Selçuklular ve Bâtınîler



5. Selçuklular ve Bâtınîler

Selçukluların siyasî kudretlerine, ilmî ve kültürel gayretlerine rağmen yine de bu Şi’î faaliyetlerin eksik olmaması müfrit Şi’î (Gulâti-şî’a) ve Bâtınîlerin cemiyet bünyesinde ne derece işlemeğe çalıştığını ve nasıl siyasî fırsatları beklediklerini göstermektedir. Fakat Selçuklular tarihinde müfrit Şi’î adı’ altında vukubulan yıkıcı hareketler arasında en mühimini, şüphesiz Haşan Sabbâh tarafından kurulan Bâtınî (İsmâ’ilî) teşkilâtı idi.

Hasan Sabbâh Sasanîler zamanında îran’ı alt-üst eden komünist Mazdak mensuplarının îslâm devrinde Hurremî, Karmatî ve şâir adlar altında zuhur eden fırkaların bir devamı olup îslâmiyeti, İçtimaî ve siyasî nizamı yıkinak gâyesini güdüyordu. Melikşâh’ın cihân hâkimiyeti teşebbüsü sırasında meydana çıkan Haşan Şabbâh mutedil Şi’î hüviyetiyle gö­ zükmekte ve sadece İmame t (Halifelik) meselesi ile meşgul oldu­ğunu iddia etmekte, fakat Kur’anın b â t ı n î mânası (Bâtınîlik tâbir; buradan gelir) üzerinde durarak onu ve îslâmiyeti tahribe çalışmakta idi. Nizâm ül-mülk eserinde Melikşâh’a tavsiyelerde bulunurken Tuğrul beg ve Alp Arslan’m islâmiyete yaptığı hizmetleri anlattıktan sonra(22) Haşan Sabbâh ve Bâtınîler hakkında: “Selçuk devletine ve hususiyle Cihân’ın efendisine (Melikşâh’a) yaptığım hizmetler malûmdur.

Her devirde ve ülkede hükümdarlara karşı âsiler çıkmıştır. Lâkin hiç bir Râfizî mezhebi Batiniler kadar meş ’um olamaz. Zirâ onların gayesi îslamiyeti ve bu devleti fesada vermektir; kulaklarını ve gözlerini bir sesin çıkmasına ve bir hâdisenin zuhuruna dikmişlerdir, ilk fırsatta ve felâkette kulübelerinden fırlayacak olan bu köpekler Râfizî mezheplerini yayacaklar ve her şeyi yıkacaklardır.

Bu sahtekârlar müslümanlık iddiasında görünürler; lâkin hiç bir düşman Muhammed’in dini ve sultanın devleti için onlar kadar tehlikeli ve korkunç değildir. Ben öldükten sonra büyük ve mümtaz insanları kuyulara attıkları, davul sesleriyle kulakları çınlattıkları ve sırlarını açığa vurdukları zaman bu sözlerim hatırlanacak ve bu felaket gününde sultan bütün bu söylediklerimde haklı olduğumu görecektir,, ifadeleri ile kuvvetli imanını ve isabetli görüşlerini meydana koymuş ve söyledikleri aynen vukubularak bir defa daha büyük bir insan olduğunu isbat etmiştir(23).

Filhakika bu büyük devlet adamı bizzat Batınîlerin kurbanı olarak gittikden sonra Selçuk devleti ve Islâm dünyası da onların fedaîleriyle dehşet verici çinâyetlere şahit olmuş; bir çok büyük âlim, emîr, kumandan, hükümdar ve halife Bâtınîler tarafından hançerlenmiştir. Bunların başında bulunan Haşan Sabbâh Mısır Şi’î Halifesi Mustansır’ı ziyaretten ve bir çok maceralar geçirdikten sonra kurduğu gizli teşkilâtı 1087 yılında faaliyete geçirmiş; 1090 yılında da Kazvin havalisinde ele geçirdiği Alamût kalesinde yerleşmiştir. Bâtınîlerin ilk cinâyetleri Sâve’de bir mü­ezzini elde etmeğe çalışmak ve onu öldürmekle başlar(24).

Bu hâdiseyi çıkaran Bâtınî fedaîleri şehrin şahnesi tarafından yakalandıktan sonra Melikşâh’ın Haşan Sabbâh’a yazdığı ihtar mektubu ve cevabı bize kadar gelmiştir. Gerçekten Selçuklu sultanı bu mektubunda Bâtınî reisine (Şeyh ut-cabele) yeni bir din kurduğunu, bazı dağlı câhil halkı iğfal ettiğini/ İslâm halifelerine ve Abbasîlere dil uzattığını söyleyerek kendisini takbih eylemekte, bu dalâletten vaz geçip îslamiyete dönmesini, aksi takdirde kalenin yerle bir edileceğini ve kendilerinin de temizleneceğini buyurmaktadır.

Hasan Sabbâh, cevabında hürmetkâr bir dil ile başlamakla ve müslüman bulunduğunu iddia eylemekle beraber, Abbasî halifelerinin haksızlıklarını ve fenalıklarını saymak, Fâtımîlerin gerçek halife olduklarını ileri sürmek suretiyle cüretini gösterdikten sonra sultanı Abbasîler ve Nizâm ül-mülk aleyhinde kışkırtmakta ve aksi takdirde başka birisinin zuhûr edip bu dinî vazifeyi başaracağını söyliyerek sultanı da tehdide yeltenmektedir(25). Melikşâh’ın elçisi Haşan Sabbâh’a gidince, rivâyete göre, Haşan Sabbâh, uyuşturucu maddeler (haşhaş) ile dimağlarını bozduğu fedaîlerine bıçakla veya kaleden kendilerini atmak suretiyle, intihar emrini veriyor; elçiye de sultana bunlardan emrinde 20,000 kişinin bulunduğunu bildirmesini söylüyor ve gerçekten de bu manzaranın hikâyesi Melikşah’ı hayrete düşürüyordu(26).

Selçuk sultanı Haşan Sabbâh ve Bâtınîlerin bu cüretini görünce, 1092 de emîr Arslan-taş kumandasında bir kuvveti onlara karşı gönderdi. Mayıs ayında Alamût’u kuşatan Selçuk beyi Eylül’de bozguna uğradı. Aynı zamanda Kuhistan Bâtınîlerine karşı Horasan askeri ile gönderilen Kızıl-sarığ da ciddî bir temizliğe girişti ise de Nizâmül - mülk ve Melikşâh’ın ölümleri istenilen neticenin alınmasına imkân vermedi(27). Melikşâh’ın ölümünden sonra patlak veren siyasî buhran ve Haçlı larla başlayan savaşlar, Bâtınılerin kuvvetlenmesine ve fesadlarını genişletmelerine.-yaradı. Her tarafa gönderdikleri dâ’î ve fedaîlerle teşkilâtlarını yaymağa ve mühim devlet adamlarım, kumandanları ve âlimleri öldürmeğe giriştiler; ajanlarını devlet mekanizması içine, hattâ saraylara ve evlere kadar sızdırıp her tarafı şüphe ve korkuya saldılar. Nizâmül-mülk’ün görüşleri çıkıyor, mümtaz insanlar imha ediliyordu. Aleyhlerinde konuşmaktan korkan din ve deflet adamları bu sefer umumî efkârın şüpheleri altında eziliyorlardı. Melikşâh’ın İsfahan dağında sarp bir yerde inşa etmiş olduğu Şâh-diz kalesini, 1099 da ele geçirdiler. Horasan ve Huzistan’da da bazı kalelere yerleşerek ticâret ve hac kervanlarını açıktan basmağa ve soymağa başladılar; bazı îranlı devlet adamlarını da gizli müttefik yaptılar.

Büyük Emîr Çavlı, Kirman hükümdarı ve nihayet Sultan Berkyaruk onlara karşı harekete geçerek pek çok Bâtınî öldürdüler. Cemiyet içinde şüphe ve korku o dereceye varmıştı ki, cinâyetlerini daha fazla Sultan Mehmed Tapar’ın ülkelerinde işledikleri için Sultan Berkya-ruk’un düşmanları onu bile Bâtınî temayülünde göstermeğe çalışıyorlardı. Bugün komünizmin kurduğu yeraltı faaliyetleri ile ilgili teşekküllerin yarattığı buhrana benzer bir psikoloji cemiyeti sarmıştı. Haçlıların geli­ şinden faydalanarak Suriye’de yerleşme imkânı buldular ve katillerini icraya devam ettiler. Nihâvend’de meydana çıkan ve câhil köylüleri iğfal eden bir yalancı peygamber de imhâ edildikten sonra Sultan Tapar Bâtınîlere karşı bir cihâda girişti. Selçuk sultanı Tapar 1107 de Şâh-diz kalesini tahrip ve Bâtınîleri katletti.

Ele geçen vesikalar vezir Sa’d ül-mülk’ün onlarla münasebetini meydana koyunca idam edildi. Bu kaledeki Bâtınîlerin reisi Abdülmelik ‘Attâş’ın kaledeki saray uşaklarına muallimlik etmek, saray kızlarına kadın eşyası ve elbise götürmek ve muhafızları elde etmek suretiyle işe baş­laması Bâtınîlerin metodlarını göstermek bakımından mühimdir(28). Bâtınî­lere karşı kazanılan bu zafer İslâm dünyasında büyük bir sevinç yarattı. Sultan Mehmed’in tuğrasını taşıyan uzun bir fetih-nâme her tarafa gönderilerek minberlerde okutuldu ve halka ilân edildi(29). Bu, uzun müddet bir cinâyet yuvası haline gelen, kalenin ve Bâtınîlerin nasıl bir ehemmiyet taşıdığını göstermektedir. Bu sebeple Attâş’ın başı Bağdad’a gönderildi. Bu zamanda Horasan Meliki bulunan Sancar da Horasan Bâtınîlerini imhâya girişti.(30)

Bununla beraber Haşan Sabbâh ve Alamût Bâtınîleri yerlerinde duruyordu. Bu muvaffakiyetlerden sonra Sultan Mehmed Bâtınîlerin kö­künü kazımak maksadıyle veziri, Nizâm ül-mülk’ün oğlu, Ahmed ile Emîr Çavlı’yı bunlar üzerine sevk etti. Çavlı, 1109 da, kaleyi kuşatarak pek çok Bâtınî öldürdü. Lâkin kış basınca çekildi. İntikam almağa girişen fedaî­ler bu sırada Sultan ile birlikte Bağdad’a gelen vezirini bıçakladılar(31). Bu seferin muvaffakiyetsizliğe uğraması Bâtınîlerin cüretlerini ve ci~ ııâyetlerini arttırmağa sebep oldu. Bu münasebetle Sultan Atabeg Şîr-gîr, Karaca, Gündoğdu,il-kavşut ve Bozan gibi meşhur kumandanlar idaresinde mühim bir orduyu Alamût ve diğer kalelere karşı gönderdi. 1117 de başlayan muhasaranın sonuna kadar devam etmesi ve ordunun orada kışlaması için köşkler ve barakalar inşâ edildi; erzak ve teçhizat yığıldı; kalenin dışarı ile irtibatı kesildi; Bâtınîlerin artık açlıktan yok veya teslim olmaları mukadder iken sultanın İsfahan’da, 1118 de, ölümü seferin muvaffakiyetine mâni oldu. Şîr-gîr’e haber vermeden diğer kuvvetlerin çekilmesi onun askerlerinin kayıplara uğramasına âmil oldu.

Bu sebeple ordunun 2.000,000 dinar kıymetindeki ağırlıkları Bâtınîlerin ellerine geç­ti. İmâdeddin’in ifadesine göre, bu durum vezir Ebülkasım Dergezînî’nin gizlice Ismâ’ilîlerle münasebeti ve onlara müzaheretiyle ilgilidir. Yâkut da Dergezin halkının hep Mezdekî mülhidler olduğunu söyler(32). Bu suretle Haşan Sabbâh ve Alamût Batınîleri kurtularak fesat ve cinayetlerine devam ettiler. Sultan Sancar Horasan Bâtınîlerini imha etti ve 521 de 10.000 kişi Öldürdü(33) ise de Alamût ile uğraşmağa fırsat bulamadı ve burasını Irak Selçuklularına bıraktı. Onlar da saltanat kavgalariyle çok meşgul bulunduklarından bu havalide, Suriye’de, Musul ve Diyarbekir taraflarında Türk-İslâm büyüklerine karşı suikasdlarını yürüttü­ler. İsmâilılerden Celâleddin Haşan (1210-1221) Bâtınîliği terk edip Celâleddin Nev-müslüman adiyle îslâmiyete girdi ve müslüman devletlerle de münasebetlere geçti(34), ise de son bakiyeleri Hulagu’nun Alamût’u zabtına kadar devam etti.

Bâtınîlere Haşişiyyûn (Haşşâşîn) adı, haş­ haş (afyon) kullanmaları ve bu sebeple kolayca cinâyet işlemeleri dolayısiyle verilmişti. Haçlılar vasıtasiyle Avrupaya intikal eden ve garp dillerinde kanlı, katil mânasında kullanılan “assassin” kelimesi ve müştakları Bâtınîlerin hüviyetlerini ve ne derece korkunç olduklarını gösteren en güzel vesikalardan biridir. Kaynakların Haşan Sabbâh hakkındaki bazı kayıtları ve Melikşâh ile mektuplaşmaları üzerinde fazla şüpheci davranıldığına da işaret etmek yerindedir.(35)

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde Din ve Mezhepler



4. Selçuklu Devrinde Din ve Mezhepler

Selçuklular, Afrika dışında, bütün îslâm dünyasına ve fethedilen Anadolu’ya hâkim olarak siyasî birliği kurdular. Tesis edilen medreseler, kü­tüphaneler, zâviyeler ve bunlara, mensuplarına yapılan vakıflar sayesinde bir ilim ve kültür ordusu da vücuda getirerek askerî ve siyasî kudretlerini yükselttiler; İslâmın ve kendi devletlerinin iç ve dış düşmanlarını bertaraf ettiler. Bununla beraber müfrit Şi’îlerle Sünnîler arasında oldu­ ğu gibi Sünnî mezhepler arasında da bazı gerginlikler devam etmiştir. Tuğrul bey’in zamanında veziri ‘Amîd ül-mülk, sultanın mezhepler arasındaki felsefî esaslara yabancı bulunmasından faydalanarak, Aş’ arîlere karşı, daha ziyâde siyasî rakiplerini bertaraf etmek gayesiyle, giriştiği mücâdele onun azli ve Nizâm ül-mülk’ün yerine gelişi ile nihayet buldu(12).

Fakat bir müddet sonra da gerginlik Aş’arîler ve Hanbelîler arasında devam etmiştir. Filhakika İmam Kuşayri’nin oğlu Ebû Nasr, 1077 (469) de, Hac’dan dönerken Bağdad’a uğrayıp Nizamiye’de vaazlar veriyor; Aş’arîlerin üstünlüğünü, Hanbelîlerin dar düşüncelerini ve tecsime vardıklarını izah ediyor; Yahudilerin, maddî menfaat mukabilinde de olsa, îslâm olmalarım memnuniyetle karşılıyordu. Bu tenkitlere dayanamıyan mutaassıb Hanbelîler bu Yahudi mühtedileri “rüşvetin müslümanı” diye alay mevzuu yapıyor ve Aş’arîlere saldırıp adam öldürüyorlardı. Vaziyeti öğrenen Nizâm ül-mülk Nizamiye müderrisi Ebu İshak Şirazî’ye mektup yazarak sultanın ve kendisinin bir mezhebi himâye ve mezhebler arası bir tefrik siyâseti gütmediklerini, Nizâmiye’nin sadece ilmin korunması ve yükselme­si gayesiyle açıldığını, Ahmed bin Hanbel’in de imamlar arasında bulunduğunu hatırlattı ve bu münasebetle de Halifenin veziri Fahr üd-devle, 1078 de, azledildi.

Bu durum karşısında bütün vaizler dîvânda toplanarak vaazlarında usûl ve mezheplere girişilmemesi kararlaştırıldı ve 1080 de bu husus bir disipline alındı(13). Mezheb ihtilâflarının bulunduğu baş­ka yerlerde ve meselâ Esterâbâd’da da kadının izni olmadıkça kimsenin vaazına müsaade edilmiyor ve böylece devlet mezhep mücâdelelerini Önlüyordu(14). 1082 (475) yılında Mağrip’den gelen, mezhep itibariyle de Şâfiî ve Aş’arî olan, Ebülkasım el-Bekrî Nizâm ül-mülk tarafından kendisine maaş bağlanarak Bağdad’a gönderildi. O, vaazlarında Ahmed bin Hanbel’i medh, fakat Hanbelîleri zem ediyordu. Bu da Hanbelîleri kışkırtmış ve kadı Abdullah Damganinin evi bir ilmî münakaşa esnasında basılmış ve kitapları yağma edilmiştir.

Bu gerginliğin devamı dolayısiyle Halife, Ebu îshak Şirâzî ile Ebu Bekir Şaşî’yi Melikşâh’a gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede tâzimle karşılanıyor ve teberrüken rikâblarına el sürüyorlardı. Sultan Melikşâh ve veziri Nizâm ül-mülk huzurunda onlarla İmam ül-Haremeyn Ebuî-Ma‘âlî Cüveynî arasında cereyan eden müzakere ve münazaralardan sonra bütün fikir ve istekleri kabûl edildi. Nizâmiye’de Aş’arîlik hakkında vaazlarına müsaade edildi ve bir hâdisenin önlenmesi için de medresenin kapılarına Türk muhafızları kondu(15).

Böylece devlet, İçtimaî nizâm ile birlikte fikir ve din hürriyetini temine çalışıyordu. Selçuklular Sünnî mezhepler arasında olduğu gibi mutedil Şi’îlere karşı da bir tefrik siyâseti takip etmiyor; seyyidleri, şerifleri himâyesinde bulunduruyor; Alevîlere hankâh ve hattâ medreseler inşâ ediyorlardı. Böylece Halifelere küfretmeyen mutedil Şi’îler, Alevî bir müellifin ifâdesiyle, “Cihâna hâkim Gâzi Türkler” sayesinde tam bir hürriyet ve himayeye mazhar idiler. Bu devirde Suriye, Halep, Küfe, Kum, Kaşan, Mazandaran, Taberistan, Gürgan, Dehistan ve hattâ Sünnî hilâfet merkezi Bağdad Şiîlerin kesafet teşkil ettikleri yerler idi. Sel­ çuk sultanları ve beyleri büyük Şiî imamlarının türbelerin ziyaret ve inşâ ediyorlar; âyîn ve merasimlerinde bulunuyorlardı.

Bu mutedil Şiîler ile diğer mezhepler arasında da, ara-sıra, gerginlik ve mücadeleler baş gösteriyor; fakat bu kadan İçtimaî ve siyasî nizâm için bir mesele teşkil etmiyordu. 1165 (560) de Şi’î Abd ül-Celil Kazvinî tarafından yazılan Kitab un-Nakz adlı eser bu hususta çok mühim yeni malzeme vermektedir(16). Müfrit Şi’î ve Bâtınî faaliyetleri bu mutedil Şi’îler arasında tesir icra ediyor ve câhil halk iğfal ediliyordu. Mısır Fatımîlerinin gönderdiği dâ’î veya propagandacılar ifsad ve kışkırtma gayretlerinden geri kalmıyorlardı. Melikşâh Artuk beyi, 1078 de, Bahreyn’e göndererek orada kökleşmiş bulunan Karmatîlefi tenkil etmişti(17). Fakat bu muhit yine de Bâtınî faaliyetlerine elverişli idi. Mısır’dan gelen bir kimse Basra taraflarında Karmatî zemini üzerinde Mehdilik iddiasiyle meydana çıkmış ve 10.000 kişilik bir kuvvet teşkil ederek 1090 (483) senesinde Basra şehrini yağma etmiş ,ve yangına vermişti. İslâmın ilk vakıf kütüphanesi bu yangında yok olmuş; Melikşâh’ın yaptırmış olduğu su tesisleri ve kanallar da tahrip edilmişti.

Bağdad şahnesi Gevher Âyîn âsileri temizledi; yalancı Mehdi’yi Melikşâh’a gönderdi ve Bağdad’ta halkın hakaretleri arasında asıldı(18). Bağdad’da, 1081 (473) de, basılan gizli bir cemiyet Bâtınî faaliyetleri bakımından daha dikkate şabandır. İbn al-Resûlî ve Abdülkadir al-Hâşimî adlı iki kişiden birincisi Futuvvat hakkında bir eser yazarak onun faide ve faziletlerini izah ediyor; İkincisi de “Feteyân kâtibi” unvaniyle cemiyeti idare ediyor, âza topluyor ve onlara menşur veriyordu. Bunlar toplantılar tertip ederek her beldeye ve Medine’de Mısır hadımına mektuplar gönderip bu yeni tarikate davetler yapıyordu. Bunların Bâtını olup Şi’î halifesi nâmına dâvette bulundukları ve metrûk bir mescidi, toplantı yeri yaptıkları dîvâna (hükümete) ihbar edilince oraya zabıta kuvvetleri bir baskında bulundu. Reisleri yakalandı; diğerleri kaçtı.

Ele geçen vesikalar akidelerini, Bâtınî olduklarını ve siyasî emellerini meydana koyuyordu. Bu durum sabit olunca aleyhlerinde bir fetvâ da çıkarıldı(19). Abbasî Halifesi Nâsır li-dinillah (1180-1225) tarafından, kurulan Futuvvet teşkilâtı Sünnî esaslara dayanmakla, Bâtınîlere, Mısır Şiî Hilâfetinin yıkıcı teşkilâtınane siyasî rakiplerine karşı tesis edilmekle beraber yine' de o menşeden gelen unsurları ihtiva ediyordu. Bu sebeple devrin bazı âlimleri bu tesisin aleyhinde fetvâ çıkarmışlardı. Fakat halife de mukabil bir fetvâ ile kurduğu ve devrin hükümdarlarını içine aldığı bu teş­kilâtı müdafaa etmiş ve onunla siyasî mevkiini kuvvetlendirmeğe çalış­mıştır(20). Bununla beraber Futuvvet teşkilâtı asıl Selçuk Türkiyesinde yerleşmiş; Türk İçtimaî, İktisadî ve buhranlı zamanlarda da siyasî hayatında büyük bir mevki işgâl etmiş ve bilâhare Osmanlı esnaf teşekküllerinin de esası olmuştur(21).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde Atabeglik ve Hatunların Siyasî Rolü



3. Atabeglik ve Hatunların Siyasî Rolü

Selçuklularla birlikte îslâm dünyasına gelen ve onlardan Gaznelilere, Gürcülere ve daha sonraki devletlere intikal eden müesseselerden biri de Atabeglik müessesesi idi. Devlet hânedan mensuplarının müşterek malı olduğundan şehzâdeler daha küçük yaşlarda eyâletlere Melik olarak gönderiliyor; kendilerini yetiştirmek ve işlerini idare etmek üzere onlara birer Ata-beg tâyin ediliyordu. Şehzâdeler büyüdükten sonra da onların veziri, kumandanı veya müsteşarı olarak kalan bu Atabegler(4) şehzâdelerin devlet adamı olarak yetişmelerinde ne kadar faydalı olmuşlarsa onları sultanlığa veya hâkimiyetlerini genişletmeğe kış­kırtmak ve o sayede kendi mevkilerini yükseltmek maksadiyle sebebiyet verdikleri sarsıntılar doiayısiyle de o derece zararlı olmuşlardı.

Ata-begler şehzadelere kızlarını vermek veya onların analariyle evlenmek suretiyle de kudretlerini arttırıyor; fiilî hakimiyeti ellerine alıyor ve İmparatorluğun sarsılmasiyle de müstakil devletler kuruyorlardı. Ata-beglik müessesesinin bu tekâmül icâbı Tuğ-tekin tarafından Şam Ata-begleri veya Böriler (1104-1154), İmâdeddin Zengî’nin kurduğu Musul ve Halep Ata-begleri (1127-1233), Azerbaycan Ata-begleri veya İl-denizliler (1146- 1225), Fars Ata-begleri veya Salgurlular (1194-1286) ve şâir tarihte mü­him mevkii olan devletler teşekkül etmiştir. Türkiye Selçukluları devleti feodal bir bünyeye sâhip olmadığı için Ata-beglik burada daha farklı bir tekâmül takip etmiş(5) ve Memlûklerde de, menşeindeki askerî vazifesi münasebetiyle, ordu kumandanı (Atabek al-‘asâkir) olmuş; orada ve Osmanlılarda bu müessese de atabeg yerine “lala” adı ile devam etmiştir.

Selçuk İmparatorluğunda hatunların rolü ve hususiyle Melikşâh’ın zevcesi Terken Hatun’un siyasî ihtirasları da devletin parçalanması âmilleri arasında bulunmaktadır. Eski Türk hukukunda kadın çok yüksek bir mevkie ve siyasî haklara sahipti. Gök-Türk kitabeleri “Türk Tanrısı Türk milleti yok olmasın diye babam İl-teriş Kağan ile anam îl-bilge Hatun’u gönderdi” ifâdesiyle kadının yükse mevkiini meydana koyar(6). İslâmiyetin kabulüne, Karahanlı ve Selçuklu hükümdarlarının imanlı müslüman olmalarına rağmen kadın hukukunda hiç bir değişiklik olmamış; kadınların siyasî rolleri, İçtimaî ve hukukî mevkileri asırlarca devam etmiştir. Nitekim göçebe hayat ve düşüncelerini en güzel bir surette aksettiren Dede Korkut kitabı XV inci asırda da erkek-kadın ya­şayış ve münasebetlerinde mühim bir fark göstermez. Türklerde kadı­nın hukukî ve İçtimaî durumuna dâir tarihî kaynaklarda ve etnografik eserlerde bol malzeme vardır.

