Ücretimizi almışız hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız



Bismillahirrahmanirrahim

İkinci Meyve:
Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız.

Çünkü, ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat'umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden, daire-i mümkinât ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismâniyetin itibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. Onun ihsanıyla, cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zîrâ, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle, hakiki külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nurânî bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle, muhît bir nura seni çıkarmış.

İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güyâ eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, "Niçin duâm kabul olmadı?" diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

“Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yûnus Sûresi: 58.)

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler
Devamını Oku »

İnsan Kulluğu Reddederse Tabiatın Bir Parçası Olarak Kalır

İnsan hayatı dediğimiz süreç hem mekanik, hem de organik vakaların bir muhassalası olarak devam eder. Ama iş burada bitmez, bitmiş olsaydı insana küçük âlem demezlerdi, mekanik ve organik yaşama biçimleri içinde insan yalnızca âlem-i kebîrin bir parçası, makrokozmos’un bir kesiti olabilirdi ancak. Ama insanın mekanik ve organik hayatinin ötesinde bir de şahsî hayatı vardır. İnsana küçük âlem olma özelliği veren işte onun şahsı itibariyle yani kasıtlı seçmeleri, iradî kararlan itibariyle kâinattaki yerini kabul edişidir.

Tıpkı bütün kâinatın Allah’ın emirlerine isteyerek uyduğu gibi insan da kendisi için indirilmiş şeriata bile isteye uyarsa âlem-i sagîr’dir, küçük âlem’dir, mikro kozmos’tur: Müslim olmak, teslim olmak kâinat gibi olmaktır. “Sonra göğe ki o bir buhar halinde idi doğruldu da ona ve arza ikiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin buyurdu. Onlar da ‘isteye isteye geldik' dediler.” (Fussilet, 11) İnsan kul olmayı reddederse, yani Allah’tan başkasına kulluğu tercih ederse tabiatın sadece bir parçası olarak kalır. Bu haliyle de Allah’ın emirlerine uymak mecburiyetiyle yüzyüzedir. Lâkin ona artık küçük âlem demezler, zira o artık bir şahıs olma gücünü, bünyesinde yaratılmış olan her varlığın kulluk gücünü barındırdığı gerçeğini inkâr etmiş veya unutmuştur.

..Modern insanların anlamakta zorluk çektikleri husus insanın nasıl olup da tabiatın bir parçası olduğu halde tabiat içinde bir bütün olabileceği hususudur. Modern insanlar kendilerini bilen “özne’ kendi dışlarında, karşılarında olan her şeyi de bilinen “nesne” saymakla kendilerinin bir âlem olduğu fikrini reddetmiş oluyorlar. Bilmiyorlar ki kendilerinin “bilen” tarafı da ‘bilinen” özellikte yaratılmıştır. Benim beynim (eğer onunla düşünüyorsam) inorganik maddelerin, bitkilerin hayvanların tâbi olduğu kanunlara tâbidir. Eğer bilmek için kullandığım araç bilinmeye muhtaçsa bildiğimi nereden bilebilirim? Öyleyse ne yapacağım? Ben de bütün kâinat kainatın deveranına biterek ve isteyerek katılacağım. O zaman ben de bir kâinat olduğumu anlayabilirim. Çünkü ben de dağlar gibi, ormanlar gibi, denizler gibi, bütün hayvanlar gibi benim için çizilmiş olan yolda olduğumu, bana tanınmış sınırlar içinde bulunduğumu ‘bilerek yaşar bilerek ölürüm " o. Ama kâfirler parçanın bütünü yönetebilceğini iddia edebiliyorlar. Tabiatın bir parçası olan Ademoğlunun tabiata yön verebileceğini zannediyolar. Bu zan içinde insana mahsus mekân ve zaman tahrip ediliyor.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »