Mezhep Çatışmalarına Selçuklu Çözümü




Selçuklular 11. yüzyılda Afrika dışında bütün İslam dünyasına ve Anadolu’ya hâkim olarak siyasî birliği büyük ölçüde sağlamışlardı. Ancak çözülmesi gereken büyük bir problem daha vardı: Şia tehdidi ve mezhep çatışmaları.

10. asırda kurulan ve kısa sürede Kahire’yi, hatta Filistin’i ele geçiren Şia mezhebinin İsmailî koluna mensup Fatimîler Sünnî İslam dünyası için ciddi bir tehditti. Bu tehdit karşısında Müslümanlar mezhep taassubuyla hareket ederek iyice parçalanmışlardı. Hanbelî, Eş’arî, Mu’tezilî, Kerrâmî mezheplerinden her biri diğerini küfre nispet edecek kadar ileri gidiyordu. En küçük bir itham tarafları silahlı çatışmanın eşiğine getiriyor, birbirlerini öldürmelerine yol açıyordu.

İslam dünyasında siyasî birliği sağlamaya çalışan Selçuklular bir yandan da bu problemle mücadele etmek zorundaydılar. Sultan Alparslan döneminden (1063-72) itibaren medreseler, kütüphaneler ve zaviyeler kurarak bir ilim ve kültür ordusu meydana getirdiler. Askerî ve siyasî kudretlerini yükseltirken birlik ve beraberliği de güçlendirmeye çalıştılar.

Abbasî iktidarını yıkmak için faaliyet gösteren Bâtıniler veya aşırı Şiî gruplar dışındaki mezhepler arası gerginliklere taraf olmamayı tercih eden Selçuklu Sultanları, bazen de sosyal düzeni korumak ve çatışmaları yatıştırmak amacıyla uzlaştırıcı roller üstlendiler. Mesela Sultan Melikşah, Eş’arî-Hanbelî gerilimi yüzünden Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nin Şafiî müderrisi Ebu İshak Şirazî’ye gönderdiği mektupta medresenin bir mezhebi korumak için değil, bilimi himaye etmek ve yükseltmek gayesiyle kurulduğunu söylemiş; mezhepler arasında herhangi bir ayrılık siyaseti gütmediklerini belirtmişti.

Türkistan’ın önemli bir parçası olan Hârizm, yetiştirdiği büyük âlimlerle Selçuklular devrinde fikrî yönden son derece gelişmişti. Mutezile mezhebi bölgede oldukça yaygındı. Fahreddîn Râzî (1149-1209) Hârizm’in merkezi Gürgenç’e gittiği zaman burada ilmî münazaraların ve Mutezile mezhebinin yaygın olmasına hayret eder. Buhara’ya varınca da münazaralarda bulunmuş; kalabalık halkın itikadî ve kelamî sorularını cevaplamıştı. Moğol istilasından sonra da Harezm halkı Mutezile mezhebine bağlılığını devam ettirdi.

Eş’arî - Hanbelî çatışması

Tuğrul Bey’in saltanatı sırasında (1040-63) veziri Amidü’l-mülk, Sultanın mezhepler arasındaki felsefî farklara yabancı olmasından faydalanarak Eş’arîleri kayırmaya kalkıştı. Bu mezhebin rakiplerini bertaraf etmek için bir mücadeleye girişti. Bu yüzden de işinden oldu ve yerine Nizâmü’l-mülk getirildi. Fakat Eş’arîler ve Hanbelîler arasındaki gerginlik bir süre daha devam edecekti.

İmam Kuşeyrî’nin oğlu Ebu Nasr 1077’de Hacdan dönerken Bağdat’a uğrayıp Nizâmiye Medresesi’nde vaazlar verdi. Eş’arîlerin üstünlüğünü dile getirirken Hanbelîleri dar görüşlülükle itham ediyordu. Ayrıca Yahudilerin maddî menfaat karşılığında da olsa, İslamiyeti kabul etmelerini memnuniyetle karşılıyordu. Bu tenkitleri duyan taassup ehli Hanbelîler galeyana gelerek Eş’arîlere saldırdılar. Yahudi mühtedileri de “rüşvetin Müslümanı” diye alay konusu yaptılar.

Vaziyeti öğrenen Nizâmü’l-mülk medrese müderrisi Ebu İshak Şirazî’ye mektup yazarak Sultanın ve kendisinin mezhepler arası bir ayrım siyaseti gütmediklerini; Nizâmiye’nin sadece ilmin korunması, yükselmesi gayesiyle açıldığını beyan etti. Ahmed bin Hanbel’in de imamlar arasında bulunduğunu hatırlattı.

Selçuklular bu problemi çözmek amacıyla bütün vaizleri divanda toplantıya çağırarak, hitaplarında mezhepler arası gerginlikleri tırmandıracak konulardan uzak durmaları hususunda uyardılar. 1080’de bu durum sıkı bir disiplin altına alındı. Ayrıca çatışmaların yoğun olduğu yerlerde, mesela Esterâbâd’da kadının (hâkimin) izni olmadan kimsenin vaaz vermesine müsaade edilmedi.

Nizâmü’l-mülk 1082’de Mağrib’den gelen, Şâfiî ve Eş’arî olan Ebu’l-Kasım el-Bekrî’yi maaşlı olarak Bağdat’a gönderdi. Vaazlarında Ahmed bin Hanbel’i övmesi fakat Hanbelîleri eleştirmesi Hanbelîleri kızdırmıştı haliyle. Bu yüzden Kadı Abdullah Dâmeganî’nin evini ilmî toplantı esnasında basıp kitaplarını yağmaladılar. Bu gerginlik yüzünden Halife, Ebu İshak Şirâzî ile Ebu Bekir Şaşî’yi, Sultan Melikşah’a gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede saygıyla karşılanıyor, kendilerine muazzam bir ilgi gösteriliyordu. Sultan Melikşah ve Nizâmü’l-mülk huzurunda, onlarla devrin büyük âlimlerinden İmamü’l-Harameyn Ebu’l-Ma’âlî Cüveynî arasında cereyan eden müzakere ve münazaralardan sonra bütün istekleri kabul edildi. Nizâmiye’de Eş’arîlik hakkındaki vaazlarına müsaade edilirken herhangi bir tatsızlığın çıkmasını engellemek amacıyla medresenin kapılarına muhafızlar yerleştirildi.

Bu şekilde devlet bir taraftan çatışmaları engelleyerek sosyal düzeni korumaya çalışıyor, diğer taraftan fikir hürriyetinin korunmasını sağlıyordu.

Alevîlere özel medrese

Selçuklular ılımlı Şiîlere karşı da ayrımcı bir siyaset izlemediler. Seyyidleri, şerifleri himâyelerine alarak Şiîlere medreseler inşa ettirdiler. Böylece Halifelere küfretmeyen mutedil (ılımlı) Şiîler, Alevî bir müellifin ifadesiyle, “Cihâna hâkim Selçuklular” sayesinde tam bir hürriyet ve himâyeye mazhar oldular. Bu dönemde Suriye, Halep, Kûfe, Kum, Kâşan, Mazendaran, Taberistan, Gürgân, Dıhistan ve hatta Sünnî İslamın merkezi Bağdat Şiîlerin yoğunluk oluşturdukları yerlerdendi. Selçuklu sultanları ve beyleri büyük Şiî imamlarının türbelerini tamir ettirip ayin ve merasimlerine katıldılar. Ilımlı Şiîler ile diğer mezhepler arasında ara sıra gerginlik çıksa da bunlar sosyal ve siyasî düzen içinde çözülüyordu.

1165’de Şiî Abdü’l-Celîl Kazvinî tarafından yazılan Kitâbü’n-Nakz adlı eser bu konuda çok önemli bir bilgiler sunuyor.

Bazen aşırı Şiî ve Bâtınîlerin propagandaları mutedil Şiîleri de etkiliyordu. Çünkü Mısır Fâtımîlerinin gönderdiği dâîler ifsat ve kışkırtma gayretlerinden geri kalmıyorlardı. Yine Sultan Melikşah devrin en kudretli emirlerinden Artuk Bey’i 1078’de Bahreyn’e gönderdi. Görevi, orada kök salmış Karmatîleri cezalandırmaktı. Karmatîler, Sâsânî İran’ında ki dinlerden Mazdekizmin fikirlerinden etkilenerek mal varlığını ve zenginliği paylaşmayı hedefleyen, şahsî sermayeyi reddeden -bir nevi modern dönemdeki komünizme benzeyen- fikirler etrafında bir sistem kurmuşlardı.

Basra’da Mısır’dan gelen ve Karmatîlerden etkilenen bir şahıs Mehdîlik iddiasında bulunmuştu. 1090’da 10 bin kişilik bir kuvvet oluşturdu ve Basra’yı yağmalayarak ateşe verdi. İslamın ilk vakıf kütüphanesi bu yangında yok olmuş, Melikşah’ın yaptırdığı su kanalları da tahrip edilmişti. Selçukluların Bağdat şahnesi (askerî vali) Gevher Âyin isyancıları ortadan kaldırdı; yalancı Mehdi’yi Sultan Melikşah’a gönderdi. Sözde Mehdi yaptıklarının bedelini Bağdat’ta asılarak ödeyecekti.Bağdat’ta 1081’de gizli bir cemiyete yapılan baskın Bâtınî faaliyetleri anlamak bakımından dikkate şayandır.

İbnü’l-Resulî fütüvvet hakkında bir eser yazarak onun faydalarını izah etmişti. Abdülkadir el-Hâşimî adlı kişi de “Feteyân kâtibi” unvanıyla beraber kurdukları cemiyeti idare ediyor; aza topluyor ve onlara menşur veriyordu. Ayrıca davet amacıyla toplantılar tertip ederek beldelere mektuplar gönderiyordu. Bunların Bâtınî olup Şiî halifesi namına davette bulundukları ve terk edilmiş bir mescidi toplantı yeri yaptıkları öğrenilince halk tarafından ihbar edildiler. Baskın sırasında reisleri yakalandı.

Ele geçen vesikalar akidelerini, Batınî olduklarını ve siyasî emellerini açıkça ortaya koymuştu.

Sonuç olarak, mezhep kavgaları İslam dünyasına hiçbir yarar sağlamadığı gibi Müslüman halkların gelişmesini de yavaşlatmıştı. Öte yandan farklı mezheplerin varlığı fikri tartışmaların artmasına ve entelektüel düzeyin yükselmesine yol açıyordu. Ancak bu tartışmalar taassubun esiri olunca yıkıcı neticeler doğuracaktı.

İşte Selçuklular tesis ettikleri kültürel ve iktisadî kurumlarla bu çatışmayı engellemeyi hedeflediler. Bu çabalar sayesinde 12. yüzyılın başlarında mezhep kavgaları azalmış, 13. yüzyılda ise neredeyse yok denecek seviyeye inmişti.

Muharrem Kesik
Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Derin Tarih Dergisi 2017 Şubat
Devamını Oku »

Vizyoner Sultan’la Geleceğe Dönüş



1-İstanbul Boğazı’nın iki yakasını birleştirecek köprü projeleri nasıl geliştirildi?

Fransız Mühendis Ferdinand Arnodin Mart 1900 tarihinde “Compagnie Internationale du Chemin de Fer de Bosphore” şirketi adına İstanbul’u bir demiryoluyla çevrelemeyi, Asya ve Avrupa’yı iki boğaz köprüsüyle birbirine bağlamayı teklif etmişti. Sultan’a sunulan haritada yeni yollar ve köprüler bütün ayrıntılarıyla belirtilmişti. Projenin ilk gayesi Asya ile Avrupa arasında kesintisiz demiryolu ulaşımını sağlamaktı.

İlk köprü Üsküdar ile Sarayburnu’nu birleştirecekti. Haydarpaşa’da biten demiryolu oradan Üsküdar’a kadar uzanacak ve köprünün üzerinden İstanbul-Edirne hattına bağlanacaktı. İkinci köprü ise çevre yoluyla Bostancı-Bakırköy hattına işlerlik kazandıracak olan Rumeli Hisarı-Kandilli arasında inşa edilecekti. İki köprü de Paris’teki Eyfel Kulesi’nde kullanılan çelik teknolojisiyle yapılacaktı.

Arnodin’in köprülerinin etkileyici büyüklüğü ve alışılmışın dışındaki mimarileri şehrin siluetine yeni unsurlar ekleyecekti. Özellikle Sarayburnu ile Üsküdar arasındaki köprü İstanbul’un girişinde heybetli bir kapı mahiyetinde olacaktı. Asma köprü biçiminde düşünülen yapı, sahilden 130’ar metre uzaklıktaki iki payanda üzerine oturacak; ortasında bir büyük payanda daha olacaktı.

Köprünün karaya yakın iki ayağı arasındaki mesafe bin 700 metreydi. Köprünün orta ayağının 32 metre derinlikteki deniz tabanına oturtulması planlanmıştı.

Denizden yüksekliği 50 metre olan köprünün altından bağlanacak iki teleferikle tren vagonlarının taşınması hedefleniyordu. Ayrıca projede bazı İslamî motifler de bulunmaktaydı: taşıyıcı ayakların tepelerine minik kubbeler yerleştirilmiş, köprünün ayakları minareli camilere benzetilmiş yapılarla sağlamlaştırılmıştı. Minareler 16 metre yüksekliğinde olduğundan seyredenlere bir dizi küçük cami hissi verecekti.

Mimarî üslup bakımından Rumeli HisarıKandilli arasında yapılması planlanan ikinci köprü birincisinden çok daha iddialıydı. Bu da bir asma köprüydü. Birincisinden çok daha romantik ve şık bir görünüm arz ediyordu. Cisr-i Hamidî (Hamidiye Köprüsü) adını alacak olan bu köprünün taşıyıcı ayakları, köprü geçidi düzeyinde camilere dönüşüyordu. Her camide merkezi bir kubbe ve dört minare bulunmaktaydı. Hamidiye Köprüsü Projesi büyük bir bina üzerine, minarelerle ve Memlûk mimari tarzında kubbelerle süslü, som kâgir destekler arasına kurulu ve çelik halatlarla havada asılı demirden bir binaydı.

Bu kubbelerden her biri granitten yapılmış bir sütun üzerinde olup bunların üstüne toplar 50 kurulmuştu. Döner kuleleri askerî savunmada kullanılacak olan köprü sayesinde Boğaz’dan geçişler de kontrol edilecekti. Hamidiye Köprüsü ışıklandırmayla geceleri çok daha efsunlu bir havaya bürünecekti.

İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakalarını birbirine bağlıyordu. İstasyonların Bakırköy ve Bostancı’ya kurulması, demiryolunun da şehrin dışından geçmesi planlanıyordu. Ayrıca tren, araba ve yayalara mahsus ayrı yollar bulunan köprü Bağdat demiryolu hattına da bağlanacaktı. Böylece bir insanın Hicaz demiryoluyla Medine’den trene binip Viyana’da inmesi mümkün olacaktı.

Kanaatimizce İstanbul Boğaz’ına üç köprü inşa eden Cumhuriyet dönemi idarecilerimizin bunlardan birine Sultan II. Abdülhamid Han’ın adını vermeleri isabetli olurdu.

2-Raylı sistem projeleri nelerdi? Sonuçları ve İslam dünyasındaki etkileri ne oldu?

19.yüzyılın ilk yarısında demiryolunun kullanımıyla ulaşım alanında çok hızlı ve kolay bir alternatif ortaya çıkmıştı. 1830’da İngiltere’de Liverpool-Manchester hattının açılmasıyla da demiryolu çağı başladı. Tramvay, tren ve metro ile şehir içi ulaşım son derece kolaylaştı. Anadolu topraklarında ilk demiryolu Sultan Abdülaziz devrinde İzmir-Aydın arasında yapıldı (1866). Osmanlı’nın ilk büyük raylı sistem projesi ise Rumeli demiryolu hattıydı (1869).

Bu projeyle 5 Ocak 1871’de İstanbul ilk defa trenle, bir başka ifadeyle raylı sistemle tanışmıştı. Önce Yedikule-Küçükçekmece hattı hizmete açıldı. Halkın isteği üzerine bu hat kısa sürede Sirkeci’ye kadar uzatıldı.

Eminönü-Topkapı arasındaki çalışmaları sürdüren tramvay şirketi buna karşı çıkarak hattın Topkapı Sarayı bahçesinden geçmesini bahane ederek Sultan’ın desteğini almaya çalıştı. Ancak Sultan Abdülaziz, “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” diyerek hattın Sirkeci’ye ulaşmasını sağladı.

