Selçuk Devleti ve Türkiye’nin İktisadî Tekâmülü


11. Selçuk Devleti ve Türkiye’nin İktisadî Tekâmülü

Selçuklular idaresinde Anadolu İslâm medeniyetinin hudutlarına dâhil olarak tedricen gelişirken öte yandan Akdeniz ticâretinde husule gelen bir inkılâp da bu gelişmeyi süratlendirmekte idi. İlk islâm devrinde Müslümanlar karalarda olduğu gibi Akdenizde de hâkimiyeti ellerine almışlardı. Avrupalı veya Bizanslı Hıristiyanlar üç asır müddetle bu denizden uzaklaşmışlardı. İbn Haldun’un, pek zarif ifadesiyle, Hıristiyanlar Akdeniz’de artık bir tahta parçası dahi yüzdüremiyorlardi(154)

Ortaçağ Avrupa tarihinin ileri mütehassıslarından H. Pirenne’in İslâm istilâsından sonra Garbî Avrupa’da ticarî faaliyetlerin ve şehir hayatının sukutuna, nakit mübadelesi yerine aynî mübadelenin yerleşmesiyle İstanbuîdan başka büyük şehirlerin ortadan kaybolarak fakirliğin hüküm sürmesine ve feodal bir cemiyet hayatının başlamasına dâir yeni fikirleri Türkiye’nin İktisadî yükselişi bakımından da bizi ilgilendirmekte ve bu sebeple de bu görüşün hatırlatılması lüzumu gerekmektedir(155). Bir yandan Akdeniz ticâretinin müslümanlar elinde bulunması, öte yandan İslâm - Bizans savaşları Anadolu’yu dünya ticâret yolları dışında bırakmış ve Bizans devrinde bu ülke İktisadî ve medenî bir sukut içinde yaşamış­tı.

Bu sukut ve harabî dolayısiyledir, ki bu devir Anadolusunda Helenistik, Roma ve Selçuk devirlerinin âbidelerine rastlanmamaktadır. Medenî inhitatın bu maddî delilleri o kadar belirlidir, ki İslâm hudutları içinde bulunan Şarkî Anadolu Bizans Anadolusuna nazaran, çok ileri bir manzara gösterir. Bizanslılar karşısında Türk askerleri ve gazilerle dolu olan Tarsus, Adana, Malatya şehirleri İslâmın Bizans karşısında Uçlarını (sugur) teşkil ettiği için buralarda, gazâ ruhunu kuvvetlendiren, kesif bir ilmî ve dinî faaliyet vardı. X . asırda Bizanslılar bu bölgeleri istilâ ve halkını imhâ ettikten sonra daha şarktaki uc şehirleri bu duruma gelmişti.

Fahrul-îslâm lâkabını alan ve Hilyet ul-ulema adlı eserile tanınan Ebû Bekir el-Şâşî Taşkent’ten Meyyâfârkin’e gelmiş bir Türk ailesine mensup olup Selçuklulardan önce burada doğmuş (1037) ve tahsilini yapmış; Bağdad Nizâmiyye’sinde müderris olmuş idi, ki Şarkî Anadolu’nun kültür seviyesi bakımından kayde değer bir misaldir. İslâm coğ­rafyacılarına göre Akdeniz’de Antalya ve Karadeniz’de Trabzon liman şehirleri İslâm dünyasiyle yapılan mevziî bir ticâret sâyesinde nisbî bir canlılık gösterirler. Nitekim Selçuklular zamanındaki medeni hamleler sayesindedir, ki X III üncü asırda, Orta Anadolu Şarkî Anadolu seviyesine yükselir. Bu sebepledir, ki Şarkî Anadolu hıristiyanları, husûsiyle Süryanîler Orta Anadolu’daki Bizanslılara nazaran medeniyetçe çok ileri bir durumda bulunuyorlardı.

İlk Arap istilâsiyle Müslümanlar Yakın Şark kavimleri, bilhassa hıristiyanlariyle temastan sonra yeni bir medeniyet sentezi, İslâm medeniyeti, vücuda getirdikleri halde Selçuklular Anadolu’da.„böyle bir imkânla karşılaşmamışlar ve bundan dolayı da bu ülkede doğan Selçuk medeniyeti, yerli kültürden pek az faydalanabilmiş ve bu medeniyet Türk-İslâm medeniyetinin bir devamı olmuştur. Anadolu’nun, Müslüman ve Hıristiyan kavimler arasında, bir m illetlerarası köprü vazifesi görerek dünya ticâret yollarına açılmasından sonra bu ülkenin İktisadî ve kültürel yükselişi ve zengin bir ' memleket haline gelmesi Selçuk istilâsının mes’ûd neticelerinden biridir. Gerçekten Anadolu, Selçuk istilâsı sâyesinde, İslâm medeniyeti hudutları dahiline girdikten ve bu ülke için ticarî gelişmeyi önleyen engeller kalktıktan sonra, süratli bir İktisadî ve medenî yükselme devri açılmışıtr.

Daha X II inci asırda İstanbul ile Konya, Tebriz arasında bir ticâret yolu işliyordu. 1133 yılında dört yüz kişilik İranlı tüccarlardan mürekkep bir ticâret kervanı şiddetli bir kar içinde yolda ölmüştü(156). Bununla beraber Türkler ile Bizanslılar ve Haçlılar arasında vukubulan savaşlar Anadolu’nun sukutunu bir kat daha arttırır ve bu durum, buhranın sonu olan 1176 tarihine kadar devam eder. Filhakika, Kı­lıç Arslan’ın Bizanslılara karşı bu tarihte kazandığı büyük zafer, Malazgird’den sonra, ikinci bir dönüm noktası teşkil edip Selçuk devleti artık dış ve iç emniyeti kazanmış; siyasî birliğin temeli atılmak suretiyle dünya ticâret yolları Anadolu’da işlemeğe başlamıştır. Akdenizde vukua gelen inkilâp da bu inkişâfla alâkalıdır.

Gerçekten Akdeniz hâkimiyeti müslümanlardan Avrupalılara geçtiği, Haçlı seferleri ile Şark ticâreti geliştiği ve bu sayede Avrupa’da İktisadî ve medenî bir inkişâf başladığı için Anadolu Şark-Garp ticâret yolları ve kervanlarına bir köprü (transit) haline geldi. Kılıç Arslan’ın halefleri de hudutlara dayanan ticârî faaliyetlerin ehemmiyetini kavramış; siyâsetlerini ve askerî hareketlerini İktisadî gâyelere göre ayarlamışlardı. Filhakika Selçuk sultanlarının Karadeniz ve Akdeniz limanlarını fethi, buralara Türk tüccar ve sermâyedarları naklederek idhalât ve ihracat müesseseleri kurmaları, Lâtinlerle akdeyledikleri ticâret muahedeleri ve çok düşük bir gümrük târifesi tatbik etmeleri hep ticâreti teşvik gâyesine uygun idi.

Bu İktisadî ve ticarî siyâsetin daha dikkate şayan tezahürlerinden biri de karalarda eşkiyanın ve komşu hükümetlerin, denizlerde de korsanların tecâvüzlerine uğrayan tüccarın zararlarını hazîneden tazmin eden bir teamülün, bir nevi “devlet sigortas ı”nın mevcûdiyeti olup bu hâdise dünya ticâret tarihi bakımından çok mühimdir(157). Milletlerarası ticâret kervanlarının emniyeti ve istirahati için Selçuk devletinin kurduğu teşkilât İktisadî olduğu kadar İçtimaî ve medenî cepheleri ile de çok büyük bir ehemmiyet arzeder. Gerçekten devlet kervan kafileleri başına Kervânsâlâr adiyle bir idareci, Râhdâr veya Tutgavul kumandasında bir muhafız kıtası tâyin etmek suretiyle kervanları emniyet altında idare ediyordu.

Bu mühim tedbirler yanında da Anadolu’nun kervan yolları üzerinde dizilen ve her konak yerinde (menzilde) inşâ olunan kervansaraylar hâlâ ziyaretçileri hayran bırakmakta, hele onların iç teşkilâtı ve hizmetleri ise medeniyet tarihinde daha fazla hayranlık veren bir hususiyet göstermektedir. Filhakika her türlü ihtiyaç düşünülerek inşâ olunan bu muhteşem âbidelerde yolcular, hayvanlariyle birlikte, üç gün meccânen kalmak, yemek yemek imkânlarına sahip bulunuyor; hastalar tedâvi olunuyor ve hattâ fakir yolculara ayakkabı dahi veriliyordu.

Büyük kervansaraylarda hastahâne, mescit, tabip ve ilâç bulundurulması da bunların medenî ve İç­timaî teşkilâtını anlamak bakımından dikkate şayandır. Sultanlar ve vezirler tarafından yapılan ve zengin vakıfları bulunan bu kervansaraylarda zengin - fakir , hür - köle , Müslüman ve Hıristiyan farkı gözetilmeden bütün yolcuların müsavi muameleye tâbi tutulacağına dâir vakfiye şartları, yolcuların gıdası için vakıf koyun sürüleri ve geniş bir memur ve müstahdemler kadrosu bulunması Selçuk Türkiye’sinde dinî, İçtimaî ve İnsanî duyguların ne derece yüksek bir seviyede bulunduğuna güzel bir misaldir. Bu yüksek medeniyet eserleri kervanların emniyeti bakımından da çok mü­himdir.

Gerçekten büyük kervansaraylar, kale gibi, müstahkem duvarları, burçları ve demir kapıları' ile zengin emtea taşıyan kervanlara, aynı zamanda, emîn bir sığmak vazifesi görüyorlardı. Bir Moğol kumandanının Aksaray yakınında bulunan Sultan hanına sığınmış bir Türk beyini, orada, 20.000 asker ile, iki ay ku­şatıp teslim alamaması kervansarayların, istirahat için olduğu kadar, emniyet bakımından da ne derece müstahkem müesseseler bulunduğunu göstermeğe kâfidir(158). Horasan’da 1206 (60)2da ölen Fahreddin Mübarekşâh’ın misafirhâne (Dar uz-ziyâfe, han,) sinde âlimlerin okuması için kütüphâne ve câhillerin eğlenmesi için satranç konulması da dikkate şayandır(159).

Milletlerarası ticâretin bu inkişâfı, ziraî ve sınaî istihsalin artması sâyesinde Selçuk Türkiye’si çok yüksek bir İktisadî seviyeye ulaştı, ki bugün hâlâ heryerde ziyâretçileri memnun bırakan âbideler bu durumu meydana koyan en güzel maddî delillerdir. Bu inkişaf ile muvazi olarak Anadolu şehirleri çok büyümüş; Konya, Sivas, Kayseri gibi birinci sınıf merkezler çok genişlemiş; surlarını aşmış; Antalya, Sinop, Erzurum, Malatya, Diyarbekir, Mardin ve Ahlat şehirleri de onları takip etmişti. Aksaray, Akşehir, Beyşehir, Kırşehir, Gülşehir, Gümüş, Orta Anadolu’da bir kaç Karahisar ve Ilgın... gibi bir çok şehirler Türkler tarafından kurulduğu gibi tamamiyle harap olan şehirler de yeniden inşâ edildi. Harap bir hale gelmiş olan Kayseri, yıkılmış binaların taşlarını da kullanmak suretiyle, Dânişmendli Melik Mehmed tarafmdan, 1135 de, saray ve Ulu-câmi ile birlikte yeniden yapıldı(160).

Bir inhitat devri olan X IV inci asırda bile Sivas’ın 120.000 nüfusa sahip olduğu kaydedilmiştir(161). Büyük şehirlerde Lâtinlere, Yahudilere, îranlılara, Araplara ve yabancı Türklere (meselâ îdil Bulgarlarma) ait koloniler ve onlara mahsus hanlar ve mahalleler vardı. Lâtinlerin Konya, Sivas ve sahil şehirlerinde teşekkül eden konsoloslukları da bu kolonilerin işlerine ve dâvalarına bakarlardı. Bu şehirlerde ve hattâ yollar boyunca onlara ait kiliselere rastlanmıştır. Bu İktisadî ve 'medenî yükseliş sayesinde Anadolu’nun her tarafı, şehirler ve yollar, pek çok câmi, medrese, hastahâne, kervansaray, imaret ve zâviyelerle dolmuştu. Zamanın tahriplerine ve ihmallerine rağmen bu âbidelerin hâlâ zerafet ve ihtişamlarını muhafaza etmeleri memleketin kazanmış olduğu İktisadî kudreti ve medenî seviyeyi göstermektedir.

Bu, ayın zamanda, Bizans devrinin Selçuk ve Roma devirlerine nazaran nasıl bir sukut içerisinde bulunduğuna da delâlet eder. Kervansaraylar nasıl yolcuları meccanen misafir ediyor ve kendilerine yemek veriyorsa memleketin her tarafında yapılan imâretler, misafirhâne (Dâr uz-ziyafe)ler ve çe­şitli adlar alan zâviyeler de öylece misafirlere, ilim ve tasavvuf mensuplarına, dervişlere, fakir ve gariplere kapılarını açıyor ve meccanen bakı­yorlardı. Bu müesseselerde her gün ne kadar koyun kesileceği, ne miktar pirinç, buğday, yağ, bal vesair gıda maddesi sarfedileceği bize kadar gelen vakfiyeleri sayesinde malûmumuzdur. Hattâ Kütahya’da Yakup Çelebi imâretinde ve Karatay kervansarayında hastalanan misafirlerin tedavisi için de, doktar ve ilâç masraflarına karşılık, vakfından tahsisat ayrılmıştır. Kuvvetli komşu devletler arasında sıkışan Artuklular, Sökmenliler (Ahlat şahları), Saltuldular ve Mengücikler de gayretlerini hep imâr ve kültür faaliyetlerine yöneltmişlerdi.

Orta çağ Türkiye’sinde dinî ve İçtimaî yardım müesseseleri o kadar yaygın ve hizmetleri o derece çeşitli idi, ki bu hususta Müslüman ve Hıristiyan seyyahlar hayranlıklarını ifâdede birleşirler. Bu sebeple meşhur seyyah İbn Batûta Anadolu’yu “Şefkat diyarı” olarak vasıflandırır; hiç bir memlekette görmediği cömertliğin burada mevcut olduğunu ve hususiyle sanat ve ticâret hayatını idare eden Ahi’lerin teşkilâtını, bu husustaki aşkın meziyetlerini canlı bir şekilde tasvir eder(162). el-‘Omarî de “Türk memleketi, Selçukluların son zamanlarına kadar, cennet gibi idi ve orada halk mesûd günler yaşıyor idi” ifâdesiyle başlayarak Anadolu’nun zenginliğinden, bolluğundan ve ticâretinin genişliğinden uzun boylu bahseder(163).

Bizzat Selçuk devri müellifleri de, Moğolların zulümleri münasebetiyle, “her ne kadar Anadolu gariplerin sığınağı, rahat ve huzur diyarı ise de talihsizlik yüzünden Azerbaycan, Irak ve Horasan taraflarında kafasına zulüm ve tamahkârlık koyan herkes bu ülkede makam almak sevdasına düşer(164) demek suretiyle bu görüşe iştirak ederler. Ger­ çekten bu sebeple Anadolu Türkleri uzun zaman Keybubâd devrini “Ulug Keyhubâd" adı ile bir saadet devri ve Moğol istilâsının başlangıcı olan Kösedağ mağlûbiyetini (1243) de “Baycu Yılı” adiyle bütün felâketlerin menşei sayarlar(165). X uncu asır Arap coğrafyacıları her memlekette zenginlerin servetlerini kendi zevk ve eğlenceleri için kullandıkları halde Türkistan (Maverâünnehir) halkının mallarını din ve hayır yolunda sarf ettiklerini ,bu ülkede gâzîler ve yolcular için binlerce ribât bulunduğunu ve bunlara çok zengin vakıflar yaptıklarını söylerler, ki bu da Selçuklularla gelen hayır ve insalık duygularının menşeini göstermektedir(166).

İslâmdan önce Türklerin, sevap kazanmak maksadiyle, yollarda yolcuların su içmeleri için Muyanlık (Muyan: sevap) adiyle hayrat yapmaları da kayde şayandır(167). îslâmdan önce Türkler dinî bir esasa dayanan ve misafiri uğur sayan bir inanışa da sahiptiler(168), ki bu hususta burada daha fazla bilgi veremiyeceğiz. Büyük Selçuklulardan bize kadar gelen muazzam câmi ve türbeler, Türkiye Selçuklularından kalan muhteşem Sultan hanları ve nihayet Osmanlı İmparatorluğunun azametli câmileri yanında bu devirlerden ciddî bir saray kalmamış olması da bu ruhla alâkalıdır ve Tuğrul beg’in “bir câmi inşâ etmeden kendime bir köşk yaptırmaktan hicab duyarım” düşünce ve duygusuyla beliren mefkûreye asırlarca sadakat gösterilmiştir.

.......

Dipnotlar:

1 Bak. II, 2.
2 ÎA. Sultabakn maddesine
3 Bak. Osman Turan, İktâ, ÎA, VI, s. 949-959 ve aşağıda, s. 254.

4 Bak. F. Köprülü, Ata, ÎA

5 Bak. Osman Turan, Selçuk vakfiyeleri, Belleten XLV (1948), s. 36.

6 W. Thomsen, Moğolislanda Türkçe kitabeler, TM, III, s. 100.

7 Vasâyâ, 71b. Türklerde kadın hukuku ve kadınların siyasî ve İçtimaî rollleri hakkında tafsilât için bak. Cihân hâkimiyeti mefkuresi tarihi, 1, s. 126-133.

8 îbn Funduk, s. 250, 269.

