Sultan Vahidüddin Müdafaası

Sultan Vahidüddin Müdafaası
Sultan Vahideddin merhûmun, Türkiye'de ilk defa tarafımızdan neşredilmiş olan şu "müdafaanâ-me" mâhiyetindeki beyannâmesinde yer alan gerçekler -belli başlıları itibariyle- şöyle sıralanabilir:

1- Merhûmun taht'a geçişi, binbir felâkete sebep olan Birinci Cihan Harbi'nin sona ermek üzere bulunduğu günlere rastlar. 4 Temmuz 1918. Demek ki, mâ-hud "Mondros Mütârekenâmesi"nin imzalanmasına (30 Ekim 1918) sadece üç-dört ay gibi az bir zaman kalmış bulunuyordu. Bütün cephelerden mağlûbiyet haberleri gelmeye başlamıştı. Memleket, Ittihad ve Terakki mütegallibesinin ceberrûtî idaresi altında madden ve manen bitkin ve perişandı. Bu husus, O devre âid bütün kaynaklarda âşikâr bir sûrette görülmektedir.

Gerçi, O, yâni Sultan Vahideddin "halife" sıfatiyle siyâsî, idari ve hatta askerî kuvvet ve müessesele-rin en yüksek âmiri idi. Fakat resmen "başkumandan" sayılmakla beraber, bu durum "fiilî" değil, sırf "hukuki" idi. Hakikatte, iktidar, tâ Sultan (1) 1. Abdülhamid Han'ın tahttan indirîlişinden itibaren ittihatçı rüesâya (liderlere) intikal etmiş bulunuyordu. Bu sebeple mâruz kalman mağlubiyet ve felâketlerden mes'uliyeti asla mevzuubahs olamayacak biri vardıysa, O da Sultan Vahideddin'di. Bırakınız, hükümdarın şahsını "gayr-i mes'ûl" ilân eden "Osmanlı Kanun-i Esâsîsi"ni de fiilî vâkıalar bile, Sultan Vahideddin merhûmun -herhangi bir sûretle- ittihamına imkân vermez. Bu gerçeği kavramak için sırf O'nun tahta geçiş, yani mes'ûliyet yükleniş tarihinin 4 Temmuz 1918 oluşuna dikkat etmek bile kâfidir.

Hâl böyleyken Sultan Vahideddin'in "Vatan İhâneti" gibi en ağır bir cürümle ittihammm ne çirkin bir iftira olduğunu takdirlerinize bırakıyoruz. O, böyle bir it-hâma mâruz kalmak için ne yapmıştı?! İngliz gemisine binerek vatanı terketmesi, veyahud da Millî Mücâdele'yi bastırmak üzere "kuva-yı inzibatiye" adıyla bir kuvvet teşkil etmesi mi afv edilmez bir cürüm sayılmıştı?! Bu gibi yersiz iddia ve ithamların cevabını bu eserin ilerle¬yen sahifelerinde bulacaksınız.

Vatanı terkettiği sırada hayat ve memâtının mutlak bir tehlikeye mâruz bulunduğu her türlü şüpheden beridir. Bilhassa "Ali Kemal Vak'ası"ndan sonra bu tehlikenin kat'iyyeti münâkaşa götürmez bir hâle gelmişti. Hiç kimsenin "niçin ölmeyip de kaçtığını" ileri sürerek O'nu vatan ihâneti ile suçlaması akıl ve mantık işi değildir.

2- O günlerde Türkiye için müttefiklerinden ayrılarak münferid sulh yapmak -ki, bunu Sultan Vahideddin çok arzu etmiş ve bu uğurda pek çok gayret sarfetmiştir -imkânı bulunamamıştır. Esâsen bu hususta İttihadçılar arasında da fikir birliği yoktu. Enver Paşa'nın fedâîlerinden Yakub Cemil, bu yoldaki düşüncelerinin kurbanı olarak kurşuna dizilmişti. Bu da kendilerine âid kaynakların çoğunun şehâdeti ile sâbittir.

3- Mondros Mütârekenâmesi'ni imzalayan heyetin başkanı Rauf Orbay'dı. M. Kemal Paşa da o sırada en kuvvetli bilinen askerî varlığın (Yıldırım Orduları) başmda idi. Sonradan aziz vatanımızın her taraftan işgâle mâruz kalmasma sebep olan bu mütârekenâmeden dolayı mes'ul aranacaksa evvelemirde bu iki şahsın gös¬terilmesi gerekirdi. Sultan Vahideddin bu "Mondros"u imzâlayan hükümeti iş başından uzaklaştırarak adem-i tasvibini ortaya koymuştur.

Halbuki daha önce tafsil edilmiş olduğu üzere bu mütârekeyi imzalayan Ahmed İzzet Paşa kabinesi, M. Kemal Paşa'nın Adana yakınlarındaki Bahçe'den Saray'a çektiği bir telgraf üzerine kurulmuştu.

Bu kabine adına o mütarekenâmeyi imza eden Rauf Bey de "Bahriye Nâzırı" idi. Sonradan, yani Malta dönüşü Rauf Bey'i Ankara'da İcra Vekilleri Hey'eti Reisi yâni "başvekil" yapan da M. Kemal Paşa değil midir?! Sevr'i imzalayan murahhasları hâin ilân ederek "Yüzellilik"ler listesine koyanlar, acaba Mondros'a imza koyanları niçin böyle baştacı edinmişlerdir?!. Halbuki, aziz vatanımız, Sultan Vahideddin merhûmun mukavemeti ile sırf bir "proje" hâlinde kalmaya mahkûm edilen Sevr'e değil, Mondros'a istinâden çeşitli iş-gâl ve istilâlara mâruz kalmamış mıydı?!.

4- İzmir'in işgâli, İtilâf Devletleri'nin müşterek kararlarının eseri olarak gerçekleşmişti. Bunun bilâhare sırf bir "Yunan Mes'elesi" hâline gelmesi, İtilâf Devletleri arasındaki anlaşmanın zaafa uğramasından sonradır.(1) Bu devrede Sultan Vahideddin'in yaptığı "hakkımızdaki umûmî gayzın ortadan kalkması veyahud da azalması için vakit kazanmak"tan ibâretti. Yoksa O, "Mecelle-i musibet" adını verdiği Sevr Sulh Projesi'ni,devrinin bütün münevverleri hilâfına -kerhen de olsa- kabule aslâ yanaşmamıştı. Sevr'in ıslâhı için toplanan heyetlerin kazandırdığı zamandır ki, Anadolu'da toparlanmak imkânını sağlamıştır.

