Ataullah İskenderi, Hikemi Ataiyye Şerhinden Alıntılar

Duanın kabulünün gecikmesi ümitsizlik ve usanç vermemelidir. Mademki Mü'min suresi 60. ayetinde duaya icabet edeceğini vaat etmiştir, kabul eserlerinin erken veya geç ortaya çıkmasında başka hikmet bulunduğu düşünülmelidir. Hekim hastanın istediği gibi değil, hastalığın gerektirdiği şekilde tedavi eder. Cenab-ı Hak da bu hikmet şifahanesinde tabii hallerin ve nefsanî arzuların hastası olan kullarına tedavi kabilinden olan icabet eserlerini, onların istediği şeylerde değil, onların menfaatine kendi seçtiği yerde, onların dilediği vakitte değil, kendi dilediği zamanda ortaya çıkarır. Kulların acele etmesi, İlâhî takdiri çabuklaştırmaz, onların gecikmesi geciktirmez.

Ebu'-Hasan Şazelî Hazretleri:

"Sadık mürid olan kimseler, dünya işlerinden bir işi seçmemelidir. Seçmek gerekirse seçmemeyi seçmeli, bundan da Cenab-ı Hakk'a kaçmalıdır." buyurmuştur.

---------------

Halkın vermesi mahrumluk, Hakk'ın vermemesi ihsandır.

Halk tarafından bir şey verildiği zaman onun gerçek vericisi olan Hak'tan gaflet edilirse, halkın vermesi mahrumluk olur. Bu dışarıdan ihsan gibi görünürse de, aslında mâsiva gözetilmiş olması ve nefsanî hazlar bulunması bakımından mahrumluktur.

Hak Teâlâ'nm vermemesinin ihsan olması ise, insan kalbini bu men zamanında halktan gafil ve Hakk a bağlı bulunmasında dolayıdır. Bu dıştan her ne kadar vermemek ve mahrumluk olsa da, hakikatte Hak Teâlâ kulunu mahrum ederek ihsan kapısına sığınmaya mecbur kıldığından aradan perde kalkar, nur an* lir. Bu yüzden büyük nimettir.

Özetle halkın atâsı halka sevgi ve minnet doğurması ihtimali yüzünden mahrumluktur. Cenab-ı Hakk'ın men etmesi, vermemesi; gerçek sevgili olduğu için, her işi güzel olduğu için ihsandır. Hazreti Ali Efendimizin(ra) vasiyetnamesindeki şu sözler bu hikmeti yorumlar: "Ey mü'min, Allah ile kendi aranda gani-met kabul etme ve kulların bağışını kendine borç ve diyet bil."

Bazıları şöyle demiştir: "Mahlûkun ihsanının minnet borcu, yoksunluğa sabırdan daha ağırdır." Bazıları da: "Nezahet şerefi, menfaat neşesinden daha fazla sefa verir." Demişlerdir

---------------

Bazı arifler demiştir ki: "Pek ağır hasta oldum. Ama afiyet kazanmaktan fazla hastalığımın devam etmesini arzu ettim."

Ashab-ı kiramdan İmran bin Hasîn Hazretleri(ra) otuz sene kadar yatalak olmuştu. Hiçbir şekilde harekete gücü yetmediğimden yattığı sedirin altı delinerek o suretle def-i hacet ettirirlerdi.

Geçmiş olsun ziyaretine tâbiînden El-Alâ bin eş-Şehîr gelip onu böyle görünce üzüntüsünden ağlamaya başladı. Hasta ona niçin ağladığını sorduğunda;

"Senin gibi seçkin bir sahabeyi bu halde görüp de ağlamamak mümkün mü?" dedi.

İmran Hazretleri şu cevabı verdi:

"Ey Alâ, benim için ağlama! Zira ben mâbudumun bana layık gördüğü hâlden memnunum. Ben sağ oldukça kimseye söylemezsen sana bir sır vereyim. Bu hastalığım sebebiyle melekler beni ziyarete geliyor, ben onlarla dostluk kuruyorum. Bana selâm veriyorlar, onları dinlemek bana çok büyük bir zevk veriyor."

