve Onun lûtfundan rızık aramanız da yine Onun âyetlerindendir. Kulak veren bir topluluk için bunda elbette deliller vardır. Yine Onun âyetlerindendir ki, size korku ve ümit vermek için şimşeği gösterir; gökten bir su indirir ve ölümünden sonra yeryüzünü onunla diriltir. Akıl sahibi bir topluluk için elbette bunda deliller vardır. Yine Onun âyetlerindendir ki, gök ve yer Onun emriyle ayakta durur. Sonra O sizi bir emirle çağırdığında derhal kabirlerinizden çıkarsınız. Göklerde ve yerde kim varsa Onundur; hepsi de Ona boyun eğer. Halkı önce yaratan, sonra tekrar diriltecek olan Odur; bu ise Onun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; O herşeyi hikmetle yapar.” Rum Sûresi, 30:17-27.


2-“Öyle ise: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

3-“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rum Sûresi, 30:50

4-Üstad Hazretleri, bunlardan sadece “Mukaddime”yi telif etmiş, dokuz makamdan “Birinci Makam”a (Zeylin İkinci Parçası’na) ise sadece başlangıç yapmıştır. Kastamonu Lâhikası’nda, bu dokuz makamı tamamlama vazifesinin, Nur talebelerine ait olduğunu ifade etmektedir.



Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler)
Devamını Oku »

Kıyamet ve Öldükten Sonra Diriliş Nasıl Gerçekleşecek?



*Okuyacağınız bu bölüm aşağıdaki ilk iki âyetin tefsiridir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Haşir münasebetiyle bir suâl: Kur’ân’da mükerreren

1 اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً
hem
2 وَمَاۤ اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ

fermanları gösteriyor ki, haşr-i âzam bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece harika ve emsalsiz olan meseleyi iz’an ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.

Elcevap: Haşirde ruhların cesetlere gelmesi var; hem cesetlerin ihyası var; hem cesetlerin inşası var. Üç meseledir.

BİRİNCİ MESELE

Ruhların cesetlerine gelmesine misâl ise, gayet muntazam bir ordunun efradı istirahat için her tarafa dağılmışken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır.

Evet, İsrâfil’in borusu olan sûru, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken, ezel cânibinden gelen,

3 اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ
hitabını işiten ve
4 قَالُوا بَلٰى

ile cevap veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha musahhar ve muntazam ve mutîdirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu Sübhânî ve emirber neferleri olduğunu kat’î burhanlarla Otuzuncu Söz ispat etmiş.

İKİNCİ MESELE


Cesedlerin ihyasına misâl ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden yüz bin elektrik lâmbaları âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün küre-i arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür.

Madem Cenâb-ı Hakkın elektrik gibi bir mahlûku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette, elektrik gibi, binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri hikmet-i İlâhiyenin muntazam kanunları dairesinde, haşr-i âzam tarfetü’l-aynda vücuda gelebilir.

ÜÇÜNCÜ MESELE

Ecsâdın def’aten inşasının misâli ise:

Bahar mevsiminde, birkaç gün zarfında, nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların, bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi, birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk gibi bir sür’atle icadları…

Hem o baharın mebde’leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin birden, beraber intibahları ve inkişafları ve ihyaları, hem kemiklerden ibaret olarak, ayakta duran emvât gibi bütün ağaçların cenazeleri, bir emirle def’aten “ba’sü bâde’l-mevt”e mazhariyetleri ve neşirleri, hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efratlarının gayet derecede san’atlı bir surette ihyaları, hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan, göz önündeki kabilenin bir senede neşr olan efradı, benî Âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sair kabilelerle beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, haşirleri, elbette kıyamette ecsâd-ı insaniyenin inşasına bir misâl değil belki binler misâldirler.

Evet, dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan, dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbî gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedrici ve zamanla olması, hikmet-i Rabbâniyenin muktezası olmuş.

Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için, maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada inşasına işareten, Kur’ân-ı Mucizü’l-

Beyan
5 وَمَاۤ اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ
ferman eder.

Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir sûrette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söze dikkatle bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok!


Amma Bir Dördüncü Mesele olan mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise:

Bir anda bir seyyare veya bir kuyrukluyıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi.
Bu haşrin dört meselesinin icmali şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz.




(Şualar | İkinci Şua | Sf. 28)

******
Ayet Mealleri:

1 : “Kıyamet işi, tek bir sayha ile olacak!” Yâsin Sûresi, 36:29
2 : “Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadardır…” Nahl Sûresi, 16:77
3 : “Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?” A’raf Sûresi,7:172
4 : “Onlar da ‘Evet!” diye ikrar etmişlerdi.” A’râf Sûresi, 7:172
5 : “Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır.” Nahl Sûresi, 16:77
Devamını Oku »

Çürümüş kemikleri kim diriltecek?



