Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin,(yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!”demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.

Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma”şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu… Bizim Haya kavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?

Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.

Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı yok mu acaba?

İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük problemlerle yüz yüze… Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.

Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Televizyon Hakkında

Televizyon Hakkında

Çağımızın bir vizyona ihtiyacı var. Hal­buki bizler, Televizyon yüzünden, düşünemez, beyinleri yıkanmış, şartlandırılmış, görüntülere esir, aptallaştırılmış, enformasyon bombardımanına tutularak cahilleştirilmiş kitleler yarattık. Radyo, uzak cedlerimizin şifahî kültürüne benzer bir etki yapıyordu.Dinliyor ve anlamaya çalışıyorduk. Şimdi yalnızca seyrediyo­ruz, ama gözlerimizin önündekini tanımadan, ne olup bittiğini anlamadan. Dünya çevresinde uydular yerleştirme fikrinin mucidi Arthur C. Clarke’ın (Geleceğin Çehresi, İstanbul 1970, s. 152) alt­mışlı yıllarda bu işin geleceği hakkında yaptığı tahminleri ki bugün gerçek olmuştur- dinlemek ister misiniz?

“İnsanlık kendisine gökten yağacak olan bu bilgi ve eğ lence dalgalarına karşı nasıl bir tepkide bulunacak? Bunu bize ancak gelecek gösterebilir. Bir kere daha bilim, her zamanki sorum­suzluğu içinde medeniyetin kapışma haykıran bir çocuk bırakmış­tır. Çünkü nihayet bir kutuptan ötekine ince eğlenceler, mükemmel mûsikî, parlak tartışmalar, göz alıcı temsiller ve her türlü enformas­yona boğulmuş bir gezegen üzerinde çalışmak için vakit bulabi­lecek miyiz? Daha şimdiden çocuklarımızın günlük hayatlarının altıda birini televizyon başında geçirdikleri söyleniyor. Biz artık, aksiyon adamları değil, bir “seyirciler” ırkı olmak yolundayız. Daha da gelecek olan mucizeli kudretler şahsî disiplinimizi belki de çok sert sınavlardan geçirecektir. Eğer böyle olması mukadderse, o zaman ırkımızın mezar taşında şu kelimeler yazılı olacaktır; Tanrılar ! bir kimseyi mahvetmek istedikleri zaman ona bir televiz­yon vermekle işe başlarlar.

 

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları

 
Devamını Oku »

Sanat ve Kültür

Sanat ve KültürSanat bir kültürün en hususî, açıkça belli ve kendine mahsus ifade biçimlerinden biridir. Sanatın mâhiyeti hakkında çağdaş in­sanlığın pek fazla şuurlu olmadığı ve sanatı yerli yerinde ve hakîkî gâyelerine uygun biçimde kullanamadığı kanaatindeyim. Sanat, ta en başından beri, dinden ilham almış, ekseriya dine hizmet et­miş; ve din (yahut beşeriyetin hayatı hususunda geniş bir vizyon, bir dünya görüşü) tarafından biçimlendirilmiştir. Ta ki, değerler dünyasının parçalandığı ve müşterek bir değerler felsefesinin kal­madığı, modem zamanlar dediğimiz, son üç dört asra gelinceye ka­dar. Batı dünyasında dahi vaziyet böyle idi.

Modern zamanlar, insanı bir sanayi cemiyetinin dişlileri ara­sında öğütmüş ve değerler dünyasını dahi un-ufak etmiştir. Bugün­se modern devirlerin azgın ferdiyetçiliğinden ve değersiz, inançsız “scientism”inden (bilimsici saçmalıklardan) bıkmış usanmışız ve “televizyon” marifetiyle, elimizdeki kumanda âletinden değil, “çok daha uzak mahreçlerden kumanda edilerek aktarılan sözde viz­yonların” kargaşasından aptallaşmış ve şaşkın bir vaziyette kala­kalmış bulunuyoruz.

