LOZANDA MADDDİ VE MANEVİ KAYIPLAR;
Lozan; muazzam bir imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır…
Türkün şahsına İslam’dan intikam alınarak, bütün bir islam dünyasının başsız bırakılmasıdır!…
Lozan’ın getirdiği, adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış iktisadi kaynaklardan mahrum, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş gayrı tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir!!
Şimdi mâruz kaldığımız kayıpları iki grup hâlinde arz edelim.
Misak-ı Millî‘ye nazaran “asgarî vatan” sayılan arazî bugünkü vatanımızdan mâada, Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya, Halep ve Musul ‘u da ihtiva ediyordu. Bunların feda edildiği mâlûmdur. Daha fazlasının talep edileceği düşünülürken şu arazi kayıplarına ilâveten başka maddî kayıplara da mâruz kalınmıştır.
Bunlar, “Harp Tazminatı, Gemi Bedelleri, Vakıf Bedelleri ve Osmanlı Borçlarının Taksimindeki Adaletsizlik” gibi hususlardı.
Şimdi maddî kayıpları hülâsa edelim.
Batum
Batum 93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda Ruslar’a geçmiş, kırk yıl esârette kaldıktan sonra 1918 başlarında tekrar Anavatan’a iltihak edebilmişti. Bunun için Ruslar ile aramızda imzalanan Brest-Litovsk Muâhedesihalkın reyine müracaatı kabul etmiş, yapılan plebisitte kahir ekseriyetle Türkiye’ye ilhak lehinde rey kullanılmıştır. Ermeniler’in plebisiti kabul etmemeleri üzerine bir kere de Kâzım Karabekir, harben burayı kurtarmış ve Anavatan’a bağlamıştı. O devredeki I.Büyük Millet Meclisi’nde 4 Batum mebusu bile vardı. Şu gerçeklere nazaran Batum, Misak-ı Millî’ye dahildi. Yani 3O Ekim 1918′de fiilen elimizde bulunmaktaydı. Lozan’da Ruslar’ın da konferansa katılmış olmalarına rağmen burası talep bile edilmemiştir. Nasıl edilebilirdi ki; 1921′de imzalanan Moskova Muâhedesi ile Batum tekrar Rusya’ya verilmiş, karşılığında kırk bin piyade tüfeği ile beş milyon ruble alınmıştı.
Batı Tırakya
Batı Trakya’nın da Misak-ı Millî’ye dahil olduğu münakaşasız bir gerçek tir. Buna Yunanlılar bile itiraz etmemektedirler. Hatta burada mütâreke sıralarında “Batı Trakya Hükûmeti Müstakillesi” bile kurulmuştu. Lozan’da İnönü burasını, talep etmek yerine Yunanistan’ın elinden alınıp, Bulgaristan’a verilmesi için çalışmıştı. Buna Yunanlılar bile şaşmış da Venezilos :
“Şu Bulgarlar’a şaşıyorum. Bizimle harb edip de zafer mi kazandılar ki, bizden toprak istiyorlar? Fakat asıl hayret ettiğim, İsmet Paşa’dır. Kendi elinde olmadıktan sonra, ha Yunanistan’da olmuş, ha Bulgaristan’da. Ne değişir ki, burasının bizden alınıp Bulgaristan’a verilmesi için çalışıyor?” demek mecburiyetinde kalmıştır. Bulgaristan Dedeağaç İskelesi’nden Ege’ye açılmak istiyor, İsmet Paşa da akıl almaz bir şekilde bunu destekliyordu.
Adalar
1911 Trablusgarp Harbi çıktığı zaman İtalyanlar ânî bir baskınla Ege Denizi’ndeki adalarımızı işgal etmişlerdi. Arkasından Balkan Harbi zuhur edince, İtalyanlar ile anlaşma yapılarak tek cephede harp etmek ihtiyacı hissedilmiş ve 1912 tarihli Uşi Anlaşması ile Trablusgarp Harbine nihâyet verilmişti. Buna göre, biz Trablusgarp’ı İtalya’ya bırakıyoruz, onlar da Adalar’ı bize geri veriyorlardı, iâde ediyorlardı. Ancak, Yunanlılar’ın eline geçmesinden korkulduğundan Balkan Harbi bitene kadar emâneten bunların, İtalyanlar elinde kalması kabul edilmişti. Fakat Balkan Harbini müteakiben I.Dünya Harbi ve sonra da Yunan Harbi başlayınca Adalar’ın bize devri gecikmişti. Demek oluyor ki, bunları Lozan’da topyekûn dava etmek gerekiyordu. Çünkü hukûken bize aid olduklarına itiraz eden yoktu. Ama ne yazık ki, Türk murahhas heyeti bu işte de çeşitli tâvizler vererek fırsatı elden kaçırmıştır.