9 Bak, V, 1

10 Bak. Osman Turan, Terken unvanı hakkında, Türk Hukuk Tarihi dergisi, Ankar 1944, I, s. 67-73.

11 Siyâset-nâme, s. 156-164.

12 Bak. M. Şerefeddin, Selçuklular devrinde M ezâhib, TM, I, 101-108.

13 İbn ül-Cevzî, VIII, s. 305, 307, 312, 326; ibn ül-Esîr, X, s. 36, 37.

14 Atebet ül-ketebe, s. 52.

15 İbn ül-Cevzî, IX, s. 3-4; İbn ül-Esîr, X, s, 42-43; imâdeddin, s. 52; George Makdîsî, îbn ‘Aqîl, Damas 1963 s. 351-374

16« Tahran 1331, s. 47, 54, 81, 220, 473, 493.

17 Ali Sevim, Belleten XCIV (1960).

18 İbn Ül-Cevzî, IX , 53, 85; îbn ül-Esîr, X , 63; îbn Kesîr, XII, 137.

19 ibn ül-Cevzî, VIII, 326-327; ibn Kesîr, XII, 121.

20 İbn ül-Verdî, IL 128-129; İbn ül-Fuvatî, s. 257; Goldziher I. ZDMG, LXXIII (1919) s. 127. '

21 Henüz lâyikiyle tetkik edilmeyen bu mühim teşkilât hakkında şimdiilk Bak. F. Köprülü, İlk Mutasavvifler, İstanbul 1918, s. 237-242; Abdülbaki Gölpmarlı, îslâm ve Türk illerinde futuvoet teşkilâtı, İktisat Fakültesi mecmuası, 1-4, XI; G. Salinger, W as the Futuwa an oriental Chivalry, Proceedings of the American philosophical society, XCIV (1950), s. 480-493.

22 Bak. III, 14. Bâtınîler ve Mezdekilerin İslâm dünyasında yayılış ve tesirleri, Komünist hayat ve fikirleri hakkında da bak. Cilıân hâkimiyeti, I, s, 170-172

23 Siyâset-nâme, s. 164-165, yine s. 139-145; Barthold, Turkestan, s. 25.

24 İbn ül-Esîr, X , 308; Ibtı ül-Cevzî, IX, 120; Sibt (îbn Kalanisî), s. 128-129; Abd üi-Celil Kazvînî, s. 334-335; 511-512.

25 Çahâr nâme-i tarihî, neşr. N. Falsafî, îttila’at mecmuası, Tahran 1329, III, s. 12-13; M. Şerefeddin, îlâhiyat Fakültesi mecmuası, IV (1926), s. 23-31.

26 îbn ül-Cevzi, IX, s. 121.

27 Cuveynî, Cihân-güşâ, GM, II, s. 199-200; Tarih-i Güzide, s. 518-519; Abd ül-Celi! Kazvînî, s. 512-513; ibn ül-Esîr, X, s. 109-110; Târih-i Sîstan, s. 386; Mirhand, IV, s. 63-64

28 Râvendî, 155-161; Reşideddin, s. 69-74; İmâdeddin, s. ‘91-93; Ahbâr üd-devle, s. 79; İbn ül-Esîr, X , s. 151, 153; Tarih-i Güzide, s. 454; Anonim Selçuk-nâme, s. 23-24; Mirhand, IV, s. 92; "Azîmî, 378. Fahreddin Râzinin Bâtınîler aleyhinde susması düşmanları tarafından gizlice hu mezhebe mensup olduğu ithamlarına uğramasına fırsat vermiş ve bunun üzerine bu büyük âlim Rey’de kürsiye çıkarak aleyhlerinde şiddetli vaazlara başlamıştı. F. Râzı’ye talebe olarak işe başlayan bir Bâtınî onu bir gün mutalea odasında, yalnız bularak, hançeri göğsüne dayadı ve ona bir daha Bâtınîler aleyhinde konuşmamasına dair yemin yaptırdı (Dozy, Tarih-i İslâmiyet, trc. A. Cevdet, İstanbul 1908, s. 399-401). Yine bak. Kiragos, TM. II, s. 147; L. V. Stroeva, Bâz-pesin-i Hârizmşâh ve Ismâiliyân-i Alamût, Fars. trc. K. Keşâverz, Râhnumây-i kitab, XII (1342), s. 863-873. v

29 İbn Kalanisî, s. 151-156.

30 İbn ül-Cevzî, IX, s. 150; İbn ül-Esîr, X , s. 231.

31 îbn Kalanisî, s. 162; îbn üI-Esır„ X, 169; İbn ül-Cevzî, IX 163; Abhâr üddevle, s. 82,

32 Cüveynî, II, 212; îmâdeddin, s. 90-91, 117; İbn ül-Esîr, X, s. 186-188; Tarih-i Güzide, 456; Anonim, 25; Zekeriya Kazvini, 397; Yâkut, III, s. 451.

33 îbn ül-Esîr, X, s. 231.

34 Bak. Resmî vesikalar, s. 106-108.

35 Bunlar hakkında yine ÎA. deki Bâbek, BâUnîler, Haşan Sabbâh, Haşşâşîn, îsmâ’ilîler (B. Lewis, The Origins of Ismâ’ilisın, Cambridge 1940) maddelerine de bakılabilir. Melikşâh ile Haşan Sabbâh arasındaki mektupların uydurma olduğuna dair iddiaların ciddî bir tenkide dayanmadığım ve bu mühim: vesikaların bu sebeple kullanılmadığını tekrar belirtelim.

36 Bak. Osman Turan, Türkler ve İslâmiyet, s. 461-463; Cihân hâkimiyeti, I, s. 63-74

37 Mathieu, s. 196-197.

38 Brosset, I, s. 349. ’

39 îbn ül-Cevzî, IX, s. 56; îbn ül-Esîr, X , s. 64; imâdeddin, 78.

40 İbn ül-Cevzî, IX, 17, s. 63.

41 İbn ül-Cevzî, VIII, s. 325; îbn ül-Esîr, s. X, 39-40.

42 Bak. W. Fischel, Jews in the economic and political life of Mediaeval İslâm, London 1937, s. 33; L. Massignon, L’Influtmce de Vİslam au Moyen Age sur la fondation et l’essor des banques Jııives, Bull. Ecole Oriental I, (1931), s. 3-12.

43 Mücmel üt-Tevârih, s. 523; Yâkut, Mu’cem ül-Büldân, I, 208 .

44 A. Mazahery, La Vie quotidienne des musulmans au Moyen-âge, Paris 1951, s. 122; A. Mez, Renaissance, s. 33-35.

45 Mathieu, s. 201; Anili Samuel, s. 455.

46 Anili Samuel, trc. Brosset, St. Petersbourg 1876 s. 451, 455.

47 Mathieu, s. 204; S. Örbelian, Hîstoire de la Siounie, trc. Brosset, St. Petersbourg 1864, s. 182, 183.

48 Bak. Aşağıda bahis, 10, s. 254-260. Daha fazla bilgi edinmek ve Türk insanlık idealini anlamak için bak. Cihân hâkimiyeti, II, s. 131-197.

49 Usâme, Kitâb ul-itibâr, s. 175.

50 Bak. Bölüm VII, bahis 4. Melikşâh’ın mezhepler-arası geniş düşüncesi hakkında güzel bir fıkra da Siyâset-nâme zeylinde (s. 15) vardır.

51 Muntecib ud-din, ‘Atabet ubketebe, s. 35, 83; Bretschneider, I, s. 91.

52 Zekeriya Kazvînî, Asâr üd-bilâd, s. 377-379, 520; Barthold, Dersler, s. 130-132.

53 îbn Batuta, I, s. 406-413

54 ‘İmâdeddin, s. 2 7 ; İbn Hallikân, II, 59.

55 Tuhfet ül-mülûk, B. Mus. Or. 7863, s. 62b~64a; Bu eser hakkında bak. Said Neflsî, Mihr Mecmuası, I (1312), sayı 6, 7, 8.

56 Muhyiddin Kuraşî, Tabâkat ul-hanefiyye, Haydar-âbâd 1332, I, 375.

57 Ahbâr ud-devle, s. 125. 57a Bak. el-M unhz trk. trc., İstanbul 1948, s. 66.

58 Mekâtib-i fârisî-i Gazzâlî, nşr. A. İkbal, Tahran 1333, s. 3-12; nşr. M. Sâbitî Tahran 133, s. 9-28; ibn Hallikân, I, s. 587; M. Şerefeddin, Sultan Sancar ve Cazzâlî, İlahiyat F. Mec. I, s. 42-51; Kasım Kufralı, GazzâU, İA. IV, 749-750. Sancar’m Mu’izzi’ye bir beyti için 1000 dinar verdiği rivâyet edilir [Çahâr - Makale, s. 43].

59 Zekeriya Kazvini, s. 412.

60 Siyâset-nâme, s. 145; Ahbâr üd-devle, s. 67; ‘imâdeddin Îsfahânî, s. 59.

61 Ahbâr üd-devle, s. 125; ‘imâdeddin İsfahânî, s, 275; İbn Hallikân, I, s. 272.

62 Abd ül-Celil Kazvinî, s. 47, 106, 169, 280; Abdullah Kaşânî, Dk>ân, s. 261.

63 Bak. Osman Turan, Türkler ve İslâmiyet, s. 461-465; Les Souveraim Seldjoukides et leurs sujets non-musulmans, s. 60-100.

64 Râvendî, s. 18.

65 Abd ül-Celil Kazvînî, s. 48.

66 ‘İmâdeddin, s. 95; Siyâset-nâme, s. 140.

67 Bayhakî zeyli III, s. 1464.

68 Bak. Bayhakî, s. 229, 242-243.

69 Cihân-guşâ. I, s. 76; Kâşgarlı Mahmud, I, s. 288; III, 60; Barthold D ersler, s. 52.

70 Asâr ul-bilâd, s. 412; Subki, Tabakat uş-Şâfiyye, Kahire 1966, IV, s; 313, 314.

71 Medreseler için yine bak. Mescid, İA, s. 50*52.

72 Siyâset-nâme, s. 154.

73 Efdaleddin Kirmanı, Vakayi4 Kirmân, s. 29.

74 Bak. îbn Şaddâd, 24b. Bölüm III, 7.

75 K. Ravzatayrı, Bulak 1287, I, s. 14. ı

76 İbn ul-Fuvatî, Havâdîs ul-Câmi’a, Bağdad 1351, s. 59, 62, 83, 181; ibn Kesîr, " XIII, s. 139-140; Bedriiddin ‘Aynî, ‘İkd ul-Cumân, Veliyeddin Ef. 2391 (X IX ), s. İJn" 162; Osman Turan, Celâleddin Kar a tay, Belleten XLV , s. 71-80.

77 îbn Ha cer, Durar ul-kâmine, YI, s. 339-340.

78 Mu’cem ul-Buldân, I, s. 10; IV, s. 144.

79 M. Nesevî, Sîretu Çelâluddin Mergiibiti, nşr. O. Houdas, Paris 1891, s. 50, fr. trc. 84.

80 îbn ul-Fuvatî, s. 350; îbn Şâkir, II, s. 149.

81 Vakayi-i Kirmân, s. 27.

82 îbn ül-Esîr, XII, s. 94.

83 Zekeriya Kâzvînî, Asûr ul-biîâd, s. .340, 387; Tacârıb us-selef, s. 270.

84 Bar Hebraeus, Chronography, s. 399, îbn Şâkir, I, s. 271.

85 îbn ul-Fuvatî, s. 67.

86 îbn Hallikân, II, s. 345.

87 İbn ul-Cevzî, IX, s. 60, 70; îbn ül-Esîr, X, s. 34; îbn Funduk, Tatimma Sııoân al-hikma, nşr. M. Shafî’, Lahore 1935, I, s. 115, 119, 163; Mîrhând, IV, s. 85; Osman Turan, Tarihî Kronolojinin Esasları, Ankara 1954, s, 66.

88 T. S. Hikma, s. 162-164; Tarıh-i Bayhak, s. 233.

89 İbn Hallikân, II, s. 244; İbn ul-Esîr, X,s. 237; İbn Ebi Usaybî’a, I, s. 283; İbn Şâkir el-Kütübî, el-Vâfî, II, 313; İbn Ha cer, Durar, III, s. 325; Aydm Sayılı, The Observatory in İslam, Ankara, 1960, s. 175. Atabeg Nureddin Mahmud’a aid mühim bir güneş saati üzerindeki 554 (1160) tarihli kitabede “zamanın saatlerini ve namaz vakitlerini öğrenmek için al-Kasım bin Hibetullâh’ın tilmizi Ebu’l-Farac ‘İsa’nın eseri” [P. Casanova, La Montre du Sultan Noûr ad-din, Syria (1923). s. 284] kaydı Bedî‘in şöhret ve tesirini gösterir. Memlûk emîri Mengli Buğa’ya aid güzel bir usturlab da, 1366 da, muvakkit Ali bin al-Şâtır tarafından yapılmış ve bize kadar gelmiştir [S. Reich et G. Wiet, Un astrolahe Syrien du XIV esiecle, Bull. İnst. Fr. d’Aıjcheologie Orientale, XXXVIII (19393, s. 195].

90 İbn Funduk, Tatimma, s. 161-162; Hamdullah Kazvînî, Nuzhet ul-Kulûb s. 26; Ziyc-i Sancarî, B. M. Or. 6669, Hamîdiyye, No. 869; M. Meyerhof, The Legacy of İslam, s. 342.

91 Yâkut, Mu’cem ul-buldân, III, s. 377; İrşad, nşr. D. S. Margoliouth, IV, s. 212, 410; Tatimma s. al-hikma, s. 140

92 Z. Kazvınî, Asâr ul-bilâd, s. 525, 533; Mucem ul-udebâ VII, s. 148; İbn Hallikân, II, 107-108; F . Köprülü, T. Edebiyatı Tarihi s. 238.

93 îbn Funduk, Tatimma, s. 124, 125, 133, 140, 141, 156, 160, 163-165, 170; aynı müellif, Târih-i Bayhak, s. 233; İbn uî-Kıftı, Târih ül-hukemâ, s. 343-346; İbn Hallikân, II, s. 252-256; îbn Usaybfa, II, s. 32; Yâkut, Mu’cem ul-udebâ, VII, s. 146; Ebu’l-Ferec, Muhtasar üd-düvel s. 363-365; İbn ul-Azrak, 197b; Ahbâr uddevle, s. 95; Cuveynî, II, s. 5-6. İbn ül-Esîr, XI, s. 34.

94 Râvendı, s. 18.

95 Cuveynî, I, s., 53-55,

96 Tatimma, s. 100.

97 Turkestan, s. 308; İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 100.

98 Barthold, Turkestan, I, s, 38; Said Nefisî, Bayhâkî zeyli III, s. 1467.

99a Bu mühim risâle Mehmed A. Köymen’in himmeti ile neşredilmiştir (Risâle-i Senceriyye, Dil, Tarih Fakültesi Doğu dilleri I, 3 (1969), s. 15-55). Bu âlim hakkında burada kaynaklar gösterilmiştir (s. 16).

99 Çahâr-makale, GM. s. 43; 'Avfî, Lübâb ul-Elbâb, s. 35, 37, 40-47, 49, 53, 310.

100 Bâvendı, s. 283.

101 Efdaleddin Kirmani, s. 24. Yukarıda Alp Ârslan’ın da okur-yazar olduğunu kaydetmiştik (III. 14).

- 102 Selçuk devri Fars edebiyatı hakkında toplu bil için Nizâmî’i ‘Aruzî, Çahârmakale; ‘Avfî, Lubâb ul-Elbâb; Râvendî, s. 187-207; E. Browne, Uternry History of Persia, II, s. 186-190, 297-368.

103 Siyâset-nâme, s. 61, 62, 65.

103a İbn ul-Cevzî, IX, s. 72

104 Nuzhet ul-kulûb, s. 28; Târih-i Güzîde, s. 449.

105 İbn ul-Cevzî, IX, s. 70; Gaffârî, Nigâristân, 58a .

106 Medeniyet-i îslâmiyye Tarihi, II, s. 56-69.

107 İbn ul-Cevzî, IX, s. 69-74; İbn ul-Esîr, X, s. 73; İbn Hallikân, II, s. 161-164; Sibt,

102a; Râvendî, s. 131-132; Nüzhet ul-kulûb, s. 123, 190, 193-195, 197; Mîrhâııd, IV, 85; Hândmîr, Meâsir ül-mülûk, 94a.

108 Istahrî, s. 287-288; İbn Havkal, s. 481, 488; İbn ul-Fakîh, s. 316; Barthold, s. 235-236.

109 Chavannes, s. 111.

110 Gerdîzî, Zeyn ul-ahbâr, s. 3; Barthold, Türkistanın Suğanhş tarihi, Taşkent 1926, s. 45.

111 Rahat us-Sudûr, s. 171.

112 îbn ul-Esîr, XII, s. 151; Cuveynî, Cihân-guşâ, s. 128.

113 E. Bretschneider, Medieval Researches, I, s. 38, Sİ, Cihân-guşâ, I, s. 94.

114 The Travels of Marco Polo, trans. A. Ricci, London 1950, s. 63.

115 Seyâhat-nâme, I, s. 428-429.

116 Mucem ul-buldân, III, s. 122.

117 Corel Zeydân, Medeniyet-i îslâmiyye tarihi, tr. trc. İstanbul 1329, II, s, 210.

118 Bayhakî, s. 540. Bu münasebetle A. R. Guest’in Fustât (Kahire) m kuruluşu hakkındaki tedkikî (JRAS, 1907, s. 49-82) ve R. Brunschvig’in Urbanisme Medieval et droit musulman (R. E. Isl. 1947, s. 127-155) adlı makalesi de zikredilebilir..

119 Bak. aşağıda, bahis, 12.

120 Bundarî, s. 242; Z. Kazvînî, Asâr ül-bilâd, s. 387; İbn Funduk, Tatimma. s. 127-129.

121 îbn ul-Fuvatî, s. 64.

122 îbn Hallikân, II, s. 108. i 22a Subhi, Tabakat uş-Şâfiyye, Kahire 1966, IV, s. 314.

123 Nasreddin Münşi Nesâim Eshâr, nşr. Celâleddin Urmevî, s. 65.

124 İmâdeddin İsfahânî, s. 137. ‘

125 îbn Bîbi, s. 193.

126 Vakıflar Umum Müdürlüğü Arşivi, defter 584, s. 290.

127 Bak. Süheyl Ünver, Selçuk Tababeti, s. 40-82; Osman Turan, Resmi Vesikalar, s. 50-57.

128 Bak. Keşf uz-Zunûn, I, 826, II, 1771; Adnan Adı var, Osmanıl Türklerinde ilim, İstanbul 1942, s. 13; Süheyl Ünver, Cerrâhiye-i İlhaniye, İstanbul 1939

129 Resmî Vesikalar, s. 53; Zekeriya Kazvînî, s. 384.

130 îbn Cubayr, Rihle G U , 42, 51, 240, 283.

131 İbn ul-Esîr, Târih ul-Atabekiyye, s. 309-312; Ebu Şâme, K. Bavzatayn, I, s. 15-18, 262-268, 270; İbn Vâsıl, M uferric ul-kurûb, I, s. 283-284; îbn Cubayr, s. 42, 284-285.

132 Nüveyrî, Nihâyet ul-Ereb, Köprülü kütüph. No: 1188, s. 291a.

133 Ebu Şâme, K. Ravzatmjn I, s. 15. Mahkemelerde hüküm darın dâvâ edildiği ve avukat kullanıldığına dair bu mühim kayıt münasebetile bak. E. Tyan, Histoire de VOrganisation judiciaire en pays d’Islam, Paris 1938, I, s. 394-406.

134 İbn Hallikân, I, s. 550-555; İbn ul-İmâd, Sezer ât uz-zeheb, V, s. 138-140; Z, Kazvînî, Asâr. s. 290; İbn Kesîr, XIII, s. 137; A. Ateş, Mevlid, (mukaddime), Ankara) 1954.

135 İbn Batuta, I, s. 243; Herevi, s. 58.

136 el-Omarî, s. 42; Marco Polo, s. 21; V. cîe Beauvais, bahis 141, 143; İbn Sa’td, 98b.

137 İbn Hacer, IV, s. 61; Geza Feher, Türk kültürünün Avmpaya tesiri, II. Türk Tarih Kongresi zabıtları, s. 317.

138 İbn Bîbî, s. 387; M. Nesevî, S. C. Mengübirti, s. 20; Ebu Bekir Tahrani, Tarih Diyârbekriyye? s. 235.

139 Bak. Osman Turan, İktâ, İA, VI, s. 956-958.

140 Osman Turan, Droit terrien sous les Seldjoukides de Turquie, R. E. İslamiques (1 9 4 8 ), s. 25-49; Türkçesi, Belleten, XLV II, s. 75-559; Ch. Diehle, L es Grands problem es de Vhistoire Byzantine, Paris, 1947, s, 102-107; G. Roullard, La V ie rurale dans VEm pire byzantin, Paris, 1953, s, 103-117, G. Ostogorskij Feodalite Byzantine, Bruxelles 1954.

141 Selçuk kaynaklarında Zalifra şeklinde geçen kasaba olup, p. Wittek burasını Devrek ile birleştirmektedir. Bak. Toponymie, Byzantion (1935) s. 42.

142 Osman Turan, Les Souverains Seldjoukides et leurs sujets non-mosulmans, Studia Islamica, I, s. 88-91.

143 M. Şerefedıdin, Şeyh Bedreddin, İstanbul 1925; Ahmed Ateş, Muhyiddin Arabi, I A; L es Souverains Seldjoukides, s. 76-84; Cihân hâkimiyeti, I, s. 202-208; II, s. 145-154. Rumların Mevlânâ’ya E fendi, zevcesine Kyra (hatun) hitaplarını da hatırlatalım, ki bu kelimeler onun nasıl benimsendiğini gösterir.

144 Abu’l-Farac, s. 408

145 Baybars Mansûrî, 52a; W. Rubruck, tere. Rockhill, s. 166, 191.

146 Târih-i Mübârek-i Gazanî, s. 85, 92, 94, 120; Abu’l-Farac, s. 507.

147 Aksarayî, s. 327; Futâhat, IV. s. 604.

148 Aksarayî, s. 153.

149 y Gnımel, J^eon, metropolite cFAınasee, X lle siecle, Etudes byzantiüs, T, III, (1945), s. 168; yiııe bak. yukarıda, s. 214-216.

150 îslâm kaynaklan eski alışkanlıkla Anadolu’dan umumiyetle “Diyâr-i R ûm ” olarak bahsederler ve XIV üncü asırdan sonra bazan da Bilâd üt-Türk (el-’Oınarî) tabirini kullanırlar. Bu sebeple Rûmî tabiri Rum veya Anadolu türkü mânasına geliyordu. Garp kaynaklan Guillaume de Tyr (doğ. 1130) den beri artık Romania tâ­ birini tamamiyle terk edip hep Turquia admı kullanırlar. İkinci Haçlı vekayi-nâmecisi Odon de Deuil Antakya’ya kadar sahilleri Romania ve îç Anadolu’ya Turquia adiyle anar. X III. asırda ise seyyah Rubruck Tuna’dan Moğolistana kadar uzayan bozkırları “ Comania” (Koman, İslâm kaynaklarında Deşti-Kıpçak: Kıpçak-eli), Kı­ rımı ve havâlisini Hazar-eli (Gazaria) ve Türkistanı da “ Büyük Turkia” adiyle anarken Anadolu’yu sâdece Turkia (memleketi, sultanı, şehirleri ve tüccarları) adiyle kaydeder. Artık Marco Polo da Türkistan için Büyiik Türkiye der. Vincent de Beauvais, B. Pegolottı ve başkaları hep Turchia ve Turkia (bazan Turkomania} adını kullanırlar. Ermeni Hayton “Türkler Türkiye’nin hâkimi olduktan ve sultanın idaresinde burada yerleştikten sonra Lâtinler bu memleketi Turquia adiyle anıyorlar” demekle durumu açıkça belirtir (D oc. Arm enniens, II, s. 132) Urfalı Vahram da Türkistan admı kullanmıştır (D oc. A rm em ens, I, s. 53 ). Tanzimatçılar Avrupalıların kullandığı Tunqia’yı bazan Türkistan ile tercüme ediyorlardı. İşte bu esasa ve tarihî realiteye uygun olarak Selçuk devri için Türkiye ve Türkiye Selçukluları adlarını kullanmayı tabiî buluyoruz. Zaten eski kaynakların "R um Selçukluları” tâbiri iltibasa sebebiyet verdiğinden ve mânayı ifade etmiyeceğinclen, onun yerine kullanılan Anadolu Selçukluları adı da, Anadolu tâbiri eskiden çok dar bir mânaya geldiğinden ve tarihte hiç bir zaman Selçukluları göstermediğinden Selçuk devri için Türkiye isminin kullanılması İrem ilmî ve hem de amelî bir ihtiyaç idi. Bu sebeple bütün araştırmalarımızda daima Türk devri Anadolusu için Türkiye adını kullanmayı tabiî bulduk. Bu hakikate ve tarihî zarurete rağmen, gariptir, ki benim “Orta çağlarda Türkiye - Kıbrıs M ünasebetleri” adlı makalem hakkında bir yazı yazan Yunanlı meslekdaş E. A. Zachariadou’mm “Prof. Turan’m makalesi unvanı oldukça mânalıdır. Bildiğime göre Küçük Asya’da “Türkiye” mevcut değildir” ifadesiyle beliren endişeyi ve bilgi kifâyetsizliğini de gidermiş oluyoruz. (İstorikys kai Ethnologiky, Athena. 1963-1964).

151 Histoire anonyme de la Premiere Croisade, nşr. L. Brehier, Paris 1924, s. 95; Osman Turan, A ltun-aba vakfiyesi, Belleten XLII, s. 208-211.

152 F. Köprülü, Influence du chamanisme Turco-Mongol sur les Ordres mystiques musulmans, îstanbuî 1929, s. 1-19.

153 Souverains Seldjoukides, s. 86.

154 M ukaddime tercümesi, II, s. 100.

155 H. Pirenne, M edieoal Cities, Princeton 1948, s. 2-3-25, 27, 30, 35

156 Süryânî Mihael, III, s. 236; Osman Turan, Türkiye Selçukluları hakkında Resmi Vesikalar, s. 121-123

157 Bak. Resmî vesikalar, s. 109-119; Orta çağda Türkiye Kıbrıs münasebetleri, Belleten CX.

158 Bak. Osman Turan, Selçuk kervansarayları, Belleten XXXIX (1946) s. 471­ 496; Celâleddin Karatay ve Vakfiyeleri, Belleten XLV (1948), s. 49-71.

159 îbn ul-Esîr, XII, s. 94.

160 Süryânî Mihael, III, s. 237.

161 Bak. L. Khalkokondylas, fr. trc. s. 47; Osman Turan, Selçuklular zamanında Sivas şehri, D. T. C. Fakültesi Dergisi, IX, 4, s. 447-457.

162 Seyâhat-nâme, İstanbul 1333, I, s. 210 ve dev. Akı türkçe Cömet demektir (D îvân, I, 84; K utodgu bilig).

163 Mesâlik ül-absar, nşr. Fr. Taeschner, s. 2, 16, 20.

164 Aksara3ri s. 190.

165 Celâleddin Karatay ve Vakfiyeleri, Belleten XLV, s. 26-27; II. Keyhusrev, IA, VII, s. 626.

166 Bak. Selçuk Kervansarayları, s. 489-49L

167 Kâşgarlı Mahmud, III, s. 129; Besim Atalay tercümesi, III. s. 172.

168 Kâşgarlı Mahmud I, 83, 92, 274, 384 tercüme.

169 el-Omarî, s. 20.

170 îbn Ül-Esîr, XII, s. 179; el-Omarî, s. 20.

171 ibn Batuta, Seyâhat-nâme, I, s. 328; V, de Beauvais, kitap X X X I, bahis 143; el-Omarî, s. 9 ,2 0 ,3 5 ; Kalkaşandî, Subh ul- aşâ, XIV, s. 151; İbn ul-Azrak, Târih M eyyâfârkîn, 172b; W . Rubruck, s. 277; Pegolotti, s. 43, 295; Marco Polo, nşr. YuleCordier, I, s. 43-44; W . Heyd, II, s. 366-367.

172 Chavannes, s. 203

173 îbn Bîbî, s. 155. Cam sanayi eski Yunan-Roma’dan İran yolu ile Fergana’da yerleşmiş ve Hicretin ilk asırlarında çok ileri olan bu san’at oradan da Çine geç­ miştir, ki Yunanca byrullos, Farsça billûr ve Çince Pi-lu-li kelimeleri bunu açıkça göstermektedir (Barthold, Fergana, I. A. IV. 559).

174 M. Nesevî, S. C elâleddin M engübirî, s. 186; Quatremere, Histoire des Mongols, s. 132, 136; Brosset. I. s. 458; D ustûr-nâm e-i Em evî, s. 60, 61, 64.

175 D ustûr-nâm e, s. 59. Barutlu topun Avrupa’da tekâmül ettiği kabûl edilmekte ise de en büyük toplar da yine Fatih tarafından dökülmüş ve İstanbul muhasarasında kullanılmıştır.

176 I, s. 325.

177 İbn Sa’îd, 106a

178 Ahmed Caferoğlu, Türk onomastiğinde at kültü, TM, X, s. 201-212.

179 F. Grenard, Grandeur et decandence de VAsie, s. 10-13; P. Pelliot, La Haute Asie, 7, 10; O. Turan, O. H. Türk Takvimi, s. 105.

180 Bursa Orhanıye kütüphanesi, 46a-48a; Zeki Velidi Togan, Giriş, s. 167. Bayhakî, s. 757; Chavannes, s. 168; Siyâset-nâme, s. 95; Z. Kazvînî, s. 523.

181 Usâme, Kitâb ul-itibâr, nşr, Hitti, s. 76; Nesâim ül-Eshâr ,s. 68.

182 Ortaçağ Türkiye iktisadi tarihin de ele aldığımız bu mevzuda burada kısa bir bibliyografya verelim: İbn Bîbî, s. 44, 49, 95, 96, 155, 216, 244, 272, 411, 448; el-Omarî, s. 15, 20-22, 31, 35, 36, 43; İbn Batuta, I, s. 328, 335; îbn Ül-Esîr, XII, s. 149, 150; Ebi’I-Fidâ, II, s. 134, 135; Aksaray!, s. 62; ‘Aynî, îk d ul-Cum ân, Câ- rullah ef. 1588, I, 68b; tbn Sa’îd, 86a, 97b, 99b; Şemseddin Gezeri, T uh fet ul-acâib, B. N. 2172, 77b; İbn Cubayr, s. 241-242; îbn Havkal, I, s. 224; İbn ul-Verdî, II. acâib, 51a; Zekeriya Kazvînî, s. 531; Şemseddin Dimaşkî, nşr. Mehren, Petersburg 1866, s. 228; Baybars tarihi, trc. Ş. Yaltkaya, s. 57; îbn Havkal, II, s. 245; Kalka- şandî, Subh ul-a’şâ, V, s. 343, 356; Marco Polo, s. 20, 21, 25; M. Heyd, I, s. 298, - 303; II, s. 109, 565-570, 623, 631, 643, 669, 674, 696, 697, 703, 706, 707; Mas Latrie, Relations de l’île de Chypre avec l’Asie Mineur au Moyen-âge, Paris 1879, s. 204-270; Bratianu, s. 140, 183, 203, 206; türlü vakfiye kayıdları. Anadolu, Erzincan, Mardin, Hısn Keyfâ ve Siird kumaşları için Mükâtebât, s. 177, 188, 199. îbn Haldûn Çin, Hind, Türk ve Hıristiyan memleketlerde sanayiin ileri olup başka ülkelere oralardan getirildiğini söyler (Mukaddime, II, :s. 320). R. B. Serjeant İslâm ülkelerinde dokuma sanayii hakkında bazı araştırmalar yapmıştır (Ars Islamica), IX (1942), X (1943) ve XI-XII (1946).

183 îbn Bîbî, s. 172-182

184 İbn ül-’Adîrn, Fr. trc. E. Blochet, Histoire d’Alep, s. 202.

185 İbn Bîbî, s. 120, 214-220, 233, 349, 370.

186 Bak. Osman Turan, Celâleddin Karatay ve Vakifiyeleri, s. 37.

187 el-‘Omarî, s. 15; Kalkaşandî, XIV, s. 157

188 îbn Bîbî, s. 653; Aksarayî, s. 92-95, 145, 146; Baybars tarihi, tere. Şerefeddin Yaltkaya, İstanbul 1941, s. 23, 57; el-‘Omarî, s. 15; Kalkaşandî XIV, s. 157.

189 Zehebî, Tarih ül-îslâm, No: 3014, 87a-90b.

190, Aksarayî, s. 248, 280, 307.

191 ibn uI-Furat, nşr. Zurayk, VII, s. 28.

192 Quatremere, Histoire S. Mamlouks, s. 36.

193 Abu’l-Farac, Chronography, s. 454; Aksarayî, s. 112; Menâkib ül-ârifin, nşr. Tahsin Yazıcı, I, s. 485

194 Aksarayi, s. 259.

195 Caca oğlu vakfiyesi, nşr. Ahmed Temir, Ankara 1959. s. 33, 36; Bezm u rezm, s. S27.

196 Karatay Vakfiyeleri, s. 55-56; Altun-aba Vakfiyesi, Belleten X L II (1947), s. 201-204; Vakıflar Umum Müdürlüğü Arşivi, defter 604, s. 67.

197 tâbi 197 Elimde bulunan vakfiyesine göre.

198 Vinç e r i t de Beauvair, V, kitap X X X I, bahis 143, 144, kitap X X II, bahis 28; Marco Polo, s. 20, 21, 25; Hayton, s. 132; Joinville, nşr. Natalis de Wailly, Paris 1872, s. 64; B. Pegolotti, s. 57, 58.

199 İbn Bibi, s. 411, 613, 624.

200 Nüzhet ul-kulûb, s. 109, 117, 120; Zeki Velidi (Togan), Moğollar devrinde Anadolu’nun İktisadî vaziyeti, THIT. Mec. I, s. 1-41

201 Bu hususa dair rakamlar ve kaynaklar Orta çağ Türkiye İktisadî Tarihi’nde tafsilâtiyle verilmiştir.

202 Kitâb surat al-'arz, s. 469.

203 M. D. Anadolu'nun iktisadi vaziyeti, s. 29-30.

204 Les Origines de VEmpire Ottoman, Paris 1935, s. 67; Türkçesi, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara 1959, s. 55.

