Kültür

Rasim Ozdenoren

Kültür, bir kez daha belirtelim, bir hayat ve yaşama tarzıdır. İslam yaşanmadıkça ona ait bir kültür ortamının oluşması da söz konusu olmayacaktır. Durum, İslâm'ın yeniden yaşanır hale gelmesi hususunda taşıdığı potansiyelle ilgili değil; bu hususa dikkat istiyorum. İslam,din olarak ortadadır. Mesele, onu yaşamaya layık insan üzerinde toplanmaktadır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

İnkılaplar

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Bütün inkılâplar, şekil ve kıyafet değiştirmeden ibaret kalıyor; ruh daima aynı oluyor. Aynı mefhumlar, divan edebiyatından intikal ediyor, buna ilâve edilen yeni konular yine eski ruhla işleniyor. Nedim-Mehmet Rauf edebiyatı yeni nesilde, divân edebiyatının medhiye ve mersiyeleriyle birlikte devam ediyor. Edebiyatta milliyet cereyanından bahsedenler, millî edebiyatı sade şekil, isim ve kalıpların başkalığında arıyorlar. Hayat sahasında yapılan inkılâplar da kıyafet değiştirmekten ibaret oldu.

Yarım asırdan fazla zamandır evlerimiz değişti, elbisemiz değişti; lisanımız ve selâmımız bile bambaşka şekiller aldı. Dışımızdaki âleme bakıyoruz, hemen herşey değişmiş, fakat insan değişmemiş. Kendini görebilen insanın içine çevirdiği dikkatine cevap olarak, benliğinin derinliklerinden samimi bir ses haykırıyor: Ben ne elbiseyim, ne eşyayım, ne de dışından değiştirilebilir bir varlık. Hakikî inkılâp, bu isme değer hareket, insan ruhlarım değiştiren, insanda yeni bir irade yaratan harekettir. Asırlardan beri hayat sahnemizin şekil ve maddeye ait zaruretlerle birlikte ve dışardan gelen tesirlerle değişmiş olması, İçtimaî inkılâp sayılmamalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Kale İçinden Alınır

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Düşmanlarımız, vaktiyle bütün hayat ve irfanınızı idare ederek din müessesesine nüfuz etmiş olan cehaletle taassuptu Sonra devletin müsamahasından faydalanarak onun mukadderatına sahip olan yabancılar, selâmet ve mukadderatından mesul olmadıkları ana vatana suikast yaptılar. Nihayet geçen asrın içinde komiteleşen “Jön Türkler”in asıl gayesi de hürriyet perdesi altında gizlenmişti.

Herşeyden önce Anadolu’nun bir vatan oluşunu inkâr ettiren, mâsum heyecanlarla yüklü nesilleri avlamaya kabiliyetli, yaldızlı bir mefkûreyi ileri sürdüler. Tıpkı lânetli Timurun ordusu gibi, bizim ideal arayan neslimizi içinden bozdular ve bu sihirli perdenin arkasından, bütün millet mukaddesatını imha edecek olan Mason dâvasını Anadolu’ya soktular. İstikbâli gören gönüller için Ayasofya’ya asıl o zaman çan takılmış, Yıldırımla Yavuz o zaman katledilmişti. Milletimizin kuruluş hamlelerine vaktiyle saldırarak o hamleleri ezmek hırsiyle asırlarca boşuna kan döken haçlı zihniyet, nihayet bizi içimizden vurmanın sırrını elde etmişti. “Kale içinden alınır” atasözümüzü, atalarımızın düşmanları tatbike koyuldular. Birinci Cihan Harbi ni kaybettikten sonra Anadolu, İstiklâl Savaşı’na atıldı. Harp cephesinde kılınç muzaffer oldu.

Lâkin hakikatte muzaffer olan milletin ruhu idi. Biz bu ruhun hâkimiyeti dâvasını bayrak yaparak yükseltmesini bilmedik. Cepheye koşan millet ruhunu alkışlayacak yerde, cepheden dönen ve zafer fırtınasından faydalanarak ganimet yağmasına katılan efeleri alkışladık. Bağrımıza basmamız gereken ruh, kanlı kefene büründü. Dünyamıza, insan ve hürriyet aşkından yapılmış yeni bir ruh getirmeye ve Fâtih’lerden sonra yeni bir devir açmaya kabiliyetli mücahidler, zulme sunulan alkış sesleri arasında gömüldüler. İsyanları ve feryatları pek çabuk unutuldu. Bilâkis pek uzun süren zafer yağmalarından hisse almak istiyenler zümreleştiler. Bunlar, halkın menfaat duygularını istismar ederek memleketin bütün damarlarına yayıldılar ve Anadolu'yu kalbinden vuran Haçlı zihniyetinin vârisleri oldular. Azar azar, gururunu besledikleri bir gençlik zümresini de ellerine geçirdiler. Bu millet mukaddesatı ve Anadolu'nun mukadderatı böylelikle büsbütün sahipsiz bırakılmak istendi, önce kütle halinde çetin saldırışlarla yıprattıkları ve böldükleri millet ruhunu sonra çete harpleriyle yer yer perişan etmeye koyuldular.

Bunlar, öyle sistemli çalışmışlardı ki, gözlerimizi açtığımız anda fikir müesseselerini onların eline geçmiş bulduk. Üniversitelerin ruhunu tahlil ederseniz onda ne Türk'ü bulursunuz ne Avrupalıya Onda her yerden alınmış, benliğimizi çürütücü unsurları bulursunuz. Ne bir ilim aşkı yaratıcı zihniyet, ne bir felsefî iman, ne de samimi ve tarafsız bir din ve ahlâk ilmi... Hiçbir sistem, hiçbir kanaat, hareket yaratıcı hiçbir kuvvet, üniversitelerimizin kapısından içeri girmedi. Sade tahrip silâhları, sade insan ruhunun ortaya koyabileceği her inancı yere seren, çürüten kuvvetler, hakikat aramanın metodlariyle telkin edildi. Her sahada mutlaka bir inanca bağlanan doktrin zihniyeti tezyif edildi.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

İlerde Olan

İlerde Olan

Kimi bir iş yaptığını sanır. O, boşuna bir çırpınıştır.

Kimini de yerinde durur sanırsınız. O, ilerlemekte­dir; fakat bu ilerleyişi görecek göz gerektir.

İlerleyiş, sadece hareket etmek demek değildir. Çev­resini de beraber hareket ettirmek demektir.

Bir tertibi bozarak eşyaya bir başka tertip vermek, bir ilerleyiş değildir. İlerleyiş, özde bir değişiklikle baş­lar. Görünüşlerde ve biçimlerdeki bir değişmeyle değil, özdeki değişme, biçimdeki ve görünüşdeki değişmeden önce başlar.

İçine çürüyüşün her türlü tohumu serpilmiş bir dü­zeni başka bir tertiple ilerleteceğini uman, gitsin başını dev kayalara çarpsın.

İlerleyiş, ilkin zihnî ve ruhîdir. Sonra dışa vurur, fizikte görünür.

Halkıyla çöle dalmış olan Hz. Musa, büyük şehirler­de oturan Firavun’dan daha çok ilerliyordu.

Başka çare kalmayınca, bir mağarada, ebedî bir ide­alin düşü içinde uyuyan yedi genç, mermer sütunlar arasında dolaşan Romalılardan daha ileriydi ve daha çok ilerliyordu.

Hira mağarasında mutlak hakikatin zuhuru önünde ürperen Peygamber, Şam kervanlarının ipeğe gömülü parıltısı içinde ilerleyen Kureyş eşrafından çok ilerler­deydi. Ve o Kureyş ileri gelenleri bir gün gelecek, ilerde olanın hakkını teslim edeceklerdi.

Su ilerlemese üstündeki saman ilerlemez. Siz, ilerle­yen olarak samanı görürsünüz; aslında ilerleyen sudur. Gölge, uzar veya kısalır. Bu uzayış veya kısalış, gölge­nin kendinden değil, ait olduğu varlığın güneşe göre olan konumundan dır.

Mağara ve şehir, güneş ve gölge, bütün bunlar bizim için birer meseldir. Gururu yıkmak için mesel. Kuvve­tin asıl sahibini görmeyip kendini görenlere bir mesel. Gurura düşen, şu veya bu derecede Allah’a ortak koş­maya başlamıştır. O, artık yanşa kalktığı Kudret tara­fından ezilmeyi hakketmiştir.

Gurura kapılan gerileyecek, sönecek, küçülecek ve sonunda yok olacaktır.

Eğer, gurur düşkünü uyanmazsa, pişman olmazsa tövbe etmezse, cezalanacaktır. Gurur, bir varlık iddiası olduğu için, yoklukla cezalanacaktır gurur hastası.

Gurura batmış olan, önümüzde en büyük ve canlı bir anıt gibi yükselen ölümü görmeyendir.Ölüme kör olandır.

Ölümün her an hatırlatıp durduğu faniliği unutan­dır.

Gören, anlayan ve düşünen için, en lüks bir apart­manda yatsa da, insanın yattığı yatakla ilerde yatacağı kabir aynı boyda, aynı endedir aşağı yukarı. Alnı ak gi­denler için kabrin toprağı, en yumuşak yatakların yü­nünden ve pamuğundan daha yumuşaktır. Alnı kara­lar ise, hayatta, en yumuşak yataklarda bile rahatsız, ölümde de, kabrin kavurucu mengenesinde azaptadır. Ve daha sonrası daha çetin.

İlerleme ve gerilemenin gerçek perspektifi, alçakgö­nüllülükle yapılan bir nefs muhasebesinde belli olur. Yoksa şu veya bu çıkar için övücülerin dillerinden ve kalemlerinden dökülen samimilikten ırak kelimelerden değil.

Zaman, uzun vadede, hakikî olanı sahte olandan, gerçek ileriyi geri olandan ayıran bir ödevlidir.

Dışı şatafatlı ve süslü, fakat temeli bozuk, maddesi çürük bir yapıyı, Arz da uzun zaman ayakta tutamaz, zaman da.

Nice şatafatlı yapılar, otuz yıl sonra yoktur; nice ha­rabeler de bin yıl dayanır.

Sahtelerin ve sathîlerin övgüsünden korunan se­vinsin. Güçsüzlerin, çekemeyenlerin yergisine uğrayan sevinsin. Bir dâva uğruna, yavaş yavaş, çetinliklerle boğuşa boğuşa, yergilerin en zehirlisinden tada tada, zaferini ancak ahundan boşalan terle kazana kazana, imtihan ola ola ilerleyen, şükretsin.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

 

 

 
Devamını Oku »

Her Şey Aslına Döner

Her Şey Aslına Döner

Her şey aslına döner.

Yeryüzündeki müslümanlar da asılları olan İslâm’a dönecekler.

Bu dönüş, geriye doğru dönüş değil, asla, öze, köke dönüştür.

Dağı görmek istiyorsanız dağa kadar gitmeden de onu görebilirsiniz. Göz, dağı gördü mü, dağ, göze gelir.

Siz bir çukurda dağa arkanızı çevirmişseniz dağı geride kalmış savmanız, sadece size ait bir aldanıştır. Dağ belki arkanızda fakat çok yüksektir. Tepenizdedir. Siz çukurdasınız, o yüksektir. Bereketli yağmurlarını Allah’m izniyle göndermese ovada ot bile bitmez. Ova­nın görünüşteki ekinsizliğinden dolayı dağı küçümse­mesi ve kınaması ne kadar gülünçtür. Ekin ovada yeti­şir, ama dağın payım kim inkâr edebilir?

İnsan, İslâm’m önünde, dağın önündeki ova gibidir. İslâm’dan gelip kendinde esere ve verime dönüşen ni­metleri kendinden bilerek gurura kapılan insan, dağı küçümseyen çukurun gülünç durumuna düşer.

Ova aldanmaz, fakat insan aldanır. Ova alçak gö­nüllüdür, fakat insan çarçabuk gurura kapılır.

Bizim dağ ve ova meselemiz bir örnektir. Yoksa ger­çekte, dağlar da, ovalar da nimetin ve cezanın nereden geldiğini bilirler, öğünmezler, benliklerini ileri sür­mezler, ödevlerini yaparlar ve Hakkın takdiri önünde boyun eğerler.

İnsansa dağa arkasını çevirir ve dağ geride kaldı der. Halbuki dağ yerindedir, yerini hiç değiştirmez. Gerile­yen, ilerleyen insandır. Kendisinin gerilediğini görmez de dağı itham eder.

Halbuki, insan yüzünü dağa çevirse, dağ önünde olur. Dağ ileride olur. Ve gerekeni de o değil midir?

İslâm, en ulu dağlar gibi yerinde sabit, sağlam, başı dik ve tertemizdir. Kaypak olan, kaçan, saklanan, dağı kendi boş vehimleriyle itham eden insandır.

Tabiattan aldığımız dağ-ova örneği, insanın bütün aldanışlarında benzerini bulur.

İnsanın iyi olan asla dönmesi için Kur’an bir rehber olarak sağ ve diri, önümüzde ve başımızdadır.

Oruç, gözü keskinleştirir ve aldatıcı görünüşlere karşı insanı uyarır.

Namaz ruhu kuvvetlendirir; asla dönüşün engelle­rini ayıklar.

Zekât, insanın mal ihtirasından dolayı kam kirlenen birikmiş maldan kan alma, hacamattır adeta.

Zekâtı verilmiş mal, kanı arınmış bir kurbandır in­sanın önünde âdeta.

Eşyanın kan çarpmasından böylece korunmuş olur insan.

Komünizm, zekâtsız geçen çağlarda birikmiş kirli kanın çağımızda birdenbire patlak vermesidir. Evren­sel bir ceza gibi.

Müslümanlar asılları olan İslâm’a dönerlerse, umu­lur ki, insan da ona bakarak İslâm’a dönsün.

Çünkü: müslümanlar, ifratla tefritin çarpışmasında, ortadaki selâmetin topluluğudurlar. Hakem millettir­ler. Haktan ve hakikatten ayrılmazlar.

Müslümanlar, örnek millettirler. İnsanlık onu görse yüzeydeki aldanışı aşıp derindeki öze ulaşabilir.

Çağımızdaki her müslümanın ödevi, mümkün olan bütün gücüyle Islâm’ı önce kendi şahsında, sonra bütün insanlarda tam yaşanır bir hayat iksiri sayarak çalış­mak ve bu yolda savaşmaktır.

Her şey aslına dönecektir.

Kader çizgisi eğilmez, bükülmez.

İnsan kader çizgisinin dışına çıkamayacağını anlar da gurura kapılmazsa yol kolaylaşmış olur.

Yol kurallarına uyarak vekar ve onurla gitmeyen, kaderin itişiyle yuvarlana yuvarlana gider.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Dinin Sütunu

Dinin Sütunu


»Namaz, dinin sütunudur» buyurdu Peygamber. Evet, namaz, dinin ana sütunlarının birincisidir.


Din, insanın ve toplumun ruhuna yerleşmiş ulu bir ağaçsa, bu ağacın kökü iman, gövdesi namaz ve namaz sütununun etrafında halkalanmış olan oruç, zekât ve hac daireleri, dallan ve budakları da iyi ahlâk, davra­nışlave yemişleri ve çiçekleri de, bütün iyilikler, gü­zellikler ve doğruluklardır.


Namaz, bir ucu imana açık, öbür ucu iyilikler, doğ­ruluklar ve üstünlüklere bağlı, din köprüsüdür.


Adeta bu dünyanın sıratı namazdır.


Namaz, günde beş vakit gelerek kötülük fırsatlarını yok eden bir gök eridir.


Namaz, Kur’an-ı Kerim gibi sürekli bir mucizedir.


Bir elmanın bir yansı oruç, bir yansı namazdır.


Namazın protestolusu, telinlisi, siyasetlisi, gösterili­si olamaz. Namaz, sadece namazdır.


Ve bu namaza dokunulamaz.


Bu halk, yirmi yıldır durmadan yıkılmış camilerini onanyor, eksik yerlerini yaptınyor, camisiz semt bırak­mıyor. Bu camileri yaptırdı, şimdi sıra ihmal edilmiş namazlara geldi. Halkın namaza koşusunun anlamı, din duygusunun canlanışından başka bir şey değildir.


Camiler yapıldı, din duygusu canlandı, elbet halk namaza koşacaktır. Dinin sütununa sarılmaya.


Çünkü, dinin sütunu namazdır. Toplumu ayakta tu­tan sütun da dindir.


Bu çağda dinsiz yoksul toplumlar, komünizmin ku­cağına kolaylıkla yuvarlanırlar.


Ayakları şişinceye kadar namaz kılan Peygamberim ümmeti olmak, bir insan topluluğu için yeter şandır.


Çocuk, ulvilik âlemini ilkin babasının namazında canlanmış olarak görür.


Beş esrarlı camii olan bir kent düşününüz. Birinci cami, sabah ortalık ışımaya başlayınca insanları, ama nasıl insanları, Allah’a tam inanmış, kullara tapmayı reddetmiş, vahye ve onu getirenlere inanmış insanları çağırsın; o çağırınca, melekler yalnız onları uyandırsın. İkinci cami, güneş tam tepe noktasını biraz aşınca, işini dosdoğru yapıp insanlara iyilik saçan müminleri; üçün­cü cami, güneş de her fani gibi boynunu batışa doğru eğince ve ışıklarını son saatten bir haber gibi serin se­rin göndermeye başlayınca, olgun, dosdoğru ve inanmış insanları; dördüncü cami, güneşin adeta ruhu kabz edilmiş bir insanın kabrine konuluşu gibi batışından biraz sonra, gecenin yerde dirilerek çıkmaya başladığı saatte evine dönen müminleri ve nihayet beşinci cami, gecenin kalın örtüsü altında yine de eşyaya ve tabia­ta, günün yorgunluğuna ve insanların tahakkümüne karşı Allah’ın bahş ettiği güven ve huzurla donanmış müminleri çağırsın ve bu çağırışa karşı konul amasın, îşte böyle bir kentin insanları, günde beş kere dünya kirinden ayıklanıp çıkacaklar, faniliğin zararlarından kurtulacaklar, sonsuzluğun eşiğinde Allah’a tapmak­tan dolayı mutlu olacaklardır.


İşte bu esrarlı şehrin, bu esrarlı beş camii sembol değil bir hakikattir. Her İslâm şehri, o şehrin her camii, o beş camiin özelliğini taşımaktadır.


Her namaz, kubbesi gökyüzü olan dünyamızda müslümanları toplayan bir camidir.


Namazda, miraç mucizesinin kuvvetinden bir kuv­vet gizlidir.


Din ve tanrıtanımazlarla inanmışların savaşı, in­sanlık içinde bir gün müslümanların zaferiyle son bu­lunca, dinin temel sütunlarından namaz, ulu bir kubbe­yi ayakta tutan mermer bir sütun gibi insanın ruhunda yeniden bütün ihtişamıyla yükselecektir.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Yanlışın Bir Kaynağı

Yanlışın Bir Kaynağı


İhtiyaçtan müstağni olan yalnız Allah'tır. Bütün yaratılmışlar, yaradılış şartlarına, çağlarına, hayat dö­nemlerine göre bir ihtiyaç kataloğunu taşırlar umutla­rının sırtında. Umut, bir ihtiyaç repertuvarıdır. Cansız eşya, kimya bağıntısıyla açıklar ihtiyacını ve umudunu. Ateş suya, su ateşe muhtaç. Toprak buluta muhtaç. Bit­ki, hayvan, insan, derece derece bütün yaratıklar git­tikçe kabaran bir ihtiyaç dizisiyle çevrili.


İhtiyaçtan arınmamışlık, yalnız müşahhas varlıklar için değil, mücerret varlıklar için de söz konusudur. Her reel varlığın bir beslenme alanı ve kaynağı olduğu gibi kavramların ve kavramlara dayalı kuruluşların da bes­lendiği öbür kavramlar ve kuruluşlar vardır. Yaratılmış varlık ve kavramlar böylece bir süreklilik kanunu içinde hep birbirine muhtaçtırlar. Putlaştırma ve ortak-koşma, unsurlardan birini muhtaç oluştan kurtarıp bütün öbür unsurları ona muhtaç saymadan doğar. Böylece yalnız Allah’a ait bir özellik, fani ve yaratılmış bir varlık veya kavrama haksız olarak bağışlanmış olur.


İşte yaratık­ların ve kavramların ilâhlaştırılması böyle başlar. Kaç çarpık yol ve düşünce varsa aşağı yukarı böyle doğmuş­tur. Allah'ın yalnız İsrail kavmine aitliği, bir ırkın öbür ırkların üstüne çıkarılması ve ihtiyaç bağının kırılmak ve koparılmak istenmesi arzusunun bir iddiası olmuştur. Hristiyanlık sözde merhamet unsurunu yücelteyim derken, onu besleyen kaynaklardan mahrum etmiş ve bunun farkında bile olmamıştır. Bu yüzden en büyük zulûmlar, hristiyan ırklardan sadır olmuştur. Halbuki merhametsiz sevgi olmadığı gibi adaletsiz merhamet olmaz. Yalnız merhameti tutundurayım derken onun dayandığı sütunları yıkmak, bizzat merhameti yıkmak demektir. Bunun için Hristiyanlık tarihi, adetâ merha­metin yıkılış tarihi olmuştur. Nihayet merhametin tam zıddı olan komünizm, bu yanlış merhametçilikden doğ­muştur. Kapitalizm aşın hürriyetçilik adına adaletin yıkılışıyla gerçekleşmiştir.


İslâm yalnız insanların değil, kavram ve kuruluşla­rın da birbirine ve her şeyden önce ve her şeyin üstünde Allah’a muhtaç olduğunu ilân etmiş, bir kavramı öbür kavrama, bir inşam öbür insana köle yapmanın yan­lışlığını açıkça ortaya koymuş, yaradılışın sürekliliğine eş olarak, her alana hâkim sürekli bir hayat sistemini varlık tablosuna sindirme yolu olmuştur.


İnsanlığın ilerleyiş çizgisinde kimi topluluklar eşya­ya, kimileri hayvana, kimileri insana tapmak noktası­na takılıp kalmış. Biraz daha ilerde takılanlar peygam­berleri veya melekleri ilâhlaştıranlardır. Modern çağda da, kavramlar ve kuruluşlar putlaştırılmıştır. Yalnız müslümanlardır ki, eşyada, canlı ve cansız varlıklarda, kavramlarda ve kuruluşlardaki ihtiyaç damarım gör­müşler ve ihtiyaçtan müstağni olanın Allah olduğunu bilmişlerdir. Onun için müslüman sadece Allah’a tapar ve O’na kulluk eder. İnsanlara ve kavramlara kulluk ve kölelik yapmaz. İnsanlara ve kavramlara duyduğu saygı ancak Allah’ın buyruğu iledir. Allah yolunu tıka­yan her eşya, insan ve kavram bir engel sayılır. Cihad,işte bu engellerin kırılışıdır. Yolun ayıklanması, kölelik karanlığından arıtılmasıdır.


Aşk, sevgi, hakikat, merhamet, adalet, hürriyet, di­siplin gibi bütün kavramları birbirine ihtiyaç bağıyla bağlaya bağlaya, insanın, Allah’ın razı olduğu bir mutlu düzen içinde ebediliğe bitişmesi gerçekleştirilmiş olur.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Çağ ve İnanmış Adam

Çağ ve İnanmış Adam

İnanmış adamın çağla durumu, kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Çağı aşarsa anlaşılmayacaktır. Çağın akışına uyarsa, zaman içinde eriyip gidecektir. Çağ gelsin bana yetişsin diye bir kıyıya çekilirse, çağ onu aşacaktır. Dinamizme yeniden dönüş güçleşecektir.
Öyleyse ne yapacaktır inanmış insan? Hem çağın önünde gidecek, hem çağ kendisine yetişsin diye onun elinden tutacaktır. Çağ uyusa ve onun hiç farkına varmasa bile o aksiyonuna devam edecektir. Yılmayacaktır, umutsuzluğa düşmeyecektir. Güçlükler onu pişirecek, anlaşılmamalar onu daha anlaşılır ve aydınlık yapacaktır.
İnanmış adam, gemisini inşa eden Hazret-i Nuh'un durumundadır: onun bu gemiyi niçin inşa ettiğini anlamayacaklardır. Çocuklar eğlenecek, hastalar etrafında dolanacak, kötü ruhlar içlerini geminin iskeletine sürmeye çalışacaklardır. Ama gün gelip de sular yükselmeye başladı mı, alevden dilleri, insanları yalım yalım yaladığı zaman gemi en büyük ve sağlam koruyucu bir kale gibi gözler önünde tek umut kapısı olarak yükselecektir. Gemi, ikinci bir hilkat yuvası, ikinci bir diriliş ocağı gibi ufuklarda yükselmektedir de, felaket çanı çalmadan gözler onu inkâr etmektedir.
Çağla ilişki yönünden Ashab-ı Kehf gencinin uyanıştan sonra şehre inmesi ve irkilerek mağaraya dönüp kaybolması ikinci bir örnektir. Ülkülerinin gerçekleşmesi için zamana ihtiyaç olan bir avuç genç uyutuluyorlar, böylece bir bakıma zamanın dışına çıkarılıyorlar. Kendi günlerinde zamanı aştıkları için bekletiliyorlar. Fakat uyandıkları zaman da, zaman, ülkünün gerçekleştiği bir dönemden ileriye geçmiştir. Bu kere de zaman, aşmıştır. Birincisinde insan zamanı aşmış bulunduğundan, zaman dayanamayacaktı. İkincisinde zaman, insanı ve hedefini geçtiğinden, insan dayanamamıştır. Böylece zamanla insanın denk gelmemesi, bir türlü karşılaşmalarına imkan bırakmamıştır.
Bir yanda inanç vakıasında, düşünce ve duyguda derinleşme, incelme ve sağlamlaşma yoluyla zenginleşme devam ederken, öte yanda bunların realiteye nakşedilmesi, işlenmesi, yani aksiyon sürmelidir ki, inanmış adam çağla ilgisini koparmamış olsun. Hem teorik, hem pratik gelişmeye çaba sarf edilecek de olsa, bir gün daha çok teorik gelişmeye dikkatler dönecektir, bir başka gün de, pratik gelişmeye. Ama birinden birini ihmal eden, sonunda ya teorik, ya pratik gelişmelerle aşılacak ve çağ dışı olacaktır.
Geçmiş zaman içinde teorik çalışmaların en geniş anlamında yapılması, günümüzde de bu alanda çalışmalar yapmamıza engel olamaz. Belki de daha çok teşvik eder. Nasıl geçmiş zamanın pratik çalışmaları bugün bize aksiyon alanında bir yasak koymuyor, sadece örnek olarak ışık tutuyorsa, geçmişin teorik çalışmaları da, yol kesici, düşünce tıkayıcı bir rol oynamaz; bilgi meşalesi olarak yol aydınlatır. Bilgi ve kültür hazinesinin geçmişte olduğu yerde durması, tarih için öğünülecek bir vakıadır ama çağın insanları onları hayatlarına katıp onlardan yeni ve canlı yapılar kurmadıkça, kendileri bakımından, bu geçmiş zamanın anıtları yok gibidirler. Geçmiş zamanı müzeden hayata çekmek de büyük bir teorik çalışmayı gerektirir.
Düşünmek, yeni düşünce yapıları kurmak insan hayatının en şerefli bölümlerinden biridir. Bu yolu tıkamak, gelişmekte olan bir dava için en büyük ihanet olur.
Biz İslâm idealine inanmış olanlar, düşüncede ve edebiyatta çağın en ileri yapılarını kurmadan, insanoğlunun kalbini titretmeden, insana yeni bir mutluluk aşılamadan, inançları tam yaşar hale getirmeden, aksiyonda sürekli ve köklü bir başarıya ulaşacağımızı sanıyorsak aldanıyoruz demektir.
Devamını Oku »

Kötülüğün Sonu

Kötülüğün Sonu

Kötü ruh hep yaşayacak değil ya,bir gün de ölecek.

Hep başkalarını baskı altında tutacak,erim cürüm edecek değil ya, bir gün de, kendini kayalara çarpacak.

Kötü ruhun şiddeti hep dışa, masum olanlara karşı olacak değil ya,bir de kendi içinde, kendi kendini iki parçaya ayıracak bir iç kıvrılması olacak.

Kötü ruh, İslâm dünyasında bugüne kadar varabi­leceği aksiyonun son ucuna, optimum noktasına ulaştı. Şimdi onun için iniş başladı.

Kötü ruhun inişi başladı, iyi ruhun da çıkışı. Aksi­yon eğrisinde şanslar değişti. Kötü ruh bunun farkında olsaydı, ne yapar yapar aksiyondan kaçardı.

Kötü ruhun görüş alanı karardı, önünü görmez oldu. Zafer serabının sarhoşluğundan uçurumlara yuvarlan­mak üzeredir de farkında değildir.

En yakın mesafeleri göstermez olan sis, iyinin sak­layıcı perdesidir.

İyi, güzel ve doğru, en sıhhatli bir çocuk gibi büyü­yor. Belki bir aslan yuvasında, belki bir Ashab-ı Kehf bucağında. O büyüdükçe, kötü ruh, bilerek bilmeyerek, şeytansı bir sezginin dürtüsüyle huysuzlanacak, kızgın­lıkla zulmünü arttıracak, ama bir gün ayni kızgınlıkla kendini kayalara çarpacak.

Teknik, hızla kötü ruhun elinden iyi ruhun eline doğru kaymakta. Kötü ruhun taktiği ve stratejisi, kendi boynuna dolanan bir ip gibi kendini sıkmaktadır.

İyi ruhsa, karanlıklarda, su ışıltısında dinlenmek­te, deniz, çam ormanı ve güneşte büyümekte, Allah’ın bütün nimetlerinin, manevî ve maddî bağışlarının hakkını vermekte ve bu bağışlarla verimli bir gidiş geliş bağı kurmakta ve böylece iç ilhamının hükmünü yavaş yavaş dış dünyaya yaymaktadır.

Kızıl ve kara haçlı ruhu, cazibesini yitirmeye başlamıştır.

Masum mümin ruhu canlanmaya ve varolmaya yüz tutmuştur.

Birinci Cihan Savaşı’nın rövanşı yakındır.

Sam yeli sona erecektir.

Kara dehanın gücü tükenecektir.

Ölüm sularındaki hakikatler dirilecektir.

Köleleşme pazan, alnı dik duranların şuur alanına dönüşecektir.

Yakıcı olan bir şuur, vicdan lekelerini antacaktır.

Kıldan ince, kılıçtan keskin bir doğruluk ve hak şu­uru gelecektir.

İnanç, kültür ve ekonomi kurtuluşunun kefili, üçlü kefili bir nesil, topuklarının üstünde aynı anda ufukla­ra dönecektir.

Kehanet yok, hakikat var.

Propaganda ve reklâma tenezzül etmeyen gerçek inanmışlar var.

Kötü ruhun en büyük gücü olan reklâm ve propa­gandanın da dönemi geçmek üzeredir.

Herkes hakikati kabul etme ile nursuz bir yaşama arasında bir seçme yapma durumuna gelmiştir.

Hakikati kabul etmekten başka çıkar yol kalmamış­tır.

Ama kötü ruh için en güç şey de hakikati itiraf et­mektir.

İslâm dünyası bir kere daha kötü ruha başkaldır­maya yüzünü dönmüştür. Müsbet bir oluştur bu. Bel­ki henüz dili, ağzı yoktur bu oluşun. Ama büyüdükçe, geliştikçe dile ve ağıza da kavuşacaktır bu aksiyon. İnanan ve hakikatin, gerçek düşünce ve duygusunun aksiyonu.

İslâm aksiyonu, düşünce ve doktrinler arasında inkâr edilmez yerini aldığı gün, komünizm, amerikanizm, batıcılık, devrimcilik gibi ayni kültür dejenere­leşmesinin verimleri olan hayaller kaybolacak, ufuklar aydınlanacaktır.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Hazreti Musa Asası Gibi

Hazreti Musa Asası Gibi

Hazreti Musa ve âsası arasındaki bağın, bir dâvanın kuvveti ve zafere gidişi bakımından oldukça aydınlatıcı bir hikmet demeti olduğu kuşkusuzdur. Hazreti Musa elinden bırakır bırakmaz âsa canlanıyor ve müthiş bir canlılıkla, büyücülerin sihirli değneklerine saldırıyor. Fakat Hazreti Musa, elini ona dokundurur dokundur­maz âsa tekrar eski uysal halini adıyor. Bir mucize, sa­dece görünüşünden ibaret değildir. Görünüş, mucizenin fizik yanıdır. Bir de, onun anlamlar içinde uzayan bir arka plânı vardır. Âsa, Hazreti Musa’nın elinde bu­lundukça, vahye, inanca, İlâhî aşka olan susuzluğunu giderebilmektedir. Bu yüzden sakin, sessiz ve kendini aradan çıkarmışçasına yokluğa batıktır. Fakat Hazreti Musa, onu elinden bırakınca, vahyden ayn düşmenin acısıyla şahlanmakta ve tekrar o sonsuzluk kaynağın­dan içmek için önündeki yol engellerini devire devire ilerlemektedir. O kaynağa dönüşün en büyük engelleri putlardır. Putların koruyucuları büyücüler ve büyücü­lerin silâhları olan sihirli değneklerdir. Âsa kendi sa­hibine dönünceye kadar bunlarla savaşacak ve bunları yutacak ve eritecektir. Fakat Hazreti Musa’nın eli de­ğer değmez, âsanın öfkesi yatışmakta ve âsa kaynağa döndüğünü idrak etmektedir. Onun vazifesi bitmiştir ve esas vazifenin yanında bir dinlenmededir.

Âsa, hakikati araştırma ve imana yönelmenin sem­bolü gibi, bin bir şüphe ve inkânn sembolü olan büyücü değneklerini ortadan kaldıra kaldıra kaynağa dönmek­tedir.

Bir açıdan da, âsa vahyi, büyücülerin değnekleri de inkâra ve şüpheci aklın delillerini sembolleştirir. Akıl, vahye karşı ne kadar kuşku ve inkârla başkaldırırsa başkaldırsın, direnirse dirensin,sonunda yenilir ve baş eğer.Nitekim müneccimler de sonunda gerçeği kabul ederek Hz.Musa'ya dönerler.Sonunda zaferi inanç kazanmıştır.

İlimle vahyin karşılaşması da, bu diyalektik içinde cereyan eder. İlmin vahye karşı çıkan tutumu sonunda susar ve gerçek ilim adamı, sonundu dinin Önünde eği­lir. Aklın ve ilmin ilk karşı koyuşu, arınarak saflaşmak ve tam imana, dönüşsüz ve kesiksiz inanca varmak içindir. Yoksa, gerçek ilim, dinle, vahiyle sürekli barış halindedir.

Hattâ onun eşyaya doğru uzanmasından doğmuş­tur.

İnkâra çağlarda ortaya atılan inanç düşünceleri, Hazreti Musa’nın âsası gibi, ne kadar inkâr, şüphe ve tereddüt varsa onu yenecek, eritecek ve yok edecektir,

Hazreti Musa’nın âsası, Peygamber’in yanındayken sürekli bir ışık içinde ve bölünmez bir güvenlik alanın­dadır. Fakat o, Peygamber’den ayrılınca, karanlıklar, şeytanlar arasında kalmış gibi ayağa kalkmakta ve ka­ranlıklarla, şeytanlarla vuruşa vuruşa ışığa doğru iler­lemektedir.

Hazreti Musa’nın büyücülerle savaşı, bir nevi, tari­hin sembolü bir sahnedir. Her müslüman, sahibinden ayn düşmüş bir âsa gibi, etrafını çeviren zulüm, inkâr ve umutsuzlukla savaşa savaşa iman bütününe doğru yol almalıdır.

Müslüman, mucizeleri «evvellerin masalları» gibi dinlememeli, onları yaşamalıdır. Onlar nasıl geçmişte yaşanmışsa, sürekli olarak her müslümanın hayat akı­şında da anlamlarıyla sürüp gider.

Büyücülerin değnekleri, cıvanın akıcı gücü ve sı­caklığın genişletme özelliğiyle kımıldıyorlardı. Hazreti Musa’nın âsası ise, ruh kudretiyle, vahyin verdiği bir aşk ve heyecanla hareket ediyordu. Onunla diri ve can­lıydı.

Hazreti Musa ile büyücülerin karşılaşması, bir ba­kıma da Allah inancı ile, Islâmla materyalizmin karşılaşmasıydı.

Gören göz ve düşünen insan, çağındaki karşılaşma­ları da bu örneğin ışığı altında görür ve düşünür.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Babayla Oğul Arasında

Babayla Oğul Arasında

Ay tutulursa veya güneş tutulursa çıplak gözle göre­mezsiniz onu.İsle karartılmış bir camla bakarsınız ayı veya güneşi içine girdiği karanlıktan ayırabilmek için.

Bir deprem yeri sarstığı zaman, siz üzerinde sarhoş­lar gibi sallanırken ne olup bittiğini pek anlamazsınız, şaşkınlıktan. Ama, uzaklardan bakan, sizin de, içinde bulunduğunuz evin de, üstünde durduğunuz taşın veya tümseğin de nasıl sallandığını görür.

Sellerin sürüklediği kuzulan, ayni sulara kapılmış insanlar değil, selin dışında kalabilmiş kişiler kurtara­bilir.

Ancak önceden gemisini hazırlamış bulunan Nuh kurtarır insanları birdenbire bastıran bir tufandan.

Suya ateşle karşı çıkılmaz. Coşkun su ateş kayaların bile ilkin söndürür, sonra sürükleyip alıp götürür.

Suya suyla da karşı çıkılmaz. Çünkü: o su da öbürü­ne katılır ve beraber akarlar öfke kanalında.

Suya gemiyle karşı çıkacaksın. Su istese de istemese de omuzlarında taşıyacak gemiyi. Suyun üstünde suyla beraber akacaksın, sularda yuvarlananları teker teker kurtaracaksın.

Bir öfke ve kızgınlık karşısında başarı ne öfkede, ne de yalvarışta; ağırbaşlılıkta, samimi olmakta, öfkelinin derdine, o derdin özüne, gerçeğine yürekten eğilmekte.

Artık çağ, biçimci (formalist) bir hukuk çağı değil.

Çağ, insan dertlerinin, insanlık ıstırabının hukuku aştığı çağ.

Çağ, sevginin ve nefretin, sefahat ve sefaletin, sa­mimiliğin ve hilenin, zekânın ve kurnazlığın, inancın ve inkârın, boyun eğişin ve başkaldırmanın, kölelik tiranlığın ve hürriyetin, aklın ve cinnetin, ıstırabın ’ insan ıstırabıyla alayın yarıştığı, birbirini aşmaya çalıştıkları, hukuku çok gerilerde bıraktıkları bir çağ.

Kasların sonuna kadar gergin olduğu bir çağ bu.

Teatral jestle hayat yenilemez.

Bir ateşin ortasında bir önemli kâğıt yanıyorsa, se­nin, ateşi itfaiye hortumuyla söndürmeye çalışmanda fayda yoktur. Belki ateşi söndürmeyi başaracaksın, ama o zamana kadar da kâğıt yanmış, küle dönmüş olacaktır. Tek çare, suyla söndürmeye çalışmak değil, ateşin içine hızla dalıp kâğıdı kurtarmakta. Zaten se­nin hedefin, ateşe düşmanlık değil, kâğıdı kurtarmak.

Ateşe alışmaktan, onunla dost olmaktan başka çare yoktur, yakmamasını istiyorsan ateşin. Kızgın ateşi su da söndüremez; buharlaşmış su, ateşin üzerinde, ateşi koruyan, ateşten bir perde olur. Ateşin Hazreti İbrahim'i yakam amasının sebebi, onun dost olduğunu sezmesiydi.

Dost yalvarmaz, inşam arkasından da vurmaz, haki­kati söyler o kadar. Gerçek neyse onu söyler, fedakârlık gösterir, yardım eder. Hak neyse onu teslim eder, hak olmayanı da kesinlikle reddeder. Yalana ve hileye sap­maz. Korkuya düşmez. Kızgınlık ve öfkeye de kapıl­maz.

Devlet, kuvvet ve kudretinin gerisinde hakikatler ve hikmetler canlı olarak durduğu sürece devam eder. Ha­kikatler ve hikmetler çekildi mi, dış biçimler ne kadar sağlam görünürse görünsün, o görünüş, ilk üfurüşte ka­ragözün hayalleri gibi söner.

Çocuk babasma başkaldırırsa, baba onu tepelemez. Ona yalvarmaz da. Ta yüreğinden gelen bir hareketle baba olduğunu hatırlatır ona.

Oğulu yola getiren, ne şu ne bu, kendi oğlunun ha­linden acı çeken ve belki de bu acısını kimselere söy­lemeyen, çocuğunun bu halinden kendini suçlu gören babanın samimi ıstırabıdır.

Oğulla baba arasındaki bağdan farksızdır devletle gençlik arasındaki ilgi.

Oğul, ayağa kalkmışsa, baba, oğulu kurtarmaktan başka bir şey düşünmemelidir.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Peygamber

Peygamber

Peygamber, insanın ruh katlarını açmış ve onun her katını içinde bulunduğu şartlara ayarlamıştır. Bir ka­tını dünyaya, bir katını ölüme, bir katını ölümden öte­sine.

Mağaradan, çölden, en karmaşık büyük kent yaşa­malarına kadar insan düşüncesi, duyarlığı, sükûneti, coşkunluğu, Peygamber ülküsünün ve hikmetinin önünde fâniliğe dönük olmaktan kurtularak Allah sev­gisi ve korkusuyla, tevhit ahengiyle, hakikat şuuruyla dolu ebedilik şartlarına ayarlanır.

İnsanı bir nemrut ateşi gibi yakıcı hale getiren ceha­let ve zulüm karanlığından çıkararak vahiy ışığında bir miraç yolcusu gibi yürüten, bir inancın ayışığında İlâhî güzellikleri ruhun gıdası gibi sindire sindire ilerleten Peygamber izidir.

İnsanı putların köleliğinden kurtararak fıtratın me­deniyetini kuran Peygamberidir.

İnsanı, etinden kemiğinden fırlayan hayallerden, puta tapıcılık hezeyanlarından arıtan peygamberler­dir.

Toprağı teyemmüm, suyu gusl ve abdest gücüyle do­natan peygamberlerdir.

Ak kanadı sevap, kara kanadı günah, kaderinin hızıyla zaman içinde uçup gitmektedir insan. Kara kanadını yenileyen şeytandır, ak kanadını da peygam­berlerdir insanın. Dökülen kara kanat yerine ak kanat takmaya çalışanlardır insana onlar.

Beyaz, siyah, sarı, asyalı, afrikalı, avrupalı farkı ol­maksızın insanın insan olmasını ön plâna çıkaran bir medeniyeti haber veren ve gerçekleştirenlerdir onlar.

Zaman, atlarının ayakları altında kum gibi çınladı.

Dünya, bir kabuk gibi ruhu sıkar ve ruh, bu sert çiz­gilerin içinden sıyrılıp kaçmak ister. Veya daha kötüsü, ruh, kabuk üstüne kabuk bağlayarak dünyalaşır. Pey­gamberler, dünya çizgilerini ruha bir disiplin gibi, bir gelişme ve olgunlaşma sabrı gibi, şaha kalkan ata sıkı bir gem gibi yaklaştırırlar. Böylece, ateş, külün altında taze, diri ve canlı kalır.

Peygamberin izinde ruh sönmeyen bir ateştir, dünya da onun külü. Daha doğrusu, ışık ve zeytinyağı.

Git Arabistan’a ve oradan azın azı kaynak sularının üzerine eğilerek susuzluklarını gidermeye çalışan hur­ma ağaçlarından sor neye özlem çektiklerini ve neyin düşünü gördüklerim. Onlar, peygamberlerin zamanın ateşini gözleyen destan nöbetçileri gibidirler.

Vahyin ruha ve hayata karışması... Peygamber izi budur.

Hikmet ve mucize, sertleşmiş ve gelenekleşmiş metafizik ve sosyal köleliği yumuşatıp ortadan kaldırmasında Peygamber’in destan kılıcıdır. İnsan, o kılıcın önünde baş eğerek hür olur.

Örneği peygamber olan çocuklar, despotların, tiran­ların ve diktatörlerin serapsı hayallerinin peşinde koş­mazlar.

Çelik, cam ve çimento içinde, ancak, Peygamberin izini gözleyerek, vahiy sevincinden doğan muştuları, umutları ve zikirleri ruhun durmadan yenilenişi ve di­rilişi için tekrarlayarak ayakta durabilir insan.

Her zaman ölmeye yüz tutan insan ruhunu ayakta tutmak... İşte peygamberlerin bıraktığı miras.

Ruhun dirilişi, çağın özlediği, bir türlü adını koya­madığı, ancak Peygamber izinde gerçekleşebilecek ül­küdür.

Gençliğin isyanı, anarşisi, başkaldırması, nihilizme veya romantizme batık olanı da, bilmeden bu izi ara­maktan, ararken izi daha çok kaybetmekten başka bir şey değil.

Peygamber ve çocuk... Bu tabloyu ortadan kırmış olan insanlık, daha nice zaman azap çekecektir.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Cami ve Hayat

Cami ve Hayat

Dünya durdukça müslüman toplumlarına örnek ola­cak olan mutluluk asrı dediğimiz Peygamber zamanında, cami, hayatın merkeziydi. Bugün ise camiler haya­tın çok kıyısında kalmışlardır.

İslâm’da caminin anlamı, öbür dinlerdeki tapmak anlamına ve caminin fonksiyonu, öbür din tapınakla­rının fonksiyonuna eşit değildir. Cami, genel tapmak anlamını çok aşar.

Caminin yüzü yalnız öteki dünyaya dönük değildir, bu dünyaya da, hayata da dönüktür.

İslâm dini, kendisinde iki dünyanın barıştığı bir din­dir. Bu hayatla öbür hayatın bağdaşması, kaynaşması birinci plânda tutulmuştur. İki dünyadan hiçbiri kendi sınırım çiğneyerek öbürünü ezmez. Ruhla beden gibidir bu dünyayla öbür dünya. Biri öbüründen üstün görüle­bilir ama hiç biri öbürünü tam olarak ortadan kaldır­maz. Çünkü bunlardan biri tam ortadan kalktığında uzun bir vadede öbürü de söner. Öteki dünya aşkı, bu dünyayı yaşamaya değer hale getirir, dünya ve haya­tı îslâm ölçüleri içinde verimlendirme de, öteki dünya seviyesini ateşlendirir. Ruhun vücutla varlığını dışa vurması, vücudun da ruhun buyruğunda anlam kazan­ması gibi, dinin erdirici ışıklan altında iki dünyanın ve iki hayatın birbirine bağlı olarak olgunlaşması Islâm’ın insan için tâyin ettiği bir varoluş şartıdır.

İşte cami, başta insanoğlunun varolma sebebi olan ibadet ocağı ise de, ibadet nasıl varoluş akışının merkezî çizgisi, mihveriyse, o da İslâm toplum unun yaşayışında bütün hayat faaliyetlerinin açıldığı bir kaynaktır, temel kurumdur, hayatın, çevresinde daire daire toplanacağı öz yuvadır.

Hayatın her şubesine ilk ışık camiden tutulmalıdır. Toplum ilerleyişlerinin ilk çıkış noktası camidir İslâm ülküsünde.

En saf ibadet heyecanının, düşünce canlanışının, kültür hamlelerinin, edebiyat doğurganlığının, toplum dayanışmasının verim üstüne verim katmerlendirdiği bir şuur evidir cami.

Üniversitelerle camilerin kapıları, dayanılmaz bir çağrıyla birbirlerine davet edecek şekilde açık, birbirle­rine bakar durumdadır İslâm ülküsünde.

Cuma hutbesi, bir haftalık toplum hayatını İslam açısından gözden geçiren geriye doğru bir kritik,ileriye doğru da bir hamle plânı getiren, hikmet ve aksiyon içiçe, bir yol aydınlığıdır. Geçmiş zamanı arıtma, gelecek zamanı ışıtmadır.

Cuma namazından sonra insanların yeryüzüne dağılarak işlerine koyulmalarını buyuran ilâhı kelâm, camiyle hayatın birbirine nasıl kopmaz bir şekilde bağlı olduğunu, ancak vahye has bir icaz üslubuyla, ne güzel belirtmektedir.

Günün her vakit dönümüne bir namaz koyan İslâm, dinle hayatın ayrılmazlığında insanın mutluluğunun bulunduğuna işaret etmiştir.

Camilerimiz, toplumun en kutlu ve en canlı kurum­ları olduğu zamanlar, dünyanın en üstün toplumu idik. Camiyi hayattan sürmeğe başladık başlayalı, adetâ ilâhı bir ceza olarak biz de hayattan sürülmeğe başla­dık.

Yalnız hayattan bezenler intihar etmez; hayata faz­la tapanların da sonu büyük bir ihtimalle intihardır.

Başarı, hayata tapmakta değil, hayatın hakkını ver­mektedir.

Camilerinde hayatın taştığı müslüman toplumlar gerçek anlamıyla en canlı hayatla taşacaklardır. Çün­kü: camiden taşarak topluma gelen hayat, ölmezlikle kuvvetlenmiş, ebedîlikten bir canlılık kazanmış bir ha­yat olacaktır.

Camilerimiz vücutlarıyla yavaş yavaş canlandırıl­maktadır. Her caminin bir de ruhu vardır. Yalnız ca­milerin bedenlerini, vücutlarını onarmak ve canlan­dırmak yetmez, ruhlarını da diriltmek, dimdik ayağa kaldırmak gerekir.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

İlerleyiş

İlerleyiş

' Müslüman, sürekli bir ilerlemenin adayıdır.

Dinde sürekli bir ilerleyiş vardır.

Alt ucundan tutsanız bile din sizi kurtarır. Ama yine de sizin borcunuz dinde durmadan ilerlemektir.

Müslümanın ödevi dinde halka inmek değil, halkı dine yükseltmek, halkla birlikte dinde yükselmektir.

Zaten, sizin yükselmeğe ve yükseltmeye çalıştığınız derece, halkın özleminde gizlidir. Sizin öbür insanları dinde ilerlemeye çağırmanız, onların kendi içlerindeki gizli bölgeyi açmalarını istemeniz demektir.

İçindeki kapılar açılsın istiyorsunuz yani.

İnsanların içindeki türbeler ışısın, yatırlar uyansın, sabahlar doğsun, kurumuş çeşmeler, gözyaşı çeşmeleri aksın istiyorsunuz yani.

«İki günü birbirine eşit olan insan ziyandadır» diyen Peygamberin izi, durmadan ilerlemenin izidir.

Gün doğar, gün batar ve müslüman ilerler.

Ay doğar, ay batar ve müslüman ilerler.

Ay, hilâlden bedir haline gelir, sonra tekrar hilâl ha­line döner, bu hâl durmadan devam eder ve müslüman durmadan ilerler.

Gerçekleşmiş inanca ermek için durmadan ilerleme­nin gerektiğini bilir müslüman.

Bütün peygamberlerin, ermişlerin, şehitlerin, kur­tulmuşların inanç sevincinden payım almak için dur­madan ilerlemenin gereğini unutmayandır müslüman.

Hazreti Musa, halkına doğru koşmuştu. Ama halkı­nın dindeki duraklamalarına, hele hele gerilemelerine ve dönmelerine asla boyun eğmedi, asla göz yummadı. Onları sevdiği, onlara acıdığı için, onları acı şekilde de uyardı, tatlı şekilde de uyardı. Hep onları dine doğru çekti. Dinin onların ayaklan altında eriyip gitmesine asla razı olmadı.

Bütün peygamberlerin halka bakışları, dinde ilerleme açısından asla kaymadı.

Dindeki ilerlemeye en beliğ örnek, Miraç değil mi­dir?

Her namaz, dinde biraz daha ilerlemek için mümi­nin giriştiği kendi miraç tecrübesidir.

Başarı, gerçek başarı, halk kalabalıklarının insanın peşinden geçici sürüklenişinde değil, halkın kalbine, halkın ruhuna, belki yavaş, fakat sağlam yerleşmede kök salmadadır.

Ve başarının devamı, içine kök salman halk ruhunu ilerletmede, dinde ve dünyada ilerletmededir.

Çağımızda dinde ilerleme, kalbteki inancı gerçek hale getirme, canlandırma, din düşüncesini diriltme­dir. Ruhunu uyandırma, dini konu edinen edebiyatın yeniden doğuşunu hazırlama, yeni natlar, yeni tevhit ve münacaatlarla insanın yüzünü ağartma, duvarlarda hapsedilmiş gibi duran Kur’an’m ışığıyla kentin ve in­sanın ruhunu ışıtma yolunda durmadan hız kazanmak demektir.

Ve halkın ruhuna, dinde ilerleme yolunda, sürekli olarak hız kazandırmak demektir.

Dinde ilerleme, dünyada duraklamayı gerektirmez. Tersine, dünyada da ilerlemeyi sağlar. Çünkü: dinde ilerlemekte olanın hız alanından dışarı çıkamaz dünya. Hızla ilerleyen müslümanın peşinden, aynı hıza kapı­ları dünya da ilerler.

Dinden kopmuş insan karanlıklar ve güvensizlikler içindedir. Son çağda sanki din durdu ve dünya ilerledi. Sonra insan birden dinden kopmaya ve onunla birlik­te de bütün güvenini kaybetmeye başladığının farkına vardı. Anlaşıldı ki, bu bir ilerleyiş değil, bir hırlayıştır, boşluğa doğru bir fırlayıştır.

Ve şimdi dinde ilerleme, dinde dirilme, insanın ona bağlı dünyanın da dinle kurtulma günleri geri gel­di. İçte bunu fark etmeye başladı insan.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Birlik Çağrısı

Birlik Çağrısı

Birlik, İslâm’ın en büyük prensiplerinden biri. Çün­kü her şeyden önce Allah bir. Ve bütün kâinat sımsıkı bir birlikle birbirine kenetli. Sonra da bu birlik, bir olan Allah’ın buyruğuna sımsıkı kenetli. Demek ki bütün bir varlık cihanı, birliğin bildirimi.

İslâm ki, sulh ve selâmet dini, barış dini, varlık dün­yasını, birliği bilmeğe ve gerçekleştirmeye çağırmakta.

«Gelin ey ehl-i kitap, bir kelimede, Allah’ın ismi etrafinda toplanalım» diyen din.

Putatapıcılık, çoktanncılık olduğundan, ona olan dili ayrı, esasta Allah inancını taşıyan, fakat sonraki katma ve katlamalarla bu inana bulanmış olan, yani bir olan Allah’ı tenzihe daha kolaylıkla gelmesi mümkün olan ehl-i kitaba olan dili aynı.

Bütün bu prensipler ve düşüncelerin ışığında, müslümanlara düşen birinci ödev, birliğe çağırmaktır. Ara­larında birliğe aykırı ne kadar engel varsa onu en radi­kal girişkenlikle ortadan kaldırmaktır. Birbirlerine kaç kapı açmak mümkünse açmaktır.

Her müslüman öbür müslümana Kur’an ahlâkından bir nefha taşımalıdır.

Müslüman barış taşıyıcısıdır.

En güçlü savaşçı da müslümandır. Çünkü, onun sa­vaşı da banş içindir.

Her müstüman tek başına bile bir birlik çağrısıdır.

İki müslüman bir araya geldi mi, dargınlık buzlan ve öç tuzu eriyiverir.

Her müslüman, bu birlik ve beraberlik aşkına, öbür müslümanların önünde kendi benliğini silmelidir. Ben­lik davasına bir son vermelidir.

Selâm, müslümanın kendi benliğini sildiğinin ilânıdır bir açıdan da.

İki müslümanın selamlaşmasından ebedî bir barış doğar.

İslâm’da insan birinci plândadır, onun yanında eşya çok geri plânda.

Eşya yüzünden öbür müslümana hınç duyan bir müslümandan, her şeyden önce masum bir vasıta olan eşya utanır.

Gelecekte, büyük hesap gününde, eşyaların bile aleyhimizde şahitlik yapmasından da, en üstün yaratık yani insan olarak biz utanalım.

Mahşer günündeki şahitlerin hafızasından daha keskin, daha yanılmaz hafıza düşünülemez.

Müslüman, eşyayla da, bu mahşer gününün şahitleriyle de barışmak zorundadır.Eşyayla barışmak onları kötü şahitliğe mecbur etmemekle olur.

Bir müslümandan,değil bir müslüman,bir insan,eşya bile davacı olmamalı ilerde.

Bu yüceliğe ermekiçin da, Islâm'ın sulh ve selamet prensibi üzerine iyice kafa yormak gerek. Birlik şuuruna ermek gerek.

Kainattan yükselen birlik türküsünü öz kulaklarla işiteçek kadar uyanık olmak gerek.

Allahın ipine, Kur’an’a, İslâm’a sımsıkı bağlanmak: işte birlik şuuru bu demektir.

Bir müslüman, bir ipek böceği gibi durmadan Kur'an ahlâkının örgüsüyle kozasını ören kişi demektir. Gün gelip kendisi yücelikler dünyasına çekildiğinde, geride bıraktığı o iyi işler ve güzel davranışlar yumağından bir destan örülecektir.

Benliğine tapan insanı, bir gece, o farkına varmadan şeytan kendisiyle değiştirecektir.

Şeytanla farkında olarak olmayarak benlik değiştir­mekten bizi koru Allahım.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Tehlikeli Dönemeç

Tehlikeli Dönemeç


Kim, bir konuda çalışır çalışır, arkasından bir ba­şarı ışığı görür de, başarıyı kendi çalışmasına bağlarsa gurura düşmüştür. Gurursa, gerek insanın yükselmesi, gerek başarı yolunda en tehlikeli dönemeç, en iştihalı uçurumdur.


Yaratılmış olan her varlık, yaratılışının gereği çalı­şacaktır. Ama çalışmasının sonucu Allah’a aittir. Başarıya götürmek de O’nun, götürmemekte.


İnsan; Yaratıcının razı olması için çalışacaktır. Bu çalışma bir bakıma bir dilektir. Allah’tır dilekleri kabul edecek olan.


Kim bir durumu kendi çalışmasının sonucu zannederse, bir bakıma dolaylı olarak o durumun yaratıcısı olduğunu iddia ediyor demektir ki, bu, gururdan doğma bir ortak koşmadır.


Allah isterse bir yıllık bir çalışmaya, bin yıllık bir verim bağışlar, isterse bin yıllık çalışmaya bir yıllık ve­rim.


Bunun hikmeti de bellidir: insan gerçek başarıyı ya­lancı başarıdan ayıramaz. Gerçek sanılan bir başarı, en aldatıcı bir çöküş olabilir, başarısızlık sanılan bir sonuç da, gerçek bir başarı veya gerçek bir başarının muştusu olabilir. Bunun en iyi örneği, bütün iyi örneklerin altın dergisi olan Peygamber döneminden bir örnek olarak Hudeybiye anlaşmasıdır. O Hudeybiye anlaşması ki, bir nevi Mekke fethinin verimli tarlasıdır.


Sen bir çiftçisin arkadaşım. Tohumunu ek ve gerisini Allah’a bırak. Allah dilerse, bire on beklemene karşılık bire yüz, bire yedi yüz verebilir. Vermezse de bil ki, onda da bir hikmet vardır. O da tarlanın daha güçlenmesi içindir. Ben ektim, toprak mutlaka verecektir sanıyor­san, aldanıyorsun. Toprak da bir araçtır. Yağmuru da düşün, karı da düşün. Ve tohumu, toprağı senin ekme arzu ve gücünü, yağmurun ve karın faydalısını, uygun rüzgâr ve mevsimi bir araya getireni de düşün asıl.


Bedir zaferinden ötürü müslümanlar gurura düşme­sinler diye, asıl düşmanın gözüne toprağı atanın kim olduğu hatırlatılmıştır: «Attın attın ama sen atmadın sen atmadın. Allah attı. Allah attı.»


Başarıdan gurura düşülmesi ne kadar bir ortak koş­ma demekse, başarısızlıktan umutsuzluğa kapılmak da o kadar ortak koşmadır. Onun için Allah, ilk müslümanlara Uhud’u da tattırdı. Uhutla onları imtihan etti.


Onlar zaferde de imtihanlarını verdiler, yenilgide de. Allah’a güvenleri sarsılmadı. Gurura da kapılmadılar. Allah da onlara sonuçların en hayırlısını nasip etti.


İnsan, uzun bir süre başarıyla yürürken ansızın za­fere ulaşacağından yüzde yüz bir güvene geçip de guru­ra kapıldı mı, Allah, o gelişmeye öyle bir kıvrım katar ki, mağrur insan, gurur körlüğüyle önünü göremez olur ve kıvrımın eğitiminde kaya kaya uçuruma düşer. Bir de bunun, tersi de vardır: insan bütün bir iyi niyetle çalışır da belli başlı bir sonuç göremez, buna rağmen Allah’a olan inanç ve güveni sarsılmazsa, Allah, o ge­lişmeye de öyle bir kıvrım katar ki, insan o kıvrımda yüksele yüksele zafere de varır.


Öyleyse insan çalışmalı ve sadece Allah’ın rızasını düşünmeli, sonra O neyi kader olarak tâyin etmişse ona tevekkül etmeli.


Nesil yetiştirme işinde de durum değişmez. Olur ki zayıf nesillerin erken başansındansa, güçlü nesillerin sonraki başarısı murat edilmiştir İlâhî takdirde. Ki o elbette daha hayırlıdır. Çünkü daha köklü ve daha sü­reklidir. Ama Allah dilerse o gücü ilk nesillere de vere­bilir.


Hiç bir şey onun gücünün dışında değildir. Önemli olan, gururun tehlikeli dönemecini atlatarak İlâhî rıza­ya ulaşmayı gözden kaçırmamakta ve başkaca da bir gaye gütmemekte.


Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Putlaştırma

Putlaştırma

Kendimizi bulmamıza, ilerlememize başlıca engel, putlaştırma psikolojimizdir. Müsbet ve menfî alanda putlaştırma. Şahısları putlaştıra putlaştıra düşüncey­le, düşünceleri putlaştıra putlaştıra inançlarla ilgimizi kesiyoruz. Bakıyoruz, bütün alanlarda ufuklar donuk­laşmış; put donukluğu sarmış görüş alanım. Düşünce, sanat ve politika alanında putlar önünüzü kesiyor ve ayaklarınıza bir gölge gibi sarılıyor.

Put, kurumuş bir ağaçtır. Kökte biraz yeşillik ve canlılık varsa, onu da kurumuş koca göğde, bir türlü gelişmeye bırakmaz.

Genç insana on öğüt saymağa kalksam, birincisi: «putlaştırmayacaksın!» olurdu. Çünkü: kurumuş bir ağaçtan farksız olan put, eninde sonunda hafif veya şiddetli bir rüzgârda devrilir ve puta dayanan da onun altında kalır.

İyiyi de, kötüyü de putlaştırma eğilimini taşıyoruz. En zayıf yanımız bu. Düşünce kısırlığı, kritiksizlik put­laştırmaya yol açıyor, putlaştırma da düşünce kısırlığı­na, kritiksizliğe. Bu ikisi birbirini destekleye destekleye düşünce gelişmesinden uzaklaşıyor, putların alacakaranlığına gömülüyoruz.

Put, insanı ahiretten de, dünyadan da uzakta tutan bir kabirdir. Ruh için bir kabir azabıdır.

Konca, bahar gelince açılmak ister. Düşünce alanı da böyledir. Fakat, putlardan yapılma bir duvar, peşin hükümler duvarı, onun açılmasına, güller saçmasına engel olur.

Asıl gerilik, şahısları putlaştırmaktır. Çünkü: insan­ların faniliğini görmeyen, insanların geleceğine inan­mayan, bir sonraki neslin bir öncekini aşacağına gü­venmeyen insanlar, çağının insanlarım putlaştırır veya geçmiş zamanın insanından putlar örer. Ama Allah’a inanan, hakikatten başka bir değer ölçüsü bilmeyen, Allah’ın nimetinin tükenmeyeceğine güven besleyenler, kimseyi ve hiç bir şeyi putlaştırma ihtiyacım duymaz­lar. İşte asıl öncü olanlar, ileri olanlar ve durmadan ilerleyenler onlardır.

Putlaştırma psikolojisi, zihinde bir kireçleşme, çöl­leşme ve çoraklaşma demektir. Çünkü: zihnin gerçek çalışması, sürekli olarak put kırma demektir düşünce alanında. İlim alanında bir teori putlaşmaya başla­mışsa, üstün bir zekâ ve sabırlı bir çalışma, bir gün o teoriyi yıkar ve yeni bir teori getirir. O teori de putla­şırsa, bir gün, o da yıkılır. Bu, ilim alanında put kırma demektir. Sanat alanında da, yeni sanatçıların gelme­si, putlaşmaya yüz tutan sanatçıların devrilmesine yol açar. Böyle böyle sanat da, edebiyat da ilerlemiş olur. Politika alanında da durum değişmez.

İslâm, bütün alanlarda putları devirdi ve insanın putlaştırma eğilimini kırdı. Yeni put doğumuna engel olan şartlan getirdi. İslâm’dan uzaklaşıldıkça putlar gözükmeye başlar her alanda, İslâm’a yaklaşıldıkça da putlar hazan yaprakları gibi dökülür ve kırılırlar.

Tarih, bir yandan put dikme, bir yandan da dikilen putları kırma şeklinde görünen iki kuvvetin çarpışma­sıyla örülen bir ağ gibidir.

Değerlendirme ayn, putlaştırma ayndır. Değerlen­dirme, bir ölçme ve tartma işidir ve her zaman yeniden değerlendirmeye açık kapı bırakmaktadır. Putlaştırma ise, ansızın bastıran bir yanılmanın ebedi olarak sürdürülmek istenişi, duygu dondurulması işidir. Kritiğin ve yeniden değerlendirmenin bütün kapılarını kapama işidir.

Müslüman, her şeyden önce kendi nefs putunu kı­racaktır. Daha doğrusu, nefs putu her örülmeye doğ­ru gidişte, o örgüyü müminin kalbi çözecektir. Sonra, başka insanların putlaşmasına da razı olmayacaktır müslümanın inancı. Çünkü: Allah inancı, ortak tanı­mayan bir inançtır. İnanç, düşünce ve aksiyon alanında putlarla savaşacaktır müslüman. Bu dünyadaki en büyük ödevi budur. Putlar devrilmeden, öte dünyanın ulvî çizgilerini bu dünyadan görmeye imkan yoktur. Bu kıyıdan, öte kıyıyı görmeğe engel olan başlıca perdeler, putlardır.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Hesap

Hesap

Toplumun zorlamalarıyla verdiğimizden çok, düzenli olarak kendi kendimize hesap vermezsek, kendi kendimizin kontrolünden çıkmış oluruz. İnsan gibi mü­kemmelleşmeye aday bir yaratığın dizginsiz, kontrol­süz, otokritiksiz yaşaması düşünülemez. Böylesi insan, hayvandan da aşağıya düşecektir, kutlu kelâmda işa­ret edildiği gibi. Çünkü: hayvan için yükselmek veya aşağıya düşmek diye bir şey yoktur. O içgüdüleriyle dış şartların karşılaşmasından doğan kombinezonu yaşar, bu iki faktörün kompozisyonunun dışına pek çıkamaz. İçgüdülerinin sınırlarıyla sınırlıdır davranışı, insansa, bu iki faktörden ayrı olarak, zihin ve ruh imkânlarıyla çok daha zengin, hayli alternatifli bir davranış tablosu­nu deneyebilir. Çok karmaşık kompozisyonlar yapabilir ve bu yaptığı kompozisyonun sağlandığı, derinliği, este­tiği ölçüsünde insandır. Meleklerden melekelerine bir soluk indiği ölçüde insandır. Bu yapının sağlamlığı için de otokritik duygusu keskinleşmiş olmalıdır insanın. «Hesap verme duygusu» kökleşmelidir insanın içinde. Her olaya bitiştirebilmelidir bu duygusunu insanoğlu.

İnsanın kendi kendisini hesaba çekmesi, kendine hesap vermesi, davranışlarını değer hükümleri bütü­nünün karşısına çıkarması ve onunla değerlendirmesi demektir. İnsan, sık sık kendisini vicdanında yargılamalıdır. Kendisi hakkında umutsuzluğa düşecek kadar sert olmamak ama bu yargılamadan hiç bir derleme payı almadan çıkacak kadar da yumuşak olmamalı insan. İnsan kendini tıpkı bir yabancıyı, bir başkasını yargılıyormuş gibi yargılamalidir içinde. Bu, insanın kendi kendisini hesaba çekmesinin ciddi ve başardı ol­ması için de, bir gün, bütün davranışlarından, gizlide ve açıkta yaptığı her şeyden hesap vereceğini hiç aklından çıkarmaması gerekir.

Evet, ister inansın ister inanmasın, insan, bir gün gelecek bütün yaptıklarından hesap verecektir. Kamın ve toplum önünde verdiği hesaptan ayn olarak bu dün­yada geçirilen her saniyenin hesabım verecektir. Müs­lümanlıkta öte dünyaya inanma, bir yönden de bu hesap vermeyi getirir. Suç varsa mutlaka onu dengeleyen bir ceza vardır. Suçu çağıran insan, cezayı da çağırmıştır. İster farkında olsun ister olmasın, suçu çağıran, cezayı da çağırmış, iyiliğe koşan, armağana da koşmuştur. İyi­lik cennetten bir öz, kötülük cehennemden bir öz taşır. Yarın, cehennem, özünün çekişiyle kötülükleri çektiği zaman, ona bulaşmış olanı da çekecektir. Cennet de, iyilikleri çektiği zaman, ona yapışmış olanları da çe­kecektir. Bu iki çekim arasında kalan insem, iyiliğiyle kötülüğünden hangisi artıksa o yana gidecektir. Daha doğrusu kötülüklerinin de hesabım verecektir; iyilikle­rinin de karşılığım alacaktır.

Bu dünyada bile, olup bitenler derin bir gözle gö­rebildiklerimiz, müsbet ilimlerle tesbit ettiğimiz gibi hesapla ve kitapladır. Gecenin gündüze dönmesi, ağaç­ların yaprak ve çiçek açmaları, ışığın gelişi, yıldızların hareketleri, derinin değişimi hep hesapla ve kitapladır. Her şey ölçülmekte, tartılmakta, biçilmekte. Eşya, olup biteni kaydetmekte, hafızasına geçirmekte. Bunlar, göz­le görebildiklerimiz, müsbet ilimlerle tesbit edebildikle­rimiz. Ya tesbit edemediklerimiz? Ve ancak, ruhumuz derinleştikçe sezer gibi olduğumuz hesap dünyası? Ya meleklerin kaydettikleri? İşte, öbürlerini gören insan, bu, gözüyle görmediği kayıtlara da inanır. Ve bir gün iğneden ipliğe hesap vereceğine de inanır. Dünyada gö­zümüzle gördüğümüz her şeyin bir hesap çerçevesinde olduğunu fark ettikten sonra, yaratıklara mahsus en yüksek ve en aşağı davranışları olan davranışlarımızın bir gün hesabının olacağını idrak etmemek ne demek­tir? Yükseliş de, yaratıklar içinde, insan içindir, düşüş de insan içindir. Bu yükseliş ve düşüşlerin de bir hesabı vardır.

Ellerimizin, ayaklarımızın, dilimizin ve gözlerimi­zin, kalbimizin ve dimağımızın şahitlik yapacağı bir hesap günü vardır. Bunu bilelim ve unutmayalım. Ço­cuklarımıza da bunu öğretelim. O çocuklara ki, bunu öğretmediğimiz için, annelerinin, babalarının, kardeş­lerinin, öğretmenlerinin katili oluyorlar. Ve asıl kendi kendilerinin katili oluyorlar.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Günah Duygusu

GÜNAH DUYGUSU

Batıcılar, bizim günah duygumuzdan yakınıp dururlar..

Bu, güya hayatı olanca doluluğuyla yaşamaya engel oluyormuş!

Halbuki, İslamda günah, suçlarla ilgilidir..

Suç alanının sınırlarını, siyah bir halenin içine almaktadır günah çizgisi..

Suçluluk halimizin masumluk halimize karışmasına ve kaynaşmasına engel olmaktadır..Hayatın içinde bir masumluk kontrolü sağlamaktadır, bir bakıma bir şuurdur günah duygusu.

Bir yandan da hayayla, utançla sıkı sıkıya ilgilidir bu duygu..

İslam hayayı inancın bütünleyicisi kabul etmiştir..

Allah'tan utanma, günah konularına yaklaşmaktan bile alıkor insanı.. Utanan insanın düşüncesi yüzüne vurur..
Onun için kötülüğü düşünmek bile istemez utanan insan..

Utanış ve günah işleme korkusu, suç, haram ve günah alanlarından uzak tutar müslümanı..Böylece müslümanın hayatı, kendiliğinden bir arılık, bir temizlik kazanır.

Bu duygular, ruha bağışlanmış büyük manevi nimetlerdir..
Bağışlar ve armağanlardır.
Dinin, insanın yüklendiği borçları kolaylaştırıcı kuvvetleridir..

Mu'minler, öteye ve ötede hesap vermeye inanarak, Allah sevgisiyle yücelerek, Allah korkusu, günah işleme korkusu, Alahtan ve insanlardan utanma duygusu ile, kötüye karşı bir hisar kurmuşlardır ruhlarında..

Sağlam bir SURdur bu, şeytanın girişinden ruhu koruyan..
Sağlam bir kaledir bu, mazgallarından şeytanın taşlandığı..
Kurşun yerine taşa dizildiği..

Hıristiyanlıkta günah, gözle görülür, ele tutulur suçtan koparılmıştır..Yani suç ve günah açık-seçik belirlenmemiştir..İnsan doğuştan suçludur. Hiç bir suç işlemese bile yine suçludur. İnsan olduğu için suçludur.

Suç ve günah masum hayatın içine karışmıştır. Bir kader gibi insanı terketmez.. Gerçek bir suç, bir bakarsınız hıristiyanın gözünde suç değildir de veya suç değilmişçesine bir tavırla karşılanır da, hiç de suç olmayan bir tavır afedilmez bir suç sayılır..Hıristiyanlık soyut suçlarla suçlar insanı! Bir leke gibi doğuştan alında getirilen ve asla çıkmayan suçlarla..

Doğuda yüzyılımızda kadrolaşan batıcılar, ne İslam'ın gerçek, ne de hıristiyanlığın fantastik günah duygusunu kabul ederler..

Komünistlerse, adeta tam bir reaksiyon halinde dinin günah ve suç saydığı her şeyi mübah, mübah saydığı her şeyi de suç ve afyonlama kabul ederler..

Böylece zihinlerde ve gönüllerde suç sayılan haller üzerine insanların dünya görüşlerine göre ayrıldıkları bir vakıa olur. Dinin baskı altına alındığı yerlerde suç kavramı kesinliğini yitirir ve bulanır..

Her zaman suç işlemeye yatkın, daha doğrusu işlediğinin suç olup-olmadığını bile kavramakta güçlük çeken bir gençlik türer!

Bir zamanlar Fransız düşünürlerini uzun süre kıvrandıran "sebepsiz davranış" ve suç doğar.

Bugün Avrupa gençliğinin kaynayışının asıl sebebi de, bu sebepsiz suçların yayılmasından başka bir şey değildir.

Suç, mübah, sevap ve günah eşit olunca, genç adam kendini rahatlıkla içgüdülerinin akıntısına koyverebilmektedir.. Sorumsuz yaşayıştan kundakçılığa, adam öldürmeye rahatlıkla sıçramaktadır..

Elbet, meselenin bir de öbür yüzü vardır. baba nesli de, büyüklük ödevini, şefkati ve merhameti unutmuştur.. Çünkü o da, günah işleme korkusundan mahrumdur.

Sanki arzın üzerinde hiç ölmeden kıyamete kadar payidar olacaklardır..Öldükten sonra hesap verme düşüncesine ise asla yanaşmamaktadırlar.

Sözde, her şeyi akıla çözeceklerdir. Dinin terbiye etmediği bir aklın, içgüdülerin ve egonun nasıl bir bir kölesi olduğunu düşünmek bile istemezler.

Günah kompleksiyle donmuş, umutsuzluğa kapılmış bir insanı din de istemez!

Günah duygusu müsbet bir duygudur ama günah kompleksi bir tür hastalıktır.

Günah duygusundan mahrum bir insanlık, hayvanlığa yakındır..

Günah kompleksi ise hastalık işaretidir.

Orta ve doğru yol, insanı günah işlemekten koruyan günah duygusuna sahip olma halidir..

İnsan, yalnızken ve kalabalıktayken, her durumda ve her yerde işlediğini bu duyguyla ölçüp biçecek, tartacaktır.

O zaman kendisine ve başkalarına yarayışsız bir fiilden kaçınacaktır..

Ama bu duygu kaybolmuşsa vay insanın ve insanlığın başına gelene!..

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Uyarış

Uyarış

Gözleri korkuyla büyümüş bir kavmi, bir halkı uyar­mak demek, bir bakıma onun korkusunu arttırmak demektir. Evet, korkudan kurtarmak için korkuyu art­tırmak. Daha doğrusu, korkuyu değiştirmek. Bir ba­kıma daha şiddetli bir korkuyla değiştirmek. Ama bu yeni korkunun yanında, bitişiğinde bir sevgi duruyor. Öbür korkunun yanındaysa inkâr. Bu iki korku arasın­da soylulukla soysuzluk arasındaki fark cinsinden bir fark vardır. Kara bir korkuyla bal rengi bir korku farkı. İnsandan korkmakla Allah’tan korkma farkı.

Uyarıcılar, insan ruhundan, başka insanlardan ve eşyadan korkmayı koğar ve onun yerine Allah’tan kork­mayı aşılamaya çakşırlar. Öbür kavimlerden, tabiat­tan, kendi içinden gelen hayaletlerle sarsılmış bir halk, henüz tarihini bütünüyle tüketmemişse, uyarıcının şu sesini duyar kulaklarında: korkunuz!

Uyarıcı, muştalayabilmek için başlangıçta korku­tacaktır. O korku imtihanını veren ruh, muştuya yuva olma hakkını elde etmiş demektir.

Uyarıcının aşıladığı yapıcı bir korkudur. Korku yıkıntılarından kurtaran bir korku. Sevinç aratan, muştu çağıran, zafer umduran korku.

Uyarıcının sesinin yükselmesinden duyulan korku, aslında korku olmaktan çok bir ürperiştir. İnsan sezer, bir değişme olacaktır, ürperti gelecek zamanın ürper­tisidir. Ürperiş, insanı yeniye ayarlamaktadır, eskiden koparmaktadır. Yeni gelen, verdiği ürpertiyle, eskiyi kritik etmiştir insanın ruhunda.

Hazreti Yahya’nın sesi, kavmine bütün suçlarını bilmelerini, o suçlardan korkmalarını sağlamıştı. İşte Hazreti İsa müjdesini bu uyarışın üzerine bina etti.

Bütün uyarıcılar, birbirlerine böylece tarihin için­den el uzattılar. Birinin uyarışı, öbürünün uyarısıyla katmerlendi. Birinin ürpertisi öbürünün örneği oldu.

Bu insanlık, yalnız ilk çağlarında değil, sonraları da Ad ve Semud’un, Nuh, Lût kavimlerinin uyarışa kulak asm ayışlarının acı sonucunu duydu, dinledi. Bunlar, uyarışa uymamanın sembolleri oldular.

Çağımızda uyarma ödevi, müslüman öncülerindir. Bu öncüler, müslümanları ve bütün insanlığı uyaracak­lardır.

Bilim, düşünce, sanat, din, ahlâk alanında uyarma.

Uyarma, ülkelerin üstüne göksü bir çerçeve gibi iner. İnsan ondan korkar ilkin, fakat yine de onun bu dünyayı aşkın kaynağım az çok bilir.

Çağımızda büyük ateşler yanmış, olaylar, eşya de­ğişimleri kendi diliyle insanlığı uyarmıştır. Şimdi sıra, insanın inşam, açık ve seçik uyarmasına gelmiştir.

Şimdi bir kere daha sıra uyarmaya gelmiştir. Geriye dönüşsüz bir gelişmenin başında, insanın içindeki yıl­lanmış putatapıcılık kuşkularını arıtacak bir uyarma­ya.

Kitaplardan kitaplara, ruhlardan ruhlara sıçrayan bir uyarış kıvılcımına sıra gelmiştir.

Çan, ruhu yaralar durur. Ezanın uyarışına sıra gel­miştir.

Uyanış, bir uyarış sonucunda olursa verimlidir. Yok­sa, uyarışsız ayağa kalkan, çağın korkusuyla boğulabilir. Ama, uyanla uyanla uyanan tam uyanmıştır.

Bir ölü gibi çağların kıvrımında katlanıp kalmış olan insanlık, bir uyarışla uyanırsa, geri dönüşsüz, batmasız bir dirilişe doğru gidecektir. Ricat yolunu kapayan uya­rıştır.

Peygamberimiz, ricat yolunu kapamıştır. Kur’an, uyarışla ve müjdesiyle ricat yolunu kapamıştır. İleriye çevirmiştir insanı.

Şimdi yeniden çağımızın içinde, Kur’an’ın «ey örtü­lere bürünmüş olan! Kalk ve uyar!» sesi çınlayacaktır.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Yapraklar Çevrilirken

Yapraklar Çevrilirken

Tarihin yaprakları çevriliyor. Her sayfa döndükçe, bir ateş rengi, yangın kokusu yayılıyor ortalığa.

Bir bakıyorsunuz, Hazreti İbrahim’i ateşe atmışlar. Neden atmışlar? Onları Allah’a çağırdığı için. Putlara, insanlara tapmamalarını öğütlediği için. Çağlarını kri­tik ederek geçici, yalan ve ölücü olanı gösterdiği için. Ölmeyeni, kaba ve gerçek olanı gösterdiği için attılar ateşe Hazreti İbrahim’i. İnsanlar onu yakmak istedi ama ateş yakmadı. Ateş neden yakmadı? Gerçi bu bir mucizedir ama mucizelerin de hikmetleri vardır. Haz­reti İbrahim’in tebliği ateşe tesir edecek bir yüksekliğe erişmişti de ondan ateş onu yakmadı. Hazreti İsmail’in teslimiyetinin bıçağa tesiri gibi. Hazreti İsmail o kadar teslim olmuştu ki, bıçağın kesiciliğinin ötesine geçmiş­ti. Bıçak neyi keser? Bıçağın kesmesi için azıcık ta olsa bir sertlik, bir red, bir mukavemet, bir direniş gereklidir. Hazreti İsmail, Allah’ın iradesi önünde o kadar yumuşamış, o kadar kendinden geçmişti ki, bıçak kesecek bir şey bulamamıştı. Bıçak, lisan-ı hal ile yükselen bu teslimiyetin dilinden anlamıştı.

Mucizeler başlı başına bir tebliğdir. İnsanlara ve eş­yaya tebliğ. O tebliğ eşyaya ulaşınca, eşyanın diretişi kayboluyor ve mucizenin iradesine boyun eğiyor. Eşya­nın tabiatında bir değişim yapıyor mucizelerin tebliği.

Derken tarihin yaprakları çevriliyor. Firavun as­kerleriyle, Hazreti Musa ve ona inananların peşinden gidiyor. Fakat Kızıldeniz yarılıyor, önden gidenlere yol veriyor ve Firavunla askerlerini boğuyor. Halbuki on­lar Hazreti Musa ve bağlılarını ayni suda boğmak isti­yorlardı. Neden istiyorlardı? Hazreti Musa Firavun’un gururunu kırmak istemişti, firavun kavminin zulmünü ortadan kaldırmak istemişti. Onları Allah’a ve Allah’ın yoluna çevirmişti. Onun sesini su duydu, fakat firavun ve adamları gurur yüzünden duyamadılar. Hazreti İbrahim’in de nasıl ki sesini ateş duymuştu ama Nem­rut ve adamları duyamamışlardı. Nemrut ve adamları ateşi bir vasıta olarak kullanmak istemişlerdi. Fakat ateş zulme alet olmamak için ve hakikatin kılıcı olmak için Hazreti İbrahim’in tarafına geçti. Firavun ve kavmi de suyu bir vasıta olarak kullanmak istemişlerdi. Ama su zulme alet olmamak için Hazreti Musa’nın yanma geçti.

Ve derken tarihin yaprakları çevriliyor. Hazreti Zekeriya’yı şehit ediyorlar, Hazreti Yahya’nın başını kesiyorlar. Niçin? Onları, sapıklıktan döndürmek, unuttukları Allah yoluna çağırmak istedikleri için. Hazreti Isa’ya da ayni şeyi yapmak istediler. Ama başarıya ula­şamadılar. Çünkü, zulme verilen müddet bitmişti. Koca imparatorluktan, bir kaç munis müminin sözleriyle yı­kılacaktı. Zulme verilen müddet ve mühlet sınırlıdır,bir gün gelir biter, ama hakka, adalete verilen mühlet ebedidir, bitmez.

Ve derken tarihin yaprakları bir kere daha çevrildi, peygamber kendilerini din ve dünya saadetine çağırdı­ğı için onu öldürmek istediler. Ama Allah’ın tedbiri, in­sanın tedbirinden çok üstündür. Allah inşam bir örüm­cek ağıyla da, bir güvercin yuvasıyla da korur. Sonra Medine, İlâhî bir site oldu. İnkarcılar, puta tapıcılar, mümin kardeş, baba ve oğullarını öldürmeğe geldiler. Ama Bedir’de, en keskin kılıçlarla karşılaştılar, inanmışlığın ve meleklerin, yerlerin ve göklerin kılıcıyla. O zaman gözlerine atılan bir avuç topraktan kör oldular. «Attın attın ama sen atmadın, sen atmadın. Allah attı, Allah attı.»

Yapraklar döne döne, üst üste yığıldı ve bu çağa gel­dik. Çağımızda insan yine unuttu hakikati. Yine guru­ra kapıldı. Kendi çağının Allah’ın çağından üstün oldu­ğunu sandı. Yirmi yıl arayla iki dünya cehenneminde yandı. Yine uslanmadı. Yine isyan, inkâr bataklığına saplandı. Yine ateşi ve suyu, müslümanları, müminle­ri ezmekte kullanabileceğini sandı. Şimdi onu deniyor inançsızlar, inkârcılar. Bu demektir ki, Allah’ın çağrısı­na kulak tıkıyorlar ve cezayı çağırıyorlar. Büyük cezayı çağırıyorlar. Tarihten bir yaprak daha çevrilirken, kor­karım bu sefer, tarihin kalın cildi kafalarına inecek.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Gece ve Yalnızlıkla Konuşmalar

Gece ve Yalnızlıkla Konuşmalar

Akşam, yine de gündüzden parçalar taşır. Görüşmeler, konuşmalar, yüzler, kelimeler geceye karışık olarak gelir. Onun için, akşam, bir şok değildir. Yavaş yavaş İnen bir gündüz perdesidir. Fakat vakit ilerleyip gündüzün izleri çekilince, kristal bir cam kesmesinin, gece­nin içine düşersiniz.

Ve sessiz bir kuzgun gibi kanatlarıyla sizi örten gece der ki:

—Gecenin değerini bil, insanoğlu! Namazda Kur’an sesi bile geceleri yükselir. Gece okunan Kur’an, gün­düz okunandan daha çok sevap getirir; bu da Kur’an’ın sözü. Batının da gecesi batmıştır, Doğunun da çağımız­da. Alkol, şehvet ve kumar buğusuna batmıştır, insanın çağdaki çıkmazı, biraz da, gereğiyle kullanılmamış bir gecenin israfından doğmuyor mu? Çağımızda gece israf edilmiştir, gece israf edilmiştir. Ben, devrinizde, insan derisi tarafından yağmalandım insanoğlu!

Sonra yerinde silkinen kuzgun yavaş yavaş örselen­miş bir kartala dönüşür:

—Ben, büyük yalnızların, ermişlerin gecesiydim; şim­di kalabalıkların gecesi oldum. Çizgilerimi raptettiler; ekranlara çizildim. Pelerinimden yakalandım. Sesimin kabuğu ele geçirildi. İncim, bir gözyaşı gibi eriyip gitti. Banş ve muştu doğurganıyken, bir savaş aleti oldum.

Her gece böyle sızlar içimde gece. Bir gece, yine Ge­ceyi dinledim dinledim... Sonra ona dönüp dedim ki:

-Ruhumun ikiz kardeşi Gece, sen de çileni doldu­ruyorsun. Gecenin içinde bir gece vardır ve sen onu doğuracaksın. Bütün bu sıkıntıların, doğum ağrısı. Işıklardan kaçarak, eski, beyaz, yalnız taş yapıların kı­yılarında dolaş. Sıcaklığını o taşlar emsin ki kendine gelebilesin, kendini bulabilesin.

Daha neler söyledim bilmiyorum. Sonra yavaş ya­vaş gece, rengini kaybetti. Artık ne beyazdı, ne siyahtı; som yalnızlıktı.

Baktım, gece artık gece değildi. Gecede som yalnızlığı gördüm.

Ah, ben yalnızlığı gördüm, bir ordudan daha güçlü bir yalnızlığı gördüm. Yalnızlık bana bir Mısır ehramı­nın duvan gibi yöneldi ve dedi ki:

- Doğum, batım sana kurban olsun insanoğlu, sen, kalbimin şimşeğine dayanabilir misin? Âdemin yaratıl­dığı ana bir ben dayandım, başkası değil. Hz. İsa’nın doğumuna ben şahit oldum, kimse değil. Ashab-ı Kehfin uykusuna karışan bir benim, başkası değil. Ben, Hızır’ın has eriyim, başkası değil. Ben vahyi ta­şıyan Cebrail’i gördüm Peygamberle birlikte, başkası değil. Gece benim sisimdir. Sisimi tuttular, ama beni yakalayamadılar. Bana yaklaştıkça ben geri çekildim. Geri çekildikçe kat kat içime katlandım. Alanım daral­dı, ama yoğunluğum arttı. Ve kendimi gelecek zaman­ların en büyük çocuğuna sakladım. Gelecek zamanların büyük kentlerine o çocukla birlikte gireceğim. Kalaba­lıklar boyun eğecek buyruğuma.

Sonra yalnızlık sarardı, sonbaharını yaşadı. Sonra kırmızılaştı, kışın ateşinde yandı. Sonra morardı, sön­müş bir köz oldu. Sonra yeşile döndü, baharı başladı. Sonra duruldu, aydınlandı, beyaz bir yüz kazandı. Sonra simsiyah oldu. En başta gecenin siyahlığından çıkmıştı; en sonra, «siyah nur» dedikleri gizlinin gizlisi oldu. Bu siyah, öbür siyahlığın tam tersi... Faniliğin yok olduğu alanın rengi. Gerçek yokluğun rengi. Baktım, yalnızlık­tan artık ses yok. Onun çok yakınında başka bir hışırtı vardı, ötelerin ayak sesi, hafif, örtük trampet sesleri...!
Devamını Oku »

Yorulmayan İlhamlar Uğruna

Yorulmayan İlhamlar Uğruna

Düşünmek bir bakıma sormasını öğrenmektir. Ka­fanızdaki düşünceleri, eşyaya ve eşyanın ötesine soru yöneltecek bir tavra kavuşturursunuz, işte bu düşün­mektir. Metotlu şüphe, sormaktır. Bulanık şüphe, ce­vap fırsatı tüketilmiş soruların pıhtısıdır. Vakit bir pıh­tı vakti midir, siz şüpheye batmışsınızdır. Işığa götüren sorular vardır, şüpheye batıran sorular vardır.

Bilgin de soru soran bir adamdır. Eşyadan cevap ko­parmasını bilen adamdır.

Çocuğun ilk ağlayışı bir sorudur. Yaşamak için açılmış yepyeni bir sorudur. Dünyayı sora sora öğrenir ço­cuk.

Ezberletilmiş sorular da vardır. Belli cevaplar alın­sın diye ezberletilmiştir bu sorular.

Nesiller vardır ki, soruları da ezberletilmiştir, ce­vapları da. Kalıcı bir eser bırakmadan, kâğıt üstündeki nesiller gibi gelip geçer bu nesiller.

Soru, bir esere dönüşen soru, büyük bir emekle hak­kedilir. Hakkedilmeyen soruların cevabından korku­lur.

Eser de bir sorudur. Gelecek zamanın insanı verecektir bu sorunun cevabını.

Yazar, düşündüren adamdır. Düşünene, soru sorma­sında yardıma olandır.

İnsan vardır, geçtiği yere düşünce izi bırakır. Alınlarda derin düşünce izleri bırakır gider. Çok sonra fark edilir bıraktığı iz.

Bir vakit gelir, soru, düşünce de aşılır, cevap kendi­liğinden gelir.

Bir insanın, hayatında da bu böyledir, bir toplulu­ğun hayatında da.

İlham, düşünce ve ruh çilesi çeke çeke sorusuz cevap almağa hak kazanmış üstün insanın hakkettiği bir ba­ğıştır, İlâhî bir bağıştır.

Çağ vardır, ilham doludur, çağ vardır kısırdır.

Şimdi, Ortadoğu ülkeleri, ezber sorular döneminden araştırmalı soru dönemine geçiyor. Bir gün de gelecek ilham dönemine geçecek.

Gel, ey vücudunda peygamberlerden hatıralar taşı­yan toprakların ilhamı!

Bir gün gelecek, yalnız insana değil, nerdeyse taşa toprağa ilham gelecek.

İşte biz günlerden o günü, vakitlerden o vakti soru­yoruz.

Döktüğümüz soru terleri o ilham vakitleri içindir.

Analara, ilham vaktinin çocukları için bir ilham gel­sin diyedir.

Kafamızı çarptığımız cehennem yapılı amansız soru­lara katlanmamız, o ilham vaktinin hatın içindir.

Çekilen çile, ne dünya için, ne bir yudumluk hayat için; geleceklerin ufkunda ilahi siteyi canlandıracak ilhamlı düşünceler için.

Gölge ne düşünürse düşünsün, güneş kendi kavsini çizer, yolunu tamamlar.

Soru düşünceye çıkar, düşünce ilhamın önünde boyun eğer. Nasıl ki ilham da vahyin önünde boyun eğmiştir.

İlhamın vahye boyun eğdiği gibi, düşünceler gelen ilhama, sorular da ilhamlanmış düşüncelere boyun eğerse, değeri er hiyerarşisi böylece kurulursa, insan ve toplum, kalb sağlığı içinde, zaman ve tarih içinde, var olmanın alanına ayağını basmış demektir.

Batı sorudur, Soru, batıda hafakan haline varmıştır çağımızda. Çağımızda batının buhranı, biraz da ilham­dan uzak olmanın hafakanıdır.

Şimdi bu hafakan bütün dünyayı sarmıştır. İlhama yatkın doğu topraklan da şimdi ayni sorularla sarsılı­yor. Ama, bu soruların cevabı gelecek. Batılıya gelen cevaplar gibi değil, değişik cevaplar olarak gelecek.

Batıda soru düşünceye dönüşmekte, düşünceler de ufukta bir çizgi olarak kendi içine kıvrılmaktadır. Do­ğuda ufuk açıktır. Sorular kimi zaman düşüncelere, kimi zaman da düşünceleri de atlayarak ilhama çıkar.

Doğu, bilerek bilmeyerek cevabını ilhamdan ister.

Ve sorular biter, düşünce yorulur, ilham ne biter ne yorulur.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Eskimeyen

 

EskimeyenHer şey eskir şu dünyada. Eskimeyen hakikattir.

Dünyada, sanki eskime, biricik kuraldır. O kurala karşı koyma da yaşamanın şartı. Canlı bir özle karşı konulur, eskimeye karşı durulur.

Dağ, taş, ağaç, yıldız ve gök eskir. Eskimeyen haki­kattir.

Eskitmeyen, eskimeye karşı koyan canlı öz ruhtan doğmadır. Ruh da İlâhî bir kaynaktan.

Ay, güneş, su, ateş, zaman ve saat eskir. Eskimeyen hakikattir.

Canlılığın ve diriliğin mayası, evet, İlâhî bir kay­naktan geliyor. Kaynağa en yakın bir alevden. Eşyanın şahdamarında atan nabız, bu yakınlığın ateşiyle diri. Şurda burda bu yakınlığın, bu canlılığın ateşi yakılmış. Bahar, yeşil bir ateş harmanı.

Düşünceler, sistemler, doktrinler, kapitalizm, ko­münizm, sosyalizm eskir. Eskimeyen hakikattir.

Canlılık bir kaynaşmada, bir bağdaşmada gerçek­leşiyor. Eskimeyse, bir çözülüş, bir kopuş, bir ayrılışla başlıyor. Bir araya gelen düşünceler bir senteze ulaşı­yor. Ve gün geliyor, yıpranan bir tertip eriyor, çözülü­yor. Tahliller tahlilleri eskitiyor, tepkiler tepkileri es­kitiyor.

Evet, tahliller, terkipler, yazılar, incelemeler, dene­meler eskir. Eskimeyen hakikattir.

Yenilenme, mecazî olsun, hakikî olsun ölümden sonra dirilme, tazelenme, onarılma, düşmüşken ayağa kalkma, unutulmuşken hatırlanma, yorulmuşken din­lenme, uzaktaki kelimeleri yaşama alanına çeken çağrışım,bütün bunlar, ruhun, eskimeye karşı donandığı kuvvetlerdir.

Devletler, milletler, haklar, vatanlar, ocaklar, yurt­lar eskir. Eskimeyen hakikattir,

Propaganda, reklâm, hatır enflasyonu, yaşatmak için kullanılan yaşatıcı özden mahrum her vasıta ömrü uzatamaz.

Bütün bunlar eskir. Eskimeyen hakikattir.

İnsan niçin yaratıldı? İnsan eskimeyen bir hakikat için yaratıldı. Eskimeyen, eskitilemeyen bir hakikat için.

Gün gelir, kıyamet bile eskir. Eskimeyen hakikat­tir.

Bir gömülüştür gidiyor. Zamana ve toprağa bir gö­mülüştür gidiyor. Gömülen gözleri de beraber sürük­lüyor. Gözler de beraber gömülüyor. Ama hakikati eskitecek yok. Hakikati, kim gömebilir? Hakikati kim eskitebilir?

Tören, şatafat, şölen, bal ve yağ, şarap ve zehir es­kir. Eskimeyen hakikattir.

Şehvet etin eti, etin kemiği yalan yere canlı tutuşu­dur. Eti ve kemiği asıl canlı tutan ruhtur. Ruh gittikten sonra, hangi şehvet, insanı hayatta ve ayakta tutabi­lir? Ruhun çekildiği toplumdan, sonsuzluğun şarkısı mı yükselir? Hayattan sonra ölümün geldiği gibi, ruh gelirse, ölümden sonra da bir hayat gelir.

Ölüm ve hayat, tarih ve tabiat eskir. Eskimeyen ha­kikattir.

Her şey eskir. Eskimeyen hakikattir.

Sezai Karakoç - Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Yolu Yenen

Yolu Yenen

Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz, sonra dönüp arka­mıza bakıyoruz ki, bir çuvaldız yol gitmişiz. Bir masal içinde yaşıyoruz da onun için mi? Yoksa kaskatı gerçek­ler mi zahmet çokluğunu, alınmış yol gibi gösteriyor? Yoksa dümdüz sanılan yol, bir tabakadan ansızın bir başka tabakaya düşüş yüzünden, içice girmiş çemberler gibi dolambaçlı da ondan mı?

Belki.

Ama yolun çetinliği, sonunda, ulaşılacak olanı bü­yütmektedir. Yani, bir bakıma, hedeften, varılmak is­tenen noktadan sonrasını kolaylaştırmaktadır. Sen, yolla uğraştıkça, varmadığın hedef de yerinde duracak değildir. Belki de hedef de seni artık beklemeyecekte kendi kendini kurmaya kalkacaktır. Ama bu yine senin eserindir. Sen yolla uğraşmasan, yolun son ucunda böy­le bir karıncalanma ve kımıldanma beklemek hakkın olamaz. Ama sen yolun kendisiyle uğraştıkça, hedefe varmak umudu hiç kaybolmayacak demektir. Hedefin şuurunu zorluyorsun demektir. Elbet, «her güçlükten sonra bir kolaylık vardır». Sen, ileriye doğru hamle ya­pıp, içinde ilerlediğin tabakaların toprak damarlarının elverişsizliği yüzünden döne döne yine ayni noktaya, çıkış noktasına dönsen bile, kazançlısın. Çünkü, nokta ayni nokta olsa da, sen artık eski sen değilsin. Yol iler­lememiş de olsa sen ilerlemişsin. Kaybettiğin mesafele­ri ve zamanı elverişli ilk rüzgârda geri alabilirsin. Bir şey ki, ilerde oluşmaktadır, sen ona yetişeceksin.

Şartlar hazır olmasa da, insan hazır oluyor ya, bu da ilerlemenin ta kendisidir. Sen etten gözleriyle değil, zi­hin gözleriyle, iç gözleriyle bu ilerlemeyi görenlere bak ey ideal arkadaşım! Sen konuşanlara değil, susanlara bak.

Büyük alınyazıları, çetinliklerden yazılmıştır.

Bayram, asıl zindandan ve asıl kurbandan gözlen­miştir.

Yepyeni bir dünya, hep sabırdan ve imândan bek­lenmiştir.

Bırak, kara basın, inkâr basını, onlar bizimle uğraş­sın. Nasıl olsa bir gün onlarla uğraşan, evlerinin için­den çıkacaktır. Bu bir İlâhi bağıştır: kutlu çocuk, Musa, firavunun sarayında yetişecektir.

Döne döne ayni noktaya dönsen bile bu yolda dön, yine dön! Çünkü bu dönme, Mevlâna’nın dönmesidir.

Yalnız ayakların değil, sesin de var. Gidemediğin yerleri çağırabiliyorsun ya. Hem ilerle, hem çağır. Sen gidemesen bile, çağırdıkların sana gelecektir.

Sen asıl öze bak, mayaya bak. O düzelince hepsi bir­den düzelecektir. Teker teker suyu, toprağı, havayı ılıklaştıramazsın. Bahar gelince hepsi birden ısınacaktır. Öyleyse, sen ayrı ayrı suya, böceğe, ağaca, taşa bakma, bahara bak.

İnsanın içindeki baharı gözle, baharı bekle.

Yola ne bakıyorsun, yolcuya bak. Yolu nasıl olsa gi­decek olan o değil mi?

Yolun çetinliğinden ve uzunluğundan, bitmezliğinden ne yakınıp duruyorsun? Her doğan gün, gidiş gücü­nü tazeledikten sonra.

Kitaptan gelen bad-ı saba, ruhunu ve vücudunu ile­rilerin esintisiyle doldurduktan sonra.

Kendime böyle dedim; size de böyle derim.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Kelimeler

Kelimeler


Kelimeler, üzüm bağlarının yakalandığı floksera hastalığı gibi bir hastalığa yakalanmış. Kelimeler, hastalıklı üzümler gibi pas tutmuş. Soylu koşu atlan arabalara koşula koşula nasıl biçim ve ruhunu yitirir­se, inançsızlığın radyoaktif tozlarıyla yüklü bir bulutun üzerine çöktüğü günümüzün kelimeleri de, öylesine, deforme olmuş, atla eşeğin arasından fırlayan yaratı­ğın kaderini yüklenmiş. İnsanın özünden uzaklaşmış, kopmuş, neredeyse eşyanın arasına karışmış. Konuşan insan, sarf ettiği her kelimenin, etten kopan her parça gibi ruhdan kopan bir parça olduğunu unutmuş gitmiş. Yazar, bilmem kaç kelime kullandıktan sonra ömrünü tamamlamayacak da, kelimeler halinde döküldükten sonra eritilip yeniden kullanılan kurşun cinsinden bir kelime madenine sahipmişçesine bir güven çizgisinde. Halbuki, tekrar tekrar eritilerek kullanma katsayısı büyük sayılara ulaşabilecek kurşunun bile bir firesi vardır. Kelimelerin firesi, büründükleri et ve kemik olan kurşundan daha az değil, kurşunun firesinden daha az değil.


Dua olup hep gök katına çıkarılacağına, cüruf olup yeraltına indirile indirile, gün yirmi dört saat kurşun bulamacına batınla çıkanla, ruhla, Kutlu Kitapla, Cebraille dostluğunu yitirmiş, eşya ülkesine sürgün edilmiş, üslûbuna tertip hatalarından doğan bir üslûp ortak olmuş, berrak bir dağ kaynağı gibi akan yazıların ağırlığım çekemediği, ancak kırık, dörtgen kenarlı, sert köşeli latin vadisinde yaşayabilen cüzzamlı kelime­ler...


Soyluluğunu mermer mezar taşlarına, kurumuş çeş­melerin kitabelerine, cami duvarlarının boy erişmez yüksekliklerine, mavi bir kan damlayan çinilere soyunarak, yirminci milât yüzyılının konfeksiyon işi ruhuyla donanarak uçak postalarına yetiştirilen fabrikasyon verimi kelimeler.


İlhamdan, vahiy terbiyesinden, sadık rüya ateşin, den, dağ yakısından, zeytin, çam ve hurma ağaçlarının çiğlerinde yıkanmış olmaktan, seherden ve pınar çağıltısından, sancak hışırtısından, secde zuhurlarından, tekbir ve salâvatların bereketinden mahrum kelime­ler.


Çağın kelimeler iklimi.


Bir Kanunî’nin kelimelerine bakınız, bir de Kosigin’in kelimelerine bakınız; aradaki farkı anlayacak, kelime­lerin yakalandığı biçim değil, öz, dil değil, ruh hastalı­ğının sırrına ereceksiniz.


Kaybolan kelimeler, kullanılan kelimeler, kullanılı­şı azalmış veya artmış kelimeler ve bu azalış artışların matematik ifadeleri, kelime muhtevalarının genişleyen ve daralan alanları, bu genişleme ve daralmanın geo­metrik ifadeleri aransa ve dillerin üç buutlu, hatta bir de zaman ve tarihi katarsak dört buutlu, derinlikli tab­loları yapılsa, insanın kendini yeniden kurarken hangi noktadan yola çıkacağının ilk ipuçları belirecektir.


İnsan, bu kelimeler tablosunda can vermeden, ke­limelerin kıyametini çağıran sûr, insanın kıyamet sûrundan önce üflenmeden, sözlere can veren, kelime­lere balrengi bir fecrin ölümden sonraki dirilmesini ba­ğışlayan İlâhi kelâma dönmek gerek.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Diriliş

Diriliş


Kışa bakarsanız, kış, görünüşüyle hiç de baharı, hele yazı vâd etmez. Yaza bakarsanız, yaz, sonbaharı, hele kışı çağıracakmış gibi hiç gözükmez. Ama insan, tecrü­beleriyle bilir ki, yaz ve güzden sonra kış gelir. Kıştan sonra da bahar ve yaz. Bunun gibi, toprağa ve çürü­meye terk edilen ölüye bakarsanız, yalnız ona bakar ve karşılaştırma duygunuzu çalıştırmazsanız, her yerde ve her şeyde ölüden diri, diriden ölü çıkartan Allah’ın kudretini görmezlikten gelirseniz, ölümden sonraki dirilmeyi inkâra zorlayan şeytana kolaylıkla avlanırsı­nız. En ufak bir zehir karşısında etiniz bir reaksiyonda bulunuyor ve kemiğiniz sızlıyor, yani vücudunuz bir cevap ve bir hesap veriyor da, ruhunuzun, günah ve sevapları için hesap ve cevap vermek üzere, ona bağlı vücudunuzla birlikte, yarın, Yaratıcının karşısına çık­maması mümkün mü?


İnsan, öldükten sonra dirilecek ve hesap verecektir. Yoksa bu hayat, başlar başlamaz biten bir şarkıdan farksız olur. Rüya hayata göre neyse, bu dünya hayatı da öte dünya hayatı önünde odur. Bir bakıyoruz, güneş doğmuş, sonra yükselmiş, sonra tam ortaya gelmiş, sonra sararmış ve eğilmiş, sonra batmış. Ama, yarın gene güneş doğacaktır. Hayat da güneş gibi doğum, yükselme, iniş ve batış çizgilerini taşır. Fakat yine bir doğum olacak. Hattâ, denebilir ki, ölümden sonra insanın dirilmesi, güneşin yarın doğmasından daha kesindir. Çünkü: insan, güneşten bin kere daha doğmaya daha çok lâyıktır. İnsanın anlamı, güneşten üstün. Güneşi, ayı ve toprağıyla bu dünya bir zifaf odası gibi hazırlandı da, insan ondan sonra geldi. Zifaf odası insan için midir, insan, zifaf odası için mi? İnsan, mu­hakkak öleceğini bildiği halde, yine kalbinde, hep ebedi yaşayacakmışçasına bir duygu taşımaktan da geri durmaz. Bu, ölüm korkusundan dolayı değil, Ölümden sonraki hayatın belli belirsiz izini taşıdığımızdan doğuyor.


Medeniyet ve kültürler de böyle. Bir medeniyetin ölümü yaklaşmış sanırsınız, işte tam o sırada öyle bir çiçeklenme gösterir ki şaşarsınız. Sanırsınız ki, bir me­deniyetin kışı onu ölüme götürmektedir. Fakat ansızın o medeniyetin yeni bir baharı geliverir. Kültür yeniden filizlenir, yeniden boy atar. Ağaç yeniden yapraklanır ve yemişlenir.


Çağımızda İslâm kültürü de işte böyle yeni çiçeklen- meye gebedir. Tükenen ve son ucuna varan, insanların atılımlarıdır. Fakat belli bir süre dinleniş, kabuğuna çekilişten sonra yeni bir atılım gelir. İslâm dünyasının her yanında böyle bir kültür hamlesinin işaretleri belir­miştir. Bunlar gün geçtikçe zenginleşecek, kökleşecek ve sonunda boy verecektir. Toprak sert, taş kuvvetlidir. Fakat, tohumun içindeki kımıldanış, en sert toprağı yaracak ve en ağır taşı yerinden kaydıracak güçtedir. Nice mezarlar görürsünüz; dikilen fidan bütün mezarı kaplamış, mezar taşını da yerinden sökmüş, hatta yut­maya başlamıştır.


Siz Allah’ın yolu silinip gidecek, kaybolacak mı sa­nıyorsunuz? Siz, dünya, hep karanlıklar içinde, zulme bulanmış doktrinlerin deneme tahtası olarak kıyamete kadar sürüklenip gidecek mi sanıyorsunuz? Siz, Kur’an dipdiri ışıklarını saçıp dururken, insanda ve eşyada en ufak bir değişiklik yapamayacak mı sanıyorsunuz? Siz, insanın bu gururunun bir sonu gelmeyecek mi sanıyor­sunuz? Siz Allah’ın verdiği mühletin dolmayacağını, hep şeytanın kölesi olmakta devam edeceğinizi mi sanı­yorsunuz? Siz, vaktin bir putataparlık bataklığına sap­lanıp kaldığım ve bir daha ordan kurtulamayacağım mı sanıyorsunuz? Siz, gömdüğünüz hakikatlerin bir daha açıklanamayacağını, sandukaların yarılıp açılamayacağını mı sanıyorsunuz? Siz böyle sanıyorsanız, iyice biliniz ki, büyük bir aldanış içindesiniz. 

Devamını Oku »