Hadis-i kudsîde şöyle buyrulmuştur: "Yokluk ve yoksunluk benim hapishanem, hastalık benim bağımdır. Ben bunlarla sevdiğim kulu izzetimin rıza evinde hapsederim.

---------------

İmam Gazalî Hazretleri "Ihya'ul-Ulûm"da şöyle buyurur.

Büyüklerin övülmeyi kötü görmeleri, övülmenin ferah ve gurur vermesi korkusundandır. Çünkü halk tarafından övülen kişiler, Allah Teâlâ gazap ettiği halde halkın övgülerine boşuna sevinmiş ve kalplerini meşgul etmiş olurlar. Hâlbuki gerçekten methedilen Hakk'a yakın olandır, gerçekten kötülenen Hakk ın dergâhından kovulandır. Surette övülen biri, aslında cehennemlik olduğu halde başkasının riyakârca övmesiyle sevinirse, büyük cahillik ve gurur içindedir. Gerçekten övülmüşlerden ise ilâhı lütuflarla ferahlanmalı, insanların övmesini, vermesini kale almamalıdır.

---------------

Cenab-ı Hak gökleri ve yeri İbrahim'e gösterdiği zaman bir adamın günah işlediğini görerek beddua etti. Bunun üzerine o adam derhal helâk olup kendisinden bir iz kalmadı. Birkaç günahkâr da aynı şekilde aynı akıbete uğrayınca Cenab-ı Hak buyurdu: Ey İbrahim, sen ulü'l- azm peygamberlerdensin; hiçbir duan reddedilmez, kabul olunur. Benim kullarıma beddua etme! Zira onlar üç halden birinde olurlar: Ya işledikleri günaha pişman olur, tövbe ederler veya tövbe etmezlerse de onların nesillerinden beni tevhid ve teşbih edecek çocuklar dünyaya gelir. Yahut isyan halinde ölürler de kıyamet gününde huzuruma getirildiklerinde istersem affederim, istersem acıklı azapla cezalandırırım.

Bu hadis-i şerif şu ayetin açıklamasıdır: "Böylece biz İbrahim'e kesin inanç sahiplerinden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik." (En'am/75)

---------------

Ahmed bin Erkam Belhî Hazretleri de şöyle demiştir:

"Bana nefsim,Îsbîcab denilen yerdeki kâfirlerle çarpışmak üzere Müslim ordusu ile birlikte bir gazaya katılmamı teşvik etmeye başladı. Daima fenalığa meyilli olan nefs-i emmarenin böyle en güzel amellerden olan cihadı istemesine şaştım kaldım. Zannettim ki tek başıma halktan uzak yaşadığımdan dolayı üzülüyor ve halkın içinde bulunmak ve insanlar arasında onların saygısını kazanmak istiyor. Bu arzusunu kırmak için gazaya giderken mamur bir yere varırsam da bilinecek bir yerde durmayacağımı söyledim. Ona da razı oldu. Çarpışma sırasında zırhsız ve miğfersiz savaşacağım için ilk hücumda şehid edileceğimden buna benzer savaş sıkıntılarından bahsettim. Hepsini de memnuniyetle kabul etti. Şaşıp kaldım ve çaresiz Cenab-ı Hakk'a yalvarıp: "Yarabbi, kötülükle emrettiğini bildirdiğin nefs-i emmare bana ibadet ve güzel ameller teklif ediyor. Elbette senin sözün doğrudur. Bana bu sırrı ilham et!" diyerek dua ettim. Derhal işin iç yüzü açığa kavuştu. Nefsim hep arzusunun hilafına davrandığım mücahedeme nispetle; günde bin defa ölmek yerine bir kere ölüp şehadet mertebesine erişmek, üs kullar arasında ilelebet güzel bir namla anılmanın daha uygun bir iş olacağını düşünüyormuş. Bu yüzden o sene cihada gitmedim. İnziva halinde mücahede ile vakit geçirmeyi seçmeye mecbur oldum."