5- Sultan Vahideddin merhûm, hiçbir zaman Millî Mücâdele'nin aleyhinde olmamış, bilâkis bu hareketi hidâyetten nihâyete kadar desteklemiştir, M. Kemal Paşa'yı Anadolu'ya nasıl ve ne şartlar altında bizzat göndermiş ve O'nu madden olduğu kadar, eline bir "fermân-ı hümâyun" vererek mânen de desteklemiş bulunduğunu -evvelce ortaya koymuş olduğumuzdan burada tafsilâta girmek lüzûmunu hissetmiyoruz. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki, Sivas Kongresi kararlanın kabul etmek istemeyen Damad Ferid Paşa'yı istifâya zorlayarak Ali Rıza Kabinesi'ni kurduran Sultan Vahideddin, her safhada dâima İstanbul-Ankara arasında İngilizler'in ihdâs ettiği anlaşmazlığı gidermek için sonuna kadar bütün gayreti ile çalışmıştır.

İngiliz Arşivleri'ndeki çeşitli vesika Sultan Vahideddin'in İnglizler elinde âdeta esirden farksız bulunduğunu göstermektedir. Öyle ya, bankadaki hesâbından re'sen para çekememekte, âilesini dilediği yere nakledememektedir.

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki; Hilâfet'in ilgası için "Vur abalıya!.." kabilinden Sultan Vahideddin'e yüklenilmesi, sırf kurt-kuzu hikâyesindeki mantık icâbıydı. Lozan müzâkerelerine gidilirken "Saltanat'in ilgâsı" bilâhare Hilâfet'in de ilgâ olunacağı hususundaki endişeleri arttırmış bulunuyordu. Gerçi M. Kemal Paşa, bunların birbirinden tefriki ile Saltanat'ın kaldırılması şırasında Hilâfeti göklere çıkaran uzun bir konuşma yapmıştı. Halbuki bu konuşmadan takriben bir-buçuk yıl sonra Hilâfet fiilen ilgâ olunacakta. Bu tutum acaba, o gün için başvurulan,bir taktiğin icabı mıydı?!..

Bizce, hayır!..

Filhakika M. Kemal Paşa, mâhûd nutkunda bu mes'eleye temasla "Hilâfet, sarih bir hukuka mâlik olmaksızın bir müddet daha bırakıldı, demek suretiyle bu hareketi, bir taktik icâbı olarak göstermektedir. Fakat bugün ortaya çıkmış olan sayısız vesika, hem kendisi ve hem de Meclis'in o sırada Hilâfet'in ilgasından değil, bilâkis muhafazasından yana olduğunu göstermektedir. Şu farkla ki, Meclis bu dinî ve tarihî müessesenin, Türkiye'nin istikbâli bakımından lüzum ve ehemmiyetine inanıyor, O ise, "halife" olmak istiyordu. Bunu ilk olarak fark edip bir beyanname ile protesto eyleyen "Erzurum Muhâfaza-i Mukaddesât Cemiyeti" mensûplarına Kâzım Karabekir aracılığı ile gönderdiği teskin edici cevap bile, bu husûsu ispat eden ipuçlarını ihtivâ etmektedir. Bunları kitabına dere ile tahlil eden Kâzım Karabekir Paşa da bizimle aynı görüşü paylaşmaktadır. Zira M. Kemal Paşa, bahsi geçen cevâbında evvelce de temas ettiğimiz üzere:

"Hilâfet ve Saltanat mes'ele-yi esâsiye olarak mevcud değildir. Türkiye'nin başında Halife-i İslâm olacak ve bir hükümdar sultan bulunacaktır. Mezvuu- bahs olan hükümdarın hukûku olup tâyin ve tahdidi için son birkaç asrın tecrübe ve devlet mefhûmundaki millet hukûkunun mânâ-yı hakikîsi âmil olmalıdır.
Bu esas üzerinde henüz tesbit edilmiş kat'î bir düstûrumuz yoktur." dedikten sonra ilâve etmiştir:

"...Velhâsıl bu ıslâhatı, halk İdâresinin hakimiyet ve inkişâfına müsâid sûrette Kaanun-i Esâsîde yapılacak tadilât üe temin ve hukûk-i pâdişâhîyi tahdid edecek tarzda yaparak memleket ve Alem-i İslâm'ın hayat-ı hâzıra ve müstakbelesi için azîm teşeddüd ve mahzûrlar dâvet edecek cumhuriyet şeklinden kat'iyyen sakınmak lâzımdır."

Biz, bahsi büsbütün uzatıp değiştirmemek için, bu husûsu kâfi derecede ta'mik etmiş (derinleştirmiş) olan Kâzım Karabekîr Paşa'ya havâle ederek Sultan Vahideddin merhûm etrafındaki gerçekleri, O'nun mü-dâfaanâmesi zemininde ve hulâsatan anlatmaya devam edelim:

6- Evvelce izah etmiş olduğumuz gibi, Sevr Sulh "Proje"si, bize derhâl kabul veya reddedilmek üzere bir ültimatom suretinde tebliğ edilmişti. Sultan Vahideddin, onu devrinin -hemen hemen- bütün münevverleri ve hükümetin zorlanmasına rağmen tasdik etmedi.

Böylece kendisinin "Mecelle-i musibet" adrnı verdiği bu menhus muahede projesinin kuvveden fiile çıkmasını/ yani tam bir muahede hâline gelmesini önledi. Bu maksadla topladığı "Saltanat Şûrası"na, o devrin bütün ileri gelen şahsiyyetlerini davet ettirmişti. Bunlar da -yine Kemalistlere göre- bir tek, evet bir tek muhalife mukabil toptan Sevr Sulh Projesi'nin tasdikine taraftar olmuşlardı. Çoğu ittihatçı veya Sultan Vahideddin merhûmun tâbiriyle "ittihatçı bulaşığı" olan bu adamlara toz kondurmayanların, Sultan Vahideddin'e tarizde bulunmaya ne haklan olabilir?!..

7- Başlangıçtan itibaren "Kuvva-yı Milliye"ye taraftar ve O'na muâvenetkâr davranışına ilâveten Sadrazam Tevfîk Paşa'yı, sırf M. Kemâl Paşa'mn tasvibine mazhar olduğu için iki seneyi mütecâviz bir müddetle işbaşında tutmuştur. Bundan maksadı, İstanbul ve Ankara hükümetleri arasındaki gerginliği azaltmaktı. M. Kemâl Paşa'mn mâhud nutkunda kendisinden "vatanperver vezir" diye bahsettiği Tevfîk Paşa, Ali Rıza Paşa gibilerin kurdukları kabinelerin gayret ve faaliyetleri de bu maksadı temine kifâyet etmemişti. Bu da yukarıda bahsedilen kurt - kuzu hikâyesindeki mantık ve zihniyet yüzündendi. Bu sebepledir ki; ortada Sultan Vahideddin'e kabil-i izafe bir kusur mevcud olup olmaması hâiz-i ehemmiyet değildi. Lâzımsa, onu icad ve ihdas güç olmayacaktı. Nitekim öyle de oldu!..

