Duanın Karşılığı

Duanın Karşılığı
Duanın karşılığı [icabet] tasavvura bağlıdır. Binaenaleyh Hakk'ı en iyi tasavvur eden kimsenin duaları en çok kabul edilen kimsedir. Sahih tasavvur ise gerçek ilim ve sahih müşahedeye tabidir.



Bunun için Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ı hakkıyla bilseydiniz, duanızla dağlar yerinden oynardı"

Görmüyor musunuz ki Hz. Peygamber tam marifet ve müşahede sahibi olduğu için, dualarının çoğu kabul edilmiştir. Bilgide [marifet] Hz. Peygamber'e yakın olan peygamberler de "Bana dua ediniz ki size icabet edeyim" âyetine göre dua ettikleri zaman dualarının kabul edileceği vaad edilen kimselerdir.

Şu halde marifeti olmayan ve duası esnasında herhangi bir şekilde zihninde bir şey canlandırmayan kimse Allah'a dua etmiş sayılmaz, bu nedenle de böyle bir kişinin duasına icabet edilmez.

Bunu anladıktan sonra şu da bilinmelidir ki duada kaldınlan bilinci el kulun zâhiren Allah'a yönelmesine işaret ederken, İkinci el bâtınen de Allah'a yönelmeye işaret eder. Kişinin dili bütün varlığıyla Allah'a yönelmeyi ifade eder; yüzün meshedilmesi ise teberrük niyetiyledir ve ruh ile bedeni birleştiren hakikate dönmeye dikkat çeker. Bu da kişinin Hakk'ın ilminde ezelî ve ebedî olan ayn-ı sabitesinden kinayedir: çünkü bir şeyin yüzü o şeyin hakikatidir. Yüz de bu hakikatin mazharıdır.

"Her şey helak olacaktır, O'nun vechi müstesna" âyetinin sırrından bir şeyler kalbine açıldıysa ehlinden başkasına açıklanması ve İfşası caiz olmayan bu anlattıklarımızdan daha garip sırra muttali olursun.

Bu, akıl sahiplerine bir ikazdır. Allah gerçeğe ulaştırandır.

Sadreddin Konevi,Kırk Hadis Şerhi (çev:Ekrem Demirli)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

images

3.Mektub



Ey azîz!
"O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından ve eşinden kaçar” gününden kork. “İçinizden geçeni ister açığa vurun, ister gizleyin; Allâh hepsinden sizi hesaba çekecek” gününün muhâsebesi üzerinde düşün. “Bunlar hayvanlar gibidir”in zevkleriyle meşgul olma.

“Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim’’ murâkabesi için başını eğ. “O gün Rablerine bakan pırıl pırıl yüzler vardır” müşahede içinde kalp gözünü aç. “Orada, nefislerinizin çektiği her şey sizin içindir, istediğiniz her şey size verilecektir’’ nimetlerini hatırla.

Böyle yaparsan, kalp kulağınla “Bana duâ edin ki, duânıza icâbet edeyim” “Allâh [kullarını] selâmet yurduna çağırır” nidasını duyar, böylece “Dünyâ hayâtı bir oyun ve eğlenceden ibârettir” gafletinden uyanırsın. “Sâbikûn/birinciler var ya, sâbikûn, işte onlar mukarreblerdir; onlar (nimetlerle dolu) Naim cennederindedir.’’ derecelerinin talebi için “baş ayağınla” yürürsün “Onlara müjdeler olsun“ hediyelerinin tepsileriyle» “Allâh kulları-na karşı çok çok lütûfkârdır“ lütûflarının müjdecisinin seni karşılayacağı umûdunun kırbacı ile himmet atın şahlanır.’’

“Yeryüzü ve gökyüzünün orduları Allâhındir“ askerlerinin yardımıyla, “Muhakkak ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır“ düşmanlarına karşı zafer kazanırsın. “Muhakkak ki nefis (nefs~i emmâre) kötülüğü çok çok emredicidir“ he vâsinin ağından kurtulursun.

“Takvâ sâhibi olursanız, Allâh da size ilim öğretir“in sırlarının letâifinin işaretleri kalp levhan üzerinde belirir. Ruh kuşun ezel hâtıralarını anar da, “Rabbınin yolunda boyun eğerek yürü“ fezâsında şevk kanatlarıyla uçar. “Her meyveden ye ! “ bostanlarında ünsiyet meyvesini toplarsın.