---------------

Ebubekir Vâsıtî Hazretlerinin şu sözleri kulaklara küpe yapılacak değerdedir:

"Cenab-ı Hak bir fakire yoksulluğundan ötürü yakın olmaz ve bir zenginden zenginli yüzünden uzaklaşmaz. Dünya saraylarının Allah katında değeri olmadığından bunlar vuslat ve ayrılık getirmez. Sen dünya ve ukbayı Hak yolunda serip feda etsen, bu davranışın seni ahadiyet dergâhına ulaştırmaz. Dünya ve ahiretin tümüne malik olsan bu sebeple ulûhiyet kapısından uzaklaşmazsın. Cenab-ı Hakki yakın olan illetsiz yakındır ve uzak olan da sebepsiz uzaktır.

Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'inde buyurdu:

Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz " (Nûr/40)

---------------

Zamanında Bağdat'ın en âlimi olan İmam Cevzî Hazretleri evinden medreseye gitmekte iken birisinin şu mealde bir kıta söylediğini işitti:

"Mübarek şaban ayının yirmi günü geçti ve yemeye içmeye engel olan ramazan-ı şerifin gelmesi yaklaştı.Şimdiye kadar gecenin az bir zamanında yiyip içiyorken artık oruç gününe kadar yiyip içmeye devam et.Şarabı ufak kadehle içmeyi bırak! Zira ufak kadehlerle içmeye vakit müsait değil."

Bu şiiri işitince vecde gelip derhal işini bıraktı, ağlayıp feryat ederek Mekke-i Mükerreme'nin yoluna düştü. Ömrünün son nefesine kadar o mübarek beldede ibadet ve taat ile zamanını geçirdi. Cevzî Hazretlerinin dünyayı terk edip ahirete yönelmesine ve ömrünün sonuna dek ibadetle meşgul olmasına bakılırsa bu kıtadan şu manayı çıkardığı anlaşılır:

"Hayat müddetin sona ermekte ve ahiretin dehşetli günleri yaklaşmaktadır.Öyleyse gecelerin az bir kısmında yaptığın ibadeti güneş doğuncaya kadar devam ettirmen lazım.Ömür sermayesi olan vakit öyle azıcık ibadetlerle saadet kazanmaya elverişli değil."

---------------

İkinci Faruk-ı Azam denilmeye değer olan Emevi halifelerinden Ömer Ibn Abdülaziz de kendisine bazı valiler tarafından- "Benim olduğum beldede nimet o kadar çoğaldı ki, idaremde bulunan ahalinin üzerine şükür zayıflığından korkuyorum." diye sunulan bir yazıya şöyle yazarak cevap verdi:

"Ben seni Cenab-ı Hakk'ı bilirsin sanıyordum, meğer bilmiyormuşsun. Cenab-ı Hak bir kuluna bir nimeti ihsan edip de o kul hamd ü sena ederse elbette onun hamdi Hakk'ın nimetinden efdaldir. Eğer bu gerçeği bilmiyorsan Allah'ın kitabına başvur. Cenab-ı Hak Hazreti Davud ve Süleyman'ın dilinden ilim ve peygamberlik nimetine: 'Elhamdülillah bizi mü'min kullarından çoğundan üstün kıldı.' dediler. Cennete giren mü'minlerin dilinden: 'Allah'a hamdolsun ki, sözünde durdu ve cennete bizi varis kıldı buyurmadı mı? Hâlbuki peygamberlikten ve cennete girmekten büyük hangi nimet vardır.

---------------

Hadis-i şerifte bildirildiğine göre;Arasat meydanında her kulun gün ve gece saati olan yirmi dört saat, yirmi dört hazine şekline girecek; her biri dünyada iken işlediği güzel amellerin karşılığı olmak üzere nimet, bağış, zevk ve safa ile ağzına kadar dolu olarak görünecektir. Böyle hâzinelere kavuşanlar sevinçlere gark olurken, boşa geçirilen zaman ise nimetten boş olarak ortaya çıkarılınca fevkalade üzüntü ve umutsuzluğa sebep olacaktır.