Bu sebeple eski kültür dünyasının bazı hususiyetlerine dik­kat çekerek, sanat meseleleri için temel teşkil edecek, kısa bir giriş yapmak istiyorum. İptidâî kültürler, kültürel faaliyet alanlarının yüksek seviyeli entegrasyonu (bütünlüğü, kaynaşmışlığı) bakımın- dikkate değer bir misal teşkil ederler. Orada, bir faaliyet, aynı zamanda cemaatin ekonomisine, politikasına, tekniğine, esâtîrine,dinine ve sanatına ait olabilir. İptidâi kabilelerin âyinlerine dikkat edin. Orada dinî ritüeller, âyin ve sanat içiçe olmakla kalmazlar, ay­nı zamanda, topluluğun diğer ihtiyaçlarına dahi hizmet eden fonksiyonları vardır. Çünkü iptidaî kültürler medeniyetler gibi kozmo-polit değildirler ve beşerî faaliyetler işbölümü ile farklı kompartmanlara yerleşmemişlerdir.

Esasen, teknolojinin, ekonominin, ya­hut başka bir görünüşü ile zenaatların nerede başladığım tayin et­mek, modem zamanların fabrikasyon imalatına gelinceye kadar, son derece zor bir iştir. Toynbee’nin dediği gibi, “Sanat hiçbir in­sani ihtiyaç veya faydaya hizmet etmezse hayat da yoluna sanatsız devam eder.” Elbette sanatın karşılayacağı ihtiyaç yahut fayda, ruhî olmalıdır. Sanat çoğu zaman dine hizmet etmiş ve din­den ilham almıştır: Zira din insanın temel meşgalesidir. Dinin ol­madığı yerde vizyon da olmaz, kültür de olmaz. Bütün kültür­ler dindardır. Bu bizi medeniyetin niçin kozmopolit ve dinsiz ol­duğu meselesine getiriyor.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Batı ve Teknoloji

Batı ve Teknoloji

Şâirin biri demiş ki:

“Eskiden Hıristiyanlar haça inanır, haça güvenirlerdi.

Şimdi elektrik dinamosunun gücüne itikad ediyorlar”

 

Demek ki bir şeye itikad etmek lâzım. Yani, sular yokuş yu­karı akmaz; seviye farkı, kanununa itaat eder; suyun yokuşa, yuka­rı tırmandığım gören var mı? Tabiî ki, tarihî gelişmeler, “tarihî ka­der” diyelim tabiri caizse, insanoğlunu bir yerlere sürükleyip götü­rüyor. Biz de nehrin içindeyiz ve biz de bir yerlere gidiyoruz; bu­lunduğumuz konumdan bakıyoruz olaylara, insanlara; yani bizim meseleler hakkındaki ve dünyadaki olaylar hakkındaki fikirlerimiz, kendi pozisyonumuzun telkin ettiği fikirlerdir; kendi görüş açımı­zın telkin ettiği fikirlerdir. Bunda modem iletişim araçlarının büyük bir rolü var.

Müslümanların da bu noktaya iyi dikkat etmelerini ben arzu ederim şahsen; yani, müslümanların ben çocukluğumdan beri şikâ­yetlerini dinliyorum;

efendim, Yahudiler şöyle,

Yahudiler böyle!

Yahudiler’in usulleri,

Yahudiler dünyayı yönetiyorlar!

Peki ama, dünyayı neyle yönetiyorlar?

Yahudiler dünyayı, bütün haberleşme araçlarına hâkim olarak yönetiyorlar. Yani, bu ülkelerin büyük tele­vizyon şirketleri, büyük yayıncılık şirketleri de Yahudiler’in kont­rolünde olduğu için, Müslümanların böyle bir faaliyeti görülmüyor; bu çapta bir faaliyeti görülmüyor en azından. (Şimdi ise bu işe el attılar ancak kendi cemaat propagandasından öteye geçmiyor.)