Sır aynan tecellî nârlarının lâmialarıyla/ışıltılarıyla apaydınlık olur. “Geceyi gündüze katar’’ın sırrı sana keşfolunur. Kalp bahçen “Gökten mübârek bereketli bir su indirdik ve onunla bahçeler ve çeşitli sebzeler yetiştirdik“ rahmet yağmurlarıyla yeşerir. Hepsi de “İrem bağları ve bahçeleri“ gibi oluverir ve sen “Onunla (gökten indirdiğimiz bereketli yağmur suyuyla) ölü bir beldeyi/toprağı dirilttik“in remizlerini anlarsın.

“Biz senin gözünden perdeyi kaldırdık, bugün gözün artık keskindir.’’perdeleri senin gözünden kaldırılır. Müşâhedenin kemâlinde öyle bir müstağrak olursun ki; bir zaman olur "Muhakkak ki,Allah bütün âlemlerden zengindir/müstağnîdir”zenginliğinin denizine gark olursun; başka bir zaman “Allâh’ın tuzağından emin mi oldular?!”ın heybet oklarının ortasında şaşırıp kalırsın; başka bir zaman da şevk yüzünden, “Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz’’ latîf nesîminin gelmesiyle birlikte, güzellikler bahçesindeki bülbül gibi şakırsın. Varlığın galebesi sebebiyle, “Ben gerçekten de Yûsuf un kokusunu alıyorum!” nağmeleriyle avazın yükselir. Kıskançlar kınama diliyle “Vallahi, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın!” derler. “Onu (Yûsuf un gömleğini Ya'kûb’un) yüzüne koyunca, hemen gözleri açılıverdi”nin tesirini gördüklerinde ise “ Bizim günâhımız için de istiğfar et,zira biz hata ettik.’’ Diye acz ve tazarru ile yalvarırlar. Sıdk ve ihlâsla ki ‘’Muhakkak ki Allâh seni bize karşı tercih etmiştir” derler.

O zaman sen de şöyle münâcât edersin:
“Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyâların tabirini öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı Sensin. Dünyâda da, âhirette de benim velîm (yakınım,sahibim) sensin. Sana teslim olmuş bir şekilde (Müslüman olarak) benim canım al ve beni sâlihler arasına kat. ”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Amele ve Cihada Teşvik

2.Mektub

Ey AZİZ !

Talep ağını “Bizim uğrumuzda mücâhade potası içerisine at ve onu “Allâh sizi kendisinden sakındırır” ateşi ile sürekli erit. Kirlerden ancak bu şekilde temizlenebilirsin. İşte o zaman “Onları doğru yollarımıza (hidâyete) eriştiririz.”tâcına lâyık olursun. “Alllâh, cennet mukâbilinde, mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı” pazarında tâcının kıymeti artar. Bunu sermâye edin ki, böylece “ ki, hâlis (tertemiz ve gerçek) din Allâh içindir” mülküne nâil olursun. “İhlas sahipleri büyük bir tehlike üzerindedir” sırlarından bir işâret ve remzi keşfedersin. “Allâhı’ın göğsünü Islâm’a açtığı kimse var ya, işte o, Rabbinden bir nûr üzerinedir” nûrlarının ışıltıları senin üzerine parlar.

İşte o zaman kalbinde “Bana duâ edin ki, sizin edeyim (karşılık vereyim)" müşterisi harekete geçer. “Deki:Dünya mal ve mülkü azdır /önemsizdir" çukurundan, “Ahiret daha hayırlı ve bâkidir” zirvesine doğru yükselirsin. “Biz ona şahdamarından daha yakınız” yakınlığı nesîminin kokusunu koklarsın. Kalp ağacının dalları sallanır. “Allâh ile berâber başka bir ilâha duâ etmeye kalkma” tecrîd bostanında “Allâh, de; sonra da onları bırak!” boranlarıyla ağyârdan soyunur, uzaklaşırsın. “Tarafımızdan kendilerine ezelde güzellik yazılmış olanlar” baharının rüzgârları sana doğru eser. Fazilet sağanakları ve “Allâh dilediğini kendisi için seçer" bulutlarının feyiz damlaları senin üzerine yağar.