Cennete girenler zevk ve sevinçlere boğuldukları sırada dünyada güneşin ve ayın doğması gibi, karşılıklı oturdukları yüksek makamlarına ansızın parlak bir ışık vurduğunu görecekler. Nereden geldiğini araştırdıklarında bunun üstlerinde bulunan, yeryüzünü aydınlatan ışıklı gök cisimlerine benzeyen ashab-ı kiramın yüzlerinden yansıdığını anlayacaklar. Onların yükseklerde buraklar üzerinde hızla uçup gittiklerini ve ilâhı huzurla her an nurlandıklarım görünce hallerine imrenip diyecekler ki:

"Ey din kardeşlerimiz, bu nasıl insaftır? Biz de sizin gibi taat görevlerimizi yerine getirir, Allah'ın emirlerine karşı gelmekten çekinirdik. Sizin bu yüksekliğe ve üstünlüğe ulaşmanızın sebebi nedir?"

Bunun üzerine Rab Teâlâ tarafından onlara şöyle cevap verilecek:

Ey kullarım, onlar sizin tok olduğunuzda aç, sizin suya kandığını: da susuz, siz giyinik iken çıplaktı. Siz sessiz kalırken onlar Allahı zikr derlerdi. Siz sevinçli iken, onlar anlaşırlardı. Siz rahat döşeğinizde uyuduğunuz gecelerde onlar namazdalardı. Siz güven içinde günler geçirirken, onlar Allah korkusundan titrerlerdi. Bu yüzden cennetin yüksek makamlarına eriştiler.

---------------

Süfyan Sevrî Hazretleri dedi ki: "İlim ancak takva vesilesi olması için öğrenilir. İlmin diğer şeylerden üstün olması, onunla takva elde edildiği içindir. Eğer bu maksat başkalaşır lebelerinin niyeti ilmi dünyaya vesile yapmak sebebiyle bozulur sa elbette onların amelleri ve ahiret ecirleri bâtıl olur, açıkça hüsranda kalırlar. Zira Cenab-ı Hak şu ayette bildirdi. 'Her kim ameliyle ahiret sevabını isterse, biz onun sevabını artırırız. Her kim dünya metaını murad ederse, biz ona dünyadan mukadder olanı veririz, artık onun için ahirette nasip yoktur." (Şûra /20)

Akıllı insan bu fani dünyadan ziyade baki olan âlemle sevinir. O akıl sahibinin bu seçiminin nuru gönlünde parlat ve yüzünde onun müjdesi açıkça görünür.

Dünya dediğimiz bu ibret hayalhanesi, bölünmez cüzlerin birleşmesinden oluşmuş bir hikmet âlemidir. Bu cüzlerin (parçacıkların) her biri daima değişip dururken ve birleşik cüzlerin her an ve saat birbirinden ayrılıp dağılması mümkün iken dünyanın artık tümüyle sonradan yaratıldığında, geçici olduğunda ve her yaratığın da birbirine bağlı özelliklerle meydana geldiğinde şüphe var mıdır? Dünya mademki sebepler ve müsebbipler zincirine bağlı bir geçicilik yurdudur, elbette bu zincirler olmaksızın ileride bir kudret dairesine dönüşeceği bellidir. Bu kudret dairesi de ukba denilen ahiret yurdudur. Fena yani geçicilik dediğimiz şeyde aslında sebepler ve müsebbiplerin birbirine düzenli bağlılığının bozulması demektir. Öyleyse sebeplerin müsebbiplerle olan geçici alakası kaybolup kudret kendini gösterecek, ahiret denilen gerçek durum ortaya çıkacaktır. Bu gerçek yurdun bozulmaktan uzak, daimi bir âlem olacağı tabiîdir. O halde akıl sahibi olgun kişi fani cihanla sevinmez, tersine ondan nefret edip yüz çevirir. Çünkü geçicilikle sevinmek de geçicidir. O da sevindiği şey gibi kaybolacaktır. Bu yüzden aklıselim sahibi kimse, ona asla değer vermez.



Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi (Ahmed Mahir Efendi)Sufi Yay.

Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Eyüb el-Tâlakanî Hazretlerinin "Dostlarımdan biri anlatmış ti." diyerek naklettiği bir kıssa;

Mercü'd-dibac denilen yerde azıksız ve arkadaşı/ birine rasladım. Selâm verdim ve nereye gittiğini sordum.

Bilmem: dedi. Ben;

"Bir yere gitmek isteyip de nereye gittiğini bilmeyen kimse olur mu?" dedim.

"İşte o kimse benim!" dedi,

"Niyetin nereyedir?" dedim.

"Mekke'ye!" dedi.

"Öyleyse, neden nereye gittiğini sorunca bilmem diyorsun?" dedim.

"Evet, ben çok kere Mekke'ye gitmeyi dilediğim hâlde beni Tarsus'a, Tarsus'a gitmek istediğimde Abadan'a götürdü. Gerçi niyetim Mekke'ye gitmek ise de fakat bilmem ki, beni nereye gönderecek?" diye cevap verdi.

Nasıl geçindiğini sordum. Yine;

"Bilmem!" dedi.

"Canım geçinme sebebin nedir?" dedim.

"Dilediği şeydir. Bir kere aç bırakırsa, bir kere doyurur. Bir kere ikram ederse, ikinci defa vermez. Bir kere bana 'Yeryüzünde senden ziyade zâhid yoktur', bir kere de 'Sen hırsızsın' der. Bir defa beni rahat döşekte uyutarak dinlendirir, başka defa beni sokaklara atarak serseriler arasında acılar içinde bırakır!" dedi.

"Bunları sana yapan kimdir?" dedim.

"Cihanı yaratandır!" dedi.

Şaşkınlığım arttı ve dedim ki:

"Bu dediklerin nasıl oldu? Lütfen anlat!"

Anlattı:

"Ben bir garibim. Gündüz yürür, akşam olduğu yerde yatarım. Bazen bir köy kenarında kalmam icap eder. Köylüler beni hırsız sanıp evlerine almazlar. Köyün mescidine sığınırım, hemen bir adam gelip bana sertçe mescitten çıkmamı emreder

Çıkmaya mecbur kalır, gösterdiği işaret üzerine köyün dışına çıkarak mezarların yanlarında yatmak zorunda kalırım. Sabaheyın kalkıp yine yüzümün yönüne doğru yürüyerek başka  beldeye geldiğimde ahalisi bana hüsnüzan edip nur görmüş Hızır bulmuşçasına her biri evinde gecelememi rica etmeye başlar. Yatsıyı kıldıktan sonra onlardan birinin dileğine uyup evine giderim, türlü ikramlar ve saygılar görürüm."

Bu anlattıklarından onun arif bir kişi olduğunu anlayıp; "Azizim, her ne zaman size Bağdat'a gelmek nasip olursa, İl fen bizim eve uğrayın, şeref verin! deyip söz alarak ayrıldım

Aradan bir zaman geçmişti. Bir gün evin kapısı çalındı. Açtığımda bu zatı gördüm. Selâmını alıp kendisinde Cenab-ı Hakk'ı nasıl tecelli etmiş ve başına neler gelmiş olduğunu sordum.

"Rabbimin en son tecellisi beni hırsız göstermek ve ceza ol rak şiddetlice dövdürtmektir. İşte izlerine bak!" deyip sırtım açtı, birçok morluklar gösterdi. Nasıl olduğunu sordum.

Şöyle anlattı:

"Abyar'a vardığımda bir bahçenin ağaçları altında oturmuştum. Çok aç olduğumdan orada evvelce suya atılmış olan kötü hıyarları yemeye başladım. Bostancı gelerek beni hıyar yerken görmesiyle üzerime saldırdı. Meğer daha önce bostana bir hırsız gelmiş çok hıyar çalmış. Beni o hırsız zannederek;

Sen hırsızsın bostanımı harap ettin. Seni epeydir gözlüyordum, şimdi elime geçirdim/ deyip güzelce dövdü.