8- Hilâfet ve Saltanat'm birbirinden ayrılması ve Saltanatın ilgasından sonra ortaya çıkan fiili durumu asla tanımamış -öz İslâmî doktrine bağlı kalarak' “Saltanatsız Hilafet olamayacağı" görüşünde ısrar etmiştir Bu hususta, Kuva-yı Mi lliyecilerin mümessili sıfatıyla

İstanbul'a gelmiş olan Rafet Paşa ile görüşmesi meşhûrdur. Bu görüşmede O'nun Hanedan mensupları arasında Halife Abdülmecid Efendi gibi asgarîye râzı olabilecek bir kimse, yani makam sevdalısı bulunmadığını söyleyerek yanıldığını açıkça ortaya koymaktadır.

9- Vatanı terk edişi kemalist kalemşörlerce "hesap vermek"ten kaçış olarak ifâde edilmektedir. Yukarıdan beri serdedilen deliller, O'nun böyle korkulacak bir hesabı olmadığını açıkça göstermektedir. Esasen taban korkak bir kimse de değildi. Bu husûs pek çok vak'a ile sabittir. Bununla beraber O, "halife" sıfatıyla hakerete mâruz kalmaktan endişe etmiştir. Bunda da kendisini haksız bulmak, bilmeyiz ne derecede doğru olabilir?!.. Hele, meş'ûm "Ali Kemal Vak'ası" ve Meclisin merhû-mu "vatan hâini" ilân eden mâhud kararından sonra bu bâbta bir tenkid veya târiz mâkûl olıbilir mi?!..

10- Sultan Vahideddin merhumun şahsî görüş ve zihniyet bakımından milli tarihimizin dev şahsiyyetleri olan eslâfından farksızlığını O'nun müdâfaasında yer alan şu cümle açıkça ortaya kovmaktadır:

"... Şimdi bana bi-gayri hakkın (haksız olarak) ihanet-i vataniyye isnad edenler. Hilafet i hukuk ve nüfuzundan tecrid ve tâdil ederek bu "Saltanat-ı Muhammediye"yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına değil, bütün Âlem-i İslâm'a ihânet etmişlerdir."

Bu "Saltanat-ı Muhammediye" öyle bir tâbirdir ki, Osmanlı Devleti'ni bundan daha mükemmel bir sûrette ifâde edebilecek başka bir tavsif bulunamaz.

11 - Sultan Vahideddin merhum, memleket münevverlerine güvenmek gibi bir hatanın kurbanı olmuştur. Eğer, bu hata ise, bunu dere edilen müdâfa- anâmesinde kendisi de mûteriftir. Fakat güvenmeyip de ne yapacaktı?!. Devleti, tek başnıa sevk ve idâre edecek değildi ya!.. İş başma getirdiği insanların hepsi de Saltanat ve Hilâfet'e, hattâ Pâdişah'ın şahsına sadâkat yemini yapmış insanlardı. Düşman, nice zamandan beri memleket münevverlerini kendine bendetmiş ve bütün kaleleri içten fethetmiş bulunuyordu. Nâmuslu adam o kadar azdı ki... Namuslu ve muktedir... Zavallı Vahideddin ne yapabilirdi?!..

Memlekette iş görebilecek herkes ya İttihaçı, ya da O'nun tâbiri ile "İttihatçı bulaşığı" idi. Üstelik merhûm, buhranlar had safhaya ulaştıktan sonra taht'a geçmişti. Alev bacayı sardıktan sonra ne yapılabilirdi ki, O'nun bunu yapmamakla ithamı mâkul addedilebilsin?! Elhâsıl elli-altmış yıl sonra olsun, bir parça insaf ve müsâ- mahaya nâil olmak herkes gibi O'nun da hakkı değil midir?...

12- Yurttan ayrılışının sebeplerinden biri de "tekrar dönmek" hususundaki kavi ümidi idi. Bu da gördüğü bir rüyanın tâbirinden doğmuştu. Kim bilir bu tâbir, -belki de-şahsı için değil de, temsil ettiği müesseseye aiddir.Bunuda zaman gösterecektir !.

Kadir Mısıroğlu - Sultan Vahideddin

-----------------

Dipnot:

(1) Aslında bu noktada, Sultan Vahideddin merhûm da "çıplak gerçek"lerden haberdâr değildir. Kısaca söylemek gerekirse, İtilâf Devletleri içinde en nüfûzlusu olan İngilizler, Venizelos'a İzmir'e çıkarma yapma müsaâdesini vermekle, hem Yunanlılar'a ve hem de bize -hâlâ lâyıkıyla anlaşılamamış olan- bir oyun oynamışlardır. Şöyle ki: Yunanlıları sonuna kadar desteklemek kararında değildiler. Fakat baştan bunu onlara belli etmediler. Maksad, Türkiye'deki İslâmî rejimi -daha emin bir tabirle söylemek gerekirse- Hilâfet'i yıkacak bir buhrana âmil olmaktı. Bu sağlandıktan sonra Yunan'a yardımı kesecek ve onların Anadolu içlerinde re'sen devam ettirmeye güçleri yetmeyeceği muhakkak olan askeri harekatlarını akamete uğratacaklardı. Böylece, bir taraftan bütün İslâm Dünyası ve bu arada pek tabiî olarak petrolü haiz bulunan Ceziretü'l-Arab'ın nokta-i istinad ve vahdeti olan Hilâfet yıkılırken, Yunan'a galebe sağlayacak olan Anadolu'daki askerî rüesâ da matlub olan inkılâplar için şükûh, yani münâkaşa edilemez bir otorite kazanacaktı.

Bu plânın, İstanbul'un o zamanki Hilton'u demek olan Pera Palas Oteli salonlarında başlayıp Londra ve Ankara'ya kadar uzayan pazarlıktan ve bunun dakik teferruâtının bugünkü çarpık mevzuâtımız karşısında tafsili imkânsızdır. Biz bu hususta, dikkatli ve hakşinas okuyucularımızı, Eskişehir Örfî İdare Mahkemesi'nde muhakeme ve hapsedilmemize sebep olan konferansı tetkike dâvet ederek mes'eleyi burada kapatırken biri bizden, diğeri de Yunanlılardan olmak üzere iki müdekkik âlimden almmış birkaç cümleyi dikkatlerinize arz edelim. Bizden olan âlim Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'dir. 1928 yılında Gümülcine'de çıkarmaya başlağı "Yarın" isimli haftalık gazetede tefrika sûretiyle yayınladığı "İslâm'da İmâmet-i Kübrâ" adlı eserinde diyor ki;

