Sultan II.Abdülhamid Keyfî Sansür mü Uyguladı?

Sultan II.Abdülhamid keyfî sansür mü uyguladı?

Sansürün elbette savunulacak tarafı yok. Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi konulara girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli eserlerinin ortaya çıkması gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir? Hem Takrir-i Sükûn döneminde uygulanan "cellat sansürü"yle hiç mi hiç kıyaslanamaz Abdülhamid'inki.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Denizciliğe Düşmanmıydı?

Sultan II.Abdülhamid denizciliğe düşmanmıydı?

Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası bile Denizcilik Bakanlığı'nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid "karacı" idi, kabul. Ama Atatürk de, İnönü de karacı idi. Demek ki, Türkiye'nin etrafı denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir deniz gücünü besleyebilecek ekonomik altyapısı mevcut değildi. Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı kalmaktansa Abdülhamid tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı. İttihatçılar da, Atatürk de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Milleti Cahil mi Bıraktı?

Sultan II.Abdülhamid Milleti cahil mi bıraktı?

Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895'te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir.

Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Meşrutiyet Düşmanımıydı?

Sultan II.Abdülhamid Meşrutiyet düşmanımıydı?

Sultan II.Abdülhamid Meşrutiyet Düşmanımıydı?

93 Harbi'nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Kızıl Sultan mıydı?

Sultan II.Abdülhamid Kızıl Sultan mıydı?
Bu iddia, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüzbinlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

31 Mart olayını Sultan II.Abdülhamid mi tertipledi?

31 Mart olayını Sultan II.Abdülhamid mi tertipledi?

31 Mart isyanında en ufak bir katkısının olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu başkanı Yusuf Kemal [Tengirşenk], 31 Mart'ın Abdülhamid'in eseri olmayıp İttihatçılara karşı yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza Tevfik ise mahkemede şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı zaman ben Talat Bey'e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir cinayet olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: "Ne yapalım, Cemiyetin paraya ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı'nın hazinesi karşılayabilir."

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Despotmuydu?

Sultan II.Abdülhamid despotmuydu?

'İstibdad' kelimesini 'despotizm' diye çevirmek yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset düşüncesinde "istibdâd" meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn Haldun 'istibdâd'ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında kullanır ve meşru yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki, önüne gelen idam cezalarını sürekli affeden birinin istibdâdın yetkilerini hangi yönde kullandığını da pekala görmüş oluyoruz.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid'in kurduğu;hafiye teşkilatı zararlımıydı?

Sultan II.Abdülhamid'in kurduğu 'hafiye teşkilatı' zararlımıydı?

Hafiye teşkilatının topluma nefes aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı bırakmalıydı? Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu? Unutmayalım ki, Fransa'nın İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid'in tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız Kralı'nın posterlerinin Ermeni hamalları tarafından satıldığını yazıyordu. Devlet Londra, Paris ve Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette suistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre değerlendirmeye tabi tutuyordu.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid Korkakmıydı?

Sultan II.Abdülhamid korkakmıydı?

Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bey'in dediği gibi "Abdülhamid'in korkak olduğunu sananlar yanılırlar. Korkak olmak şöyle dursun, tam tersine cesurdu." Dolmabahçe Sarayı'ndaki bir bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir avize yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek kişi, Abdülhamid'di. Keza yanı başında bomba patlarken bile metanetini yitirmemiş, öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe Sultan'a söyledikleri karakterini iyi özetler:

"Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Bir hadise olmadan evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem."

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Sultan II.Abdülhamid'in Kurdurduğu Hamidiye Alayları Gereksizmiydi?

Sultan II.Abdülhamid'in kurdurduğu Hamidiye Alayları gereksiz miydi?

Hamidiye Alayları şunlara yaramıştı:

1. Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği giderildi.
2. Rus istilasına karşı caydırıcı oldu.
3. Kürtler ve konar göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu.
4. Aşiretlerin yerleşik hayata geçmelerini hızlandırdı.
5. Çocuklar İstanbul'daki Aşiret Mektebi'nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler.
6. Aşiret kavgalarının önüne geçildi.
7. Sükûnet sağlanınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun imarına çalışıldı...

Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Abdulhamid Han Said Nursi’yi tımarhaneye attırdı mı?



Bediüzzaman Said Nursî, Yıldız Sarayı Mabeyn dairesine, Şark’ta geleneksel ve modern bilimleri bünyesinde birleştirecek bir üniversite açılmasını havi dilekçeyle başvurduktan sonra neden birdenbire Toptaşı Tımarhanesi’ne gönderilmiştir?

Genellikle lafını budaktan esirgemeyen söylemi veya acayip kıyafetlerinden dolayı saray tarafından ‘deli’ muamelesi gördüğü izlenimi hâkimdir.

Peki bu ‘izlenim’ ne kadar doğru?

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan bir mektup, Van Valisi Tahir Paşa tarafından saraya yazılmıştır. (Hatırlatalım: Said Nursî, Tahir Paşa’nın zengin bir kütüphanesi de olan Van’daki konağında tam 12 yıl kalmış ve “Yeni Said” döneminin bereketli tohumları oradaki aydın çevrenin etkisiyle Bediüzzaman’ın fikir toprağına düşmüştür.)

Tahir Paşa saraya yazdığı mektubunda özetle şunları diyor: “Kürdistan alimleri arasında harika zekâsıyla ünlü olan Molla Said Efendi, tedaviye muhtaç (“muhtâc-ı tedâvî”) olduğundan Halife Hazretlerinin şefkat ve merhametine sığınarak sarayınıza gelmiştir. Bu kişi, yaşadığı bölgede herkesin içinden çıkamadığı meseleleri hallettiği halde talebe kıyafetini değiştirmemiştir.

Kendisi padişaha hakikaten sadık ve halis duacı olmakla beraber fıtraten edepli ve kanaatkâr olup şimdiye kadar İstanbul’a gitmek bahtiyarlığına erişmiş Kürt uleması içinde gerek güzel ahlakıyla, gerekse Padişaha sadakati ve kulluğuyla en çok iyilik edilmeye layık, dini şiar edinmiş bir kişi olması bakımından tedavisinde kolaylık gösterilmesi…”

16 Kasım 1907 tarihini taşıyan bu mektup ile iki gün sonra Van Valiliği’ne Mabeynden yazılan cevaptan (ve onları takip eden bir başka belgeden) anlaşıldığına göre, o zamanki adıyla Molla Said Efendi, o günlerde muhtemelen sürmenaja benzer bir zihnî rahatsızlık geçirmekte olup (zira cevapta “şuurunda eser-i hiffet görüldüğünden” bahsediliyor) tedaviye muhtaç bir haldedir. Nitekim ilmî biyografilerinden birinde “Bu rahatsızlık, onun uzun süreden beri yoğun bir tempoyla devam ettirdiği zihnî faaliyetlerinden kaynaklanan bir tür zihnî yorgunluktan kaynaklanıyordu” denilmiştir (Bkz. Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursî: Entelektüel Biyografisi, Çev: C. Taşkın, Etkileşim: 2006, s. 59).

Bediüzzaman’ın kendisi birilerinin ifsadatı ve Sultanın emriyle tımarhaneye atıldığını düşünse de işin aslı farklıydı: Saray ona ‘deli’ muamelesi yapmış olmayıp tersine onu saraya gönderen ve çok yakın dostu ve hamisi bulunan vali Tahir Paşa’nın yazdığı mektubun gereğini yerine getirmiş bulunuyordu.

Mustafa Armağan

Derin Tarih Dergisi 2017 Şubat
Devamını Oku »

Türk Hava Kuvvetleri Stajına Şeyh Said İsyanı İle Başlamıştı

İsyanların Kürt milliyetçiliğini bastırmak, kontrol etmek, kökünü kazımak üzere bir araç olarak kullanılması Türk Hava Kuvvetleri nin gelişmesine katkıda bulunmuştur. 1925'dekı Şeyh Said isyanından sonra Türk Hava Kuvvetleri'nin ilgilendiği tek sorun elbette milliyetçi Kürt ayaklanmalarını bastırmak değildi. Fakat kurum bu tarihten 1938 e kadar hemen hemen sadece bu işle meşgul oldu.

İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde hava kuvvetlerinin geliştirilmesi meselesi hem endüstrileşmiş, hem de bağımsızlığını yeni kazanmış ancak endüstrileşmemiş ülkelerde önem ve hız kazandı. Aynca hava kuvvetleri sayesinde emperyal güçler sömürgelerini daha iyi kontrol edebiliyorlardı.

Dünya Savaşında hava gücünün öneminin anlaşılmasıyla savaştan sonra bütün ülkeler millî güvenlik ve çıkarlarını korumak, nüfuzlarını kontrol etmek ve düşmanlarına saldırabilmek için birer hava kuvveti kurmaya başladılar, öte yandan Türkiye açısından hava kuvveti oluşturma işi yeni olmayıp Osmanlıdan beri süregelen bir çabaydı.

Şeyh Said ve Ağrı Dağı İsyanlarıyla karşılaştırıldığında 1937-38 Dersim İsyanı daha yerel kalıyordu ama bu isyana da en az diğerleri kadar sert bir şekilde müdahale edildi. Ayrıca Şeyh Said İsyanı nın bastırılmasında THK çok küçük bir rol oyna-mıştı. Daha sonra Ağrı Dağı lsyam’nı bastırmada daha kapsamlı, belki de daha kat’i bir rol üstlenecekti.

Şeyh Said ile başlayıp Ağrı Dağı ile devam eden ve Dersim’e kadar uzanan kesintisiz isyanlarla dolu istikrarsız bir atmosferde Türk Hükümeti devamlı olarak çeşit çeşit Kürt ayaklanmalarını ve isyancıları kontrol etme, başarma ve başını ezme güçlüğüyle karşı karşıya kaldı. 27 Ocak 1928 de Musul’daki Suez Safety Outfitters, Fransız istihbarat raporlarından aldığı bilgiye dayandırarak THK'nın o tarihe kadar Hava Kuvvetleri tarafından kullanılmak üzere toplam 200 uçak satın aldığını belirtir.

Said isyanının bastırılmasından tam 2 yıl sonra.yani 1925 baharından 1927 sonuna kadar Türkiye’nin satın aldığı uçak sayısı mevcudun iki katından fazlaydı.

Şeyh Said’e karşı kullanılan 3 yahut 4 uçak varken 1927 sonu itibariyle Türkiye artık 200 kadar hava aracına sahipti. Sadece Diyarbakır, Mardin ve Erzurum havaalanlarında bile büyük ihtimalle 50 kadar uçak bulunuyordu.

1930 sonu itibariyle Türk Hava Kuvvetleri nin sahip olduğu hava araçlarını tahmin etmek artık pek mümkün değildi. Çok büyük bir ihtimalle bu rakamın 300 civarında olması gerekiyor. Salih (Omurtak) Paşa’nm inşa ettiği yahut etmeye niyetlendiği Agrı Dağı yakınlarındaki 60 uçak kapasiteli havaalanı bizlere THK’nın 1930 itibariyle ulaştığı kapasiteyi gösterir.

Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş bölgesine yakın bir havaalanına 60 uçak mev-zilendirmesi ve 100 uçak daha konumlandırma planı aldığını belirtir.

Böylelikle Şeyh said isyanının bastırılmasından tam iki yıl sonra,yani 1925 baharından 1927 sonuna kadar Türkiyenin satın aldığı uçak sayısı mevcudun iki katından fazlaydı.Şeyh Said’e karşı kullanılan 3 yahut 4 uçak varken 1927 sonu itibariyle Türkiye artık 200 kadar hava aracına sahipti. Sadece Diyarbakır,Mardin ve Erzurum havaalanlannda bile büyük ihtimalle 50 kadar uçak bulunuyordu.

1930 sonu itibariyle Türk Hava Kuvvetleri’nin sahip olduğu hava araçlarını tahmin etmek artık pek mümkün değildi.Çok büyük bir ihtimalle bu rakamın 300 civarında olması gerekiyor.Salih Omurtak Paşanın inşa ettiği yahut etmeye niyetlendiği Ağrı Dağı yakınlardaki 60 uçak kapasiteli havaalanı bizlere THK'nın 1930 itibarıyla ulaştığı kapasiteyi gösterir.