Bismillahirrahmanirrahim

Zeylin Dördüncü Parçası

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ – قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ


Yâni, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü Temsilinde tasvir edildiği gibi: Bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar; tabur nizamı altına getirebilir.”

Sen ey insan, desen: “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçlikten, yeniden ordumisal bütün hayvânat ve sâir zîhayatın, taburmisal cesedlerini kemâl-i intizamla ve mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hatta her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevi’l-hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esasiye ve eczâ-yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrâfil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir.

Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler)
Devamını Oku »

Haşirde sizi ihyâ edecek Zât öyle bir zâttır ki



Bismillahirrahmanirrahim




Hem, Kur’ân, kâh oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın âhiretteki harika ef’âllerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike müheyyâ etmek için bir idadiye suretinde, dünyadaki acaib ef’âlini zikreder.

Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’âl-i acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir. Meselâ, اَوَلَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّاخَلَقْناَهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَخَصِيمٌ مُبِينٌ tâ sûrenin âhirine kadar… İşte, şu bahiste, haşir meselesinde, Kur’ân-ı Hakîm, haşri ispat için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.

Evvelâ neş’e-i ûlâyı nazara verir, der ki: Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş’e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir. Hem Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet eden bir Zât sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.

-Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’âd ediyorsunuz.

-Hem semâvât ve arzı halk eden, semâvât ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?

Der: Haşirde sizi ihyâ edecek Zât öyle bir zâttır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir; emr-i كُنْ فَيَكُونُ ’a karşı kemâl-i inkıyadla serfurû eder.

Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvânâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ deyip kudretine karşı tâcizle meydan okunmaz. Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitabın sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir.

Madem böyledir. Bütün delâilin neticesi olarak وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yani, kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir. İşte, şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezâirini dünyevî ef’âl ile de gösterdi.



Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler)
Devamını Oku »

Haşirde Herkesin A’mâli Yazılı Neşrediliyor



Bismillahirrahmanirrahim


Hem kâh oluyor ki, ef’âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nezâirlerini ihsas etsin, tâ istib’âd ve inkâra meydan kalmasın.


Meselâ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilâ ahir, ve اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ ilâ ahir,

ve اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ ilâ ahir.

İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.

Meselâ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a’mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubûdiyetleri var.

İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının a’mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a’mâlini neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, lâtifâne şu işi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ

Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani “sarmak ve toplamak” mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi ima eder.

Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi, yerde işin kalmadı,” der. “Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak” der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَت ْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.



Bediüzzaman Said Nursî



(Sözler)
Devamını Oku »

Kur’ân’ın En Mühim Bir Dersi Iman-ı Bil’âhirettir



Bismillahirrahmanirrahim


Zeylin Beşinci Parçası



Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın icmâ ve tevatürle, kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat Hâlıkının kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi;

-onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile, ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekàyı bilbedâhe iktiza ettiklerinden, yine âhiretin vücuduna delâletiyle;

-ve her sene, baharda, rû-yi zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile ihyâ edip ba’sü ba’delmevt’e mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvânat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gayet harika bir tarzda iâşe ettiren,

-Ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-ı ziynet ve mehâsini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inâyet-i daime bilbedâhe âhiretin vücudunu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı bekà ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, bilbedâhe işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler. (HAŞİYE)

Madem Kur’ân-ı Hakîmin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bil’âhirettir; ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdülillâhi alâ kemâli’l-îmân” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.


(HAŞİYE) Evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görünür. Şöyle ki: Biri dese, “Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe küre-i arz üzerinde vardır”; diğeri dese, “Yoktur.” ispat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle, kolayca dâvâsını ispat eder. İnkâr eden adam, nefyini ispat etmek için bütün küre-i arzı görmek ve göstermekle dâvâsını ispat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihbar edenler, yüz binler tereşşuhâtını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat’-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı, hadsiz ebedî zamanı temâşâ etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını ispat edebilir, ademini gösterebilir.

İşte, ey ihtiyar kardeşler, iman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.



Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler)
Devamını Oku »

Ölüm Dikkati

Ölüm Dikkati

Ölüme dikkatini yitirmiş bir uygarlık içindeyiz. Ölümün yeter bir vaiz olduğunu unutmuş bir uygarlık. Gerçek uygarlık ateşse, kül olan bir uygarlığı yaşıyoruz. Külü eşeleyip ardındaki ve altındaki ateşe erişmedikçe, kaybettiğimiz, alt üst etmek suretiyle kaybettiğimiz dikkat hiyerarşisi­ni, etkisi yeniden iliklerimize ulaşacak denli oluş­turabileceğimiz şüphelidir.