"İngilizlerle Mustafa Kemal muvâzaasının âsârını (eserlerini), Lozan müzâkerâtı zamanına kadar te'hir etmeyerek "Mudanya"Mütârekesinden Yunan inzihamından evvelki, yani İngilizlerle Anadolu'da zuhûr eden Kemâl'i kıyamını bastırmak üzere hem İstanbul'daki halife hükümetine cebr-u tazyik icrâ ettikleri, hem de müşkülât ikamdan hâlî kalmadıkları zamanlarda bile bulmak mümkündür. İstanbul'un ve Halife'nin ecnebî işgâl-i askerîsi altında serbest hareketten mahrum vaziyeti, Anadolu'yu Halife aleyhine ayaklandıran Mustafa Kemal'i mücâdelede gâlip getirmeye sebep olduğu gibi mebdeinden itibaren üç sene süren Mustafa Kemal harekâtının, Yunanlılara karşı yüz ağarlamıya- rak mağlubiyetle ve Anadolu dâhilinde şehirden şehire çekilmekle geçen birinci, ikinci ve kısmen üçüncü senelerinde bile müdafaa-i memleket nâmına yine bu hareketten hayır ve menfaat husûlî ihtimâlini hatırından çıkarmayan ve esasen Mustafa Kemal'i Anadolu'ya husûsî bir sıfat ve mâhiyette gönderen Padişah'ın hiçbir zaman bu kıyamı tam bir ciddiyetle bastırmak meslekini iltizam etmeyerek İngilizler'i savsaklamakla vakit geçirdiği ve Mustafa Kemal'le onlara oyun oynamaya çalıştığı esnada İngilizler de aynı adamla Padişah'a, Makanvı Hilâfet e oyun etmek fırsatını kaçırmamalardır. Harb-i Umumî neticesinde İzmir'i velev muvakkaten olsun, İstanbul'daki Hilâfet Hükümeti'nin elinden alarak, Yunanlılar'a veren ve sonra bunu Ankara'nın lâik hükümetine iâde eden İngilizler, kasden kabahatli vaziyete düşürdükleri Hilâfeti, bu alışveriş içinde Âlem-i İslâm'a sezdirmeden komisyon olarak aldılar." (Bkz: "Yarın Gazetesi"- 1 Teşrinisâni 1929 tarih ve 53 numaralı nüsha.)

" ... Ve el altından Mustafa Kemal ile anlaşarak Türkiye nâm ve hesabına müsaâdâtı O'na va'd etmek ve kendisini bu sûretle Halife'nin şahsına karşı takviye ve teşci' eylemek tarzında tâkip olunan plân sayesinde Hilâfefe âid Ingiliz sûîkasdi yoluna girmiş olduğu gibi bu işi Mustafa Kemal'e gördürmekle şöyle bir suhûlet ve maharet de var idi ki, Alem-i İslâm'ın o zaman Münci-i İslâm ve Münci-i Hilâfet tanıdığı Mustafa Kemal'in Hilâfet'i yıkacağını kimse hatırına getirmiyor..." (Bkz: aynı gazetenin 54 numaralı nüshası).

Yunanlı âlim ise Dimitri Kitsikis'tir. Paris'te verdiği ve dilimize "Yunan Propagandası" adıyla nakledilen doktora tezinde diyor ki:
" O sırada İşçi Sosyalist (Komünist) Partisi sekreteri olan
Yani Kordatos'a bir gün bir adam geldi. Sovyet Hükümetiyle Üçüncü Enternasyonal'in temsilcisi olduğunu söyledi. Atina'ya bir İsveç pasaportuyla ve gizlice girmişti. Önce Zinovyev, Troç- ki ve Çiçerin'in imzalarını taşıyan itimad mektubunu gösterdi ve şunları söyledi:
"
Sovyet Hükümeti, Yunanistan'a Anadolu'nun işgali konusunda düştüğü çıkmazdan kurtulması için yardıma hazırdır, önce Mustafa Kemal'i maddi ve manevî olarak desteklemekten vazgeçecek, sonra da..' (Bkz: Dimitri Kitsikis« "Yunan Propagandası", İstanbul 1966 sh. 68 • 69).

Daha şimdiden elimizde« Fransız kapitalistleri ve emperyalistleriyle ilişkileri bulunduğuna dâir işaretler değil, kesin deliller var. Varın öbürgün eğer bunlar harbi kazanır ve Yunanlıları Anadolu dan ve Trakya dan kovarlarsa, başında Mustafa Kemal bulunsun, bulunmasın, Türkiye Batıya yönelecektir,./' (Bkz: a.g e. Syf;. 69).
Devamını Oku »

Sultan Vahidüddin'in Vatanından Ayrılışı Hakkında

Sultan Vahidüddin'in Vatanından Ayrılışı Hakkında

Sultan Vahideddin'in vatan-ı azizinden müfâra- katını (ayrılışını) mâkul ve kalıp mücâdele ederek yeni bir ihtilâfa sebep olmaya nazaran ehven gören bütün ciddî, tarafsız tarihçilere tercüman olmak üzere yazdı­ğı bir yazıda Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu şöyle demektedir:

"Vahidüddin Han'ın siyâsî cephesi ne olursa olsun, kendisine şu iki hakkı tanımamak insafsızlık olur.

  • Anadolu’ya karşı İngiltere'den silâh ve askeri yardım aramamıştır.

  • Tahttan ayrıldıktan sonra, memleket dışında Türkiye'ye karşı hiçbir komplo yapmamıştır.

Tarihçi, ileride yapacağı bir tahlilde, Vahideddin Han'ın 1922 şartlan içinde memleketten gidişini haksız bul­mayacaktır.

Siyâsî şartlar işâret ettiği anda firar, bir politika faktö­rüdür. On altıncı Lui, Franszı Ihtilâli'ne kafa tutmak kahramanlığını gösterdiği için mi kellesinden olmuştur?

Hayır, kaçarken enayice yakalandığı için... Rusya'nın ikinci Nikola'sı da kaçamadığı için yok olmuştur.

Fakat Almanya'nın mağrur Kay zeri İkinci Vilhelm, Hollanda'ya kaçmış ve kurtulmuştur.

Avusturya-Macaristan genç imparatoru Şarl, kaçmış ve kurtulmuştur.

İspanya kralı Onüçüncü Alfons, kaçmış ve kurtul­muştur.

Yunanistan Kralı Birinci Kostantin kaçmış ve kur­tulmuştur.

Afganistan Kralı Emanullah Han kaçmış ve kurtul­muştur.

Romanya Kralı İkinci Karol kaçmış ve kurtulmuştur.

İran Şehinşâhı Alâhazret-i Hümâyun Muhammed Rıza Han Pehlevî kaçmış ve kurtulmuştur."

Sultan Vahideddin, İstanbul'da oturmayarak Anadolu'daki millî harekâtın başma geçseydi, hiç şüp­hesiz müstevliler, İstanbul'a bir daha çıkmamak üze­re tamamen yerleşirlerdi. Onlann tahammül edilmez basküanna rağmen cephelerden son zafer müjdeleri gelinceye ve Refet Paşa kumandasında bir kısım millî kuvvet vaziyete hâkim oluncaya kadar İstanbul'da acı ve elemli günleri, gözyaşlarını içine akıtarak geçirmek süreriyle İstanbul'un elimizde kalmasını temin etmiştir. Anadolu'dan zafer müjdeleri gelmeye başlayınca "Selâ­tin Câmileri"nde mevlüdler okutarak Rabbine hamd ü senalar eden Sultan Vahideddin, içinde bulunduğu şartlan görmemezlikten gelerek O'nu vatan hâini ilân

Etmek insafla bağdaşır mı?

Yoksa vatanı bir İngiliz gemisiyle terk etmiş olmak mı "hainlik" teşkil ediyor?!.. Sultan Vahideddin'in yurtdışına çıkarken bir türk gemisini almasına ne engel vardı ki?!.. Böyle yapmış olsa, bu sefer de milletin bir gemisini gasbetmiş olmakla itham olunmayacak mıy­dı? İngilizler'in müsâadesine gelince, o müsâade alın­madan İstanbul'da bir kuş dahî uçamazdı. Bunu anla­mak için M. Kemal'in Anadolu'ya geçerken yirmi üçü subay/ kırk sekiz kişi (üç at ve bir otomobil ile birlikte) İngiliz vizesi almadan mı İstanbul'dan çıkabilmişlerdir? Ne gezer? Sadece M. Kemal Paşa değil, İstanbul'dan Anadolu'ya giden herkesin İngilizler'den vize aldığına dâir saymakla bitmez misâl mevcuddur.

Değerli okuyucu!.. Bu sûretle Sultan Vahideddin merhûmun ithâmına medâr olan her husûsun asılsızlı­ğı tebeyyün etmiş bulunuyor. Tüm bunların rejim kay- gusuyla ortaya atılmış palavra’ar olduğu zamanımız tarihçilerinden Prof. Dr. Mete Tuncay'ın şu sözleriyle sabittir ve bu sözler, bütün ciddî tarihçilerin müşterek kanaatidir:

"Öteden beri «Hâin Padişah Vahdeddin» sözünün,dönemin şartları içinde söylenmiş haksız bir şey olduğunu 'üşündüm. Bu, Cumhuriyet'in kuruluş dönemi koşulları öyle gerektirdiği için dolaşıma sokulan bir söyleyiştir.

-----

Kadir Mısıroğlu - Sultan Vahideddin

Devamını Oku »

3 Ciltlik Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? Kitabının Özeti

 3 Ciltlik Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? Kitabının Özeti

LOZANDA MADDDİ VE MANEVİ KAYIPLAR;

Lozan; muazzam bir imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır…

Türkün şahsına İslam’dan intikam alınarak, bütün bir islam dünyasının başsız bırakılmasıdır!…

Lozan’ın getirdiği, adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış iktisadi kaynaklardan mahrum, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş gayrı tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir!!

Şimdi mâruz kaldığımız kayıpları iki grup hâlinde arz edelim.
Misak-ı Millî‘ye nazaran “asgarî vatan” sayılan arazî bugünkü  vatanımızdan mâada, Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya, Halep  ve Musul ‘u da ihtiva ediyordu. Bunların feda edildiği mâlûmdur. Daha  fazlasının talep edileceği düşünülürken şu arazi kayıplarına ilâveten  başka maddî kayıplara da mâruz kalınmıştır.
Bunlar, “Harp Tazminatı, Gemi Bedelleri, Vakıf Bedelleri ve Osmanlı Borçlarının Taksimindeki Adaletsizlik” gibi hususlardı.
Şimdi maddî kayıpları hülâsa edelim.

Batum

Batum 93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda Ruslar’a  geçmiş, kırk yıl esârette kaldıktan sonra 1918 başlarında tekrar  Anavatan’a iltihak edebilmişti. Bunun için Ruslar ile aramızda imzalanan Brest-Litovsk Muâhedesihalkın reyine müracaatı kabul etmiş, yapılan  plebisitte kahir ekseriyetle Türkiye’ye ilhak lehinde rey  kullanılmıştır. Ermeniler’in plebisiti kabul etmemeleri üzerine bir kere de Kâzım Karabekir, harben burayı kurtarmış ve Anavatan’a bağlamıştı. O devredeki I.Büyük Millet Meclisi’nde 4 Batum mebusu bile vardı. Şu  gerçeklere nazaran Batum, Misak-ı Millî’ye dahildi. Yani 3O Ekim 1918′de fiilen elimizde bulunmaktaydı. Lozan’da Ruslar’ın da konferansa  katılmış olmalarına rağmen burası talep bile edilmemiştir. Nasıl  edilebilirdi ki; 1921′de imzalanan Moskova Muâhedesi ile Batum tekrar  Rusya’ya verilmiş, karşılığında kırk bin piyade tüfeği ile beş milyon  ruble alınmıştı.

Batı Tırakya

Batı Trakya’nın da Misak-ı Millî’ye dahil olduğu münakaşasız bir  gerçek tir. Buna Yunanlılar bile itiraz etmemektedirler. Hatta burada  mütâreke sıralarında “Batı Trakya Hükûmeti Müstakillesi” bile  kurulmuştu. Lozan’da İnönü burasını, talep etmek yerine Yunanistan’ın  elinden alınıp, Bulgaristan’a verilmesi için çalışmıştı. Buna Yunanlılar bile şaşmış da Venezilos :

“Şu Bulgarlar’a şaşıyorum. Bizimle harb edip de zafer mi  kazandılar ki, bizden toprak istiyorlar? Fakat asıl hayret ettiğim, İsmet Paşa’dır. Kendi elinde olmadıktan sonra, ha Yunanistan’da olmuş, ha Bulgaristan’da. Ne değişir ki, burasının bizden alınıp Bulgaristan’a  verilmesi için çalışıyor?” demek mecburiyetinde kalmıştır. Bulgaristan Dedeağaç İskelesi’nden Ege’ye açılmak istiyor, İsmet Paşa  da akıl almaz bir şekilde bunu destekliyordu.

Adalar

1911 Trablusgarp Harbi çıktığı zaman İtalyanlar ânî bir baskınla Ege  Denizi’ndeki adalarımızı işgal etmişlerdi. Arkasından Balkan Harbi zuhur edince, İtalyanlar ile anlaşma yapılarak tek cephede harp etmek  ihtiyacı hissedilmiş ve 1912 tarihli Uşi Anlaşması ile Trablusgarp  Harbine nihâyet verilmişti. Buna göre, biz Trablusgarp’ı İtalya’ya  bırakıyoruz, onlar da Adalar’ı bize geri veriyorlardı, iâde ediyorlardı. Ancak, Yunanlılar’ın eline geçmesinden korkulduğundan Balkan Harbi  bitene kadar emâneten bunların, İtalyanlar elinde kalması kabul  edilmişti. Fakat Balkan Harbini müteakiben I.Dünya Harbi ve sonra da  Yunan Harbi başlayınca Adalar’ın bize devri gecikmişti. Demek oluyor ki, bunları Lozan’da topyekûn dava etmek gerekiyordu. Çünkü hukûken bize  aid olduklarına itiraz eden yoktu. Ama ne yazık ki, Türk murahhas heyeti bu işte de çeşitli tâvizler vererek fırsatı elden kaçırmıştır.

İnanılmaz bir gerçektir, ama İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur, “Birinci komisyonun diğer bir işi de Adalar Denizi’ndeki Adalar meselesidir.  Bunların bir kısmı Yunanlılar’ın, bir kısmı İtalyanlar’ın elinde. Ahali  ekseriyetle Rum. Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık,  iktisadî vaziyet cihetiyle Adalar mühimdirler. Hatta Anadolu’ya tecâvüz  için mükemmel üssül hareke olabilirler. Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de muhafaza etmek kudreti var. Muhafazaları büyük masraflar ister.  Yalnız Çanakkale Boğazı’nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve  alabilirsek kâr. Öbür tarafı uğraşmaya değmez” demektedir…

Buna ilâveten askerî müşâvirimiz Tevfik Bıyıklıoğlu ‘nun Limni  Adası’nı müttefikler münâkaşasız bize verdikleri hâlde zapta geçmeyi  unuttuğu için kaybettiğimizi de tekrarlayalım.

Adalar meselesinde yapılan diğer bir hata da bu adaları gayr-i askerî hale getirirken, bunu Marmara Denizi’ne kadar şumüllendirmek ve  Antalya’nın önündeki Meis Adası ‘nı bile Yunanlılar’a kaptırmak  olmuştur.

Adalar mevzuunda Lozan’dan sonra bile birçok hatalar işlenmiş olmakla beraber, bunlar mevzuumuz hâricidir. Şu kadarını söylelimki Alman  Harbi’nde İtalyan hakimiyetindeki Ege adaları, Alman işgaline geçmiş ve  Almanlar çekilirken bu adaları bize devretmeyi teklif etmiş olduğu  halde, o günkü Türk Hükûmeti akıl almaz bir ahmaklıkla bu teklifi  değerlendirememiştir. Bugün Yunanistan “Kıt’a sahanlığı” meselesi ile  gırtlağımızı sıkabilmekte ise, hep bu adalar sayesindedir. Ayrıca NATO  üssü diyerek Adalar’ın Lozan’daki statüsünü bozan Yunanistan, yalandan  bir oyun bozanlık ile bir ara NATO’dan çıkmış sonra tekrar girerken de  Adalar’ı dahil etmeyerek, bunlardaki askerî üsleri kendi kontrolüne  geçirmek imkânını bulmuştur.

Kıbrıs

93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda İttihat Terakki’nin  mübeşşirlerince mâruz kaldığımız felâketi hafifletmek maksadıyla Sultan  Abdülhamid Han siyasî bir manevra çevirmiş ve bu iş için İngilizler’i  kullanmıştı. Çünkü onlar da Hindistan’ın Kuzey kesimindeki menfaatleri  itibariyle Ruslar’ın ilerlemesine karşı çıkmak mecburiyetindeydiler.  Fakat bize yapacakları iyilik mukabilinde bir tâviz olarak Kıbrıs’ı aldılar. Zira burası Hindistan yolunun emniyeti bakımından kendilerince  mühim idi. Anlaşmanın bir şartı da Ruslar, başta Batum olmak üzere  Elviye-i Selâse ‘yi(üç vilâyet yani Kars, Ardahan ve Batum) bize iâde  ettikleri takdirde, onlar da Kıbrıs’ı geriye vereceklerdi. Lâkin I.Cihan Harbi’nde biz İttihat Terakkicilerin hesapsız hareketleri sebebiyle  Almanlar’ın yanında yer alınca, İngilizler 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası’nı ilhak ettiklerini ilân ettiler.

Türkiye, bu emr-i vâkiyi kabul etmedi. Mesele Türkiye ve İngiltere arasında muallakta kalmış oldu.  Bunun da Lozan’da halli gerekiyordu. Lozan zâbıtlarını baştan sona kadar okuyanlar, Kıbrıs Adası’nın murahhaslarımızca talep olunduğuna dair bir tek cümleyle karşılaşmazlar. Muâhedenin 20. maddesi ile Türkiye’nin İngilizler tarafından 5 Kasım 1914 tarihinde ilân olunan ilhak kararını tanıdığı beyan edilmektedir. 21. maddede ise, orada yaşayan ahalinin  artık Türk tâbiiyyetini kaybederek İngiliz tâbiiyyetini kazandığı hükme  bağlanmaktadır. Ancak bizim murahhasların itirazı ile buna bir istisna  getirilmiş ve isteyenlerin iki sene içinde Türk tâbiiyyetini tercih  edebilecekleri kabul olunmuştur. Ancak bu tercih haklarını kullananların, müteakip 12 ay zarfında Türkiye’ye hicreti mecburî  kılınmıştır. İşte Kıbrıs Adası’nda Türkler ve Rumlar arasındaki nüfus  dengesizliği, bu sebepten kaynaklanmaktadır.

Sadece bu sebepten mi? Hayır… Bir de şu var: II.Cihan Harbinde açlık  ve bombardımandan kaçarak Ege sahillerimize sığınan on binlerce Rum,  istekleri üzerine, bizim tarafımızdan Kıbrıs’a taşınıp  yerleştirilmişlerdir.

Antakya

30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesi’nin akdi sırasında Fransız orduları  Şam dolaylarında bulunuyorlardı. İşgallerini tâ Maraş’a kadar çok sonra  ilerletmişlerdir. Bu itibarla Antakya da Misak-ı Millîye dahildi. Fakat  Lozan’da talep edilmedi. Maraş hadiselerinde yediği dayağın tesiri ile  henüz hiç bir zafer kazanılmamışken 1921 yılında “Ankara İtilafnâmesi” ni imzalayan Fransızlar, Adana’nın Dörtyol kasabasına kadar bütün  bölgeyi kendi rızalarıyla boşaltıp bize teslim etmişlerdi. Lozan’a zafer kazanmış olarak gitmiştik. Fransızlar’dan bütün Antakya’yı talep etmek  zaruri idi. Lâkin Ankara İtilafnâmesi’nin çizdiği hudutlarla iktifa  edilmiştir.
Burasının bilâhare kurtarılabilmeside bizimkilerin dirayetinden  ziyade İngiliz ve Fransız rekabeti sebebiyle İngiliz telkin ve desteği  sayesinde mümkün olmuştur ki, bunun tafsilâtı da burada mümkün değildir.

Halep

Aynı sebeplerle Halep de Misak-ı Millî’ye dahildir. Mütâreke günü  ordumuz Halep’in 4O km. güneyindeki “Nibil Kasabası” nda idi. Ankara İtilafnâmesi ile hudut Halep’in 40 km kuzeyindeki Tibil’den geçirilerek, başta Halep şehri olmak üzere 80 km. derinliğindeki bir vatan parçası hudutlarımız hâricinde bırakılmıştır. Malûm olduğu üzere Müslüman  alfabesiyle yazıldığında Nibil ile Tibil arasında bir nokta farkı vardır. Bir nokta fark için Güney hudutlarımız 80 km kuzeyden çizilmiş demektir. Bunun da Lozan’da düzeltilmesi gerekirdi. Zabıtlarda baştan  başa Türk olan Halep için sarfedilmiş bir cümleye rastlamak mümkün  değildir!