Türk Hava Kuvvetlerinin savaş bölgesine yakın bir havaalanına 60 uçak mevzilendirmesi ve 100 uçak daha konumlandırma planı Türkiye’nin Kürtlere karşı belirlediği askeri politikanın ne derece önem arz ettiğine işaret eder,

Dersim îsyanı bir kez daha Türkiye’yi Kürtlere karşı 50 bin kişilik bir kuvvet seferber etmek zorunda bıraktı.1937-38 arasında THK daha çok ve daha iyi güçlü bir altyapı ile desteklendi ve hava gücünü tahripkâr bir şekilde kullandı,

1937-38 arasında arasında THK’nın uzmanlaşmasının ve kendine güveninin en çarpıcı örneklerinden biri Atatürkün manevi kızı, Türkiye’nin ilk kadın pilotu ve ilerici,özgür, modern Türk kadını na model olarak gösterilen Sabiha Gökçen'in THK ile birlikte Dersim Kürtlerini bombalamaya katılmasıdır.Sabiha Gökçen bir yandan Türk toplumunda hakim sınıflara ve gruplara mensup kadınların kendi grupları içinde ilericiliğin sembolü ve modeli olurken, diğer yandan da ait oldukları grubun azınlıkları bastırmasına nasıl hizmet ettiklerini göstermesi açısından güzel bir örnektir.

Türk Hava Kuvvetleri öncelikle Türkiye’nin doğusunu kontrol etmede, güvenliğini sağlamada ve Kürt milliyetçi ayaklanmalarını bastırmada kullanıldı. 1963. 1964 ve 1974 yıllarındaki Kıbrıs ve 1980’ler ile 90‘lardaki Kuzey Irak müdahalelerini istisna edersek Şeyh Said İsyanından 90’lara kadar THK tek taraflı olarak Kürtlerden başka ne başka bir ülkeye, ne de başka bir düşmana karşı kullanıldı.

THK başta 1937-38 isyanları olmak üzere isyanları bastırmakta güçlü bir rol oynadı. Belirtmek istediğim husus, Türk devletinin Kürt milliyetçi ayaklanmalarını sınırlandırma ve zayıflatma kapasitesine 1. ve 2. Dünya Savaşları arasındaki dönemde THK’nın çok güçlü bir katkı sağladığıdır. Bu da zamanla Türk milliyetçiliğinin gittikçe artan bir Türk etnik kimliği vurgusu ile karşı konulmaz bir söylem olarak gelişmesine katkı yaptı

THK'nın 1925’den itibaren Kürt milliyetçi hareketinin bastırılması noktasında önemli bir rol üstlendiği açıktır. Özellikle Şevh Said İsyanı. Türkiye'nin sahip olduğu ve 1. Dünya Savaşı sırasında önemli bir gelişme kaydeden hava kuvvetinin nimetlerinden istifade etme noktasında ciddi bir fırsat sundu. Dahası, Türkiye ve silahlı kuvvetleri Fransa’nın Kuzey Afrika ve Ban Afrika’daki hava kuvvetlerini geliştirmesi ile İngiltere’nin Irak, Filistin, Somali ve Kuzeydoğu cephesi Hindistan’da hava kuvvetlerini nasıl kullandığının farkındaydı.

Türkiye için en dikkat çekici olansa İngiltere’nin İraktaki hava kuvvetlerinin gelişimiydi. Bu ömek bize İngiltere’nin yerli halkları yönetmek, kontrol altına almak ve üzerlerinde egemenlik kurmak için hava kuvvetlerine ne kadar büyük bir önem verdiğini gösteriyor. Türkiye 1923 ile 1926 yılları arasında, özellikle de Türk kuvvetleri (özdemir Bey vd.) ile Ingiltere arasındaki çarpışma sırasında Irak’ta- ki gelişmelere dair birinci elden bilgilere sahip oldu.

Ingilizler bombaladıkları halklar ve kabileler arasında ayrım yapmıyorlardı. Kürtleri, Arapları, Sünnileri, Şüleri ve Yezidileri bombalamışlardı. Onlar açısından aralarında fark yoktu. Türkler bu durumun farkındaydılar.

Türkiye 1. Dünya Savaşı ve istiklal Savaşı’ndan sonra ekonomik olarak zorlu bir döneme girmişti. Hava kuvvetlerinin gelişimi Türkiye için göçebe Kürt ve Arap toplulukları kontrol etmek, üzerlerinde egemenlik kur*mak ve hatta terör estirmek için kendisine imkânlar tanıyan, bir nevi mucize niteliğinde silahlardı.