İnanılmaz bir gerçektir, ama İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur, “Birinci komisyonun diğer bir işi de Adalar Denizi’ndeki Adalar meselesidir. Bunların bir kısmı Yunanlılar’ın, bir kısmı İtalyanlar’ın elinde. Ahali ekseriyetle Rum. Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık, iktisadî vaziyet cihetiyle Adalar mühimdirler. Hatta Anadolu’ya tecâvüz için mükemmel üssül hareke olabilirler. Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de muhafaza etmek kudreti var. Muhafazaları büyük masraflar ister. Yalnız Çanakkale Boğazı’nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve alabilirsek kâr. Öbür tarafı uğraşmaya değmez” demektedir…
Buna ilâveten askerî müşâvirimiz Tevfik Bıyıklıoğlu ‘nun Limni Adası’nı müttefikler münâkaşasız bize verdikleri hâlde zapta geçmeyi unuttuğu için kaybettiğimizi de tekrarlayalım.
Adalar meselesinde yapılan diğer bir hata da bu adaları gayr-i askerî hale getirirken, bunu Marmara Denizi’ne kadar şumüllendirmek ve Antalya’nın önündeki Meis Adası ‘nı bile Yunanlılar’a kaptırmak olmuştur.
Adalar mevzuunda Lozan’dan sonra bile birçok hatalar işlenmiş olmakla beraber, bunlar mevzuumuz hâricidir. Şu kadarını söylelimki Alman Harbi’nde İtalyan hakimiyetindeki Ege adaları, Alman işgaline geçmiş ve Almanlar çekilirken bu adaları bize devretmeyi teklif etmiş olduğu halde, o günkü Türk Hükûmeti akıl almaz bir ahmaklıkla bu teklifi değerlendirememiştir. Bugün Yunanistan “Kıt’a sahanlığı” meselesi ile gırtlağımızı sıkabilmekte ise, hep bu adalar sayesindedir. Ayrıca NATO üssü diyerek Adalar’ın Lozan’daki statüsünü bozan Yunanistan, yalandan bir oyun bozanlık ile bir ara NATO’dan çıkmış sonra tekrar girerken de Adalar’ı dahil etmeyerek, bunlardaki askerî üsleri kendi kontrolüne geçirmek imkânını bulmuştur.
Kıbrıs
93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda İttihat Terakki’nin mübeşşirlerince mâruz kaldığımız felâketi hafifletmek maksadıyla Sultan Abdülhamid Han siyasî bir manevra çevirmiş ve bu iş için İngilizler’i kullanmıştı. Çünkü onlar da Hindistan’ın Kuzey kesimindeki menfaatleri itibariyle Ruslar’ın ilerlemesine karşı çıkmak mecburiyetindeydiler. Fakat bize yapacakları iyilik mukabilinde bir tâviz olarak Kıbrıs’ı aldılar. Zira burası Hindistan yolunun emniyeti bakımından kendilerince mühim idi. Anlaşmanın bir şartı da Ruslar, başta Batum olmak üzere Elviye-i Selâse ‘yi(üç vilâyet yani Kars, Ardahan ve Batum) bize iâde ettikleri takdirde, onlar da Kıbrıs’ı geriye vereceklerdi. Lâkin I.Cihan Harbi’nde biz İttihat Terakkicilerin hesapsız hareketleri sebebiyle Almanlar’ın yanında yer alınca, İngilizler 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası’nı ilhak ettiklerini ilân ettiler.