 
Evet, çağın dikkati bulanık ve kirlidir. Ölü­me bakışımızı yitirdiğimiz için deri uygarlığını yaşıyoruz. Deri, tırnak, tüy ve benzeri vücut uzan­tıları nasıl asıl vücudun yerini tutmazsa, insanla zamanın karşılaşmasından doğan, çakan şimşek ve tutuşan meşaleyi değil de kullanılan kavların külünü protoplazması yapmak istediğimiz hayat tarzı gerçek medeniyet olamaz. İşte bu kül ve ka­buğu yaşamaktır temel yanlışımız. Çağımızın onulmaz yanlışı.
Ruh, şimşeğe, aleve alışıktır, aşıktır ve has­rettir. Doğu edebiyatlarının temel motiflerinden olan -pervane- örneğinde olduğu gibi, o, sürekli olarak, külde, kabukla, deri ve tırnakta yaşaya­maz. İç hararetimizle yaşar o; yoksa, eşyanın so­ğukluğunda tiril tiril titrer.

 

Evet, ruh, ebediyetten ırak, günübirlikte ya­şayamaz hep. Batı uygarlığının günübirlikleri yanyana getirerek sanısını verdiği yapma ebedi­likte bile. Çünkü : ebedîlikle ebedilik sanısı aynı şey değildir ve aynı şey olamaz.

 
Ruh, ölüm dikkatinde yaşar, ölüm dikkati­nin aleviyle yıkanmış bir ebedîlik hücresinde çi­lesini doldurur ve onu yaşatan balözünü orada emer.

 
Ölüm dikkati, ölümü define, hazine gibi ya­kalamak. Bir ağaçtaki tazelik, dirilik gibidir uy­garlık için ölüm dikkati. O, uygarlığın sağlığının güvencesidir; ölümle uygarlık arasına her zaman için belirli bir mesafe kor. Uygarlık böylece ölüme bulaşmaktan korunmuş olur, onu unutma sığlı­ğına da saplanmadan. Çünkü: bu dikkatin var­lığı sebebiyle ölüm her zaman uygarlığın karşı­sında bir ayna gibi duracaktır. Uygarlık her za­man kendini ölümün aynasında seyrederek ben­lik bilincini yitirmemenin sırrıyla yoğrulma şan­sına erer. Gerçek otokritik, yaşatıcı otokritik ruhu bu şekilde doğar. Bu dikkattir ki, ölümsüzlükle ruh arasına yerleşen eşya düzenini şeffaflaştırır. Onun bir perde olmasına engel olur. Eşya düze­ni, sonsuzluğu ortadan kaldırarak yerine geçmek istediği her sefer bu dikkatin ağına çarpmalı ve radara çarpan yabancı bir ışık gibi kendi yerine yansımalı. Batı uygarlığının yaptığı gibi, inceltil-
miş, soyutlanmış eşyayı sonsuzluk yerine, sonsuz­luğu da Tanrı yerine koymak mümkün değildir. Bunu yapmak, uygarlığı çarpıtmak demektir. Bu­nu yapmak, çarpılmak demektir. İşte, Batının, dolayısıyla bütün dünyanın çağımızda içine düş­tüğü uygarlık bunalımının temelinde bir açıdan da bu gerçek yatmaktadır.

 
Kavramların birbirinin yerini alışı, genel bir kaymayı gösterir. Bu, bir uygarlığın temel felse­fesinin gelişmesi sonucu beliren dinamizm demek değil. Tam tersine, o felsefenin aydınlığını yitir­meye başlaması, bulanıklaşması, dağılmaya yüz tutması olayı başgöstermiş demek.

 
Sonsuzluk, Tanrı’dan gücünü alır. Adetâ, ruh­la Tanrı arasındaki mesafenin adıdır. Sonsuzluk, Tanrı değil, ruhun Tanrı’ya ulaşmak için aşmak zorunda olduğu yoldur. Ruh, bu mesafeyi katetse Tanrı mı olur? Hayır, işte insanın putlaştırılmâ- sı yanlışı buradan doğuyor. Tanrı, sonsuzluktan da ötede, sonsuzluğu aşmış ruhtan da ötededir. Öte kavramından, öteden de ötede. Sonsuzluğu aşmış ruh, Tanrının varlığında yok olduğunu du­yar. Bu da insanın ulaşacağı en son noktadır. İs­lâm uygarlığı, bu temel kavramlara böylesine ay­dınlık bir tanım getirdi. Sınırlar koydu. Böylece ruhun, toplumun ve uygarlığın sağlam bir varo­luş görüşünde devamı esas alındı. İslâm uygarlı­ğının serabından yola çıkan Batı uygarlığı ise bu sanrı sanatında ustalaştı, uzmanlaştı. Eşyanın zengin kombinezonlarından bir sonsuzluk çiçeklendirmeğe, o sonsuzluk sanısının eşyadaki salkımlanışım da tanrılık göreviyle donatmağa doğ­ru gitti.