Türkiye’nin zenginliği, devrinde, isâbetli bir görüşle: “ticâretin geniş­ liği, gümrüklerin azlığı, istihsalin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu ve memleketin denizlerle çevrili” bulunmasiyle izah ediliyordu(169). Türkiye, İran, Suriye ve Irak’a mebzul hayvan ihraç ediyor; meşhur atlarım da ağır bir fiyatla satıyordu. 1226 da Erzurum’dan Tebriz’e giden bir kervana mensup bir tâcir, bir defasında 20.000 baş koyun sevketmişti(170). Memlekette bol buğday, pirinç ve pamuk ziraatı yapılıyor; Sivas yakı­ nında demir, Kastamonu ve Diyarbekir civarında bakır, Luluve (Ulukış­ la) da demir, Bayburt (Gümüş-hâne), Gümüş (Gümüşhacı-köy) ve Kü­ tahya havalisinde gümüş madenleri çıkarılıyor; Şarkî-Karahisar (Şebin Karahisar) ve Kütahya’nın zengin şapları İtalya’da inkişâfa başlayan dokuma sanâyiî için de ihraç ediliyordu. X III üncü asır ortalarında Sultandan bütün Türkiye şaplarının işletme imtiyazını alan biri Venedikli, diğeri Cenevizli iki tâcir Konya’da bulunuyor idi(171), V. de Beauvais Anadolu’da sekiz tuzla olduğunu da kaydeder, ki bunlardan bazılarına (Sivas) ait bir vakfiye elimizdedir. Türkiye’de sınaî istihsal ve ihracât da çok ileri bir derecede idi. Ço­ğu göçebeler tarafından yapılan ve Aksaray, Erzurum ve Uşak’a nisbet edilen nefis halılar yalnız Avrupaya değil îslâm ülkelerine de sevk ediliyordu. Gök-Türkler zamanında Türkistan halıları çok meşhur idi. 719 da Buhara Tuğşad’ının ve Hatunu’nun Çin imparatoriçesine gönderdiği hediyeler arasında işlemeli iki büyük halı da vardı(172). Eskiden İslâm dünyasında halıları meşhur olan Kalîkalâ (kalî, kaLîçe ve galiba halı kelimesi buradan gelir) yâni Erzurum Selçuklulardan sonra ehemmiyetini kaybetti. îran halıcılığı ise Selçuklulardan çok scnra ancak X V I. asırda, şöhret kazanır. Anadolu’da istihsal edilen pamuk, yün, Şark-Garp müelliflerinin hayranlıkla bahsettikleri tiftiklerden ve hattâ ipekten çeşitli kumaşlar yapılıyordu. Malatya’da kumaş (sûf) dokuyan 12.000 tezgâh (navl) vardı. îbn Havkal’m bahsettiği Meyyâfârkîn’in ipek tülleri, ve mendilleri daha X uncu asırda îslâm memleketlerinde rağbette idi. Keykubâd’ın Venediklilerle yaptığı ticârî muahedede ve B. Pegolotti’nin eserinde ham ve işlenmiş ipek de ihraç malları arasında zikrediliyor ve ticârette “Türkiye ipekleri (Seta Turchia) adiyle tanınıyordu. Aksaray’ın halıdan başka denizci örtüleri de çok meşhur olarak ihraç ediliyordu. Antalya kernhâ (ipekli) ları, Erzincan Buharinlen, Mardin ve Muş pamukluları, Karaman’m renkli kumaşları ve hamam takımları, Denizli’nin altın işlemeli (ak-'alemlü) bezleri, Ankara ve Sivas’ın yünlü kumaşları, Diyarbekir ve Kastamonu’nun sahtiyanları çok meşhur olup Avrupa’ya ve Şarkın sanayii ileri beldelerine ihraç ediliyordu. Osmanlılarm yerleştiği Bursa’da ve Karasi beyliğinde “hesapsız ipek istihsal edilir ve dokunan dîbâ (ipekli) lar Hıristiyan memleketlerine sevk edilir” idi. Orleans dukası Louis Türkiye’den on iki kadifeli hah getirtmişti. Alâaddin Keykubâd’a ait olduğu yazılarından anlaşılan ipek üzerine altın tel ile işlenmiş nefis bir hah bu münasebetle Fransaya gitmiş ve Sivas’ta satılmıştı. Konya, Sivas, Kırşehir boya-hâne, cendere-hâne, kârhâne ve sa~ bunhâneleri kumaşları boyuyor veya boya imâl ediyor; halkın evlerini aydınlatmak için kullandığı nebâti yağlar bezirhâne’lerde çıkarılıyor; sabun imalâtı da buralarda yapılıyordu. Zenginler ise evlerini, daha lüks madde olan balmumu ile aydınlatıyordu.

Dokuma sanâyiînde ve tababette kullanılan bir çok nebatlar da Anadolu’dan ihraç olunuyor idi. Konya, Antalya, Mardin, Ergani şehirlerinde şaraphaneler vardı. Denizli’nin nar şarabı meşhur idi. Anadolu’nun cenup sahilleri Mısır’a devamlı surette kereste ihraç ederdi. Selçuklu âbidelerinde gördüğümüz, zarif çiniler kâşi-hâne’lerde yapılmakta idi. (Vakfiye kayıtları). Köle ticâreti de çok ileri idi. Şimâldeıı gelen Kıpçak, Rus ve Çerkeş köleleri Anadolu’dan îslâm ülkelerine, bilhassa Mısır’a gidiyor ve Eyyûbî, Memlûk devletlerinin ordularını, saraylarını dolduruyordu. Sivas köle ticâretinin büyük merkezlerinden biri idi. Baybars Sivas’tan satın alınmış bir köle idi. Bu sebeple.Abaga han bu sultana, bu menşei dolayısı ile, hakaret mektupları gönderiyordu. Anadolu hükümdarları icâbında Mısır-Suriye sultanlarını kendilerine köle ihracını yasak etmekle tehdit ederlerdi. Selçuk sultanlarının Bizanslılara zaferleri neticesinde îslâm ülkeleri kölelerle, câriyelerle dolardı.Bu. köleler arasından yüksek emirlerden başka pek çok da ilim adamı yetişmişti. Selçuk Türkiye’si bu istihsal ve ihracatına karşılık İslâm ülkelerinden, şimalde Bulgar ve Kıpçak-eli (Deşt-i Kıpçak-Kumania), Bizans ve Avrupa’dan da geniş ölçüde ithalât yapıyordu.

O zaman için lüks bir gı­ da maddesi olan, şeker Mısır, Şam ve Irak’tan geliyor; yüksek ve zengin tabaka tarafından istihlâk ediliyor; halk da şekeri bal, pekmez ve meyvelerden alıyordu. Bununla beraber Pegolotti Antalya’dan ihraç edilen maddeler arasında şekeri de sayar. İbn Bîbî de Aiâiyye düzlüğünde bir “Şeker-hâne” olduğunu ve Alâaddin Keykubâd tarafından inşâ edildiğini bildirmektedir, ki bu o zamanda bu sâhillerde, limon ve portakal gibi, şeker kamışının da bulunmasiyle veya idhalâtla mümkündü. Memlekete Mısır, Bağdad, Şam, Tebriz’de imâl edilen çeşitli kumaşlar ve şimalin Türk halkları tarafından ticârete sevkedilen kürkleri, Rus ketenleri de geliyordu. Öte yandan gerek ham deri, gerekse mamûl deri maddeleri de ihraç ediyordu, ki bunlar arasında Kastamonu marokenleri meş­ hur idi. Irak’tan cam ve âvizeler geliyor; Erzincan’da kandiller yapılıyordu. Bizans’ın İstanbul ve başka şehirlerinde dokunan ve Rûmî adını alan dîbâ, atlas ve iskarlâfları yüksek muhitlerde pek rağbette idi. Bununla beraber Anadolu’da da iskarlât imâl ediliyor ve Türk kızları bu sanâyide maharetlerini gösteriyordu(173).

Sonraları da Avrupa’dan miğfer­ler, Mağribî mancınıklar, gümüş Venedik tulgaları, fenerleri, Frenk kalkanları, zırhlar, Şark ticâreti sâyesind'e İtalya’da kurulan sanayi dolayısiyle bazı kumaşlar, türlü memleketlerden sabun, kurşun, pamuklu (kutnî) lar ithal ediliyordu. Asker bir millet olarak Türkler silâhlarının çoğunu memleketlerinde yapıyorlardı. Şehirlerde ok yapan ustalar “okçular çarşısında” çalışıyorlardı. Germiyan’da çelikten süslü harp silâhları imâl ediliyordu. Bununla beraber Şaş (Taşkent), Hârizm ve Şam yayları, kılıçları üstün sayılıyordu. Türklerin muhasara aleti ve yangın vasıtası olarak kullandıkları neffâtelerin neftleri ve katran Erzurumda ve Arap coğrafyacılarının “Yanar goller” dediği Antalya şimalinde temin ediliyordu. Türkler Bozdoğan silâhını ve kalelerin muhasaralarında Kara-buğra veya Kara-buğa denilen büyük mancınıkları kullanıyorlardı. Erzurum meliki Cihânşâh da bu makineye sahipti. X II inci asrın sonlarında Sivas’ta harp makineleri imâl ediliyordu(174). Aydın oğullarının savaşlarında kullanıldığını gördüğümüz “tüfekler” zemberekle yağmur gibi mermi atı­yor ve “çat çat” sesleri çıkarıyordu, ki bunun modern tüfeğin ilk şekli olduğu muhakkaktır(175) Hakkında daha fazla bilgiye sahip bulunmadığı­ mız bu silâhın Türklerin çok eskiden beri kullandıkları küherçile ile alâ­ kası, ateşli bir silâh olduğu ve barutla birlikte bu silâhın Türkler tarafından keşfedildiği anlaşılıyor.

Nitekim Kâşgarlı Mahmûd da kuşlan vurmak için bunduk atan ve kuş avlayan iptidaî bir tüfekten bahsetmiştir(176). Selçuklular denizlere çıktıktan sonra Akdeniz ve Karadeniz’de donanmalara ve Sinop ile Alâiye’de tersân elere sahip bulunuyorlardı. Sinop’­ taki tersâne (Dâr us-sinâ’a) için gereken kereste ormanlardan kesilip Kı­zılırmak vasıtasıyle denize indiriliyordu(177). Sinop’ta Gâzî Çelebi’nin Cenevizlilerle deniz savaşlarında gösterdiği maharet dillere destan idi. Keykubâd tarafından kurulan Alâiyye tersânesi Akdeniz donanmasını vücuda getiren gemileri yapıyordu. Hakiki mânâsiyle büyük toplar da İstanbul fethinde kullanılmış olup herhalde Avrupa ve Türklerin eseri idi. Selçuklularm süvari olarak kullandıkları atlar Arap atlarından daha sür’atli koşmağa, sıçramağa kabiliyetli idi. Bunların nesebleri malûm idi. En iyileri Kastamonu’da ve Germiyan’da yetiştiriliyordu. Türkiye’de herşey ucuz olduğu halde Anadolu iğdişlen 1000 dinara satılıyor; başka ülkelere gönderiliyordu. Atlar bu kıymetleri dolayısiyle Selçuk sultanları­ nın ağır hediyeleri arasmda yer alıyorlardı. Türkler asker bir millet olarak ata çok kıymet vermişler; hayatları­nı at üzerinde geçirmişlerdi.

Bu sebeple at Türkler arasmda destânî bir varlık olmuş ve bir at kültü doğmuştu. Nitekim destanlarda ve Orhon kitâbelerinde at alelâde bir mahlûk değildir; hanların ve kahramanların atlarına âit isimler bize kadar gelmiş ve onların hayatlarına karış­ mıştır(178). Kabile (Alayondlu), şahıs adları (Toruntay) arasına ve On iki hayvanlı Türk takvimine de girmiştir. Çinliler ve Hindu-Avrupalılar atı arabaya koşmayı biliyor ve fakat ona binemiyorlardı. Türkler Han devrinden beri koşum takımlarını ve ata binmeyi keşfederek bu sayede savaşlarda komşu kavimlere zafer kazanmayı ve üstünlüğü temin etmiş­ lerdi. Çinliler ve Avrupalılaş koşum takımlarını, ata binmeyi, bunun için gereken dar pantalon ve çizme giymeyi Türklerden öğrendiler. Ger­çekten Yunanlılar, Romalılar, Galler ve Cermenler ata binip savaşmayı bilmiyorlardı. Hattâ Romalılar çamaşır kullanmadıkları zamanlarda Türkler gömlek giyiyordu. At için yonca ziraati de Türkler vasıtasiyle Çin’e geçmişti(179). Esasen yonca adı da eski Türkçe yond (at) dan gelmiş­ tir. îslâm devrinde de Türk atları meşhur idi. 1160 (555) da Mübarek Zengi tarafından yazılan Feres-nâme’ye göre eskiden Huttâlân padişahı Muhammed Yakûb’un Türk, Arap ve î ğ d i ş bin at sürüsü vardı.

Horasanlı on Türkmen ve on Arap üstadı onun hizmetinde cins atlar yetiştiriyorlardı. Arap atlarını Türk kısraklarına çekmek suretiyle meş­hur İğdiş at neslini meydana getiren odur. Huttal atları Gazneliler zamanında olduğu gibi Islâm’dan önce de çok meşhur idi ve bu ülkenin Sagun (Se-kin) unvanım taşıyan Türk hükümdarı Çin imparatoruna en kıymetli hediye olarak bu atlardan göndermişti. Sâmânıler zamanında da Türk atı (Esb-i Türk) çok kıymetli idi(180). Türk atlarının şöhreti dolayısiyle Türkçe yağız (cins at) ve aygır... kelimeleri Arapça ve Farsçada kullanılıyordu(181). Atla ilgili olarak iğdiş, ulak, yom, yamçı, yılkı (galiba arapçaya hayl olarak girmiş) hayil-taş kelimelerinin de bu dillere geçtiğini kaydedelim. Milletlerarası ticâret ve mübadelenin genişlemesi Anadolu’da bir takım milletlerarası pazar (panayır-foire) ların teşekkülüne sebep oldu. Bu pazarlar umumiyetle şehirlerin uzağında, yabanda kurulduğu için yabanlu(ğ) adını alıyorlardı. Kayseri-Elbistan arasmda, Anadolu ile Suriye ve Irak kervanlarının işlediği milletlerarası büyük bir kervan yolu üzerinde bu havalide, Karahisar ovasında kurulan Yabardu bazan çok meşhur idi.