Türkiye, bu emr-i vâkiyi kabul etmedi. Mesele Türkiye ve İngiltere arasında muallakta kalmış oldu. Bunun da Lozan’da halli gerekiyordu. Lozan zâbıtlarını baştan sona kadar okuyanlar, Kıbrıs Adası’nın murahhaslarımızca talep olunduğuna dair bir tek cümleyle karşılaşmazlar. Muâhedenin 20. maddesi ile Türkiye’nin İngilizler tarafından 5 Kasım 1914 tarihinde ilân olunan ilhak kararını tanıdığı beyan edilmektedir. 21. maddede ise, orada yaşayan ahalinin artık Türk tâbiiyyetini kaybederek İngiliz tâbiiyyetini kazandığı hükme bağlanmaktadır. Ancak bizim murahhasların itirazı ile buna bir istisna getirilmiş ve isteyenlerin iki sene içinde Türk tâbiiyyetini tercih edebilecekleri kabul olunmuştur. Ancak bu tercih haklarını kullananların, müteakip 12 ay zarfında Türkiye’ye hicreti mecburî kılınmıştır. İşte Kıbrıs Adası’nda Türkler ve Rumlar arasındaki nüfus dengesizliği, bu sebepten kaynaklanmaktadır.
Sadece bu sebepten mi? Hayır… Bir de şu var: II.Cihan Harbinde açlık ve bombardımandan kaçarak Ege sahillerimize sığınan on binlerce Rum, istekleri üzerine, bizim tarafımızdan Kıbrıs’a taşınıp yerleştirilmişlerdir.
Antakya
30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesi’nin akdi sırasında Fransız orduları Şam dolaylarında bulunuyorlardı. İşgallerini tâ Maraş’a kadar çok sonra ilerletmişlerdir. Bu itibarla Antakya da Misak-ı Millîye dahildi. Fakat Lozan’da talep edilmedi. Maraş hadiselerinde yediği dayağın tesiri ile henüz hiç bir zafer kazanılmamışken 1921 yılında “Ankara İtilafnâmesi” ni imzalayan Fransızlar, Adana’nın Dörtyol kasabasına kadar bütün bölgeyi kendi rızalarıyla boşaltıp bize teslim etmişlerdi. Lozan’a zafer kazanmış olarak gitmiştik. Fransızlar’dan bütün Antakya’yı talep etmek zaruri idi. Lâkin Ankara İtilafnâmesi’nin çizdiği hudutlarla iktifa edilmiştir.
Burasının bilâhare kurtarılabilmeside bizimkilerin dirayetinden ziyade İngiliz ve Fransız rekabeti sebebiyle İngiliz telkin ve desteği sayesinde mümkün olmuştur ki, bunun tafsilâtı da burada mümkün değildir.
Halep
Aynı sebeplerle Halep de Misak-ı Millî’ye dahildir. Mütâreke günü ordumuz Halep’in 4O km. güneyindeki “Nibil Kasabası” nda idi. Ankara İtilafnâmesi ile hudut Halep’in 40 km kuzeyindeki Tibil’den geçirilerek, başta Halep şehri olmak üzere 80 km. derinliğindeki bir vatan parçası hudutlarımız hâricinde bırakılmıştır. Malûm olduğu üzere Müslüman alfabesiyle yazıldığında Nibil ile Tibil arasında bir nokta farkı vardır. Bir nokta fark için Güney hudutlarımız 80 km kuzeyden çizilmiş demektir. Bunun da Lozan’da düzeltilmesi gerekirdi. Zabıtlarda baştan başa Türk olan Halep için sarfedilmiş bir cümleye rastlamak mümkün değildir!
Ve Musul
Bu öyle bir arazi kaybıdır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır. İngilizler Mütârekenin imzalandığını duymadıkları iddiasıyla, ileri yürüyüşe devam ederek burasını, 2 Kasım 1918′de işgal etmişlerdir. Musul’un Misak-ı Millîye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk murahhasları burası için aylarca münakaşa etmişlerdir. Fakat ne yazık ki, sonunda bir taktik hatası ile, Musul’u da bize kaybettirmişlerdir!…
Lozan’da Musul, umûmî sulhun kaderinden tefrik olunarak, Türkiye ile İngiltere arasında 9 aylık bir müddet zarfında ikili bir sûrette görüşülüp, halledileceği esası kabul edilmiştir. Bilâhare 1926 yılında İstanbul Kasımpaşa’da “Haliç Konferansı” adı ile toplanan konferanstan da bir netice alınamayınca bu yüzden mesele Cemiyet-i Akvam’a gitmiştir. Buradan da aleyhimize karar çıkmak ihtimali belirince, Ankara’da 14 Haziran 1926 tarihinde gece yarısı bir anlaşma imza edilerek, Musul ingiliz mandası Irak’a bırakılmıştır. Karamela şekeri nevinden, 25 sene müddetle petrol gelirlerinden Türkiye’ye yüzde 10 verilmesi esası kabul edilmiş ve bu da alınamamıştır.