Nizâm ül-mülk’e göre Acem hü­kümdarları zamanında kadınların devlet işlerinde bir tesiri olmazdı. Türkistan Hanları bütün devlet işlerinde hatunlarla müşâvere eder ve onların fikirlerini diğerlerine üstün tutarlardı. Türkmen (Selçuk) pâdi­şâhları da bu yolda gitmişlerdir. Bu sebeple vezirler hatunları memnun etmelidirler(7). Selçuk hatunları arasında Tuğrul beg’in zevcesi Altun-can, Alp Arslan’m hemşiresi ve El-basan’ın karısı Gevher, Melikşâh’ın zevcesi meşhur Terken, Mehmed Tapar’ın zevcesi Gevher ve “Yeryüzü melikesi” unvanını taşıyan Sultan Sancar’ın hatunu Terken(8) bunların meşhurları olup kendilerine ait iktâlara, divan teşkilâtına ve askerlere sahip idiler. Fakat yukarıda bahsettiğimiz üzere(9) bunlar arasında Melikşâh’ın zevcesi Karahanlı Terken Hatun devletin uğradığı buhranda birinci derecede âmil olmuştu.

Karahanlılara ait olan Terken unvanının aslında bir isim olmayıp melike (prenses) mânasında ve bu telâffuzda olduğu artık isbat edilmiş ve ilim alemince de kabul olunmuştur1(0), Hârizm­ şâh Alâaddin Mehmed’in anası Terken Hatun ise, mensup olduğu Kıpçak Kanglı kabilelerine dayanarak, oğluna karşı siyasi bir rakip vaziyetinde idi. İranlı ve Arapların zihniyetine aykırı düşen bu durum karşısında Nizâm ül-mülk eserinde kadınların devlet ve hükümdarların işlerine müdahalelerinin tehlikelerine ihtiyatlı bir dil ve bol hikâyelerle işâret eder(11). Feodal bünye yanında hatunlara! da devletin parçalanmasında mühim bir rolü olmuştur.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde Askerî ve İdarî Müesseseler



2. Askerî ve İdarî Müesseseler

Selçukluların Türk-İslâm unsurlarını birleştirmek suretiyle kurdukları yeni müesseseler arasında askerî iktâ sistemi en mühimmini teş­ kil eder. Gerçekten Selçuk devleti, daına kuruluş devresinde, göçebe feodalizmine göre, hâkimiyet sahalarına ayrılırken bu taksimin ikta ıstılahıyle ifade edilmesi Türk ve îslâm unsurlarının bu müessesenin doğu­sunda nasıl imtizaç eylediğini açıkça meydana koymaktadır. Gerçekten İslâm dünyasına aid bulunan iktâ usûlü Selçuklular devrinde Türk askeri ve İdarî feodalizmine göre tamamiyle yeni bir mahiyet almıştı. Sel­çuklular askerlerini imparatorluğun her tarafına dağıtarak toprak vergilerine (mâl-i hakk) bağlı bir ordu vücuda getirirken devletin temelini teşkil eden bir kısım Türkmenlerin geçimlerini temin ediyor ve memleketin imârına ve idaresine de yeni bir imkân buluyorlardı.

Gerçekten iktâlar babadan evlâdına intikal etmekte ve istihsâlin artması nisbetinde gelirlerinin de artacağı için iktâ sahiplerini memleketin imârına teşvik eylemekte idi. îktâ sâhipleri vilâyetlerde devletin memuru durumunda olduklarından merkezî hükümetin murakabe ve teftişleri dolayısiyle halktan kanunun tâyin ettiği vergilerden başka bir talepte bulunamazlardı. Böylece kaynakların tesisini Selçuklulara ve hususiyle büyük vezir Nizâm ül-mülk’e atfettikleri bu askerî iktâlar sayesinde Selçuk devleti maaş ödemeden büyük bir orduyu beslemekte, mühim bir Türkmen nü­ fûsunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmekte ve istihsalin artmasına, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idari bir kadroya da sahip bulunmakta idi. Kaynaklar bu iktâların devlet ve memleket için hizmet ve faydalarını belirtirken bunların eski devir iktâlarından farklı olduğunu ve bu sebeple bir yenilik getirdiklerini de kaydederler.

Filhakika kaynaklara göre, Selçuklular, kurulduğu bölge dolayısiyle, Gazne devleti teş­kilâtından bir çok iktibaslarda bulunmakla beraber Gazneliler’de ve Buveyhliler’de askerlere iktâ değil maaş verilirdi. Buveyhliler devleti Türk askerlerine maaş vermekte güçlük çektiği için bazan onun karşılığında kumandanları vilâyetlerin vergilerini kendi hesaplarına toplamaya memur eder ve bu vilâyetleri bu suretle yıllık olarak iktâ ederdi. Bu devre ait bu iktâlar bu hüviyetiyle askerlerin toprağa bağlı bulundukları Sel­çuk iktâından çok farklı olup hakikatte bir iltizam (muhata a) usûlünden ibâretti.

Bu sebeple halk ile ilgisi ve menfaat birliği olmayan askerler vilâyetlerin harap olmasına ve halkın ezilmesine âmil oluyorlardı, ki kaynaklar Selçuk askerî iktâının hizmet ve faydalarından bahsederlerken eski devrin bu hüviyeti taşıyan iktâların zararlarını da belirtirler. Türkmen beylerine, mensupları (askerleri) ile birlikte oturup, devlete hizmet edecekleri bu iktâlar verilirken bu vâsıta ile devletin feodal bünyesi de -yalnız yüksek seviyede bir hâkimiyet esâsına değil bütün memleketlere yayılmış oluyordu.

Gerçekten Selçuk sultanlarının merkeziyetçi bir devlet kurma gayretleri sadece yüksek makamlara yönelmiş ve Türkmen beylerinin nüfûzunu kırma ve Oğuz aristokrasisi yerine Türk köle sistemini yerleştirme teşebbüslerine rağmen bu feodal bünyede bir değişiklik olmamıştır. Zira kendilerine geniş vilâyetler verilen emirler iktâları dâhilinde maiyetlerinde çok defa 1000 süvari askerin üstünde bir kuvvetle küçük bir hükümdar gibi idiler. Büyük iktâ’ (timar) a müsaade etmeyen Türkiye Selçuklularından ve Osmanlılardakinden farklı olarak da bu iktâ sâhipleri maiyetlerindeki askerlerin yalnız âmiri de­ğil aynı zamanda hâkim ve efendileri bulunuyorlardı. Bazan da idari ve adlî geniş selâhiyetlerle muhtar bir durumda idiler.

Hattâ ilk devirde bu ülkelerde bazan iktâ sahipleri de namlarına para bastırmak, hutbe okutmak ve kapılarında nöbet çaldırmak suretiyle feodal bünyenin bü­ tün hususiyetleri tecelli ediyordu. Halbuki Türkiye’de büyük ve feodal mahiyette iktâlara müsaade edilmemiş; vilâyet askerleri başında bulunan Sü-başı (Ser-leşker)lar o vilâyetin ve askerlerinin sâhibi ye efendisi değil sadece âmirleri idiler. Eskiden iktâ tefvizleri halifenin hukukundan idi ve Buveyhî’ler Abbasîleri siyasî iktidardan mahrum bir gölge haline getirdikleri zamanlarda bile bu haklarını kullanıyorlardı. Fakat Selçuklular zamanında iktâ işleri tamamiyle sultanın hukukuna ait ve dünyevî sayıldığından halifelerin tevfiz ve tasdikleri bahis mevzuu değildi; Hattâ halifeler bile sultanların verdikleri iktâlar ile geçiniyorlardı.

Yalnız siyasî hâkimiyet bahis mevzuu olunca meliklik ve emirlik men­ şurları halife ve sultanların müşterek tefvizine bağlı idi. Bu feodal hüviyetleri dolayısiyle büyük iktâlarda kaza işleri devletin baş kadısının emîr ve murakabesinde olmakla beraber Şeriât dışı dâvalar iktâ sahiplerine bağlı Dîvân-i mezâlim (Darul-adl) müessesesinde görülüyordu. İktâlara ve askerlere müteallik işlere bakan bu idari hâkimlere Hârizm- şahlar ve Moğollar devrinde Türkçe, sıra ile, Yolak ve Yargucı adı veriliyordu. XII inci asır başlarından beri Karahanlılarda, Selçuklularda ve daha sonraki devletlerde meydana çıkan Ordu kadılığı (Kadı al asâkir) bu Türk müessesesinin İslâmî bir şekil almasından başka bir şey gözükmüyor(3). Büyük Selçuklularda, en kudretli zamanlarda 400.000 (Türkiye Sel­çuklularında 100.000) kişiye baliğ olan Türk ordusu (merkez kuvveti 46.000, Türkiyede 12.000) bu feodal esaslara göre imparatorluk ülkelerine da­ğılmış bulunuyordu. Selçuklular, eski devirlerden farklı olarak, memleketin menfaatlerini ahenkleştiren bir iktâ idaresi sayesinde kudretli bir askeri ve İdarî teşkilâta sahip olmuşlardı.

Lâkin devletin umumî feodal bünyesine uygun olan bu büyük iktâların sâhipleri zayıf zamanlarda taht kavgalarına, şehzâdelerin mücâdelelerine karışmakla veya kendi hâkimiyetlerini kurmağa uğraşmakla siyasî buhran ve parçalanmalara sebebiyet veriyorlardı. Melikşâh’tan sonra başlayan büyük mücâdelellerde bu husus bâriz bir şekilde kendini gösterir.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklular Devrinde Türk-İslam Medeniyeti



1. Devletin Siyasî Bünyesi ve Karakteri

Selçuk devleti Türk ve îslâm menşeinden gelen unsur ve müesseselerin imtizaciyle kurulmuş bir imparatorluk idi. Onun göze çarpan ilk hususiyeti, Gök-Türklerde ve Karahanlılarda bütün belirtileri ile meydana çıkan, eski Türk feodal bünyesine sahip oluşu idi. Selçuk’un oğulları, daha babalarının ölümünü müteakip, en zayıf ve buhranlı zamanlarında bile, kendilerine mensup göçebelerin başında zümrelere ayrılmışlardı. ' Selçuk İmparatorluğu kurulurken bu feodal unsurlar da devletin bünyesine dahil oluyor; devlet hânadan âzasının müşterek malı ve aristokrat diğer Türkmen beyleri de, feodal hiyerarşiye göre, bir takım haklara sahip sayılıyordu. Dandanakan zaferini müteakip devlet kurulurken Tuğrul bey eski Türk hakanı yerine Sultan olmakla, İnanç yabgu ve Çağrı beg de dahil, bütün feodal beyler kendisine tâbi bulunmakla beraber son ikisi de kendilerine ayrılan ülkelerde müstakil olarak devleti fiilen üçe taksim etmişlerdi. Tuğrul beg daha başlangıçtan beri bir merkeziyetçi devlet vücuda getirmek için çok gayretler sarf etmişti; İbrahim Yınal, Kutalmış ve El-basan gibi Selçuk’un torunlarına bir hâkimiyet sahası bırakmamıştı.

Bununla beraber, kabile halinde iken yaşı icabı, hukukan reisleri bulunan amcaları İnanç yabgu ile devletin kuruluşunda ve askerî zaferlerde birinci derecede rolü olan Çağrı bey’i hükümranlık haklarından mahrum etmek kolay ve doğru değildi. Selçuk devleti bu sebeple daha kuruluşunda üçe ayrılmış; Çağrı beg ve İnanç yabgu kendi ülkelerinde Tuğrul bey’den sonra kendi adlarını hutbelerde okutuyor; namlarına sikke bastırıyor; kapılarında nöbet (nevbet) çaldırıyor; başlarında çetr (hükümdarlık alâmeti olup aslında Türkçe çadır) taşıyor; kendilerine mahsus hükümet idâresi ve ordulara sâhip bulunuyor ve bu suretle fiilî ve hukuki bütün hâkimiyet haklarını ellerinde tutuyorlardı . Tuğrul bey’den beri merkeziyetçi bir devlet makinesi kurmak gayretleri feodal beylerin mukavemetleri ve isyânları ile karşılaşmış idi.

Bu sebeple feodal an’anenin dayanağı olan Türkmen beyleri aristokrasisinin nüfûzu tedricen kırılmış; yerlerine kölelikten yeti­şen Türk emîrleri kumandan ve valiliklere yükseltilmiş; Tuğrul beg ile Çağrı beg’e aid mîras Alp Arslan’a intikal ederek ve Inanç yabgu’nun hâkimiyetine nihayet verilerek İmparatorluğun birliği kurulmuş ve onlara aid hâkimiyet hakları bir daha kimseye balışedilmemiştir(1). Lâkin Büyük Selçuk sultanlarının ciddî mücâdelelerine rağmen devleti hânedan âzasının müşterek malı kabûl eden Türk siyasî hukukunun kudretini yıkmak, saltanat mîrası usulünü değiştirmek mümkün olmadığından her sultanın ölümü bir taht kavgasına, mücâdele veya parçalanmalara fırsat veriyordu. Osmanlılar müstesna olmak üzere, az çok bütün Türk devletlerinde ve küçük Anadolu beylerinde bile devletin hânedan âzasının müşterek malı olma hukukunun devamı bu an’anenin ne kadar kudretli olduğunu göstermiştir.

Sultanların hayatlarında taht vârislerini tâyin maksadiyle veliahd göstermeleri bile durumu değiştiremiyor ve onun irâdesi hukukî bir mesnet olamıyordu. Hakan (kağan) ve imparator karşılığı kullanılan “Sultan”(2) unvanı bu mânayı Selçuklular ile birlikte kazanmış ise de bu en yüksek otorite ile dahi Selçuk sultanları hiç bir zaman Sasanı, Bizans ve hattâ Gazne hükümdarları gibi mutlak bir sultayı temsil etmemişler; melikler, beyler ve emîrler üzerinde ancak bir derece farkiyle en yüksek makama sahip bulunmuşlar ve eski Türk kağanları durumunda kalmışlardı. Merkeziyetçi gayretlerle Türkmen beyleri yerine geçen köle emîrler de yine bu feodal esaslara göre mevki almışlardı. Hânedana mensup şehzâdeler müstakil devlet kurmakta veya saltanatı ele geçirmekte ne kadar hak sâhibi idiyse ona mensup Türkmen bey ve askeri de bu uğurda mücâdeleye girişmekte kendilerini o şekilde vazifeli sayıyorlardı. Selçuk’un oğulları ve torunları hâkimiyet dâvasına giriştikçe bunlara tâbi bey ve boylar da sonuna kadar kendilerine sadakat göstermiş ve mücâdele yapmış­lardı.

Selçuk ve Gazne sultanları, Türkistan hakanları ile diğer tâbilerin dereceleri yükseldiği ve bu sebeple de Sancar’m hepsinin üstünde metbu bir mevkide bulunarak “En Büyük Sultan” (Sultan ul-A’zâm) unvanını ve makamını kazandığı zamanda da bu en yüksek otorite yine mutlak hükümdar hüviyetini kazanmamıştır. Sert kâidelere göre kurulmuş Ortaçağ Avrupa feodalitesi cemiyet nizâmı için ne kadar uyuşturucu olmuş ise Selçuk feodalizmi de o derece siyasî buhranlara sebebiyet vermişti. Bununla beraber berikisi kudretli şahsiyetlerin devletin başına geçmesine imkân veriyordu. Nitekim Selçuk devletinin kudreti Tuğrul beg, Alp Arslan, Melikşâh, Nizâm ül-mülk ve Sancar gibi büyük şahsiyetlerle mümkün olmuş; onların ölümleri ile İmparatorluğun sarsılması ve yıkılması da bu feodal bünye ile kolaylaşmıştır.

Bu münasebetle Sel­çuklu feodalizminin sâdece siyasî olup İçtimaî bir mahiyet arzetmediğini de hatırlatmalıyız. Sultan Sancar’m müstesna şahsiyetine ve kudretine rağmen Melikşâh’ın ölümünden sonra husule gelen siyasî buhran onun zamanında da tesirini göstermiştir. Böylece Büyük Selçuklu İmparatorluğu kuruluşundan Melikşâh’ın ölümüne kadar (1040-1092) Yükseliş ve Azamet devrini, Sancar’m ölümüne kadar (1092-1157) Duraklama ve II. Tuğrul’un ölümüne kadar da (1157-1194) İnkıraz devrini yaşayarak tarihe intikal etmiştir. Bununla beraber bu inkıraz sadece Büyük Selçuk hanedanına ait olup onun yerine geçen atabegler ve sultanlar onun adamları, emirleri, askerleri, müessese ve an’aneieriyle vücut buluyor ve fiiliyatta Selçuk devri devam diyor; Türkiye Selçukluları ise amcazâdelerinin yıkılışından sonra yükseliş devrine girmiş bulunuyordu.

Selçuk devletinin kuruluşundan sonra Şeriâtın İslâm birliğinin reisi (Emîr ül-Müminîn) olarak kabûl ettiği halife yanında bir de sultan meydana çıkmış ve yüksek hâkimiyet bu iki makam arasında taksim olunmuştur. Filhakika din işleri halifeye, dünya işleri de sultana intikal etmiştir. Böylece dinî ve manevî bakımdan sultan nasıl halifeye bağlı idiyse siyasî bakımından aynı şekilde halife de sultana bağlı bulunuyordu. Bu sebeple emîr, melik ve hükümdarlara siyasî hâkimiyet fermanları, temlik menşûrları halife ile sultanın müşterek tefviz ve tasdikleri ile birlikte cereyan ediyordu. Şeriâtın, din ve dünya işlerinde, müslümanların başı tanıdığı halifenin yanında, sultanın meydana çıkmasiyle, İslâm siyasî hukukunda bir değişiklik husule geliyor ve iki otorite kurulmuş oluyordu. Bu, yalnız siyasî hâkimiyetin verilmesi veya tanınmasında değil, Şam atabeği Tâcül-müluk Böri’nin sahipsiz kalan arazinin satılması için şer’î bir müsaade elde edebilmek için hem halife ve hem de sultan Mahmûd’dan bir vesîka alması (bak. s. 198) hâdisesinde görüldüğü üzere, umumî hukuk sahasında da kendini göstermiştir.

Böylece halifelik çökmekte olan mevkiini Selçuklular sayesinde kurtardıktan başka manevî otoritesini de bütün îslâm dünyasına hâkim kılıyor; sultan da hilâfet makamiyle siyasî kudretine yeni bir destek elde ediyordu. Selçuk sultanlarına verilen “Kasım emîr ül-Mü’minîn” (Halifenin ortağı) unvanı da bu iştirakten doğuyordu. Selçuk hanedanı, muahhar Osmanlı hânedanı gibi, menşei, İslâmiyete hizmetleri ve bu sıfatları dolayısiyle, Türk-İslâm dünyasında kudsîyet kazanmış; asırlarca saltanatın Selçuk soyuna aidi- yeti hiç bir tereddüt ve münakaşa mevzuu olmamış ve Büyük Selçukluların inkırazından sonra da Türkiye Selçuklu hânedanı bu kudsî mevkiini muhafaza etmiştir. Abbasî halifeleri, siyasî buhrandan faydalanarak, maddî otoritelerini kurmağa çalıştıkları zamanlarda zayıf Sel­çuk sultanları bile yine sultanlık hukukunu korumakta (Bak. V. 8) çok titiz davranmışlar ve halifeyi dinî işler dışına çıkmamağa zorlamışlardı. Buveyhliler zamanında ise halifenin hem maddî ve hem de manevî kudreti kalmamış ve daralmıştı.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devri İktisadî ve İçtimaî Yükseliş



9.İktisadî ve İçtimaî Yükseliş

Selçuklular siyasî birliği ve emniyeti kurmakla, mahallî gümrük ve ticaret vergilerini sık-sık ilga etmekle iktisdaî faaliyetlere büyük bir hız ve genişlik veriyorlardı. Kesif ticâret kervanları Türkistan, Hârizm, îran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu istikametinde emniyetle sefer yapı­yorlardı. Gazneliler devleti müesseselerinden bir çok iktibaslarda bulunan Selçuklular kervanları teşkilâtlandırmak, askerî muhafızlar idâresinde emniyet altına almak ve hattâ tüccarların zararlarını tazmin etmek suretiyle onların an’anelerine bağlanmış ve bunları geliştirmişlerdi(103).

Selçukluların bu usulleri, bilhassa Anadolu’da çok tekâmül etmelerine, İktisadî faaliyetlerin ilerlemesine, ülkelerarası mübadelelerin çok artmasına yardım ediyordu. Kervan yollarının kesilmesi ve kervan kafilelerinin soyulması sultanların askeri seferlerine âmil oluyordu. Devletin bu ticarî görüş ve siyâseti icâbı Melikşâh’ın ilga ettiği ticarî vergi ve gümrükler (mukûs )in yekûnu 600.000 dinar (altın)a bâliğ oluyordu(103a). Hâzinenin bu zararı kendisine arzedildiği zaman Melikşâh ticâretin gelişmesi ve halkın menfaati gayesiyle bu kararından vaz geçmedi. Haleflerinin de sık-sık bu vergileri ilgası hükümdarların ihtiyaç hallerinde bu irâd kaynağına baş vurduklarına delâlet eder.

Esasen buna da lüzum vardı. Zira îslâm vergi sisteminin esasını ziraî gelir teşkil ediyor ve ticarî kazanç ve servetlerin artması karşısında umumiyetle toprak gelirine dayanan vergiler kifayetsiz kalıyor ve İçtimaî adaletsizliğe sebep oluyordu. Melikşâh ve Sancar tarafından Irak’ta, Horasan’da ve Hârizm-’de açılan veya imâr edilen sulama kanalları ve tesisleri sayesinde ziraî istihsal çok artmış; imparatorluğun her tarafında şehirler büyümüş; mamûr ve zengin bir hale gelmiş; yüksek bir cemiyet ve kültür kurulmuş; kaynakların tafsilâtla bildirdikleri üzere her şehirde beldeye mahsus sanâyi ve imalât çok ilerilemişti. Bu İktisadî inkişaf sayesinde büyük bir sermâyedar ve zenginler sınıfı meydana gelmiş; memleketler-arası ticâ­ ret ve mübadeleyi teşkilâtlandıran müesseseler vücut bulmuş idi.

İktisadî inkişaf ve sınaî imalât hakkında kaynakların verdiği bol malzemeyi toplamak gibi uzun ve ayrı bir işe girişmeden bu yükselişin maddî bir ifâdesi olan devlet vâridatına ait rakamları nakletmek devri aydınlatmak için kâfi gelecektir. Gerçekten Melikşâh zamanında merkezî eyâletlerin devlete ödediği vergilerin, Risâle-i Melikşâhiden nakledilen yekûna göre, miktarı 210,000,000 altın dinâra, yâni bugünkü Türk parasiyle, takriben 30 milyar liraya bâliğ oluyordu. Selçuk ve Moğol devri arasındaki rakamları mukayese eden Hamdullah Kazvînî “o zaman dünyanın ne kadar mamur ve bugün de ne derece harap bir halde bulunduğunun buna göre kıyaslanması gerektiğini de belirtir(104)-

Hamdullah Kazvîninin bir mâliye nazırı (müstavfî) olması bu rakamların kıymetini arttırmakta ve kaybolmuş bulunan Risâle-i Melik- şâhVnin ehemmiyetini göstermektedir. Esasen şehirlerin azameti, sanayi ve imalâtın çok ileri seviyesi bu durumu teyid eder. Melikşâh’ın sâdece sarayı bütçesi de 20.000,000 dinâra çıkıyordu(105). Abbasî Halifeliği imparatorluğunun vâridatı IX ve X uncu asırlarda, sıra ile, 396.155.000; 388.291.000 ve 299.265.000 dirhem olarak hesap edilmiştir(106), ki eğer bir hata yoksa Selçuk devrinin Abbasîler devrine nazaran bile ne derece ileri olduğu anlaşılıyor. Melikşâh’ın, İmparatorluğun her tarafında inşâ ettiği câmiler, medreseler, kütüphaneler, türbeler, saraylar, ribâtlar, hanekâhlar, hanlar ve köprüler, kaleler ve yeni kasabalar, açtığı kanallar ve kurduğu su tesisleri bu İktisadî kudret sayesinde mümkün oluyordu(107).

Sultan Sancar zamanı büyük ilim ve kültür faaliyetleri gibi iktisadi inkişaf bakımından da çok ileri bir ehemmiyet taşır. Murg'âb kanalının suladığı Merv ovaları, bu su tesisleri sayesinde, şehir ve kasabalarla dolmuş; çok kesif bir ziraat ve iskân sahası olmuştu. Burada toprağın bire yüz mahsul verdiği, pamuk ziraati ve şehirlerde pamuklu mamulâtının çok ileride bulunduğu belirtilmektedir. Türkistan şehirlerine aid pamuklu, yünlü ipekli mamulleri (Zarafşan, Hârizm), Fargana mâden sanayii, silâhları pek meşhûr olup Bağdad’a kadar sevk oluyordu. Semerkant’m gümüş işleri ve kumaşları, Buhara’nın dokumaları (Buharin’len) ve seccadeleri, Taşkent’in eğer takımları, Horasan’ın satenleri İslâm dünyasında çok makbul idi. îslâm dünyası, kâğıt gibi, Çini san’atını da Türkistan’dan (Çin menşeinden) öğrenmişti. Fargana, Ilak, Şalcı altun, gümüş, kıymetli taşlar, istihsal ediyor; neft ile maden kömürü de çıkarıp yakı­yorlardı(108).

Farsça pambah kelimesinin de eski bir devirde Türkçe pamukdan geldiğini tahmin etmek kolaydır. Türkistan, Hârizm ve Horasan’ın sulama tarihi ve tesisleri çok eskidir. Karaşar havalisi Gök-Türkler zamanında kanallarla geniş ölçüde sulanıyordu(109). Türkistan sulama tesisleri ve hukukunun eskiliği bakımından Tâhirîler zamanında vücuda getirilen Kitâb ul-knîy (kanallar kitabı) kayda şayan olup Selçuklular devrinde de kullanılıyordu. Gerçekten 839 (224) da Fergana ve Horasan’da vukubulan büyük bir zelzele evleri ve kanalları alt-üst etmişti. Bu sebeple baş gösteren dâvaları halletmek için İslâm hukukunda (Fıkıh kitaplarında) “karizlere ve ahkamına dair bir şey mevcut de­ğildi”.