Bu sırada bir atlı ortaya çıktı;

Böyle arif| zâhid bir kişiyi ne diye dövüyorsun?' diyerek o da bostancıyı dövmeye başladı.

Ne tuhaf! Bir dakika evvel yanında hırsız olduğum halde bir dakika sonra zâhid ve arif oldum.

Sonra bostancı elimden tutup özürler dileyerek hakkımda

göstermediği ikram, ihtiram ve mürüvvet bırakmadı. Oradan çıkıp doğruca buraya geldim!" dedi.

İşte bu hikâyeden de anlaşıldığına göre akıllı ve irfanlı olan kimse, her sabah kalktığı vakitte, her işte başarılı olabilmek için çenab-ı Hakk'ın kalbine nasıl tecelli göstereceğine bakmalıdır.

Ebu Medyen Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Sâlik olan Cenab-ı Hakk'a tefviz-i umûr ve teslim-i irade ederek sabahlarıdır ki, Cenab-ı Hak ona mağfiret ve rahmet nazarıyla baksın.

Bazı büyükler şöyle demişlerdir: "Nefsine ulaşan Hakk'a, Hakk'a ulaşan nefsine ulaşmaz."

İşte bu makamın ehli olan müridin duası şu olmalıdır:

"Yarabbi, ben nefsim için fayda ve zarara, ölüm ve hayata, yeniden dirilmeye muktedir olmadığım halde sabahladım. Benim senin verdiğin şeyden başkasını almaya da, beni koruduğun şeylerin başkasından korunmaya da gücüm yok. Yarabbi, beni taat ve kulluğunda bulundur, razı olduğun söz ve amellere muvaffak et. Sen fazl-ı azîm sahibisin."
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

İbadet eden bir kul güzel bir amel işleyip de;

"Yarabbi, bunu ben senin fazlınla, tevfikinle, yardımın ve kolaylaştırman sebebiyle işledim." derse, Cenab-ı Hak onun ibadetini kabul ederek;

"Ey kulum, sen de bana itaat ettin, bana yaklaşma sebeplerini tamamladın!" buyurur.

Eğer o âbid kul, bu güzel amelde fail-i hakiki olan Cenab-ı Hakk'ı unutup kendine bakarak;

"Bu ameli ben işledim ve taati devam ettirerek Hakka vakın oldum." şeklinde kendine varlık verirse, Hak Teâlâ ondan vüz çevirerek;

"Ey kulum, seni o güzel amele muvaffak eden, onu kolaylaştıran ancak ben idim, senin ne medhalin var?" deyip onu reddeder.

Yine insan bir günah işleyip de onu Cenab-ı Hak'tan bilerek;

Yarabbi, sen takdir ve kaza ettin. Senin ezeldeki hükmün ol-masaydı, ben bu günahı işlemezdim." derse, Cenab-ı Hak ona gazap ederek;

"Ey insanoğlu, sen de kötülük ve mâsiyetle cahillik gösterdin!" der, azarlar.

İnsan o günahı nefsine atfederek;

"Yarabbi, nefsime zulmettim, pek fazla kötülük ve cahil hükmü gösterdim." yolunda kusurunun bağışlanmasını dilerse, Cenab-ı Hak lütufla ona dönerek;

'Ey kulum, o mâsiyete ben hükmetmiş, onu ben takdir etmiştim. Şimdi de af ve mağfiret eyledim!" buyurur.
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Eban bin İyaş Hazretleri anlatıyor;

Hasan Basri da Ashab-ı Kiram'dan Enes bin Malik'in yanından çıkıp giderken dört zencinin bir cenazeyi götürdüğünü gördüm. Hiç cemaati olmamasına hayret edip üzülerek onları takip ettim, Musallaya varınca cenaze namazı için imam olmamı istediler. Namazı kıldırdım ve onlara cenazenin kim olduğunu sordum. Orada bulunan bir kadını işaret ederek:

"Bizi şu kadın kiraladı, getirtti!" dediler.