Ve Musul

Bu öyle bir arazi kaybıdır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır. İngilizler Mütârekenin imzalandığını duymadıkları iddiasıyla, ileri  yürüyüşe devam ederek burasını, 2 Kasım 1918′de işgal etmişlerdir.  Musul’un Misak-ı Millîye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk  murahhasları burası için aylarca münakaşa etmişlerdir. Fakat ne yazık  ki, sonunda bir taktik hatası ile, Musul’u da bize kaybettirmişlerdir!…
Lozan’da Musul, umûmî sulhun kaderinden tefrik olunarak, Türkiye ile İngiltere arasında 9 aylık bir müddet zarfında ikili bir sûrette  görüşülüp, halledileceği esası kabul edilmiştir. Bilâhare 1926 yılında İstanbul Kasımpaşa’da “Haliç Konferansı” adı ile toplanan konferanstan  da bir netice alınamayınca bu yüzden mesele Cemiyet-i Akvam’a gitmiştir. Buradan da aleyhimize karar çıkmak ihtimali belirince, Ankara’da 14  Haziran 1926 tarihinde gece yarısı bir anlaşma imza edilerek, Musul  ingiliz mandası Irak’a bırakılmıştır. Karamela şekeri nevinden, 25 sene  müddetle petrol gelirlerinden Türkiye’ye yüzde 10 verilmesi esası kabul  edilmiş ve bu da alınamamıştır.

Halbuki Lord Gürzon ‘un hatırâtına nazaran, İngilizler, Musul’u bize  vermemekte direnirlerse ve bundan dolayı sulh gerçekleşmezse, petrol  yüzünden sulhe yanaşmadıkları yolunda itham olunacakları endişesiyle  Musul vilâyetini toprak olarak bize bırakmak, ama petroller üzerinde  mümkün olanı sağlamak kararındaymışlar. Lâkin, Türk murahhaslarının  meseleye bakışlarındaki zafiyeti gören Lord Gürzon, kendi Hükûmetinin bu sûretle vâki kararını bir tarafa bırakarak, dayatmış ve Musul’u hem  arazi ve hem de petrol olarak İngiliz Kraliyeti’ne kazandırmıştır.

Musul’un kurtarılması için bilâhare de fırsatlar zuhur etmiş ve  bunlar günümüze kadar devam etmiştir. Musul, bugün üzerinde 2,5 milyon  (sağa sola kaçırılanlarla beş milyon) Türk’ün yaşadığı bir esir vatan  parçasıdır. Buradaki halk, Kürdüyle Türküyle Dünya’nın en mustarip  insanlarıdır. Türkiye’nin geleceği bakımından en ciddi bir tehlikeyi  teşkil eden“Kürtçülük hareketi” gibi, gitgide ahlâk ve mâneviyatı kemiren maddî sefâlete karşı da, kurtuluş çaremiz Musul’dur, onun  kurtarılmasıdır. Bunun için henüz bütün fırsatlar elden kaçmış değildir. “Körfez krizi” kapanmamış bir yara gibidir! Umarız ki, bütün siyasîler  ve eli kalem tutan herkes, Musul’un ehemmiyetini kavrar da bu mağdur  vatan parçasının kurtarılması için gönül ve amel seferberliği eder.

LOZAN’DA MANEVİ KAYIPLAR

En Büyüğü Hilâfet

Hilâfet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilgâ edildi. Fakat şu  neticenin husûlü için yapılmış olan pazarlıklar yürütülmüş olan gizli  çalışmaların çok girift bir tafsilâtı vardır ki; bu yazının nacmine  sığdırılamaz. Ancak bu istikametteki en ehemmiyetli adımın Lozan’da  atılmış olduğunu söylemek, yanlış olamaz. Lozan müzâkereleri başladığı sırada, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis’te Saltanat’ın  ilgâsı müzâkerelerinden başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran  konuşmalar yapıyordu.

Hatta İzmir İktisat Kongresi ‘ni açmaya giderken yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Câmii’ndeki hutbesi  herkesçe bilinmektedir. Diğer taraftan İsmet Paşa da Lozan’da her vesîle ile aynı istikamette beyanatlar veriyordu. Bunun üzerine şüphelenen ve  yeni Türk idaresinden eski vaadleri istikametinde hareket etmeyerek,  Hilafeti yıkmayacağı düşüncesine kapılan Gürzon bir deneme yaptı. Fahreddin Paşa’nın emniyet mülahazası ile Medine’den getirttiği “Mukaddes Emânetler”in geriye iâdesinin lüzumundan bahseden bir konuşma yaptı.

İnönü’nün  buna cevabı çok sert oldu. Bu cevap M. Kemal Paşa’nın Hilafeti  yıkmayacağı ve halife olmak isteyeceği yolundaki kanaatleri takviye  edince, Lord Gürzon, İsmet Paşa’nın müşâviri Hayim Naum Efendi’yi  çağırdı ve onun vasıtasıyla Hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını bildirdi. İsmet Paşa buna re’sen karar veremezdi. Bu sebeple Hahambaşı Hayim Naum Efendi İzmir’e geldi ve durumu M. Kemal Paşa’ya anlattı. Bunun üzerine İzmir’e gelinceye kadar yollarda her vesile ile Hilafeti  methetmiş olan M.Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu plağı tersine çevirerek, Hilafet ve halifelere veryansın etti. Bununla da kalmayarak daha tek başına verdiği bir kararla, henüz  sulh olmadan, ordunun bir kısmını terhis etti. O sırada Lozan Konferansı kesintiye uğramış, murahhaslar Türkiye’ye dönmüşlerdi. Ankara’ya  gitmekte olan İsmet Paşa’nın treni Eskişehir’de bekletildi. M. Kemal  kendisine mülâki olunca, hareket edildi. Ondan da mütebaki tafsilât  alınınca, Hilafetin ipini çekmek kararı verildi. Bunun safha safha  gerçekleşme şekli de mevzuumuz hâricidir.