İşte o zaman, kalp bahçesinin toprağı “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” bitkileriyle yeşerir. Ruh bostanları “Muhakkak ki Allâh’ın rahmeti ihsân sâhiplerine çok yakındır’’ meyveleriyle donanır. Sır vâdîlerindeki vuslat pınarları “ Bir pınar ki, ondan mukarrebler içer” menbaından akmaya başlar. “Bu,Allâh’ın fazlıdır;onu dilediğine ihsân eder" ikbâlinin müjdecin,“Artık korkmayın, üzülmeyin; vaat olunduğunuz Cennetle sevinin” müjdesiyle müjdeler. “Allâh onlardan, onlar da O’ndan râzı oldu” Naîm cennetlerinin rıdvanları “Güzel amellerinizin mükâfâtı olarak âfiyetle yeyiniz,içiniz’’ diye nidâ ederler.

Dilaver Gürer - Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir



Bismillahirrahmanirrahim

Hulûsi Beye hitaptır.

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ


Aziz kardeşim,

Sizler sabah ve akşam duamda dahilsiniz. Siz dahi beni duanızda dahil ediniz. Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir. Eğer bir adam, dostundan emin ise ki gurura girmez; onu şükre sevketmek için, tahdis-i nimet nev’inden ona ait bir kısım ihsânât-ı Rabbaniyeyi bahsetse beis yoktur zannederim.

İşte, seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki:

Ben Sözleri yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuûnât-ı askeriye nev’inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum, neden böyle yazıyorum? Sebebini bulamıyorum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.

İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözleri meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti. Fakat bâki kalan Sözler çok mühimdirler. Hususan i’câz-ı Kur’ân ve Kader Sözleri… İnşaallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözleri bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim.

Merhum Muallim Cudi’nin kasidesi mübarektir. Cenâb-ı Hak o zâtı şefâat-i Kur’ân’a mazhar etsin. Görmemiştim, görmesinden memnun oldum, Allah senden razı olsun. Yazdığın salâvat-ı şerife ise, onun hususunda birşeye rastgelmedim. Fakat ondaki letâfet ve nuraniyet gösteriyor ki, onun hakkında zikredilen sevaba ve fazilete lâyıktır.

İşittim ki, Onuncu Sözden sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil edecek çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendiye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz—tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar.

Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip tesellî buluyorum. Cenâb-ı Hak beni de, sizi de tarik-i Haktan şaşırtmasın. Âmin.

Şeyh Mustafa, Hakkı, Hüseyin ve Edhem Efendilere selâmla dua ederim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Âhiret kardeşiniz
Said Nursî
Devamını Oku »

Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.



Bismillahirrahmanirrahim
Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki:

“Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksatlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir.Öyle ise, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki,en küçük işlerimi de O'ndan bekliyorum, O'ndan istiyorum.”

İşte, duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve sâfiliğine bak, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعآؤُكُمْ 1 sırrını anla ve وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِۤى اَسْتَجِبْ لَكُمْ 2 fermanını dinle.

اَكَرْنَه خَواهِى دَادْ نَه دَادِى خَواهْ
denildiği gibi, eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 4
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ سَلِّمْنَا وَسَلِّـمْ دِينَنَاۤ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ 5 (Yirmi Dördüncü Mektup)

Bediüzzaman Said Nursî

Dipnotlar:

1) “De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” Furkan Sûresi, 25:77.
2) “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60.
3) bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 3:263.
4) “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm ve Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
5) Allahım! Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashabına, ezelden ebede kadar Allah’ın ilmindeki varlıklar adedince salât ve selâm et; bize ve dinimize selâmet ver. Âmin. Her türlü hamd ve övgü, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Devamını Oku »

Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir. Tevhid ve ibadette lâzım olduğu gibi, dua eden kimse de, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir” deyip Kadir olduğuna itikad etmelidir.

Bu itikad, Allah’ın herşeyi bilir ve herşeye kadir olduğunu istilzam eder.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye-Hubâb)
Devamını Oku »

Ücretimizi almışız hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız



Bismillahirrahmanirrahim

İkinci Meyve:
Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız.

Çünkü, ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat'umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden, daire-i mümkinât ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismâniyetin itibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. Onun ihsanıyla, cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zîrâ, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle, hakiki külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nurânî bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle, muhît bir nura seni çıkarmış.

İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güyâ eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, "Niçin duâm kabul olmadı?" diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

“Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yûnus Sûresi: 58.)

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler
Devamını Oku »

Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor (mu?)



Bismillahirrahmanirrahim


BEŞİNCİ NOKTA



İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” meâlinde, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاۤؤُكُمْ ferman ediyor. Hem اُدْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُم ْ emrediyor.

Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir; ‘Her duaya cevap var’ ifade ediyor.”

Elcevap:
Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Ya hekim, bana bak.”

Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.

Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil.

Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf ve husuf namazları” denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.

Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duanın vakti kaza olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur.

Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli, rububiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini itham etmemeli.


Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)
Devamını Oku »

İman,insanı insan eder...



DÖRDÜNCÜ NOKTA


İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu meselenin binler delillerinden, yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir burhan-ı kàtıdır. Evet, insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsizhâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.

Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)
Devamını Oku »

Varlıkların ve insanların dua çeşitleri



Bismillahirrahmanirrahim

Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır:

Ya istidat lisanıyladır bütün nebâtat ve hayvanâtın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır bütün zîhayatların, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevâd-ı Mutlaktan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.

Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: 

Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kàlîdir.

Meselâ, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım, lisanla, kalble dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.

İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de, kâinatın güzel bir takvimi ol.



Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)
Devamını Oku »

Zâlimlerin Tasallutu Özel Duaların Vaktidir



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


“Bazı dualar icabete iktiran etmez” diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. duaların semeresi değillerdir. Meselâ, şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.

Ve keza, zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa, zaten nurun alâ nur. Ve illâ, “İcabet duaya iktiran etmedi” diyemezsin. Ancak, “Henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir.

Cenâb-ı Hakkın duaların icabetine vaad etmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. duaya herhalde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise, Mucîbin hikmetine tâbidir. Meselâ, doktoru çağırdığın zaman, herhalde “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat “Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver” dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülâyim olmadığından vermez.

Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kastıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden, aksülâmel olur. O dua ibadetinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.

Bediüzzaman Said Nursî

(Mesnevi-i Nuriye)
Devamını Oku »

Dua Eden, ‘Cenab-ı Hak Işitir’ Demeli



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir.

Tevhid ve ibadette lâzım olduğu gibi, dua eden kimse de, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir” deyip Kadir olduğuna itikad etmelidir.

Bu itikad, Allah’ın herşeyi bilir ve herşeye kadir olduğunu istilzam eder.


Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye, Hubâb)
Devamını Oku »

Kelimeler

Kelimeler


Kelimeler, üzüm bağlarının yakalandığı floksera hastalığı gibi bir hastalığa yakalanmış. Kelimeler, hastalıklı üzümler gibi pas tutmuş. Soylu koşu atlan arabalara koşula koşula nasıl biçim ve ruhunu yitirir­se, inançsızlığın radyoaktif tozlarıyla yüklü bir bulutun üzerine çöktüğü günümüzün kelimeleri de, öylesine, deforme olmuş, atla eşeğin arasından fırlayan yaratı­ğın kaderini yüklenmiş. İnsanın özünden uzaklaşmış, kopmuş, neredeyse eşyanın arasına karışmış. Konuşan insan, sarf ettiği her kelimenin, etten kopan her parça gibi ruhdan kopan bir parça olduğunu unutmuş gitmiş. Yazar, bilmem kaç kelime kullandıktan sonra ömrünü tamamlamayacak da, kelimeler halinde döküldükten sonra eritilip yeniden kullanılan kurşun cinsinden bir kelime madenine sahipmişçesine bir güven çizgisinde. Halbuki, tekrar tekrar eritilerek kullanma katsayısı büyük sayılara ulaşabilecek kurşunun bile bir firesi vardır. Kelimelerin firesi, büründükleri et ve kemik olan kurşundan daha az değil, kurşunun firesinden daha az değil.


Dua olup hep gök katına çıkarılacağına, cüruf olup yeraltına indirile indirile, gün yirmi dört saat kurşun bulamacına batınla çıkanla, ruhla, Kutlu Kitapla, Cebraille dostluğunu yitirmiş, eşya ülkesine sürgün edilmiş, üslûbuna tertip hatalarından doğan bir üslûp ortak olmuş, berrak bir dağ kaynağı gibi akan yazıların ağırlığım çekemediği, ancak kırık, dörtgen kenarlı, sert köşeli latin vadisinde yaşayabilen cüzzamlı kelime­ler...