Sultan II. Abdülhamid de demiryolu yatırımlarına önem veriyordu. Demiryoluna kesinlikle ihtiyaç vardı ve yeni hatlar yapıldıkça halkın refah seviyesi artacaktı. Ayrıca demiryolları askerî birliklerin hareketini hızlandıracağından stratejik önemi de vardı. Bu yüzden Sultan ilk olarak Belçikalı Yahudi Banker Baron Maurice de Hirsch’in yarım kalan Rumeli demiryolu projesine el attı.Böylece 1888’de Avrupa ile doğrudan ilk tren yolu bağlantısı kuruldu.İstanbul’dan Viyana’ya giden ilk trenin hareket düdüğü 12 Ağustos 1882’de Sirkeci’den kalkışta çınlayacaktı.

Abdülhamid döneminin meşhur raylı sistem projelerinden biri Bağdat demiryoluydu. Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşa tarafından 1880’de hazırlanan bir layihayla gündeme gelmişti. Proje hem taşımacılık, hem de stratejik açıdan önem arz ediyordu. Bu hat ile Haydarpaşa’dan hareket eden bir tren 75 km hızla 40 saatte Bağdat’a ulaşabilecekti. Ancak Duyun-u Umumiye’nin birçok gelirine el koyduğu Osmanlı Devleti açısından oldukça masraflı ve riskliydi. Sultan bu projeyi İngiliz sömürgeciliği karşısında daha az tehlikeli gördüğü ve bir denge unsuru olarak kullanmayı düşündüğü Almanlara yaptırdı. Önceki hataları tekrarlamak istemiyordu.

Bu yüzden ihaleyi alanların az demir kullanmalarını önlemek için kilometre başına kullanılacak demir miktarını bile sözleşmeye yazdırmıştı. Sözleşmeye eklenen gizli bir maddeyle yabancı devlet vatandaşlarının demiryolu boyunca iskâna teşvik edilmeleri yasaklandı.

Böylece şirketin gereğinden fazla arazi satın alması ve buralara yabancıları -özellikle de Yahudileri- yerleştirmeleri engellendi. Ayrıca Sultan, Balkanlardan gelen Müslüman göçmenleri buralara yerleştirerek hem onlara iskân alanı açıyor, hem de vatan topraklarını muhafazaya çalışıyordu. HaydarpaşaKonya, Konya-Bağdat olarak iki bölümden oluşan projenin çalışmaları 1902’de başladı. Ne garip bir tecellidir, Ekim 1918’de bitirilen Bağdat demiryolu hattı ilk defa 1. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı ve Almanya askerlerinin tahliyesinde kullanılmıştı.

Bir başka tarihî teşebbüs olan Hicaz demiryolu projesinden dünya 2 Mayıs 1900’de Sultan Abdülhamid’in bir emriyle haberdar oldu. Demiryolu Arabistan’ın kapısı kabul edilen Şam’dan başlayacak, Medine ve Mekke’ye ulaşacaktı. Projenin en dikkat çekici yönü, hattın tamamının Osmanlı tarafından inşa edilecek ve işletilecek olmasıydı. Tamamen Müslümanların eseri olacaktı anlayacağınız. Avrupalı devlet adamları, uzmanlar ve diplomatik temsilciler bu plana “imkânsız ve hayali” nazarıyla baktılar.

Bazı Osmanlı devlet adamları bile maddî kazanç sağlamayacağı ve masrafının çok olacağı gerekçesiyle projeye karşıydı. Maddî gelirden çok “rızayı İlahî” beklentisi içinde olan Sultan ve onu destekleyenler var güçleriyle çalıştılar. Sultan “Müminlerin Emiri ve Halifesi” sıfatıyla yapım emrini verdi ve 50 bin Osmanlı lirası bağışlayarak bir yardım kampanyası başlattı. Ardından Sadrazam 75 bin, Nafia Nazırı 71 bin, Şeyhü’l-İslam 55 bin, Hariciye Nazırı 45 bin Osmanlı altınıyla kampanyaya katıldılar.

Her biri 36 bin altından az olmamak kaydıyla diğer bakanlar da yardım ettiler. Bütün devlet çalışanları da en az birer maaşlarını bağışlamışlardı. Özellikle İstanbullular -müderris ve medreselilerin organizasyonuyla- bu projeye büyük katkıda bulundular. Öte yandan bütün İslam dünyası ayağa kalkmıştı. Kahire’de yayınlanan El-Müeyyed gazetesi projeyi “minnet ve şükranla anılacak bir eser” olarak tanımlıyordu. Hindistan, Orta Asya, Kırım, Kuzey Afrika, Orta Afrika, Güney Afrika, Çin ve Güneydoğu Asya’dan birçok Müslüman yardım kampanyasına katıldı. Hindistan’daki Müslümanların Halife/Sultan’ın projesine gösterdiği teveccüh İngiltere’yi o derece rahatsız etmişti ki, İngiliz basını yardım edenler için “Yıldız parazitleri için sağmal inekler” tabirini kullanacak kadar ileri gitti.

Aslında yurt dışından gelen 110 bin liralık yardımın toplam harcamalar içindeki yeri ancak %2,8 oranındaydı. Osmanlı halkının yardımı ise 3,15 milyon lira olup toplam harcamanın %80’ini oluşturuyordu. Diğer deyişle 52 ticaretin gelişmesini, ihracatın artmasını, şehirleşme sürecinin hızlanmasını, atıl kaynakların değerlendirilmesini, merkez-çevre ilişkisinin güçlenmesini ve hepsinden önemlisi Osmanlı’nın Ortadoğu’da inisiyatif alabilecek güçlü bir konuma gelmesini sağlayacaktı. Ayrıca Hicaz demiryoluyla hacca gelenler mukaddes beldelerden dünyaya İslam birliği mesajını götüreceklerdi. dış yardımlar temsili bir nitelikteydi ve malî yükün büyük bir bölümünü Müslüman Osmanlı toplumu karşılamıştı. Ancak bu bile Batılı sömürgecileri tedirgin etmeye yetmişti. Payitaht toplanan yardımların istismarını önlemek için ciddi tedbirler aldı. Yardımlar sırf bu iş için kurulmuş olan Hicaz Demiryolu Komisyonunun hesabına geçiriliyor; harcamalar bu komisyon tarafından yapılıyordu. İnşaatın her aşaması kamuoyuna resmî bildirilerle açıklanarak gerçekleştirildi. Her bağış ve harcama gazetelerde ilan edildi.

1902’de başlayan Hicaz demiryolu projesi 1908’de Medine-i Münevvere’ye ulaşarak tamamlandı. Sultan’ın tahta çıkış yıldönümü olan 1 Eylül 1908’de resmî bir merasimle işletmeye açıldı. Olağanüstü bir başarıydı bu. Demiryolu inşaatlarında yılda yaklaşık 150 km inşa edilirken, bu projede çöl sıcaklarına rağmen yılda 288 km’ye ulaşılmıştı. Bu hatla daha önce 40 günde gidilen Şam-Medine yolu 3 güne indi. Altı çizilmesi gereken tarihî bir icraat da, Medine-i Münevvere’ye yaklaşılınca Sultan’ın emriyle Hz. Peygamber’in (sas) ruhaniyetinin rahatsız olmaması için çelik yerine ağaç traversler kullanılması ve gürültüyü engellemek için raylara keçe döşenmesidir.

Hattın Medine-i Münevvere’ye ulaşması münasebetiyle İslam âlemi büyük bir coşku yaşadı. Çok sayıda tebrik telgrafı ve kutlama mektupları alan Halife/Sultan Müslümanların gönlünde taht kurmuştu. 27 Nisan 1909’da tahttan indirildiğinde, bilhassa Hindistan’da ve Güney Afrika’da büyük üzüntü yaşandığını ve Hicaz demiryolu fonuna gönderilen yardımların kesildiğini hatırlatalım.

Hatta Osmanlı konsolosları bu ülkelerden kovuldu, protesto gösterileri yapıldı. 1. Dünya Savaşı sırasında Fahreddin Paşa’nın uzun ve zorlu bir mücadele sonunda teslim olmak zorunda kalmasıyla birlikte hem Medine, hem de Hicaz demiryolu Osmanlı hâkimiyetinden çıkacaktı (10 Ocak 1919).

3-İstanbul Boğazı’nın altından geçecek tüp geçit projeleri nelerdi?

Boğaz geçişi için hayal sayılabilecek ilk tüp geçit projesi Fransız mühendis Eùqène Henri Gavand tarafından Sultan’ın tahta geçtiği ilk yıl sunuldu. Halen faal olan Karaköy-Galata tünelinin mühendisi Gavand 1876’da “The Metropolitan Railway of Constantinople” adlı şirketi adına Osmanlı hükümetine İstanbul’u kuzeyden güneye kat eden ve büyük bölümü yeraltından geçen bir demiryolu projesi yapmayı teklif etti. Kumkapı’dan başlayacak olan demiryolu yarımadayı yeraltından kat edecek ve İstanbul terminalinin inşa edileceği Eminönü’nde yerüstüne çıkacaktı.

Araçlar Haliç’i geçmek için yeni Galata Köprüsü’nü kullanacak, ancak Galata’ya geçer geçmez yine yeraltına ineceklerdi. Öngörülen plana göre sistem Karaköy’den Ortaköy’e kadar sahile paralel gidecek; Karaköy, Tophane, Fındıklı, Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy’de tren istasyonları olacaktı. Demiryolunun Kumkapı’dan Beşiktaş’a kadar olan tahmini uzunluğu 4.300 metreydi.

Haliç ve Marmara sahilleri arasında yer altından bir bağlantı kurulmasını tasarlayan Gavand’ın en dikkat çekici teklifi ilk tüp geçit projesiydi. Marmara sahilini setlerle genişletme projesinin yanı sıra Boğaz’ı Sarayburnu-Üsküdar arasından geçecek bir yeraltı treni yapılmasını teklif ediyordu. Bu sayede Avrupa’dan gelen trenler doğrudan Asya yakasına geçebileceklerdi. “Yeni Şehir Projesi” adı verilen bu çok iddialı ilk tüp geçit projesinin ayrıntılarına fazla girilmemişti. Ancak Gavand’ın yaptığı bu kıtalar arası ilk metro projesinin Marmaray ve tüp geçit projelerine ilham kaynağı olduğunu biliyoruz.

Sarayburnu-Üsküdar (Şemsipaşa-Salacak) arasının tüp geçitle bağlanmasına yönelik ikinci proje bir başka Fransız mühendis Simon Preault tarafından 1891’de Sultan’a sunulmuştu. “Deniz Altında Boru (Tüp) Köprünün Ön Projesi” adıyla sunulan proje için çok büyük bir inşaat teknolojisinin gerektiği anlaşılıyor. Amaçlarından biri de Haydarpaşa-Sirkeci arasını tüp geçitle birleştirerek demiryolu ulaşımını kesintisiz hale getirmekti. İmtiyaz sözleşmesi, anlaşma, inşaat projesi, bakım, işletme ve şirket bölümlerinden oluşan ve Fransızca olarak hazırlanan 33 sayfalık proje Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndedir.

Aslında Simon Preault iki ayrı proje hazırlamıştı. İlkinde tüp tünel 7 payandalı ve 2,200 metre uzunluğunda tasarlanmıştı. Yeni projede ise payanda sayısı 13’e, tünel uzunluğu 3,100 metreye çıkarıldı. Preault çizimlerinde Boğaz’ı geçmek için küp şeklinde 3,2 metre genişliğinde ve 4,3 metre yüksekliğinde iki tüp kullanmayı düşünmüştü. Ancak deniz dibinde açıkta duran bu payandaların Boğaz’ın sert dip akıntısına karşı koymasını imkânsız gören Preault bunun çaresini bulamadan projesinin uygulanamayacağı kanaatindeydi. Tasarımları günümüzdeki tüp geçit projesine de ilham kaynağı olmuştur.

Dip akıntısından etkilenmemesi için bugün tüpler deniz yüzeyinde oluşturulmuş tabaların üzerine yerleştirildi. Çelik tüplerin kullanılması, tüplerin yüzeyde yapılıp daldırma yöntemiyle yerleştirilmesi, geçidin Salacak-Sarayburnu istikametinde düşünülmesi, çift tünelli olması ve raylı sistemi ön görmesi iki projenin diğer ortak yönleridir.

Preault’dan 11 yıl sonra, 1902’de Amerikalı mühendisler Frederick E. Strom, Frank Lindman ve John Hilliker tarafından Sultan’a üçüncü proje sunulacaktı. Dönemin meşhur amirallerinden Ahmed Besim Paşa aracılığıyla sunulan “Cisr-i Enbûbî fi’l-Bahr yani Subaküs Viyadikt” adlı projeye göre Boğaz’ın Anadolu (Üsküdar-Salacak) ile Rumeli (Yenikapı-Sarayburnu) yakası denize sabitlenmiş 16 büyük sütun üzerinden geçirilmiş büyük bir tüp geçit ile birleştirilecekti. Tüp geçidin içinde ikisi yolcuya, biri de eşyalara mahsus olmak üzere üç vagonlu bir tren işleyecekti.

Bu arada Salacak kısmı raylarla Haydarpaşa tren istasyonuna bağlanacaktı. Strom ve arkadaşlarının hedefi Avrupa ile Asya arasında kesintisiz bir demiryolu bağlantısı sağlamaktı. Projede 1890’da inşa edilen Sirkeci Garı’na karşılık Asya yakasında anıt benzeri bir gar düşünülmüştü. 1902 yılında çizdirilen projede köprülerin çelik teknolojisiyle yapılması hedefleniyordu. Strom arkadaşları adına, kendilerine yakınlık gösteren ve onları teşvik eden Sultan’dan bu konuda bir izin beratı bile almıştı. Ancak hükümet, uygulanabilirlikten uzaklığı, teknik açıdan Preault’un projesinden daha yetersiz olması ve maliyetinin yüksekliği sebebiyle projeyi onaylamadı.

4-Konya Ovası’nı sulama projeleri hangileriydi?

Ülkemizin tahıl ambarı olan Konya Ovası’nı suya kavuşturmak ve ikinci bir Çukurova ortaya çıkarmak maksadıyla tasarlanan ilk sulama projesi Konya Valisi Çelik Mehmed Paşa tarafından 1819’da hazırlanmıştı. 1862’de Konya Valisi Hafız Paşa’nın, Beyşehir Gölü’nün ovaya akıtılmasının beklenenden çok daha kolay olduğu, ovanın sulanmasıyla hem verimin artacağı, hem de bataklıkların kurutulacağı konusundaki raporu İstanbul’da büyük bir memnuniyetle karşılanmıştı.

Çelik Mehmed Paşa’nın projesini tamamlamak isteyen Vali Hafız Paşa, Suğla Gölü’ne akan Beyşehir Çayı’nın mecrasını değiştirmeyi ve “Mavi Boğaz” yoluyla Konya Ovası’na akıtmayı denemiş, ancak bu teşebbüsü neticelenmemiştir. 1871 yılında Vali İzzet Paşa, Arvana Düdeni’ni 54 yeniden açtırmak istemişse de başarılı olamamıştı.

Sultan II. Abdülhamid de Konya Ovası’nın sulanması meselesine önem veriyordu. 1883, 1887, 1889 ve 1893 yıllarında buna yönelik bazı istimlâk, hafriyat ve kanal çalışmaları yaptırmıştı. 29 Temmuz 1896’da Eskişehir-Konya tren yolunun, diğer adıyla “Hububat Hattı”nın tamamlanması, Konyalı çiftçiler için tarım ürünlerinin iç ve dış pazarlara daha kolay şekilde ulaştırılmasını sağlayacak çok olumlu bir gelişmeydi.

Sultan 1899’da ülkenin zirai kapasitesinin arttırılması, arazilerin ıslahı ve memlekette bulunmayan ağaç ve bitkilerin ithaliyle ilgili vilayetlere bir yazı göndermişti. Konya valiliği 3 Nisan 1899’da Beyşehir ve Karaviran göllerini kullanarak tarlaların sulanması yönünde yazılı bir talepte bulundu.

Bunun üzerine Sultan dönemin valisi Avlonyalı Ferid Paşa’dan bu konuda ayrıntılı çalışma yapmasını istedi. Hemen çalışmalara başlayan Ferid Paşa 1902’de sadrazam olunca tasarıyı önemli bir safhaya taşıyacaktı. 1903’te Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketi proje doğrultusunda arazi ve etüt çalışmalarına başladı. Akabinde Konya Ovası’nı sulama projesi ortaya çıktı.

Kasım 1907’de 850 bin Osmanlı altını keşif bedeliyle bir şirketle proje sözleşmesi imzalandı. Sultan, Alman şirketiyle yapılan anlaşmaya üç özel şart koydurmuştu. İlki sulanacak araziye yabancıların iskân edilmemesi, ova dâhilinde yabancılara hiçbir sebep ve vesileyle emlâk ve arazi satışının yapılmamasıydı.

Böylece Batılıların sömürgeleştirme teşebbüslerini engellemek istemişti. İkincisi proje bittikten sonra şirketin hiçbir işletme ve hak talebinde bulunmamasıydı. Proje yeni kurulacak yerli bir şirket tarafından işletilecekti. Üçüncü şart da ön çalışma ve inşaat sürecinde istihdam edilecek çalışanların Konya ve çevresinde yaşayan devletine bağlı “sadık” insanlardan seçilmesiydi. Ancak şirket Abdülhamid sonrasında ikinci ve üçüncü şartlara uymadı.

Özellikle ayrılıkçı Ermeni ve Rumların çalıştırılması ve şirketin halktan para istemesi birçok problemin ortaya çıkmasına yol açtı. Çeşitli tartışmalar yaşandı, halk şirket binalarına saldırdı. Konya Ovası’nı sulama projesi Beyşehir Gölü suyunun Beyşehir Çayı ile Karaviran Gölü’ne dökülmeden, doğrudan tarım arazilerine aktarılmasıyla gerçekleştirilecekti.

Nisan 1908’de Sultan Abdülhamid Han’ın tasdikiyle inşasına başlanan projeyle Karaviran (Suğla) Gölü’nün kurutulması ve toplam 53 bin hektar arazinin sulanması hedeflenmişti. 1913 yılında tamamlanan proje Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen sulama projelerinden biri olmuştu. Ana kaynak Beyşehir Gölü’ydü. Buradan alınan su üç ana isale hattı, buna bağlı kanallar ve taksim merkezleriyle (regülatörler) 217 kilometre uzaklıktaki Konya Ovası’na ulaştırılmıştı.

Susuzluk yüzünden büyük bir çöle dönüşen binlerce kilometrekare arazi bu projeyle suya kavuşacak, hasılatın artmasıyla değer kazanacak, ayrıca vergi ve aşar da o nispette artacaktı. Böylece Konya Ovası asırlar öncesinde olduğu gibi yeniden Anadolu’nun “zahire ambarı” olacaktı. Bataklıkların kurutulması ve sulu tarıma geçilmesiyle devletin yıllık 400 bin lira vergi kazancı olmuştu. Kurtulan bataklıkların satılmasıyla da 2 milyon liradan fazla bir ek gelir sağlandı. 1985’te Göksu Havzası’ndan Konya Ovası’na yılda yaklaşık 415 milyon metreküp su getirecek Mavi Tünel Projesi, önceki proje artık ihtiyaca cevap veremediği için yeniden gündeme geldi.

Konya Ovası’nın yüzde 70’ini sulanabilir hale getirecek olan bu proje 6 Temmuz 2007’de uygulamaya kondu. Bunun yanı sıra 12 etaptan oluşan ve GAP’tan sonra en büyük sulama projesi yatırımı olan Konya Ovası Sulama Projesi (KOP) çalışmaları da hız kazandı. Yapımı uzun zamandır gündemde olan ancak bir türlü bitirilemeyen Konya Ovası Sulama Projesi ve Mavi Tünel 2015 yılında tamamlanarak hizmete girdi.

Türkiye’nin GAP’tan sonraki ikinci en büyük entegre sulama sistemi olan Mavi Tünel’in yapımıyla Sultan Abdülhamid’in mirasçıları ondan bir asır sonra onun bir hayalini daha gerçekleştirmiş oldular.

Derin Tarih Dergisi 2017 Şubat

Ahmet Uçar - Araştırmacı Yazar

 
Devamını Oku »

Bir Sultan Var Sultan’dan İçeri



10 Soruda 2.Abdulhamid

Matematik bilgisi, astronomiye ilgisi, sevdiği yemekler, günlük çalışma programı, yurt dışı seyahatleri, nezaketi, terbiyesi ve merhameti... İşte gözlerden uzak, gönüllere yakın o muhterem Sultan!

Sultan Hamid Han’ı vasıfları, özel ilgi alanları, fizikî ve ruhî hususiyetleri açısından anlatmaya ciltler yetmez elbette. Aşağıdaki 10 madde dışında neler yok ki bahse değer: Kitap sevgisi, marangozluğu, nişancılığı, hayvan tutkusu, fotoğraf, saat, çiçek, yelkenli, bahçe, resim, müzik, opera ve tiyatro merakı, polisiye, Shakespeare ve Victor Hugo hayranlığı, tercüme faaliyetleri… İşte bunlar dışında 10 soruya sığdırmaya çalıştığımız, Sultan Abdülhamid hak kında merak edilenler.

16-Sultan Abdülhamid’in şahsiyetine dair ayırt edici hususiyetleri nelerdi?

Şehzadeliğinden beri mazbut bir hayat geçirmişti. İçki içmez, her türlü sefahatten kaçınır, boş zamanla-rında spor ve avla meşgul olurdu. Mutaassıp ve dindardı. Babası Sultan Abdülmecid ve amcası Sultan Abdülaziz zamanlarında saray kadınlarının serbestçe seyir yerlerinde dolaşmalarını ve harem hayatının eski kayıtlarından sıyrılmasını hoş görmemişti. Kendisi tahta geçince bu gibi hallere meydan bırakmadı. Kıskanç ve dindar, aynı zamanda çok nazik ve terbiyeli idi. Kadınlarına, kalfalarına, kızlara, maiyetindekilere hoş muamele eder, kimsenin kalbini kırmak istemezdi.

17-Üst düzey matematik ve tıp bilgisine sahip olduğu doğru mu?

Matematikte iyidir; tahdîd-i mesâha, yani ateşli silahlar için mesafe tayini konusunda bir risalesi olduğunu, burada kendi keşfettiği basit bir usulü kaleme aldığını söyler. Tıp bilgisi de şaşılacak ölçüde geniştir; hatta İbn Sina’nın kitabını Arapçadan okumuştu. Ameliyathanelere de fırsat buldukça devam ettiğini biliyoruz. Meşhur doktorlarla sık sık görüşüp kendilerine ayrıntılı sorular sorarmış.

18-Astronomiye ilgisine işaret eden hatıralar var mı?

Selanik’te sürgündeyken Halley kuyruklu yıldızının geçişini izlemek amacıyla bir gecesini pencere önünde geçirdiği için üşüten Sultan Abdülhamid yıldızlara meraklıdır, ilm-i nücûm okumuşluğu vardır. İmparatorluğu yöneteceği üs olarak adı Yıldız olan bir sarayı seçmesi ilginç bir tevafuktur.

19-Hangi yemekleri severdi?

Kızı Şadiye Osmanoğlu’ndan öğrendiğimize göre yemekleri gayet sade olup yoğurt ve yoğurtlu yumurtayı (çılbır) çok severmiş. İki aşçısı varmış. Bunlardan biri yemeklerini, diğeri de pasta ve bisküvilerini hazırlarmış.

20- Hanımı Müşfika Kadınefendi’nin 24 saatliğine padişah olduğu doğru mu?

1906 Temmuz ve Ağustos’unda şiddetli bir böbrek rahatsızlığı çeken Sultan bir defaya mahsus olmak üzere 24 saatliğine bilincini tamamen kaybetmişti.

Bu, saltanatı boyunca geçirdiği hastalıkların en ağırıdır. Yazar Nahid Sırrı Örik’in aktardığına göre o kritik günlerde Müşfika Kadın gece gündüz başucunda hizmet eder, hatta kuruntulu hükümdarın şüpheye kapılarak bunları reddetmemesi için de gözü önünde bütün ilaçları (doktorun sağlam bir kişi için bunların pek zararlı olabileceğini söylemesine rağmen) tadarken, musahiplerin kitabet dairesinden getirdikleri evrakı da kendisine imza ettirirmiş.

Ancak son bir gün padişahın gücü buna yetmez olmuş ve nihayet kendini tamamen kaybederek evrak ve koca imparatorluğun dört bir köşesinden gelen istizanlar (olur kâğıtları) birikmiş. Huzuruna çıkan başkâtip ve mabeynci, Müşfika Kadınefendi’yle görüşüp kendisinden talimat isteyince Müşfika Kadın “o anda belki bütün bir imparatorluğun geleceğine hâkim olmanın” şuurunu yüklenmiş ve “Durumu idare edin, efendimize hiçbir şey arz etmek elde değil. Aman dışarıya bir şey sızdırmayın” diye ikisini de sıkı sıkıya tembihlemiş. Doktorlar neredeyse ümitlerini kesmek üzeredirler baygın yatan Padişah’tan. “Eğer bir ter gelmezse, ölüm kesindir.” Nihayet 24 saatlik baygınlığın sonuna doğru Padişah’tan müthiş bir ter boşanacak ve doktorların dediği gibi kendisine gelecek ve sıhhatine tekrar kavuşacaktır.

21-Herhangi bir vücut kusuru var mıydı?

Şehzadeliğinde iyi bir avcıydı, tüfek seslerinden sağ kulağı iyi işitmezmiş.

22-Bir günü nasıl geçer; çalışma, yemek ve uyku saatlerini nasıl tanzim ederdi?

Günde 15-16 saat çalıştığı biliniyor. Haluk Şehsuvaroğlu’ndan öğrendiğimize göre erken yatar, acil bir iş çıktığında saat kaç olursa olsun uyandırılmasını emrederdi. Başkâtip Hasan Paşa, uykusunun ortasında gelen bir tezkereye bazen 1-1,5 saat vakit ayırdığını, fakat ertesi sabah hiç aksatmadan aynı saatte vazifesi başında olduğunu aktarır. Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun verdiği bilgiye göre ise erken kalkar, sabah namazından sonra kahvaltısını çok hafif yapar, kahvesini içer ve masasının başına geçip Başkâtibi isterdi. 11’e kadar resmî işlerle meşgul olur, 11.30’da öğle yemeğini yerdi. 1520 dakika bir şezlongda istirahat ettikten sonra kâtip ve bakanlarını öğleden sonra kabul ederdi. İşi yoğunsa gece yarılarına kadar Mabeyn’de çalışırdı.

23-Yurt dışına çıkmış mıydı?

Şehzadeliği zamanında iki defa çıkmıştı. Bunlar amcası Sultan Abdülaziz’le yaptığı Mısır ve Avrupa seyahatleridir. Padişahlığı sırasında ise İstanbul’dan dışarı hiç çıkmamıştır.

24-Zamanında Osmanlı topraklarında hangi savaş ve işgaller yaşandı?

1877-78’deki Osmanlı Rus Harbi Rusya’nın galibiyetiyle, 1897’deki Osmanlı-Yunan Savaşı Osmanlı’nın galibiyetiyle neticelendi. Bunlardan başka İngiltere Mısır’ı (1882), Fransa Tunus’u (1881) işgal etti. Kıbrıs ise İngiltere’ye geçici olmak şartıyla üs olarak verilmiştir. » Şefkat timsali bir hanım Sultan II. Abdülhamid’in 4. Kadınefendisi Müşfika Hanım’ın Hayat dergisinde yayınlanan fotoğrafı.

25-Hatıralarını yazdı mı?

Piyasada çok sayıda “hatıra defteri” bulunmasına rağmen Sultan II. Abdülhamid’in kendisine aidiyeti kesin olan bir hatıratı bugüne gelmemiştir. İsmet Bozdağ’ın hazırladığı Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri biraz da ticarî maksatlı hazırlanmış düzmece bir hatırat olduğu gibi Siyasi Hatıratım adıyla neşredilmekte bulunan kitabın da Osmanlıca aslı bulunamamış olup her nasılsa Fransızcasından tercüme edilmiş bir metindir.

Sürgün günlerinde sâbık Hakan’ın yanına gelip giden Dr. Atıf Hüseyin’in günlükleri (Sultan 2. Abdülhamid’in Sürgün Günleri) başka bir kalemden çıkmasına rağmen dolaylı türden bir  hatıratı sayılabilir. Bu konuda çalışmış olan Ali Birinci’nin görüşü şöyledir: “Sultan II. Abdülhamid’e atfedilen Hâtırât İttihatçılara karşı duyduğu öfkesiyle bilinen Süleyman Nazif’in kaleminden çıkmıştır. Hâtırât’ın Utarit dergisindeki yayınının kesilmesinde İbnülemin’in ikazları etkili olmuştur. Hâtırât’ın İsmet Bozdağ neşrinde eklenen sayfalar tamamen yenidir ve Bozdağ tarafından yazılmıştır” (Divan, Sayı 19, 2005/2

Derin Tarih Dergisi 2017 Şubat
Devamını Oku »

Abdulhamid Han Said Nursi’yi tımarhaneye attırdı mı?



Bediüzzaman Said Nursî, Yıldız Sarayı Mabeyn dairesine, Şark’ta geleneksel ve modern bilimleri bünyesinde birleştirecek bir üniversite açılmasını havi dilekçeyle başvurduktan sonra neden birdenbire Toptaşı Tımarhanesi’ne gönderilmiştir?

Genellikle lafını budaktan esirgemeyen söylemi veya acayip kıyafetlerinden dolayı saray tarafından ‘deli’ muamelesi gördüğü izlenimi hâkimdir.

Peki bu ‘izlenim’ ne kadar doğru?

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan bir mektup, Van Valisi Tahir Paşa tarafından saraya yazılmıştır. (Hatırlatalım: Said Nursî, Tahir Paşa’nın zengin bir kütüphanesi de olan Van’daki konağında tam 12 yıl kalmış ve “Yeni Said” döneminin bereketli tohumları oradaki aydın çevrenin etkisiyle Bediüzzaman’ın fikir toprağına düşmüştür.)

Tahir Paşa saraya yazdığı mektubunda özetle şunları diyor: “Kürdistan alimleri arasında harika zekâsıyla ünlü olan Molla Said Efendi, tedaviye muhtaç (“muhtâc-ı tedâvî”) olduğundan Halife Hazretlerinin şefkat ve merhametine sığınarak sarayınıza gelmiştir. Bu kişi, yaşadığı bölgede herkesin içinden çıkamadığı meseleleri hallettiği halde talebe kıyafetini değiştirmemiştir.

Kendisi padişaha hakikaten sadık ve halis duacı olmakla beraber fıtraten edepli ve kanaatkâr olup şimdiye kadar İstanbul’a gitmek bahtiyarlığına erişmiş Kürt uleması içinde gerek güzel ahlakıyla, gerekse Padişaha sadakati ve kulluğuyla en çok iyilik edilmeye layık, dini şiar edinmiş bir kişi olması bakımından tedavisinde kolaylık gösterilmesi…”

16 Kasım 1907 tarihini taşıyan bu mektup ile iki gün sonra Van Valiliği’ne Mabeynden yazılan cevaptan (ve onları takip eden bir başka belgeden) anlaşıldığına göre, o zamanki adıyla Molla Said Efendi, o günlerde muhtemelen sürmenaja benzer bir zihnî rahatsızlık geçirmekte olup (zira cevapta “şuurunda eser-i hiffet görüldüğünden” bahsediliyor) tedaviye muhtaç bir haldedir. Nitekim ilmî biyografilerinden birinde “Bu rahatsızlık, onun uzun süreden beri yoğun bir tempoyla devam ettirdiği zihnî faaliyetlerinden kaynaklanan bir tür zihnî yorgunluktan kaynaklanıyordu” denilmiştir (Bkz. Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursî: Entelektüel Biyografisi, Çev: C. Taşkın, Etkileşim: 2006, s. 59).

Bediüzzaman’ın kendisi birilerinin ifsadatı ve Sultanın emriyle tımarhaneye atıldığını düşünse de işin aslı farklıydı: Saray ona ‘deli’ muamelesi yapmış olmayıp tersine onu saraya gönderen ve çok yakın dostu ve hamisi bulunan vali Tahir Paşa’nın yazdığı mektubun gereğini yerine getirmiş bulunuyordu.

Mustafa Armağan

Derin Tarih Dergisi 2017 Şubat
Devamını Oku »

Mustafa Kemal Masonluğa Sadık Kalmamamış Mıydı?

 

MUSTAFA KEMAL MASONLUĞA SADIK KALMAMIŞ MIYDI ?

Mustafa Kemal hayatında hiçbir suret ve vesile ile bir Mason locasına girmemiştir ve Farmason olmamıştır!” Bu sözler, “Tek Adam”ın, İngiliz müellifi Armstrong’un Bozkurt Mustafa Kemal isimli kitabındaki kendince mühim addettiği iddialarına, kalemşörlerinden Necmeddin Sadık’a (Sadak) dikte ederek verdiği ’cevaplarda geçiyor. Armstrong, Fethi Okyar benzeri zabit arkadaşları gibi “Bozkurt”un da Farmason olduğunu, “Vedata” Locasına intisab ettiğini iddia ediyor, “Bozkurt” da, müellifin bu iddiasını pek haşin bir üslupla tekzip ediyor (Akşam, 11 Aralık 1932).

“Konuşmalar daha da kötüleyici bir hal alınca, Atatürk elini masaya vurarak konuşmacıları susturdu. Sonra, hiç kimsenin beklemediği, herkesi şaşkınlık içinde bırakan şu konuşmayı yaptı: Bir zamanlar ben de Mason olmuştum’.”