Bence Türkiye bütün bu dönemde sahip olduğu modernleşme ideolojisinin bir parçası olarak güçlü bir hava kuvvetleri kurmak istedi .Bir ülkenin “modern” olduğunun göstergesi, güçlü bir hava kuvvetlerine sahip olmasından başka ne olabilirdi ki? Fakat elbette hava kuvvetlerinin bütün biçimleriyle Kürt isyanını bastırmak ve “idare etmek" için sahip olduğu değer.

Türk Silahlı Kuvvetleri ve bizzat devlet açısından en önemli husustu. Gerçekten de Kıbrıs, Bosna ve Somali gibi akla gelen az sayıdaki istisna haricinde 1925’ten 201 ’e kadar hava kuvvetleri Türkiye’nin, Türkiye ve Irak’ta mevzilenmiş Kürt milliyetçi hareketini kontrol, idare ve imha etmek için kullandığı başlıca silahtı. Tabii buna günümüzde insansız hava araçlarını da ilave etmemiz gerekiyor.

Robert W.Olson

Derin Tarih,sayı:27
Devamını Oku »

M.Kemal ve Arkadaşlarının Eşek Şakaları

M.Kemal ve Arkadaşlarının Eşek Şakaları

Şair “Kalmasın Allahım âlemde hiçbir hakikat nihân” demiş ya, birazdan okuyacağınız mektupla yakın tarihin karanlıkta kalmış bir hakikati daha aydınlanmış olacak.

Osmanlıca aslı, ismi bizde mahfuz bir koleksiyonerde bulunan 16 Ağustos 1912 tarihli mektup. 22 yıl sonra Atatürk soyadını alacak olan Mustafa Kemal Bey’in mahrem dünyasını ifşa, etmesi bakımından önemli bir belge.

Mektup, Trablusgarp cephesinde bulunan ve imzasından anlayabildiğimiz kadarıyla Ahmed Fuad adlı bir subay tarafından Enver Paşa nın yanında görev yapan Nuri (Conker) Bey'e yazılmış ve yakındaki bir karargâhta görev yapan Mustafa Kemal Bev'e, arkadaşı Nuri Bey e ulaştırması için gönderilmiş. Bu arada açıp okuyan Mustafa Kemal’in mektuba beş satırlık kısa not ekleyerek Nuri Bey’e göndermesi ve bu satırların bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmamış olması belgenin değerini artırıyor.
Burada ilk kez yayımlanacak olan bu özel mektupta Muştala Kemal ve arkadaşlarının birbirleri hakkında laubalice,yer yer argovari hatta küfürleşmeye varacak derecede ağırvari bir dille şakalaşmaları ama (Her şakanın altında bir gerçek vardır)fetvasınca bazı gerçekleri ağızlarından kaçırmaları ona başka metinimle rastlanmayan cazip bir boyut katmakta.

Bu yayınımızla birlikte sansürsüz mektupların da önünün açılacağına inanıyor ve demek ki diyoruz, rastgele elimize geçen bu mektup bir istisna olamayacağına göre şimdiye kadar yayımlananlar veya yayımlandığı sövlenenler büyük Ölçüde makaslanmış ve bu tür samimî ifadeleri tıraşlanmış mektuplar olmalı. Mektubumuz Latife Hanımın mektuplarının neden açılmadığıyla ilgili de bir fikir vermektedir.

Mektup ne diyor?

Bîr kere Abmed Fuad'ın kalemin¬den Trablusgarp taki mücadele man-zarasını samimi bir kadrajdan görmüş oluyoruz. Mustafa Kemal ve ’silah ar-kadaşları ‘ vatana olan borçlarını öde-mek için Afrika'dadırlar ama birbirlerini görememekten, bazı başka şeylerin eksikliğinden mustariptirler.

Öte yandan Nuri Bey’in mektuplarında lafın dönüp dolaşıp iki noktaya bağlandığı dikkat çekiyormuş. Biri ‘su’ diğeri ‘neste....’