Defnettikten sonra o kadın sevinç içinde gülerek kalktı, gitti. Merak edip arkasından yetiştim:

"Cenaze kimindi ve niçin güldün?" diye sıkıştırdım.

Mecbur kalıp anlattı:

"Bu benim oğlumdur, dünyada işlemedik günah bırakmadı. Nihayet üç gün kadar hastalık çekip yattı ve bana vasiyet edip dedi ki:

'Anneciğim, ben son nefesimi verince komşulara ve kimseye haber verme ki sevinirler ve cenazeme gelmezler. Seni biraz daha üzerler. Yalnız şu yüzüğüm üzerine kelime-i şehadet yazdırıp kefenimin içine koy! Umarım ki af ve mağfirete uğrarım. Ayağınla yüzüme basarak, işte Rabbine âsi olanın cezası budur, de! Bir de beni defnettikten sonra iki elini göğe kaldır da; Yarabbi, ben bu oğlumdan razıyım, sen de razı ol diye dua et!'

Ben bu vasiyeti yerine getirip dua ederken oğlum yukarıda açıkça göründü ve gayet anlaşılacak bir dille;

Annecim,gözün aydın ! Ben rahmeti sonsuz ve asilere keremi daha çok olan Rabbimin huzuruna affedilerek geldim.'dedi
Onun için güldüm.
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

İbn Ebu'l-Havarî Hazretleri anlatıyor:

Bir gün Ebu Süleyman Dâranı Hazretlerinin huzuruna var­dım. Gördüm ki pek çok ağlıyorlar, şaştım ve sebebini sordum.

Dediler ki:

"Ya Ebu'l-Havârî, gece karanlığı bütün ufku kaplayıp gafil gözler tecelli nurundan kapandığı (uyuduğu) ve her dost dostuy­la yalnız kalarak vuslat neşesine daldığı zaman muhabbet ehli­nin tam bir incelik ve hassasiyetle azaları yumuşar, hasret göz­yaşları yüzlerine akmaya, çenelerinden damlamaya başlar. İşte o vakitte Cenab-ı Hak Hazretleri Cebrail'e iltifat eyleyip buyur ki:

'Ey Sidre'nin simurgu, yeryüzünde kim benim sözümle tatlanır, zikrimle rahatlarsa ben onların odalarındaki hasretli hallerini bilirim, âşıkça inlemelerini işitirim. Doğruca içlerine in ve onlara de ki: Ey âşıklar, siz sevdiğini üzen bir sevgili gördünüz mü? Hiçbir dost dostuna azap eder mi? Karanlık gecelerde bârgâh-ı sübhânîsine sığınanları azarlayıp suçlar mı? Bu Cenab-ı Hakk'ın şanına yakışır mı? Ben ulûhiyetime kasem ederim ki, onlar yevm-i kıyamette huzuruma geldiklerinde vech-i kerîmimden yetmiş bin perdeyi kaldırarak arz-ı cemâl ederim.'

Artık ben nasıl ağlamayayım?"
Devamını Oku »

Evliyayı Sevmek

Evliyayı Sevmek


Evliya Allah'ın kitabıdır. Allah'ın kitabıyla konuşur, kitapla söyler- Kitabın mânası onlarla anlaşılır ve gerçekleşir; onlar kitapla bilinir. Kitabın hükmü onlarla kaim ve bâkidir. İnsanlar dünyanın dış yüzündeki süsüne, onlarsa hakikatlerine bakarlar İnsanlar bu dünyayı gördüklerinde, onlar dünyanın geleceğinde müşahede ederler. Onlar dünyada kendilerini helâk edecek şeyi helâk ederler ve kendilerini kısa sürede terk eden mâsiva metaını terk ederler. Onların zikirleri susmak, sevinçleri hüzündür Onlar dünyanın kendilerine yüz döndürecek hâllerinden yüz çevirirler. Hak yönünün gayrısından yüz gösteren eşyayı görmezden gelirler. Dünyanın metaı onların indinde eskimiştir, mamurluğu harap olmuştur, tamir etmezler. Dünyanın akıl alıcı sevgililerin den gönülleri alaka kesmiştir.