Bu sözler de Mustafa Kemal’in uşağı Cemal Granda’nın hatıratından (Atatürk’ün Uşağı İdim, 1973, s. 294).
Sene 1933’tür. İzmir’de Naim Palas Oteli’ndeki sofrada “Tek Adam” ile Recep Zühtü, Salih Bozok, Kılıç Ali, Tahsin Üzer gibi yarenleri o sıralarda İzmir’deki Zühal Locası’mn pencere-lerine kurşun sıkılması hadisesi vesilesiyle Masonluğu konuşmaktadırlar. Masonluk aleyhindeki iddialar üzerine “Tek Adam” asabileşiyor ve tartışmayı keserek bir ara “Beyoğlu’ndaki bir Mason Locasında” tekris edildiğini belirtiyor. Dediğine göre girmiş ama locaya devam etmemiş...

Yine Granda’mn naklettiğine göre, işret meclislerinden birinde bir gece söz dönüp dolaşıp Masonluğa geliyor. Sofrada hazır bulunanlar arasmda -hususi hekimi- Üstad-ı Azam Dr. Mim Kemal öke de vardır. Dr. öke, “Ebedi Şefi’in talebi üzerine Masonluk hakkında izahat verirken, Masonluğun nihai hedefi olan “İnsanlık îdeali”nin tahakkukunun belki de bir hayal olduğunu söyleyince “Ebedi Şef’: ‘Hayır, Kemal Bey, sen bunu söylemeye mezun değilsin! Beşeriyetin günün birinde bu mes’ut neticeye erişmesi gayr-i vârid değildir!” şeklinde şiddet­le itiraz ediyor. (M. Raif Oğan, Türkiye'de­ki Masonluk; İç Yüzü ve Sırları, İst.: 1950.) Aynı konuşma, daha evvel Sedat Simavi’nin Yedigün mecmuasının Aralık 1938 tarihli sayısında herhalde öke’nin rivaye­tiyle Niyazi Ahmet Okan’m kaleminden nakledilmiştir.)

Bu meselede araştırmacı, böylesine taban tabana zıt rivayetler ve iddialar­la karşı karşıyadır. Bir taraftan kendisi Nutuk’ta “millî sır” tabir ettiği Makyavelist siyaset icabı zaman ve zemine göre birbirini nakzeden beyanlarda bulunuyor, diğer taraftan Masonluk aleyhdarlan aynı Makyavelist anla­yışla onun ismini istismar ederek Ma­sonluğa taarruz siyaseti takip ediyor, Masonlann büyük bir kısmı da Kemalizme zarar vermemek endişesiyle bil­dikleri hakikati efkâr-ı umumiyeden saklıyorlar. Bunlara ilaveten Resmî Temessül İdeolojisinin Mustafa Kemal’i tabu haline getirip şahsî kanunla koruma altına alması da serbest tar­tışmaya mani olduğu için meselenin hallini iyice zorlaştırıyor.

Bu meseleyi ilk defa 1977 senesin­de ele almış ve hakikati büyük ölçü­de gözler önüne sermiştik (Yetıi Devir, 11-14 Aralık 1977, Makalenin tekrar neşri: Şura, 17 Temmuz 1978, sy.27). O zaman Fransız tarihçi Benoist-Méchin’den naklen, biz de onun “Vedata” locasında tekris edildiğini zannetmiş­tik. Halbuki 1982 Kasım’ında Üstad-ı Azam Kemalettin Apak’m Ana Çizgilerile Türkiye’deki Masonluk Tarihi ki­tabı (İstanbul, 1958) elimize geçince 1900’lü senelerde “Vedata” isimli bir locanın mevcut olmadığına muttali olmuştuk. Demek ki bu bilgi yanlıştı. (“Vedat” mahfili 1925’de teşkil edil­miş.)

Mamafih yine 1978 senesi içinde Fransa’da bulunan bir arkadaşımızın yardımıyla muhtelif obediyansları temsil eden Fransız Büyük Locaları­nın (hatta Dünya Masonlarının) or­tak eseri Dictionnaire universel de la franc-maçonnerie isimli 2 ciltlik Ma­son ansiklopedisini temin etmiş ve onda, tekris edildiği locanın “Mace- donia Risorta et Veritas” olarak tasrih edildiğini görmüştük. Bunun üzerine yeni bir makale kaleme aldık (Sebil, 1 Aralık 1978 ve Risale-Dış Politika, Ekim 1988).

Bizim neşriyatımızın üzerinden bir hayli zaman geçtikten sonra hâlâ bir kısım Masonluk aleyhdarlarının “M. Kemal’in Masonluğa düşman olup Mason Localarını kapattığı” efsanesi­ni devam ettirdiğini ve Türkiye Ma­sonlarının da, kendi aralarında “Ebe di Şef’in tekrisi hususunda bir türlü mutabakata varamadıklarını hayretle müşahede etmekteyiz.

Buna binâen, geçmişte yazdıkları­mızı tekrar etmeden, yeni bilgilerin ışığı altında, bu meseleyi bir kere daha aydınlatmak istiyoruz. Bunun için başlıca şu beş suale cevap vermek iktiza ediyor:

1-Mustafa Kemal Masonluk aleyhdarı mıydı?, 2) Mason Localarını kapattı mı, yoksa “bizzarûre hâl-i nevme” mi girdiler?, 3) Niçin bir “kapan­ma stratejisi” takip edildi?, 4) Kemalizmin “zinde kuvvetleri” Masonlar mıydı?, 5) M. Kemal tekris edilmiş miydi?

Şimdi sırasıyla bu sorulan ce­vaplandıracağız.

1-Mustafa Kemal Masonluk aleyhdarı mıydı?

Tespit edebildiğimiz kadanyla Müslüman kesimde ilk defa Mus­tafa Kemal ismini Masonluğa kar­şı kullanan rahmetli Raif Oğan’dır. 1950’de çıkan Masonluk aleyhdan kitabında “Atatürk’ün, memleket ve millet için muzır görerek ma­son şebekesini dağıttığım”, “Masonlu­ğu ilga ettiğini”, “bunun Atatürk’ün en hayırlı inkılâbı olduğunu” iddia etmekte ve “Ata sağ kalsaydı, esrarlı mason tarikati açılamazdı” diyerek “Atatürk’ün zararlı bulduğu ve kapat­tığı bir sapıklık ve gerilik müessesesini yaşatmak isteyenler Atatürkçü ola­mazlar” hükmüne varmaktadır. Oğan iddiasında anlaşılmaz bir mantıkla Dr. Mim Kemal öke’nin Yedigürı’de çı­kan rivayetine istinad ediyordu.

Bu hususta ikinci bir garâbet de Bü­yük Doğu’daki “Görünmiyen İnkılâp” tefrikasının müellifi rahmetli Cevat Rifat Atilhan’m yaptığı neşriyattır. (Bu ne tenâkuz!) Türk Oğlu Düşmanını Tanı isimli kitabında (Yağmur: 1970, s. 60-2) naklettiğine göre Reisicumhur ile adaşı arasındaki konuşmada güya “Ebedi Şef” gazaba gelerek “Haydi defolun buradan! Cehennem olun gidin, Yahudi uşakları! Benim mil­letim bana kahraman sıfatım verdi; ben sizin gibi bir Çıfit Yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde hepinizi yarın teşkil edeceğim Divan-ı Harb-i örfiye (sıkıyönetim mahkemesine) verir ve astırırım!” sözleriyle onu huzurundan kovmuşmuş... Atilhan bu sözleri Eski Van Mebusu İbrahim Arvas’ın 1964’te basılan Tarihî Hakikatler adlı kita­bından naklediyor. Ne var ki kitapta “Ebedi Şef”in, Üstad’a bu şekilde hi­tabının hiçbir delili, şahidi görülmü­yor! Belli ki rahmetli Arvas, bizzât şâhidi olmadığı ve kim bilir hangi Masonluk aleyhdânnm uydurduğu bu hayâli konuşmayı birilerinden duy­muş ve muhtemelen, bu rivâyet ken­di hissiyâtına uygun düştüğü için onu tenkîd süzgecinden geçirmemek gibi bir zaaf göstererek hikâyeyi kitabına olduğu gibi dercetmiştir.

Halbuki M. Kemal’in Masonluk aleyhinde mevsûk hiçbir ifadesi, hatta imâsı bile gösterilemez. Bi­lakis !

Mesela Nutuk'unda sarf etmiş olduğu aşağıdaki sözler. Mason Akaidinin başlıca eseslarındandır ve Anderson Nizâmatı’nın bilhassa Allah ve dinle alakalı 1. mükellefiyeti ile Michel André (Chevalier de) Ramsay’nin 1737 Nutku’ndaki fikirlere tekabül et­mektedir:

“Efendiler, bütün beşeriyetin tecrübe, mâlumat ve tefekkürde teâlî ve tekemmülü(ylej, Hıris­tiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden sarf-ı nazar ederek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hâle konulmuş “ÂLEMŞÜMÛL SÂF VE LEKESİZ BİR DÎN”in teessüsü ve insanla­rın şimdiye kadar kavgalar, levsiyat, kaba arzu ve iştahlar arasında bir sefalethânede yaşamakta oldukla­rını kabul ederek bütün vücudları ve zekâları zehirleyen ufunet tohumları­na galebe etmeye karar vermesi gibi şerâitin husûlünü müstelzim olan bir “ClHÂNŞÜMÛL ITTÎHÂDÎ HÜKÜMET” tahayyülünün tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.” (Nutuk, MEB: 1981, 1/713.)

Masonluğa karşı sempati ve sada­katini herhalde bundan daha vazıh surette ifade edemezdi.

Öte yandan Ingiltere obediyansına tâbi Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın yayın organı Mimar Sinan dergisinin 1976 tarihli 21. sayı­sında şöyle bir hâdise nakledilir:

“Köpeği bir gün Atatürk’ü ısırır. Köpeğin kendi sahibini ısırması bir takım endişelere yol açar. O zaman­ların [1925 senesi] tanınmış veteriner doktorlarından Hayim Naum Kardeş İstanbul’dan çağrılır. Görüşmeleri es­nasında Hayim Naum’un Mason oldu­ğunu öğrenen Atatürk, bu vesile ile Masonlara selâmlarını gönderir.”

Bunun üzerine “Meşrik-ı Âzam murahhası olan” Vefa Muhterem Mahfili'nde, “muhterem ve mübec-cel Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin” “Hayim Naum Kardeşi” Mason camiasına “selâmlarını tebliğe memur etmesi” sebebiyle “Gazi Paşa Hazretlerinin şereflerine, kemâl-i şevk u şâd ile, bir müselles alkış icrâ edilir.” Bununla da iktifa edilmez, bu selamdan pek mütehassis olan Mason camiası, “Ebedi Şefe, Üstad-ı Âzaminin imzasıyle, bir taabbüd havasında, coşkun bir teşekkümâme gönderir, ki bunda “efkâr ve ezhânı [fikir ve zihinleri] bâtıl akide ve an’anelerden kurtarmağa azmetmiş ve muvaffak olmuş bir kahraman selâmlanmaktadır”. “Efendimiz Hazretleri” diye başhyan ve Üstad-ı Azam Servet Yesârî’nin imzâsını taşıyan 9 Mayıs 1341 (1925) tarihli teşekkümâme şu iki cümleyle bitiyor:
“Makasıd-ı esâsiyesi (asıl maksatları) meyâmnda hassaten taassub, cehâ- let ve akaid-i bâtıla (batıl inançlar) ile mücâdele gayesini tâkîb eden Masonluk, Zât-ı Riyâsetpenâhîlerinin faâli- yet-i mütezâyide-i fazîletperverîleri sâyesinde sevgili memleketimizi pek yakında en muazzam hayır ve mükemmeliyete vâsıl olmuş göreceğinden emin ve mutmâindirler. Teşekkü-rat-ı tâzimkârânemizi hâk-i pây-i sâmî-i Riyâsetpenâhîlerine arz ve tekrâr eyleriz, Efendimiz Hazretleri.”
Mektupta geçen “taassub, cehâlet ve akaid-i bâtıla” tâbirleri ile Mason jargonunda “irtica”ın, yani İslamın kasdedildigine dikkat etmek lazımdır.

Her yıl üç bin lira yardım

M. Kemal’in Masonlara teveccühü elbette bir selamla kalmıyor; serbestçe teşkilatlanıp faaliyet göstermelerine müsaade ve devletin birçok kilit mevkiini onlara teslim ettiği gibi, beynelmilel Mason ictimalarına iştirak etmelerini, hatta bunlardan birinin İstanbul’da yapılmasını da memnuniyetle karşılıyor. Kemalettin Apak’ın kitabından öğrendiğimize göre, Beynelmilel Mason Cemiyeti’nin (Asso-ciation maçonnique internationale -AMI-) 5-13 Eylül 1932 tarihlerinde İstanbul’da yapılan toplantısında 23 ülkenin Meşrik-ı Azam ve Büyük Locaları temsil edilmiş ve bu toplantının Reisi seçilen Ustad-ı Azam Mustafa Hakkı Nalçacı, “Reisicumhur Ulu Gazi Hazretlerine aşağıdaki tâzim telgrafını çekmiştir:

“Milletler arasındaki Mason Birliği Konvamnm İstanbul’da toplanması münasebetile, hür ve laik Türkiye’mizin Büyük Kurtarıcısının sağlık ve saadetinin devamı ve yurdumuzun refahla yükselmesi, maddî ve manevî terakkisi yolunda görülen muvaffa- kiyâtın temâdîsi (başarıların devamı) temenniyâtına hürmetle ve candan alkışlarla müttefikan karar verilmiş olduğu mâruzdur, Ulu Gazimiz.” Beynelmilel bir Mason toplantısında hakkında “kemâl-i şevk-u şâd ile müselles alkış icrâ edilerek” tebcil edilen “Ebedi Şef de bu hareketten duyduğu memnuniyeti beynelmilel Mason camiasına Riyâset-i Cumhur Umumî Kâtibi (Genel Sekreteri) Hikmet Bayur’un şu telgrafıyla iletmiştir: “Türkiye hakkındaki her temenniyâtı hâvî telgrafınızdan Reis-i Cumhur Hazretlerinin memnun olduklarını bildiririm. Efendim.” (Bayur’un da -kendisi bunu şiddetle tekzip emiş olsa da- Mason camiasına mensup olduğunu Behzat Binez, Mimar Sinan dergisinde (-sayı 41, 1981: 97-) dile getirmiştir. Masonik faaliyetlerine “Tek Adam” devrinde başlamış olan Binez, o seneleri “Masonluğun mânen ve maddeten bir gelişme ve genişleme devri” olarak vasıflandırmakta ve “Atatürk’ün Masonca düşündüğü” tesbitinde bulunmaktadır (-s. 98-).

1949’da TBMM’de Masonluk hak-kında Dâhiliye Vekiline verilen bir sual takririnde (soru önergesinde): “Bu teşekkül, kökü dışarıda, beynelmilel ve Siyonist bir teşekküldür. Atatürk’ün kapattığı bu teşekkülün tekrar açılması, onun ruhunu tâzib eder!" denilmişti. Büyük Loca’nın aynı sene yapılan kongresinde Türkiye Süprem Konseyi Suvren Gran Komandörü Op. Dr. Öke bu ithama şu cevabı vermişti:

“Şu dakikada onun ruhunu tâzib değil, taziz ediyoruz. Atatürk ma­son teşekkülü için çok büyük iltifatta bulunmuş, Ankara’daki binaya her yıl üç bin lira yardım etmişlerdir. Bugün başımızdakiler de aynı yardımda bu­lunmuşlardır. Atatürk memleketimizi ziyarete gelen tanınmış şahsiyetleri bu lokalde kabul ve ziyaret etmiş­lerdir. Mason teşekkülünü Atatürk kapatmamıştır. Siyasî ahvâl o zaman böyle bir imâyı mecbûrî kılmıştı” (Türk Mason Dergisi, sayı: 1, Ocak 1951’den naklen: Tesviye, sayı: 67, Mart 2006).

Ankara’daki bu lokal Cumhuriyet Mahfili’ne aitti. Apak’m verdiği ma­lumata nazaran binası “Yenişehir’de Emniyet Abidesi karşısındaki köşenin başmda bulunmaktaydı ve Belediye­den Hükümetin de yardımıyla satın alınmıştı”.