Buradaki 'su’ kelimesiyle acaba gerçekten ‘SU’ mu kastediliyor, emin olamadım. Zİra mektubun ruhundan anlaşıldığı kadarıyla bahsedilen, çok kıt bulunan bir şey olmalı. Oysa gerek Mustafa Kemal'in, gerekse Enver Beyin mektuplarında Trablusgarb’da su sıkıntısı çekildiğinden bahsedilmiyor. Nitekim bu mektuptan 4,5 ay kadar önce, 2 Nisan günü Mustafa Kemal'in Avn-i Mansur Karargahından Behiç (Erkin) Bey’e gönderdiği bir mektupta Libya'ya gelişi hikayesinin ancak Selanik'in “paşa gıdası” ile birlikte anlatılabileceğinden söz etmesi ve yayına hazırlayanın bu şifreyi ‘rakı’ olarak çözmüş olması (Atatürk ’ün Bütün Eserleri, cilt 1, Kaynak: 2003, s. 135), Nuri Bey in eksikliğini duyduğu ‘su’yun alelade su değil, içki (belki rakı) olduğunu hatırlatıyor. Nitekim daha sonra Nuri Bey‘in “su’yu bulamamaktan muazzep olduğunu öğreniyoruz ki, insan hayatın temel maddesi olan suyu bulamamaktan muaazep olmaz -ki zaten onsuz yaşayamaz- ancak bir başka ihtiyaç nesnesini bulamamaktan sıkıntı çekilir ki, bu da içki olmalıdır.

Peki ‘'neste nedir? Osmanlıca ori-jinalinde ”neste...’’ şeklinde kelimenin sonu noktalarla uzatıldığına ve bir ünlemle sonlandırıldığına göre onun da bir şeyi örttüğü ve bir şifre olduğu anlaşılıyor. Kelimeye sözlüklerde, hatta argo sözlüklerinde bile rastlanmıyor.Öte yandan internetten ulaştığım ama teyid edemediğim bir malumat bu kelimenin “neste fereste' şeklinde ve “erotik cazibesi olan" bir deyim olarak kullanıldığım bildiriyor. Kelime anlamını çözmek mümkün olmamakla birlikte metnin geliş ve gidişinden cins-i latif, yani kadın hasreti ve kokusunun kastedildiğini çıkarmak mümkün. Nitekim mektubun devamından da bu mana sızıyor. 'Su’yun şişelerle, ‘neste’nin ise ‘havası alınmış kutularla’ gönderilmesinden söz ediliyor (tabii bu imkânsız!). Ancak yanlarına gelirse Nuri Beyi bu iki ‘şey’le ödüllendirebilecekleri belirtilmiş.

Diğer taraftan yanlarına gelirse bu hizmetleri karşılığında biri kendisine, öbürü de Mustafa Kemal’e olmak üzere ‘iki parlak ikilik’ istemesi de ilginç. Mektubu yazan şahıs bir gece önce Mustafa Kemal'in bir İkilik’ini almış fakat Kemal'de fiilden, yani icraattan ziyade kavi, yani laf olduğundan “Iskopak (aşık) cenabetsin bir şey beceremediğini yazmış. Metinde M. Kemal’in iki lira verip de neyi “beceremediğini" anlamak mümkün olamıyor.

Mektubun kesin hale getirdiği me-selelerden biri de Mustafa Kemal in Trablusgarp'da bir gözünden yaralandığı için göremez olduğu ve bu yüzden arkadaşlarının kendisine “yek çeşm” (tek göz) diye takıldıkları bilgisidir. Ahmed Fuad şöyle yazar:

“Paşamız bu günlerde pek ciddîdir yek çeşm ile.Dünyayı güzel görmeye ve diğer gözünün görmediği unutmağa başladı. Mübâhese arasında malûmlardan bahs açılınca “Merak etme, tek gözle de onların yine analarını …….iz” diyor.”

Mustafa Kemal “malumlar" derken herhalde İtalyanları kastediyordu. Ancak bol küfürlü konuştuğunu bu mektup sayesinde öğrenmiş oluyoruz. De-vamındaki ‘rakkas’ kelimesi ise posta manasına kullanılmış olmalı.