Bu durum karşısında Horasan ve Irak âlimleri toplanarak mahallî örfleri îslâm hukuku esaslarına göre tedvin ettiler. Böylece bu kitap ile İslâm hukukunda mevcut bulunmıyan sulama hukuku meydana çıktı(110). Râvendîye göre Sultan Sancar zamanında “Horasan ülkesi dünyanın cazibesini kazanmış; onun âlimlere ve din adamlarına gösterdiği hürmet ve yakınlığı, zâhidlerle birlikte yaşaması dolayısiyle bu ülke âlimlerin men­şei, fazilet ve hünerlerin kaynağı olmuştu.”(111) Devrin büyük şehirleri umumiyetle üç kısımdan teşekkül ediyor ve kale, şehir ve varuşlara ayrılmış bulunuyordu. Bazen, Ulu câmi hükü­met dairelerini ve mahalleleri de ihtiva eden Kale, İç şehir (Medine- Şehristan) ortasında bulunurdu. Sûrlarla çevrili olan bu asıl şehir büyük kapılarla dışarı bağlanır. Şehir surları dışında genişleyerek Dış - şehir (Zâhir ul-medîne veya Rahaz, farsça Bîrûn)ı vücuda getiriyordu, ki bunun da etrafında bahçeler ve daha ötesinde bağlar ve tarlalar sıralanı­yordu.

Şehirler büyüdükçe merkezden muhite doğru bu tekâmül safhalarını takip ediyordu. Selçuklular devrinde şehirler o kadar büyümüştü, ki hemen hepsi bu şemaya göre surlar dışına taşmış; büyük ticâret ve sanayi merkezleri haline gelmiş; yüksek bir cemiyet ve kültür hayatı kurulmuş; her meslek ve sanat erbabı kendilerine mahsus çarşı ve mahallelerde yerleşmiş idi. Kaynaklar şehirlerin büyüklüğüne ve şehir hayatına dâir çok malûmat vermektedir. Oğuzların istilâsı ile bir sarsıntı geçirmekle beraber kaynakların Moğol katliâmları münasebetiyle Merv şehrinin 700.000 veya 1.300.000 nüfusa sahip olduğunu gösteren kayıtları Sultan Sancar zamanında bu büyük şehrin azameti hakkında bir fikir verir .

Moğol istilâsını müteakip 1222 de Semerkant’a gelen Ch’ang-Ctiun adlı Çin seyyahı şehrin istilâdan önce 100.000 hane olduğunu ve tahribat neticesinde dörtte bire düştüğünü, etrafında bahçe ve meyveliklerin yüz “li” uzadığını ve Çin bahçelerinin bile güzellikte Semerkant ile mukayese edilemiyeceğini söyler. Semerkant’ta şehrin kadısı sâyesinde 50.000 kişinin kurtarıldığına ve onun diğer Orta-Asya şehirlerine nazaran daha az-tahrip ve kıtale uğradığına dâir îslâm kaynakları­nın haberleri de bu durumu teyit eder(113).

İstilâdan takriben 50 yıl sonra Semerkant’ı gören Marco Polo şehrin ihtişamını ve bahçelerini tasvir eder(114). Bununla beraber istilâdan bir asır sonra bu şehre giden İbn Batûta şehrin cihânın en büyük ve güzel beldelerinden olduğunu söylerken ekseriyetle harap bulunduğunu da belirtir(115). Çok ileri bir medeniyet diyarı olan Hârizm’in merkezi Gurgenç’i (Ürgenç, Cürcâniye) 1219 (616) da, gören Yakut “bu kadar büyük, zengin ve ahvâli gü­zel bir şehir görmedim”, der(116). Bu ve diğer büyük şehirler hakkında kaynakların verdiği zengin malzemeyi burada daha fazla ço­ğaltmağa lüzum yoktur.

Abbasîler zamanında Bağdad’ın 1.500.000 nü­ fusa sahip olduğunun tahmin edildiğini, bir mukayese maksadiyle kaydedelim(117). XIII. asır’da Moğol tahribinden sonra sukut eden Bağdad yerine Ilhanî payitahtı Tebriz İslâm dünyasının en büyük şehri olmuştu. Vergileri İngiltere veya Fransa kırallıklarına muadil bulunuyordu. İngiliz seyyahı Maundeville’in müşahede ve tasvirlerine göre 1332 de dünyanın en zengin ve büyük şehri olan Tebriz’in yalnız ticârî vergileri en zengin bir Hıristiyan kiralının bütün memleketinden aldığı vergilerden daha fazladır. Tebriz’i 1318 de gören Fransız seyyahı keşiş Oderic de şehrin vergilerinin Fransa kırallığından daha ziyâde olduğunu söyler. Bir kay­nak Ceyhun nehri üzerinde bulunan Amul şehrinin Selçukluların zuhurunda bir milyon nüfusa sahip olduğunu kaydeder(118). Selçuk devrinde, münasebet düştükçe, sultanlara, beylere ve zenginlere ait düğün ve ziyafetler dolayısiyle verdiğimiz malûmat devrin İktisadî kudreti, İçtimaî hayat seviyesi bakımından bizi aydınlatıcı bir mahiyettedir. Kaynaklarda zenginlerin 100.000 den 1.000.000 dinara kadar nakit paraya sahip olduklarına dâir haberler sermâye birikmesi bakımından kayda şayandır(119).

Sultan Sancar devrinde filozof Mehmed Ilâkî’nin talebesi olan filozof kadı Zeyneddin Ömer bin Şehlân ilini yapmak için kendi emeği ile geçiniyor; îbn Sînâ’nın Kitab uş-şifâ’sim yüz dinara satıyor ve hattâ bir tüccar dostuna verdiği 300 dinarın kazancı kendisine kâfi geliyordu. Bu suretle memleketi Sâve’de kütüphâne kurmuş; Nişâpûr’da yerleşerek riyaziye ve mantık sahasındaki eserleri arasında meşhur “Başâir un-Nasîriyye” adlı kitabını Sancar’ın veziri Nasîreddin Mahmûd adına yazmıştı(120). Selçuklular devrinde kurulan İçtimaî yardım müesseseleri, hastahâneler, zâviyeler, hamamlar çok ileri bir derecede ve çok yaygın idi.

İslâmda ilk hastahâne Harun ür-Reşîd’in Cundişânûr’da Sâsânîlere ait Bimâristân (hastahâne) tabipleri ile birlikte Bağdad’a nakli ile başlar. Bağdad’da Büveyhî hükümdarı Adud ud-devle’ye ait hastahâne (bimâristân) de Moğollar zamanına kadar faaliyette idi(121). Selçuklulardan önce Rey’de de bir Bimâristân mevcut olup meşhur filozof, tabip ve kimyager Ebu Bekir Razı (ölümü 923/311) bu hastahânede çalışıyordu(122). Fakat bu müessese Selçuklular sâyesinde her tarafa yayıldı, ve tekâmül eyledi. Nizâm ül~mülk’ün Nişâpûr’da yaptığı bîmâristaıı ilk Seçuklu hastahânesini teşkil eder(122a) Sultan Sancar’ın, Kâşgarlı Yağan (Toğan) bey’den sonra veziri olan Ahmed Kâşînin Kâşan, Ebher, Zencâiı, Gence ve Errân’da Dârüş-şifâ ve medreseler inşâ ettiğini biliyoruz(123).

Selçuklular asker bir millet olarak ordularına bağlı ve onunla hareket eden seyyar bir hastahâne dahi vücuda getirdiler Gerçekten Sultan Mahmûd’un ordusunda tabipleri, müstahdemleri, ilâçları, tıbbı âletleri ve çadırlariyle birlikte seyyar bir bîmâristân (hastahâne) vardı ve iki yüz deve ile taşınmakta idi(124). Anadolu Selçuk ordularında da tabipler, cerrahlar ve herhalde seyyar hastahâneler bulunuyordu(125).

Büyük Selçukluların hastahâneleri hakkında malûmatımız çok azdır. Fakat Türkiye Selçukluları, Atabegler ve Selâhaddin Eyyûbî tarafından yapılan muazzam hastahâneler ve onların vakıfları, teşkilâtı cidden hayranlık verecek bir mahiyette idi. Anadolu’da bugün hâlâ ihtişamlarını muhafaza eden ve o zamanda'Bîmâristân, Dâr uş-şifâ, Dâr us-sıhha ve Dâr ul-‘âfiye adlarını alan bu hastahânelerin en eskisi Kayseri’de 1205te yapılmış Gevher Nesîbe Hatun’a aittir. Sivas’ta I. Keykâvus tarafından 1217 de inşâ edilen Dâr uş-şifâ da aynı ihtişamı muhafaza edip ona ait bir vakfiye sureti bize kadar gelmiştir. Yüzden fazla dükkân ve pek çok da arazi ve başka akarın vakfedildiği bu Dar uş-şifâ’da çeşitli mütehassıs tabipler, cerrâhlar ve göz doktorları, memur ve müstahdem bulunuyor; onların ve ilâç­ların tahsisatı ve hasta masrafları bu evkaf gelirinden temin ediliyordu(126).

Konya’da, daha eskisi bulunması gerekirken, ancak I. Keykubad’a ait Daruş - şifâ - i ‘Alâı hakkında bilgimiz vardır. Divriğ’de Rehram- şâh’ın kızı Turan Melek (1228), Çankırı’da Atabeg Ferrah (1235), Amasya’da Toruntay (1266), Kastamonu’da Pervâneoğlu Ali (1272), Tokat’ta Muîneddin Pervâne (1275), Amasya’da Sultan Olcaytu (1308) ve tarihi bilinmeyen Aksaray hastahâneleri Selçuk Türkiyesinin başlıca eserleri idi(127). Amasya hastahânesinde baştabiplik eden Sabuncu oğlu Şerefeddiıı (XV inci asır)in yazdığı Cerrâh-nâme-i Îlhânî adlı eser Endülüslü meşhur Halef bin Zehravî’den iktibas olmakla beraber pek çok ilâveleri ihtiva etmekte ve hususiyle cerrâhlıkda kullanılan bütün âletleri, Türkçe isimlerini ve her hastalığın tedavisine dâir pek çok resimleri göstermektedir.

Bundan önce de Sinoplu Mukbil oğlu Mü’min, Candar oğlu İsfendiyar bey (1392-1440) namına Miftâh un-nûr’dan başka Sultan II. Murad adına da, 841 (1437) de, Zcthîre-i Murâdiye adlı eserini takdim etmiştir, ki bunda da bir çok hastalıklar ve tedavi şekilleri resimlerle gösterilmiştir(128). Hükümdarlar sıhhatleri için doktorlara çok ehemmiyet verirler ve saraya en meşhûr tabipleri tayin ederlerdi. I. Keykâvus ve I. Keykubad yerli ve yabancı bir takım doktorları hizmetinde tutardı. Türkiye Selçukluları sarayına tabip tâyinine dâir bazı menşûrlar bize kadar gelmiştir. Atabeg Özbek Zencanlı tabip -Celâleddin’i yanından ayırmaz ve hayatını ona medyun bulunurdu. Celâleddin hastaya gitmez; uzaktan aldığı haberlere göre devasını emrederdi(129).

Selçuk devri hastahâııelerinin teşkilâtı hakkında bilgilerimiz atabeg Nureddin Mahmud’un Şam ve Nusaybin, Nureddin’den sonra onun eserine devam eden Selâhaddin Eyyûbî’nin Kahire ve İskenderiye hastahâneleri dolayısiyle çok daha zenginleşmektedir. Gerçekten bu büyük hastahânelerin başına geçirilen âlim bir kimse hastaları idare eder; eczâhâneyi emrinde tutar; her hastanın reçetesine göre ilâçları tevzi ettirir. Hastalar orada, Maksûr eler in de, yataklarında, yatar; onun emrinde bulunan müstahdemler, sabah-akşam, hastaların durumunu sorar; kendilerine tâyin edilen ilâç, yemek ve içkileri (şurupları) dağıtırdı. Kadın hastaların yerleri ayrılmıştır. Doktorlar sabahları erken hastaları ziyaret eder; kendilerine lâzım olan ilâç ve yemeklerini yazar. Deliler için de ayrı ve demir parmaklıklı bir bina olup orada tedavi edilirlerdi(130).

Atabeg Nureddin bir yandan Haçlılara karşı daimi cihâd yapar ve bu uğurda büyük meblâğlar sarf ederken öte yandan da bu cihâd mefkûresi îcâbı câmi, medrese, hastahâne, zâviye ve kervansaraylar inşasına ve bakımı­ na da çok para tahsis ediyordu. Gerçekten haştahâneler yanında kurdu­ğu yetim mektepleri, âcizler yurdu, sofulara zâviyeler, devamlı tahsisatla zenginleşen kütüphâneler cidden hayranlık verecek bir derecede idi. Selâhaddin Eyyûbî uzak diyarlardan gelen talebelere, istedikleri ilmi yapmak için, medreselerde vakıflar ve onların hastalarına bakan hekimler tâyin etmiş; hastahânelere gelmek istemeyen hastaları bulmak ve tedâvi eylemek için de memurlar bulundurmuştu(131).

Memlûk Sultam Kalavûn’un, 1284 (683) de, inşa eylediği Büyük bımâristan’da tabiiyatçı, gözcü, cerrâh, kırıkçı doktorlar, dört köşkte her hastalığa mahsus ayrı odalarda yatan erkek-kadın hastaları, yaralıları, sakatları, göz rahatsızlarını tedâvi ediyorlardı. Kadın ve erkek hademeler hastalara hizmet ediyor; temizlik yapıyor, elbiselerini yıkıyor, hamamlarını hazırlıyorlardı. Her hastanın yatağı, çarşafları, havluları tam idi. Hastahânede aşhane, meşrubat, ilâç ve macunlar için ayrı odalar ve ilâç yapan bir eczâhane bulunuyordu. Tabibler reisinin talebeye ders verdiği bir salon vardı. Bunların hepsinin maaşları ve tahsisatı zengin evkafından temin ediliyordu. Hastahâneyi ve vakıflarını idare eden bir dîvân (idarehane) ve pek çok da memur vardı(132). Rivâyete göre Nureddin bir tacirin kendisini dava etmesi dolayısiyle kadının mahkemeye davetini alınca “vekillini gönderdi. Fakat yemin için bizzat bulunması bildirilince atabeg davacıyı çağı­ rarak anlaştılar(133).

Bu da hükümdarların bile şeriat ve hukuk karşısında durumlarını ve adaletin infâzında bir istisna teşkil etmediklerini göstermek bakımından dikkate şayan bir hâdisedir. Erbil atabeği Muzaffereddin Gök-böri (1190-1233) ise ilmî, dinî ve hayrı müesseseleri.ile İslâm dünyasında destan olmuş bir şahsiyet idi. Gerçekten devletinin hudutları geniş olmadığı, küçük bir bölgeye inhisar etmiş bulunduğu halde çok çeşitli tesisat kurmuş idi. Kör ve sakatlara dört hânekâh yapmış; dul ve ihtiyarlara, yetim ve kimsesiz çocuklara yurtlar kurmuş; bunlara süt analar ve zengin vakıflar tahsis etmiş idi. Kendisi bizzat bu müesseselere uğrar, hasta ve düşkünlerle meşgul olurdu. Tesis ettiği misafirhanelerden ayrılan yolculara ve gariplere yol azığı da verirdi.

Vakıf eylediği para ile her yıl adam göndererek Haçlılardan müslüman esirlerini satın alıp hürriyete kavuştururdu. Hacılara vardım edip Arafat’da, ilk defa, sarnıçlar yaptırarak hacılara su dağıttıran Gök-böri idi. Gök-böri’nin bu büyük hizmetler arasında şöhretine daha fazla sebep olan faaliyeti Hazreti Peygamber için tertip eylediği Mevlid âyin ve merâsimleri idi. Gerçekten her yıl iki gün ve gece süren bu âyinlerde, pek çok hayvan kesilir ve ziyafetler verilir; geceleyin mumlar ile aydınlık yapılır; müzik âletleri ve muganniler ile ahenk ve semâ (raks) yapılırdı. Bu büyük mevlidlere her taraftan insan gelir ve halk da şenliklere katılırdı, Şehrin dışında otağlar kurulur; çalgılar çalınır, fener alayı tertip edilir, askerî merasim yapılır ve meydanlara konan kürsülerde vâizler verilirdi.

Gök-böri bizzat semâ yapar ve bu esnada bir kısım kıymetli elbiselerini mugannilere ihsan ederdi. Âlimlere, vaizlere, kurrâ ve şâirlere bohçalar içinde hil’atlar ve hediyeler dağıtır; misli görülmemiş bir âyin ve şenlik olurdu. Ebu’l-Hatâb bin Dahye’nin yazdığı ve kendisine ithaf eylediği “el-Tenvîr fî Mevlid el-Beşîr” adlı eser ilk Mevlid kitabı olup maalesef bize kadar gelmiş değildir. Bu hükümdar Türklerde Peygamber sevgisi ve Mevlid an’anesine bağlılığın en güzel ve meşhur bir mümessilidir. Kaynaklar onun hayır yolunda harcadığı meblâğın miktarını da bildirmektedir: Mevlid için 800.000, esirlerin kurtarılması için 200.000, hankâhlar için 100.000, misafirhâneler için 100.000, Mekke’de su tevzii için 30.000 dirfar yıllık tahsiat veriyordu(134).

Selçuklular zamanında çok gelişen eserler arasında hamamlar da mühim bir mevki alır. Umumiyetle vakıf olarak kurulan hayır müesseseler! yanında bir hamam yapılıyordu. Medreseler, imaretler, hastahâneler ve kervansaraylarda bulunan hamamlar bu müesseselerin mensuplarına ve misafirlerine ait olduğu gibi Anadolu’da umuma mahsus ve daha ziyade sultanlar, devlet adamları tarafından inşâ ve vakfedilmiş, erkek ve kadınlar için ayrı, hamamlar vardı, Bağdad hamamlarının zeminleri, kubbeleri ve yarıya kadar duvarları zift ile sıvanmış idi, ki Küfe ile Basra arasında çıkan bir kaynaktan getiriliyordu. Selçuk Türkiyesinde Ilgın, Eskişehir, Kütahya ve Erzurum sıcak-su banyoları ve kaplıcaları da çok rağbette idi.

Konya - Akşehir arasında Ilgın sıcak-su hamamı kasabanın teşekkülüne sebep olmuş idi. Selçuklular zamanında üzerinde güzel bir bina yapılmış olup Konya halkı ve Celâleddin Rûmî, dostları ile birlikte tedâvi için oraya giderdi. Eskişehir ılıcaları da X II. asırda meşhur idi(135). Anadolu’da “hasta ve felçlilerin şifa için gittikleri 300 sıcak-su hamamı” bulunduğu ve her memleketten fazla sıcak suyun bu ülkede toplanmasının arazinin kibrîtli bulunmasiyle alâkalı olduğu da rivâyet ediliyor(136).

X IV üncü asırda yaşayan Mehmed bin Ali’nin Adâb ul-hamâm adlı zarif bir eser yazmış olması da dikkate şayandır. Göçebe Türklerin de deriden yapılmış ve çerge denilen çadır hamamları olup burada yıkanıyorlardı. Bu hamam Bizans’a da geçmiş olup imparatorlar sefere çıktıkları zaman çadır-hamamda banyo yapı­yorlardı(137). Bu göçebe kültürünün Selçuklularla birlikte Yakın-Şarka gel-miş olması tabiî idi. Filhakika I. Alâaddin Keykubâd Anadolu’da Hamâm-i seferî denilen bu çadır-hamam ile birlikte sefere çıkıyor; altın, gümüş takımlar, anber kokular bu hamamın levazımatından bulunuyor idi. Hârizmşâhlar ordusunda da mevcut olan bu hamam eski adiyle Şerge ismini muhafaza ediyordu. Yarı göçebe olan Akkoyunluların da çerge’yi kullandıklarını biliyoruz(138).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde İlim ve Kültürün Yükselmesi ve Yayılması



8. İlim ve Kültürün Yükselmesi ve Yayılması

Selçukluların ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri, şüphesiz, Tuğrul beg’den itibaren Islâm dünyasının her tarafını câmi, medrese, kütüphâne, tıp mektebi, hastahâne, imâret, zâviye ve kervansaraylar ile doldurmaları, bu müesseselere büyük vakıflar yapmaları idi. Filhakika, bir ilim ocağı olarak, medreselerin devlet eli ile teşkilâtlanması, tahsilin vakıf suretiyle meccânî olması ve Islâm dünyasına yayılması Selçukluların eseridir. Selçuklulardan önce devlet ile münasebeti olmadan Türkistan’da ve Horasan’da mevcut bulunan medreseler ve zâviyeler (ribâtlar) in X.uncu asırda îslâmiyetin Türkler arasında yayılmasında çok büyük hizmeti olmuştur(68). Esasen ilk medreselerin Belh ve Buhara’da mevcut eski Budist Vih aralarını taklit ile kurulduğu sanılmaktadır.

Nitekim Cuveynî de Buhara adının put-perestlerce ilmin toplandığı yer mânasında Buhâr’dan geldiğini ve Uygurların da putlarla dolu olan mâbedlerine bu adı verdiklerini söyler(69). Yukarıda belirttiğimiz üzere ilk Selçuk medresesi Tuğrul bey zamanında Nişâpûr’da kurulmuştu. Filhakika Zehebi’ye dayanan Subki Nışâpûr’da Nizâm ül-mülk’den önce Beyhakiyye ve Sa’diyye medreselerinin bulunduğunu, burada vali olan Sebüg-tekin’in oğlu ve Gazneli Mahmud’un kardeşi ve başkaları da burada medreseler inşâ ettiklerini söyler. Fakat imparatorluğun her tarafında medrese inşâsına girişilmesi Alp Arslan zamanında başlar. Zekeriya Kazvînî’ye göre Sultan Nizâm ül-mülk ile Nişâpûr’da, câmiin kapısında, elbiseleri perişan gençleri görünce sebebini sormuş; vezir de ona “bunlara insanların en şereflileri olup dünya zevki bulunmıyan ilim tâlipleridirler” cevabını vermiş ve bunun üzerine Sultan kendilerine bir yurt inşâsını ve maaş verilmesini emretmiştir”(70).

Selçuk devletinin âlimler ve talebe için, vakıf suretiyle meccânî, tahsillerini temin eden teşkilâtlı medreseleri, Alp Arslan zamanında, Bağdad’da 1067 (459) de, Nizamiye’nin inşâsiyle başlamış ve süratle bütün İslâm ülkelerine yayılmıştır. Artık sultanlar, vezirler, beyler ve hatunlar birbirini takip etmekle, bu faaliyet büyük bir hız kazandı. Nizâm ül-mülk zamanında Bağdad’dan sonra îsfahan, Rey, Nişâpûr, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul, Amul... gibi büyük merkezlerde kurulan ilk medreseler de Nizâmiyye adını almış ve sonradan diğer isimlerle başka medreseler vü­cut bulmuştur(71). Selçuklular zamanında medreseler vasıtasiyle ilmin himayesi ve yayılması, tahsilin meccânî ve kolay yapılması sebepleri de bizzat bu devrin yaratıcılarından Nizâm ül-mülk tarafından gösterilmiş­tir.

Gerçekten büyük vezîre göre eski pâdişahlar âlimlere maaş vermedikleri ve onları bir vazife ile bağlamadıkları için onlar hükümdarlara ve devlete karşı hareket ediyorlardı.(72).Selçuk devleti medreseler vasıtasiyle bir yandan ilmi koruyarak yükseltiyor ve yayıyor, öte yandan da vücuda getirdiği bu büyük irfan ordusu sayesinde Şi’î Fâtımîler idaresinde kurulan Sünnî aleyhdarı propagandalara karşı İslâm dünyasını ve devletin bünyesini kuvvetlendiriyordu. İlim ve tahsilin bu derece himayesi, yayılması da böylece Selçukluların eseri olup medeniyet tarihinde ilk defa vukubulmuş ve son demokratik ve sosyal gelişmelere kadar Avrupa medeniyetinin de meçhulü kalmıştı.

Böylece İslâm dünyası Çin hudutlarından Akdeniz kıyılarına kadar ilim, kültür, İçtimaî yardım müesseseleri ve sanat âbideleri ile dolmuştur. Medreselerde âlim ve talebelere maaş tahsisinden başka ilmi teşvik maksadiyle vakıf tahsisatından 100, 500 ve 1000 “dinar veya akça'’ mükâ­ fatlar da konuyordu(73). Selçuklular ile başlayan bu büyük harekete diğer müslüman kavimler de katılmış ise de kurulan müesseseler kahir bir ekseriyetle Türklerin eseri idi. Suriye gibi ileri bir medeniyet bölgesi olan ve diğer memleketlere nazaran Türk nüfusu az bulunan ülkede bu devirde saâdece, Şam şehrinde 21 câmi, 20 medrese, 9 hânkâh ve ribât, 7 hamam, 1 Dar ul-hadîs ve 1 büyük hastahâne (Atabeg Nureddin'e ait bîmaristan)nin Türklerin eseri olduğuna dair İbn Şaddâd tarafından verilen isimleri hatırlatmak kâfidir. Aynı müellif Halep’te Türklerin ismini taşıyan 77 câmi ve mescit, 7 hânkâh, 8 medrese ve 8 hamam da kaydeder. Bu büyük hizmete rağmen Sünnîliğin ocağı olan medreselerin tesisi, Şi’îlerin kuvvetli olduğu yerlerde, bir takım güçlüklerle karşılaşıyordu.

Nitekim Halep’te hutbenin Fâtımîler yerine Alp Arslan nâmına okunması ancak burada Selçuklulardan önce mevcut Türk askerlerinin himâyesinde mümkün olduğu gibi Halep’te ilk Selçuk medresesi de bundan takriben yarım asır sonra güçlükle kurulabilmişti. Filhakika Artuk bey’in torunu Süleyman, 1116 (510) yılında, 'bir medrese inşâsına başladığı zaman henüz Şi’îler faaliyette bulunuyor ve her gün yapılan inşaat geceleri yıkılıyordu. Nihâyet Artuklu emîri Alevîlerin reisi Şerif Zuhre bin Ali’nin tavassutunu teminden sonra inşaat tamamlanabilmiş ve böylece Halep, Şam şehirleri tedricen Şi’îlikten kurtarılmıştır(74). Bu sebeple de ıivâyete göre Atabeg Nureddin’e kadar Suriye ilimden ve ilün adamlarından hâlî idi; onun zamanında ise âlimler, sofiler, medreseler ve ribâtlar ile doldu(75). Medreselerde İslâmî ilimler yanında riyâziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlerin okutulması mahallin kültür durumuna ve ilim adamlarının mevcûdiyetine bağlı bulunuyordu.