Hikemi Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir) - Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Akıllı Kişi Nefsini Hesaba Çeken ve Ahiret için Çalışandır

Akıllı Kişi Nefsini Hesaba Çeken ve Ahiret için Çalışandır



Hadis-i şerifte buyruldu: "Akıllı kişi nefsini daima hesaba çeken ve ahiret için amel edendir. Aciz kimse de nefsine ve hevasına uymakla Cenab-ı Hak'tan isteklerine ulaştırmasını temenni edendir."

Hasarı Basri Hazretleri şöyle buyurdu: "Mağfiret maksadıyla amel ve ibadet etmekten uzaklaşan kavim, öbür âleme göçtükleri vakit amelsizlik yüzünden azarlandıklarında özür beyan edip derler ki:

'Biz Rabbimize hüsnüzan ettiğimiz için amel işlemedik'.

Onlara denir ki:

'Eğer Hazreti Hakk'a hüsnüzan etmiş olsaydınız, emr ettiği gibi güzel amel de ederdiniz/ Bunun delili şu ayet-i kerimedir;İşte Rabbinize beslediğiniz o zatininiz sizi helake sürükledi, sonunda uğrayanlardan oldunuz." (Fussılet/23)

Hikemi Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir),Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Her Bildiğini Söylemek Cahillik Alametidir

Her Bildiğini Söylemek Cahillik Alametidir

Her bildiğini söylemek de cahillik alâmetidir. Zira âlim olan söylenmesi doğru olanla olmayanı ayırabilseydi, bazısının sonradan inkâr edilmesine, zarar ve fesat doğmasına sebep olacağını anlar, susardı. Çünkü istidatlar farklı olduğundan idrak edilmesinin de farklı olacağı aşikârdır. Birinin idrak edebildiği şey, başkasının havsalasına sığmayabilir ve söylenmesi garipsenip inkâr edilir.

Resulullah Efendimiz(sas) buyurmuştur: "Delinmiş inci gibi yanı fevkalade kıymetli bir ilim vardır ki, onu ancak ârifler bilir. Eğer bu ilmi açıklamış olsalar, hüsran ehli onu inkâr ederler."

Hikemi Ataiyye Şerhi(Ahmed Mahir)-Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Ariflerden birine,filan kişi seni çok seviyor, her an seni Övüp duruyor!''dediler. Arif şöyle dedi;

'Bilirim, o benim dostumdur.Fakat düşmanlığı belli olan şeytanla günde bin defa karşılaşmayı, onunla bir kere buluşmaktan daha az zararlı görürüm. Çünkü birbirimize yapmacık davranma sakıncası vardır."

Çünkü insan övülmeyi sever, kötülenmekten nefret eder. Övülmek için yapmacıklı davranır, kötülenmemek için halini güzel gösterir. Bu da ameli iptal eder, istikbali mahveder. O yüzden böyle müdahane ve iki yüzlülük yapanlardan ihlas erbabı çok korkarlar.
Devamını Oku »

Allahu Teala Perdeli Değildir

Allahu Teala Perdeli Değildir

Gözlere apaçık zahir olan Hak Teâlâ örtülü değildir. Perdeli olan ancak nefsanî sıfatlarla sıfatlı olan insandır. Hakk'a kavuşmak isteyen kimsenin öncelikle nefsanî sıfatlardan ve tabiî kesafetinden temizlenmesi gerekir. Hak Teâlâ vacibü'l-vücûd olduğundan O'nun perdelenmesi muhaldir. İnsan ise "var gibi görünen yok" olduğundan örtülür, kaybolur. Hakk'a bir şey perde olsaydı Hakk'ın varlığını kısıtlardı. Kısıtlayan ise kısıtladığına tasarruf eder, hükmü altında tutar, kahreder. Hâlbuki kahredici Hak'tır

Ahmet Mahir - Ataullah İskenderi (Hikem-i Ataiyye Şerhi)
Devamını Oku »