 

Tek Tanrı inancının bulanık mirası ola­rak daha önceki uygarlık döneminden yadigâr kalmış hıristiyanlıkla da yavaş yavaş ilgisini za­yıflatan bir şimdiki zaman krizini yaşamaya baş­ladı böylece.

 
Evet, Batı uygarlığı, kendisine yadigâr kal­mış son inanç sistemiyle de ilgisini tüketince, ölüm dikkatini yitirmiş ve böylece de aynayı kır­mış oldu. Kendi yüzünü seyrettiği aynayı kırmış oldu. Ölüm aynası kırılınca, yavaş yavaş ışığın ye­rini karanlık, hakkın ve adaletin yerini terör, merhametin yerini jenosid, aşkın yerini egosentri- sizm aldı.
Tannevinde saf bağlayarak, mihrab yönün­de, kıble doğrultusunda, Allah önünde, daha doğ­rusu huzurunda secdeye kapanmaktan kaçan in­san yığınları, tanrılaştırdıkları kişilerin tabutları­nın önünden geçerek onu ölüme teslim ederken anısı önünde eğiliyorlar. Ölüm dikkati, mücerret ölüme ve ölümden ötesine dikkat ve bu dikkatin uygarlığın enine boyuna verimlenişi ve genel an­lama renk katışı biçiminde olmayıp sadece ölene dikkat, hem de ölüler arasında seçme yaparak, ayrıcalık gözeterek , hayattaki değerlendirişler­den kopmayarak ve koparmayarak sadece ve sa­dece ölmüş olana dikkat tarzında biçimleniyor ça­ğımızda. Çağımızın uygarlığı, her güçlü uygarlık gibi, ölüme inişler, ölümden çıkışlar yapma zorun­da olduğunu unutmuş görünüyor. Kendini ölüm­le denemekten kaçıyor.

 

Ölümle fanilik tozlarına ve terlerine batmış insanı, insanlığı, bir aydınlı­ğa, ışığa, -umuda ve sevince döndürmüyor.
tnsan ruhunu ölümle yıkamak. Ölümü, ebedilik abdesti gibi bilmek. Ebediyetin kapılarını güm güm vururken ölümle teyemmüm etmiş ol­mak. Ölmeden önce ölmenin yolunu araştırmak ve bunu bin bir dallı bir ağaç gibi ruhta ve top­lumda sistemleştirmek. Öldükten sonra dirilme­nin (basubadelmevtin) abstre ve konkre anlam­larına ermek ve bunu pratik yaşantının her sa­niyesinde bile gözcü ve bekçi kılmak. Ölüm dik­katini, ruhumuzun en iç niyetlerinden, en dış dav­ranışlarımıza, toplumun yığın olaylarına, uygar­lığın en geçici ve en kalıcı kuruluşlarına bir göz­cü kılmak. Sansür edici olarak değil, eğitici ola­rak.

 
Ölüm dikkati derken, ölümün eski Mısır Me­deniyetinde olduğu gibi hayatın üzerine kâbus’ gibi çökmesini, ölümü de ticarileştiren veyâ en­düstrileştiren İsrailoğlu yorumlamasını, fantezileştiren, yersiz bir estetik telâşına batıran hıris- tiyanlık tutarsızlığım değil, hayatla altın oranda denge kuran İslâm uygarlığının tutumunu öneri­yoruz.
Ölüm dikkati, «Mizan», ilkesine uyar İslâm Uygarlığında. Mizan İlkesi dediğimiz, bir kefesin­de dünya, öbür kefesinde ahiret olduğu farzedilen sembolik bir terazide dengeyi gösteren dilin ölüm olmasıdır. Yoksa zamanla Doryan Gray’in portresine dönüşen yüzüyle dünyanın şer yönüne kayan Batı kalbinin ilkesi değil.
Ölüm ve hayat karşısında ölüm dikkati de­neyinden kaçan ve sınavını veremeyen tarih dö­nemleri, yeni, derin ve güçlü yağmurlarla yüklü bir uygarlık itişiyle yerini çarçabuk terk eder.

İslamın Dirilişi-Sezai Karakoç
Devamını Oku »