Buraya “Şark-Garp, Şimal-Cenup uzak diyârlardan ecnebi tüccarlar büyük bir cehidle gelir; Şarktan gelenler Garbın, Avrupadan gelenler de Şarkın, kezâ Şimal ve Cenuptan gelenler de mallarını birbirlerine satıyorlardı. Bu pazarda başlıca Türk, Rum köle ve câriyeleri, gü­ zel at ve katırlar, atlas, saklâtun kumaşlar, kunduz ve samur kürkler satılırdı.” Bu büyük ticâret ve kalabalık doiayısiyle hanlar, dükkânlar, açı­ larak bu pazar yerleri şehir haline geliyordu. Mardin’in cenubunda Koçhisar (Dunaysar, Kızıltepe) böyle bir pazar olarak gelişmiş ve bir şehir haline gelmişti. Artuklular zamanında burada hanlar, hamamlar, çarşı­ lar, funduklar, medreseler inşâ edilerek çok mamûr olmuş idi. Dunayser pazarına Suriye, Anadolu ve Diyarbekir taraflarından çok insan geliyordu. Kırşehir-Kayseri yolu üzerinde kurulan Ziyâret pazarı da bu suretle bir kasaba haline gelmiş; Kırşehir Selçuklu valisi burada bir bezzâzlar hanı inşâ etmiş idi. Bugün mevcut olmıyan bu kasabanın vergileri Îlhanî devrinde 14.000 dinar tutuyordu. Ilgın (Âb-i germ ) kasabası da sıcak su banyoları ve pazar kurulan yer olması (Yügun bazar) sayesinde teşekkül etmişti. Amasya-Tokat arasmda Azîne pazarı (pazar günü kurulduğu için), Germiyan’da Alem ud-din pazarı Anadolu panayırları­ nın en meşhurları idi. Şehirlerin kapılarında da pazarlar kuruluyordu. Yakın Şarkta çok Türkmen göçebe yaşadığı için bunların bazıları Türkmenlerin hayvan mahsullerini sattıkları ve mamul madde aldıkları pazarlardı. Bu sebeple bunlara “Türkmen Pazarları” adı verilirdi. Kırşehir’de, Halep’te Musul’da meşhur Türkmen pazarları (Sûk utterâkime) vardı. Devletin vergilere dair emir ve yasakları bazan buralardaki cami duvarlarına hâk edilirdi(183).Bu iktisadi kudret zenginlerin çoğalmasına, debdebeli bir cemiyet hayatına imkân veriyordu. Sultanların sarayları, vezirlerin köşkleri ve zenginlerin konakları yüksek cemiyet hayatının merkezleri idi. Buralarda altın, gümüş yemek ve koşum takımları, ipekli ve mücevherli elbiseler, murassa silâh ve müzik âletleri, altın ve gümüş kandiller en kıymetli malzemeyi teşkil ediyordu. I. İzzeddin Keykâvus un düğünü devrin debdebesini göstermekte ve Melikşâh devrindeki düğünleri andırmaktadır. Filhakika Erzincan Mengücik hükümdarı Fahreddin Behrâm-şâh’ın kızı Selçuki Hatun için verdiği 100.000 dinar kızıl altın rnihrin yarısı m uaccel ve yarısı müeccel idi. Gelinin elbiselerini hazırlamak için memleketin her tarafından getirilen mahir sanatkârlar; terziler ve boyacılar üç ay çalıştılar; fâhir ve murassa elbise ve eşyaları hazırladılar; altın ko­şumlu at ve katırlara yükliyerek katarı yola çıkardılar. Gelin alayının başına tayin edilen din ve devlet adamlarına, derecelerine göre 1000, 500, 200, 100 ve 50 miskallık altınlar, murassa altın ve gümüş tabaklar içinde dağıtıldı. Böylece âlimler, beyler ve hatunlar ile gelinin altın, mü­ cevher ve gümüş eşyası, altın işlemeli elbiseleri ile birlikte katarın Sivas’tan Erzincan’a varmasiyle büyük düğün başladı. Şehrin ve Erzincan sarayının kadm-erkek her cins müzisyen (mutrip) leri, iki tarafın askerleri karşılaştı. Şehir muhteşem bir şenlik ve müzik ahengi içinde idi. Behrâm-şâh gelenlere 300 hil’at ve 300.000 dirhem para ihsan eyledi. Bu suretle gelin, alayla ve cihaziyle birlikte, Erzincan’dan hareket edip Sivas’a yaklaşınca sultan şehrin süslenmesini emretti. Bir hafta süren dü­ ğün müzik, yemek, çeşitli oyun ve eğlencelerle geçti. Sultan hâzineden 500 hil’at, 700.000 dirhem para, 400 at, katır ve elbiseler dağıttı(183). II. Giyaseddin Keyhusrev’in Halep Eyyûbî melikesi Gâzîye Hatun ile ve kendi hemşiresinin Halep hükümdarı ile evlenmeleri de aynı debdebe ile cereyan etti. Filhakika 1237 (635) de vukubulan bu nikâhlarda her birinin cihazı için 50.000 dinar harcandı. Kayseri sarayı görülmemiş altın, gümüş ve mefruşatla donatıldı. Altın, gümüş ve şeker dağıtıldı. Sadece gelin alayının başında bulunan meşbur tarihçi îbn ul-‘Adîm’in saç tığı para 1000 dinar (altın) miktarında idi(184.) Komşu hükümdarların Selçuk sultanlarını ziyâretleri, elçilerin kabûlleri, zafer dönüşleri ve bayramlar devletin ihtişamını göstermeğe vesile teşkil ederdi. Erzincan meliki Alâaddin Davud-şâh’ın Alâaddin Keykubâd’ı ziyareti Kayseri’nin Meşhediye ovasında günlerce şenliklere sebep olmuştu. Sultanın verdiği ziyafette 2000 koyun, 2000 yük buğday ve 200 yük şarap, şeker, hayvanlara 5000 yük arpa, mum ve şâir masraflar karşılığı olarak 20.000 dirhem para sarfedildi. Erzincan hükümdarına da 10.000 dinar harçlık, altın işlemeli cübbe, altın takım bir arap atı hediye eyledi. Keykubâd’ın Konya’ya gelişi ve tahta çıkışında şehir bayram şenliği yaptı. Alaylar tertip edildi; çalgılar çalındı, ziyâfetler verildi; kurbanlar kesildi, altınlar saçıldı. Devlet erkânı, kumandanlar ve U c beyleri derecelerine göre hediyeler getirdiler. I. Keykâvus’un cülusunda verilen hediyeler 100.000 dirhem gümüş, 6000 kızıl altın, 100 top kernhâ kumaş, 150 top atlas, 35 at, 20 katır ve 50 deve idi185. Devlet adamlarının maaşları ve iktâ gelirleri de onlara yüksek bir hayat bahşediyordu. Celâleddin Karatay Necmeddin Nahçivânîyi vezirliğe getirmek istediği zam(an )âlim ve dindar kadı Necmeddin, devletin geçirdiği sarsıntı doiayısiyle, maaşları azaltmağa girişeceğini ve bu sebeple kendisine de yıllık 720 dirhem yeteceğini bildiriyor; fakat devlet adamlarının bu kısıntıya katianamıyacakları kendisine bildirilince Selçuk vezirlerniin en mütevazilerinden bulunan Mühezzebüd-din Ali’nin aldığı 40.000 dirhemi kabûl ediyor; buna karşı iktâ gelirini almaya yanaşmıyordu. Bu meblâğ bugünkü paramızla takriben 600.000 lira eder ki, devlet adamlarının hayat seviyelerini anlamak için bize kâfi bir fikir verir(186). Türkiye’de pek çok ve büyük hayır müesseseleri ve vakıfları olan ve bu sebeple de Ebul-hayrât lâkabını alan Konyalı vezir Sahip Fahreddin Ali muazzam bir servete sahip idi. Kendisine, evlâdlarma ve mensuplarına ait iktâlar hâriç, günlük iradı 7000 dirhem tutuyordu. 200 hassa kö­lesi hizmetinde idi. Onu otağında ziyâret eden Abdullah bin Abdüzzahir büyük hükümdarlardan daha debdebeli bir hayat sürdüğünü, hayrat ve iyiliğinin çok olduğunu ve bununla şöhret bulduğunu söyler(187). 1285 (684) yılında Karahisar (Afyon) da bulunan hâzinesinden 400.000 dirhem nakid Moğol şehzâdesi Geyhatu’ya göndermişti. îlhanî hükümdarı Aba ga’dan müsadere edilen servetini, bütün iktâlarını ve eski vezirlik makamını geri aldıktan, emlâk ve evkâfı için gereken emniyeti sağladıktan sonra bu hükümdara, şahsî hesabına, yılda iki bin bâliş (120.000 dirhem) para ve her yıl Anadolu’dan gönderilecek malların nakli için de 700 at temin ediyordu(188). Beylerbeyi Şeyfeddin Toruntay hayatını kurtarabilmek için Abaga hana 400.000 dirhem para, 200 at, Moğol kumandanlarına kıymetli hediyeler ödemiş ve 1000 kişilik bir Moğol kıtasının bir kışlık masraflarını da üzerine almıştı(189). Bu misaller yüksek devlet erkânı­ nın ne âzim bir servete sahip olduğunu göstermeğe kâfidir. Zenginlerin servetleri de büyük devlet adamları gibi ve devrin umumî seviyesine uygundu. Bivâyete göre Çankırılı Nusretüddin Çelebi çok zengin, hayır-sever bir insan idi; Çankırı ve havalisinde hizmetleri dokunuyordu. Moğol kargaşalığı dolayısiyle, X III üncü asır sonlarında, müsadereye uğrayan serveti 10.000 koyun, 700 at ve 500.000 dirhem nakde baliğ oluyordu, ki gayrı menkuller buna dahil değildi. Aynı devrede Harput kadısı Seyyid Mecdeddin’den 500.000 dirhem müsadere edilmişti. Yine Moğollar Aksaray’da Şeyh Hacı Hâmuş’un da, diğer mallarından başka, 12.000 sultanî (altun) nakdini gasbettiler(190). Yine Moğol devrinde asayişsizlik dolayısiyle Konya taciri Hoca Mecdeddin’in Konya-Antalya yolunda soyguna uğrayan kumaş yükleri 50.000 dirhem kıymetinde idi. Moğollar 1252 de Harran’dan Bağdad’a giden büyük bir kervanı bastılar; 300 yük şeker ve 100.000 altun aldılar ve insanları öldürdüler(191). Memlûk ve İlhanî imparatorlukları arasmda devam eden düşmanlık Anadolu ticâretini çok sarstı. Ermeniler de putperest Moğollar nâmına Anadolu-Suriye büyük kervan yolunu basıyorlardı. 1274 (673) senesinde Anadolu’dan Suriye’ye, Türkmen at ve katırları götüren, bir kervan Ermeniler tarafından Göynük’de soyulmuş; fesat bir çok memleketlere yayılmış ve Sultan Baybars’ın Kilikya’ya girmesine sebep olmuştur(192). Karamanlı isyanı esnasında 1276 da Kilikya’dan Ereğli’ye gelirken soyulan 80 kişilik bir Frenk kervanına dahil bir Hıristiyan tâcirden alman yalnız nakit 120.000 dinar (takriben bir buçuk milyon lira) miktarında idi183. Tokat’ta ölen Kadı Sadreddin’in 20.000 dinarlık serveti . ve 200 kitabı kalmıştı, Sivas’ta Kızıl Sarraf 15.000 dinarlık havâleyi bir defasında ödeyebiliyordu(194). Anadolu şehirlerinde Yahudi tâcirlerinin bulunması tabiî ise de bunlara dair bir bilgimiz yoktur. Yalnız Yahudi mahallelerinin bulunduğuna dair kayıtlar şehirlerde ticâret yaptıklarını gösterir. İslâm dünyasında umumiyetle bankerlik ve sarraflık Yahudilerin elinde olduğu halde Sivas’ta Kızıl ve Bayezid, Kırşehir’de Cemal(195) adlı sarrafların bulunması Türklerin bu para ticâretini ellerinde tuttuğuna delâlet eder. Yüksek tabaka ve zenginler hakkında verdi­ ğimiz malûmatın kıymetlendirilmesi ve umumî hayat seviyesinin anlaşı­labilmesi için orta ve küçük derecedeki halk veya memurların gelirlerine dâir de bâzı misallere ihtiyaç vardır. Bu hususta bize en sağlam bilgileri vakfiyeler vermektedir. Gerçekten bu münasebetle X III üncü asır ortlarmda Karatay kervansarayı orta, küçük memur ve müstahdem olarak vakıfların müşrif (müfettiş) ine yılda 500, nazıra (müdüre) 360, mescidin imamına 200, havâyiç (anbar) memuruna 200, misafirleri ve hayvanları idare edenlere 150 şer dirhem para ve her birine yıllık 24 mud buğday ödemekte; Sivas’ta Sâhip Fahreddin medrese ve imâretinde müderrise ayda 150 (ve ekmek tayını), mu’îd ve mimâra 50 şer, tahsildara 40, mü­ ezzine 25, kapıcıya 20 ve talebeye 10 dirhem maaş vermekte idi(196). Şehir halkının maddî durumları ve emlâki hakkında vakfiyelerde dikkate şayan kayıtlar vardır. Ev, han, hamam, dükkân, bağ ve bahçe sahibi bulunan bu emlâk sahipleri, toprak mülkiyeti devlete ait (mîrî) olduğu için, başka memleketlerde olduğu gibi, bazı hususî ve mahdut Şartlar dışında, büyük arâzi elde edemiyorlardı. Bununla beraber şehir ve kasabalar civârmda kanal, sarnıç veya dolaplarla sulanan bir hayli arazi, bağ, bahçe ve meyvelikler de sermayedarlar için bir yatırım sahası teşkil ediyordu. İktisadî durumu ve hayat seviyesini iyi tâyin edebilmek için bu verdiğimiz malûmata paranın iştira gücü ve rayici hakkında da, yaptığımız hesaplara ve elde ettiğimiz kayıtlara göre, bir kaç maddeyi eklemek faydalı olacaktır, el-’Omarî’ye göre beylikler zamanında iyi bir koyun 12 dirhem, bir ntî bal (takriben bir kilogram) 1/3 dirhem, Germiyan’da bir mud buğday (100-120 kilogram) on beş dirhem fiyatla satılı­ yordu. Beylikler devri dirhemleri Selçuk dirhemlerine nazaran daha dü­ şük olduğu gözönüne getirilirse bu fiyatları Selçuk devrine nazaran bir az daha azaltmak icap eder. Sivas’ta Rahat oğlu Kemaleddin, XIV üncü asır başlarında, oğlu Ömer beye yıllık yemek masrafı 540, kışlık ve yazlık elbiseleri için 500 dirhem, Ömer’in kızı Dilşâd’ın beş yaşına kadar yemek ve elbisesine yılda 400 ve on beş yaşma kadar da 1200 dirhem maaş tayin etmektedir197. Esasen Necmeddin Nahçivanî’nin vezirliği yıllık 720 dirheme kabul etmek istemesi de bu hesaplara uygun gelmekte ve paranın iştira gücünü göstermektedir. Bazı yer ve zamanlar müstesna on gümüş dirhem bir dinar altına tekabül ediyordu. Bu resmî ve edebi tâbirlere rağmen Osmanlılar gibi Türkiye Selçukluları ve Büyük Selçuklular zamanında da halk arasında dirheme Türkçe akça dinara da altun adı veriyorlardı. Bizanslılarm kullandıkları aspe in mânası da bu kelimenin Türkçeden tercüme edildiğini gösterir. Akça tâbirinin Orta Asya’da îslâmdan önce de mevcut olması ve Bizans’ta Selçuklulardan sonra gözükmesi aksi iddiaları tekzib eder. Selçuk Türkiyesi’nin bu zenginliği, bütün tahriplere rağmen, bize kadar intikâl eden âbidelerin mevcûdiyeti sebebini izah eder. Türkiye’­ nin bu devir Avrupa kaynaklarında efsanevî servetler diyarı gözükmesi hem Türkiye’nin durumu ile hem de Ortaçağ Avrupa’sının içinde bulunduğu geri şartlarla alâkalıdır. Gerçekten, esas bilgisini X III üncü asır ortalarına doğru Anadolu’da bulunan rahip Simon’dan alan, bu asır Fransız tarihçisi Vincent de Beauvais’nin bildirdiğine göre “Turquia” o kadar serveti bol ve zengin bir memlekettir, ki bir emîr, otlaklarda kalanlar hariç, kışın ahırına 10.000 at koyar. Sultanın üzerinde hükümdarın resmi bulunan Sultanî {soudans) altınları gümüşten büyük 10.000 kapta bulunur, ki her birinde bunlardan 10.000 tane (100.000.000 altın) vardır. Bu sultanî­ lerin gümüş olduğunu da söyleyenler vardır. Gümüş madenlerinde çalı­ şan işçilere günde üç ritl (rotees) yâni 3000 sultanî ücret ödenir. Böylecc sultanın günlük irâdı 400.000 hyperpere (altın) olup 570.000 mark kıymetindedir. Sivas şehri yanında demir maden ocakları, üç pirinç (bronz) madeni, Karahisar (Hars.ar) yakınında şap madenleri, Konya toprağında şimdi işletilmeyen lâcivert taşı ve memlekette tuz çıkarılan sekiz tuzla vardır. Sultan yılda madenlerden 200.000, sabun ve at ticâretinden 120.000, sulardan günde 1000 sultani (deniz yoluyla yapılan ithalât ve ihracât resmi) irâda sahiptir. Sultanın müstahkem Alâiyye (Candalor) kalesinde bulunan hâzinesi, meskûk, külçe, saf altın, kıymetli taşlar ve mücevherâtla doludur. Giyaseddiıı, 1245 senesinde, öldüğü zaman Tatarlarla Türkler muahede yaptılar. Bu suretle Türkler Tatarlara ve haracgüzar oldular. Muahedeye göre Türkler Tatarlara yılda 1.250.000 hyperpere para, yarısı ipek işlemeli 500 top kumaş, at ve deve, 5000 koyun ödüyor ve bunu kendi vasıtalariyle Mugan’a kadar naklediyorlardı, îzzeddin (Keykâvus) bir defasında on dört at yükü altın ve gümüş, 300 at yükü de ipek, iskarlât, saten, kıymetli taşlar ve diğer hediyeler götürdü. Türklerin vereceği yıllık hediyeler de bu miktara baliğ oluyordu. Bundan başka Tatar elçilerine yapılan masraflar da, iki yılda, 600.000 sultanî (hyperpere) tutmuştu. Türkiye Sultanı her birine yılda 1000 Bezans (Sultanî) verdiği 50.000 kişilik bir süvari kuvvetine maliktir. Orada koyun yününden başka nefis keçi yünü vardır, ki tüccarlar bundan Ingiltere ve Fransaya götürürler. Bu tarihçiden başka Marco Polo, Hayton, Joinville ve B. Pegolotti de Turguidnın zengin, gümüş, demir ve şap madenlerinin iyi ve bol olduğunu, ipek, kumaş ve halıları­nın çok meşhur, hayvanları, cins atları, hububat, meyve ve şaraplarının mebzul, bir kalenin ortasında (Alâive) altın yığını bulunduğunu söylemek suretiyle onu teyit ederler(198). Dikkate şayandır, ki hususî mahiyette olan bazı rivâyetler Selçuk kaynaklarında da nakledilmiş ve efsânevî gö­ zükenlerin dahî hakîkî olduğunu meydana koymuştur. Nitekim XI. Keykâvus Moğol kumandanı Baycu’ya yenilip Antalya’ya çekildiği zaman sarayda, sandıklar içinde, dedesi Keykubâd namına basılmış ve onun tarafından gömülmüş 100.000 gümüş ‘Alâî dirhem ile 10.000 kızıl altın bulmuş ve maiyetinin masraflarım onunla karşılamıştı. Esasen uzun zaman “hazinelerinin sandıkları Keykubâd altınlariyle dolu idi”(199). Bu kayıtlar Orta çağ Avrypasmda efsanele­ şen Türkiye servetlerinin bir realite olduğunu gösterir. Selçuk Türkiye’sinin İktisadî yükselişini gösteren en sağlam maddî bir delil de şüphesiz, devletin varidatına (vergilerine) ait rakamlardır. Hamdullah Kazvînî’ye göre Selçuklular zamanında Anadolu (Rûm) vilâyetleri vergi yekûnu 15.000.000 dinar (altın), Şarkî Anadolu ve Musul vilâyeti yekûnu 10.000.000 dinar, Ahlat bölgesi (Ermeniye) 2.000.000 dinar tutarken Moğal istilâsından sonra, İran’da olduğu gibi, Türkiye’de de husûle gelen tahribat ve İktisadî inhitat doiayısiyle bu rakamlar sıra ile 3.300.000, 1.900.000 ve 390.000 dinara düşmüştür(200) Bu rakamlara göre Türkiye hudutları dışında kalan Musul Vilâyeti’-nin bir kısım ile birlikte Selçuklulara ait Anadolu vergileri yekûnu 27.000.000 dinar (altun)a baliğ oluyor ve İlhâniler zamanında 1336 yılı­ na ait vergi defterlerine göre de bu vergiler 5.530.000 dinara düşmüş bulunuyordu. Türkmen Beyleri elinde bulunan Ucların bir kısmı ile henüz Bizanslılar idaresinde kalan bazı sahil bölgeleri ve Şarkî Karadeniz havzası bu yekûnlara dahil değildir. Bu hususlar nazarı itibara alnı- dığı takdirde Ortaçağ Anadolusu vergi yekûnu 30.000.000 dinar civarında, İlhanı devrinde de 7.000.000 dinar raddesinde bulunduğu anlaşılır(201). İbn Havkal X uncu asırda, Samanîler zamanında Maverâünnehr ve Horasan’ın vergilerinin 40.000.000 dirhem olduğunu müşahede ettiğini yazar(202). Bu rakamlar dikkate şayan olup X III. asır Türkiyesinin X. asırda medeniyeti, sanayi ve ticareti en yüksek bir derecede olan Türkistan ile güzel bir mukayese teşkil eder. Bu durum Şark Türk-İslâm ülkeleri gibi Anadolu’nun da Selçuklular devrinde ne derece yüksek bir seviyede olduğunu ve Moğol istilâsından sonra ne kadar inhitata düştüğünü açıkça gösterir. Durumun bu sarahatine rağmen Zeki Velidi Togan bir yandan Selçuk devrini ve bu devre ait rakamları bir kenara bırakmakta, öte yandan da Anadolu Sel­ çukluları üzerinde Moğol tahakkümü arttığı nisbette İlhânî hâzinesine ayrılan harâcm çoğalmasını Anadolu’nun bu devirde iktisadi ilerilemesine bir delil sanmaktadır. Fakat o Anadolu’nun İlhânî hâzinesine türlü tarihlerde ödediği meblâğları son 1336 tarihli defter yekûnu ile mukayese ederken de bu soıı yekûnun îlhânîler’e verilen para değil bütün Anadolu vergilerini teşkil ettiğine dikkat edememiş ve böylece çok yanlış hükümlere varmıştır(203). Kaynakların tafsilâtına ve izahına baş vurmaksızm dahi bu durum rakamların mahiyetini meydana koyar. Zeki Velidi’ye dayanan Fuad Köprülü de bu hükümlere iştirak etmiştir(204). Esasen Zeki Velidi Togan diğer eserlerinde de Moğol devrini Türk-îslâm tarihinde çok ileri bir dereceye çıkarırken çok mübalâğa etmiştir, ki bu husus aşağıda daha umumî esaslariyle gösterilecektir. Selçuk Türkiye’sine ait bu bütçe rakamlarını bazı çağdaş Avrupa memleketleri ile «karşılaştırmak hem çok alâka çekicidir ve hem de devrin daha iyi anla­ şılmasına yarayacaktır. Gerçekten meşhur iktisatçı Sombart’ın hesaplarına göre XIV üncü asır başlarında Fransa kır allığı bütçesi de 4.000.000 altın franga baliğ oluyordu.
Devamını Oku »