Mektup yazan zatın Ramazan ayın¬da dindar görünmeye çalışması ve bundan da alaycı ifadelerle bahsetme-si ise tek kelimeyle hayal kırıcı. Metnin sonuna Mustafa Kemal’in Nuri Bey’e müteveccihen (Elediği satırların sonundaki “Eşek!” kelimesi ise şaka-laşmaların doruğu mahiyetinde.

Şimdi sizi Ahmed Fuad’ın Nuri Bey’e yazdığı mektup ve sonuna Mustafa Kemal'in eklediği notla baş başa bırakıyoruz….

Bi-pâyân [sonsuz] çöllerin kızgın kumlarından çıkarak, uçarak gelen ruhî mektuplarınız bize de ruh ve hayat vermektedir. Vatana olan borcumuzu eda maksadıyla beraber bir arada bulunmak, yaşamak veya ölmek hissiyati ile de Afrika sahralarına atılmış olan bu üç kardaşın (kartacalıların) desprese [kederli] bir hâlde bilhassa seninle arada çöller, kızgın güneşler. bî-amân [amansız] sahralar bulunacak derecede ayrı düşeceğine hiç ihtimâl vermez ve hiç de gönül arzu etmezdi. “Ne çâre kaderde vâr imiş ayrılmak.” Günler, afvedersiniz haftalar (zirâ buralarda gün ve saat hesabı carî [geçerli] değildir) geçtikçe görüşmek, çeşm-i siyahın [siyah gözün] ile yobaz sakalından öpmek arzuları iştidâd etmektedir [şiddetlenmektedir.

Ah kardaşıın Nûrî, bilsen, her ne vakitki ceviz içi ile karışık pirinç unu Helvası yapılsa ilk kaşıkta derhal hatırıma gelir ve ilk kaşıkların senin için alınmasını sofrada hazır olanlara teklif ederim. Bilmem o anda senin mı- de-i şerifin mütelezziz olur mu [şerefli miden lezzet alır mı]
Gelen mektuplarını kerrat- adide ilede ile [tekrar tekrar] okuruz. Nazar-ı dikkatimi celb eden [çeken] şey, rûh-i mektup [mektubun ruhu] dâimâ iki noktaya istinâd ediyor [dayanıyor]. Biri su, biri de o neste....!

Ah kardaşım, bizde mebzûl [pek bol] olan bu iki şeyden sizdeki mah- rûmiyet cihetiyle muazzeb oluşunuz [azap duyuşunuz] bizi de muazzeb etti. Kabil olsa idi birincisini şişelerle, İkincisini de havası alınmış kutularla takdîm ederdim. Lâkin ne çâre ki adîınü’l-imkândır[imkânsızdır]. Inşâallâh yakında avdet ederseniz [dönerseniz], bu iki arzunuzu da yerine getirmeye, sizi memnun kılmaya çalışırız.Merak etme,bu hizmetinize
mukabil senden çok bir şey istemeyeceğiz.Kemal Bey için bir, benim için de bîr, ki cem‘an (toplam] iki parlak ikilik'' kâfidir. (Dün gece Kemal’in bir ikiliğini aldım, lâkin Kemal de fiilden ziyâde kavi [laf] olduğunu pek a‘lâ bilirsin. İskopak [aşık] cenabet bir şey beceremedi.)

Kemal Paşaamız ‘Nuri şimdi pek sıkılır’ dedikçe, “Merak etme Paşam. Nuri'ye can sıkıntısı vârid oldukça [geldikçe] muntazamca istif edilmiş lâkin belki bozulmuş evhamıyla o sevimli ma’den parçalarını karıştırmak, düzeltmek, onların kırmızı sakallarını okşamakla def eder [sıkıntıyı atar]. Daha fazla sıkılmış ise bu miktâra zamîmeten [ilave olarak] derhâl tencerenin başına geçerek mutedil, pek ciddî ve kolları sıvanmış bir vaziyyette helvayı karıştırdıkça tencereden çıkan kokusu güzel dumanlarla sıkıntısını havaya uçurur derim.

Bu mülâhazat ve mülakâtım [değerlendirme ve düşüncelerim] Paşamızcada tasdîk edilerek müteselli olmaktayız [teselli bulmaktayız].