Soyluluğunu mermer mezar taşlarına, kurumuş çeş­melerin kitabelerine, cami duvarlarının boy erişmez yüksekliklerine, mavi bir kan damlayan çinilere soyunarak, yirminci milât yüzyılının konfeksiyon işi ruhuyla donanarak uçak postalarına yetiştirilen fabrikasyon verimi kelimeler.


İlhamdan, vahiy terbiyesinden, sadık rüya ateşin, den, dağ yakısından, zeytin, çam ve hurma ağaçlarının çiğlerinde yıkanmış olmaktan, seherden ve pınar çağıltısından, sancak hışırtısından, secde zuhurlarından, tekbir ve salâvatların bereketinden mahrum kelime­ler.


Çağın kelimeler iklimi.


Bir Kanunî’nin kelimelerine bakınız, bir de Kosigin’in kelimelerine bakınız; aradaki farkı anlayacak, kelime­lerin yakalandığı biçim değil, öz, dil değil, ruh hastalı­ğının sırrına ereceksiniz.


Kaybolan kelimeler, kullanılan kelimeler, kullanılı­şı azalmış veya artmış kelimeler ve bu azalış artışların matematik ifadeleri, kelime muhtevalarının genişleyen ve daralan alanları, bu genişleme ve daralmanın geo­metrik ifadeleri aransa ve dillerin üç buutlu, hatta bir de zaman ve tarihi katarsak dört buutlu, derinlikli tab­loları yapılsa, insanın kendini yeniden kurarken hangi noktadan yola çıkacağının ilk ipuçları belirecektir.


İnsan, bu kelimeler tablosunda can vermeden, ke­limelerin kıyametini çağıran sûr, insanın kıyamet sûrundan önce üflenmeden, sözlere can veren, kelime­lere balrengi bir fecrin ölümden sonraki dirilmesini ba­ğışlayan İlâhi kelâma dönmek gerek.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Dua

Dua

Dua, bir çocuğun babasından bir şeyler tırtıklamak istemesi türünden bir olgu değildir. Dua, Al­lah'a sığınmak ve Onun rızasını talep etmektir. Aslında dünyevî veya uhrevî taleplerin tümü, O'nun rızasında iç­kin bulunmaktadır. Onun rızasını talep eden ve O'nun rı­zasından başka bir niyeti içinde barındırmayan birisi için, somut ve özgül taleplerin her biri sefil, gülünç,'maska­ra şeyler olarak görünür. Dua, Allah'a sığınmak, onun rı­zasını talep etmek, daha da ileriye giderek Allah'la be­raber olmak ve O'nunla bütünleşmek ise, bu, aynı za­manda, kişinin Allah'ın rahmetine gark olma anlamım da tazammun eder, demeye gelir.

Rahmetin içinde yaşamayı istemekse, akla gelebilecek duaların en yücesi olmalıdır. Yunus Emre: "İsteyene ver sen onu (Cenneti), bana seni gerek, seni" derken, Cemalullahı talep ediyordu. Yani Cennetten daha fazlasına talipti: Cennet ve onun bütün makamları zaten Cemalullahta mündemiç değil miydi? Rahmet de içinde olarak... .

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Dua

“Var olmak, istemek ve sevmektir,” denildi. İnsanı var kılan, var olmak iradesidir. Benlik, bu iradenin ifadesidir. Var olmak iste­yişten, daha fazla var olmak isteği taşıyor. İrade, dışımızda hareket olmadan Önce içimizden gelen bir itilmedir. İnsanların istekleri, âdeta yerle gök arasında kat kat yükselen birer zemin üzerinde yayılmaktadır. Bazılarının istekleri alçaklarda dolaşıyor, bazıla­rınınki çok yükseklerde uçuyor. Bilinenle istenen şey arasındaki nisbetsizlik insanı eziyor. Akılla iradenin çatışmaları ıztırap doğu­ruyor. Elimizde olanla henüz olmayan arasındaki uçurumu aşmak, yapısı bakımından akim başaramayacağı iştir. Bizde var olan istek­le var olmasını istediğimiz hareket arasında ümit köprüsü gerili­dir. Ümit ise bir vehim, bir gölge olmaktan çıkıp da irademizin hayatı ile dolduğu zaman, dua olmaya doğru adım atmıştır. Eğer iradenin hayatı, kendi kendine yeterli davranışla ileri atılırsa bun­dan ya başarısızlık, ya da hoyratlık ve kendi kendine inanmayışın iğrenç tepkisi olan zulüm doğuyor. Bu halin aşın şekilleri ise bazı akıl hastalıkların meydana çıkarmaktadır. Ancak iradenin hayatı, yolun ister açık ister engelle tıkalı olduğu zaman, kendi kendine yeterli olmadığını kabul edip de kendi dışındaki sonsuz kudrete sığındığı zaman, dua başlıyor.

Duaya hazırlanan irade önce bu sonsuz kudretin huzurundadır. Onu görür, onun yardımına muhtaç olduğunu bilir. Kendi elindeki bütün imkânları çaresizliğin sınırına kadar sürükler, götürür. Dün­yamızda bizim zayıf aklımıza sunulan bütün imkân ve çarelerin yetersizliğinin hissi, duanın ilk şartıdır. Ergin ruhlarda tam bir idrâk, tam anlayış haline yükselir. “Zayıfım, âcizim, kendi kuv­vetlerimle hiçbir şey yapamam. Sana sığınmaktan başka çarem yok.” Sonsuz kudrete çevrilen duacının kalbinden çıkan ilk söz, bu itiraftır. Bu itiraf varlığı doldurduktan ve tam inanış haline gel­dikten sonra duaya yönelen ruh, günahlarının itirafına başlıyor ve kalbinden dudaklarına yükselmek isteyen şu sözlerle teslim olu­şa hazırlanıyor: “Asiyim, günahkârım, yardımına lâyık değilim. Böylesine sefil bir yaratık senden nasıl yardım dileyebilir? Affına lâyık değilim, öyleyken senden af diliyorum. Bana mağfiret et!”

Ne olduğunu bilmediği bir büyük huzurda kendisinin yere serilmiş olduğunu gören irade, mutlak kudretten vaad almış olduğu anda, son hamle olarak o ana kadar kendisini dolduran iyi, fena, çirkin, güzel pek çok ve çeşitli dileklerini hep birlikte bir kabın, bir büyük kadehin içinde doldurmuşçasına bir arada toplar ve mutlak kudretin vaadini hissettiği anda onu bir boşluğa boşaltır, hepsinden birden boşalır. Kendi hiçliğini hissettiği o anda mutlak kudretin kendisine uzanan elini üzerinde duyar: Dua kabul olunmuştur. Bu olağanüs­tü, beklenmedik anda, o zamana kadar kendi dışında bulunduğuna inandığı sonsuz kudretin ta içinde olduğunu görerek ona tereddüt­süz teslim olur. İçindeki bu sonsuzluk, Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeru” diye anlattığı önce bizi saran, sonra da içimize sinen mutlakın iradesidir. Bizim sefil insan olarak isteyen irade­miz, duanın kabul olunduğu bu anda mutlakın iradesiyle başka bir deyimle sürünen ben, kurtarıcı Ben’le, bütün noktaları tastamam üstüste gelmek suretiyle birleşir ve o anda yok olur. Kurtuluşun tam müjdesi duacıyı kendinden geçirir. Eğer sefil benlikten bir damla olsun erimese de dayansa, dua gayesine varmamış, Allah’a ulaş­mamıştır.

Gayesine ulaşan duada ruhtaki bütün dilekler, bir nehre karışan küçük ırmaklar halinde, mutlak iradede eriyip kayboldukla­rı gibi, duanın bu anında duacı vücudunun varlığım bile hissetmez olur. Artık onun için ne elem ve bunaltıcı dilek, ne de fenaya çevrili emeller kalmıştır. O ruhta fenalıklar, kendi vücudunun hissiyle birlikte, ateşe düşen kar tanesi gibi, eriyip kaybolur. İçerisinden İlâhî vecdin taşıdığı bu an, bu sonsuz sevinç anı ölümsüzdür. Onun başka beşârete ve hiçbir gayrete, hiçbir harekete ihtiyacı yoktur. Onda ses kesilir. nefes durur, vücut bütün bütün silinir. Varlık, kalpte bulunan bir noktanın kurtarıcı aydınlığına sığınmıştır.