Türkiye Selçukluları, Müslüman ve Hıristiyan Halk



10. Türkiye Selçukluları, Müslüman ve Hıristiyan Halk

Gök-Türklerde, Karahanlılarda ve Büyük Selçuklularda olduğu gibi Anadolu Selçukluları ve Beyliklerde de, eski Türk siyasî hukuk ve anlayışına göre, devlet hanedanın müşterek malı sayılıyordu. Bu anlayış saltanat mücadelelerine..ve şehzâdelerin ayaklanmalarına sebep oluyordu. Devleti idaresinde birleştiren ve rakîblerini bertaraf eden kudretli bir hükümdarın ölümü, umumiyetle, evlâtları veya kardeşleri arasında bir taht kavgasına başlangıç oluyordu. Büyük evlâdın saltanat vârisi oldu­ğuna dair yaygın bir kanaat mevcut idiyse de bizzat hükümdarlar bile buna riâyet etmiyor; lâyık ve münasip görülen bir şehzâde veliahd ilân ediliyor ve merâsim yapılıyordu. Fakat, bu takdirde bile, onların irâdesi saltanat mücâdelelerini önlemeğe kâfi gelmiyordu.

Bununla beraber, Selçuklulara çağdaş veya onlardan sonra gelen Beyliklerden de ayrı olarak, Anadolu’da II. Kılıç Arslan’dan itibaren merkeziyetçi devlet anlayı­ şına doğru bir tekâmül göze çarpmaktadır. Esasen devleti hanedan azasınıiı müşterek malı sayan bu eski telâkkiye karşı husûle gelen bu tekâ­ mülden önce de Türkiye’nin, daha Selçuk devletinin kuruluşundan beri, feodal bünyesinde ciddî bir değişikliğin mevcut olduğunu ve Büyük Selçuklulardan farklı bir tekâmülün başladığım gösteren mühim bir hâ­ dise vardır. Gerçekten, Büyük Selçuklulardan ayrı olarak, Türkiye Sel­ çuklularında vilâyetler genişliğinde, hukukî ve İdarî muhtariyetle birlikte, siyasî hâkimiyeti parçalayan, büyük iktâlara aslâ müsaade edilmemiştir.

Bu sebeple Anadolu’da vilâyet ve mahallî askerlerin başında bulunan Sü-başı (Ser-leşker) lar büyük iktâlara ve kumanda ettikleri askerlere sahip değil âmir mevkiinde idiler. Onlar küçük iktâlara sahip ve o sâyede geçmen askerlerin sadece rütbece üstün ve kumandam olup ne bu askerlere ve ne de arazilerine temellük etmezlerdi. Türkmen kabilelerinin parçalanarak Anadolu’da dağılması feodal bünyenin bozulmasına ve küçük iktâ sisteminin yerleşmesine âmil oldu ve Osmanlı tımar idaresinin de esasını teşkil ederek X IX uncu asra kadar, tekâmül edip, yaşadı. Böylece Anadolu vilâyetlerine dağılan, toprak vergileri ile geçinen ve teçhiz edilen Selçuk askerleri vilâyet merkezlerinde oturan Subaşıların kumandasında Türkler (sipâhîîer) den terekküp ediyordu.

Alâaddin Keykubâd devrinde ve devletin en kudretli zamanında bu ordu 100.000 kişiye yükselmiş ve 12.000 ini merkezde (Melikşâh zamanında Büyük Selçuklu ordusu 400.000 ve merkez kuvveti 46.000 asker idi.) veya sultana bağlı muhafız kuvveti teşkil etmişti. Merkez ordusu sipahilerden farklı bir menşeden gelip küçük yaşta satın alınmış Türk veya esir edilmiş Hıristiyan çocuklarının payitahtda ve büyük şehirlerdeki köle mekteplerinde (gulâm-hâne) yetiştirilmesi ile vücuda geliyor ve bunlar arasında yüksek makamları işgal eden emirler çıkıyordu, ki Osmanlı devri Yeni-çeri teşkilâtının esası da bu idi. Bunlardan 'başka Anadolu Selçuklu devleti merkezinde Türk, Frank ve Gürcü ücretli askerlerinden mürekkep bir askerî kıt’a daha vardı(139). Selçuklular zamanında Anadolu’da vuku-bulan inkılâplardan biri de hususî toprak mülkiyeti, yerine devlet mülkiyeti (Mîrî) sisteminin tatbiki idi.

Filhakika Bizanslılar idaresinde Anadolu’da geniş topraklara sahip bulunan bir arazi aristokrasisi teşekkül etmiş; halk da ya topraksız veya toprak esiri (serf) köylüler haline gelmişti. Türk idaresiyle bu topraksız köylüler hürriyete ve toprağa kavuşmuş; eski Türk göçebe teamülüne ve îslâmın fetih hukukuna dayanan Selçuk sultanları bütün memleketi devlet mülkiyeti haline soktuktan sonra çiftçilere ancak işleyebildikleri miktarda bir toprağa tasarruf hakkı tanımışlar ve babadan evlâda intikal eden bu idare sayesinde topraksız kimse bırakmamışlar; göçebelerin ve yerlilerin iskânını sağlamışlar ve bu suretle de ziraî istihsali arttırmışlar; İçtimaî nizâmı kurmuşlar ve Anadolu’nun Türkleşmesine hizmet etmişlerdi. Selçuklular tarafından kurulan ve Osmanlılar devrinde devam eden bu mîrî toprak sistemi sayesindedir, ki Avrupa’da ve Asya’da, X X . asra kadar, mevcut bulunan toprak aristokrasisi ve topraksız halk kitleleri Türk idaresinde vücut bulmamış ve Türkiye başka memleketlerden farklı bir İçtimaî ahenk ve nizâma sâhip olmuştur(140).

İlk Türk istilâsı, Bizanslılar ve Haçlılarla savaşlar, X I inci asır son­larından X II. asır ortalarında kadar, Anadolu’da büyük tahribata ve bir çok yerlerin boşalmasına, istihsal ve vergilerin müthiş bir şekilde düşmesine sebep oldu. Bu devrede Türklerin çoğu henüz göçebe olduğu için de Selçuk devleti yerli halka ve çiftçilere muhtaç bulunuyordu. Bu sebeple Selçuk hükümdarları bu halkları himayeden başka işgâl ettikleri bölgelerden kendi devlet hudutları içine hıristiyanları kitle halinde tehcir ve iskân edip istihsali arttırmağa ve memleketlerini imâra çalışıyorlardı. Gerçekten I. Mes’ûd, II. Kılıç Arslan, I. Gıyâseddin Keyhusrev, Dânişmendli Yağı-basan ve Artuklu hükümdarları 10.000 den 70,000 kişiye varan halkları kendi bölgelerine nakl ve iskân etmişlerdir. Kılıç Arslan’m bir oğlu Ankara meliki Muhiddin Mes’ûd Kastamonu havâlisinde fethettiği Dadybra’dan(141)

Hıristiyanları çıkarıp oraya Türkleri yerleştirirken diğer oğlu Gîyâseddin Keyhusrev de, 1196 da, işgâl ettiği Menderes havzasından Hıristiyan bir halkı Akşehir bölgesine sürüp iskân ediyordu. Selçukluların ziraat ve iskân siyâseti bakımından bu hâdiseler çok güzel bir misal olarak nakle değer. Filhakika Keyhusrev sürgün ettiği bu kalabalık halkı beşer bin kişilik gruplara ayırmış; bunları ailelerine ve memleketlerine göre defterlere yazdırmış; onlara Bizans ve Haçlı muharebelerinde ıssızlaşan Akşehir bölgesinde köyler, evler, çift âletleri, tohumluk dağıtarak iskân etmiş ve bu muhacırları bir kaç yıl da vergiden muaf tutmuştu.

Sultan bu köylülere memleketlerine dönmek hakkım da tanıdığı halde Hıristiyanlar bu yeni vatanlarından memnun kalmış ve hattâ onlara imrenen ve Bizans idaresinde ezilen başka köylüler de Sel­çuk hâkimiyetine girmişti. Böyle bir tehcir ve iskân münasebetiyle Artuklu hükümdarı Kara Arslan’ın: “Biz bu tehcir ettiğimiz insanları esir yapacak değiliz. Bunları köylere nakl ve iskân edeceğiz; onlar da çiftliklerinde bizim için çalışacaklar” yâni istihsal yapıp vergi ödeyecekler şeklindeki sözleri bu siyâsetin başka bir güzel örneğidir(142).

İlk istilâ devrinde Türkleri yağmacı ve yıkıcı olarak tasvir eden Hıristiyan müelliflerinin bu buhran devresi geçtikten sonra Hıristiyanlara karşı adaletleri, şefkatleri dolayısiyle Selçukluları ve diğer Anadolu hükümdarlarını hayrete şayan medhiyelerle tanıtmalarının sebebi dinî ve malî tazyiklerinden ve Selçukluların da dinî müsamaha ve iyi idarelerinden bahsederek daha ziyade Türklere mahsus bu anlayış ve siyâsetin Anadolu’da çok dikkate şayan misallerini de verirler. Meselâ XI. Kılıç Arslan bir yandan İslâmın büyük gâzîlerinden sayılırken öte yandan Malatya Süryanî patriği Mihaele gönderdiği bir mektupta Bizans’a karşı kazandığı zaferlerin patriğin duaları sayesinde olduğunu belirtecek kadar geniş bir anlayış ve dostluk göstermiştir.

II. Gıyâseddın Keyhusrev’in evlendiği Gürcü, melikesinin (prensesisin) Konya sarayına, kendisine mensup papaz ve mukaddes eşya ile gelmesi ve hattâ rivâyete göre Müslüman oluncaya kadar kendisine sarayda bir ibâdethâne (chapelle) ayrılması Selçuk Türkiyesinde din hürriyeti ve müsamaha hakkında tarihte görülmemiş misallerden biridir. Selçuk sultanlarının huzurlarında türlü dinlere mensup âlimler arasında dinî ve fikrî münakaşalar yapılıyordu.

Gerçekten Türkler Orta-Asya’da, Uygur ve Hazar devletleri hâkimiyetlerinde, Şamanî, Budist, Manihaist, Hıristiyan, Müslüman ve Musevi cemaatlerini nasıl birlik ve ahenk içerisinde yaşatmışlarsa yeni fethettikleri Anadolu’da da türlü din ve mezhep mensuplarını aynı müsâmaha ve huzûr içinde idare etmişlerdi. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve Yunus Emre gibi büyük mutasavviflerin geniş bir din anlayışı ve insanlık görüşü ile meydana çıkmaları ve türlü din ve mezhep mensuplarının Mevlânâ’nın etrafında toplanması ve yükselmesi Selçuk Türkiyesine mahsus bu İçtimaî ve kültürel muhitin tabiî bir neticesi idi. Muhiddin Arabî derin, geniş veya bazan vuzuhsuz fikirlerinden dolayı başka ülkelerde tekfire uğradığı halde Konya’da en yüksek itibarı görmüş ve fikirleri Türk mutasavvifleri üzerinde derin tesirler yapmış; Bedrüddin Simâvî de Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerden mürekkep müritleri toplamış ve sosyalist fikir ve hareketlere sebep olmuş­ tur, ki bunlar Selçuk Türkiye’sinin bünyesiyle ilgili idi(143).

Anadolu’da Müslüman Türkler ile Hıristiyan yerliler arasında mevcut bulunan âhenk Moğol istilâsiyle de bozulmamış ve meselâ bu sebeple bir ara hükümetsiz kalan Malatya’nın müslüman ve hıristiyan halkı, aralarında sadakat yemini yaparak, müşterek bir idare kurmuşlar ve şehrin patriğini başlarına geçirmişlerdi.(144)Bununla beraber Moğol devrinde, bir müddet, Anadolu Türkler Mısır-Suriye Türk sultanlarına ve bilhassa büyük mücâhid Baybars’a temayül eylediği ve Şamanı Moğollar da Hıristiyan halka imtiyazlı bir muamele yaptıkları için bu ahenkte bir sarsıntı başlamış ve Ermenilerin bazı taş­ kınlıkları olmuştur(145). Gazan Han’ın, îslâmiyeti kabulü üzerine, mukabele başlamış; Moğol puthâneleri ile birlikte Tebriz, Musul, Bağdad ve başka yerlerde bulunan kilise ve havralar tahribe uğramış ve nihayet Gazan şiddetli cezalarla bu hareketi durdurmuştur(146).

Bununla beraber Anadolu’da böyle bir tepki müşahede edilmemiş; bu suretle Moğalların Îslâmiyeti kabûl etmeleri ile bu siyâset ve hâdiseler de durmuş ve tekrar eski durum hüküm sürmüştür. Diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de, Hazreti Ömer’in koyduğu esaslara göre, gayri-müslimler (zimmîler)e mahsus ayırıcı kıyafet ve yasaklara rastlanmaması ve hattâ, geniş düşüncesine rağmen, Muhiddin Arabi’nin îzzeddin Keykâvus’a bu hususta yazdığı bir mektubun bile tesir etmemesi kayda şayandır(147). Anadulu’da böyle bir durum sâdece valiliği esnasında Mehdilik sıfatını kazanan İlhanı noyan (emır)ı Timür-taş zamanında (1317-1327) husule gelmiş ve zimmîlerin hususî kıyafetleri mecburî kılınmıştır. Bundan dolayı Sel­çuk Türkiyesinde hıristiyan halkın mevcudiyeti devam etmiştir.

Selçuk devri kaynakları ve hususiyle vakfiyeleri en fazla türkleşen Orta Anadolu’da, Konya ve Kayseri vilâyetlerinde, mühim bir hıristiyan nüfusun ya­şadığını göstermektedir. Nitekim bir Selçuk vekâyi-nâmesi “Rûm kanunlarının en büyük faslı cizyedir” ifadesiyle X III üncü asır sonlarında hı­ ristiyanlarca ödenen vergilerin büyük bir yekûn tuttuğunu belirtir(148). Bununla beraber Ankara, Kırşehir, Yozgat Çorum, Kastamonu, Çankırı ve Eskişehir vilâyetleri Türk muhaceretinin tekâsüf ettiği, ilk Türkmenlere yurt ve otlak vazifesi gördüğü ve esasen Bizans devrinde de az meskûn bulunan bu havâlinin yerli halkı, ilk istilâ önünde, yerlerini terk ederek garba doğru çekildikleri için bu vilâyetler kesif bir şekilde türkleşmişti. X II ve X III üncü asır vakıf kayıtları da bu hususu açıkça göstermekte ve yer adları tamamiyle türkleşmiş bulunmaktadır.

Nitekim II. Kılıç Arslan zamanında, 1173 yılında, çok az hıristiyan bulunduğu ve bu sebeple de geçim sıkıntısı çektiği için, Ankara metrepolit’i İstanbul Synode meclisine başvurarak buradan Amasra piskoposluğu gibi küçük bir yere tâyinini istemesi bu durumu güzelce ifade eder(149). Orta-Anadolu dışında kalan bölgelerde daha fazla bir hıristiyan halk yaşamakta idi. Lâkin. X III üncü asır zarfında Uçlarda yığılan ve hususiyle Moğol istilâsı önünde dalgalar halinde kaçıp sahillere yayılan Türkmenler, Anadolu beylikleri zamanında, bu Uc bölglerini de çok sür’atli ve kesif bir şekilde türkleştirdi. Öyle ki bu sâhil bölgelerinde Orta-Anadolu’ya nisbetle dahi çok daha az bir hıristiyan halk kaldı.