Bakınız, derler ki, Hitler Avusturya’yı radyo ile fethetti. Sa­dece radyo kullanarak. Bu propagandanın gücüyle… İnsanoğlu lisa­nın ve kavramların çok etkisinde kalan, kolayca beyni yıkanabilen, bir varlıktır. Buna dikkat etmek lâzım. Yani dilin dahi, en hususî varlığımız olan dilin dahi, faydalı yönleri olduğu kadar zararlı yön­leri de vardır. Dilin bazı kavramlarını ideolojik çerçeveye sokarsanız, onları tartışılmaz hedefler olarak gösterirseniz bizim bu “batı­lılaşma” çağdaşlaşma örneğinde olduğu gibi; insanların beynini öy­le yıkarsınız ki artık size karşı çıkmaya kimse cesaret edemez. Sa­vaş hâlinde bile, Hitler örneğinde işte gördüğümüz gibi, size silah çekmeye bile gerek duymadan adamcağız teslim olmuştur. Yani, iş­te Avusturya Almanya’ya teslim olmuştur, radyonun propaganda gücü sayesinde.

 

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Batı Teknolojisi ve İlmi

Batı Teknolojisi ve İlmiİlim bize her şeyi vaat ediyor; güzel! Hattâ, 19. asırda ilmin dinin yerini alacağına inanan rahipler bile vardı. Bir Fransız rahibi, Ernest Renan “ilim bütün meselelerini halledecek insanların” diye itikad ediyordu, bir papaz olduğu hâlde… Ama yine 19. asır mütefekkirlerinden birinin bir sözü var. Rus mütefekkirlerinden Tolstoy demiş ki: “İlim şarlatan bir simyagerin yaptığı bir altın çubuğa benzer(Eskiden simyagerler vardı, malum Ortaçağ’da, nesneleri altına çevirmeye çalışıyorlardı). Böyle bir şarlatan simya­cının yaptığı bir altın çubuğa benzer. Siz ilmi halka, insanlara yay­mak istersiniz; okullar açarsınız;(televizyon marifetiyle, kitle ile­tişimiyle) kitaplarla bunu yaymaya çalışırsınız. Bir de bakarsınız ki, bu altın sikkelerle sahte (kalp) paralar basmışsınız; hiçbir şe­ye yaramıyor, insanlar bunların gerçek değerini gördüğü zaman, size minnettar olmayacak, size borçluluk duymayacaklardır.”


 Birçok 20. yüzyıl mütefekkirleri bu batı teknolojisinin ve il­minin, sadece batıyı değil bütün dünyayı tehdit eden, tehlikeli bir güç hâline geldiğini farketmişlerdir. Meselâ, Cippola’nın “Ekono­mi ve Nüfus” adlı kitabı. Meselâ, Christopher Caldwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine Düşünceler.” Meselâ, Spengler’in “Batının Çö­küşü” veya Toynbee ’nin eserlerini “Medeniyet Yargılanıyor”u zik­retmek mümkün. Bütün tarih filozoflarının üzerinde ittifak ettikle­ri bir hususiyet vardır; o da şu: batı kültürü ölen, can çekişen bir kültürdür. Ama batı kültürü, son üç asırdan beri, bir ma’nâda si­lahların gölgesinde diyeyim, kendi üstünlüğünü zorla bütün dünya­ya kabul ettirmiş bir kültürdür.



Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları

Devamını Oku »

Sistem tamâmen değişmeli...

Sistem tamamen değişmeli...Ortaçağ’ın hoca/talebe (usta/çırak) münasebetleri yerine, endüstrializm ile birlikte, ‘kitle eğitimi’ geçmiş ve bugün alıştığımız şekli ile mektep tedrisatı teşekkül etmişti: bu usûlün mahzurları üzerinde çok çalışıldığı hâlde bunlardan kurtulmak bugüne kadar mümkün olmamıştır. Halbuki zoraki bir eğitimin faydasız olduğunu gösteren pek çok emâreler vardır. Biz insanları yarış atlan gibi imtihanlara tâbi tutarak, hiç merak etmedikleri şeyleri bile onlara zorla öğretebileceğimizi zannediyoruz. Halbuki, böyle zoraki bir tahsil, olsa olsa, klişeleşmiş, ma’nâsına nüfuz edilmeden ezberlenmiş (ve tabiî olarak imtihandan sonra, talebenin bilerek ve isteyerek unuttuğu cinsten) standard bilgiler vermekten öteye gidemez.