Bu mahfil 1925 senesinde tesis edilmiş olup Ankara’da tekti. Apak’a göre: “Ankara gibi TC’nin her ba­kımdan yeni bir ruh fışkıran ve mü­teselsil inkılâp hamleleri doğan baş­şehrinde, zamanın vekîl, meb’ûs, yüksek me’mur ve serbest meslek sahibi birçok münevverlerini etrafın­da toplayıp değerli bir Masonik muhit yaratmıştı.” 1935’te üye sayısı 300’ü geçmişti. Yine Apak’m kalemiyle: “Bu lokalimiz, gayet ince bir zevkle çok güzel tertip ve tanzim olunmuştu. O vakitler memleketin muhtelif yerle­rinden Ankara’ya gelen Masonlar, iş­lerini Cumhuriyet Mahfilinin toplantı günlerine göre ayarlarlar ve bu güzel lokalin cazip muhiti içinde ruhî gıda­larını alırlardı.”

Demek ki “gayet ince bir zevkle tanzim ve tertip olunan bu güzel lo­kal”, “Ebedi Şef”i de cezbetmekte, bir taraftan onun huzuruyla şerefyâb olurken, diğer taraftan ona bol bol ruhî gıdasından ikram etmekteymiş. Herhalde onun da iştirakiyle bu Loca, “Devletin ve Hükümetin masonik kal­bi” haline gelmişti (Üstâd-ı Muhterem Tamer Ayan’m Atatürk ve Masonluk adlı kitabından, 2008, s. 302).

Hakikaten Masonluğa bu derece iltifat eden, Ankara’daki binasına her yıl 3 bin lira yardımda bulunan ve ecnebi misafirlerini Mason lokalinde kabul etmekten çekinmeyen bir zat, nasıl oluyor da onlara düşman göste­rilebiliyor? İşte bu da, Kemalist propa­gandanın bir başka tahrifi! “Kemalist propaganda” diyoruz, çünkü netice olarak , bu mantıksız propaganda Kemalizmin muayyen bir kesimin nezdin- de makbul kılmaya yarıyor.

2-Locaları kapattı mı, yoksa mecburen "hâl-i nevme" mi geçtiler?

Cevat Rifat Atilhan’m Türk Oğlu Düşmanını Tanı isimli kitabındaki (s. 63) iddiasına nazaran 1935’te “Ata­türk bütün celâdetiyle kapattırmış’ olmasına rağmen 1948’de İnönü’nün müsaadesiyle yeniden faaliyete geçen Mason Localarının tekrar kapatılması için TBMM’de 1951 Nisan’ında DP To­kat Milletvekili Ahmet Gürkan’m yap­tığı kanun teklifi, Cumhurreisi Celal Bayar’m tesiriyle reddedilmişti. Gür- kan, “Merhum Atatürk’ün bu kapat­ma işinde vatanperverlik ve milliyet­çilik hislerine dayandığını biliyoruz” diyordu (a.e., ss. 50, 55). Teklifi destek­leyen Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaş da “Masonluk Cemiyetinin Atatürk ta­rafından beynelmilel, gizli, zararlı ve kökü dışarıda olduğu için kapatılmış olduğunu” iddia ediyordu.

İddialar doğru olsa Mason dernek­lerinin resmen feshi ve mensupların­dan mahkeme huzurunda hesap so­rulması lazım gelmez miydi? Halbuki ortada ne fesih, ne de kanunî takip var. Dahası, bu mesele insanda efkâr-ı umûmiyeyi (kamuoyunu) aldatma­ya matuf bir oyun oynandığı intibaı bırakıyor. Masonların da ken­di aralarında bir hayli tartışıp ihtilaf ettikleri bu meselede en objektif bilgileri, Üstad-ı Azam Apak’ın kitabı ile Üstad-ı Muh­terem Ayan’ın Kalbimizde Saklı Kalan Atatürk ve Masonluk’unda (Ank.: 2008) bulmak mümkün.

Bu meselede Mason camia­sında dahi birbirine bu kadar zıt değerlendirmelerin çıkmasının başhca sebebi, herhalde Masonluk aleyhdarlarının Kemalizmi tahrif ve istismar etmeleri, onu Masonlu­ğa karşı kalkan olarak kullanmak sû-i niyetiyle yaptıkları propagandayla zi­hinleri bulandırmış olmalarıdır. Hal­buki mesele, izan sahipleri için ayan beyan ortadadır. Şöyle ki:

Mason teşkilatının yetkili temsil­cileri, Anadolu Ajansı’na verdikleri 9 Ekim 1935 tarihli beyanatlarında demeklerini fesih değil, sadece faali­yetlerini -şimdilik- tatil, mallarını da Halkevlerine teberru ettiklerini ifade etmişlerdi. Ajansın haberi aynen şöy­le:

“Mes’ûl ve ma’ruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir: Türk Mason Cem’iyeti, Memleketimizin sosyal tekâmülünü ve günden güne artan muazzam terakkilerini nazar-ı itibara alarak ve TC’de hâkim olan demokra­tik ve cidden laik prensiplerin tatbi­katından doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine -bu hususta hiçbir kanun olmaksızın- nihayet vermeği ve bütün mallarım Memleketin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüş­tür” (Apak, s. 164).

Binaenaleyh hiçbir suretle resmen “kapatma/kapanma”, daha doğrusu “fesih” olmadığı meydanda. (Bunun gayr-i resmî bir talimatla olduğunu iddia edenler ise hiçbir delil göstere miyor.)

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nm resmî beyanı da (“fesih” kelimesi is­tisna edilirse) Mason makamlarının açıklamasıyla aynı mahiyettedir:

“Türk Masonları kendi ideallerinin Hükümetin esas programında dâhil olduğunu görerek kendi teşkilatlarını kendileri feshetmişlerdir. Hükü­metin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüsü ve alâkası yoktur” (Apak 1958:164).

Bundan başka, resmî Mason faaliye­tinin tatilinin bir kanun ve resmî emir olmadan vuku bulduğu o kadar açık­tır ki Illustration mecmuasının Kasım 1935 tarihli nüshasında “Türkiye’deki bütün Mason Localarının aniden çıka­rılan bir kanunla feshedilip (dissoluti­on) mallarının da Hükümetçe müsâ- dere (confiscation) edildiği” şeklinde bir haber çıkınca bizzat Hükümetin inisiyatifiyle bazı Mason temsilcileri Dahiliye Vekaletinde toplantıya davet edilmiş (Ayan 2008: s. 320) ve orada ha­zırlanan bir tekzib veya tavzih yazısı mecmuaya gönderilerek A.A.’na veri­len beyanattaki ifadeler aynen tekrar edilmiştir.

3-Niçin Bir Kapanma Stratejisi Taki Edildi ?

Bu bir “kapatma”, daha doğru bir tabirle “fesih” olmasa da, stratejidir. Masonlar bu hususta birbirini nakze­den birçok iddia ileri sürmekle bera­ber bunların bir ortalaması olarak en makul izah şöyle olabilir:

1-Mason âleminin haricindeki bazı amiller: Bundan kasdedilen, hususen Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği gibi memleketlerde Mason­luğun yasaklanması, dünyadaki kuvvetli Mason aleyhdarı cereyanın Türkiye’ye de yansıması, bunun da Kemalist rejime ciddi şekilde zarar vermesinden endişe edilmesidir (Apak, Araş, Ayan ve Akev).

2-Türkiye’deki Masonluğun bünyevi sıkıntıları: Bu husus Apak’m kale­minden şöyle ifade edilir: “Kuru ve sert bir realistik zihniyetle ideale kıymet vermeyip Masonluğu artık cazibesini kaybetmiş ve rolünü bi­tirmiş tarihî bir müessese saymak, bunun neticesi olarak Masonluğa karşı gittikçe artan bir alakasızlık ve devamsızlık göstermek, şahsi bazı meseleleri Masonik sahaya da intikal ettirmek ve nihayet cezri bir tasfiye lüzumuna kanaat getire­rek vâki olacak bir kapanıştan ileri­de daha canlı ve imanlı bir kalkın­ma için faydalanmayı düşünmek” (Apak, s. 162). Bu o kadar doğru bir teşhistir ki, 1948’deki uyanış esna­sında, (Yüksek Şurâ’nın 13 atölyesi aynen faaüyete devam ederken) 1. ile 3. dereceler Remzî Localarının hiçbiri uyandırılmamış, eski Ma­sonlar arasında “seleksiyon veya cezri tasfiye yapılarak” yeni localar kurulmuştur (Ayan, s. 349, 390: Apak, s. 171).

4-Kemalizmin "zinde SUAL kuvvetleri" Masonlar mıydı?

1935 Ekim’inde Dahiliye Vekale- ti’nde kafa kafaya verip bu fırtınalı devreyi en az zararla atlatmak için resmen tatil ilanında bulunmayı en münasip yol olarak değerlendiren heyetin hemen hepsi memlekette en mesul makamları işgal eden zatlardır ve şu 8 kişiden müteşekkil heyetin ta­mamı 33 dereceli masondur:

Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, Amir-i Hâkim-i Azam (Yüksek Şura’nın başı) Dr. İsmail Hurşit, İstanbul Emlak Bankası Müdürü, Üstad-ı Azam (Meş- rik-ı Azam’ın başı) Muhiddin Osman Omay, Yüksek Şura Azasından Dr. Fuat Süreyya Paşa ve Muhib Nihad Kuran, Devlet Şurası (Danıştay) Reisi Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ankara Va­hşi Nevzad Tandoğan ve mebuslardan Dr. Rasim Ferit.

Tabii hepsinin gerisindeki “Tek Adam”ı unutmamak lazım; zira Üstad-ı Muhterem Ayan’ın dediği gibi (s. 317) “Atatürk’ün ‘Ebedi Şef’ ve ‘Ulu önder’ olarak her şeyin başında ve üs­tünde tek yetkili olduğu bir dönemde onun izni ve hatta teşviki olmaksızın İçişleri Bakanı’nın kendi kendine böylesi bir Masonluğu koruyucu tasarruf­ta bulunması çok zor, hatta mümkün olmayacak bir cesaret işidir.”

Bunun içindir ki Ayan, bütün Ma­sonların Ebedi Şef’e şükran borcu ol­duğu kanaatindedir;

“Bütün kardeşler ve tabii Atatürk, son derece akıllıca ve Masonlara yakı­şır basiretle davranmışlardır. [...] Türk Masonluğunu kapanmadan sadece uykuya yatmakla kurtardıkları için adlarını Türk Masonluk tarihine yaz­mak gerekir. [...] Başta Atatürk olmak üzere, içişleri Bakanı Şükrü Kaya Kar- deş’e ve diğer katkısı olanlara, Türk »Masonları olarak ne kadar minnet ve şükran duyulsa azdır... Masonluğun yıpranmadan bugünlere gelmesinin planını yapmışlar ve eyleme geçirmiş­lerdir” (s. 379, 375).

Aslında o devirde CHP, devlet ve Masonluk (+ Sabataîlik) neredeyse aynileşmiş bulunuyor ve bu da an­cak “Tek Adam”ın mutlak iradesiyle mümkün oluyordu.

Masonluk Kemalist rejimde fev­kalade bir inkişaf göstermiş, 25 yeni loca, 10 yeni atölye açılmış, loca ve atölye toplamı 44’e ulaşmıştı. İstan­bul, İzmir, Ankara, Bursa, Manisa, Samsun ve Gaziantep’te faaliyet gös­teren localarda Üstad-ı Azam Mehmed Fuad Akev’in Dictionnaire universel de la franc-maçomerie’àéki makalesine göre (1974: 11/1329), 2 binden fazla, Akev gibi Sabataî cemaatine (ve belki Masonluğa da) mensup olan Haydar

Rifat Yorulmaz’ın Farmasonluk isimli kitabına göre ise (1934, s. 242), 2.500 Mason mevcuttu. Kalburüstü münev­verlerin pek mahdut olduğu o günün Türkiye’sinde bu mühim bir sayıydı. Ayan’m kaydettiği gibi: “Bu kadro, genç Cumhuriyet yöneticileri ve yön­lendiricileri arasında seçkin yapıtaşla­rı niteliğindeydi”.

Yine Haydar Rifat’m doğrudan Ma­son kaynaklarına dayanan kitabına nazaran (s. 214-7), bütün üyelerinin tek tek M. Kemal tarafından tayin edildiği “Büyük Millet Meclisi’nde aşa­ğı yukarı 92 mebus Masondur. Cemil Bey Tekirdağı, Rasim Ferit Bey 33 de­recelidirler. Mebuslardan Edip Servet Bey’e [Tör] ve eski mebuslardan Dr. Fikret Bey’e [Fikret Takiyeddin Onu- ralp] tarikatin Üstad-ı Azam payesi tevcih olunmuştur... Aydın Mahfili­ne mensup Yunus Nadi Beyefendi 19

5-Tekris edilmiş miydi?

Harbiye ve Erkân-ı Harbiye Mek­teplerinden sıra arkadaşı Ali Fuad Cebesoy Paşa’dan (ve daha birçok kay­naktan) öğrendiğimize göre M. Kemal daha Harbiye sıralarında her fırsatta gizli cemiyetler teşkil etmeye uğraşı­yor, hükümet darbesi yapmayı plan­lıyordu. Gerek Cebesoy’un Sınıf Arka­daşım Atatürk isimli hatıratında (1981, s. 119-20), gerek Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri adlı kitabında (Sel: 1955, s. 49-50), gerekse değişik vesilelerle anlattıklarından anlaşılıyor ki küçük yaşlardan iti­baren herkesin önüne geçmek, baş olmak ve insanlara hükmetmek ih­tirası bütün hayatına yön vermiştir. Kendisini “Tanrımsı” (age, s. 18) olarak , vasıflandıran Atay anlatıyor: “Bir gün kendisine niçin Libya’ya gittiğini sor­muştum, ‘Enver gittiği için!’ cevabım verdi. Akılsızca da olsa kahramanlık şöhreti veren hiçbir sergüzeştte on­dan geri kalmamalı idi” (s. 105).

Bunun içindir ki en küçük bir muhalefete veya itiraza tahammülü yoktu. Kimi ve neyi mani olarak gör­müşse bertaraf etmekte tereddüt gös­termemiş, emellerini gerçekleştirmek için “millî sır” parolası altında daima zaman ve zemine göre üslup ve tavır değiştirmiş, yeteri kadar muktedir mevkie gelince velinimeti Osmanlı padişahlarına en ağır hakaretlerle hü­cum etmekten, Anadolu ve Rumeli’yi Türklere vatan yapan bütün Osmanlı hanedanını öz diyarlarından kovmak­tan, sıra arkadaşı Ali Fuad Paşa’yı veya onca iyiliğini gördüğü Kâzım Kara- bekir Paşa’yı İstiklâl Mahkemesi’ne çıkarttırmaktan yahut sınıf arkadaşı Adanalı (kendisine dans etmeyi öğ­rettiği Ayıcı lakabı ile maruf) Miralay Arif Bey’i, dava ve loca arkadaşları Ca- vid Bey’i, Dr. Nazım’ı vs. ipe göndertmekten çekinmemiştir.

“Zevk ve saltanatına düşkün, her zilleti irtikab edecek menfur bir şah-sıyet” sözleriyle (Söylev ve Demeçleri 2006: II/l) hakaret ettiği cennetmekân Abdülhamid Han, bütün zekâsı ve gü­cüyle çırpınarak beynelmilel Siyoniz-me ve emperyalist Avrupa’ya rağmen Osmanlı’yı ayakta tutmayı başardığı sırada o, imparatorluğun milliyetler arasında paylaştırılarak tasfiye edil­mesi planlan yapıyor ve îttihatçıları bu siyaseti benimsemeye zorluyordu (Cebesoy, 114-7). Bunun içindir ki stra­teji muvaffak olduğu zaman memnu­niyetini “Osmanlı Devleti maaliftihâr (övünerek söylüyorum ki) ölmüştür!” sözüyle ifade edecektir.

Aralık 1904’te yüzbaşı rütbesiyle Şam’daki 5. Orduya tayin edilince “Va­tan ve Hürriyet namile gizli ve ihtilal­ci bir cemiyet teşkil etmiş, Yafa’da bir şubesini açmış, faaliyetini Rumeli’ye de teşmil etmek maksadile Mısır ve Yunanistan’dan geçerek gizlice Selaniğe gelmiş ve orada da cemiyetin bir şubesini teşkil etmişti. Meşrutiyetin ilânı sıralarında bu cemiyet ittihat ve Terakki namını almıştır”.

Son cümleler, kendi ağzından ya­zılmış resmî inkılâp tarihinin (Tarih IV) 1934 baskısından (s. 18) iktibas edilmiş olup yanlış anlamaya mahal verecek şekilde mübalağalıdır.