Bu sebepledir, ki Anadolu X II inci asır ortasından beri Garb kaynaklarında hep “Turquia, Turkia” (Türk-eli) adiyle kaydedilir. Halbuki ilk haçlı kaynakları bu ülkeyi henüz “Romanla” (Roma ülkesi) ismiyle anıyorlardı(150). Türkler Anadolu’ya gelmeden bir asır önce İslâmiyeti kabûl etmekle beraber, ekseriyeti göçebe olduğu için, bu hayatın icabı bu dini sathı şekilde benimsemişler ve îslâm cilâsı altında bir çok eski Şamanî yaşayış ve inanışlarını devam ettirmişlerdi. Nitekim Haçllar zamanında henüz Şamanı an’anesine göre ölülerini silâhları ile gömen Türklere rastlanmış­tır. Hattâ Anadolu’da Selçuklu sultan ve vezirlerinin cesetlerinin, X III üncü asırda bile, mumyalı olarak gömüldükleri de kayda savandır(151).

X III üncü asır ortalarında peygamberlik iddiasiyle ortaya çıkan Baba İshak Resûl (V. de Beauvais’de bu isim Paperissole olmuştur), Barak Baba, Sarı-Saltuk gibi Türkmen babaları Müslüman şeyhlerinden fazla eski Şaman (Kam) ların hüviyetinde gözüküyorlardı. Bu sebeple de şehirli müslümanlarla göçebeler arasında tezat husûle gelmiş; Şaman îlik bazı Türk tarikatlerine girmiş; evvelce de mevcut olmakla beraber, müzik ve Semâ’ (raks) daha yaygın dinî bir vecd unsuru olmuştur(152).

Selçuk devleti, bir yandan eski bir hıristiyan ülkesinde kurulduğu, öte yandan da nüfusun ekseriyetini teşkil eden göçebe Türkmenler henüz sathî bir surette İslâmlaştığı için, Anadolu’da İslâm din ve kültürünü kuvvetlendirmek maksadiyle çok büyük gayretler sarfetmiş; sultanlar Şarktan âlimler, hukukçular, tabipler, şâirler ve sanatkârlar getirtmişler; onlara medreseler, zâviyeler ve hastahâneler tahsis etmişlerdi. II. Kılıç Arslan Aksaray şehrini inşa edip orasını kendisi için askerî bir üs haline getirirken Azerbaycan’dan celbettiği âlim, şeyh, sanatkâr ve tâcirlere, sarayının etrafında, câmi, medrese, zâviye, kervansaray ve çarşılar bina etmiş idi. Bu hüviyetini muhafaza etmesi maksadiyle de şehre hıristiyan ve kötü insanların girmesine müsaade etmemişti.

Bu hususiyeti dolayısiyle, bu devir Anadolu şehirlerinin kendilerine mahsus unvanları arasında, Aksaray’a da Dâr uz-zafer unvanı verilmiştir(153). Esasen Selçuk sultanlarının bu gayretleri yanında İslâm dünyasının Şark ülkelerinden, bu hudut bölgesinde îslâmiyeti kuvvetlendirmek gayesiyle, pek çok din adamı da kendiliğinden geliyordu. Hele Moğol istilâsı göçebe Türkmenlerden başka pek çok ilim ve din adamı, tüccar, çiftçi ve san’atkâr şehirli unsurların da Türkiye’ye gelmesine sebep oldu. Selçuk sultanları Anadalu’da yeni bir şehir ve bölgeyi fethettikleri zaman, ilk iş olarak, orada câmi, medrese ve zâviye inşa ediyor; tüccarları, din adamlarım ve Türk nüfusunu bu yerlerde yerleştiriyorlardı. Sofular ve dervişler uclarda toplanarak hem Türkmenleri daha sağlam İslâmlaştırıyor ve hem de gazâ ruhunu canlandırıyorlardı. Bu suretle Anadolu nüfusuyle ve kültürü ile İslâmlaşıyor, fetih hâdisesi mânen de ikmâl ediliyordu.

Bu inkisaf sâyesinde, X III ve X IV . asırlarda, artık Türkiye’de yetişen âlimler de başka îslâm ülkelerine gidip ilmî faaliyetlerde bulunuyorlardı. İslâm kaynaklan Konya, Akşehir, Ilgın, Aksaray, Ankara, Kayseri, Sivas, Divriği, Malatya, Harput, Amid, Erzen, Bayburt, Ahlat, Mardin, Dunaysar, Meyyâfarkın, Hms-Keyfa, Siird, Aym tâb... şehirlerine mensup bir çok Türk âlimlerine dair malûmat verirler. '

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Sultan Alp Arslan Hakkında Genel Bir Değerlendirme



Sultan Alp Arslan’ın Türk Tarihi’nin en önemli şahsiyetlerinden biri olduğu herkesin kabulüdür. Kaynakların ifadesiyle ahlâk sa­hibi, mert, mütedeyyin, adil, merhametli, yoksulları koruyan, azametli, insaf sahibi, güçlü, heybetli, siyaset bilir, uyanık, hasım yıkan, düşman yenen, ülkeler fetheden iyi bir asker olduğu kay­dedilen Sultan Alp Arslan'ın bu özelliklerine ek olarak dindar ve eğitim sever özelliklerini de eklemek gerekir. Fizikî özellikleri hakkında da iri yarı (uzun boylu), uzun sakallı, kabul günlerinde taht üzerinde çok heybetli ve azametli, tahtının önüne gelen her elçiyi korkuya sürükleyen biri şeklinde bilgiler mevcuttur. Ba­şına uzun külah giyen Sultan Alp Arslanın külahı ile sakalının ucu arasındaki mesafe iki gez(1) olarak kaydededilir. Ok atarken sakalını düğümler, onu gören herkes heybetinden ürkerdi. Bu özellikleri unvan ve lakaplarına da yansımıştı.(2)

Sultan Alp Arslanın başarısı henüz çocuk sayılabileceği bir dönemden itibaren babası Çağrı Bey gibi iyi bir asker, Nizâmül- mülk gibi önemli bir idareci ve devlet adamının elinde yetişmiş olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla yaşadıklarının ve aldığı eğitimin şahsiyeti üzerindeki etkisi bütün hayatına yansı­mıştır. Sultan Tuğrul Bey in çocuğunun olmaması, Çağrı Bey in, oğlu Alp Arslanı Selçuklu tahtının en büyük adayı olarak ye­tiştirmesini sağlamıştır. Çocuk sayılabilecek yaştan itibaren ordu yönetmeye başlaması, kazanmış olduğu başarılar, ayrıca ok ve yayı elinden düşürmeyerek onlarsız hiçbir yere gitmediği şeklin­deki bilgi de iyi bir asker olarak yetişmiş olduğunun kanıtı gibidir.

Bununla birlikte henüz melikliği döneminde gerçekleştirdiği ba­ğımsız askerî faaliyetler ve 1062 yılında Tuğrul Bey in öldüğü haberleri ile Reye doğru harekete geçmesi, kendisini Selçuklu tahtı için hazırlamakta olduğunu gösteren delillerdir. Ayrıca Çağrı Bey’in ölümünden sonra hiçbir muhalefetle karşılaşmadan Horasan a hâkim olması da sahip olduğu gücü göstermektedir.

Sultan Alp Arslanın iyi asker olduğu tartışılmaz bir konu ol­makla birlikte vermiş olduğu bazı kararları da tartışmakta fayda vardır. Özellikle Berîd (istihbarat) teşkilâtının kurulmasına karşı takındığı muhalif tavır, neredeyse ağabeyi Kavurd’un isyanının başarıya ulaşarak hükümdarlığını kaybetmesine neden olabile­cek türden bir gelişmeye sebebiyet vermiştir. Yine de meliklik dönemindeki başarıları, hatta Kutalmış’ı bertaraf etmesi bir yana Malazgirt Savaşı başlı başına önemli bir askerî başarı ola­rak değerlendirilmelidir. Savaştan önce komutanlarını toplayarak onlara hitabı ve askerlerine yaptığı konuşma ordudaki herkesin savaşma isteğini üst dereceye çıkaran bir husustur.

Ayrıca savaş sırasında hükümdar gibi değil sıradan bir asker gibi savaşması da zaferin kazanılmasında büyük rol oynamıştır. Nitekim Bizanslı müellif Mikhail Psellos(3) bunu destekler mahiyette, “Sultanın zaferlerinden çoğu onun liderlik vasıflarından kaynaklanıyordu. Romanos bu başarılarda Sultanın etkili olduğunu söyleyen kişilere inanmak istemiyordu. Gerçekte barış yapmak istemiyordu.” diye­rek Alp Arslan ın liderlik vasıflarını över. Ayrıca Haleb’i kısa sü­rede alabilecek durumdayken bunu geciktirmesi onun taktiksel düşünce dünyasına iyi bir örnek mahiyetindedir. Nitekim o, Ha­leb’in kısa sürede alınabileceğini Bizans’a göstermek istememiş, savaşarak zarar vermek suretiyle zayıflattığı şehri Bizans’ın hedefi haline getirmekten endişe etmiştir.(4)

Sultan Alp Arslan’ın adil ve iyiliksever bir hükümdar görüntü­sü çizdiği görülmektedir. O, her Ramazan ayında Merv, Herat, Belh ve Nîşâbûr’da 1000 altın sadaka dağıtır, bu miktar kendisinin Ramazan ayını geçirdiği şehirde 10 bin dinara çıkardı. Sultan Alp Arslan, Merv şehrinde el-Harrâîn (*) olarak adlandırılan fakirleri gördüğünde hallerine acıyarak ağlayabilecek yapıda bi­ridir. Günde elli koyun kestirerek fakirlere dağıtmış olduğuna dair kayıt da bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki, İbnul-Adîm(5) onun lakabını “Adilun-nûr'' olarak kaydeder. Bununla birlikte yine İbnul-Adîm,(6) bu lakaba ters düşer mahiyette Alp Arslanın gençlik döneminde yaşadığı bir olayı nakleder.

Ibnul-Adîm, bir taraftan Ramazan ayında 15 bin dinar sadaka dağıtan, ülkede kayıt altına aldırdığı fakir fukaraya maaş ve tahsisat bağlayan, onun za­manında devlet eliyle hiçbir şekilde cinayet ve müsadere gerçekleş­tirilmeyen, halkın ödemesi gereken haraç dışında başka bir ödeme yapılmasına izin vermeyen, üstelik bu haracı da iki taksitle alan bir hükümdar görüntüsü çizerken, diğer taraftan bu yapıdaki Sultan Alp Arslan’ı savunma ihtiyacı hissederek gerçekleştirmiş olduğunu kaydettiği fiili “delikanlılık heyecanıyla” yaptığını kaydeder. Sultan Alp Arslanın ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra kaleme alınan bir eserde onun adil ve iyiliksever tavırlarının övülmesi, yanlış ol­duğu belirtilen bir yanlışından dolayı savunuluyor olması, ne ka­dar önemli bir hükümdar olduğunu da kanıtlar mahiyettedir.(7)

Bununla birlikte eğitim seferberliği olarak başlatılan Nizâmiye Medreseleri’nin inşa süreci de onun iyiliksever kişiliğini gösteren diğer bir örnektir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Sultan Alp Arslan, Nîşâbur da bulunduğu sırada üstü başı perişan halde bir mescidin önünde bekleşen fukara grubunun kim olduğunu sormuş, Nizâmülmülk de, Onlar ilim arayanlardır.” cevabını vermişti. Sultan Alp Arslan, onların barınmaları için bir yer inşa edilmesi hususunda talep edilen izne olumlu cevap verdiği gibi bu tarz mekânların bütün ülkeye yaygınlaştırılmasını emretmişti. Bu sebeple Sultan Alp Arslanın halkından uzak bir yönetim sergilemediğini, açlara, fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine destek verdiğini söylemek yerinde bir tespit olacaktır.(8)

Selçuklu Tarihi ile ilgilenen herkes, Vezir Nizâmülmülk’ün devlet yönetimindeki etkisinin farkındadır. Ancak onun kazan­mış olduğu büyük gücün Sultan Alp Arslan döneminde az bile olsa gerçekleşmiş olduğunu söylemek zor görünmektedir. İkili arasındaki münasebeti klasik hükümdar-vezir münasebeti olarak görmek gerekir. Kısaca Nizâmülmülk, Sultan Alp Arslanın ver­diği kadar yetkilidir ve yetkilerini bu ölçüde kullanır. Hatta Alp Arslan’dan korktuğunu kendisi de ifade eder.

Nizâmülmülk aley­hine yazılmış olan bir notu namaz kıldığı yerde bulan Sultan Alp Arslan, vezirini çağırarak ona, “Bu kâğıdı al, oku. Eğer yazdıkları doğru ise halini, ahlakını ıslah et. Eğer yalan söylüyorlarsa onları affet, kendilerini divan işlerinden bir iş vermekle meşgul et, ta ki onlar da böyle iftira ve bühtan (kara çalma) ile uğraşmaktan el çek­sinler.” demişti.(9) Bu sayede iyi bir yöneticilik örneği sergileyerek bir taraftan vezirine olan güvenini beyan etmiş diğer taraftan da onu kontrol altında tuttuğunu göstermiştir.

Sultan Alp Arslan aynı zamanda hoşgörü sahibi bir hüküm­dardır. Nitekim Selçuklu hanedanı Hanefî Mezhebi’ne mensup­ken, veziri Nizâmülmülk taassup derecesinde Şafiî’dir. Hatta Nizâmülmülk, Siyâsetnâme(10) adlı eserinde Sultan Alp Arslanın mezhebine olan bağlılığını, “.. .Sultan-ı Şehit kendi mezhebinde o kadar katı ve dürüst idi ki, 'Eğer vezirim Şâfiî mezhebinden olmasaydı daha kuvvetli siyasetçi ve daha heybetli olurdu dediğini defalarca duydum. Kendi mezhebinde pek ciddi olması, Şâfiî mezhebinde olmayı bir ayıp sayması sebebiyle ben ondan daima endişeli idim ve korkardım.” şeklinde nakleder.

Buna rağmen Sultan Alp Arslan, medreselerin kuruluş amaçlarından biri olan Fâtımîler ile olan fikrî mücadeleyi de düşünerek Nizâmiye Med- reseleri’nin Şâfiî kaidelerine uygun şekilde eğitim vermesine izin vermiş ve Nizâmülmülk’ü görevinde tutmakta bir sakınca görmemiştir. Bununla birlikte Tuğrul Bey tarafından Sultani­ye Medresesinin inşasıyla birlikte başlanan Hanefî kaidelerine uygun eğitim veren medrese düşüncesi Sultan Alp Arslan dö­neminde de devam ettirilmiş, hilafet merkezi olan Bağdad’da Nizâmiye Medresesi açılmadan önce Azamiye Medresesi inşa ettirilerek eğitim hayatına başlamıştır. Bu durum sanılanın ak­sine Selçuklu hanedan mensuplarının Şâfiî Mezhebi’ne sınırsız bir hareket sahası tanımadığı, hatta iki mezhep arasında denge politikası güttüğünü gösteren en önemli delil durumundadır.

Sultan Alp Arslanın esir ettiği Romanos Diogenes’e davranı­şının da ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Hem Islâm hem de Bi­zans kaynakları sultanın tavrını güzel ifadelerle naklederler. Sul­tan Alp Arslan, Romanos Diogenes’i hükümdarlara yaraşır bir şekilde ağırlamıştır. Onu kucaklamış, fiziksel bir eziyete uğrama­yacağını beyan etmiş, senin başına gelen bir gün benim başıma da gelebilir diyerek kedere kapılmamasını öğütlemiştir. Hatta esir imparatorun huzuruna getirilmesi sırasında haciplerin ta­kındığı sert tutumu, “Bırakın, bugünü görmesi ona kâfidir.” diye­rek engellemesi Sultan Alp Arslan m kişiliğini anlama hususunda hayli önem taşır. Nitekim yine imparatora söylediği, “İyi bahtım birgün tersine döner mi, diye kaygılanmayan kişi, basiretsizdir.”sözü mevcut durumu ne kadar iyi tahlil ettiğini göstermektedir.

Nitekim Sultan Alp Arslanın imparatora bir esir gibi davran­ması zaferinin büyüklüğüne katkı yapmayacağı gibi, aksi du­rum da zaferi gölgelemez. Bu nedenledir ki, Sultan Alp Arslan Romanos Diogenes’e misafir bir hükümdar gibi davranmış,(11) içinde bulunduğu durumda zaten kötü bir ruh halinde olan onu daha fazla üzmeyerek insanca bir tavır takınmıştır.(12) Za­ten bu sebepledir ki, sadece Islâm kaynaklarının değil Ioannes Zonaras’ın(13) da kabul ettiği gibi, “Sultan, imparatorun tutsak edildiğini öğrendiğinde doğal olduğu üzere sevindi, ama kibirle­necek kadar şiçinmedi. Adı Aksan (Alp Arslan) idi. Adil olması ve alçakgönüllülüğü üzerine pek çok söz dillerde geziyordu.” denil­mek suretiyle büyük bir hükümdar olarak anılmayı başarmıştır.

Sultan Alp Arslan döneminde Tuğrul Bey in tam manasıyla gerçekleştiremediği bazı düzenlemeler de tamamlanmış, devlet yönetim organizasyonu anlamında büyük ilerleme kaydedil­miştir. Nizâmiye Medreseleri’nin kurulması bu organizasyonun önemli bir dönüm noktasıdır. Bununla birlikte yolların güvenli­ğinin sağlanması sayesinde ticaretin artması sağlanmış ve devle­tin gelirlerinde büyük artış olmuştur. Bu durum basılan dinarla­rın ayarı ve fazlalılığında kendini göstermiş, kaydedilen zenginlik şehirlerin genişlemesi ve güzelleştirilmesine de yansımıştır, öyle ki, Sultan Alp Arslan bir bina yapılmasını emrettiğinde o binanın görkemli ve yüksek olmasını, ayrıca mevki olarak da şehrin en değerli ve ışık gören bölgesine inşa edilmesini istiyordu. Bunun sebebini de, “Bu eserlerimiz himmetimizin yüksekliğine ve serve­timizin çokluğuna delâlet eder.” diyerek izah etmişti.