İşte bu safhalarıyla anlattığımız dua şöyle tarif edilebilir: “Bü­tün halimiz ve bütün varlığımızla Sonsuz Kudret’e sükûn ve sürür içinde teslim olmamızdır.'' Bu yaptığımız tahlillere göre, yüksek sesle, ciğerleri yırtarcasına bangır bangır bağırarak, tumturaklı ve seci’li parlak cümleler halinde yapılan duaların, cemaatı dolandıran bir esnaf zümresinin berbat sanatı olduğunu anlamak güç olmaya­caktır. İstediği kadar saf insanların gözünden yaşlar getirsin, bu sihirbaz hüneri hem de Allah'a karşı bir terbiyesizlik, hatta haya­sızlıktır. Her hırsı, her emeli Allah'tan istemek şeklinde gösteren bu kurnazca alış veriş tarzı, iç yüzünde zenginin bütün varını kendi eline geçirmek isteyen ve bunun için dilenci kılığına bürünen sah­tekâr harisin kullandığı maharettir. Kendi bağırma ve konuşma hünerini kullanarak zengini yola getirmeye çalışan, kendisinin ses ve söz kabiliyetlerine değindirerek onlarla Allah'a çevrilip halimizi bilmeyen bir ağaya dil döker gibi kendisine acındırmaya çalışan ve zaman zaman tehdit edasını kullanarak zafere doğru gittiğini uman bu bayağı dua tekniğinin hiçbir zaman Allah'a ulaştıramıyacağını ve bu duaların asla kabul olunmayacağını bilelim.

Böylesine bağı­ranlar Allah'ın lutfuna ve hidâyetine kavuşsa, iniltiden öte sesi çıkmayan hastaların ve kendi nefesine sözü geçmeyen gariplerin ve bütün samimi ruhların Allah’tan yardım görmeyeceklerini, yalnız parlak cümleler yapmasını bilen gür sesli sahtekârların İlâhî iutfa uğrayacaklarını kabul etmek lâzım gelir ki, bunu da bir an olsun düşünmek, Allah'ı hiç tanımamakla beraberdir. Hakikatte ise hava­yı parçalamasına boşluğa haykıran kalabalıklardan uzakta, Allah yalnızlarla beraberdir. Aşkın olduğu gibi, duanın da sözü bırakıp kalbe sığınmada bulunduğunu Yahya Kemal ne güzel anlatmış: “Kalbi olanın dili yok, dili olanın kalbi yok." Samimi ve gerçek dua dudaklarda başlar, kalbe iner, orada Allah’a ulaşır. Dudaklarda başlamasının sebebi, sadece beden hareketlerinin ruh üzerine etkili bulunmasını sağlamaktır. Gerçekte hiçbir dille konuşmayan Allah'a çevrilmiş sözler gibi, göklere açılan eller de bizdeki dua halini kuvvetlendirmeğe ve bizi dua kapısından içeriye daha cesa­retle sokmaya yararlar. Duayı dua yapan, bedenin tâbi tutulduğu merasim değildir. Bize nüfuz eden İlâhî iradeden bir kıvılcımdır. Toplu yapılan duada bu kıvılcımın ateşlenmesi daha kolay olmakla beraber, bunda sonsuz kudrete değil de, birlikte dua yapan kalaba­lığa sığınmak tehlikesi vardır. Bu takdirde dua kuru bir gürültüden ibaret kalır. Yalnız yapılan duada Büyük Yalnız'a sığınma imkânı daha çok olduğundan bu dua öbürüne üstün tutulur.

Duada dilenen, İlâhî rahmet veya merhamettir. İstiyoruz ki, Sonsuz Kudret bize acısın ve üzerimize lütuflarını yağdırsın. Duacının ruhunu dolduran, İlâhî merhametin ümididir. Ancak bu ümide bizim kendimizden gelen hiçbir kurtarıcı kuvvetin ümidi karışmamalıdır. Kendi gücümüze bağlandığımız, ona inandığımız yerde dua yok oluverir. Allah’tan ümit, aşk halini alınca dua en yüksek haline ulaşmıştır.