Böyle bir pratiğin yıllarca devam ettirilmesi hâlinde, okuyan insanların zekâlarının köreltildiği ve aptallaştırıldığı (Neyzen Tevfik’in tabiri ile ‘okutur cahili echel ederiz’) ve ‘cehaletin bu derecesinin ancak hususen tahsil ile mümkün olduğu’ deyişine hak verdiren bir şekilde; sözüm ona İlmî aslında basitleştirilmiş ve yalan yanlış klise bilgilerden ibaret malûmât verdiği ve otoriteye kesinlikle inanmayı ve kendi düşüncesini asla kullanmamayı telkin ettiği ve tenkit kabiliyetini öldürdüğü’ birçok pedagog tarafından müşahede edilmiş bir keyfiyettir. 1949’da Türk eğitim sistemini ıslah etsin diye çağırılan ve bir rapor yazıp giden John Dewey nin neler yazdığını ve tavsiyelerine ne ölçüde riayet ettiğimizi bilmek isterdim! Eğitimin ne olduğu hakkında hiç bir fikri bulunmayan insanların yaptıkları sözde reformlar, vize sayısını artırma, not birimlerini hesaplama usulleri filan gibi komik icraatlar, bu çağa hiç yakışmıyor.

Sistem tamâmen değişmeli...

 

Şahin Uçar,Kültür ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Aptal Kutusu:Televizyon

Aptal Kutusu:Televizyon

Amerikalılar TV’ye ‘Aptal Kutusu’ derler: ne isabetli bir tesmiye! Hiç ihtiyacımız olmayan nesnelerin seyretmek zorunda kaldığımız reklamlarını, bitip tükenmek bilmeyenler spor yayınlarını, budalaca yarışma programlarını, ka­litesiz olduğu kadar da muzır filmleri, haber teşkil etmeyen haberleri düşününce hak vermemek mümkün değil! TV hal­ka hitap ediyor ve ekseriyetin arzusu böyle programlar’ ge­rekçesiyle, durmadan zırva neşreden bir alet... Fakat ‘Aptal Kutusu’ ismiyle müsemmâ olmasının asıl sebebi başkadır.

TV’nin başına geçip ömrünün büyükçe bir kısmını vakit öldürmekle israf eden milyonlarca insan var. Bu insanlar, pek sevmeyenler bile TV’deki her şeyi seyretmeye şartlandırılmış; birbirini takip edip duran resimleri seyredip oturuyorlar. Kitleleri hipnotize eden (ve Amerikalıların ‘mass-media’ de­dikleri aşağılık bir kitle kültürü imal eden) bu alet, insanları yaşadıkları “ân”a hapsolmaya şartlandırıyor. Böylece, çocuk­ gibi, sırf TV karşısında oturup hayatin mesuliyetlerinden kaçmaya, gördüğü her şeye inanmaya programlanan, robotlaşmış -bütün mesuliyet ve inisiyatifini budala kitleleri idare edenlere terk etmiş- iradesiz bir halk yığını için “kitle kültürü imal etmeye çalışıyoruz.

TV karşısında oturup, geçmiş ve geleceği unutup, “zur­nada peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtına kabilinden, sırf şimdi­ki zamanı yaşama temayülü, sadece bir kaçış değil; aynı zamanda, bir aptallaştırma prosesidir. Bu hususu izah edebilmek için beşeri idrakin üç nevine kısaca işaret etmek isterim.

Çocuklar ve iptidailer sırf “şimdiki zaman”da yaşarlar; halbuki idrakin üç nevi vardır: Tarihi, yani “geçmişe doğru bakış” (retrospection); ilmi, yani kanuniyetler ve sebep-netice rnünasebetlerini kavramak suretiyle hadiseleri önceden tah­min edebilme ve tasarruf edebilme imkanı vermesi hasebiyle, “geleceğe bakış (prospection); ve nihayet, şiiri (ruhi veya hadsi denilebilir) idrak ki sanatın usulüdür ve yaşadığımız hissi tecrübeye kıyasen hadisatı anlama gayreti olup, buna da “içebakış (introspection) diyoruz. Belki bu bakış tarzlarının hiçbiri tek başına hayatın gerçeklerini kavrayacak ölçüde tatminkâr değil; yerine göre hepsini kullanmak lâzım. Amma bizi, karşısında dünyayı unutarak israf ettiğimiz birçok saatlerin uçup giden anlarına bağlayan TV, insanları idrakin bu üç nevine de yabancılaştırır.

Her gün bir sürü saçmalığı seyrederek ve ertesi gün değilse bile ertesi hafta seyrettiklerini tamamen unutarak (hatırlanmaya değecek kadar değerli çok az şey seyrettiğimiz in­kar edilebilir mi?) Ömürlerini tüketen, ne kalbinin sesine ku­lak vermeye, ne ilmi tefekküre, ne de beşeriyetin tarihi tecrü­besini değerlendirmeye fırsat bulamayan kitleler elbette aptallaşır. Amerikalıların bu “aptal kutusu” tavsifi gayet yerin­de görünüyor; çünkü kitleler her şeyi seyretmeye ve unutma­ya ve yıllarca devam eden bu pratik sayesinde “Mangurt” gibi hafızasını kaybedip düşünememeye programlanıyor. İnsanların beyni yıkanarak (ve bir hayli de sulandırılmak suretiyle!) düşünme kabiliyeti yok edilmek mi isteniyor? TV gibi tek­nolojik bir mucizenin bu kadar menfi bir tesiri olması doğrusu çok gariptir.

Geçmişi hatırlayamayan, geleceği düşünemeyen, yaşadığı ân’a da tesahüb edemediği için kalbinin sesine dahi kulak ye­remeyen bir kitle olusturulmustur.Böyle bir kitlenin mass-media’nın oyuncağı olmasından daha tabii ne olabilir?

 

Şahin Uçar,Kültür ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Tatil İntibaları

Tatil İntibalarıBüyük mütefekkir Lao Tse’nin...Lin Yutang, 1945’te Londra’da neşrettiği Between Tears and Laughters (Gözyaşları ve Kahkahalar Arasında) isimli kitabında, Modern Batı dünyasını çok sert bir tenkide tâbi tutuyordu. Lin Yutang İkinci Dünya Harbi’nin sonundaki intibalarını yazarken, “böyle giderse üçüncü savaşın da kaçınılmaz olduğunu; güçlü olma politikasını esas alan batıkların materyalist ve ahlâksız bir dünya yarattığını, fizikî açlık hakkında çok şey bildiğimiz hâlde, rûhi açlık hakkında hiçbir şey bilmediğimizi” yazıyordu. “Batı’nın içinde Tanrı olmayan bir dünya yaratması(oluşturması) sebebiyle, insanın da yapacak hiçbir ciddi işi kalmayacağını” söylerken Lin Yutang haksız mıdır? Lin Yutang “Modern ilmin ölü elinin (pençesinin) batıyı kavradığını ve naturalizm, determinizm ve materyalini yüzünden batı dünyasının tam bir dejenerasyona uğradığını; bu kültürel vasat devam ettikçe, dünyada barış diye bir şey olmayacağını” yazıyordu. Alanya’da kardeşimin evinin (o güzelim böyle bir muhitte nasıl yaşayabilirdi? Zaten, umumiyetle modern hayat şartlan içinde, Anadolu’da bile müslüman olmak artık kolay değil. Daha dün plajda üstsüz turistler gördüm.

Turist velinimetimizdir diyorlar. Turistlere ve onlara uyan insanlarımıza bakıyorum:

Bedenin ihtiyaçları ve zevkleri üzerinde bu kadar ihtimam ediyoruz, ya ruhumuz? Bütün bedenî arzularım doyurmakla beraber ruhî bir açlığın ve boşluğun pençesinde kıvranan insanları, hangi zevk, ne zamana kadar tatmin edebilir? Fakat şunu da ilâve etmek lâzım: Belki Avrupalı bu boşluğu hissediyor ve onu doldurmak için bir arayış içine de girmiştir; fakat, öyle görünüyor ki, bizim gözünü dünya zevklerine yeni yeni açan insanımız, Nasreddin Molla’nın tabiri ile ‘gözü açılmadık sığırcık yavruları’ henüz bu materialist zevklere doymuş olmaktan uzak! Ta ki Batılılar gibi, bizim insanımız da rûhunu tamâmen kaybedinceye kadar maddî ve behîmî zevklerin peşinde koşacak. Dünya böyle işte.
Devamını Oku »

Modern Kölecilik

Modern KölecilikAslında kölelerden çok daha fazla istismar edilen kitleler çıktı ortaya. Bugün bir köleden daha kötü bir vaziyette çalışan insanlar var. Kölelerin karnını doyurmak zorunda idi efendileri; modern patronlar karnını doyuracak kadar da ücret vermezler. Eski Yunan’ı hatırlayalım: Köleler çalışıyor; efendiler felsefî gevezelikler ve benzeri işlerle vakit öldürmeye çalışıyorlardı. Köleci cemiyet yapısı açıkça gayri ahlakidir ve kabul edilemez.Lakin modern dünyada eskisinden çok daha fazla terakki eden bir medeniyet sayesinde,çok daha yüksek bir alicenation ratiosu(yabancılaşma nisbeti) ve sosyal adaletsizlik var.Ancak, insan köleler yerine robot kölelerin geçtiğini hayal etmek mümkündür. Ve robotlar makinadan ibaret olduklarına göre, makinaların istismarı da bir sosyal adaletsizlik veya ahlâksızlık değildir.


Demek oluyor ki, sosyal adaletsizlik probleminin hâl çaresi olarak, humanoid robotların kölelerin yerine geçtiği bir sosyal organizasyon şeklini, yani ‘federalist ve köleci’ bir cemiyet yapısını,problemin yegâne çözümü sayıyoruz. Başkalarının emeklerine muhtaç olduğumuz ve emeği satın almak zorunda kaldığımız müddetçe, Marksist literatürdeki tabirle, “emeğin yabancılaşması” neticesinde doğan sosyal adaletsizlik ve istismar neticesinden kurtulmak mümkün değildir. Marx’ın komünizmi dahi, bütün cemiyetin köleleştirildiği ve devletin putlaştırıldığı bir sistem olarak, insan haysiyetine yakışmaz. İnsan karınca değildir; cemiyetin kölesi de olmamalıdır. Unutmayalım ki, bir tek dâhi milyonlarca şapşaldan daha değerli olabilir. Daha mutedil bir hâl çaresi olarak, anarşistlerin teklif ettiği federalizm ve meselâ Henry George’un ‘Tek vergili İktisadî sistem’i gibi sistemler dahi, sosyal adaletsizlik meselesini halledememiştir.

Şu hâlde, bu problemin yegâne ahlâkî hâl çaresi olarak robot ! teknolojisindeki gelişmelere, bir humanoidin inşa edilebilmesine intizar etmeye mecburuz. Humanoid köleleri geliştirmek ve ona göre bir sosyal organizasyon şeklini (eski köleci cemiyetlere benzeyen bir işbölümü tarzını) gerçekleştirmek zorundayız. Aksi takdirde, sosyal adaletsizlik problemi baki kalacaktır. Bu vaziyet ortadan kalkmadıkça da, ‘hukuk, iktisat, demokrasi, hürriyet* gibi mefhumlar aldatmaca, laf-ı güzaf olarak kalmaya mahkumdur. Böyle bir dünya kabul edilemez. Ve unutmayalım ki, modern teknoloji sayesinde, ‘güçlü olmak’ aldatıcı olabilmekte, bazen tek bir insan dahi bütün bir cemiyete meydan okuyabilmektedir. Böyle bir dünya ilânihâye sürüp gidemez. Çünkü sosyal adaletsizlik bir vâkıadır ve bu ortadan kalkmadıkça da, dünyanın akıbetinin ne olacağı pek belli olmaz. Bir gün bir terörist, nükleer bir bomba ele geçirirse ne olacak? Ki bugün, bunun malzemesi kaçakçılar tarafından pazarlanan bir metadır.

Prof.Şahin Uçar,Kültür ve Sanat Yazıları

Devamını Oku »