Halka karşı kendisinin gösterdiği olumlu tavrı, askerlerinin de göstermesini istemiş, onların da halka zulmetmesine izin vermemiştir. Adil, güçlü, iyi bir asker ve yönetici olması itaati de beraberinde ge­tirmişti. Nitekim İbnul-Adîm,(14) Alp Arslanın henüz tahta çık­madan önce hâkim bulunduğu Horasan’a huzur getirdiğini ve fitne kılıçlarının kınına girdiğini kaydeder. Bu sayede de azameti artmış, memleket düzene girerek adaleti dört bir yana yayılmış­tı. Bu özellikleri yanında güzel ahlâkı, anlaşmalara olan sadakati diğer hükümdarlar tarafından duyulunca başlangıçta ona karşı çıkan pek çok hükümdar daha sonra kendisine boyun eğmekten başka çare bulamamıştır. Sultan Alp Arslan, başardıkları ve ger­çekleştirdikleri sebebiyle “Sultanu-l-âlem” unvanıyla anılmıştır.(15)

Kaynak:Cihan Piyadeoğlu – Sultan Alp Arslan,Kronik yay.syf:230-236

Dipnotlar:

(1)-İran’da kullanılan ve ilk zamanlarda 46,2 santimetreye karşılık gelen uzunluk birimi, bkz. Mehmet Erkal, “Arşın”, DİA, III, 412.

(2)- Zahîrüddîn Nîşâbûrî, s. 21; Sadreddîn el-Hüseynî, s. 38; Râvendî, I, 115, 120; Ibnul-Esîr, X, 79; Îbnul-Adîm, Bugyetut-taleby s. 11; Reşîdüddîn, s. 110; İbn Kesîr, XII, 228; Şebânkâreî, s. 100; Mîrhând, s. 88. Sultan Alp Arslan, Adudu’d-devle, Ebuş-şüca ve Ani’in fethinden sonra Abbasî Halifesi Kaim Biemrilâh tarafından kendisine verilmiş olan Ebu’l-Feth lakaplarını kul­lanmıştır. bkz. Merçil, Hükümdarlık Alâmetleri, s. 38-39.

(3) Mikhail Psellos, s. 229.

(4)-İbnül Esir,X,79;İbnü'l Adim,s.11-12-15;Ahmed b.Mahmud,s.116.

(5)-Bugyetü’t-taleb, s. 5.

(6)- Bugyetü’t-taleb, s. 22. İbnul-Adîm’in naklettiği bilgi şu şekildedir: “...Alp Arslan b. Davud çocuk iken ava çıkmıştı. O, yolda zayıf bir ihtiyar gördü. İhtiyar (topladığı) dikenleri başının üstüne yüklemiş, onları taşımaktan bir hayli acı ve ıstırap çekmiş ve iyice yorulmuştu. Alp Arslan ona: ‘Ey ihtiyar, onun da ‘Buyur demesi üzerine Alp Arslan, ‘Bu düşkün ve yaşlı halinde çekti­ğin bu sıkıntı ve yorgunluktan seni kurtarmamı ister misinV dedi. Alp Arslanın kendisini bu sıkıntıdan kurtaracak bir şey yapacağını ya da yardım edeceğini sanan diken taşıyan ihtiyar: ‘Peki, isterim Efendimizi dedi. Bunun üzerine Alp Arslan, ihtiyara bir ok atıp onu olduğu yerde öldürdü.”

(7)- Hüseynî, s. 21, 38; İbnu 1-Adîm, Bugyetut-taleb, s. 22; Bundârî, s. 48; İb­nul-Esîr, X, 79; İbn Kesîr, XII, 228. Ayrıca bkz. Piyadeoğlu, Horasan, s. 112.

(8)- Kazvînî, Âsârü'l-bilâd, II, 186; Kisâî, Medâris-i Nizâmiye, s. 69; Gerâylî, Nîşâbur, s. 112; Lockhart, Persian Cities, s. 83; Piyadeoğlu, Horasan, s. 221-222.

(9)- İbnu 1-Esîr, X, 79-80; Ibnu 1-Adîm, Bugyetut-taleb, s. 22; İbn Kesir, XII, 228.

(10)- Siyâsetnâme, s. 69. Sultan Alp Arslan vezirinden farklı olarak çevresinde Ha­nefi mezhebine mensup âlimleri bulundurduğu, hatta bunlardan biri olan Ebû Nasr Muhammed b. Abdülmelik el-Buhârî’nin arkasında namaz kıldığı bilin­mektedir, bkz. Turan, Türkiye, s. 22; Ocak, Dini Siyaset, s. 63; Seyfullah Kara, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, İstanbul 2007, s. 171.

(11)- Ioannes Zonaras (s. 137), Sultan Alp Arslan’ın esir düşen Romanos Dioge­nes’e davranışlarını şu şekilde nakleder: “...Onu kucakladı ve ona şöyle dedi:

\Kedere kapılma imparator. Çünkü insanlığın halleri böyledir. Bana gelince; ben sana bir tutsağa davranıldığı gibi değil, bir hükümdara davranıldığı gibi davranacağım.’ Hemen ona bir çadır hükümdara özgü maiyet (muhafız ve hizmetkarlar) verilsin diye buyurdu. Onu sofrada kendi yanı başına oturttu ve imparator tutsaklardan kimi istiyorsa onları serbest bıraktu

(12)- Sultan Alp Arslan’ın Romanos Diogenes’e olan davranışı pek çok kaynakta geniş şekliyle nakledilmiştir. Bu hususta bkz. Mikhael Attaleiates, s. 167 vd.; Ioannes Zonaras, s. 137-138; Nikephoros Bryennios, s. 56-37. İslâm kaynak­larının verdiği bilgiler için ayrıca bkz. Sümer-Sevim, Islâm Kaynaklarına Göre, s. 1-73. Reşîdüddîn Fazlullah (s. 119), birkaç gün Alp Arslan’ın meclisinde kalan Romanos Diogenes’in sarhoşken üzgün ve yorgun olarak sultana, uEğer padişah isen bağışla, kasap isen öldür, tüccar isen sat.” dediğini kaydeder.

(13)- Tarihlerin özeti, s. 137.

(14)- Bugyetü’t-taleb, s. 13

(15)- Süryani Mihail, Vakainame, çev. H. D. Andreasyan, TTK'da Basılmamış çe­viri, 1944, s. 27; Ibnul-Esîr, X, 79-80; Bundârî, s. 48; Sıbt Îbnul-Cevzî, s, 140; Ahmed b. Mahmûd, s, 117-118. Sıbt îbnu l-Cevzî (aynı yer), Sultan Alp Arslanın Şıra/ ile Isfahan arasında attan düştüğünü, bu olayı Hemedâtülaki kötü davranışlarına yorarak halka yüklenen vergileri kaldırdığını nakleder.



Devamını Oku »

Mezhep Çatışmalarına Selçuklu Çözümü




Selçuklular 11. yüzyılda Afrika dışında bütün İslam dünyasına ve Anadolu’ya hâkim olarak siyasî birliği büyük ölçüde sağlamışlardı. Ancak çözülmesi gereken büyük bir problem daha vardı: Şia tehdidi ve mezhep çatışmaları.

10. asırda kurulan ve kısa sürede Kahire’yi, hatta Filistin’i ele geçiren Şia mezhebinin İsmailî koluna mensup Fatimîler Sünnî İslam dünyası için ciddi bir tehditti. Bu tehdit karşısında Müslümanlar mezhep taassubuyla hareket ederek iyice parçalanmışlardı. Hanbelî, Eş’arî, Mu’tezilî, Kerrâmî mezheplerinden her biri diğerini küfre nispet edecek kadar ileri gidiyordu. En küçük bir itham tarafları silahlı çatışmanın eşiğine getiriyor, birbirlerini öldürmelerine yol açıyordu.

İslam dünyasında siyasî birliği sağlamaya çalışan Selçuklular bir yandan da bu problemle mücadele etmek zorundaydılar. Sultan Alparslan döneminden (1063-72) itibaren medreseler, kütüphaneler ve zaviyeler kurarak bir ilim ve kültür ordusu meydana getirdiler. Askerî ve siyasî kudretlerini yükseltirken birlik ve beraberliği de güçlendirmeye çalıştılar.

Abbasî iktidarını yıkmak için faaliyet gösteren Bâtıniler veya aşırı Şiî gruplar dışındaki mezhepler arası gerginliklere taraf olmamayı tercih eden Selçuklu Sultanları, bazen de sosyal düzeni korumak ve çatışmaları yatıştırmak amacıyla uzlaştırıcı roller üstlendiler. Mesela Sultan Melikşah, Eş’arî-Hanbelî gerilimi yüzünden Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nin Şafiî müderrisi Ebu İshak Şirazî’ye gönderdiği mektupta medresenin bir mezhebi korumak için değil, bilimi himaye etmek ve yükseltmek gayesiyle kurulduğunu söylemiş; mezhepler arasında herhangi bir ayrılık siyaseti gütmediklerini belirtmişti.

Türkistan’ın önemli bir parçası olan Hârizm, yetiştirdiği büyük âlimlerle Selçuklular devrinde fikrî yönden son derece gelişmişti. Mutezile mezhebi bölgede oldukça yaygındı. Fahreddîn Râzî (1149-1209) Hârizm’in merkezi Gürgenç’e gittiği zaman burada ilmî münazaraların ve Mutezile mezhebinin yaygın olmasına hayret eder. Buhara’ya varınca da münazaralarda bulunmuş; kalabalık halkın itikadî ve kelamî sorularını cevaplamıştı. Moğol istilasından sonra da Harezm halkı Mutezile mezhebine bağlılığını devam ettirdi.

Eş’arî - Hanbelî çatışması

Tuğrul Bey’in saltanatı sırasında (1040-63) veziri Amidü’l-mülk, Sultanın mezhepler arasındaki felsefî farklara yabancı olmasından faydalanarak Eş’arîleri kayırmaya kalkıştı. Bu mezhebin rakiplerini bertaraf etmek için bir mücadeleye girişti. Bu yüzden de işinden oldu ve yerine Nizâmü’l-mülk getirildi. Fakat Eş’arîler ve Hanbelîler arasındaki gerginlik bir süre daha devam edecekti.

İmam Kuşeyrî’nin oğlu Ebu Nasr 1077’de Hacdan dönerken Bağdat’a uğrayıp Nizâmiye Medresesi’nde vaazlar verdi. Eş’arîlerin üstünlüğünü dile getirirken Hanbelîleri dar görüşlülükle itham ediyordu. Ayrıca Yahudilerin maddî menfaat karşılığında da olsa, İslamiyeti kabul etmelerini memnuniyetle karşılıyordu. Bu tenkitleri duyan taassup ehli Hanbelîler galeyana gelerek Eş’arîlere saldırdılar. Yahudi mühtedileri de “rüşvetin Müslümanı” diye alay konusu yaptılar.

Vaziyeti öğrenen Nizâmü’l-mülk medrese müderrisi Ebu İshak Şirazî’ye mektup yazarak Sultanın ve kendisinin mezhepler arası bir ayrım siyaseti gütmediklerini; Nizâmiye’nin sadece ilmin korunması, yükselmesi gayesiyle açıldığını beyan etti. Ahmed bin Hanbel’in de imamlar arasında bulunduğunu hatırlattı.

Selçuklular bu problemi çözmek amacıyla bütün vaizleri divanda toplantıya çağırarak, hitaplarında mezhepler arası gerginlikleri tırmandıracak konulardan uzak durmaları hususunda uyardılar. 1080’de bu durum sıkı bir disiplin altına alındı. Ayrıca çatışmaların yoğun olduğu yerlerde, mesela Esterâbâd’da kadının (hâkimin) izni olmadan kimsenin vaaz vermesine müsaade edilmedi.

Nizâmü’l-mülk 1082’de Mağrib’den gelen, Şâfiî ve Eş’arî olan Ebu’l-Kasım el-Bekrî’yi maaşlı olarak Bağdat’a gönderdi. Vaazlarında Ahmed bin Hanbel’i övmesi fakat Hanbelîleri eleştirmesi Hanbelîleri kızdırmıştı haliyle. Bu yüzden Kadı Abdullah Dâmeganî’nin evini ilmî toplantı esnasında basıp kitaplarını yağmaladılar. Bu gerginlik yüzünden Halife, Ebu İshak Şirâzî ile Ebu Bekir Şaşî’yi, Sultan Melikşah’a gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede saygıyla karşılanıyor, kendilerine muazzam bir ilgi gösteriliyordu. Sultan Melikşah ve Nizâmü’l-mülk huzurunda, onlarla devrin büyük âlimlerinden İmamü’l-Harameyn Ebu’l-Ma’âlî Cüveynî arasında cereyan eden müzakere ve münazaralardan sonra bütün istekleri kabul edildi. Nizâmiye’de Eş’arîlik hakkındaki vaazlarına müsaade edilirken herhangi bir tatsızlığın çıkmasını engellemek amacıyla medresenin kapılarına muhafızlar yerleştirildi.

Bu şekilde devlet bir taraftan çatışmaları engelleyerek sosyal düzeni korumaya çalışıyor, diğer taraftan fikir hürriyetinin korunmasını sağlıyordu.

Alevîlere özel medrese

Selçuklular ılımlı Şiîlere karşı da ayrımcı bir siyaset izlemediler. Seyyidleri, şerifleri himâyelerine alarak Şiîlere medreseler inşa ettirdiler. Böylece Halifelere küfretmeyen mutedil (ılımlı) Şiîler, Alevî bir müellifin ifadesiyle, “Cihâna hâkim Selçuklular” sayesinde tam bir hürriyet ve himâyeye mazhar oldular. Bu dönemde Suriye, Halep, Kûfe, Kum, Kâşan, Mazendaran, Taberistan, Gürgân, Dıhistan ve hatta Sünnî İslamın merkezi Bağdat Şiîlerin yoğunluk oluşturdukları yerlerdendi. Selçuklu sultanları ve beyleri büyük Şiî imamlarının türbelerini tamir ettirip ayin ve merasimlerine katıldılar. Ilımlı Şiîler ile diğer mezhepler arasında ara sıra gerginlik çıksa da bunlar sosyal ve siyasî düzen içinde çözülüyordu.

1165’de Şiî Abdü’l-Celîl Kazvinî tarafından yazılan Kitâbü’n-Nakz adlı eser bu konuda çok önemli bir bilgiler sunuyor.

Bazen aşırı Şiî ve Bâtınîlerin propagandaları mutedil Şiîleri de etkiliyordu. Çünkü Mısır Fâtımîlerinin gönderdiği dâîler ifsat ve kışkırtma gayretlerinden geri kalmıyorlardı. Yine Sultan Melikşah devrin en kudretli emirlerinden Artuk Bey’i 1078’de Bahreyn’e gönderdi. Görevi, orada kök salmış Karmatîleri cezalandırmaktı. Karmatîler, Sâsânî İran’ında ki dinlerden Mazdekizmin fikirlerinden etkilenerek mal varlığını ve zenginliği paylaşmayı hedefleyen, şahsî sermayeyi reddeden -bir nevi modern dönemdeki komünizme benzeyen- fikirler etrafında bir sistem kurmuşlardı.

Basra’da Mısır’dan gelen ve Karmatîlerden etkilenen bir şahıs Mehdîlik iddiasında bulunmuştu. 1090’da 10 bin kişilik bir kuvvet oluşturdu ve Basra’yı yağmalayarak ateşe verdi. İslamın ilk vakıf kütüphanesi bu yangında yok olmuş, Melikşah’ın yaptırdığı su kanalları da tahrip edilmişti. Selçukluların Bağdat şahnesi (askerî vali) Gevher Âyin isyancıları ortadan kaldırdı; yalancı Mehdi’yi Sultan Melikşah’a gönderdi. Sözde Mehdi yaptıklarının bedelini Bağdat’ta asılarak ödeyecekti.Bağdat’ta 1081’de gizli bir cemiyete yapılan baskın Bâtınî faaliyetleri anlamak bakımından dikkate şayandır.

İbnü’l-Resulî fütüvvet hakkında bir eser yazarak onun faydalarını izah etmişti. Abdülkadir el-Hâşimî adlı kişi de “Feteyân kâtibi” unvanıyla beraber kurdukları cemiyeti idare ediyor; aza topluyor ve onlara menşur veriyordu. Ayrıca davet amacıyla toplantılar tertip ederek beldelere mektuplar gönderiyordu. Bunların Bâtınî olup Şiî halifesi namına davette bulundukları ve terk edilmiş bir mescidi toplantı yeri yaptıkları öğrenilince halk tarafından ihbar edildiler. Baskın sırasında reisleri yakalandı.

Ele geçen vesikalar akidelerini, Batınî olduklarını ve siyasî emellerini açıkça ortaya koymuştu.

Sonuç olarak, mezhep kavgaları İslam dünyasına hiçbir yarar sağlamadığı gibi Müslüman halkların gelişmesini de yavaşlatmıştı. Öte yandan farklı mezheplerin varlığı fikri tartışmaların artmasına ve entelektüel düzeyin yükselmesine yol açıyordu. Ancak bu tartışmalar taassubun esiri olunca yıkıcı neticeler doğuracaktı.

İşte Selçuklular tesis ettikleri kültürel ve iktisadî kurumlarla bu çatışmayı engellemeyi hedeflediler. Bu çabalar sayesinde 12. yüzyılın başlarında mezhep kavgaları azalmış, 13. yüzyılda ise neredeyse yok denecek seviyeye inmişti.

Muharrem Kesik
Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Derin Tarih Dergisi 2017 Şubat
Devamını Oku »