Patrikhâne

Patrikhâne ve yerli Rumlar’ın, huzur ve sükun içinde ya şadıkları vatanımıza, hıyânetlerinin tarihi çok eskidir. Ancak, I.Cihan Harbi ve  Türk-Yunan Harbi esnasında bu hıyânetler akla durgunluk verecek bir şekle varmıştı. Din adamlarına ve dinî müesseselere tanınan masuniyeti  sûistimal ederek, papazlar birer tedhiş militanı ve kiliseler silâh  deposu hâline getirilmişti. Mütârekede daha Müttefiklerin İstanbul’un  işgali gerçekleşmeden, Patrikhâne’nin kapısına çift kartallı Bizans  bayrağı çekilmiş ve güya Ayasofya’ya asılmak için çanlar bile hazır  edilmişti. Türk düşmanlığı kazanının kaynatıldığı, bir fitne yuvası hâline gelen Patrikhâne’nin Lozan’da alınacak bir kararla, Türkiye  hâricine çıkarılması hususunda, TBMM’den sokaktaki adama kadar tam bir  ittifak mevcuttu. Murahhaslar da önce bu istikamette beyanda bulunmuş fakat daha sonra hem İnönü ve hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhâne’yi ibka etmişlerdir.İnönü , Patrikhâne’yi Lord Gürzon ‘a bir doğum günü hediyesi olarak bağışlayıp hediye ederken, Dr. Rıza Nur da  Lord Gürzon ‘un muavini Nikolson ile yaptığı bu husustaki pazarlığı, say falar dolusu ve safiyâne bir sûrette anlatmaktadır. Lozan  Muâhedenâmesi’ne bir madde olarak girmeyip, zâbitlarda kalmış olan bu  husustaki münakaşalar, havanda su dövmekten ileri git memiş ve bizi yine de zuhur edecek bir fırsatta arkadan hançerlemeye amâde bulunan bu  uğursuz müessese, bütün teşkilat ve husûsiyetleriyle muhafaza  edilmiştir.

Türkiye’de yaşayan gayr-i müslim ekalliyetler, Müslümanlar’a nazaran  imtiyazlı bir zümredirler. O gün Türkiye’de İslâm Hukuku’ndan yapılmış olan Mecelle mer’idi. Bunu kendi din ve örflerine aykırı bulan  Müttefikler, Hristiyan ekalliyetler için ayrı bir kanun yapılması mecburiyetini öne sürmüş ve bu husus Lozan Muâhedenâmesi’nin 35.  maddesinden itibaren “Ekalliyetlerin Himâyesi” başlıklı bölümde  serâhaten ifadesini bulmuştur. Aramızda yaşayan bir avuç Hristiyana,  onların dinlerine aykırı olan İslâm Hukuku’nu tatbik etmeyerek ayrı bir  kanun yapmayı insan hakları cümlesinden sayıp bunu muâhede metnine dere  eden Yeni Türkiye idarecileri, acaba 1926′da bayrağı Haç olan İsviçre’nin medenî kanununu resmen kabul ile, Müslümanlar’a cebren  tatbik ederken, bu insan haklarına saygı lüzumunu nasıl olup da  unutmuşlardı? Yoksa insan hakları sırf Hristiyanlar için mi  mevzubahistir? Türkiye gerçekleri muvâcehesinde hâlâ böyle söylemek de  kabildir. Hristiyanlar, Lozan Muâhedenâmesi’ne göre pazar günü (o zaman  resmî tâtil cuma günü idi) bir resmî muâmeleyi ifa etmemekten,  çağrıldıkları mahkemelere gitmemekten veya bir resmî tebligatı kabul  etmemekten dolayı muâheze olunamazlar ve hiçbir haklan zâyi olmaz!..  Yine Lozan Muâhedenâmesi’ne göre Hristiyan ekalliyetler Türk mahkemeleri huzurunda Türkçe konuşmaya mecbur değillerdir üstelik. Hükûmet onlar  için, tercüman bulundurmak zorundadır. Kırk yıldan fazla Türkiye’de  yaşamış olan PatrikAtenagoras , Yassı Ada Muhakemeleri’inde şahitlik  ederken bu sebeple Rumca konuşmuştur.

Türk Hükûmeti, Lozan Muâhenâmesi’yle gayr-i müslim azınlıklara  tanınmış olan hakları, değiştirecek veya onlara üstünlük ifade edecek  kanun çıkartamaz.

Yüzellilikler Meselesi

Harp esnasında bizi arkadan hançerlemiş olan gayr-i müslim  ekalliyetlerin sulhtan sonra cezalandırılmasından korkan Müttefikler,  Türk murahhaslarını bir umûmî af protokolü imzalamaya icbar edince,  bizimkiler bnuna yanaşmadılar. Uzun münâkaşalar sonunda anlaşıldı ki;  bizimkilerin afvetmek istemedikleri ihânet etmiş olan gayr-i müslimler  değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsî muârızlarıdır. Fakat kimler  afvedilmeyecekti? Hangi suçları işleyenler? Lozan’daki murahhasların  bunu bilmesine imkân yoktu. Dünyanın her yerinde aftan istisnalar, suç  nevi tasrih olunarak yapılır, bizimkiler buna yanaşmak istemiyorlardı. Böylece muğlak bir muhteva içinde münâkaşa edilirken, bizimkilerin  tahminen yüzyüzelli kişi kadar olabilecek şahsî muârızlarını gayr-i  hukuki bir sûrette istisna etmek istedikleri anlaşılınca ve bu hususta  hazır bir liste de olmayınca, Lozan’ın eklerinden biri olan af  protokolüne bundan yüzelli kişinin istisna edildiğine dair bir hüküm  ilâve edildi.

Türkiye’ye dönüp geldikten sonra, yazboz tahtası gibi birinin ilâvesi diğerinin kayırıp listeden çıkartması gibi yazıp bozmalarla yüzelli  kişilik bir liste vücuda getirilmiş ve bunlar aftan istisna edilmiştir. “Yüzellilikler” denilen ve çoğu vefatlarına kadar vatancüda kalan bu  insanların Şeyhülislam’dan köylü Mehmed Ağa’ya kadar aralarında kimler  yoktur? Çoğu bir içtihat farkına, rekabet hissi ve intikam duygusuna  kurban gitmiş olan şu insanlarla ilgili hakikat, yeni Türkiye’nin hukukî ayıplarından biridir.

Adlî Murâkabe

Türkiye, Hristiyan Batı Dünyası’na güven vermek için Avrupa hukukçu   larından teşekkül eden bir grup insanı Türkiye’ye dâvet edip onlara  resmen ve dolgun ücretlerle Türk adliyesini murakabe ettirmeyi kabul  etmiştir ki, bu da haysiyet kinci bir hadise olarak Lozan’ın mânevî  kayıplarından birini teşkil eder.
Buraya kadar yazdıklarımızın hulasası şudur ve aksine zorlamalara  rağmen, istikbalin tarihçisinin Lozan hakkında vereceği hüküm de bundan  ibaret olacaktır:
” Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak bütün bir İslâm  Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır! Lozan’ın getirdiği; Adalarla Yunan  stratejik çemberine alınmış, iktisadî kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği  küçük bir Türkiye’dir. ”
Yeniden büyük devlet olma imkân ve ümitleri istikametinde yürürken,  Lozan’ı değiştirmedikçe “Büyük Türkiye” nin şafağı sökmeyecektir!…

Kadir Mısıroğlu –  Tafsilatıyla öğrenmek için; Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi?!, cild: 2ve 3

 
Devamını Oku »