Halbuki Lord Gürzon ‘un hatırâtına nazaran, İngilizler, Musul’u bize vermemekte direnirlerse ve bundan dolayı sulh gerçekleşmezse, petrol yüzünden sulhe yanaşmadıkları yolunda itham olunacakları endişesiyle Musul vilâyetini toprak olarak bize bırakmak, ama petroller üzerinde mümkün olanı sağlamak kararındaymışlar. Lâkin, Türk murahhaslarının meseleye bakışlarındaki zafiyeti gören Lord Gürzon, kendi Hükûmetinin bu sûretle vâki kararını bir tarafa bırakarak, dayatmış ve Musul’u hem arazi ve hem de petrol olarak İngiliz Kraliyeti’ne kazandırmıştır.
Musul’un kurtarılması için bilâhare de fırsatlar zuhur etmiş ve bunlar günümüze kadar devam etmiştir. Musul, bugün üzerinde 2,5 milyon (sağa sola kaçırılanlarla beş milyon) Türk’ün yaşadığı bir esir vatan parçasıdır. Buradaki halk, Kürdüyle Türküyle Dünya’nın en mustarip insanlarıdır. Türkiye’nin geleceği bakımından en ciddi bir tehlikeyi teşkil eden“Kürtçülük hareketi” gibi, gitgide ahlâk ve mâneviyatı kemiren maddî sefâlete karşı da, kurtuluş çaremiz Musul’dur, onun kurtarılmasıdır. Bunun için henüz bütün fırsatlar elden kaçmış değildir. “Körfez krizi” kapanmamış bir yara gibidir! Umarız ki, bütün siyasîler ve eli kalem tutan herkes, Musul’un ehemmiyetini kavrar da bu mağdur vatan parçasının kurtarılması için gönül ve amel seferberliği eder.
LOZAN’DA MANEVİ KAYIPLAR
En Büyüğü Hilâfet
Hilâfet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilgâ edildi. Fakat şu neticenin husûlü için yapılmış olan pazarlıklar yürütülmüş olan gizli çalışmaların çok girift bir tafsilâtı vardır ki; bu yazının nacmine sığdırılamaz. Ancak bu istikametteki en ehemmiyetli adımın Lozan’da atılmış olduğunu söylemek, yanlış olamaz. Lozan müzâkereleri başladığı sırada, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis’te Saltanat’ın ilgâsı müzâkerelerinden başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran konuşmalar yapıyordu.
Hatta İzmir İktisat Kongresi ‘ni açmaya giderken yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Câmii’ndeki hutbesi herkesçe bilinmektedir. Diğer taraftan İsmet Paşa da Lozan’da her vesîle ile aynı istikamette beyanatlar veriyordu. Bunun üzerine şüphelenen ve yeni Türk idaresinden eski vaadleri istikametinde hareket etmeyerek, Hilafeti yıkmayacağı düşüncesine kapılan Gürzon bir deneme yaptı. Fahreddin Paşa’nın emniyet mülahazası ile Medine’den getirttiği “Mukaddes Emânetler”in geriye iâdesinin lüzumundan bahseden bir konuşma yaptı.