Büyük merkezlerde ve Nizâmiyyelerde umumiyetle müsbet ilimler de programlarda yer alıyordu. Bağdad’da 1234 de açılan Mustansiriyye medresesinde İslâmî ilimlerden başka tıp, riyâziye ve heyet tedrisatı da yapılıyor; gök biçirainde altın taslar ve bilyeler ile güneşin hareketi tetkik ediliyordu. Zengin vakıflara, büyük ve emsalsiz bir kütüphaneye sahip olan medresede bütün mezheplere mensup talebe ve müderrislere de yer veriliyordu. Bu sırada Basra’da bir tıp medresesi kurulmuştu(76). Sadreddin Konevî’den ve Nasîruddin Tûsî’den tahsil gören Kutbeddin Şîrâzî (1236-1311) İbn Sînâ’nın Kanûn ve Şifâ’sinı, Zamahşerî’nin Keşşâfını okutuyor; yılda 30.000 dirhem maaş alıyor ve çoğunu talebelerine dağıtıyordu(77).

Her medresenin bir kütüphânesi ve şehirlerin umumî kütüphaneleri vardı.Selçuk devletinin kuruluşundan beri meliklerin merkezi ve Sultan Sancar’ın altmış yıl payitahtı olan Merv devrin muazzam bir kültür ve medeniyet şehri haline gelmişti. Saraylar, köşkler, câmiler ve medreselerle - dolu olan bu büyük kültür merkezinde bir çok kütüphâne vardı. 12000 cilt kitap bulunan ve beheri 200 dinar kıymetinde olan kütüphâneler mevcut idi. XIII üncü asrın başlarında eserlerini bu kütüphanelerde hazırladığını söyleyen Yâkut şehirde Nizâm ül-mülk, Mustavfî Şeref ülmülk, vezir Mecd ül-mülk, ikisi Sem’ânî ailesine ait, Hatuniyye, Kemâliyye, ‘Amîdiyye ve Zamîriyye adlarını taşıyan on kütüphâne bulundu­ğunu ve çoğundan rehinsiz kitap alınabildiğini bildirir(78).

Türkistan ve Hârizm kütüphâneleri pek eski ve zengin idi. İbn Sînâ Buhara’da Samani hükümdarının, kimsenin görmediği, kitaplarla dolu bir kütüphânesinv de tetkiklerini yapmıştı. Şahabeddin Hayrakî’nin Hârizm (Ürgenç)’de, Şafiî câmii yanmda, tesis ettiği kütüphânenin ise, eskiden olduğu gibi istikbalde de, emsali görülmiyeceği rivâyet edilmektedir, ki bu çok yüksek medeniyet merkezinde bu şekilde tavsif edilen bu kütüphânenin cidden muazzam bir şey olması iktiza eder. Moğal istilâsı önünde kitapların ancak en kıymetlilerini götürebilen Şahabeddin ölünce onlar da zamanın kargaşalığında sokak takımı eline düşmüş ve mahvolmuştu(79). Hulagu ile birlikte Bağdad ve Suriye seferlerinde bulunan Nasîruddin Tûsî, bu istilâlar esnasında, yağma edilen kitaplardan Merâga’da büyük rasathanesi yanında, büyük bir kütüphâne vücuda getirdi, ki burada 400.000 cilt yazma toplamıştı(80).

Kirman hükümdarı Mehmed medrese, câmi, zaviye ve kendisine türbe inşa edip bir mamure vücuda getirirken burada kurduğu kütüphâne (Dâr ül-kütüb)ye her ilme ait 5000 kitap vakfeylemiş­ti(81). Kervansaray (dâr uz-ziyâfe) larda ilim ve kültürlü insanlar için kü­ tüphâne kurulması ve diğer yolcular için de satranç takımları bulundurulması devrin kültürü ve medeniyet seviyesi bakımından dikkate şayandır(82). Umumiyetle câmi, medrese ve kütüphâneler bir arada yapı­lıyor; kitapçı çarşıları, sahhâflar (Suk ul-kütüb), kâğıt, kalem ve mürekkep satan dükkânlar (Sûk ul-varrâkîn) da bunlara bitişik ve kültür merkezlerinde bulunuyordu. Esasen Orta-çağ şehirleri câmi, medrese, kü­tüphâne, hamam, imâret gibi külliyeler ile başlıyor; çarşı ve mahalleler bu külliyeler etrafında vücûd buluyordu, ki Türk-îslâm medeniyeti bu ana hususiyeti ile mümtaz idi. îbn Sînâ’nın Şifâ’sı 100 dinara satılıyor (istinsah ediliyor) idi.

Bağdad Nizâmiyye medresesi kütüphâne memuru (hâzin) nun ayda 10 dinar (altın) maaş alması(83), kitapların kıymetini ve devrin İktisadî ve kültürel seviyesini anlamak bakımından çok mânalıdır. Selçuk devrinde tıp tahsili medreselerden ziyade devrin büyük hastahâne (Bîmâristân, Dâr uş-şifâ) lerinde yapılıyordu. Bununla beraber hususî mahiyette de tıp tahsili oluyordu. Şamlı Muhaddeb adlı bir tabip pazar yerlerinde para ile hastalarını muayene ve tedâvi ederdi. 1232 de ölünce evini ve kitaplarını vakfederek burasının müslümanlar için bir Tıp mektebi olmasını vasiyet etmişti. Muhezzibuddin Abdurrahman (doğ.1170) Şam’da evini Tıb medresesi olarak vakfetti ve buradan çok tabîb yetişti. İhtişâr ul-hâvî, Makale fîl-istifrâğ gibi eserleri vardı. Melik Âdil’in hizmetinde 100 dinar maaş alıyordu. Melik Kâmil’i tedâvisi üzerine Reis ül-etıbba (Baş-tabib) tâyin olundu ve hükümdar ayrıca kendisine 12000 dinar para ve altın başlıklı 24 at hediye etti. Diyârbekirli Seyfeddin Amidî’ye mülâzemet ederdi(84).

XIII üncü asrın ilk yarılarında bir müderris halifeye verdiği bir muhtırada zenginlerin evlerine giden tabiplerin çok para kazandıklarını, halktan istihkaklarından fazla ücret aldıklarını, sokak köşelerine oturan tabip ve göz doktorlarının bozuk ilâç kullanarak bedenleri bozduklarını, akşam evlerine çantaları para dolu döndüklerini anlatıp şikâyet eder(85). Buna mukabil Yahya bin İsa (ölümü h. 493) gibi halkı mahallelerinde meccânen tedâvi eden ve onlara parasız ilâç gönderen tabipler de vardı(86). Tıp tahsili nasıl hastahanelerde oluyordu ise hey’et de medreselerden ziyade rasathânelerde öğreniliyordu. Melikşâh büyük paralar sarfiyle önce İsfahanda, sonra da Bağdad’da birer rasathâne kurmuştu ve devrin büyük riyâziye ve heyet (astronomi) âlimleri olan Ömer Hayyâm, Ebu’l-Muzaffer Îsfizârî, Meymûn en-Necîb el-Vâsıtî ve başkalarını rasat işlerini tetkike memur etmişti. Bu rasatlardan sonra Melikşâh’ın, Celâleddin lâkabına nisbetle, yeni bir Celâli takvimi vücuda getirildi. Bu takvime göre 21 Mart 471 (1079) den itibaren yeni bir tarih başlangıcı kabûl ediliyor ve Hicrî sene devlet işleri için kifayetsiz olduğundan ve Abbâsîler devrinde de sağlam bir malî takvim yapılmadığından güneş yılı esasına dayanan bir takvim meydana getiriliyordu.

İlmî bakımdan Gregorien sisteminden de daha sağlam ve hassas olan bu takvim islâmı eserlerde pek seyrek kullanılmıştır. Melikşâh Bağdad’da, “Tuğrul bey şehrı’nde, saraylar, köşkler, mahalleler, çarşılar, hamamlar ve hanlar inşa eder ve Irak’ta büyük kanallar ve sulama tesisleri yaparken sarayın yakınında bir de rasathâne kurup rasat işlerini de orada merkezleştirdi(87). Melikşâh’dan sonra başlayan siyasî buhran rasat işlerini de sarstı ise de durmadı. Filozof Muhammed bin Ahmed Beyhakî riyâziye ve hey’ette pek meşhûr ve devrin âlimlerince de üstünlüğü kabul edilmiş olup Sultan Mehmed Tapar zamanında İsfahan rasathânesinde çalışmalarına devam etti(88). Sultan Mehmed Tapar’dan sonra oğlu Sultan Mahmud da Bağdad rasathânesine Bedful-Usturlâbî şöhretiyle tanınan Ebu’l Kasım Hibetullah’ı memur etmişti, Bedî‘ hey’et ilminde ve hususiyle usturlâb ve şâir felekiyât âletleri imâlinde çok kudretli olup Sultan Mahmûd nâ­mına hazırladığı Zıyc’leri 1130 da ikmâl etti. Çok rağbette olan rasat imalâtı sayesinde büyük bir servete sahip olmuştu.

Ölümünden sonra onun kudretinde bir imalâtçı çıkmadı. Kendisinden takriben iki asır sonra Muhammed bin İbrahim isminde bir heyetşinas çeşitli ve görülmemiş usturlâblar ve ruhu’lar imâl ediyor; birincileri 10, İkincileri de 2 dinara satıyordu. O, bu tekniğe dair Keşf ur-reyb fi am el ul-ceyb adlı bir eser de telif etmişti(89). Devrinin pek çok âlim, filozof, tabip ve şâirlerini yanında toplayan Sultan Sancar ilmî faaliyetleri teşvik ve himâye ederken rasat işlerine de çok ehemmiyet verdi. Ebu Mansûr Abdıırrahman Hâzinî’nin idare ettiği rasatlar neticesinde Selçuk ülkelerinin tûl ve arz derecelerini ve kıblelerini gösteren Zîyc-i Sancarîyi vücuda getirmişti Hâzininin Mîzân ül-hikmet adlı eseri de fizikte “Arşînıedes”i esas alıyordu. O aynı zamanda kesafetler üzerinde de durmuş ve R. Bacon’dan önce arzın merkezine doğru suyun daha fazla kesifleştiği meselesiyle uğraş­ mıştır. Semerkantlı filozof Haşan onun talebesinden idi. Hâzini aynı zamanda çok idealist idi. Sultan Sancar bir defa kendisine 1000 altın ihsan etmiş; fakat o 10 dinarın kâfi geldiğini beyan ederek özür dilemişti(90).

Sultan Sancar medeniyet tarihinde çok büyük bir mevki sahibidir.! Altmış yıllık saltanatı esnasında devrin âlimlerini, ediplerini ve sanatkârlarını yetiştirmesi ve himâyesiyle çok hizmet etmişti. Devrin büyük âlimi Şahristânî (ölümü 1153) Sultan Sancar’ın yalan bir dostu idi. Hârizmli hemşehrileri gibi o da Mu’tezile mezhebine mensup olduğundan Kur’ân tefsirinde felsefeye çok ehemmiyet veriyordu. Çağdaşı meşhur âlim ve tarihçi Alin bin Zeyd Bayhakî (1100-1170) kendisine Tâhi’în ve Selef yolunda kalmasını; yâni felsefeye bağlanıp İslâm’dan uzaklaşmamasını ve Gazâlî’ye uymasını tavsiye ettiği zaman çok gazaba gelmişti. Hemşehrisi Mahmûd bin Arslan’ın kaybolmuş büyük Hârizm tarihinden yapılan iktibaslara göre Şahristânî deliller arasında felsefeyi ve hür düşünceyi nass (dogme) a üstün tuttuğundan onun ilhâd (küfr) ine kâil olanlar vardı(91). Onun hemşehrisi büyük tefsir sahibi Zamahşerî (1074-1134) de kendisi gibi Mu’tezile’den olup Sultan Sancar’ın dostlarından idi.

Türkçeye de tercüme ettiği kendi eseri Mukaddimet ül-Edeb’i Sultan Sancar’a it haf etmişti. Zamahşerı (Zamahşer Urgenç yakınındadır) haklı olarak memleketi Hârizm’le iftihar ediyordu. Hârizmlileri, dindar, vefakâr, emânete sâdık, yabancılara ihsan edici, zayıfları koruyucu, gazaya azimli olarak bir çok hasletleri ile başka halklardan daha faziletli görüyordu(92). Zamahşerî’nin ikinci Câhiz saydığı ‘‘Türk” filozu Mahmûd Hârizmî ve diğer Türk filozofu Mehmed îlâkî da Sultan Sancarın himaye ettiği dostları idi. Bu sonuncusu ile kadı ve filozof Abdürrezzak üt-Türkî ve Ömer Hayyâm arasında münazaralar ve ihtilâflar vardı. Abdürrezzak Belh vâlisi meşhur Kumaç’a intisap etmiş; aklî ilimlerde ve hendesede kudretiyle şöhret kazanmıştı Onun Sultân-nâme, Dost-nâme, Kitâb il-lhayvân ve Kitab ül-levâhik adlı eserleri meşhur idi.

Filozof Mehmed bin Ahmed Bayhakî Sultan Mehmed zamanında İsfahan rasathânesinde çalışıyor; riyâziye ve heyetle meşgul oluyordu. Zamanın âlimleri onun üstünlüğünü kabûl ediyordu. Riyâziyenin “gâyesi sayılan Mahrûfisii ilminde” yazdığı kitabı az bir kimse anlıyabiliyordu. Sultan Mehmed’in Bâtınîlere karşı cihâdı sırasında onlar tarafından öldürülmüştü. Mervli Haşan Kattan tıp, riyâziye ve edebiyat şubelerinde mühim eserler yazmıştı ve tedavide az yemek vermekle meşhur idi. Atsız’m 1141 de Merv’i işgâli esnasında kütüphânesi yağma edilmiş ve bunu meşhur edip Reşîduddin Vatvât’tan bildiği için aralarında sert mektuplaşmalar olmuştur. Sultan Sancar’ın hizmetinde bulunan tabiplerden biri de Hıristiyan îbn üt-Tilmîz olup bir çok eserleri arasında Kitâb üt-telhîs’i tabiplerin bir el-kitabı idi. Sancar’dan döndükten sonra Bağdad’da Halife Muktafî’nin hizmetinde yıllık 20000 dinar (altın) maaş alıyordu; 1165 de öldü. İbn ut-Tilmîz’ın meslekdaşı Yahûdi Hibet ullah Ebu’l-Berekât Bağ- dadlı olup Selçuklu sultanı Mahmûd’un ve hatunun hizmetinde bulunmuş meşhur bir tabîb idi.

Selçuklu sultanı hizmetlerinden dolayı kendisini ihsanlara boğdu; o da bu nimet ve itibardan dolayı müslüman oldu. Doktorların suallerine verdiği yazılı cevaplarını toplayanlar eser sâhibi oldu. Mu’teber adlı tıbba aid eseri çok meşhur idi. Sultan’ın kırmızı hiFatmı giymiş olarak ders verirdi. Ebu Zayd Navkânî de riyâziye ve mesâhalar üzerinde yazdığı eserlerle tanınıyordu. Belh’de yaşayan ve 1141 de ölen tabip Ebu Said Muhammed bin Ali’nin de basûr hakkında eseri vardı. Tıp ve hendesede meşhûr olan Mahmûd Sancar’ın aziz tabibi idi. Baheddin Mehmed bin Mahmûd da Sultanın tedavisinde gösterdiği maharet sayesinde Saray baş-tabibliğine yükselmişti. Sultan Sancar ömrünün sonlarında önce Karahıtaylara karşı Katvan'da, sonra da Oğuzlara mağlûb olunca bu âlimlerin bir kısmını kaybetmişti, ki filozof Mehmed Îlâkî ve filozof Semerkantlı Hasan şehitler arasında idi(93).

Sultan Sancar’ın Türkistan, Hârizm ve Horasan’da yetiştirdiği ve himaye ettiği devlet ve ilim adamları o kadar çok idi, ki “Karahıtay kâfirleri Türkistan’ı istilâ ettikten sonra bu memleketi onlarla idare etmek zorunda kaldılar”(94). Bununla beraber Karahıtayların hâkimiyetini eline ge­çiren Nayman’ların (Moğollaşmış Türklerin) reisi Küçlük, İslâm düşmanlığı dolayısiyle, bu âlimlere zulmediyordu. Kâşgar’da 3000 ilim adamını dinî bir münakaşaya davet ettiği zaman onun korkusundan kimse ses çıkaramıyordu. Nihayet Hotanlı Alâeddin Mehmed ona karşı Îslâmiyetin müdafaasını üzerine aldı. Fakat münakaşada ona ve müslüman âlimlerine mağlûb olan Küçlük Alâeddin Mehmed’e işkence yaptı ve sonunda da kendisini Hotan’daki medresesi kapısında idam etti(95)

Sultan Sancar devrine mensup bu âlimlere ait eserlerden çoğu bize kadar gelmemiş; bilhassa Moğol istilâsında, Orta Asya medeniyeti ile birlikte, bu eserler de yok olmuştur. Bu ilim ve âlimlerin hâmisi bulunan Sultan Sancar da ilim ve kültür âşıkı bir hükümdardı. Onun devrinde yaşayan büyük âlim îbn Funduk, fizik ve mahrutlar ilminde meşhur Ebû’l Feth Kûşek’in “kitaplarını en büyük Sultan Sancar'ın kütüphânesinde gördüm. Sultan bu kitapları mütalâaya çok düşkün idi ”(96) ifâdesiyle Sancar’ın kültür durumunu aydınlatan çok mühim bir bilgi vermektedir. Gerçekten Sancar’a ait bir mektuba dayanan Barthold, İslâm dünyasında hüküm süren, Selçukluların bir asır sonra bile mahallî kültüre yabancı kaldıklarını, yalnız Sultan Sancar de­ğil seleflerinin de daha iyi bir tahsile sahip olmadıklarını söylemek suretiyle Selçuklular hakkında kâfi derecede hazırlıklı bulunmadığını ve bu sebeple fâhiş bir hataya düştüğünü göstermiştir(97).

Vakıa Sultan Sancar Halifeye gönderdiği 1133 (527) tarihli mektubunda “okumak ve yazmak bilmiyorum” ifâdesini kullanmış(98) ise de bunu artık dar mânada anlamamak ve ağdalı Arapça inşâ uslubuna ve diline vâkıf olmadiği şeklinde izah etmek ve hele bu hususu umumileştirmemek icap eder. Sultan Sancar’ın himâyesinde bulunan filozof Ömer bin Sehlân elSavî (öl. 1145) sultanın adına ve onun kütüphanesi için yazdığı Risâle-i Sancariyye devrin müsbet ilimleri ve fizik sahasında çok mühim bir eserdir. Müellif burada tabiatta cereyan eden hâdiseleri hemen bugünkü fizik ilmine göre izah eder. Ona göre güneşin harareti ile sular tebahhur eder; soğuk havaya rastladığı zaman bu buharlar tekâsüf ederek su yani yağmur hâlinde tekrar yere düşer.

Havanın soğukluğu artarsa yağmur yerine kar olur. Ömer bin Şehlân bu hususu isbat için bir testinin içine buz konunca etrafındaki havanın soğuması ile temas ettiği havadaki buğunun su hâline geldiğini, sıcak olursa suyun bulıa" hâlinde kaybolduğunu söyler. O sıcak havanın, soğuk havadan hafif olmasını da buharın yükselmesi sebebi olarak gösterir. O hararet buhar, bulut, yağ­mur ve karın teşekkülünü izah ettikten sonra gok-gürültüsü, şimşek ve yıldırım hâdiselerini de havanın aynı fizikî değişikliklere maruz kalması­nın bir neticesi olarak meydana kor. Bu münasebetle sesin hava dalgaları ile kulağımıza çarparak nasıl vücud bulduğunu ve ziyanın sür’atinden dolayı şimşek çakmasını sesi duymadan Önce gördüğümüzü söylerken de sesin hava ile naklolunduğunu anlatır. Müellif risâlesinde rüzgârları, yer-altı suları, hükürt, zırnık, tuz, nişâdır ve zâcm teşekkülü üzerinde durur. Devrin bu mühim fizik âlimi ve filozofu mukaddimede “Âlemin pâdişâhı en büyük sultan, şark ve garp hükümdarlarının hü­kümdarı Şancar’m arzusu ile onun kütüphânesi için, hazırladığını söyler.” Bu da Sancar’ın ilim ve kültürün her şubesi ile nasıl uğraştığını gösterir(99a)'.

Selçuk sultan ve meliklerinin ne derece şiir ve edebiyata düşkün oldukları, Melikşâh ve bazı Selçuk beylerinin bizzat Farisî şiir ve Türkçe mektup yazdıkları, saraylarda şehzâdelerin tahsiline ne derece ehemmiyet verildiği hakkında, yukarıda, bazı bilgiler vermiştik. Semerkantlı Nizâmî-i ‘Arûzı’nin “Selçukoğullarının hepsi şiire düşkün” olduğuna dâir ifâdesi de bunu göstermektedir. Avfî Melik­şâh ve Toganşâh’dan başka Süleyman ve son Selçuk sultanı Tuğrul, Margmân meliki Yabgu, Atsız ve Tökiş’i de îran şâirleri arasında sayar ve şiirlerinden parçalar nakleder, ki bu bilgiler bile Barthold’u tekzip eder". (99)

Sancar’ın yeğeni ve Mehmed Tapar’ın oğlu Sultan Mahmûd’un da, on üç yaşında tahta çıktığı zamaıı, yalnız Farsçaya değil Arapçaya ve edebiyata da vakıf olduğunu, iyi bir tarih kültürü ile yetiştirildiğini belirtmiştik. Bu sebeple aynı yaşlarda Horasan meliki olan Sultan Sancar’ın söylendiğinin aksine, tahsilden mahrum kaldığını sanmak nnkânsızdır. Sultan Mes‘ûd’un, yetim kalan amca-zâdeleri, Arslan ve Melikşâh’ı derhal yanma alarak “yetiştirip mektebe koyması” da bu an’ane icâbı idi(100). Henüz İslâm âlemine yeni geldikleri zamanda bile Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış ve daha sonra Kirman meliki Arslan-şâh da heyet ilminde ilerilemiş ve ikinci devrin Batlamiyus’u sayılmıştı. Onun ilmi himâyesi ve neşri sayesinde esnaf bile çocuklarını mekteplere göndererek ilimle uğ­raşmaya başlamışlardı(101). Esasen ilim ve kültürden behresi olmayan bir insanın bu kadar ilmi ve âlimleri himâyesi, bu ilim ve kültür muhitinin merkezi olması ve çağdaş bir âlimin ifâdesiyle de okumağa bu derece düşkün bulunması imkânsız idi.

Bu sebeple Sultan Sancar’ın yalnız ilim ve kültürün hâmisi olmadığına, bizzat yüksek bir kültüre sâhip bulundu­ğuna hükmetmekte aslâ tereddüt edilemez. Selçuk imparatorluğunun kurulması müslüman kavimler arasında yeni bir kültür kaynaşmasına imkân vermek suretiyle de medeniyet tarihinde büyük bir ehemmiyet taşır. Hattâ, aşağıda üzerinde duracağımız üzere (VIII, 3) onun bu ehemmiyeti İslâm kavimlerini de aşar ve Avrupa)a da tesir altına alır. Siyasî birlik yanında büyük Türk muhacereti, ticarî münasebetlerin genişlemesi Türkistan, Hârizm, Horasan ve başka ülkelerden diğer. İslâm ülkelerine ve hususiyle Anadolu’ya devamlı olarak pek çok ilim, din, mutasavvıf, edebiyat ve sanat erbabının göçmesine sebep oldu, ki kaynaklar bize sık-sık bu ülkelerden gelmiş kültür adamlarının isimlerini verir. Burada dikkati çeken bir husus da az zamanda göçebe Türkmenler arasında da türlü bölgelerde ilim, din, hukuk, tasavvuf ve tarih sahasında pek çok kimsenin yetiştiğine dâir kaynaklarda bol kayıtların bulunmasıdır.

Bu umumî medeniyet hamlesi içerisinde İran edebiyatının süratle gelişmesi de göze çarpar. Gerçekten Samanîler ve Gazneliler devrinde meydana çıkan Farsça yazı dili ve edebiyatı Selçuklular zamanında altın devrini idrak eder; Karahanlılar da bu edebiyatın gelişmesinde aynı rolü oynar. Bu sâyede İslâm dünyasında yegâne ilim dili Arapça yanında Farça da tedricen ilim dili seviyesine çıkmağa ve ilmî eserler vermeğe başlar(102). İslâm medeniyetinin üçüncü kültür dili olan Türkçe de Farsça kadar bir emekleme devresi ve bir kaç asır geçirdikten sonra yazı ve edebiyat dili hâline gelir; diğer edebiyatlar sukut ederken Türkçe bu medeniyetin birinci kültür dili olur.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklular Devrinde İlmin Himâyesi ve Fikir Hürriyeti



7.Selçuklular Devrinde İlmin Himâyesi ve Fikir Hürriyeti '

Selçukluların, Türklere mahsus bu hürriyet ve musamahalariyle, Hı­ristiyan ve Yahudilere karşı güttükleri bu siyasetin müslümanlara ve türlü mezheplere de tatbik edilmesi tabiî idi. Filhakika, îslâm dinini ve Sel­çuk İmparatorluğunu yıkmak için çeşitli teşkilât kuran Bâtınîler ve müfrit Şi’îler müstesna, Selçuk sultanları ve beyleri mezhepler arası farklara ve kavgalara aslâ müdahale etmemişler; ancak nâdir ahvalde İçtimaî nizâmı korumak ve mücadeleleri yatıştırmak maksadiyle uzlaştırıcı bir rol oynamışlardı. Melikşâh Nizâm ül-mülk’ün Aş’arîler ile Hanbeliler arasında, münakaşalardan sonra kavgalar başlayınca Bağ­ dad’a, Ebu îshak Şîrâzî’ye gönderdikleri mektupta Nizâmiyye medresesini bir mezhebi korumak için değil ilmi himaye etmek ve yükseltmek gayesiyle kurduklarını, mezhepler arası bir tefrik siyaseti gütmediklerini belirten ifadeleri din ve fikir hürriyeti hakkındaki sağlam görüş ve siyasetlerinin en güzel delillerinden biridir(50).