Ali Fuad Paşa’mn da anlattığı gibi aslında Selanik’te onun teşkilatından evvel kurulmuş bir ihtilâlci gizli ce­miyet daha vardı ve Ittihad ve Terakki buydu. Vatan ve Hürriyet’in Cebesoy dahil bütün mensupları Ittihad’a geç­tikleri için kendisi de -iltimasla- Selanik’e gelince “bu emr-i vâkii kabul ve Ittihad’a intisab zorunda kalmış”, böylece iki ihtilâlci gizli teşkilat bir­leşmişti. Takvimler 27 Eylül 1907’yi göstermekteydi (Cebesoy, s. 113). işte bu, M. Kemal’in Macedonia Risorta Mahfili’nde tekris edildiği tarihtir.

6-Önce Mason, sonra İttihatçı

Zira, ittihatçı teşkilatlanmasında İtalyan Karbonari modeli esas alın­mıştı. Tamer Ayan’ın izahıyla söyler­sek:

“Hem ittihatçı, hem de Mason olan asker ve sivil arkadaşlarının etkisiyle, ‘önce Mason, sonra ittihatçı’ kuralına uygun olarak, önce Macedonia Risorta Locası’nda Mason olmuş ve bunu taki­ben de ittihat ve Terakki Cemiyeti’ne 1907 yılında 322 numara ile üye ya­pılmıştır. (...] Atatürk, en azından Cemiyet’in toplantılarına katılabilmek için, (Yugoslav Masonu) Kargotich’in açıkladığı gibi Mason olmuştur. Çün­kü yakın dostlarından olan Ittihatçıların çoğu Mason oldukları gibi, ittihat ve Terakki’nin gizli toplantılarının yapıldığı merkez üssü ve arşivi de Ma­son Mabedi’nin yanındaki Bekleme Odası’dır. Mason olmayanların buraya girebilmesi ve toplantıya katılması elbette ki mümkün değildir. Bunun tek pratik çözümü Mason olmaktır” (Ayan, s. 162, 204-5).

Macedonia Risorta (“Dirilmiş Ma­kedonya”) Locası 1864’te Selanik’te kurulup uzun bir müddet uykuya ya­tan Macedonia Locası’nın 1900 güzün­de uyandırılmasıyla teşkil edilmişti. Bunu sağlayan İtalya Meşrik-ı Azami (Grande Oriente d’Italia) Üstad-ı Aza­mi Emesto Nathan’ın bu maksatla Selanik’e gönderdiği Üstad-ı Azam Kaymakamı ressam Ettore Ferrari ile Nathan’ın kavimdaşı Emanuel Kara­su’nun faaliyetiydi. Sonradan Selanik mebusu olan Karasu (Carasso), Meş­rutiyet ihtilâlinin perde arkasındaki beyniydi ve locasım ihtilâlin laboratu­arı haline getirmişti. Başta Talat Paşa, Midhat Şükrü (Bleda), İsmail Canbolat ve Mustafa Rahmi (Evrenos) olmak üzere ittihatçıların öncü takımının mühim bir kısmı bu locaya mensup­tu.

Bu ihtilâlciler Fransa Meşrik-ı Azamı’na (Grand Orient de France) tâbi Veritas Locası’nın da müdavimiydiler. Ahmed Rıza ile Rumeli Umumi Müfet­tişi Hüseyin Hilmi Paşa Veritas Loca­sı’nda tekris edilmiş, Câvid Bey ise

İspanya Meşrik-ı Azamı’na tâbi Perse­verancia Locası’na intisab etmişti. Meş­rutiyet ihtilâlini nihai hedefine ulaştı­ran ve M. Kemal’in Kemal’in “Hareket Ordusu” ismini verdiği, kendisinin de Erkân-ı Harbiye Reisi olduğu Ordunun Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa da Farmasondu (bkz. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın internet sitesi).

İhtilâl öncesinde Macedonia Risorta üyelerinin sayısı 200’e yaklaşmıştı; bunlardan 23’ü Rumeli’ndeki 2. ve 3. Orduların üst rütbeli muvazzaf zabit­leriydi (A. Iacovella, Gönye ve Hilâl, Tarih Vakfı: 1998, s. 42). Veritas’ın üye sayısı ise 150’yi geçmişti (P. Dumont, Osman- lıalik, Ulusçu Akımlar ve Masonluk, Yapı Kredi: 2000, s. 66). Yine Selanik’te teşki­latlanmış İtalyan Labor et Lux, Yunan Philippos, Romen Steaoa Salonicului locaları da ihtilâl için çalışmaktaydı ve Sultan Abdülhamid’i devirerek bir an evvel Osmanlı’yı çözülüşe sürükle­mek emeli peşindeydiler.

Kâzım Karabekir’in yazdığı gibi: “[Ingiltere, Fransa, İtalya gibi emper­yalist camiasını müstemleke yapmak için, Hıristiyan çocuklarım o devletlerin hududlan içinde türlü adlarla açtıkları mekteplerde ve müesseselerde yetişti­rir ve onlara ihtilâl fikirleri aşılarken, kemale ermiş insanlarını da mason localarına alarak orada kendi emelle­rine uygun bir hale getiriyorlardı. [...] [Localarda] Türk münevverleri, Türklerden ayrılmak ve hatta onları mah­vetmek istiyen ve tamamile büyük devletlerin elinde birer alet olanların içinde ve onlarla birlikte gözü kapalı yürüyorlardı. [...] Ana unsur olan Türk milletinin ve onun din kardeşi olan diğer İslam unsurlarının istikballeri için hiçbir şey düşünülmüyordu” (Islâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, Eylül 1947, 79/5).

İtalyan Locası'na kayıtlı

Bütün bu locaların evrakından mühim bir kısmı 1917 Selanik yangı­nında ve 2. Cihan Harbi’nin felaketle­ri içinde zayi olmuştur; bir kısmı da mahzurlu bulunduğu için gün ışığına çıkarılmamaktadır. Osman Zeki Koylan, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Üstad-ı Azami Şekûr Okten’e gönderdiği 12 Ekim 1981 ta­rihli mektubunda Mustafa Kemal’in Masonluğunu “gün ışığına çıkarma­nın kendisine nasib olduğunu” ifade ederek mektubunu şu tavsiyeyle biti­riyordu: “Netice itibarı ile, bize karşı umumî bir antipati devam ettiğinden, Ata’mızın intisabı konusunun harice intikalini asla tecviz etmiyorum. Ma­mafih, Localara tamimini takdirinize arz ederim” (Ayan, s. 37).

Hakikaten Bilâl Şinışir’in İngiliz Belgelerinde Atatürk adlı kitabında bulunan (1979: in/96) İngiliz işgal kuv­vetleri kumandam General Harington imzalı ve 20 Ocak 1921 tarihli istihba­rat raporunda M. Kemal’in “1907’de Selanik’e tayin edilince, hem Ittihad ve Terakkî’ye, hem de İtalyan Mason Locası’na kaydolduğu" bildirilmiştir (Ayan, s. 195).

Bundan başka o zaman yüzbaşı ve sonradan M. Kemal’in en yakınların­dan olan Kâzım Nâmi Duru, hemşeh­risi Koylan’a “Kolağası Mustafa Kemal, belediye doktoru Tevfik Rüştü (Aras) ve Fethi (Okyar) beylerle beraber İtalya Meşrik-ı Âzamı’na tâbi locaya devam ettiklerini” söylemiştir (Ayan, s. 191). Hâlbuki Iacovella’nın İtalya Meşrik-ı Âzamı’ndan aldığı listede (s. 61) sadece Dr. Tevfik Rüştü’nün kaydı görülmektedir. Binaenaleyh liste bir hayli eksiktir. Bununla beraber yine aynı Meşrik, elinde sağlam bilgiler ol­malı ki, yayın organı olan Rivista Mas-sonica mecmuasının Ocak 1973 tarihli nüshasının (Vol. 64-8 yeni seri) 46. say­fasında (Ayan, s. 519-21), “Modem Tür­kiye’nin babası Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ün 1938’de Macedonia Risorta et Veritas Locası’nın Azası bulunduğu­nu” kaydetmektedir.

Fransız ve dünya Masonluğunun ortak eseri Dictionnaire universel de la franc-maçonnerie de (1974:1/91), bu bilgiye istinaden “Modem Türkiye’nin babasının, 1938’de vefatında, Italyan Locası Macedonia Risorta et Veritas Azası bulunduğunu” tekrar etmekte­dir. Dünya Masonluğu bu hususta öy­lesine ittifaka varmıştır ki birçok bü­yük locanın internet sitesinde benzeri tesbiti görmek mümkündür (Mesela ffanc-maçonnerie.org veya Lake Har- riet Lodge No 277.).

Üstelik İstanbul İtilâf Kuvvetleri ta­rafından işgal edildiği zaman Mustafa Kemal’in himayesine sığındığı (Lord Kinross, 2011: s. 180,182) İtalya Fevkalâ­de Elçisi ve Farmason Comte Sforza da, Les Bâtisseurs de l'Europe modeme isimli kitabında (Paris, 1931: s. 343-364; Ayan, s. 193), himaye ve desteğini esir­gememiş olduğu M. Kemal’in Mason olduğunu kaydediyor.

Mustafa Kemal’in Mason olduğuna dair deliller böylece sıralanıp gidiyor ama ne gariptir ki, olmadığına dair hiçbir delile rastlanmıyor. Bu mesele­deki belki tek muamma, İtalyan Ma­son mecmuasının, onun tekris edildi­ği ve ölünceye kadar sadık kaldığım beyan ettiği Macedonia Risorta Loca- sı’nın ismini neden Macedonia Risorta et Veritas olarak belirttiğidir. Türkiye­li Masonlar İtalya Meşrik-ı Azamı’na sorup bizi de aydınlatamazlar mı?

 

-----------------------

Mustafa Kemal Mason localarını kapattı mı, yoksa "bizzarure hâl-i nevme" mi girdi­ler? Şu 6 hususa dikkat edince "kapatma" meselesi aydınlanmaktadır:

1-Her ne kadar Mason emlâki Halkev­lerine devredilmişse de, bu hukukî mu­amele -kasden- usulüne uygun (umumi heyet kararıyla) yapılmadığı için 1948'de tekrar faaliyete geçtiğinde uzun seneler süren davaları müteakip olsa dahi önceki Masonluk hükmi şahsiyeti olan Türk Yükseltme Cemiyeti adına açılan davalarla (Ayan, s. 389), İstanbul, Ankara ve İzmir'deki üç binanın geri alınması mümkün olmuş­tur (Apak, s. 178).

2-Mason binaları Halkevlerine teslim edilmeden evvel bütün evrak ve Masonik eşya emin mahallere nakledilmişti (Ayan, s. 380).

3-Yine bir kanunla veya mahkeme kararıyla, hatta derneğin umumi heyet ka­rarıyla "fesih" gerçekleşmediği için 1948'de "Millî Şef ve hükümet tarafından yakılan yeşil ışık, hatta isteğe" (Ayan, s. 386) mebni dernek (yeni unvanıyla Türkiye Mason Derneği), İstanbul vilayetine verilen bir di­lekçe ve nizamnameyle kolaycacık tekrar faaliyete geçebilmiştir.

4-Masonlar ancak kısmen uykuya girmişlerdir; zira faaliyetini tatil ettiğini resmen ilan eden sadece Masonluğun ilk üç derecesini bünyesinde toplayan (remzî dereceleri tanzim eden) Büyük Loca (Türk Yükseltme Cemiyeti)'dir; yoksa 4-33. de­recelerden atölyelerin tâbi olduğu Yüksek Şurâ (Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti) faaliyetine devam etmiş, bu çerçevede 16 masonu 33 dereceye yükseltmiş, bu meyanda 1939'da 1-3. dereceler için de üç yeni loca (ideal, Kültür ve Ülkü) kurmuş, 1948'deki uyanışta bu localar çekirdek vazifesi görmüştür (Ayan, s. 384). Üstelik Apak'ın kaydettiği gibi, Büyük Loca Masonlarından bir kısmı aralarındaki görüşme ve dayanışmayı devam ettiriyor­lardı: "İstanbul'da, İzmir'de ve Ankara'da birçok biraderler grup grup muayyen gün­lerde lokanta ve gazinolarda veya mahdut mikdarlarda dahi olsa evlerde toplanıp bir araya geliyorlar ve böylece hep beraber yemek yeyip eğlenerek hem birbirlerine olan tahassürlerini gideriyorlar, hem de eski yılların şimdi daha da tatlılaşan hatıralarını tazeliyerek yarına ümid ve di­leklerini kaybetmiyorlardı." Zaten Üstad-ı Azam Mehmed Fuad Akev'in kaydettiği gibi , “sırri gizli bir teşekkülün (formation secrète mystique)" hiçbir zabıta takibi olmadan kendi kendine kapandığını iddia etmek akıl kârı mıdır?

5-Güya yerli localar faaliyetlerini tatil etmişken ecnebi localar-hem de Türkiye haricindeki büyük localarına tâbi olarak- faaliyetlerine rahatça devam ediyorlardı (Apak, s. 172; Akev 1974:11/1330).

6-Hepsinden mühimi, gerek locaların (hakikatte sadece Remzî Locaların ve kısmen, zahiren) faaliyetinin tatil edildiğini ilân eden resmî Mason beyannamesinde olsun, gerekse Dâhiliye Vekilinin izahatın­da olsun. Masonluk asla muzır yahut "kökü dışarıda" tehlikeli bir teşekkül olduğu veya en azından hükümete (totaliter CHP iktidarına) ters düştüğü için değil, bilakis Masonluk hükümet programında mündemiç olduğu, daha açık bir ifa­deyle, zaten Kemalist iktidar bütünüyle Masonlukla aynileşmiş bulunduğu için artık varlığına ihtiyaç kalmadığı ifade ediliyor. Öyleyse bu ne menem bir"kapatma" veya "kapanma"dır?

 

Yesevîzâde Alparslan Yasa
Derin Tarih,sayı:39

 

 

 

 

 
Devamını Oku »

Bir Nutuk Nasıl Adam Öldürür ?

Bursa Nutku,Atatürk'e atfen uydurulmuş yüzlerce metinden sadece biri.Oldukça 'uç' bir örnek;çünkü metin gençleri polise, jandarmaya ve mahkemelere karşı silahlı direnişe davet ediyor.

Gençliğe Hitabe'nin kan ve şiddet kokan,absürd bir versiyonu var karşımızda,bir mikdar,''Geçnliğe Hitabe'yi''taklid ediyor. Divan şairlerinin,bir gazetede yazdıkları 'tahmis' gibi hazır metnin taklidi söz konusu.Bu metin 'genç'e şiddet koklaan vazifeleri tahmil ediyor.

'Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.Bunları güçsüz düşürecek en küçük yada en büyük bir kıpırtı ve davranışı duydu mu,'Bu ülkenin polisi vardır,jandarması vardır,ordusu vardır,adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Hile, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.”

Bu şiddet çağrısı, sınırları az buçuk anlaşılır özel durumlar için değil, aklına esenin, canı isteyenin bir bahane bulup eline silahı alarak sokağa çıkmasına gerekçe oluşturacak kadar "geniş” ve esnek bir alan açmaktadır. “Küçük bir kıpırtı ve davranış” ifadeleri, kanunların bile farklı yorumlandığı şartlarda gençliğin serazat tabiatına tevcih edilecek oldukça keyfi bir gerekçe değil mi?

Metnin uydurma olduğuna dair çok sayıda karine var elimizde: Birincisi metnin kendisi. Türkçe açısından oldukça kötü. Atatürk giydiği kıyafetlere ve kayda geçen sözlerine özen gösteren bir siyasetçi. Onun ağzından veya kaleminden çıkan veyahut onayından geçen metinlerde özne ve yüklem yerli yerindedir.

Nesirde Namık Kemal’i üstad belleyen biri için Bursa Nutku, içeriğinden önce dili yüzünden reddedilmesi gereken bir metindir.

Bu kısa metinde öznesiz pek çok cümle var. Kekremsi ifadeler, konuşma ve yazı üslubuna uymayan bir düzensizlik göze çarpıyor. Şifahen de olsa Atatürk’ün bu sözleri söylemesi veya sonradan altına imzasını atması pek mümkün görünmüyor.

Öncelikle bir devlet adamı kendi kurduğu devlet düzenine isyan çağrısı yapmaz. Bursa Nutku ile Atatürk, gençliği kamu düzenine ve bu düzeni sağlayan zabıta ve mahkemelere şiddet kullanarak lcarşı çıkmaya çağırmış oluyor.

Tavsiye ve emanet ettiği şey, bir fiilî isyan durumu. Karşımızda şöhretini borçlu oldupu Milli Mücadele'yi, sırtını Meclis’in meşrû zeminine dayanarak yürüten ve gençliğe emanet ettiği Cumhuriyet’i de aynı Meclis’in iradesine rapt eden bir devlet adamı duruyor. Bursa Nutku, bu meşruiyet düşkünü devlet kurucusunu Che Guevera tarzı bir gerilla şefine dönüştürüyor.

Hakikaten, ancak kariyerini kanlı illegal faaliyetlere borçlu bir gerilla şefinin ağzından bu sözleri işitebilirsiniz. Bağımsızlık savaşını illegal bir örgüt marifetiyle yürüten kurtuluş ordusu liderleri bile bu denli kanun-nizam karşıtı aforizmaları kendilerine yakıştırmazlar. Nihayetinde savaş bitmiştir; iktidar elinizdedir. Her iktidar önce kamu düzenini gözetir. Aksini söyleyenleriyse binlerinin akima karpuz kabuğu düşürmekle itham edip şedit cezalara çarptırır.

İkinci karine, hiç olmazsa bu konuda hükmüne itibar edeceğimiz Falih Rıfkı Atay’ın sözleri. Atatürk’le ilgili en makbul biyografinin yazarı, Atatürk’ün meşhur sofrasının müdavimlerinden Atay,  “Bursa Nutku diye Atatürk’ün söylediği bir nutuk yoktur” diyerek kestirip atıyor.

Tek kaynak, ismini tarihe sadece bu uydurma nutuk vesilesiyle kaydettirmiş Bursalı bir gazeteci: Rıza Ruşen Yücer. Kaynak zayıf, daha ötesi, adı üzerinde bir “nutuk” olan bu metnin bir kalabalığa hitaben söylenmesi lazım ki, bu isimden başka şahidi de yok.

İddia, bu gazetecinin 1947’de basılan ve topu topu 26 sayfadan mürekkep Atatürk'e Air Birkaç Fıkra ve hatıra adlı kitabında yer ulıyor. Kitaptaki diğer hatıraların Atatürk’le ilgili resmettiği, resmi söylemin çok uzağında aşırı laubali hikayelere bakılırsa, kitabın pek ciddiye alınma ihtimali de yok.

Kitap yayınlandıktan sonra tanınmamış iki kişi daha tartışmaya dahil olmuşsa da. Bursa Nutku'nun resmi çevrelerde ciddiye alındığına dair en küçük bir kayıt bulunmuyor.

Şef yani ismet Paşa’nın saltanatı sona ermekteydi ve Atatürk’e dönüş artık mümkündü. İkincisi, Tek Parti düzenini korumak adına bu dönüş gerekliydi, ilk defe statüko güçlü bir tehdit altındaydı ve bu tehdit ideolojik savunmanın önemini arttırmıştı. İnönü zayıf bir savunma hattıydı ve bu yüzden Atatürk yeniden keşfedilmekteydi.

Atatürk’ün fikrî mirasının yeniden yoğrularak Atatürkçülüğe dönüştürülmesinin başlangıcı işte bu yıldır.

Dikkat edilmelidir:

Keşfedilen Atatürkçülük hem otokratik demokrasi karşıtı darbeyi meşrulaştıran bir içerikte olacaktır, hem de Cumhuriyet ve Cıımhuriyet’in korunması görevi, bu ideolojik içeriğin somut karşılığı olarak tedavüle sokulacaktır. Mesele statükonun menfaatleri olduğuna göre kurulu düzeni savunacak bir Atatürk inşa etmenin ve bunun için de ihtiyaçlara cevap veren uydurma sözler üretmenin hiçbir sakıncası yoktur.

Atatürk’e atfedilen uydurma sözlerin bu tarihte başlaması bu yüzden tesadüf değildir. Herhangi bir denetim veya kayıt mercii de yoktur. Bugün bile bir gece rüyanızda Atatürk’ü görüp ondan duyduklarınızı, altına M. Kemal Atatürk yazıp bir yerlerde söylemenize itiraz edecek hiç kimse yoktur. Tersine ihtiyaca karşılık gelen sözler hemen müşteriye ulaşmaktadır.

1947’de taşralı bir gazetecinin bu engâmede iddialı bir işe kalkışma,doğal addedilmelidir. Bu nutkun gelmekte olan demokratik iktidara karşı üretilmiş bir ideolojik cephane olduğu açıktır.

İşe yaramış mıdır? Zamanında, yani ilk ortaya atıldığında ciddiye alınmayan bu nutuk, 60’lı yılların ortasında tutunacak dal arayanlara ilaç gibi gelmiş olmalı. Bunun için gelişen sol ideolojinin yerli dayanak arayışına bakmamız gerekir.

Sol-sosyalist ideoloji Türkiye’de başından itibaren topal bir karga halinde uçmaya çalıştı. Evrensel olarak sınıf çatışmasına ve sınıfsal temellere dayanan sol ideoloji yeniden bölüşüm ve eşitlik talebi olarak yükselir.

60’larda ve 70’lerde kalantor kamu sendikacılığı ve Ecevit’in “Hakça düzen” programı dışında sol, bu evrensel ayağın hep uzağında kaldı ve diğer ayak üzerinde yükselmeye çalıştı.

Diğer ayaksa emperyalizme karşı mücadeledir. Anti-emperyalizm, kapitalizmi yeteri kadar geliştirememiş az gelişmiş ülkelerde solun bütün dertlerine deva olan yekpare bir düşman ihtiyacını karşılayan basit bir ideolojiye dönüşmüştür.

Anti-emperyalizm o kadar kullanışlı bir yelpazedir ki, birbiriyle alakasız siyasî aktörler bu garip şemsiyenin altında sıkışık nizam bir arada durmaktadır.

Tüketilen ideoloji ulusalcılıktır. Sosyalizmin Leninist emperyalizm tezleri, askerlerle aydınları ve gençleri bir araya getiren bir ulusalcılıklar zinciri oluşturmaktadır.

Atatürk’ün Cumhuriyetçininresmî tezlerine dönüşen mirası, bu tek ayakla ve asker desteğiyle uçan karganın temsil ettiği sol ideolojiye meşruiyet kazandırmakta, özellikle darbeci, antidemokratik yanını parlatmaktadır.

Kuvvacı mı, Meclisçi mi?

Bu miras İçinde hemen yakında duran Milli Mücadele, anti-emper- yalizm süzgecinden geçirilerek kolaylıkla uygulanabilecek bir model olarak geliştirilmektedir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Kuva-yı Milliye, anti-emperyalizm, ulusalcılık gibi kavramları bir arada bulabileceğiniz metinler bu modelden üretilmiştir. Ancak ortaya çıkan ideolojik ürün çok sorunludur.

Sorun, Milli Mücadele’nin, sonunda birbiriyle çelişen iki ana damarından kaynaklanmaktadır. Bir gerilla örgütlenmesi olan Kuva-yı Milliye, Milli Mücadele’nin başlarında kendisini hukukla kayıt altına almadan gayrınizamî -bir savaş yürütmüştür. Sonunda düzenli ordu kemale ulaşınca iki ordu karşı karşıya gelmiştir.

Kuvvacı gelenek Atatürk’ün eseri değildir. Bir İttihatçı örgütlenmesi olan bu gerilla ordusu, Atatürk daha Samsun’a çıkmadan savaşı başlatmış, Atatürk ise hazır bulduğu bu gücü özellikle iç isyanları bastırmak için kullanmıştır. Atatürk düzenü ordunun ve Meclis’in temelini oluşturan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin temsilcisidir.

Bu kadar legal alanda kalan ve nizam düşkünü bir Atatürk, Latin Amerika gerilla savaşlarından esinlenen sol arayışlara pek uygun değildir. Bunun için Atatürk, başmda Kuva-yı Milliye’nin kullandığı Çerkeş kalpağı olan bir anti-empeıyalist gerilla şefi olarak resmedilmelidir. Bugünün yaygın sol-Atatürk portresi budur. Ama yeteri kadar inandırıcı olmadığı için ilave desteğe ihtiyaç vardır.

Uydurma olduğu aşikâr olan Bursa^ Nutku, tam da bu sun’i portreye uygun bir payanda olmaktadır. Bursa Nutku’nu kalpaklı, yani Kuvvacı resminde Atatürk’ün eline tutuşturulmuş bir revolvere benzetebiliriz.

 68’lerin Keşfettiği Nutuk

1947 yılında Bursa Nutku’nu uyduran Bursalı gazeteci,1968’de başlayıp 1980’e kadar devam eden şiddet olaylarının sorumlularından biri olacağını elbette dönüşemezdi.Yaşasaydı ve ürettiği metnin kazandığı ehemmiyeti görseydi,hehalde önce kıs kıs gülerdi,sonra da dehşete kapılırdı.

Ancak tek suçlu o değildir. Metne geniş bir meşruiyet ve şöhret kazandı­ran gelişme, İzmir’de görülen davaya görüş bildiren Türk Tarih Kurumu’nun yönetim kuruludur. Gençler 1966’da Ege Üniversitesi’nde sol düşünceye alan açmak için bu metni kullanınca dava konusu oluyor. Atatürk’e ait bir metin nasıl dava konusu edilebilir? Hemen Türk Tarih Kurumu’na görüş soruluyor. Görüşün bilimsel değil, ideolojik olduğuysa bir uzmanlar he­yetine değil, yönetim kuruluna ait olmasından anlaşılıyor. Yönetim Kurulu aslında bir uzman görüşü bildirmiyor, sadece fetva veriyor.

Bu şiddet kokan ve anarşiye hizmet edecek metni, bilimsel görü­şünü almak üzere ,Türk Tarih Kurıımuna sormanın iyi niyetli bir hukuk tasarrufu olmadığı ortada.Bir mahkeme,mahkeme kararlarına (elle,taşla,sopa ve silahla’’ karşı konulmasını telkin eden bir metnin Atatürk’e ait,sahih bir metin olduğunu önce ciddiye alıyor,sonra da bu yönde hüküm tesis ediyorsa ve bu karar 27 Mayıs Darbesi’nin hukuku iğdiş ettiği bir döneme aitse hemen peşinen gerçek olmadığına karine teşkil etmez mi?

Meseleyi aydınlatmak için Bursa Nutku’nun arızî bir durum olma­dığını hatırlatmamız gerekir. Aynı yıllarda 27 Mayıs darbesine cevap veren İstanbul Hukuk Fakültesi ho­caları talebelerine “isyankâr” olmayı telkin etmektedirler.

Doğrudan olayın kahramanların­dan olan Mustafa Çelil Gürkan’dan dinlemiştim: Deniz Gezmiş’in yakın arkadaşı, Hukuk Fakültesi’nde de­kanlık makamını işgal ettiklerinde Fakülte Dekanı Tarık Zafer Tunaya’dan ağır bir fırça yerler. Tunaya’nın “Talebenin isyankâr olanını severim” sözünü hatırlattıklarında ise şu cevabı alırlar: “Bana karşı is­yankâr olanını değil.”

Bursa Nutku sosyalizm ile darbe­ciliğin iç içe geçtiği azınlık yönetimi olan Baas tipi ulusalcı bir ideolojiye ve darbe için gerekli şiddet yüklü eylemlere meşruiyet kazandırmak için sıkça müracaat edilen bir metne dönüşmüştür» Atatürk, Millî Demok­ratik Devrim,yani kestirmeden “sol darbe”için cephenin önüne sürü­lürken, Bursa Nutku da onun elinde ateş eden bir silah gibi durmaktadır.

1969’un 19 Mayıs’ında Latin Ame­rika özentisi gençlerin Atatürkçü olarak Samsun’dan yürüyüşe geçme­siyle bu uzun yolculuğa başlanmıştır.

 Tek Parti döneminin finali

Bugün Türk solunun kullandığı Atatürk fotoğrafının, Lenin’in çok bilinen fotoğrafının kopyası olması bu yüzden tesadüf değildir.

Atatürk artık bir gerilla şefi ve sosyalist bir devrimci; ona atfedilen Bursa Nutku da bir devrim çağrısı haline gelmiştir.

Sol mizah ve hayal gücünün Tür­kiye’de ulaşabildiği sınır işte budur.

Bursa Nutku ile açılan yol Kan­lı Pazar ile kemal noktasına ulaştı. Türk Tarih Kurumu Yönetim Kuru­lu’nun mahkemeye sunduğu “Bursa Nutku gerçektir” görüşü ile Kanlı Pa­zar arasında geçen üç yıl, Türk Tarih Kurumu’nun müdahalesine benze­yen sistematik Ve bilinçli çabalarla bir şiddet ortamını olgunlaştırmakla geçti.

Herkesin kendine göre bir gerek­çesi vardı. Ortak noktaları, demok­rasiyi askıya almak, halkın iktidarı- nı durdurmaktı , Bursa Nutku, doğal olarak kendi karşıtını yarattı. Mu­hafazakâr kitle komunizm he­yulasıyla provoke edildi. İstanbul'a demirleyen Amerikan 6.Filosunun bahriyelilerini, emperyalizmi denize döker gibi serin Boğaz sularına atan gençler Bursa Nutku’ndan il­ham alıyorlardı.

Gariptir, bu gençleri polisin dağıt­tığı sopalarla Taksim’de kovalayan dindar-mütedeyyin kitleler de aynı metnin gereğini farkında olmadan yerine getiriyordu.

Kanlı Pazar yakın tarihimizin dö­nüm noktasıdır. Bursa Nutku mo­delinde araçların seferber edilmesi ile şiddet tırmandırılmış ve ülke iki darbeyi meşrulaştıracak kadar kaos ortamına sürüklenmiştir. ’

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu ortamın eseridir. Kanlı Pazar başlan­gıç, 12 Eylül şokun son noktasıdır. Baş.aktör ise Bursa Nutku, daha doğ­rusu bu kadar berbat bir metinden devrim tezleri üretebilen sol-sosya-list liderlerdir.

Bir metin adam öldürür mü?

Bursa Nutku birçok cinayetin elden azmettiricisidir.Geriye dönüp bakarken asıl hayıflanılacak şey,bu çocukça metnin bu kadar ağır suçları üstlenebilmesidir.

Bursa Nutku yakın dönemin ideolojik sefaletini en güzel temsili sembollerinden biridir.Türkiye’nin yoksul ideolojik edebiyatının fikri seviyesini Bursa Nutku çizmiştir.

Derin Tarih
Devamını Oku »

Bursa Nutku Davasında ki Üzüntülerimiz

Bursa Nutku 1960’ların ikinci yarısında adli bir davaya konu olmuştu.Davayı açan Bornova Savcısı rahmetli Ali Osman Kırkyaşaroğlu’nun oğlu Atakan Bey,ailesinin vaktiyle yaşadığı sıkıntıları Derin Tarihe anlattı.

Hukukçular arasında bile' tartışmalar başlamış, konu siyaset alanımı taşınmıştı. Pek tabii ki siyasetçilerle birlikte basan da da­vaya çok büyük önem vermiş, sol ve sag görüşlü basın haberlerinde, yorum ve gö­rüşlerinde tartışmalar, suçlamalar yapılmaya başlanmıştı. Görevini kamu adına yapmakla mükellef olan bir savcıyı suç unsuru taşıdığı sabit bir bildiri hakkında iddianame hazırladı diye adeta linç etmeye çalışmışlardı.

Rahmetli babamın özel yaşamım didik didik etmeye başlayan sol basın, akla hayale gelmeyecek senaıyolar ürermiş, ne yazık ki CHP yanlısı avu­katlar, gazeteciler dedikodu haberle-riyle hem babamı, hem de ailemizi yıpratmışlardı. Özellikle Cumhuriyet, Akşam ve Demokrat İzmir gazeteleri babamı zor duruma sokmak ve canın­dan bezdirmek İçin entrikalar içinde oluşturdukları yalan yanlış haber ve yorumları halka yayıyorlardı. Akşam gazetesi köşe yazarlarından Çetin Altan, babamı suçlayıp hakarete varan ifadelerle tahkir etmeye başlamıştı. O tarihlerde hemen her gün babamla ilgili haberleri gazetelerin birinci sayfalarında görüyorduk.Tabii ki solcu basın babamın aleyhinde yayın yaparken,sağcı basın takdir eden ve öven ifadeler kullanıyordu.                     -

Şu hususu özellikle vurgulamak istiyorum ki. sol görüşlü basının haberleri, Çetin Âltan ‘ın köşe yazıları, ‘Cumhuriyet, Milliyet ve Demokrat İzmir gazetelerınin yanlı tutumları rahmetli babamı ve ailesi olarak bizleri çok üzmüştü.Oldukça yıpranmıştık

Ardından dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in 1966 Yargı Yılı açış konuşmasında solcu kesimin görüşleri doğrultusunda ifadeler kullanması üzüntümüzü arttıran, adeta yaramıza tuz biber eken bir gelişme olmuştu. Babam sırf bu davayı açtı diye faşistlikle suçlandı. Türlü hakaret ve suç­lamalara maruz kaldı. Bu nedenle za­manla sağlığı olumsuz etkilendi.

Düşünün, Anadolu’nun göbe­ğinde, küçük bir kasabada çok zor şartlarda eğitimini sürdüren, bezir çırasıyla derslerini çalışıp Kayseri li­sesi’nden mezun olan, sonra da Anka­ra’da önce DTCF Felsefe bölümünde, ardından Ankara Hukuk Fakültesi’nde okuyup kamın adamı seviyesine ulaşan bir savcıyı, sırf vazifesini yaptı diye ‘‘faşist“ diye damgalamışlardu

Ne yazık ki bu sevimsiz adilimi atanlar, sol basın ve destekçisi CHP olmuştu. Böylesine acımasız böylesine vicdan duygularından uzak bir olguyu kabul etmemiş ve boyun eğmemiz düşünülemezdi. Babamla ailesi olarak bizler asla pes etmedik.Mücadelemizde dimdik ayakta durduk. Rahmetli babacığımın engin ve kutsal mirasına inançla sahip çıkarak…

Derin Tarih
Devamını Oku »

9 Soruda Sevr Antlaşması

sevr-antlasmasi-harita

1-Sevr taslağı Osmanlı Heyeti'ne verildiğinde heyetin tepkisi ne oldu?

Sevr Barış Antlaşması taslağı 11 Mayıs 1920’de Paris’te Ahmed Tevfik Paşa başkanlığındaki Osmanlı Heyeti’ne törenle sunuldu. Fransa Başbakanı Alexandre Millerand törende yapmış olduğu konuşmada “Osmanlı Devleti’nin 1914’te girdiği savaşta İtilaf Devletleri için savaşın birkaç sene daha uzamasına sebep olduğu, böyle bir duruma tekrar sebebiyet verilmemesi için müttefiklerin ‘tedâbir-i mües-sire’ye (etkili tedbirlere) başvurduğunu” söyleyerek OsmanlI’nın suçunu ortaya koymuş oldu.

Barış şartlarına Tevfik Paşa’nm ilk tepkisi “uygulanamaz” olduğu yönünde idi. Ayrıca İstanbul’a gönderdiği 12 Mayıs tarihli telgrafında bu şartların “istiklal ve hatta devlet mefhumlariyle kabil-i telif” edilemeyeceğini (bağımsızlık, hatta devlet kavramlarıyla uzlaştırılmasmm mümkün olmayacağını) belirtti. Bununla yetinmeyen Tevfik Paşa, 17 Mayıs’ta Damat Ferid Paşa’ya gönderdiği mektupta “Teklif edilen şerâit-i sulhi-ye (barış şartları) Devlet-i Aliyyenin inhilâlinden (yıkılmasından) ve zat-ı hazret-i Padişahînin hukuk-ı mukad-deselerinin (kutsal haklarının) imhasından başka bir şeyi tazammun etmediğinden (içermediğinden) mev-cudiyet-i devletin temin-i muhafazası (devletin varlığının korunması) mu(devletin varlığının korunması) mua-hedename (antlaşma metni) ahkâm-ı esasiyenin (asıl hükümlerin) bilkülli- ye (tamamen) tadiline (değiştirmeye) mütevakkıfdır (bağhdır)” diye yazdı. Paşa’ya göre bu barış şartlarının aynen kabulü Osmanlı Devleti’nin var olabilmesi için imkânsızdı ve tamamen değiştirilmesi gerekliydi.

2-Bu barış taslağına Osmanlı Hükümeti’nin tepkisi ne oldu?

Taslağa Osmanlı Devletinin ilk resmî tepkisi, 25 Haziran 1920’de, Paris’te İtilaf Devletleri temsilcilerinden oluşan Onlar Konseyi’ne sundukları resmî muhtıradır. Baskın Oran’a göre bu muhtıra, hem üslup, hem öz, hem de güçlü hukuk bilgisi açısından oldukça içerikli/dolgun bir belgedir. İçeriği itibariyle “Lozan’ın öncülü Bir Onur Anıtı”dır. (Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, TTK Yay., Ank., 1999.)

Söz konusu muhtıra Tevfik Paşa’nm ilk haleli tepkisinde benimsenen görüşü savunmakta ve Sevr barış taslağının Osmanlı Devleti’ni bölmekten başka bir şey olmadığını belirtmektedir. Hatta muhtıraya göre bu taslak, “son derece haksız kesip biçme ve çekip alma işlemidir”. Bunda maksat, Osmanh Devleti’nden birtakım özerk ya da bağımsız siyasî birimler çıkarmak olup Kürdistan, Ermenistan, Hicaz, Suriye ve El-Cezire üzerindeki siyasî özlemlerdir.

Ancak bu muhtıranın, siyasî güç yoksunluğuna rağmen dile getirdiği bir görüş var ki, o da “işgale karşı direnç” fikridir. “12 milyonluk bir halkı öyle az bir zaman içinde ve kesinlikle barışta yok edebilmenin olanaklı (mümkün) olabileceğini hiç  kimse düşünemez” demek suretiyle Türk milletinin direnme düşüncesini güçlü ifadelerle ortaya konmuştur.

 3-Sultan Vahdeddin’ in herhangi bir tepkisi oldu mu?

Sultan Vahdeddin’in barış taslağıyla ilgili kamuoyuna yansıyan bir tepkisi mevcut değildir. Ancak İngiliz Devlet Arşivlerinden elde edilen bir belgeye göre 27 Mayıs 1920’de, İngiliz Kralı V. George’a hitaben gönderdiği telgrafta “Paris’te Türk murahhaslarına bildirilen barış şartlan tüm Türk halkını derin bir ıstıraba maruz bırakmıştır. İngiliz ve Osmanlı İmparatorlukları arasında var olan güçlü tarihî bağların ve İngiliz halkıyla kralının adalet ve insaf hislerine olan kesin güveni, bağımsız bir devlet ile uzlaşmayacak mahiyetteki anlaşma şartlarının hafifletilmesi için kralın müttefikler nezdinde girişimde bulunmasını, en azından Türkçe konuşan vilayetlerin taksim edilmekten kurtarılmasını istemeye cesaretlendirmiştir” diyerek Sevr barış şartlarının yumuşatılmasını istemiştir.(Metin Hülagu, Yurtsuz imparator Vahideddin, Timaş, İst. 2008, s. 46.) Diğer taraftan, sırdaşı Avni Paşa ile bir  görüşmesinde Sevr için “mecelle-i  mesâibdir (musibetlerle dolu antlaşma) fakat nakş-ı berâbdır (su üzerine yazılmıştır)” demiştir.

 4-Sevr Osmanlı Devleti tarafından resmen imzalandı mı?

Sevr Barış Antlaşması Ayan üyesi Hadi Paşa başkanlığında, Rıza Tevfik ve Bern Büyükelçisi Reşat Halis Bey’den meydana gelen bir heyet tarafından Osmanlı Devleti adına imzalamıştır.

 5-Sevr'in imzalanmasına Osmanlı basının tepkisi nasıl olmuştu?

Tabiatıyla Sevr’in imzalanması Osmanlı basınında da yankı buldu.Özellikle Vakit gazetesi imzadan iki gün sonra,12 ağustos 1920’de siyah çerçeve içinde ‘bugün milli matem günüdür’’ başlığıyla çıkmış,altına da,bilcümle islam ve türk müessesisatı (kurumlar) kapalı tutulacak, saat 13:00’de her türlü vasıta ile yas alameti olarak beş dakika duracaktır” diye yazılmıştır.

13 Ağustos’ta ikdam, “Dünkü Milli Matem Günü”, Alemdar ise “Dün En Acı Günümüzdü”, “Harb-i Umumi ile başlayan tarih devri henüz kapanmadı” sözleriyle çıktı. Peyam-ı Sabah gazetesi ise aynı gün, başyazarı Ali Kemal Bey’in “Hakiki Matem” başlıklı yazısını yayımladı. Burada Ali Kemal Bey Sevr Antlaşması’nm OsmanlI Devleti’nin 1. Dünya Savaşandaki yanlışlarının bedeli olduğunu belirtiyor, antlaşmanın uygulanması gerektiğini öne sürüyordu. İleri gazetesi de 14 Ağustos tarihli sayısında yayınlanan “Yeni Vazife” başlıklı başyazısında, hükümetin antlaşmayı imzalamakla üzerine bir vazife aldığını, bunun da antlaşmanın tatbiki olduğunu yazıyordu.

6-Sevr Osmanlı Meclisi tarafından onaylandı mı?

Hemen belirtelim ki, Osmanlı Anayasasının 7. maddesi gereğince Sevr Barış Antlaşmasının Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmesi gerekmekteydi. Oysa 5 Nisan 1920’de padişah iradesiyle feshedildiğinden ortada bir Meclis-i Mebusan mevcut değildi. Üstelik bir antlaşmanın onaysız uygulanması hem Osmanlı anayasa hem de uluslararası hukuka aykırı bir durumdu. Bundan dolayı Sevr onaylanmamıştır.

7-Osmanlı Padişahının onay konusunda tavrı neydi?

Bir kere Sultan Vahded- din’in tek başına Sevr’in onayla ması, Osmanlı anayasasına göre ne mümkün, ne de geçerlidir. Zaten Sultan da bunun farkındadır. Bu konudaki görüşleri, 1923 tarihli ünlü “Beyanname-i Hümayununda yazılıdır. Anlaşılan o ki Sultan Vahdeddin Sevr Antlaşması imzalanmış olsa bile onayı hususunda zaman kazanma eğilimindeydi ve bunu da “icabat-ı meşrutiyete” (meşrutiyetin gereklerine) uygun görüyordu:

“Mes’ele’nin kat’iyet kesbetmesi, Meclis-i Mebusan’ın kabulünden sonraki tasdikime mütevakkıf olduğunu ve hakk-u adaletle te’lif olunamayacak surette gayr-i tabiî olan böyle bir muahedenin devam ve te karrur edemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsaid zamanın hulûlüne (girmesine) kadar vakit kazanmak tarikinde devam ile muahedenin hükümetçe kabulüne taraftar göründüm” (Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlum Padişah Sultan Vahdeddin, Sebil Yay., İst. 2005, s. 255-256).

Kanaatimce Sultan Vahdeddin bir taraftan bunları düşünürken diğer taraftan da İngiliz Parlamentosu’nun 16 Ağustos-19 Ekim 1920 tarihleri arasında tatile gireceğini bilmekteydi. Nitekim İngiliz Dışişleri Bakam Lord Curzon da bu durumu İstanbul’daki Yüksek Komiseri Sir John de Robeck’e bildirmiş ve o tarihten önce antlaşmanın onaylanmasının mümkün olmadığını belirtmiştir,

8-Osmanlı hükümetlerinin Sevr'e karşı tavırları nasıldı?

Damat Ferid Paşa Sevr’in onaylanmasına taraftar görünmesine rağmen hem Anadolu’da gelişen Milli Mücadele hareketi, hem de uluslararası şartlar bunu engelliyordu. Hatta Ingilizler, çok geçmeden Mustafa Kemal Paşa ve onun hareketiyle uzlaşmadan Sevr’in onaylanmasının mümkün olmadığını anladılar. Bir yandan doğrudan temas kurmaya çalışırken, diğer taraftan da İstanbul’da Anadolu hareketiyle uyumlu bir hükümeti işbaşına geçirmeyi düşündüler. Bunu »anlayan Damat Ferid Paşa 16 Ekim 1920’de istifa etti.

Ertesi gün Sultan Vahdeddin’le görüşen İtilaf Devletleri temsilcileri, hükümetlerinden aldıkları talimata göre Anadolu ile uzlaşabilecek bir hükümet kurulmasını önerdiler. Bu amaçla 21 Ekim’de Ahmed Tevfik Paşa Hükümeti kuruldu. Ancak yeni hükümet onların beklentilerini ilk anda boşa çıkardı ve yayımladığı hükümet programında “Ülkede var olan ikiliği devlet vakan ve millet ile mütenasib şekilde bertaraf edecek millî varlığımızı korumak hükümetimizin ilk vazifesidir” dedi.

Bu gerçeğe rağmen İtilaf Devletleri temsilcileri 25 Ekim 1920’de yeni hükümete bir nota vererek Sevr Ant- laşması’nın bir an önce onaylanmasını istediler.

Buna karşılık Tevfik Paşa Hükümeti 5 Kasım 1920’de gönderdiği cevabî notasında hükümet ile milletin birlikte çalışması ve barış antlaşmasının anayasanın icaplarına uygun olarak onaylanması için Meclis-i Mebusan’ın toplanması gerektiğini bildirdi.

Artık İtilaf Devletleri için yapılacak tek iş, Sevr Barış Antlaşması’nda değişikliklere gitmekti. Londra Konferansı (21 Şubat-12 Mart 1921) sonuçsuz da kalsa bunun ilk adımı olacaktı.

 9-Mustafa Kemal Paşa ve TBMM’nin tepkisi ne oldu?

Mustafa Kemal Paşa için Sevr Antlaşması “büyük bir suikasdm inhidamını (çöküşünü)” ifade eder. Tabii ki bunu “tarihte em¬sali na-mesbuk (gerçekleşmemiş) bir siyasî zafer eseridir” dediği Lozan kıyaslaması bağlamında yapmaktadır. Ancak Sevr-Lozan mukayesesi bir yana, ilgi çekici olan, Mustafa Kemal Paşa’nın “Sevr projesi”nden, Mond¬ros Mütarekesi’nden Lozana geçen süreçte Osmanlı Devleti’ne su-

nulan “dört barış projesinden biri” olarak söz etmesidir. Ayrıca bu banş projelerine “sulh teklifleri” adını veren Mustafa Kemal Paşa, Sevr projesi ! için “TBMM’ce bir zemin-i münakaşa (tartışma zemini) bile addedilmemiştir” diyerek olumsuz tavrını ortaya koymuştur (Kemal Atatürk, Nutuk,H, MEB, İst. 1987, s. 750, 767).

Bu olumsuz tavrında Mustafa Kemal Paşa yalnız değildir; 1. TBMM de aynı düşüncededir. Nitekim Sevr taslağıyla ilgili olarak 56. Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Bey (Günsav) tarafından gönderilen telgrafın, BMM'nin 22 Mayıs 1920 tarihli taslağıyla ilgili olarak 56. Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Bey (Günsav) tarafından gönderilen telgrafın, BMM’nin 22 Mayıs 1920 tarihli ikinci oturumunda okunmasından sonra Karahisar-Sahib milletvekili Nebil Efendi “Boşuna yorulmuşlar, Türkiye’yi yok diye idiler daha iyi ederlerdi” sözleriyle tepki göstermiştir. Aynı şekilde Erzurum milletvekili Necati Bey barış taslağını görünce Avrupa’dan öğrendikleri “efkar-ı insaniyye”nin (İnsanî fikirler) tamamen silindiğini söylemiş ve hukuktan, Wilson prensiplerinden, hürriyet ve istiklal düsturların¬dan bahsetmelerinin birer “maske” olduğunun anlaşıldığı vurgusunu yapmıştır. Konya milletvekili Refik ise Sevr taslağı için “ kizb-i mahz (mutlak yalan) olan iddia" derken. Alı Şükru Bey (Trabzon). Mustafa Necati Bey (Sanıhan). Hamdullah Suphi Bey (Antalya) gibi milletvekilleri ise bu barış taslağının kabul edilemezliğine dile getirmiştir.

Bundan başka 1. TBMM, Sevr taslağının maddelerini görünce 7 Haziran 1920 tarihli bir kanunla 16 Mart 1920’den bu yana İstanbul hü-kümetlerinin imzalayacakları hiçbir antlaşmayı kabul etmeyeceklerini, geçersiz sayacaklarını ilan etmiştir.

Sözün kısası Sevr, onaylanmamış ve bundan dolayı da proje hükmünde kalmış bir barış antlaş-masıdır. Hatta Mustafa Kemal Paşa'ya göre işin başından itibaren Osmanlı Devletine sunulan bir barış projesidir. Damat Ferid Paşa hariç tutulursa, İstanbul ve Anadolu bu antlaşmanın hükümsüz kalması için elinden geleni yapmış ve hiçbir İstanbul Hükümeti, Osmanlı Devleti’nin siyasî varlığını sona erdirecek böyle bir antlaşmayı onaylamamıştır. Buna Sultan Vahdeddin de dahildir.

Sevr onaylanmamış, kadük kalmış bir barış antlaşması... Hal böyleyken Sevr’e bakarak Lozan barışına övgüler düzmek doğru değildir. Çünkü Sevr, deyim yerindeyse “sıfır” noktasıdır ve ölçüt olamaz.

Sevr 1. Dünya Savaşı sonrası ku-rulmaya çalışılan yeni uluslararası düzen çerçevesinde okunmalı ve İtilaf Devletlerinin -Batılı Devletlerin- belli ölçüde bugün de geçerli olan Türkiye hakkmdaki siyasî emelleri/ projeleri anlaşılmaya çalışılmalıdır.

Aksi halde ideolojik karşıtlık üzerinden tarih okumaları yapmak hiç kimseye bir şey kazandırmaz.

Derin Tarih
Devamını Oku »