İnönü’nün buna cevabı çok sert oldu. Bu cevap M. Kemal Paşa’nın Hilafeti yıkmayacağı ve halife olmak isteyeceği yolundaki kanaatleri takviye edince, Lord Gürzon, İsmet Paşa’nın müşâviri Hayim Naum Efendi’yi çağırdı ve onun vasıtasıyla Hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını bildirdi. İsmet Paşa buna re’sen karar veremezdi. Bu sebeple Hahambaşı Hayim Naum Efendi İzmir’e geldi ve durumu M. Kemal Paşa’ya anlattı. Bunun üzerine İzmir’e gelinceye kadar yollarda her vesile ile Hilafeti methetmiş olan M.Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu plağı tersine çevirerek, Hilafet ve halifelere veryansın etti. Bununla da kalmayarak daha tek başına verdiği bir kararla, henüz sulh olmadan, ordunun bir kısmını terhis etti. O sırada Lozan Konferansı kesintiye uğramış, murahhaslar Türkiye’ye dönmüşlerdi. Ankara’ya gitmekte olan İsmet Paşa’nın treni Eskişehir’de bekletildi. M. Kemal kendisine mülâki olunca, hareket edildi. Ondan da mütebaki tafsilât alınınca, Hilafetin ipini çekmek kararı verildi. Bunun safha safha gerçekleşme şekli de mevzuumuz hâricidir.
Patrikhâne
Patrikhâne ve yerli Rumlar’ın, huzur ve sükun içinde ya şadıkları vatanımıza, hıyânetlerinin tarihi çok eskidir. Ancak, I.Cihan Harbi ve Türk-Yunan Harbi esnasında bu hıyânetler akla durgunluk verecek bir şekle varmıştı. Din adamlarına ve dinî müesseselere tanınan masuniyeti sûistimal ederek, papazlar birer tedhiş militanı ve kiliseler silâh deposu hâline getirilmişti. Mütârekede daha Müttefiklerin İstanbul’un işgali gerçekleşmeden, Patrikhâne’nin kapısına çift kartallı Bizans bayrağı çekilmiş ve güya Ayasofya’ya asılmak için çanlar bile hazır edilmişti. Türk düşmanlığı kazanının kaynatıldığı, bir fitne yuvası hâline gelen Patrikhâne’nin Lozan’da alınacak bir kararla, Türkiye hâricine çıkarılması hususunda, TBMM’den sokaktaki adama kadar tam bir ittifak mevcuttu. Murahhaslar da önce bu istikamette beyanda bulunmuş fakat daha sonra hem İnönü ve hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhâne’yi ibka etmişlerdir.İnönü , Patrikhâne’yi Lord Gürzon ‘a bir doğum günü hediyesi olarak bağışlayıp hediye ederken, Dr. Rıza Nur da Lord Gürzon ‘un muavini Nikolson ile yaptığı bu husustaki pazarlığı, say falar dolusu ve safiyâne bir sûrette anlatmaktadır. Lozan Muâhedenâmesi’ne bir madde olarak girmeyip, zâbitlarda kalmış olan bu husustaki münakaşalar, havanda su dövmekten ileri git memiş ve bizi yine de zuhur edecek bir fırsatta arkadan hançerlemeye amâde bulunan bu uğursuz müessese, bütün teşkilat ve husûsiyetleriyle muhafaza edilmiştir.
Türkiye’de yaşayan gayr-i müslim ekalliyetler, Müslümanlar’a nazaran imtiyazlı bir zümredirler. O gün Türkiye’de İslâm Hukuku’ndan yapılmış olan Mecelle mer’idi. Bunu kendi din ve örflerine aykırı bulan Müttefikler, Hristiyan ekalliyetler için ayrı bir kanun yapılması mecburiyetini öne sürmüş ve bu husus Lozan Muâhedenâmesi’nin 35. maddesinden itibaren “Ekalliyetlerin Himâyesi” başlıklı bölümde serâhaten ifadesini bulmuştur. Aramızda yaşayan bir avuç Hristiyana, onların dinlerine aykırı olan İslâm Hukuku’nu tatbik etmeyerek ayrı bir kanun yapmayı insan hakları cümlesinden sayıp bunu muâhede metnine dere eden Yeni Türkiye idarecileri, acaba 1926′da bayrağı Haç olan İsviçre’nin medenî kanununu resmen kabul ile, Müslümanlar’a cebren tatbik ederken, bu insan haklarına saygı lüzumunu nasıl olup da unutmuşlardı? Yoksa insan hakları sırf Hristiyanlar için mi mevzubahistir? Türkiye gerçekleri muvâcehesinde hâlâ böyle söylemek de kabildir. Hristiyanlar, Lozan Muâhedenâmesi’ne göre pazar günü (o zaman resmî tâtil cuma günü idi) bir resmî muâmeleyi ifa etmemekten, çağrıldıkları mahkemelere gitmemekten veya bir resmî tebligatı kabul etmemekten dolayı muâheze olunamazlar ve hiçbir haklan zâyi olmaz!.. Yine Lozan Muâhedenâmesi’ne göre Hristiyan ekalliyetler Türk mahkemeleri huzurunda Türkçe konuşmaya mecbur değillerdir üstelik. Hükûmet onlar için, tercüman bulundurmak zorundadır. Kırk yıldan fazla Türkiye’de yaşamış olan PatrikAtenagoras , Yassı Ada Muhakemeleri’inde şahitlik ederken bu sebeple Rumca konuşmuştur.
Türk Hükûmeti, Lozan Muâhenâmesi’yle gayr-i müslim azınlıklara tanınmış olan hakları, değiştirecek veya onlara üstünlük ifade edecek kanun çıkartamaz.
Yüzellilikler Meselesi
Harp esnasında bizi arkadan hançerlemiş olan gayr-i müslim ekalliyetlerin sulhtan sonra cezalandırılmasından korkan Müttefikler, Türk murahhaslarını bir umûmî af protokolü imzalamaya icbar edince, bizimkiler bnuna yanaşmadılar. Uzun münâkaşalar sonunda anlaşıldı ki; bizimkilerin afvetmek istemedikleri ihânet etmiş olan gayr-i müslimler değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsî muârızlarıdır. Fakat kimler afvedilmeyecekti? Hangi suçları işleyenler? Lozan’daki murahhasların bunu bilmesine imkân yoktu. Dünyanın her yerinde aftan istisnalar, suç nevi tasrih olunarak yapılır, bizimkiler buna yanaşmak istemiyorlardı. Böylece muğlak bir muhteva içinde münâkaşa edilirken, bizimkilerin tahminen yüzyüzelli kişi kadar olabilecek şahsî muârızlarını gayr-i hukuki bir sûrette istisna etmek istedikleri anlaşılınca ve bu hususta hazır bir liste de olmayınca, Lozan’ın eklerinden biri olan af protokolüne bundan yüzelli kişinin istisna edildiğine dair bir hüküm ilâve edildi.
Türkiye’ye dönüp geldikten sonra, yazboz tahtası gibi birinin ilâvesi diğerinin kayırıp listeden çıkartması gibi yazıp bozmalarla yüzelli kişilik bir liste vücuda getirilmiş ve bunlar aftan istisna edilmiştir. “Yüzellilikler” denilen ve çoğu vefatlarına kadar vatancüda kalan bu insanların Şeyhülislam’dan köylü Mehmed Ağa’ya kadar aralarında kimler yoktur? Çoğu bir içtihat farkına, rekabet hissi ve intikam duygusuna kurban gitmiş olan şu insanlarla ilgili hakikat, yeni Türkiye’nin hukukî ayıplarından biridir.
Adlî Murâkabe
Türkiye, Hristiyan Batı Dünyası’na güven vermek için Avrupa hukukçu larından teşekkül eden bir grup insanı Türkiye’ye dâvet edip onlara resmen ve dolgun ücretlerle Türk adliyesini murakabe ettirmeyi kabul etmiştir ki, bu da haysiyet kinci bir hadise olarak Lozan’ın mânevî kayıplarından birini teşkil eder.
Buraya kadar yazdıklarımızın hulasası şudur ve aksine zorlamalara rağmen, istikbalin tarihçisinin Lozan hakkında vereceği hüküm de bundan ibaret olacaktır:
” Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak bütün bir İslâm Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır! Lozan’ın getirdiği; Adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış, iktisadî kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir. ”
Yeniden büyük devlet olma imkân ve ümitleri istikametinde yürürken, Lozan’ı değiştirmedikçe “Büyük Türkiye” nin şafağı sökmeyecektir!…
Kadir Mısıroğlu – Tafsilatıyla öğrenmek için; Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi?!, cild: 2ve 3