Paşamız bu günlerde pek ciddîdir,yek-çeşm [tek göz] ile. Dünyayı güzel görmeye ve diğer gözünün görmediğini unutmağa başladı. Mübâhese [sohbet] arasında malûmlardan bahs açılınca “Merak etme, tek gözle de onların yine analarını..... iz'' diyor. Bu sözü cesâret ve maneviyâtının yüksekliği derecesini gösterir. Bunun için fazla izahata lüzum yoktur.

Şimdiye kadar mektup gönderemediğimden dolayı sakın ola ki beni tah-tie edesin |suçlamayasın]. Kabahatin kısm-ı küllisi [büyüğü] çarık istidası su¬retinde [çarşaf gibi] sîze mektup gönderendedir. Malûm-i âlinizdir ki ben ayrıyım. Ca’buya(?) rakkas gittiğinden ve gideceğinden hiç haberim olmaz. Bu defa da bu mektubu yazarak gönderilmek üzere Kemal Beye gönderiyorum.

Mektubun ve benim tali-imiz(talihimiz) açıksa rakkasın gideceği gün unutulmaz.Şayet beyimiz meşgul bulunur da hiç ta..klamazsa(umursamazsa) bu da benim bedbahtlığım.

Dana yavrusunu andıran büyük çaplı topların mermileri bizim karargahın da sağını,solunu ve ilersini yoklamaktadır.Lakin bilirsin ki Şark Kolu Kumandanı erkanı harb olmamakla beraber ordugah ve mutasavverin(*) mahalli intibahında(yeri seçiminde) pek mahirdir.İşte bu mahareti sayesindedir ki mesafe düşmana yakın ve ateş altında olmakla berbaer düşmanın isabet ettiremeyeceğine kani bir vaziyette sebat ve matanet

Ramazan geldi, orada oruçta beraber beş vakit namazı kıldığına eminim. Garp karargâhı şöyle böyle, lakin nazar almasın ilâ maşallah Şarka ki biz siz gibiyiz. Oruç, beş vakit namaz, her gün mukabele, teravih namazı (imam benim ha) deme gitsin. Vallahi Nuri., kendimi Fatih softalarına benzemekteyim. (Lâkin zâviye şeyhleri indinde kredi pek yüksek,kızını teklif eden edene.. Ma’a’ateessüf muvafakat etmiyorum. Sebebi de sence malum olan kör olası tabiat)

Buraya şayanı arz birşeyler yok. İşte o yokluk cihetiyledir ki,mektubum Arap çorbası gibi karmakarışık.

Abdulgani Beye,Ahmed Savan Beye saygılar.Arkadaşların hepsi saygılarını bildirirler.Baki gözlerinden öper,sıhhatle ve bir an evvel görüşmek ve kavuşmaklığı Hakk’dan dilerim kardoşkom.

Görüyorsun ya Nuri, seninki , bayâ incelikler [şakalar] yapıyor. Seni dört, beni tek gözlü olmakla [alaya layık] buluyor, budala idrâk etmiyor ki kendisi büsbütün kördür. Eşek.

Mustafa Armağan, Derin Tarih, Sayı: 27.
Devamını Oku »

Kongrede M. Kemal'e Güvenmiyorlardı.

KONGREDE M. KEMAL'E GÜVENMİYORLARDI

 

Mustafa Kemal Şişli'deki evinde Kazım Karabekir ile görüştü. Kendisi hastaydı. Kazım Paşa ona İstanbul'da kalmanın tehlikeli olduğunu ve bir an önce doğuya gidip oranın hırpalanmamış kolordusuyla ve mert halkıyla el ele verip istiklal mücadelesini başlatmayı teklif etti. Fakat o sırada Paşa'nın aklı İstanbul'da kalıp kabineye bakan olarak girmekteydi. Mustafa Kemal ona "Bu da bir fikirdir" demiş, Kazım Karabekir ise "Fikir değil, karardır ve doğuya gelmeniz halinde sizi başkomutan olarak karşılayacağım" demiştir. Başlangıçta Erzurumlular Mustafa Kemal'e güvenmedikleri için onu kongreye almak istemediler ve Kazım Paşa'dan güvence istediler. O da hem kendilerine güvence vermiş; hem de huzurunda Paşa'ya yemin ettirmiştir.

Mustafa Armağan
Devamını Oku »