Hattâ mezhepler - arası mücâdeleleri önlemek maksadiyle vâizleri devletin ve kadıların murâkabesine koydukları hususî hallerde de, yine fikir hürriyetini temin gayesiyle, askerî muhafızları kullanmaktan da geri kalmamışlardı. Gerçekten bu tedbirler istisnaî idi ve ancak mezhepler - arası husumetin mevcut olduğu yerlerde ve hususiyle Irak taraflarında tatbik ediliyordu. Zira umumiyetle Sünnî mezhepler ve mutedil Şi’î- ler arasında ciddî bir taassup ve gerginlik mevcut olmamıştır. Bu sebeple muhite ve ihtiyaca göre bir çok medreselerde dört mezhebe mensup âlim ve talebeler bir arada tahsil ile meşgul oluyorlardı, ki bu hususta hem vekayi-nâmelerde ve hem de medreselerin vakfiyelerinde bol malûmat mevcuttur.

Sultan Sancar zamanında Merv, Belh ve başka kültür merkezlerinde umumî münazaralar, kökleşmiş bir anane halinde, rağbetle devam ediyor; kadınlar bile bu münazaralara katılıyor ve ara sıra kadınlar bu umumî toplantılardan men ediyorlardı. 1222 yılında Semerkanta gelen Çin seyyahı Ch’ang-çh’un ezan okununca kadm-'erkek herkesin câmie koştuğunu söyler(51). Yetiştirdiği büyük âlimlerile îslâm medeniyetinin doğuşunda, Türkistan gibi müstesna bir mevkii ve onun bir parçası bulunan Hârizm, Sel­çuklular devrinde de fikrî kemalin son derecesine yükselmişti. Gerçekten hür düşünceye dayanan Mu’tezile mezhebi Hârizm’de o kadar yaygın idi, ki avam halktan bile pek çok mütekellim’e rastlanıyordu.

Fahreddin Râzî (1149-1209) bile Hârizm’in merkezi Urgenç (Curcâniye) e gittiği, zaman ilmî münazaraların ve Mu’tezile mezhebinin bu derece yaygın bulunmasına hayret etmişti. Buhara’ya varınca da münazaralarda bulunmuş ve kalabalık halkın Kelâm’a âit suallerine cevaplar vermişti. Başka bir kaynağa göre “Ürgenç halkı tamamiyle Mu’ tezile’dir; kelâm ilmi ile mümareseleri o derece ileridir, ki çarşı ve pazarlarda hiç taassup göstermeden münazara yaparlar. Eğer bir kişi taassup gösterir veya kaba kelimeler kullanan olursa herkes ona cephe alır. Delilsiz konuştuğu için de itibar görmez ve sözü kesilir” idi(52).

Dikkate şayandır ki Hârizm halkı Moğol istilâsından sonra ' yine de Mu’tezile mezhebine sâdık kalmış; müslüman olmuş Moğol vâli ve hâkimleri Sünni olduğu için, mezheplerim gizli olarak muhafaza etmişlerdi(53) Selçuk sultanları, melikleri, beyleri ve hatunlarının âlimlere, din adamlarına, şâir ve sanatkârlara gösterdikleri 'saygı, onlara kurdukları müesseseler ve yaptıkları ihsanlar hayrete şayan bir derecede ve kendi kudretleri ile mütenasip bir seviyede idi. Tuğrul beg ve Alp Ârslan’ın âlimler ve din adamları karşısındaki tevazuları ve saygıları hakkında yukarıda bir hayli misal vermiş idik. Tuğrul beg: “kendime bir köşk yapıp da yanında bir câmi inşâ etmezsem Allah'tan utanırım”(54) derken bu saygının dayandığı imanı belirtiyordu. O fethettiği şehirlere girerken ilk işi âlimleri ve din adamlarını tevazûla ziyaret etmekti.

Selçuk devrinin azametini ve cihân hâkimiyeti şüûrunu daha fazla duyan Melikşâh ile İmam ul-Harameyn Abu’l-M a’âlî Cuvaynî arasında geçen bir hâdise, devletin ve sultanın haşmeti bahis mevzuu olduğu halde, âlimlerin ne derece yüksek bir mevkie sahip olduklarını gösteren güzel bir misaldir. Gerçekten, rivâyete göre, Melikşâh hilâlin gö­ zükmesi üzerine bayram gününü ilân eder. Fakat Cuveynî, aksine ertesi günün Ramazan olduğuna ve oruç tutulması gerektiğine dair bir fetvâ verir. Sultan bu nâzik durum karşısında İmâm ul-Haremeyn’i, nezaketle, saraya dâvet eder. Görüşme sırasında büyük âlim: “Sultana ait işlerde fermana itaat vazifemizdir; lâkin fetvâya taallûk eden meselelerde de sultanın bize sorması gerekir” cevabını verir. Bu cevabı haklı bulan sultan, haşmetini düşünmeden, fetvâya uyar ve onu hürmetle yolcu eder(55).

Nîşâpûrlu âlim Ali bin Haşan al-Sandalî, Tuğrul bey’in Bağdad seferinden sonra, zahidâne bir hayata başlamıştı. Bir Cuma namazında onunla karşılaşan Melikşah ona kendisini ziyaret etmediğini hatırlatır. Sandalı Sultana bunun sebebi olarak “Sizin hükümdarların en iyisi olmanız, benimde alimlerin en kötüsü olmamaklığım içindir” cevabını verir ve bunu da: “Zira hükümdarların en iyisi âlimleri ziyaret eden, âlimlerin en kö­tüsü de hükümdarların ziyaretine koşandır” şeklinde izah ederek devrin mükemmel zihniyetini meydana koyar(56).Nîşâpûr’da Şâfiîler ile Hanefîler arasında çıkan bir mücadele bir âsâyiş meselesi olduğu ve Sultan Sancarın da ordusuyla şehrin yakınında bulunduğu halde müdahalede bulunmaması, âlimleri vasıta kılarak hâ­diseyi yatıştırması ilim ve mezhepler arası münasebetlere karışmamak endişesini gösterir(57).

Gerçekten bu zamanda şehir halkının ekseriyetini Hanefîler teşkil ettiği ve onlardan bir miktar adam öldürüldüğü halde Sultan orduyu hâdiseye karıştırmaktan sakmmıştır. Bütün Selçuk sultanları ve Türklerin ekseriyeti gibi samimî bir Hanefî olan Sancar’ın Gazalî’nin İmâm-i A’zâm Ebu Hanife aleyhinde konuştuğu rivayeti münasebetiyle aralarında vukubulan mülâkat da cidden kayde şayandır. Bu rivâyet üzerine çok üzülen Sultan Sancar bizzat görüşmek üzere Gazalî’yi huzuruna dâvet etti. Dinî ve felsefî meseleler dolayısiyle buhranlı bir ruh haleti içinde Tûs’da inzivaya çekilen Gazali, Sultana yazdığı cevabında, hükümdarların huzûruna çıkmamağa ahd eylediğini bildirmekte, yeminini bozmamasını rica etmekte ve ancak emre uyarak Meşhed’e kadar gelebileceğini belirtmektedir.

Böylece, burada, ordugâhda vukubulan karşılaşmada. Sultan büyük âlimin gelişinde bütün emirleri ile birlikte ayağa kalkar ve onu tahtında yanında oturtur. Gazali âlimlerin hü­kümdarlar huzurunda dua, senâ ve tavsiyelerle söze başlamaları âdet olduğunu, fakat riyâ ile karışması ihtimali karşısında, kendisinin huzurda böyle hareket etmiyeceğini, duayı ancak Allah ile yalnız kaldığı zaman yaptığını beyandan sonra Tuğrul beg, Alp Arslan ve Melikşâh’dan bahisle mühim fikir ve nasihatlerde bulunmuş ve büyük İslâm hukukçusu , Imâm-i A’zâm aleyhinde konuşmasının imkânsız ve böyle bir rivâyetin yalan olduğunu bildirmiştir. Bu beyandan çok memnun kâlan “îslâmın hükümdarı” (Sancar bu zamanda henüz Horasan meliki idi) bütün Horasan ve Irak âlimlerinin hazır bulunup Gazalî’yi dinlemelerini arzu ettiğini, bu mümkün olmadığına göre büyük âlime bu konuşmaları yazmasını rica ediyor ve bir nüshasını o memleketlere gönderip âlimlere ne derece hürmet eylediğinin bilinmesini istediğini söylüyordu.

Bundan baş­ka, Sultan, Gazalî’nin inzivada kalmasına râzı olmayarak kendisine medreseler inşâ edeceğini, derslerine başlayıp âlimlerin müşküllerini halletmesini ve ilmi yaymasını da rica ediyordu. Gazali bizzat al-Munkız’inde söylediğine göre: “zamanın padişahı, Cenâb-ı Hakkın takdiri ile, derunî bir arzu duydu ve bu “Fetret”i (Bâtınîlerin ve filozofların îslâ­ miyeti sarsmalarını) kaldırmak için, itiraz kabûl etmiyecek bir surette, Nîşâpûr’a gidip derse başlamamı emretti” ifadesiyle hâdiseyi anlatır(57a).

Böylece Gazali, on iki yıllık bir fâsıladan sonra, 1105 (599) de Nîşâpûr Nizâmiyesinde tekrar derslerine başladı. Gazalî Nasihatül Mulûk adlı eserini de bu görüşme üzerine yazmıştı(58).Selçuk sultanları, emîr ve beyleri ilim, edebiyat ve sanatın hâmisi olarak büyük hizmetler yapmışlardır. Bunlar arasında ilk büyük Selçuklu sultanları ve hususiyle Melikşâh, Sancar ve Nizâm ül-mülk medeniyet tarihinde çok mümtaz bir mevki kazanmışlardır. Âlim, filozof, riyaziyeci, tabip, sanatkâr, edip ve şâirlerin çoğu Selçuklu saraylarına mensuptur veya onların himayelerini görmüşler veyahut onların vakfettikleri müeseselerde yetişmek imkânını bulmuşlardır.

Bu devir âlimlerinin mühim bir kısmının Türk olduğunu, bazan isimleri, hal tercümeleri ve bazan da memleketleri dolayısiyle bilinmektedir. Alp Arslan kendisine has irâdm bir kısmını fakirlere dağıtırken onda birini de ilim adamlarına sarf ediyordu(59), Melikşâh, kurduğu medreseler ve kültür müesseselerinden başka âlim ve mutasavviflere yılda 300.000 din âr (altın) ihsan ediyordu(60). Sarayı ve muhiti âlim, şâir, tabip ve filosoflar ile dolu olan Sultan Sancar’m, rivâyete göre bir defa beş gün zarfında onlara yaptığı ihsanlar 700.000, dinâr nakit, 1000 atlas elbise, pek çok at ve sair kıymetli eşya olup kendisinin ve devletinin haşmeti ile mütenasip idi. Hazinedarı kendisine hâzinenin boşalacağından bahsettiği zaman “benim hak ­ kımda mala meyletti denilmesi çirkin olur; bu atlas elbiseleri de emirlere dağıt” cevabını verdi(61).

Selçuk sultanları ve beyleri Şi’î imamların türbelerini inşâ ve ziyarette kusur etmiyor; Şi’î âlimlere ve seyyidlere ihsanlarda bulunuyor; kendilerine zâviyeler ve medreseler yapıyor ve bu miiesseselere vakıflar tahsis ediyorlardı. Nitekim o devirde İran’ın kahir ekseriyeti Sünnî olduğu halde Kum ve Kaşan şehirleri Şi’î idi ve buralarda medreseler inşâ etmişlerdi. Esasen mutedil Şi’îleri ayırmak için de bir sebep yoktu. Melikşâh’in, kızı Salkım Hatunu Şi’î Mâzenderân meliki Sipeh-bud Ali ile evlendirmesi Sünnîliğin zaferine çalışan Selçukluların mutedil Şi’îlere karşı farklı düşünmediklerine delâlet eder. Ali’nin kardeşi Karin’in de Sultan Mehmed Tapar’ın kızı ile evli olduğu rivâyet ediliyor. Buna mukabil mütefekkir Şi’îlerin de imanlı Sünnî ve Hanefî olan Türkler hakkında, Sünnîler gibi, medhiyeler yazmaları, “Gâzı v e Cihângir” tâ­ birlerini kullanmaları sebebi budur(62).

Böylece, Bâtınîler ve müfrit Şi’îler müstesna, Selçukluların türlü din ve mezheplere hürriyet bahşettikleri hususunda müslüman ve Hıristiyan müellifler birleşmekte ve bu manevî miras aynen Osmanlılara intikal etmiş bulunmaktadır. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının cihânşumûl bir kudret ve mâna kazanmasında bu siyâset ve zihniyetin tesiri büyük olmuş; dinî zulüm ve kıtallere uğ­rayan Yeni çağ Avrupasında bile din hürriyetine kavuşmak için Osmanlı idaresi arzu edilmiştir(63). Nizâm ül-mülk’ün kendi mezhebdaşları Şafiîler için İsfahan ve Hemedan’da vakfeylediği câmilerin Sultan Mehmed Tapar tarafından alı­nıp Hanefîlere tahsis edilmesi bir istisna gibi gözükmektedir(64). Bununla beraber burada siyasî bir âmilin mevcûdiyeti kendini göstermektedir.

Filhakika Sultan Mehmed’in, ağabeyisi Berkyaruk ile saltanat mücâdelesinde, karşısında başlıca kuvvet olarak Nizâm ül-mülk fırkasını bulmuş olması böyle bir sebebin mevcûdiyetini gösterir. Nitekim Bâtınîlere kar­şı cihâdı ile meşhur olan Mehmed Tapar huzurunda Bâtınîlerle cereyan eden bir münazarada, gösterdiği kudret dolayısiyle, Şi’î imam Ebu îsmâ’il’e ihsanlar yapması bir mezhep taassubuna kapılmadığını ifade eder(65). Mehmed Tapar’ın Bâtınîler ile mücâdelelerde daha müessir olabilmek ve hiyanete uğramamak maksadiyle “ilhâd ve nifak unsuru İraklıları” (Arap ve Acem Irakı) devlet hizmetinden çıkarması da bu cihâd siyâsetiyle ilgili idi66. Yüksek makamlarda bazan gizli Bâtınîlerin meydana çıkması ve mücâdeleleri baltalamaları bu tedbirin zaruriliğini göstermiştir. Sultan Sancar da Halife’ye yazdığı bir mektubunda Irak’ın mülhidler ile dolu olduğunu belirtir ve devrin umumî kanaatine tercüman olur(67).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuk Devleti ve Türkiye’nin İktisadî Tekâmülü


11. Selçuk Devleti ve Türkiye’nin İktisadî Tekâmülü

Selçuklular idaresinde Anadolu İslâm medeniyetinin hudutlarına dâhil olarak tedricen gelişirken öte yandan Akdeniz ticâretinde husule gelen bir inkılâp da bu gelişmeyi süratlendirmekte idi. İlk islâm devrinde Müslümanlar karalarda olduğu gibi Akdenizde de hâkimiyeti ellerine almışlardı. Avrupalı veya Bizanslı Hıristiyanlar üç asır müddetle bu denizden uzaklaşmışlardı. İbn Haldun’un, pek zarif ifadesiyle, Hıristiyanlar Akdeniz’de artık bir tahta parçası dahi yüzdüremiyorlardi(154)

Ortaçağ Avrupa tarihinin ileri mütehassıslarından H. Pirenne’in İslâm istilâsından sonra Garbî Avrupa’da ticarî faaliyetlerin ve şehir hayatının sukutuna, nakit mübadelesi yerine aynî mübadelenin yerleşmesiyle İstanbuîdan başka büyük şehirlerin ortadan kaybolarak fakirliğin hüküm sürmesine ve feodal bir cemiyet hayatının başlamasına dâir yeni fikirleri Türkiye’nin İktisadî yükselişi bakımından da bizi ilgilendirmekte ve bu sebeple de bu görüşün hatırlatılması lüzumu gerekmektedir(155). Bir yandan Akdeniz ticâretinin müslümanlar elinde bulunması, öte yandan İslâm - Bizans savaşları Anadolu’yu dünya ticâret yolları dışında bırakmış ve Bizans devrinde bu ülke İktisadî ve medenî bir sukut içinde yaşamış­tı.

Bu sukut ve harabî dolayısiyledir, ki bu devir Anadolusunda Helenistik, Roma ve Selçuk devirlerinin âbidelerine rastlanmamaktadır. Medenî inhitatın bu maddî delilleri o kadar belirlidir, ki İslâm hudutları içinde bulunan Şarkî Anadolu Bizans Anadolusuna nazaran, çok ileri bir manzara gösterir. Bizanslılar karşısında Türk askerleri ve gazilerle dolu olan Tarsus, Adana, Malatya şehirleri İslâmın Bizans karşısında Uçlarını (sugur) teşkil ettiği için buralarda, gazâ ruhunu kuvvetlendiren, kesif bir ilmî ve dinî faaliyet vardı. X . asırda Bizanslılar bu bölgeleri istilâ ve halkını imhâ ettikten sonra daha şarktaki uc şehirleri bu duruma gelmişti.

Fahrul-îslâm lâkabını alan ve Hilyet ul-ulema adlı eserile tanınan Ebû Bekir el-Şâşî Taşkent’ten Meyyâfârkin’e gelmiş bir Türk ailesine mensup olup Selçuklulardan önce burada doğmuş (1037) ve tahsilini yapmış; Bağdad Nizâmiyye’sinde müderris olmuş idi, ki Şarkî Anadolu’nun kültür seviyesi bakımından kayde değer bir misaldir. İslâm coğ­rafyacılarına göre Akdeniz’de Antalya ve Karadeniz’de Trabzon liman şehirleri İslâm dünyasiyle yapılan mevziî bir ticâret sâyesinde nisbî bir canlılık gösterirler. Nitekim Selçuklular zamanındaki medeni hamleler sayesindedir, ki X III üncü asırda, Orta Anadolu Şarkî Anadolu seviyesine yükselir. Bu sebepledir, ki Şarkî Anadolu hıristiyanları, husûsiyle Süryanîler Orta Anadolu’daki Bizanslılara nazaran medeniyetçe çok ileri bir durumda bulunuyorlardı.

İlk Arap istilâsiyle Müslümanlar Yakın Şark kavimleri, bilhassa hıristiyanlariyle temastan sonra yeni bir medeniyet sentezi, İslâm medeniyeti, vücuda getirdikleri halde Selçuklular Anadolu’da.„böyle bir imkânla karşılaşmamışlar ve bundan dolayı da bu ülkede doğan Selçuk medeniyeti, yerli kültürden pek az faydalanabilmiş ve bu medeniyet Türk-İslâm medeniyetinin bir devamı olmuştur. Anadolu’nun, Müslüman ve Hıristiyan kavimler arasında, bir m illetlerarası köprü vazifesi görerek dünya ticâret yollarına açılmasından sonra bu ülkenin İktisadî ve kültürel yükselişi ve zengin bir ' memleket haline gelmesi Selçuk istilâsının mes’ûd neticelerinden biridir. Gerçekten Anadolu, Selçuk istilâsı sâyesinde, İslâm medeniyeti hudutları dahiline girdikten ve bu ülke için ticarî gelişmeyi önleyen engeller kalktıktan sonra, süratli bir İktisadî ve medenî yükselme devri açılmışıtr.

Daha X II inci asırda İstanbul ile Konya, Tebriz arasında bir ticâret yolu işliyordu. 1133 yılında dört yüz kişilik İranlı tüccarlardan mürekkep bir ticâret kervanı şiddetli bir kar içinde yolda ölmüştü(156). Bununla beraber Türkler ile Bizanslılar ve Haçlılar arasında vukubulan savaşlar Anadolu’nun sukutunu bir kat daha arttırır ve bu durum, buhranın sonu olan 1176 tarihine kadar devam eder. Filhakika, Kı­lıç Arslan’ın Bizanslılara karşı bu tarihte kazandığı büyük zafer, Malazgird’den sonra, ikinci bir dönüm noktası teşkil edip Selçuk devleti artık dış ve iç emniyeti kazanmış; siyasî birliğin temeli atılmak suretiyle dünya ticâret yolları Anadolu’da işlemeğe başlamıştır. Akdenizde vukua gelen inkilâp da bu inkişâfla alâkalıdır.

Gerçekten Akdeniz hâkimiyeti müslümanlardan Avrupalılara geçtiği, Haçlı seferleri ile Şark ticâreti geliştiği ve bu sayede Avrupa’da İktisadî ve medenî bir inkişâf başladığı için Anadolu Şark-Garp ticâret yolları ve kervanlarına bir köprü (transit) haline geldi. Kılıç Arslan’ın halefleri de hudutlara dayanan ticârî faaliyetlerin ehemmiyetini kavramış; siyâsetlerini ve askerî hareketlerini İktisadî gâyelere göre ayarlamışlardı. Filhakika Selçuk sultanlarının Karadeniz ve Akdeniz limanlarını fethi, buralara Türk tüccar ve sermâyedarları naklederek idhalât ve ihracat müesseseleri kurmaları, Lâtinlerle akdeyledikleri ticâret muahedeleri ve çok düşük bir gümrük târifesi tatbik etmeleri hep ticâreti teşvik gâyesine uygun idi.

Bu İktisadî ve ticarî siyâsetin daha dikkate şayan tezahürlerinden biri de karalarda eşkiyanın ve komşu hükümetlerin, denizlerde de korsanların tecâvüzlerine uğrayan tüccarın zararlarını hazîneden tazmin eden bir teamülün, bir nevi “devlet sigortas ı”nın mevcûdiyeti olup bu hâdise dünya ticâret tarihi bakımından çok mühimdir(157). Milletlerarası ticâret kervanlarının emniyeti ve istirahati için Selçuk devletinin kurduğu teşkilât İktisadî olduğu kadar İçtimaî ve medenî cepheleri ile de çok büyük bir ehemmiyet arzeder. Gerçekten devlet kervan kafileleri başına Kervânsâlâr adiyle bir idareci, Râhdâr veya Tutgavul kumandasında bir muhafız kıtası tâyin etmek suretiyle kervanları emniyet altında idare ediyordu.

Bu mühim tedbirler yanında da Anadolu’nun kervan yolları üzerinde dizilen ve her konak yerinde (menzilde) inşâ olunan kervansaraylar hâlâ ziyaretçileri hayran bırakmakta, hele onların iç teşkilâtı ve hizmetleri ise medeniyet tarihinde daha fazla hayranlık veren bir hususiyet göstermektedir. Filhakika her türlü ihtiyaç düşünülerek inşâ olunan bu muhteşem âbidelerde yolcular, hayvanlariyle birlikte, üç gün meccânen kalmak, yemek yemek imkânlarına sahip bulunuyor; hastalar tedâvi olunuyor ve hattâ fakir yolculara ayakkabı dahi veriliyordu.

Büyük kervansaraylarda hastahâne, mescit, tabip ve ilâç bulundurulması da bunların medenî ve İç­timaî teşkilâtını anlamak bakımından dikkate şayandır. Sultanlar ve vezirler tarafından yapılan ve zengin vakıfları bulunan bu kervansaraylarda zengin - fakir , hür - köle , Müslüman ve Hıristiyan farkı gözetilmeden bütün yolcuların müsavi muameleye tâbi tutulacağına dâir vakfiye şartları, yolcuların gıdası için vakıf koyun sürüleri ve geniş bir memur ve müstahdemler kadrosu bulunması Selçuk Türkiye’sinde dinî, İçtimaî ve İnsanî duyguların ne derece yüksek bir seviyede bulunduğuna güzel bir misaldir. Bu yüksek medeniyet eserleri kervanların emniyeti bakımından da çok mü­himdir.

Gerçekten büyük kervansaraylar, kale gibi, müstahkem duvarları, burçları ve demir kapıları' ile zengin emtea taşıyan kervanlara, aynı zamanda, emîn bir sığmak vazifesi görüyorlardı. Bir Moğol kumandanının Aksaray yakınında bulunan Sultan hanına sığınmış bir Türk beyini, orada, 20.000 asker ile, iki ay ku­şatıp teslim alamaması kervansarayların, istirahat için olduğu kadar, emniyet bakımından da ne derece müstahkem müesseseler bulunduğunu göstermeğe kâfidir(158). Horasan’da 1206 (60)2da ölen Fahreddin Mübarekşâh’ın misafirhâne (Dar uz-ziyâfe, han,) sinde âlimlerin okuması için kütüphâne ve câhillerin eğlenmesi için satranç konulması da dikkate şayandır(159).

Milletlerarası ticâretin bu inkişâfı, ziraî ve sınaî istihsalin artması sâyesinde Selçuk Türkiye’si çok yüksek bir İktisadî seviyeye ulaştı, ki bugün hâlâ heryerde ziyâretçileri memnun bırakan âbideler bu durumu meydana koyan en güzel maddî delillerdir. Bu inkişaf ile muvazi olarak Anadolu şehirleri çok büyümüş; Konya, Sivas, Kayseri gibi birinci sınıf merkezler çok genişlemiş; surlarını aşmış; Antalya, Sinop, Erzurum, Malatya, Diyarbekir, Mardin ve Ahlat şehirleri de onları takip etmişti. Aksaray, Akşehir, Beyşehir, Kırşehir, Gülşehir, Gümüş, Orta Anadolu’da bir kaç Karahisar ve Ilgın... gibi bir çok şehirler Türkler tarafından kurulduğu gibi tamamiyle harap olan şehirler de yeniden inşâ edildi. Harap bir hale gelmiş olan Kayseri, yıkılmış binaların taşlarını da kullanmak suretiyle, Dânişmendli Melik Mehmed tarafmdan, 1135 de, saray ve Ulu-câmi ile birlikte yeniden yapıldı(160).

Bir inhitat devri olan X IV inci asırda bile Sivas’ın 120.000 nüfusa sahip olduğu kaydedilmiştir(161). Büyük şehirlerde Lâtinlere, Yahudilere, îranlılara, Araplara ve yabancı Türklere (meselâ îdil Bulgarlarma) ait koloniler ve onlara mahsus hanlar ve mahalleler vardı. Lâtinlerin Konya, Sivas ve sahil şehirlerinde teşekkül eden konsoloslukları da bu kolonilerin işlerine ve dâvalarına bakarlardı. Bu şehirlerde ve hattâ yollar boyunca onlara ait kiliselere rastlanmıştır. Bu İktisadî ve 'medenî yükseliş sayesinde Anadolu’nun her tarafı, şehirler ve yollar, pek çok câmi, medrese, hastahâne, kervansaray, imaret ve zâviyelerle dolmuştu. Zamanın tahriplerine ve ihmallerine rağmen bu âbidelerin hâlâ zerafet ve ihtişamlarını muhafaza etmeleri memleketin kazanmış olduğu İktisadî kudreti ve medenî seviyeyi göstermektedir.

Bu, ayın zamanda, Bizans devrinin Selçuk ve Roma devirlerine nazaran nasıl bir sukut içerisinde bulunduğuna da delâlet eder. Kervansaraylar nasıl yolcuları meccanen misafir ediyor ve kendilerine yemek veriyorsa memleketin her tarafında yapılan imâretler, misafirhâne (Dâr uz-ziyafe)ler ve çe­şitli adlar alan zâviyeler de öylece misafirlere, ilim ve tasavvuf mensuplarına, dervişlere, fakir ve gariplere kapılarını açıyor ve meccanen bakı­yorlardı. Bu müesseselerde her gün ne kadar koyun kesileceği, ne miktar pirinç, buğday, yağ, bal vesair gıda maddesi sarfedileceği bize kadar gelen vakfiyeleri sayesinde malûmumuzdur. Hattâ Kütahya’da Yakup Çelebi imâretinde ve Karatay kervansarayında hastalanan misafirlerin tedavisi için de, doktar ve ilâç masraflarına karşılık, vakfından tahsisat ayrılmıştır. Kuvvetli komşu devletler arasında sıkışan Artuklular, Sökmenliler (Ahlat şahları), Saltuldular ve Mengücikler de gayretlerini hep imâr ve kültür faaliyetlerine yöneltmişlerdi.

Orta çağ Türkiye’sinde dinî ve İçtimaî yardım müesseseleri o kadar yaygın ve hizmetleri o derece çeşitli idi, ki bu hususta Müslüman ve Hıristiyan seyyahlar hayranlıklarını ifâdede birleşirler. Bu sebeple meşhur seyyah İbn Batûta Anadolu’yu “Şefkat diyarı” olarak vasıflandırır; hiç bir memlekette görmediği cömertliğin burada mevcut olduğunu ve hususiyle sanat ve ticâret hayatını idare eden Ahi’lerin teşkilâtını, bu husustaki aşkın meziyetlerini canlı bir şekilde tasvir eder(162). el-‘Omarî de “Türk memleketi, Selçukluların son zamanlarına kadar, cennet gibi idi ve orada halk mesûd günler yaşıyor idi” ifâdesiyle başlayarak Anadolu’nun zenginliğinden, bolluğundan ve ticâretinin genişliğinden uzun boylu bahseder(163).

Bizzat Selçuk devri müellifleri de, Moğolların zulümleri münasebetiyle, “her ne kadar Anadolu gariplerin sığınağı, rahat ve huzur diyarı ise de talihsizlik yüzünden Azerbaycan, Irak ve Horasan taraflarında kafasına zulüm ve tamahkârlık koyan herkes bu ülkede makam almak sevdasına düşer(164) demek suretiyle bu görüşe iştirak ederler. Ger­ çekten bu sebeple Anadolu Türkleri uzun zaman Keybubâd devrini “Ulug Keyhubâd" adı ile bir saadet devri ve Moğol istilâsının başlangıcı olan Kösedağ mağlûbiyetini (1243) de “Baycu Yılı” adiyle bütün felâketlerin menşei sayarlar(165). X uncu asır Arap coğrafyacıları her memlekette zenginlerin servetlerini kendi zevk ve eğlenceleri için kullandıkları halde Türkistan (Maverâünnehir) halkının mallarını din ve hayır yolunda sarf ettiklerini ,bu ülkede gâzîler ve yolcular için binlerce ribât bulunduğunu ve bunlara çok zengin vakıflar yaptıklarını söylerler, ki bu da Selçuklularla gelen hayır ve insalık duygularının menşeini göstermektedir(166).

İslâmdan önce Türklerin, sevap kazanmak maksadiyle, yollarda yolcuların su içmeleri için Muyanlık (Muyan: sevap) adiyle hayrat yapmaları da kayde şayandır(167). îslâmdan önce Türkler dinî bir esasa dayanan ve misafiri uğur sayan bir inanışa da sahiptiler(168), ki bu hususta burada daha fazla bilgi veremiyeceğiz. Büyük Selçuklulardan bize kadar gelen muazzam câmi ve türbeler, Türkiye Selçuklularından kalan muhteşem Sultan hanları ve nihayet Osmanlı İmparatorluğunun azametli câmileri yanında bu devirlerden ciddî bir saray kalmamış olması da bu ruhla alâkalıdır ve Tuğrul beg’in “bir câmi inşâ etmeden kendime bir köşk yaptırmaktan hicab duyarım” düşünce ve duygusuyla beliren mefkûreye asırlarca sadakat gösterilmiştir.

.......

Dipnotlar:

1 Bak. II, 2.
2 ÎA. Sultabakn maddesine
3 Bak. Osman Turan, İktâ, ÎA, VI, s. 949-959 ve aşağıda, s. 254.

4 Bak. F. Köprülü, Ata, ÎA

5 Bak. Osman Turan, Selçuk vakfiyeleri, Belleten XLV (1948), s. 36.

6 W. Thomsen, Moğolislanda Türkçe kitabeler, TM, III, s. 100.

7 Vasâyâ, 71b. Türklerde kadın hukuku ve kadınların siyasî ve İçtimaî rollleri hakkında tafsilât için bak. Cihân hâkimiyeti mefkuresi tarihi, 1, s. 126-133.

8 îbn Funduk, s. 250, 269.

9 Bak, V, 1

10 Bak. Osman Turan, Terken unvanı hakkında, Türk Hukuk Tarihi dergisi, Ankar 1944, I, s. 67-73.

11 Siyâset-nâme, s. 156-164.

12 Bak. M. Şerefeddin, Selçuklular devrinde M ezâhib, TM, I, 101-108.

13 İbn ül-Cevzî, VIII, s. 305, 307, 312, 326; ibn ül-Esîr, X, s. 36, 37.

14 Atebet ül-ketebe, s. 52.

15 İbn ül-Cevzî, IX, s. 3-4; İbn ül-Esîr, X, s, 42-43; imâdeddin, s. 52; George Makdîsî, îbn ‘Aqîl, Damas 1963 s. 351-374

16« Tahran 1331, s. 47, 54, 81, 220, 473, 493.

17 Ali Sevim, Belleten XCIV (1960).

18 İbn Ül-Cevzî, IX , 53, 85; îbn ül-Esîr, X , 63; îbn Kesîr, XII, 137.

19 ibn ül-Cevzî, VIII, 326-327; ibn Kesîr, XII, 121.

20 İbn ül-Verdî, IL 128-129; İbn ül-Fuvatî, s. 257; Goldziher I. ZDMG, LXXIII (1919) s. 127. '

21 Henüz lâyikiyle tetkik edilmeyen bu mühim teşkilât hakkında şimdiilk Bak. F. Köprülü, İlk Mutasavvifler, İstanbul 1918, s. 237-242; Abdülbaki Gölpmarlı, îslâm ve Türk illerinde futuvoet teşkilâtı, İktisat Fakültesi mecmuası, 1-4, XI; G. Salinger, W as the Futuwa an oriental Chivalry, Proceedings of the American philosophical society, XCIV (1950), s. 480-493.

22 Bak. III, 14. Bâtınîler ve Mezdekilerin İslâm dünyasında yayılış ve tesirleri, Komünist hayat ve fikirleri hakkında da bak. Cilıân hâkimiyeti, I, s, 170-172

23 Siyâset-nâme, s. 164-165, yine s. 139-145; Barthold, Turkestan, s. 25.

24 İbn ül-Esîr, X , 308; Ibtı ül-Cevzî, IX, 120; Sibt (îbn Kalanisî), s. 128-129; Abd üi-Celil Kazvînî, s. 334-335; 511-512.

25 Çahâr nâme-i tarihî, neşr. N. Falsafî, îttila’at mecmuası, Tahran 1329, III, s. 12-13; M. Şerefeddin, îlâhiyat Fakültesi mecmuası, IV (1926), s. 23-31.

26 îbn ül-Cevzi, IX, s. 121.

27 Cuveynî, Cihân-güşâ, GM, II, s. 199-200; Tarih-i Güzide, s. 518-519; Abd ül-Celi! Kazvînî, s. 512-513; ibn ül-Esîr, X, s. 109-110; Târih-i Sîstan, s. 386; Mirhand, IV, s. 63-64

28 Râvendî, 155-161; Reşideddin, s. 69-74; İmâdeddin, s. ‘91-93; Ahbâr üd-devle, s. 79; İbn ül-Esîr, X , s. 151, 153; Tarih-i Güzide, s. 454; Anonim Selçuk-nâme, s. 23-24; Mirhand, IV, s. 92; "Azîmî, 378. Fahreddin Râzinin Bâtınîler aleyhinde susması düşmanları tarafından gizlice hu mezhebe mensup olduğu ithamlarına uğramasına fırsat vermiş ve bunun üzerine bu büyük âlim Rey’de kürsiye çıkarak aleyhlerinde şiddetli vaazlara başlamıştı. F. Râzı’ye talebe olarak işe başlayan bir Bâtınî onu bir gün mutalea odasında, yalnız bularak, hançeri göğsüne dayadı ve ona bir daha Bâtınîler aleyhinde konuşmamasına dair yemin yaptırdı (Dozy, Tarih-i İslâmiyet, trc. A. Cevdet, İstanbul 1908, s. 399-401). Yine bak. Kiragos, TM. II, s. 147; L. V. Stroeva, Bâz-pesin-i Hârizmşâh ve Ismâiliyân-i Alamût, Fars. trc. K. Keşâverz, Râhnumây-i kitab, XII (1342), s. 863-873. v

29 İbn Kalanisî, s. 151-156.

30 İbn ül-Cevzî, IX, s. 150; İbn ül-Esîr, X , s. 231.

31 îbn Kalanisî, s. 162; îbn üI-Esır„ X, 169; İbn ül-Cevzî, IX 163; Abhâr üddevle, s. 82,

32 Cüveynî, II, 212; îmâdeddin, s. 90-91, 117; İbn ül-Esîr, X, s. 186-188; Tarih-i Güzide, 456; Anonim, 25; Zekeriya Kazvini, 397; Yâkut, III, s. 451.

33 îbn ül-Esîr, X, s. 231.

34 Bak. Resmî vesikalar, s. 106-108.

35 Bunlar hakkında yine ÎA. deki Bâbek, BâUnîler, Haşan Sabbâh, Haşşâşîn, îsmâ’ilîler (B. Lewis, The Origins of Ismâ’ilisın, Cambridge 1940) maddelerine de bakılabilir. Melikşâh ile Haşan Sabbâh arasındaki mektupların uydurma olduğuna dair iddiaların ciddî bir tenkide dayanmadığım ve bu mühim: vesikaların bu sebeple kullanılmadığını tekrar belirtelim.

36 Bak. Osman Turan, Türkler ve İslâmiyet, s. 461-463; Cihân hâkimiyeti, I, s. 63-74

37 Mathieu, s. 196-197.

38 Brosset, I, s. 349. ’

39 îbn ül-Cevzî, IX, s. 56; îbn ül-Esîr, X , s. 64; imâdeddin, 78.

40 İbn ül-Cevzî, IX, 17, s. 63.

41 İbn ül-Cevzî, VIII, s. 325; îbn ül-Esîr, s. X, 39-40.

42 Bak. W. Fischel, Jews in the economic and political life of Mediaeval İslâm, London 1937, s. 33; L. Massignon, L’Influtmce de Vİslam au Moyen Age sur la fondation et l’essor des banques Jııives, Bull. Ecole Oriental I, (1931), s. 3-12.

43 Mücmel üt-Tevârih, s. 523; Yâkut, Mu’cem ül-Büldân, I, 208 .

44 A. Mazahery, La Vie quotidienne des musulmans au Moyen-âge, Paris 1951, s. 122; A. Mez, Renaissance, s. 33-35.

45 Mathieu, s. 201; Anili Samuel, s. 455.

46 Anili Samuel, trc. Brosset, St. Petersbourg 1876 s. 451, 455.

47 Mathieu, s. 204; S. Örbelian, Hîstoire de la Siounie, trc. Brosset, St. Petersbourg 1864, s. 182, 183.

48 Bak. Aşağıda bahis, 10, s. 254-260. Daha fazla bilgi edinmek ve Türk insanlık idealini anlamak için bak. Cihân hâkimiyeti, II, s. 131-197.

49 Usâme, Kitâb ul-itibâr, s. 175.

50 Bak. Bölüm VII, bahis 4. Melikşâh’ın mezhepler-arası geniş düşüncesi hakkında güzel bir fıkra da Siyâset-nâme zeylinde (s. 15) vardır.

51 Muntecib ud-din, ‘Atabet ubketebe, s. 35, 83; Bretschneider, I, s. 91.

52 Zekeriya Kazvînî, Asâr üd-bilâd, s. 377-379, 520; Barthold, Dersler, s. 130-132.

53 îbn Batuta, I, s. 406-413

54 ‘İmâdeddin, s. 2 7 ; İbn Hallikân, II, 59.

55 Tuhfet ül-mülûk, B. Mus. Or. 7863, s. 62b~64a; Bu eser hakkında bak. Said Neflsî, Mihr Mecmuası, I (1312), sayı 6, 7, 8.

56 Muhyiddin Kuraşî, Tabâkat ul-hanefiyye, Haydar-âbâd 1332, I, 375.

57 Ahbâr ud-devle, s. 125. 57a Bak. el-M unhz trk. trc., İstanbul 1948, s. 66.

58 Mekâtib-i fârisî-i Gazzâlî, nşr. A. İkbal, Tahran 1333, s. 3-12; nşr. M. Sâbitî Tahran 133, s. 9-28; ibn Hallikân, I, s. 587; M. Şerefeddin, Sultan Sancar ve Cazzâlî, İlahiyat F. Mec. I, s. 42-51; Kasım Kufralı, GazzâU, İA. IV, 749-750. Sancar’m Mu’izzi’ye bir beyti için 1000 dinar verdiği rivâyet edilir [Çahâr - Makale, s. 43].

59 Zekeriya Kazvini, s. 412.

60 Siyâset-nâme, s. 145; Ahbâr üd-devle, s. 67; ‘imâdeddin Îsfahânî, s. 59.

61 Ahbâr üd-devle, s. 125; ‘imâdeddin İsfahânî, s, 275; İbn Hallikân, I, s. 272.

62 Abd ül-Celil Kazvinî, s. 47, 106, 169, 280; Abdullah Kaşânî, Dk>ân, s. 261.

63 Bak. Osman Turan, Türkler ve İslâmiyet, s. 461-465; Les Souveraim Seldjoukides et leurs sujets non-musulmans, s. 60-100.

64 Râvendî, s. 18.

65 Abd ül-Celil Kazvînî, s. 48.

66 ‘İmâdeddin, s. 95; Siyâset-nâme, s. 140.

67 Bayhakî zeyli III, s. 1464.

68 Bak. Bayhakî, s. 229, 242-243.

69 Cihân-guşâ. I, s. 76; Kâşgarlı Mahmud, I, s. 288; III, 60; Barthold D ersler, s. 52.

70 Asâr ul-bilâd, s. 412; Subki, Tabakat uş-Şâfiyye, Kahire 1966, IV, s; 313, 314.

71 Medreseler için yine bak. Mescid, İA, s. 50*52.

72 Siyâset-nâme, s. 154.

73 Efdaleddin Kirmanı, Vakayi4 Kirmân, s. 29.

74 Bak. îbn Şaddâd, 24b. Bölüm III, 7.

75 K. Ravzatayrı, Bulak 1287, I, s. 14. ı

76 İbn ul-Fuvatî, Havâdîs ul-Câmi’a, Bağdad 1351, s. 59, 62, 83, 181; ibn Kesîr, " XIII, s. 139-140; Bedriiddin ‘Aynî, ‘İkd ul-Cumân, Veliyeddin Ef. 2391 (X IX ), s. İJn" 162; Osman Turan, Celâleddin Kar a tay, Belleten XLV , s. 71-80.

77 îbn Ha cer, Durar ul-kâmine, YI, s. 339-340.

78 Mu’cem ul-Buldân, I, s. 10; IV, s. 144.

79 M. Nesevî, Sîretu Çelâluddin Mergiibiti, nşr. O. Houdas, Paris 1891, s. 50, fr. trc. 84.

80 îbn ul-Fuvatî, s. 350; îbn Şâkir, II, s. 149.

81 Vakayi-i Kirmân, s. 27.

82 îbn ül-Esîr, XII, s. 94.

83 Zekeriya Kâzvînî, Asûr ul-biîâd, s. .340, 387; Tacârıb us-selef, s. 270.

84 Bar Hebraeus, Chronography, s. 399, îbn Şâkir, I, s. 271.

85 îbn ul-Fuvatî, s. 67.

86 îbn Hallikân, II, s. 345.

87 İbn ul-Cevzî, IX, s. 60, 70; îbn ül-Esîr, X, s. 34; îbn Funduk, Tatimma Sııoân al-hikma, nşr. M. Shafî’, Lahore 1935, I, s. 115, 119, 163; Mîrhând, IV, s. 85; Osman Turan, Tarihî Kronolojinin Esasları, Ankara 1954, s, 66.

88 T. S. Hikma, s. 162-164; Tarıh-i Bayhak, s. 233.

89 İbn Hallikân, II, s. 244; İbn ul-Esîr, X,s. 237; İbn Ebi Usaybî’a, I, s. 283; İbn Şâkir el-Kütübî, el-Vâfî, II, 313; İbn Ha cer, Durar, III, s. 325; Aydm Sayılı, The Observatory in İslam, Ankara, 1960, s. 175. Atabeg Nureddin Mahmud’a aid mühim bir güneş saati üzerindeki 554 (1160) tarihli kitabede “zamanın saatlerini ve namaz vakitlerini öğrenmek için al-Kasım bin Hibetullâh’ın tilmizi Ebu’l-Farac ‘İsa’nın eseri” [P. Casanova, La Montre du Sultan Noûr ad-din, Syria (1923). s. 284] kaydı Bedî‘in şöhret ve tesirini gösterir. Memlûk emîri Mengli Buğa’ya aid güzel bir usturlab da, 1366 da, muvakkit Ali bin al-Şâtır tarafından yapılmış ve bize kadar gelmiştir [S. Reich et G. Wiet, Un astrolahe Syrien du XIV esiecle, Bull. İnst. Fr. d’Aıjcheologie Orientale, XXXVIII (19393, s. 195].

90 İbn Funduk, Tatimma, s. 161-162; Hamdullah Kazvînî, Nuzhet ul-Kulûb s. 26; Ziyc-i Sancarî, B. M. Or. 6669, Hamîdiyye, No. 869; M. Meyerhof, The Legacy of İslam, s. 342.

91 Yâkut, Mu’cem ul-buldân, III, s. 377; İrşad, nşr. D. S. Margoliouth, IV, s. 212, 410; Tatimma s. al-hikma, s. 140

92 Z. Kazvınî, Asâr ul-bilâd, s. 525, 533; Mucem ul-udebâ VII, s. 148; İbn Hallikân, II, 107-108; F . Köprülü, T. Edebiyatı Tarihi s. 238.

93 îbn Funduk, Tatimma, s. 124, 125, 133, 140, 141, 156, 160, 163-165, 170; aynı müellif, Târih-i Bayhak, s. 233; İbn uî-Kıftı, Târih ül-hukemâ, s. 343-346; İbn Hallikân, II, s. 252-256; îbn Usaybfa, II, s. 32; Yâkut, Mu’cem ul-udebâ, VII, s. 146; Ebu’l-Ferec, Muhtasar üd-düvel s. 363-365; İbn ul-Azrak, 197b; Ahbâr uddevle, s. 95; Cuveynî, II, s. 5-6. İbn ül-Esîr, XI, s. 34.

94 Râvendı, s. 18.

95 Cuveynî, I, s., 53-55,

96 Tatimma, s. 100.

97 Turkestan, s. 308; İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 100.

98 Barthold, Turkestan, I, s, 38; Said Nefisî, Bayhâkî zeyli III, s. 1467.

99a Bu mühim risâle Mehmed A. Köymen’in himmeti ile neşredilmiştir (Risâle-i Senceriyye, Dil, Tarih Fakültesi Doğu dilleri I, 3 (1969), s. 15-55). Bu âlim hakkında burada kaynaklar gösterilmiştir (s. 16).

99 Çahâr-makale, GM. s. 43; 'Avfî, Lübâb ul-Elbâb, s. 35, 37, 40-47, 49, 53, 310.

100 Bâvendı, s. 283.

101 Efdaleddin Kirmani, s. 24. Yukarıda Alp Ârslan’ın da okur-yazar olduğunu kaydetmiştik (III. 14).

- 102 Selçuk devri Fars edebiyatı hakkında toplu bil için Nizâmî’i ‘Aruzî, Çahârmakale; ‘Avfî, Lubâb ul-Elbâb; Râvendî, s. 187-207; E. Browne, Uternry History of Persia, II, s. 186-190, 297-368.

103 Siyâset-nâme, s. 61, 62, 65.

103a İbn ul-Cevzî, IX, s. 72

104 Nuzhet ul-kulûb, s. 28; Târih-i Güzîde, s. 449.

105 İbn ul-Cevzî, IX, s. 70; Gaffârî, Nigâristân, 58a .

106 Medeniyet-i îslâmiyye Tarihi, II, s. 56-69.

107 İbn ul-Cevzî, IX, s. 69-74; İbn ul-Esîr, X, s. 73; İbn Hallikân, II, s. 161-164; Sibt,

102a; Râvendî, s. 131-132; Nüzhet ul-kulûb, s. 123, 190, 193-195, 197; Mîrhâııd, IV, 85; Hândmîr, Meâsir ül-mülûk, 94a.

108 Istahrî, s. 287-288; İbn Havkal, s. 481, 488; İbn ul-Fakîh, s. 316; Barthold, s. 235-236.

109 Chavannes, s. 111.

110 Gerdîzî, Zeyn ul-ahbâr, s. 3; Barthold, Türkistanın Suğanhş tarihi, Taşkent 1926, s. 45.

111 Rahat us-Sudûr, s. 171.

112 îbn ul-Esîr, XII, s. 151; Cuveynî, Cihân-guşâ, s. 128.

113 E. Bretschneider, Medieval Researches, I, s. 38, Sİ, Cihân-guşâ, I, s. 94.

114 The Travels of Marco Polo, trans. A. Ricci, London 1950, s. 63.

115 Seyâhat-nâme, I, s. 428-429.

116 Mucem ul-buldân, III, s. 122.

117 Corel Zeydân, Medeniyet-i îslâmiyye tarihi, tr. trc. İstanbul 1329, II, s, 210.

118 Bayhakî, s. 540. Bu münasebetle A. R. Guest’in Fustât (Kahire) m kuruluşu hakkındaki tedkikî (JRAS, 1907, s. 49-82) ve R. Brunschvig’in Urbanisme Medieval et droit musulman (R. E. Isl. 1947, s. 127-155) adlı makalesi de zikredilebilir..

119 Bak. aşağıda, bahis, 12.

120 Bundarî, s. 242; Z. Kazvînî, Asâr ül-bilâd, s. 387; İbn Funduk, Tatimma. s. 127-129.

121 îbn ul-Fuvatî, s. 64.

122 îbn Hallikân, II, s. 108. i 22a Subhi, Tabakat uş-Şâfiyye, Kahire 1966, IV, s. 314.

123 Nasreddin Münşi Nesâim Eshâr, nşr. Celâleddin Urmevî, s. 65.

124 İmâdeddin İsfahânî, s. 137. ‘

125 îbn Bîbi, s. 193.

126 Vakıflar Umum Müdürlüğü Arşivi, defter 584, s. 290.

127 Bak. Süheyl Ünver, Selçuk Tababeti, s. 40-82; Osman Turan, Resmi Vesikalar, s. 50-57.

128 Bak. Keşf uz-Zunûn, I, 826, II, 1771; Adnan Adı var, Osmanıl Türklerinde ilim, İstanbul 1942, s. 13; Süheyl Ünver, Cerrâhiye-i İlhaniye, İstanbul 1939

129 Resmî Vesikalar, s. 53; Zekeriya Kazvînî, s. 384.

130 îbn Cubayr, Rihle G U , 42, 51, 240, 283.

131 İbn ul-Esîr, Târih ul-Atabekiyye, s. 309-312; Ebu Şâme, K. Bavzatayn, I, s. 15-18, 262-268, 270; İbn Vâsıl, M uferric ul-kurûb, I, s. 283-284; îbn Cubayr, s. 42, 284-285.

132 Nüveyrî, Nihâyet ul-Ereb, Köprülü kütüph. No: 1188, s. 291a.

133 Ebu Şâme, K. Ravzatmjn I, s. 15. Mahkemelerde hüküm darın dâvâ edildiği ve avukat kullanıldığına dair bu mühim kayıt münasebetile bak. E. Tyan, Histoire de VOrganisation judiciaire en pays d’Islam, Paris 1938, I, s. 394-406.

134 İbn Hallikân, I, s. 550-555; İbn ul-İmâd, Sezer ât uz-zeheb, V, s. 138-140; Z, Kazvînî, Asâr. s. 290; İbn Kesîr, XIII, s. 137; A. Ateş, Mevlid, (mukaddime), Ankara) 1954.

135 İbn Batuta, I, s. 243; Herevi, s. 58.

136 el-Omarî, s. 42; Marco Polo, s. 21; V. cîe Beauvais, bahis 141, 143; İbn Sa’td, 98b.

137 İbn Hacer, IV, s. 61; Geza Feher, Türk kültürünün Avmpaya tesiri, II. Türk Tarih Kongresi zabıtları, s. 317.

138 İbn Bîbî, s. 387; M. Nesevî, S. C. Mengübirti, s. 20; Ebu Bekir Tahrani, Tarih Diyârbekriyye? s. 235.

139 Bak. Osman Turan, İktâ, İA, VI, s. 956-958.

140 Osman Turan, Droit terrien sous les Seldjoukides de Turquie, R. E. İslamiques (1 9 4 8 ), s. 25-49; Türkçesi, Belleten, XLV II, s. 75-559; Ch. Diehle, L es Grands problem es de Vhistoire Byzantine, Paris, 1947, s, 102-107; G. Roullard, La V ie rurale dans VEm pire byzantin, Paris, 1953, s, 103-117, G. Ostogorskij Feodalite Byzantine, Bruxelles 1954.

141 Selçuk kaynaklarında Zalifra şeklinde geçen kasaba olup, p. Wittek burasını Devrek ile birleştirmektedir. Bak. Toponymie, Byzantion (1935) s. 42.

142 Osman Turan, Les Souverains Seldjoukides et leurs sujets non-mosulmans, Studia Islamica, I, s. 88-91.

143 M. Şerefedıdin, Şeyh Bedreddin, İstanbul 1925; Ahmed Ateş, Muhyiddin Arabi, I A; L es Souverains Seldjoukides, s. 76-84; Cihân hâkimiyeti, I, s. 202-208; II, s. 145-154. Rumların Mevlânâ’ya E fendi, zevcesine Kyra (hatun) hitaplarını da hatırlatalım, ki bu kelimeler onun nasıl benimsendiğini gösterir.

144 Abu’l-Farac, s. 408

145 Baybars Mansûrî, 52a; W. Rubruck, tere. Rockhill, s. 166, 191.

146 Târih-i Mübârek-i Gazanî, s. 85, 92, 94, 120; Abu’l-Farac, s. 507.

147 Aksarayî, s. 327; Futâhat, IV. s. 604.

148 Aksarayî, s. 153.

149 y Gnımel, J^eon, metropolite cFAınasee, X lle siecle, Etudes byzantiüs, T, III, (1945), s. 168; yiııe bak. yukarıda, s. 214-216.

150 îslâm kaynaklan eski alışkanlıkla Anadolu’dan umumiyetle “Diyâr-i R ûm ” olarak bahsederler ve XIV üncü asırdan sonra bazan da Bilâd üt-Türk (el-’Oınarî) tabirini kullanırlar. Bu sebeple Rûmî tabiri Rum veya Anadolu türkü mânasına geliyordu. Garp kaynaklan Guillaume de Tyr (doğ. 1130) den beri artık Romania tâ­ birini tamamiyle terk edip hep Turquia admı kullanırlar. İkinci Haçlı vekayi-nâmecisi Odon de Deuil Antakya’ya kadar sahilleri Romania ve îç Anadolu’ya Turquia adiyle anar. X III. asırda ise seyyah Rubruck Tuna’dan Moğolistana kadar uzayan bozkırları “ Comania” (Koman, İslâm kaynaklarında Deşti-Kıpçak: Kıpçak-eli), Kı­ rımı ve havâlisini Hazar-eli (Gazaria) ve Türkistanı da “ Büyük Turkia” adiyle anarken Anadolu’yu sâdece Turkia (memleketi, sultanı, şehirleri ve tüccarları) adiyle kaydeder. Artık Marco Polo da Türkistan için Büyiik Türkiye der. Vincent de Beauvais, B. Pegolottı ve başkaları hep Turchia ve Turkia (bazan Turkomania} adını kullanırlar. Ermeni Hayton “Türkler Türkiye’nin hâkimi olduktan ve sultanın idaresinde burada yerleştikten sonra Lâtinler bu memleketi Turquia adiyle anıyorlar” demekle durumu açıkça belirtir (D oc. Arm enniens, II, s. 132) Urfalı Vahram da Türkistan admı kullanmıştır (D oc. A rm em ens, I, s. 53 ). Tanzimatçılar Avrupalıların kullandığı Tunqia’yı bazan Türkistan ile tercüme ediyorlardı. İşte bu esasa ve tarihî realiteye uygun olarak Selçuk devri için Türkiye ve Türkiye Selçukluları adlarını kullanmayı tabiî buluyoruz. Zaten eski kaynakların "R um Selçukluları” tâbiri iltibasa sebebiyet verdiğinden ve mânayı ifade etmiyeceğinclen, onun yerine kullanılan Anadolu Selçukluları adı da, Anadolu tâbiri eskiden çok dar bir mânaya geldiğinden ve tarihte hiç bir zaman Selçukluları göstermediğinden Selçuk devri için Türkiye isminin kullanılması İrem ilmî ve hem de amelî bir ihtiyaç idi. Bu sebeple bütün araştırmalarımızda daima Türk devri Anadolusu için Türkiye adını kullanmayı tabiî bulduk. Bu hakikate ve tarihî zarurete rağmen, gariptir, ki benim “Orta çağlarda Türkiye - Kıbrıs M ünasebetleri” adlı makalem hakkında bir yazı yazan Yunanlı meslekdaş E. A. Zachariadou’mm “Prof. Turan’m makalesi unvanı oldukça mânalıdır. Bildiğime göre Küçük Asya’da “Türkiye” mevcut değildir” ifadesiyle beliren endişeyi ve bilgi kifâyetsizliğini de gidermiş oluyoruz. (İstorikys kai Ethnologiky, Athena. 1963-1964).

151 Histoire anonyme de la Premiere Croisade, nşr. L. Brehier, Paris 1924, s. 95; Osman Turan, A ltun-aba vakfiyesi, Belleten XLII, s. 208-211.

152 F. Köprülü, Influence du chamanisme Turco-Mongol sur les Ordres mystiques musulmans, îstanbuî 1929, s. 1-19.

153 Souverains Seldjoukides, s. 86.

154 M ukaddime tercümesi, II, s. 100.

155 H. Pirenne, M edieoal Cities, Princeton 1948, s. 2-3-25, 27, 30, 35

156 Süryânî Mihael, III, s. 236; Osman Turan, Türkiye Selçukluları hakkında Resmi Vesikalar, s. 121-123

157 Bak. Resmî vesikalar, s. 109-119; Orta çağda Türkiye Kıbrıs münasebetleri, Belleten CX.

158 Bak. Osman Turan, Selçuk kervansarayları, Belleten XXXIX (1946) s. 471­ 496; Celâleddin Karatay ve Vakfiyeleri, Belleten XLV (1948), s. 49-71.

159 îbn ul-Esîr, XII, s. 94.

160 Süryânî Mihael, III, s. 237.

161 Bak. L. Khalkokondylas, fr. trc. s. 47; Osman Turan, Selçuklular zamanında Sivas şehri, D. T. C. Fakültesi Dergisi, IX, 4, s. 447-457.

162 Seyâhat-nâme, İstanbul 1333, I, s. 210 ve dev. Akı türkçe Cömet demektir (D îvân, I, 84; K utodgu bilig).

163 Mesâlik ül-absar, nşr. Fr. Taeschner, s. 2, 16, 20.

164 Aksara3ri s. 190.

165 Celâleddin Karatay ve Vakfiyeleri, Belleten XLV, s. 26-27; II. Keyhusrev, IA, VII, s. 626.

166 Bak. Selçuk Kervansarayları, s. 489-49L

167 Kâşgarlı Mahmud, III, s. 129; Besim Atalay tercümesi, III. s. 172.

168 Kâşgarlı Mahmud I, 83, 92, 274, 384 tercüme.

169 el-Omarî, s. 20.

170 îbn Ül-Esîr, XII, s. 179; el-Omarî, s. 20.

171 ibn Batuta, Seyâhat-nâme, I, s. 328; V, de Beauvais, kitap X X X I, bahis 143; el-Omarî, s. 9 ,2 0 ,3 5 ; Kalkaşandî, Subh ul- aşâ, XIV, s. 151; İbn ul-Azrak, Târih M eyyâfârkîn, 172b; W . Rubruck, s. 277; Pegolotti, s. 43, 295; Marco Polo, nşr. YuleCordier, I, s. 43-44; W . Heyd, II, s. 366-367.

172 Chavannes, s. 203

173 îbn Bîbî, s. 155. Cam sanayi eski Yunan-Roma’dan İran yolu ile Fergana’da yerleşmiş ve Hicretin ilk asırlarında çok ileri olan bu san’at oradan da Çine geç­ miştir, ki Yunanca byrullos, Farsça billûr ve Çince Pi-lu-li kelimeleri bunu açıkça göstermektedir (Barthold, Fergana, I. A. IV. 559).

174 M. Nesevî, S. C elâleddin M engübirî, s. 186; Quatremere, Histoire des Mongols, s. 132, 136; Brosset. I. s. 458; D ustûr-nâm e-i Em evî, s. 60, 61, 64.

175 D ustûr-nâm e, s. 59. Barutlu topun Avrupa’da tekâmül ettiği kabûl edilmekte ise de en büyük toplar da yine Fatih tarafından dökülmüş ve İstanbul muhasarasında kullanılmıştır.

176 I, s. 325.

177 İbn Sa’îd, 106a

178 Ahmed Caferoğlu, Türk onomastiğinde at kültü, TM, X, s. 201-212.

179 F. Grenard, Grandeur et decandence de VAsie, s. 10-13; P. Pelliot, La Haute Asie, 7, 10; O. Turan, O. H. Türk Takvimi, s. 105.

180 Bursa Orhanıye kütüphanesi, 46a-48a; Zeki Velidi Togan, Giriş, s. 167. Bayhakî, s. 757; Chavannes, s. 168; Siyâset-nâme, s. 95; Z. Kazvînî, s. 523.

181 Usâme, Kitâb ul-itibâr, nşr, Hitti, s. 76; Nesâim ül-Eshâr ,s. 68.

182 Ortaçağ Türkiye iktisadi tarihin de ele aldığımız bu mevzuda burada kısa bir bibliyografya verelim: İbn Bîbî, s. 44, 49, 95, 96, 155, 216, 244, 272, 411, 448; el-Omarî, s. 15, 20-22, 31, 35, 36, 43; İbn Batuta, I, s. 328, 335; îbn Ül-Esîr, XII, s. 149, 150; Ebi’I-Fidâ, II, s. 134, 135; Aksaray!, s. 62; ‘Aynî, îk d ul-Cum ân, Câ- rullah ef. 1588, I, 68b; tbn Sa’îd, 86a, 97b, 99b; Şemseddin Gezeri, T uh fet ul-acâib, B. N. 2172, 77b; İbn Cubayr, s. 241-242; îbn Havkal, I, s. 224; İbn ul-Verdî, II. acâib, 51a; Zekeriya Kazvînî, s. 531; Şemseddin Dimaşkî, nşr. Mehren, Petersburg 1866, s. 228; Baybars tarihi, trc. Ş. Yaltkaya, s. 57; îbn Havkal, II, s. 245; Kalka- şandî, Subh ul-a’şâ, V, s. 343, 356; Marco Polo, s. 20, 21, 25; M. Heyd, I, s. 298, - 303; II, s. 109, 565-570, 623, 631, 643, 669, 674, 696, 697, 703, 706, 707; Mas Latrie, Relations de l’île de Chypre avec l’Asie Mineur au Moyen-âge, Paris 1879, s. 204-270; Bratianu, s. 140, 183, 203, 206; türlü vakfiye kayıdları. Anadolu, Erzincan, Mardin, Hısn Keyfâ ve Siird kumaşları için Mükâtebât, s. 177, 188, 199. îbn Haldûn Çin, Hind, Türk ve Hıristiyan memleketlerde sanayiin ileri olup başka ülkelere oralardan getirildiğini söyler (Mukaddime, II, :s. 320). R. B. Serjeant İslâm ülkelerinde dokuma sanayii hakkında bazı araştırmalar yapmıştır (Ars Islamica), IX (1942), X (1943) ve XI-XII (1946).

183 îbn Bîbî, s. 172-182

184 İbn ül-’Adîrn, Fr. trc. E. Blochet, Histoire d’Alep, s. 202.

185 İbn Bîbî, s. 120, 214-220, 233, 349, 370.

186 Bak. Osman Turan, Celâleddin Karatay ve Vakifiyeleri, s. 37.

187 el-‘Omarî, s. 15; Kalkaşandî, XIV, s. 157

188 îbn Bîbî, s. 653; Aksarayî, s. 92-95, 145, 146; Baybars tarihi, tere. Şerefeddin Yaltkaya, İstanbul 1941, s. 23, 57; el-‘Omarî, s. 15; Kalkaşandî XIV, s. 157.

189 Zehebî, Tarih ül-îslâm, No: 3014, 87a-90b.

190, Aksarayî, s. 248, 280, 307.

191 ibn uI-Furat, nşr. Zurayk, VII, s. 28.

192 Quatremere, Histoire S. Mamlouks, s. 36.

193 Abu’l-Farac, Chronography, s. 454; Aksarayî, s. 112; Menâkib ül-ârifin, nşr. Tahsin Yazıcı, I, s. 485

194 Aksarayi, s. 259.

195 Caca oğlu vakfiyesi, nşr. Ahmed Temir, Ankara 1959. s. 33, 36; Bezm u rezm, s. S27.

196 Karatay Vakfiyeleri, s. 55-56; Altun-aba Vakfiyesi, Belleten X L II (1947), s. 201-204; Vakıflar Umum Müdürlüğü Arşivi, defter 604, s. 67.

197 tâbi 197 Elimde bulunan vakfiyesine göre.

198 Vinç e r i t de Beauvair, V, kitap X X X I, bahis 143, 144, kitap X X II, bahis 28; Marco Polo, s. 20, 21, 25; Hayton, s. 132; Joinville, nşr. Natalis de Wailly, Paris 1872, s. 64; B. Pegolotti, s. 57, 58.

199 İbn Bibi, s. 411, 613, 624.

200 Nüzhet ul-kulûb, s. 109, 117, 120; Zeki Velidi (Togan), Moğollar devrinde Anadolu’nun İktisadî vaziyeti, THIT. Mec. I, s. 1-41

201 Bu hususa dair rakamlar ve kaynaklar Orta çağ Türkiye İktisadî Tarihi’nde tafsilâtiyle verilmiştir.

202 Kitâb surat al-'arz, s. 469.

203 M. D. Anadolu'nun iktisadi vaziyeti, s. 29-30.

204 Les Origines de VEmpire Ottoman, Paris 1935, s. 67; Türkçesi, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara 1959, s. 55.

Türkiye’nin zenginliği, devrinde, isâbetli bir görüşle: “ticâretin geniş­ liği, gümrüklerin azlığı, istihsalin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu ve memleketin denizlerle çevrili” bulunmasiyle izah ediliyordu(169). Türkiye, İran, Suriye ve Irak’a mebzul hayvan ihraç ediyor; meşhur atlarım da ağır bir fiyatla satıyordu. 1226 da Erzurum’dan Tebriz’e giden bir kervana mensup bir tâcir, bir defasında 20.000 baş koyun sevketmişti(170). Memlekette bol buğday, pirinç ve pamuk ziraatı yapılıyor; Sivas yakı­ nında demir, Kastamonu ve Diyarbekir civarında bakır, Luluve (Ulukış­ la) da demir, Bayburt (Gümüş-hâne), Gümüş (Gümüşhacı-köy) ve Kü­ tahya havalisinde gümüş madenleri çıkarılıyor; Şarkî-Karahisar (Şebin Karahisar) ve Kütahya’nın zengin şapları İtalya’da inkişâfa başlayan dokuma sanâyiî için de ihraç ediliyordu. X III üncü asır ortalarında Sultandan bütün Türkiye şaplarının işletme imtiyazını alan biri Venedikli, diğeri Cenevizli iki tâcir Konya’da bulunuyor idi(171), V. de Beauvais Anadolu’da sekiz tuzla olduğunu da kaydeder, ki bunlardan bazılarına (Sivas) ait bir vakfiye elimizdedir. Türkiye’de sınaî istihsal ve ihracât da çok ileri bir derecede idi. Ço­ğu göçebeler tarafından yapılan ve Aksaray, Erzurum ve Uşak’a nisbet edilen nefis halılar yalnız Avrupaya değil îslâm ülkelerine de sevk ediliyordu. Gök-Türkler zamanında Türkistan halıları çok meşhur idi. 719 da Buhara Tuğşad’ının ve Hatunu’nun Çin imparatoriçesine gönderdiği hediyeler arasında işlemeli iki büyük halı da vardı(172). Eskiden İslâm dünyasında halıları meşhur olan Kalîkalâ (kalî, kaLîçe ve galiba halı kelimesi buradan gelir) yâni Erzurum Selçuklulardan sonra ehemmiyetini kaybetti. îran halıcılığı ise Selçuklulardan çok scnra ancak X V I. asırda, şöhret kazanır. Anadolu’da istihsal edilen pamuk, yün, Şark-Garp müelliflerinin hayranlıkla bahsettikleri tiftiklerden ve hattâ ipekten çeşitli kumaşlar yapılıyordu. Malatya’da kumaş (sûf) dokuyan 12.000 tezgâh (navl) vardı. îbn Havkal’m bahsettiği Meyyâfârkîn’in ipek tülleri, ve mendilleri daha X uncu asırda îslâm memleketlerinde rağbette idi. Keykubâd’ın Venediklilerle yaptığı ticârî muahedede ve B. Pegolotti’nin eserinde ham ve işlenmiş ipek de ihraç malları arasında zikrediliyor ve ticârette “Türkiye ipekleri (Seta Turchia) adiyle tanınıyordu. Aksaray’ın halıdan başka denizci örtüleri de çok meşhur olarak ihraç ediliyordu. Antalya kernhâ (ipekli) ları, Erzincan Buharinlen, Mardin ve Muş pamukluları, Karaman’m renkli kumaşları ve hamam takımları, Denizli’nin altın işlemeli (ak-'alemlü) bezleri, Ankara ve Sivas’ın yünlü kumaşları, Diyarbekir ve Kastamonu’nun sahtiyanları çok meşhur olup Avrupa’ya ve Şarkın sanayii ileri beldelerine ihraç ediliyordu. Osmanlılarm yerleştiği Bursa’da ve Karasi beyliğinde “hesapsız ipek istihsal edilir ve dokunan dîbâ (ipekli) lar Hıristiyan memleketlerine sevk edilir” idi. Orleans dukası Louis Türkiye’den on iki kadifeli hah getirtmişti. Alâaddin Keykubâd’a ait olduğu yazılarından anlaşılan ipek üzerine altın tel ile işlenmiş nefis bir hah bu münasebetle Fransaya gitmiş ve Sivas’ta satılmıştı. Konya, Sivas, Kırşehir boya-hâne, cendere-hâne, kârhâne ve sa~ bunhâneleri kumaşları boyuyor veya boya imâl ediyor; halkın evlerini aydınlatmak için kullandığı nebâti yağlar bezirhâne’lerde çıkarılıyor; sabun imalâtı da buralarda yapılıyordu. Zenginler ise evlerini, daha lüks madde olan balmumu ile aydınlatıyordu.

Dokuma sanâyiînde ve tababette kullanılan bir çok nebatlar da Anadolu’dan ihraç olunuyor idi. Konya, Antalya, Mardin, Ergani şehirlerinde şaraphaneler vardı. Denizli’nin nar şarabı meşhur idi. Anadolu’nun cenup sahilleri Mısır’a devamlı surette kereste ihraç ederdi. Selçuklu âbidelerinde gördüğümüz, zarif çiniler kâşi-hâne’lerde yapılmakta idi. (Vakfiye kayıtları). Köle ticâreti de çok ileri idi. Şimâldeıı gelen Kıpçak, Rus ve Çerkeş köleleri Anadolu’dan îslâm ülkelerine, bilhassa Mısır’a gidiyor ve Eyyûbî, Memlûk devletlerinin ordularını, saraylarını dolduruyordu. Sivas köle ticâretinin büyük merkezlerinden biri idi. Baybars Sivas’tan satın alınmış bir köle idi. Bu sebeple.Abaga han bu sultana, bu menşei dolayısı ile, hakaret mektupları gönderiyordu. Anadolu hükümdarları icâbında Mısır-Suriye sultanlarını kendilerine köle ihracını yasak etmekle tehdit ederlerdi. Selçuk sultanlarının Bizanslılara zaferleri neticesinde îslâm ülkeleri kölelerle, câriyelerle dolardı.Bu. köleler arasından yüksek emirlerden başka pek çok da ilim adamı yetişmişti. Selçuk Türkiye’si bu istihsal ve ihracatına karşılık İslâm ülkelerinden, şimalde Bulgar ve Kıpçak-eli (Deşt-i Kıpçak-Kumania), Bizans ve Avrupa’dan da geniş ölçüde ithalât yapıyordu.

O zaman için lüks bir gı­ da maddesi olan, şeker Mısır, Şam ve Irak’tan geliyor; yüksek ve zengin tabaka tarafından istihlâk ediliyor; halk da şekeri bal, pekmez ve meyvelerden alıyordu. Bununla beraber Pegolotti Antalya’dan ihraç edilen maddeler arasında şekeri de sayar. İbn Bîbî de Aiâiyye düzlüğünde bir “Şeker-hâne” olduğunu ve Alâaddin Keykubâd tarafından inşâ edildiğini bildirmektedir, ki bu o zamanda bu sâhillerde, limon ve portakal gibi, şeker kamışının da bulunmasiyle veya idhalâtla mümkündü. Memlekete Mısır, Bağdad, Şam, Tebriz’de imâl edilen çeşitli kumaşlar ve şimalin Türk halkları tarafından ticârete sevkedilen kürkleri, Rus ketenleri de geliyordu. Öte yandan gerek ham deri, gerekse mamûl deri maddeleri de ihraç ediyordu, ki bunlar arasında Kastamonu marokenleri meş­ hur idi. Irak’tan cam ve âvizeler geliyor; Erzincan’da kandiller yapılıyordu. Bizans’ın İstanbul ve başka şehirlerinde dokunan ve Rûmî adını alan dîbâ, atlas ve iskarlâfları yüksek muhitlerde pek rağbette idi. Bununla beraber Anadolu’da da iskarlât imâl ediliyor ve Türk kızları bu sanâyide maharetlerini gösteriyordu(173).

Sonraları da Avrupa’dan miğfer­ler, Mağribî mancınıklar, gümüş Venedik tulgaları, fenerleri, Frenk kalkanları, zırhlar, Şark ticâreti sâyesind'e İtalya’da kurulan sanayi dolayısiyle bazı kumaşlar, türlü memleketlerden sabun, kurşun, pamuklu (kutnî) lar ithal ediliyordu. Asker bir millet olarak Türkler silâhlarının çoğunu memleketlerinde yapıyorlardı. Şehirlerde ok yapan ustalar “okçular çarşısında” çalışıyorlardı. Germiyan’da çelikten süslü harp silâhları imâl ediliyordu. Bununla beraber Şaş (Taşkent), Hârizm ve Şam yayları, kılıçları üstün sayılıyordu. Türklerin muhasara aleti ve yangın vasıtası olarak kullandıkları neffâtelerin neftleri ve katran Erzurumda ve Arap coğrafyacılarının “Yanar goller” dediği Antalya şimalinde temin ediliyordu. Türkler Bozdoğan silâhını ve kalelerin muhasaralarında Kara-buğra veya Kara-buğa denilen büyük mancınıkları kullanıyorlardı. Erzurum meliki Cihânşâh da bu makineye sahipti. X II inci asrın sonlarında Sivas’ta harp makineleri imâl ediliyordu(174). Aydın oğullarının savaşlarında kullanıldığını gördüğümüz “tüfekler” zemberekle yağmur gibi mermi atı­yor ve “çat çat” sesleri çıkarıyordu, ki bunun modern tüfeğin ilk şekli olduğu muhakkaktır(175) Hakkında daha fazla bilgiye sahip bulunmadığı­ mız bu silâhın Türklerin çok eskiden beri kullandıkları küherçile ile alâ­ kası, ateşli bir silâh olduğu ve barutla birlikte bu silâhın Türkler tarafından keşfedildiği anlaşılıyor.

Nitekim Kâşgarlı Mahmûd da kuşlan vurmak için bunduk atan ve kuş avlayan iptidaî bir tüfekten bahsetmiştir(176). Selçuklular denizlere çıktıktan sonra Akdeniz ve Karadeniz’de donanmalara ve Sinop ile Alâiye’de tersân elere sahip bulunuyorlardı. Sinop’­ taki tersâne (Dâr us-sinâ’a) için gereken kereste ormanlardan kesilip Kı­zılırmak vasıtasıyle denize indiriliyordu(177). Sinop’ta Gâzî Çelebi’nin Cenevizlilerle deniz savaşlarında gösterdiği maharet dillere destan idi. Keykubâd tarafından kurulan Alâiyye tersânesi Akdeniz donanmasını vücuda getiren gemileri yapıyordu. Hakiki mânâsiyle büyük toplar da İstanbul fethinde kullanılmış olup herhalde Avrupa ve Türklerin eseri idi. Selçuklularm süvari olarak kullandıkları atlar Arap atlarından daha sür’atli koşmağa, sıçramağa kabiliyetli idi. Bunların nesebleri malûm idi. En iyileri Kastamonu’da ve Germiyan’da yetiştiriliyordu. Türkiye’de herşey ucuz olduğu halde Anadolu iğdişlen 1000 dinara satılıyor; başka ülkelere gönderiliyordu. Atlar bu kıymetleri dolayısiyle Selçuk sultanları­ nın ağır hediyeleri arasmda yer alıyorlardı. Türkler asker bir millet olarak ata çok kıymet vermişler; hayatları­nı at üzerinde geçirmişlerdi.

Bu sebeple at Türkler arasmda destânî bir varlık olmuş ve bir at kültü doğmuştu. Nitekim destanlarda ve Orhon kitâbelerinde at alelâde bir mahlûk değildir; hanların ve kahramanların atlarına âit isimler bize kadar gelmiş ve onların hayatlarına karış­ mıştır(178). Kabile (Alayondlu), şahıs adları (Toruntay) arasına ve On iki hayvanlı Türk takvimine de girmiştir. Çinliler ve Hindu-Avrupalılar atı arabaya koşmayı biliyor ve fakat ona binemiyorlardı. Türkler Han devrinden beri koşum takımlarını ve ata binmeyi keşfederek bu sayede savaşlarda komşu kavimlere zafer kazanmayı ve üstünlüğü temin etmiş­ lerdi. Çinliler ve Avrupalılaş koşum takımlarını, ata binmeyi, bunun için gereken dar pantalon ve çizme giymeyi Türklerden öğrendiler. Ger­çekten Yunanlılar, Romalılar, Galler ve Cermenler ata binip savaşmayı bilmiyorlardı. Hattâ Romalılar çamaşır kullanmadıkları zamanlarda Türkler gömlek giyiyordu. At için yonca ziraati de Türkler vasıtasiyle Çin’e geçmişti(179). Esasen yonca adı da eski Türkçe yond (at) dan gelmiş­ tir. îslâm devrinde de Türk atları meşhur idi. 1160 (555) da Mübarek Zengi tarafından yazılan Feres-nâme’ye göre eskiden Huttâlân padişahı Muhammed Yakûb’un Türk, Arap ve î ğ d i ş bin at sürüsü vardı.

Horasanlı on Türkmen ve on Arap üstadı onun hizmetinde cins atlar yetiştiriyorlardı. Arap atlarını Türk kısraklarına çekmek suretiyle meş­hur İğdiş at neslini meydana getiren odur. Huttal atları Gazneliler zamanında olduğu gibi Islâm’dan önce de çok meşhur idi ve bu ülkenin Sagun (Se-kin) unvanım taşıyan Türk hükümdarı Çin imparatoruna en kıymetli hediye olarak bu atlardan göndermişti. Sâmânıler zamanında da Türk atı (Esb-i Türk) çok kıymetli idi(180). Türk atlarının şöhreti dolayısiyle Türkçe yağız (cins at) ve aygır... kelimeleri Arapça ve Farsçada kullanılıyordu(181). Atla ilgili olarak iğdiş, ulak, yom, yamçı, yılkı (galiba arapçaya hayl olarak girmiş) hayil-taş kelimelerinin de bu dillere geçtiğini kaydedelim. Milletlerarası ticâret ve mübadelenin genişlemesi Anadolu’da bir takım milletlerarası pazar (panayır-foire) ların teşekkülüne sebep oldu. Bu pazarlar umumiyetle şehirlerin uzağında, yabanda kurulduğu için yabanlu(ğ) adını alıyorlardı. Kayseri-Elbistan arasmda, Anadolu ile Suriye ve Irak kervanlarının işlediği milletlerarası büyük bir kervan yolu üzerinde bu havalide, Karahisar ovasında kurulan Yabardu bazan çok meşhur idi.

Buraya “Şark-Garp, Şimal-Cenup uzak diyârlardan ecnebi tüccarlar büyük bir cehidle gelir; Şarktan gelenler Garbın, Avrupadan gelenler de Şarkın, kezâ Şimal ve Cenuptan gelenler de mallarını birbirlerine satıyorlardı. Bu pazarda başlıca Türk, Rum köle ve câriyeleri, gü­ zel at ve katırlar, atlas, saklâtun kumaşlar, kunduz ve samur kürkler satılırdı.” Bu büyük ticâret ve kalabalık doiayısiyle hanlar, dükkânlar, açı­ larak bu pazar yerleri şehir haline geliyordu. Mardin’in cenubunda Koçhisar (Dunaysar, Kızıltepe) böyle bir pazar olarak gelişmiş ve bir şehir haline gelmişti. Artuklular zamanında burada hanlar, hamamlar, çarşı­ lar, funduklar, medreseler inşâ edilerek çok mamûr olmuş idi. Dunayser pazarına Suriye, Anadolu ve Diyarbekir taraflarından çok insan geliyordu. Kırşehir-Kayseri yolu üzerinde kurulan Ziyâret pazarı da bu suretle bir kasaba haline gelmiş; Kırşehir Selçuklu valisi burada bir bezzâzlar hanı inşâ etmiş idi. Bugün mevcut olmıyan bu kasabanın vergileri Îlhanî devrinde 14.000 dinar tutuyordu. Ilgın (Âb-i germ ) kasabası da sıcak su banyoları ve pazar kurulan yer olması (Yügun bazar) sayesinde teşekkül etmişti. Amasya-Tokat arasmda Azîne pazarı (pazar günü kurulduğu için), Germiyan’da Alem ud-din pazarı Anadolu panayırları­ nın en meşhurları idi. Şehirlerin kapılarında da pazarlar kuruluyordu. Yakın Şarkta çok Türkmen göçebe yaşadığı için bunların bazıları Türkmenlerin hayvan mahsullerini sattıkları ve mamul madde aldıkları pazarlardı. Bu sebeple bunlara “Türkmen Pazarları” adı verilirdi. Kırşehir’de, Halep’te Musul’da meşhur Türkmen pazarları (Sûk utterâkime) vardı. Devletin vergilere dair emir ve yasakları bazan buralardaki cami duvarlarına hâk edilirdi(183).Bu iktisadi kudret zenginlerin çoğalmasına, debdebeli bir cemiyet hayatına imkân veriyordu. Sultanların sarayları, vezirlerin köşkleri ve zenginlerin konakları yüksek cemiyet hayatının merkezleri idi. Buralarda altın, gümüş yemek ve koşum takımları, ipekli ve mücevherli elbiseler, murassa silâh ve müzik âletleri, altın ve gümüş kandiller en kıymetli malzemeyi teşkil ediyordu. I. İzzeddin Keykâvus un düğünü devrin debdebesini göstermekte ve Melikşâh devrindeki düğünleri andırmaktadır. Filhakika Erzincan Mengücik hükümdarı Fahreddin Behrâm-şâh’ın kızı Selçuki Hatun için verdiği 100.000 dinar kızıl altın rnihrin yarısı m uaccel ve yarısı müeccel idi. Gelinin elbiselerini hazırlamak için memleketin her tarafından getirilen mahir sanatkârlar; terziler ve boyacılar üç ay çalıştılar; fâhir ve murassa elbise ve eşyaları hazırladılar; altın ko­şumlu at ve katırlara yükliyerek katarı yola çıkardılar. Gelin alayının başına tayin edilen din ve devlet adamlarına, derecelerine göre 1000, 500, 200, 100 ve 50 miskallık altınlar, murassa altın ve gümüş tabaklar içinde dağıtıldı. Böylece âlimler, beyler ve hatunlar ile gelinin altın, mü­ cevher ve gümüş eşyası, altın işlemeli elbiseleri ile birlikte katarın Sivas’tan Erzincan’a varmasiyle büyük düğün başladı. Şehrin ve Erzincan sarayının kadm-erkek her cins müzisyen (mutrip) leri, iki tarafın askerleri karşılaştı. Şehir muhteşem bir şenlik ve müzik ahengi içinde idi. Behrâm-şâh gelenlere 300 hil’at ve 300.000 dirhem para ihsan eyledi. Bu suretle gelin, alayla ve cihaziyle birlikte, Erzincan’dan hareket edip Sivas’a yaklaşınca sultan şehrin süslenmesini emretti. Bir hafta süren dü­ ğün müzik, yemek, çeşitli oyun ve eğlencelerle geçti. Sultan hâzineden 500 hil’at, 700.000 dirhem para, 400 at, katır ve elbiseler dağıttı(183). II. Giyaseddin Keyhusrev’in Halep Eyyûbî melikesi Gâzîye Hatun ile ve kendi hemşiresinin Halep hükümdarı ile evlenmeleri de aynı debdebe ile cereyan etti. Filhakika 1237 (635) de vukubulan bu nikâhlarda her birinin cihazı için 50.000 dinar harcandı. Kayseri sarayı görülmemiş altın, gümüş ve mefruşatla donatıldı. Altın, gümüş ve şeker dağıtıldı. Sadece gelin alayının başında bulunan meşbur tarihçi îbn ul-‘Adîm’in saç tığı para 1000 dinar (altın) miktarında idi(184.) Komşu hükümdarların Selçuk sultanlarını ziyâretleri, elçilerin kabûlleri, zafer dönüşleri ve bayramlar devletin ihtişamını göstermeğe vesile teşkil ederdi. Erzincan meliki Alâaddin Davud-şâh’ın Alâaddin Keykubâd’ı ziyareti Kayseri’nin Meşhediye ovasında günlerce şenliklere sebep olmuştu. Sultanın verdiği ziyafette 2000 koyun, 2000 yük buğday ve 200 yük şarap, şeker, hayvanlara 5000 yük arpa, mum ve şâir masraflar karşılığı olarak 20.000 dirhem para sarfedildi. Erzincan hükümdarına da 10.000 dinar harçlık, altın işlemeli cübbe, altın takım bir arap atı hediye eyledi. Keykubâd’ın Konya’ya gelişi ve tahta çıkışında şehir bayram şenliği yaptı. Alaylar tertip edildi; çalgılar çalındı, ziyâfetler verildi; kurbanlar kesildi, altınlar saçıldı. Devlet erkânı, kumandanlar ve U c beyleri derecelerine göre hediyeler getirdiler. I. Keykâvus’un cülusunda verilen hediyeler 100.000 dirhem gümüş, 6000 kızıl altın, 100 top kernhâ kumaş, 150 top atlas, 35 at, 20 katır ve 50 deve idi185. Devlet adamlarının maaşları ve iktâ gelirleri de onlara yüksek bir hayat bahşediyordu. Celâleddin Karatay Necmeddin Nahçivânîyi vezirliğe getirmek istediği zam(an )âlim ve dindar kadı Necmeddin, devletin geçirdiği sarsıntı doiayısiyle, maaşları azaltmağa girişeceğini ve bu sebeple kendisine de yıllık 720 dirhem yeteceğini bildiriyor; fakat devlet adamlarının bu kısıntıya katianamıyacakları kendisine bildirilince Selçuk vezirlerniin en mütevazilerinden bulunan Mühezzebüd-din Ali’nin aldığı 40.000 dirhemi kabûl ediyor; buna karşı iktâ gelirini almaya yanaşmıyordu. Bu meblâğ bugünkü paramızla takriben 600.000 lira eder ki, devlet adamlarının hayat seviyelerini anlamak için bize kâfi bir fikir verir(186). Türkiye’de pek çok ve büyük hayır müesseseleri ve vakıfları olan ve bu sebeple de Ebul-hayrât lâkabını alan Konyalı vezir Sahip Fahreddin Ali muazzam bir servete sahip idi. Kendisine, evlâdlarma ve mensuplarına ait iktâlar hâriç, günlük iradı 7000 dirhem tutuyordu. 200 hassa kö­lesi hizmetinde idi. Onu otağında ziyâret eden Abdullah bin Abdüzzahir büyük hükümdarlardan daha debdebeli bir hayat sürdüğünü, hayrat ve iyiliğinin çok olduğunu ve bununla şöhret bulduğunu söyler(187). 1285 (684) yılında Karahisar (Afyon) da bulunan hâzinesinden 400.000 dirhem nakid Moğol şehzâdesi Geyhatu’ya göndermişti. îlhanî hükümdarı Aba ga’dan müsadere edilen servetini, bütün iktâlarını ve eski vezirlik makamını geri aldıktan, emlâk ve evkâfı için gereken emniyeti sağladıktan sonra bu hükümdara, şahsî hesabına, yılda iki bin bâliş (120.000 dirhem) para ve her yıl Anadolu’dan gönderilecek malların nakli için de 700 at temin ediyordu(188). Beylerbeyi Şeyfeddin Toruntay hayatını kurtarabilmek için Abaga hana 400.000 dirhem para, 200 at, Moğol kumandanlarına kıymetli hediyeler ödemiş ve 1000 kişilik bir Moğol kıtasının bir kışlık masraflarını da üzerine almıştı(189). Bu misaller yüksek devlet erkânı­ nın ne âzim bir servete sahip olduğunu göstermeğe kâfidir. Zenginlerin servetleri de büyük devlet adamları gibi ve devrin umumî seviyesine uygundu. Bivâyete göre Çankırılı Nusretüddin Çelebi çok zengin, hayır-sever bir insan idi; Çankırı ve havalisinde hizmetleri dokunuyordu. Moğol kargaşalığı dolayısiyle, X III üncü asır sonlarında, müsadereye uğrayan serveti 10.000 koyun, 700 at ve 500.000 dirhem nakde baliğ oluyordu, ki gayrı menkuller buna dahil değildi. Aynı devrede Harput kadısı Seyyid Mecdeddin’den 500.000 dirhem müsadere edilmişti. Yine Moğollar Aksaray’da Şeyh Hacı Hâmuş’un da, diğer mallarından başka, 12.000 sultanî (altun) nakdini gasbettiler(190). Yine Moğol devrinde asayişsizlik dolayısiyle Konya taciri Hoca Mecdeddin’in Konya-Antalya yolunda soyguna uğrayan kumaş yükleri 50.000 dirhem kıymetinde idi. Moğollar 1252 de Harran’dan Bağdad’a giden büyük bir kervanı bastılar; 300 yük şeker ve 100.000 altun aldılar ve insanları öldürdüler(191). Memlûk ve İlhanî imparatorlukları arasmda devam eden düşmanlık Anadolu ticâretini çok sarstı. Ermeniler de putperest Moğollar nâmına Anadolu-Suriye büyük kervan yolunu basıyorlardı. 1274 (673) senesinde Anadolu’dan Suriye’ye, Türkmen at ve katırları götüren, bir kervan Ermeniler tarafından Göynük’de soyulmuş; fesat bir çok memleketlere yayılmış ve Sultan Baybars’ın Kilikya’ya girmesine sebep olmuştur(192). Karamanlı isyanı esnasında 1276 da Kilikya’dan Ereğli’ye gelirken soyulan 80 kişilik bir Frenk kervanına dahil bir Hıristiyan tâcirden alman yalnız nakit 120.000 dinar (takriben bir buçuk milyon lira) miktarında idi183. Tokat’ta ölen Kadı Sadreddin’in 20.000 dinarlık serveti . ve 200 kitabı kalmıştı, Sivas’ta Kızıl Sarraf 15.000 dinarlık havâleyi bir defasında ödeyebiliyordu(194). Anadolu şehirlerinde Yahudi tâcirlerinin bulunması tabiî ise de bunlara dair bir bilgimiz yoktur. Yalnız Yahudi mahallelerinin bulunduğuna dair kayıtlar şehirlerde ticâret yaptıklarını gösterir. İslâm dünyasında umumiyetle bankerlik ve sarraflık Yahudilerin elinde olduğu halde Sivas’ta Kızıl ve Bayezid, Kırşehir’de Cemal(195) adlı sarrafların bulunması Türklerin bu para ticâretini ellerinde tuttuğuna delâlet eder. Yüksek tabaka ve zenginler hakkında verdi­ ğimiz malûmatın kıymetlendirilmesi ve umumî hayat seviyesinin anlaşı­labilmesi için orta ve küçük derecedeki halk veya memurların gelirlerine dâir de bâzı misallere ihtiyaç vardır. Bu hususta bize en sağlam bilgileri vakfiyeler vermektedir. Gerçekten bu münasebetle X III üncü asır ortlarmda Karatay kervansarayı orta, küçük memur ve müstahdem olarak vakıfların müşrif (müfettiş) ine yılda 500, nazıra (müdüre) 360, mescidin imamına 200, havâyiç (anbar) memuruna 200, misafirleri ve hayvanları idare edenlere 150 şer dirhem para ve her birine yıllık 24 mud buğday ödemekte; Sivas’ta Sâhip Fahreddin medrese ve imâretinde müderrise ayda 150 (ve ekmek tayını), mu’îd ve mimâra 50 şer, tahsildara 40, mü­ ezzine 25, kapıcıya 20 ve talebeye 10 dirhem maaş vermekte idi(196). Şehir halkının maddî durumları ve emlâki hakkında vakfiyelerde dikkate şayan kayıtlar vardır. Ev, han, hamam, dükkân, bağ ve bahçe sahibi bulunan bu emlâk sahipleri, toprak mülkiyeti devlete ait (mîrî) olduğu için, başka memleketlerde olduğu gibi, bazı hususî ve mahdut Şartlar dışında, büyük arâzi elde edemiyorlardı. Bununla beraber şehir ve kasabalar civârmda kanal, sarnıç veya dolaplarla sulanan bir hayli arazi, bağ, bahçe ve meyvelikler de sermayedarlar için bir yatırım sahası teşkil ediyordu. İktisadî durumu ve hayat seviyesini iyi tâyin edebilmek için bu verdiğimiz malûmata paranın iştira gücü ve rayici hakkında da, yaptığımız hesaplara ve elde ettiğimiz kayıtlara göre, bir kaç maddeyi eklemek faydalı olacaktır, el-’Omarî’ye göre beylikler zamanında iyi bir koyun 12 dirhem, bir ntî bal (takriben bir kilogram) 1/3 dirhem, Germiyan’da bir mud buğday (100-120 kilogram) on beş dirhem fiyatla satılı­ yordu. Beylikler devri dirhemleri Selçuk dirhemlerine nazaran daha dü­ şük olduğu gözönüne getirilirse bu fiyatları Selçuk devrine nazaran bir az daha azaltmak icap eder. Sivas’ta Rahat oğlu Kemaleddin, XIV üncü asır başlarında, oğlu Ömer beye yıllık yemek masrafı 540, kışlık ve yazlık elbiseleri için 500 dirhem, Ömer’in kızı Dilşâd’ın beş yaşına kadar yemek ve elbisesine yılda 400 ve on beş yaşma kadar da 1200 dirhem maaş tayin etmektedir197. Esasen Necmeddin Nahçivanî’nin vezirliği yıllık 720 dirheme kabul etmek istemesi de bu hesaplara uygun gelmekte ve paranın iştira gücünü göstermektedir. Bazı yer ve zamanlar müstesna on gümüş dirhem bir dinar altına tekabül ediyordu. Bu resmî ve edebi tâbirlere rağmen Osmanlılar gibi Türkiye Selçukluları ve Büyük Selçuklular zamanında da halk arasında dirheme Türkçe akça dinara da altun adı veriyorlardı. Bizanslılarm kullandıkları aspe in mânası da bu kelimenin Türkçeden tercüme edildiğini gösterir. Akça tâbirinin Orta Asya’da îslâmdan önce de mevcut olması ve Bizans’ta Selçuklulardan sonra gözükmesi aksi iddiaları tekzib eder. Selçuk Türkiyesi’nin bu zenginliği, bütün tahriplere rağmen, bize kadar intikâl eden âbidelerin mevcûdiyeti sebebini izah eder. Türkiye’­ nin bu devir Avrupa kaynaklarında efsanevî servetler diyarı gözükmesi hem Türkiye’nin durumu ile hem de Ortaçağ Avrupa’sının içinde bulunduğu geri şartlarla alâkalıdır. Gerçekten, esas bilgisini X III üncü asır ortalarına doğru Anadolu’da bulunan rahip Simon’dan alan, bu asır Fransız tarihçisi Vincent de Beauvais’nin bildirdiğine göre “Turquia” o kadar serveti bol ve zengin bir memlekettir, ki bir emîr, otlaklarda kalanlar hariç, kışın ahırına 10.000 at koyar. Sultanın üzerinde hükümdarın resmi bulunan Sultanî {soudans) altınları gümüşten büyük 10.000 kapta bulunur, ki her birinde bunlardan 10.000 tane (100.000.000 altın) vardır. Bu sultanî­ lerin gümüş olduğunu da söyleyenler vardır. Gümüş madenlerinde çalı­ şan işçilere günde üç ritl (rotees) yâni 3000 sultanî ücret ödenir. Böylecc sultanın günlük irâdı 400.000 hyperpere (altın) olup 570.000 mark kıymetindedir. Sivas şehri yanında demir maden ocakları, üç pirinç (bronz) madeni, Karahisar (Hars.ar) yakınında şap madenleri, Konya toprağında şimdi işletilmeyen lâcivert taşı ve memlekette tuz çıkarılan sekiz tuzla vardır. Sultan yılda madenlerden 200.000, sabun ve at ticâretinden 120.000, sulardan günde 1000 sultani (deniz yoluyla yapılan ithalât ve ihracât resmi) irâda sahiptir. Sultanın müstahkem Alâiyye (Candalor) kalesinde bulunan hâzinesi, meskûk, külçe, saf altın, kıymetli taşlar ve mücevherâtla doludur. Giyaseddiıı, 1245 senesinde, öldüğü zaman Tatarlarla Türkler muahede yaptılar. Bu suretle Türkler Tatarlara ve haracgüzar oldular. Muahedeye göre Türkler Tatarlara yılda 1.250.000 hyperpere para, yarısı ipek işlemeli 500 top kumaş, at ve deve, 5000 koyun ödüyor ve bunu kendi vasıtalariyle Mugan’a kadar naklediyorlardı, îzzeddin (Keykâvus) bir defasında on dört at yükü altın ve gümüş, 300 at yükü de ipek, iskarlât, saten, kıymetli taşlar ve diğer hediyeler götürdü. Türklerin vereceği yıllık hediyeler de bu miktara baliğ oluyordu. Bundan başka Tatar elçilerine yapılan masraflar da, iki yılda, 600.000 sultanî (hyperpere) tutmuştu. Türkiye Sultanı her birine yılda 1000 Bezans (Sultanî) verdiği 50.000 kişilik bir süvari kuvvetine maliktir. Orada koyun yününden başka nefis keçi yünü vardır, ki tüccarlar bundan Ingiltere ve Fransaya götürürler. Bu tarihçiden başka Marco Polo, Hayton, Joinville ve B. Pegolotti de Turguidnın zengin, gümüş, demir ve şap madenlerinin iyi ve bol olduğunu, ipek, kumaş ve halıları­nın çok meşhur, hayvanları, cins atları, hububat, meyve ve şaraplarının mebzul, bir kalenin ortasında (Alâive) altın yığını bulunduğunu söylemek suretiyle onu teyit ederler(198). Dikkate şayandır, ki hususî mahiyette olan bazı rivâyetler Selçuk kaynaklarında da nakledilmiş ve efsânevî gö­ zükenlerin dahî hakîkî olduğunu meydana koymuştur. Nitekim XI. Keykâvus Moğol kumandanı Baycu’ya yenilip Antalya’ya çekildiği zaman sarayda, sandıklar içinde, dedesi Keykubâd namına basılmış ve onun tarafından gömülmüş 100.000 gümüş ‘Alâî dirhem ile 10.000 kızıl altın bulmuş ve maiyetinin masraflarım onunla karşılamıştı. Esasen uzun zaman “hazinelerinin sandıkları Keykubâd altınlariyle dolu idi”(199). Bu kayıtlar Orta çağ Avrypasmda efsanele­ şen Türkiye servetlerinin bir realite olduğunu gösterir. Selçuk Türkiye’sinin İktisadî yükselişini gösteren en sağlam maddî bir delil de şüphesiz, devletin varidatına (vergilerine) ait rakamlardır. Hamdullah Kazvînî’ye göre Selçuklular zamanında Anadolu (Rûm) vilâyetleri vergi yekûnu 15.000.000 dinar (altın), Şarkî Anadolu ve Musul vilâyeti yekûnu 10.000.000 dinar, Ahlat bölgesi (Ermeniye) 2.000.000 dinar tutarken Moğal istilâsından sonra, İran’da olduğu gibi, Türkiye’de de husûle gelen tahribat ve İktisadî inhitat doiayısiyle bu rakamlar sıra ile 3.300.000, 1.900.000 ve 390.000 dinara düşmüştür(200) Bu rakamlara göre Türkiye hudutları dışında kalan Musul Vilâyeti’-nin bir kısım ile birlikte Selçuklulara ait Anadolu vergileri yekûnu 27.000.000 dinar (altun)a baliğ oluyor ve İlhâniler zamanında 1336 yılı­ na ait vergi defterlerine göre de bu vergiler 5.530.000 dinara düşmüş bulunuyordu. Türkmen Beyleri elinde bulunan Ucların bir kısmı ile henüz Bizanslılar idaresinde kalan bazı sahil bölgeleri ve Şarkî Karadeniz havzası bu yekûnlara dahil değildir. Bu hususlar nazarı itibara alnı- dığı takdirde Ortaçağ Anadolusu vergi yekûnu 30.000.000 dinar civarında, İlhanı devrinde de 7.000.000 dinar raddesinde bulunduğu anlaşılır(201). İbn Havkal X uncu asırda, Samanîler zamanında Maverâünnehr ve Horasan’ın vergilerinin 40.000.000 dirhem olduğunu müşahede ettiğini yazar(202). Bu rakamlar dikkate şayan olup X III. asır Türkiyesinin X. asırda medeniyeti, sanayi ve ticareti en yüksek bir derecede olan Türkistan ile güzel bir mukayese teşkil eder. Bu durum Şark Türk-İslâm ülkeleri gibi Anadolu’nun da Selçuklular devrinde ne derece yüksek bir seviyede olduğunu ve Moğol istilâsından sonra ne kadar inhitata düştüğünü açıkça gösterir. Durumun bu sarahatine rağmen Zeki Velidi Togan bir yandan Selçuk devrini ve bu devre ait rakamları bir kenara bırakmakta, öte yandan da Anadolu Sel­ çukluları üzerinde Moğol tahakkümü arttığı nisbette İlhânî hâzinesine ayrılan harâcm çoğalmasını Anadolu’nun bu devirde iktisadi ilerilemesine bir delil sanmaktadır. Fakat o Anadolu’nun İlhânî hâzinesine türlü tarihlerde ödediği meblâğları son 1336 tarihli defter yekûnu ile mukayese ederken de bu soıı yekûnun îlhânîler’e verilen para değil bütün Anadolu vergilerini teşkil ettiğine dikkat edememiş ve böylece çok yanlış hükümlere varmıştır(203). Kaynakların tafsilâtına ve izahına baş vurmaksızm dahi bu durum rakamların mahiyetini meydana koyar. Zeki Velidi’ye dayanan Fuad Köprülü de bu hükümlere iştirak etmiştir(204). Esasen Zeki Velidi Togan diğer eserlerinde de Moğol devrini Türk-îslâm tarihinde çok ileri bir dereceye çıkarırken çok mübalâğa etmiştir, ki bu husus aşağıda daha umumî esaslariyle gösterilecektir. Selçuk Türkiye’sine ait bu bütçe rakamlarını bazı çağdaş Avrupa memleketleri ile «karşılaştırmak hem çok alâka çekicidir ve hem de devrin daha iyi anla­ şılmasına yarayacaktır. Gerçekten meşhur iktisatçı Sombart’ın hesaplarına göre XIV üncü asır başlarında Fransa kır allığı bütçesi de 4.000.000 altın franga baliğ oluyordu.
Devamını Oku »