Duanın belli bir merasim olmadığını söyledik. Tekrarlandıkça o, içsel bir davranış olarak insanın ruh yapısına girer, şahsiyetine karışır, karakterinin bir özelliği olur. Birçoklarının parlak nutuk­lar halinde yaptığı dualarda gerçek duadan eser bulunmadığı gibi, duayı ruhlarına karıştırmış olanlarda o, sürekli bir yaşayış, adeta alışkanlık halini alır. Böyleleri devamlı dua halinde bulunurlar. Onların sözleriyle hareketleri ve bakışları bile dua olur, rahmet ve ümitle dolar. Büyük ruhlar, kendilerinde devamlı dua halini yaşatanlardır. İnsanın en güzel eserleri duanın eserleridir. Kur’an, yeryüzünde duanın en büyük eseridir. Onda bizi Allah’a teslim eden füsun saklıdır. Kur’an dinleyenin samimi hali, İlâhî rahmetle kucaklanma halidir. Kur’an'ın kâidelerini her dilden öğrenebiliriz, lâkin onun ruhunu yalnız kendinden, Kur’an’ın kendi dilinden ala­biliyoruz. Bu dilin mucizesi, her halimizi dua hali yapmasındadır. Bütün varlığıyla duaya açılan adam bir dalgın, bir meczub veya be âciz değildir; belki aşkını âleme yaymaya kabiliyet kazanmış olan ve âlemin mesuliyetini kendi üzerine almaktan zevk duyan kalp adamıdır. O, bunca yükü sırtına yüklendikçe hafifler, sanki fezalarda uçar. Peygamberlerle veliler, her hali dua olan bahtiyarlardır. Onlar sürekli olarak Allah'a yalvarış halindedirler. Gerçek din terbiyesi, müminin ruhunda dua halini daima daha sürekli hale getirmektir.

Duaya açılan kalbden daha büyük kapı yoktur. Dua, Allah'la konuşmaktır. Büyük Sonsuz'dan gelecek cevabı bekleyenler, bu kapının eşiğinde bir Ömür beklemekten usanmazlar. Görmeye doyulmayan o, Sevgili'nin sesi, bazen ağaçların seher rüzgârıyla aldığı nefeslerde, bazen bir îshak kuşunun hıçkırıklarında duyulur. Bir akşam havasının sessizliğinde dinlenir. Onun sonsuz bakışını, ıssız gecelerin derinlerinde akıp giden yıldızların ibadetinde tanı­mak kabildir. Allah’a açılan eller halinde gökyüzünü arayan mina­reler, sürekli ibadet ve dua halinde bulunan yıldızlara sanki hayran­dırlar. Ağaçların bu dua kâinatına doğru atılışları da varlıklarından coşan sevdanın ifadesidir. Onlar da duaya açılacak kapı arıyorlar, onlar da Allah’a yalvarıyorlar. Hepimiz yaşamak için yalvarmaya mecburuz. Bizdeki ümitler yalvarmak istiyorlar. Musset, “Beni teselli et ki, bu akşam ümitlerden ölüyorum. Sabaha kadar yaşamak için yalvarmaya muhtacım.’’ diyordu. Yunus'un şiirleri, miracda yapılan dualardan başka bir şey olmadığı gibi,

“Çıktım semâvâta hâk berser,

İndim semâvât ile beraber.”

diye Makber’den haykıran Hâmit, dua halindeki miracını anlat­maktadır. Bütün sesi ve edâsı dua olan Fuzulî*nin “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre sû” diye haykırışında aynı kalp kapısın­dan sonsuza seslenişler duyuyoruz.

Dua, sözlerin en güzelidir. Nûrdan, sudan ve sevdadan yapıl­mıştır. Her varlığa nüfuz eder, her ümitsiz davranışı değiştirir, her kalbi kurtarır.

Dua, hallerin en sevimlisidir. Hasetten uzaklaştıran dostluğun, çokluktan kurtaran birliğin, hasretleri kavuşturan güneşin birleşme­sinden meydana gelmiştir.

Dua, kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilâhı rahmet­ten yapılmadır. Sevdalar onun başında söyleşir, garipler onun kena­rında dinlenir, yanmış yürekler onu içtikçe ferahlanırlar.

Dua, rüyaların en gerçeğidir. Hicranda kalanları kavuşturur, ruhları Allah’la tanıştırır, varlığı aslına yaklaştım.

Dua, bizde bizden öte bir haldir, insanda insanüstü bir dildir. O, en güzel ruhların dilidir.

Hareket, VII/79, Temmuz 1972.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »