Kutlu Kitap

KUTLU KİTAP Bin dört yüzyıldan beri bir tek harfi bile yıpranmamış bir mucizedir,hayat fışkıran bir mucizedir Kur’an-ı Kerim.Dünya,haşr gününde hesaba çekilse,kur’an-ı Kerimin kendisine gönderilmesini bir kurtuluş belgesi,bir şan belgesi olarak ileri sürer ve beraat eder.Ruhları Kur’anın mehtabıyla aydınlanmış Müslümanlar ,ölümü,kristal camı geçen ayışığının kolaylığı ile aşarlar ve hesap masasının önünde gülümseyerek dururlar.Kur’an-ı Kerim,inananlara,Allahın güzelliğinden bu dünyada gösterilşmiş bir işaret,bir örnektir.Onu okuyan ,Sina Dağına çıkar,Hazreti Musayla birlikte Allahın büyüklüğü önünde yere kapanır,Kızıldenizin yarıldığını görür,denizin sularının iki yana açılarak yol verdiğini,arkadan gelen gurur heykeli ordunun üzerine de bir cehennem gibi çullandığını gözleriyle görür;Cebrail,hazreti Meryemle konuşurken sanki yanındadır. Hazreti İsa ve havarileriyle birlikte gök sofrasının başındadır;Bedir savaşında düşman gözüne meleklerle birlikte kum ve toprak atandır. Hazreti İbrahimle birlikte bir Pazar günü putları kırandır.Ad ve Semud kavimlerini alıp götüren sesi kulaklarıyla işiten,şehirleri döndüren kasırgada yaprak gibi dönen,Lut kavminin dönüştüğü tuz kayalarına eliyle dokunanadır.  Allahın yarattığı güzellikleri Kur’anla görür Müslüman.Kur’anla düşünür,Kur’anla anlar,hilkatin sırrına Kur’anla erer.Müminin gözünden bakan o,elini kımıldatan o,geçmiş zaman geleceklerin üzerine yürümesin diye,şimdiki zaman parçalanıp yok olmasın diye,Kur’an zamanın anlamını ve yorumunu getirmiştir.”Her şey Allahın önünde fanidir” prensibinin içinde eşyanın rüzgar gibi savrulduğunu görür Müslüman.Kur’an en ilerde olandır.kim ki onunla beraberdir,oda ilerdedir.kim ki ona karşıdır,geridedir.öbür medeniyetler kur’an medeniyetinin yanında ölüdür.Ondan ışık alan,dirilir.onun ışıklarından kaçan,mezarsız ölüdür. Kur’an yolundan ayrılanlar sabahları cin çarpmışcasına,yataklarından kalkarlar.Ab-ı hayat Kur’andır.İksir Kur’andır.Şifasız dertlerin doktoru Kur’andır.Genç nesli olgunlaştıran,olgun nesli genç tutan,kadına iffet erkeğe vakar bağışlayan,toplumlara haşmet ve heybet getiren,mutluluğun mimarı,muştu şiiri,ölümü yenen teselli,ruhun zafer takı,kalbin rahmet anıtı Kur’andır.  Müslümanlar Kur’andan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.İnsanlık aya çıksa ,Zühreyi bir martı gibi avlasa,Merihten petrol getirse,Kur’ana dönmedikçe ruh yıkıntısını ,çöküşünü durduramayacaktır. Bize getirdiğin namazlarla,oruçlarla,hacla,zekatla,hayat bağışlayan kısasla,Allahtan başkasının önünde eğilmeyen peygamber örnekleriyle,ay bölen ,ölü dirilten,susuz kayadan pınar fışkırtan,büyücülerin en ustalarını mahcup bırakan ve terbiye eden,bir asaya ruh üfleyen mucizelerle ne kutlu bir kitapsın şanlı Kur’an!Bizi terk etme ,bizi bırakma,bizi hep hatırla ve bizi bağışla.Bize merhametinle şahit ol,bizden davacı olma öte dünyada. Taşıdığın vahiyden bir sabır izi düşür üstümüze.Korkusuzluğundan,tevekkülünden,imanından armağanlar sun bize.karıncadan ses duyur,hüthütten haber ver bize.  Cennetleri bize,cehennemleri inançsızlıkta gönülleri kurum bağlamış olanlara yaklaştır ey kutlu kitap! Biz ki,kıyamet kopmadan kıyamete dair ayetlerinle kıyameti bir parça yaşamış,ona inanmış olanlarız,bizi bugün ve o şiddet gününde ateş işlemez örtüne bürümendir umudumuz.  Her sabah beklenen sensin.Gün ışığıyla ,yağmurlarla,rahmet getiren rüzgarlarla beklenen sensin.Bilerek bilmeyerek insanın ve çağın aradığı ve beklediği sensin.


Bin dört yüzyıldan beri bir tek harfi bile yıpranmamış bir mucizedir,hayat fışkıran bir mucizedir Kur’an-ı Kerim.Dünya,haşr gününde hesaba çekilse,kur’an-ı Kerimin kendisine gönderilmesini bir kurtuluş belgesi,bir şan belgesi olarak ileri sürer ve beraat eder.Ruhları Kur’anın mehtabıyla aydınlanmış Müslümanlar ,ölümü,kristal camı geçen ayışığının kolaylığı ile aşarlar ve hesap masasının önünde gülümseyerek dururlar.Kur’an-ı Kerim,inananlara,Allahın güzelliğinden bu dünyada gösterilşmiş bir işaret,bir örnektir.Onu okuyan ,Sina Dağına çıkar,Hazreti Musayla birlikte Allahın büyüklüğü önünde yere kapanır,Kızıldenizin yarıldığını görür,denizin sularının iki yana açılarak yol verdiğini,arkadan gelen gurur heykeli ordunun üzerine de bir cehennem gibi çullandığını gözleriyle görür;Cebrail,hazreti Meryemle konuşurken sanki yanındadır.


Hazreti İsa ve havarileriyle birlikte gök sofrasının başındadır;Bedir savaşında düşman gözüne meleklerle birlikte kum ve toprak atandır. Hazreti İbrahimle birlikte bir Pazar günü putları kırandır.Ad ve Semud kavimlerini alıp götüren sesi kulaklarıyla işiten,şehirleri döndüren kasırgada yaprak gibi dönen,Lut kavminin dönüştüğü tuz kayalarına eliyle dokunanadır.



Allahın yarattığı güzellikleri Kur’anla görür Müslüman.Kur’anla düşünür,Kur’anla anlar,hilkatin sırrına Kur’anla erer.Müminin gözünden bakan o,elini kımıldatan o,geçmiş zaman geleceklerin üzerine yürümesin diye,şimdiki zaman parçalanıp yok olmasın diye,Kur’an zamanın anlamını ve yorumunu getirmiştir.”Her şey Allahın önünde fanidir” prensibinin içinde eşyanın rüzgar gibi savrulduğunu görür Müslüman.Kur’an en ilerde olandır.kim ki onunla beraberdir,oda ilerdedir.kim ki ona karşıdır,geridedir.öbür medeniyetler kur’an medeniyetinin yanında ölüdür.Ondan ışık alan,dirilir.onun ışıklarından kaçan,mezarsız ölüdür.


Kur’an yolundan ayrılanlar sabahları cin çarpmışcasına,yataklarından kalkarlar.Ab-ı hayat Kur’andır.İksir Kur’andır.Şifasız dertlerin doktoru Kur’andır.Genç nesli olgunlaştıran,olgun nesli genç tutan,kadına iffet erkeğe vakar bağışlayan,toplumlara haşmet ve heybet getiren,mutluluğun mimarı,muştu şiiri,ölümü yenen teselli,ruhun zafer takı,kalbin rahmet anıtı Kur’andır.



Müslümanlar Kur’andan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.İnsanlık aya çıksa ,Zühreyi bir martı gibi avlasa,Merihten petrol getirse,Kur’ana dönmedikçe ruh yıkıntısını ,çöküşünü durduramayacaktır.
Bize getirdiğin namazlarla,oruçlarla,hacla,zekatla,hayat bağışlayan kısasla,Allahtan başkasının önünde eğilmeyen peygamber örnekleriyle,ay bölen ,ölü dirilten,susuz kayadan pınar fışkırtan,büyücülerin en ustalarını mahcup bırakan ve terbiye eden,bir asaya ruh üfleyen mucizelerle ne kutlu bir kitapsın şanlı Kur’an!Bizi terk etme ,bizi bırakma,bizi hep hatırla ve bizi bağışla.Bize merhametinle şahit ol,bizden davacı olma öte dünyada.
Taşıdığın vahiyden bir sabır izi düşür üstümüze.Korkusuzluğundan,tevekkülünden,imanından armağanlar sun bize.karıncadan ses duyur,hüthütten haber ver bize.



Cennetleri bize,cehennemleri inançsızlıkta gönülleri kurum bağlamış olanlara yaklaştır ey kutlu kitap!
Biz ki,kıyamet kopmadan kıyamete dair ayetlerinle kıyameti bir parça yaşamış,ona inanmış olanlarız,bizi bugün ve o şiddet gününde ateş işlemez örtüne bürümendir umudumuz.



Her sabah beklenen sensin.Gün ışığıyla ,yağmurlarla,rahmet getiren rüzgarlarla beklenen sensin.Bilerek bilmeyerek insanın ve çağın aradığı ve beklediği sensin.


Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Millet Özü

Millet Özü


Bir halkın gücünü ve özelliklerini tanımak kolay bir iş değildir. Kendini bir ideale adamış insanlarla, gelecek zamanı avlamakta ve yumuşamış bir maden gibi elinin altında istediği gibi yoğurmakta usta devlet adamları, işte halkın bu değişmeyen karakterini anlar ve sezerler de, bu sezgi, onları başarıya götüren ilhamın ta kendisi olur. Kalbleri haktan, halktan gelen gerçek ilhamlarla dolmayan bir insanın sürekli bir başarıya ulaşmasına imkân yoktur, tarihe ve gelecek zamana yeni bir biçim vermeği bir meslek gibi benimsemiş olanlar için. Keli­meleri birer küçük ve olağanüstü hayat parçalan gibi yaşamayan, kelimelerde kaplan avına çıkmayan şair nasıl şair olmazsa, yüreği adalet duygusuyla taşmayan, kabarmayan bir yargıç nasıl iyi bir yargıç olamazsa, önüne düşmek istediği halkın sabrım ve atılganlığını, korku ve umutlarım, sertliğini ve elastikiliğini, cezbe ve ihtiyat şartlarım, coşkunluk, taşkınlık ve kabuğuna çekilme anlarım zamanında ve tam hesap edemeyen bir ülkü adamı, bir devlet ve politika adamı da kısa zamanda başarı çizgisinin dışına atılır, olayların kıyısında bir deniz sisi gibi erir ve kaybolur.


Bir halkın sürekli refleksleri ancak kendisi için tarihî kritik anlarda çıplak olarak ortaya çıkar ve adeta gözle görülür bir hal alır. Savaş, ihtilâl, büyük ekono­mik krizler gibi durumlarda dayanıklılığını kaybetme­yen milletler, büyük milletlerdir. Yoksa öbür zaman­larda, normal vakitlerdeki görünüş insanı aldatabilir. Bir halk görürsünüz ki, normal günlerde nerdeyse yı­kılacak, kendi kendine devrilecektir. Bu halkın en ufak bir savaşa bile dayanamayacağını sanırsınız. Fakat bir de, hatta en çetin tarafından bir savaş gelip çatmaya görsün, o halkın, yıllar yılı o savaşa mermer gibi karşı koyduğunu, daha dinamik ve enerjik bir kuvvet tablosu sunduğunu görürsünüz. Bunun tersi de doğru. Normal vakitlerde en verimli yağmurlara gebe bir bulut gibi ve en uzak ufuk hayallerine iştihalı yelkenlerini hemen açacakmış gibi duran bir halkın da, en ufak bir sar­sıntıda, yerin dibine battığını görmemiz mümkündür. Çünkü, halklar, kuvvetlerini derinliklerinde ve göste­rişlerini yüzeylerinde saklarlar. Halkın varlığı tehlike­ye düşünce, derinliğinde binlerce yıl içinde biriktirdiği kuvvetler taşarak yüzeye çıkar ve kurtarma ödevlerini görürler, cam kesen elmas gibi tarih urunu keserler. Kültürleri yüksek, din duygulan derin ve yüce, tarihle­ri yoğun milletlerin derinliklerinde daha çok bu «millet özü» birikir.


Genel olarak İslâm dünyasına ve özel olarak halkı­mıza baktığımızda, millet oluş vakıasında beliren ka­rakterinin çok yüksek olduğu tarihin en acı tecrübele­riyle kesin olarak ortaya çıkmıştır. İki yüz yıldan beri Batı’mn üzerimize boşalttığı kültür lavı, ekonomik yı­kıntı tohumlan ve bizzat savaş ateşleri, hangi toplum ve halk olsaydı, onu çoktan kül etmeye yeter de artardı. Milletimiz ve halklanmız buna dayanmıştır. Kaybımız büyüktür, ama yok olmamışızdır. Şimdi rövanş günleri gelmekte ve yaklaşmakta, kin ve öç bize yakışmaz ama, bize zehir gibi koşanlara bizim şifa gibi koşacağımız va­kitlerin horozlan ötmekte, evrensel bir dirilişin sesleri yükselmekte.


İki yüz yıllık karartıcı propagandaya, savaşların her türlüsüne, Birinci Cihan Savaşı’na, en aşırı reform ve devrimlere, ansızın bastıran bir ihtilâle dayanmışızdır. Ve bugün ayaktayız. Yarın daha çok ayakta olacağız.


Bir de, Batı’nın Doğu’ya sürdüğü, Doğu’nun üzerine saman alevi Yunanistan’a bakınız, kendini gittiği yeri yakan bir şimşek sanır ve göstermeğe kalkar da, sonun­da en ufak bir ateşle çevrilince intihara kalkışan akrep gibi kendi iğnesini kendi kalbine nişan alır.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Yasin Suresi 41. Ayet Yorumu

Onlar için bir ayet de : Zürriyetlerini (Nesiller,soylar) ''fulki-l meşhun'da'' (dolu gemi) taşımamızdır.(Yasin,41.Ayet)

Burada dolu gemi, hâmile kadınların rahimlerinden mecazdır, açık bir istiaredir, (bir kelimenin mânâsını başka bir kelime hakkında kullanma) babanın sulbünden (sülale, zürriyet) bir tufan ile atılan ' nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nûh’un gemisi gibi bir kurtuluş gemisi bulur.

Ve bizim onların zürriyetlerini Nûh’un dolu gemisinde yüklendiğimiz de onlar için bir âyettir. Bu âyette esrâr-ı belâgatten (güzel söz söylemenin sirrı) bir sır vardır ki, o da gemide olan babalarını zikretmeyip belki sefînedekilerin (gemi) sulblerinden (döl) olan zürriyetlerini zikretmesidir. Buna binâen o vakit zürriyetlerin mevcut olmaları zarûrî olmuş olur.

Zürriyetin “Fülki’l-meşhûn”da taşınması iki önemli bilimsel gerçeğe ışık tutar:

Zürriyet, bir mânâda genetik kartlar demektir. Bu durumda gerçekten genetik kartlar, meni sıvısı içinde akıl almaz bir sefere çıkarak görevini tamamlar. Çok hücrelilerde, bir hücrenin kendi başına hareketi söz konusu olmaz. Kan hücreleri bile kanın akıntısı içinde yer değiştirmektedir. Ancak meni hücreleri böyle özel bir sıvı içinde bağımsız bir hareket kabiliyeti taşır ki, bu sefer, 20 metreye yakın bir yolculuktur. Bu sefer, meni hücresi büyüklüğünün iki milyon katıdır; yani bir insanın 20 bin kilometrelik seferi gibidir.

Dişi hücrenin mâcerâsı ise daha ilginçtir: Dişi hücre karın boşluğuna belirli belirsiz bir sıvı içinde düşer. Daha sonra rahmin uzantısı gibi iki boru (Fallop borusu) ucunda elektrik süpürgesi gibi vantuz yaparak onu yine hafif bir sıvı içinde kanala alır. İşte zürriyetimiz, genetik kartlarımız böyle sıvı içinde akıl almaz bir seyr-ü seferdir.(hareket,yolculuk).

Fullki’l-meşhun” için ikinci bir yorum tarzı da bebeğin anne karnında sıvı içinde büyüme macerasıdır.

a) Bu sistem, çocuğun 40 haftalık anne rahmindeki hayatına uygun bir biçimde beslenme sağlar. Embriyonun hangi gününde hangi besin lâzımsa bu sistemden o liste bebeğe aktarılır. Yani her an yeni bir kimyasal bu “fulki’l-meşhun”da hazırlanır. O maddeler kandan süzülerek bebeğe aktarılır. Bu akıl almaz kompüter, ne zaman içinde en ufak bir kimya, ya da biyoloji hatası yapsa ömür boyu arızalı kalmamıza neden olur. Bu sistem, annenin aldığı gıdaya göre değil, bebeğe lâzım olanına göre ayarlı olduğundan, en güzel biçimde yeni nesli geliştirir.

b) Bu sistemin ikinci önemli görevi, bebeği anneden gelecek bütün kimyasal ve biyolojik tehlikelerden korumaktır. Akıl almaz bir baraj sistemiyle anne karnındaki tüm zararlı mikrop ve kimyasal maddeleri süzer. Bu “fulki’l-meşhun’un üçüncü görevi hormon îmâl etmektir. Bebeğin 280 günlük anne rahmi hayatının her safhasında bebeğe yapım ve gelişim için tüm hormonları bu sistem hazırlar. Bu sistemin hormonları o kadar etkilidir ki, özellikle büyüme ve cinsel hormonların tümü ticarette bu sistemden; yani plasenta ve suyundan îmâl edilmektedir.

Kaynak:

1) Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dil'i, İstanbul: Feza Gazetecilik, 1992, c. 6, s. 418.

2) Kemâlüddin Abdürrezzâk Kâşânî Semerkandî, Te’vilât-ı Kâşânijye, , c. 3, Yâ-Sîn Sûresi, s. 14.

3) Halûk Nurbaki, Yâ-Sin Sûresi Yorumu, , s. 64- 66.
Devamını Oku »

Laikliği kutsamak, cemaatlere saldırmak, toplu intihara kalkışmaktır!

 

Laikliği kutsamak, cemaatlere saldırmak, toplu intihara kalkışmaktır!

15 Temmuz gecesi bütün kirli ve iğrenç yüzüyle karşımıza çıkan tehlike, “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesidir.

“PARALEL DEVLET” TEHLİKESİ DEĞİL, “PARALEL DİN” TEHLİKESİ!

Eğer asıl tehlikenin “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesi olduğunu göremezsek, hem bu tehlikeyle başedemeyiz hem de artçı şoklarını yeriz!

İşte İslâmî kesimler de dâhil, bütün toplum kesimleri meselenin püf noktası burası olmasına rağmen bunu göremedi, ne yazık ki!

Göremezdi; çünkü dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hâdiselere geniş bir perspektiften, medeniyet perspektifinden bakacak ve tarih felsefesi yaparak bizi aydınlatacak güçlü fikir adamlarından yoksun bu ülke.

Önce şunu zihninize kazıyacaksınız: Yüzyıllık süreçte, tarihi, İslâm'ın alacağı şekil belirleyecek. Küresel seküler-kapitalist sistem, iki asırdabütün dinleri fosilleştirdi ve dize getirdi; sadece İslâm'ı fosilleştiremedi ve dize getiremedi.

KÜRESEL SİSTEM, NEDEN EHL-İ SÜNNET OMURGA'YI ÇÖKERTİYOR VE ŞİA'NIN ÖNÜNÜ AÇIYOR?

1989 yılında bizzat dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas'ın ağzından açıkça “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâm'dır” denildi ve İslâm, hedef tahtasına yerleştirildi.

Hayatî soru şu burada: Hangi İslâm?

Şiî İslâm değil elbette. Aksine, Şia'nın ve dolayısıyla İran'ın önü son çeyrek asırdan itibaren inanılmaz bir şekilde açılıyor. İran, kültürel / bilkuvve olarak Türk cumhuriyetlerine, siyasî / bilfiil olarak da bütün bir Arabistan Yarımadası'na, özellikle de Türkiye'nin güneyine yerleştiriliyor!

Niçin peki?

Ehl-i Sünnet Omurga'nın yegâne temsilcisi iki ülkenin, Mısır ile Türkiye'nin düşürülmesi için...

Mısır'ı düşürdüler. Ama Türkiye'yi düşüremediler!

TÜRKİYE, CEMAATLERİ / EHL-İ SÜNNETİ DİRİ TUTARSA, TARİHİ YAPAR...

Önümüzdeki süreç çok zorlu olacak: Ya Türkiye toparlanacak ayağa kalkacak; yaklaşık yarım asır içinde hem İslâm dünyasını toparlayacak ve dünya tarihinin yapılmasında yeniden kilit rol oynamaya başlayacak. Bu süreçte sömürgeciler coğrafyamızdan kovulmuş olacak...

Ya da Türkiye, içeriden karıştırılacak, zaafları kaşınacak, iç savaşın eşiğine sürüklenecek ve dolayısıyla parçalanacak ve yok olacak -Allah muhafaza!

İşte bu süreçte Türkiye'nin dimdik ayakta durabilmesi gerekiyor.

Türkiye'nin dimdik ayakta durabilmesinin yolu ne peki? İşte bunun en çarpıcı ipucunu bu millet tankların önüne yatarak gösterdi!

Bu toplumu yok etmeye kalkışan şer güçlerin ve şebek-e-lerinin oyununu bu toplum, toplumun ruhunu oluşturan, akidesini sarsılmaz kılan bin küsur yıllık sarsılmaz imanıyla püskürttü.

BİN YILLIK İSLÂM TARİHİNİ CEMAATLER VE TARİKATLER YAPTI!

Bu toplumun bin yıllık sarsılmaz ruhunun yegâne kaynağı Ehl-i Sünnet akîdesidir. Ve bu Ehl-i Sünnet akîdesini diri, canlı kılan derûnî irfânî kodlarıdır.

Bir taraftan sarsılmaz Ehl-i Sünnet akîdesi, diğer taraftan da bu Ehl-i Sünnet akîdesinin hayat hâline getirilmesini mümkün kılan Kur'ân ve Sünnet-i Seniyye ile yoğurulmuş, ete kemiğe büründürülmüş irfanî / tasavvufî tecrübedir.

Selçuklu'yu kuran, Kur'ân ve Sünnet'e dayanan işte bu tasavvufî ruhtur. Yine Selçuklu'nun mayasını kardığı bu diriltici atılımıOsmanlı'da ruha dönüştüren de bu tasavvufî ruhtur.

Eğer Kur'ân ve Sünnet'ten süt emen bu tasavvufî ruh olmasaydı, Selçuklu'yla başlayan Osmanlı'yla üç kıtaya ulaşan İslâm'ın bayrağı üç kıtada insanların gönüllerini fethedemez, dünyaya diriltici bir ruh üfleyemezdi!

SÖMÜRGECİLERE DİRENİŞİN DE, YENİDEN DİRİLİŞİN DE KAYNAĞI EHL-İ SÜNNET OMURGADIR!

Kur'ân'dan ve Sünnet'ten beslenen bu tasavvufî tecrübe, bizim yalnızcatarihi kuran bir aktör olmamızda değil aynı zamanda İslâm'a yapılan bütün bütün saldırıları püskürtmemizde de kilit roloynamıştı: Şeyh Şâmil'in Kafkasya direnişinden Afrika'nın içlerine kadar gerçekleştirilen bütün sömürgecilere karşı verilen destansı direnişlerde de bu tasavvufî ruh tarihî roller üstlendi.

Eğer biz yeniden toparlanacak ve tarihi yapacak bir rol oynayacaksak bunu ancak Ehl-i Sünnet Omurga'ya dayalı bu irfanî tecrübeyi yeniden hayata ve harekete geçirerek yapabiliriz.

Ehl-i Sünnet'i tartışmaya açan, sayısız sapkın türedi “mezhebin” türemesine yol açacak, peygamberî soluğu yok saymaya kalkışan ruhsuz, modernize, sekülerize, protestanize edilmiş sahte din anlayışlarıyla değil!

O yüzden cemaatlere ve tarikatlere yapılan saldırıya aslâ sessiz kalamayız. O zaman ne tutunacak dalımız kalır ne de ayağımızı sağlam basabileceğimiz yerimiz!

FETÖ, EHL-İ SÜNNET CEMAAT DEĞİL, POSTMODERN BİR KÜLT'TÜR!

Peki, FETÖ, Ehl-i Sünnet bir cemaat değil mi?

Hayır! FETÖ'nün hattı harekâtını belirleyen ilke ve akîde, takiyye. Takiyye, Şiî akîdesidir. FETÖ'nün kendisini Ehl-i Sünnet olarak sunması tam bir karartma operasyonudur!

İkincisi, FETÖ, aslâ Müslüman bir cemaatte olmayacak aşağılık özelliklere sahip: Hiç bir Müslüman cemaat, hedefe varmak için her yol meşrûdur diyemez! Makyavelist bir mantık, bütün Müslümanların, müslüman cemaatlerin savaştığı iğrenç bir mantıktır.

Hiç bir Müslüman cemaat, gücü kutsamaz; zaferin peşinde koşturmaz; araçları amaçlarına yerine yerleştiremez!

Müslümanlardan, bütün Müslüman cemaatlerden istenen şey, hakikate teslim olmak ve yola çıkmak (Mekke süreci), yolda olmak (Medine süreci) ve yol olmak'tır (Medeniyet süreci). Nedir bu? Sünnet-i Seniyye'dir.

Oysa Türkiye'de 15 Temmuz'dan bu yana tehlikeli bir algı operasyonu yapılıyor: Bütün darbelerin arkasındaki yegâne güç olan laiklik kutsanıyor; fosilleşmiş, darbe zihniyetli generaller, laikler aklanıyor; bütün cemaatler hedef tahtasına yatırılıyor ve “Cemaatler, dolayısıyla Müslümanlar, devlet yönetmesin” deniyor!

Türkiye'nin başına gelebilecek en büyük felâket budur: FETÖ, bir cemaat değildir. Postmodern, seküler, pagan bir kült'tür; lideri kutsayan, kitleleri ayartan, hipnotize eden, hedefe varmak için bütün gayr-ı meşrû yolları meşrû gören sapkın seküler bir harekettir.

LAİKLİK, “SAHTE BİR DİNDİR”

Özetle: Fransız filozofu Luc Ferry, laiklik “sahte bir dindir” der. Dikkatinizi çekerim, bu sözü söyleyen filozof, ateist biridir ve Fransa'da Eğitim Bakanlığı yapmış bir kişidir!

Türkiye'de bazı İslâmî kesimlerin entelektüellerinin bile “bizi ancak laiklik kurtarabilir; cemaatler, tarikatler başımızın belasıdır” diyebilecek kadar ipin ucunu kaçırmaları, Türkiye'yi nasıl bir felâketin beklediğini göstermeye yeter!

TOPLU İNTİHAR!

Batı'da laikliğin çatır çatır tartışıldığı, sahte bir din olarak algılandığı bir zaman diliminde, Türkiye'de İslâmî kesimlerin bile laikliği kutsamaları ve bu toplumun bin yıl tarih yapmasını mümkün kılan Ehl-i Sünnet Omurga'nın ve hattı harekâtlarını bu Omurga'ya yaslayan bütün sahih cemaatlerin ve tarikatlerin topa tutulması Türkiye'nin gayya kuyusuna yuvarlanması anlamına geliyor!

Buradan bütün kesimlerin elitlerini ama özellikle de İslâmî kesimlerin siyasetçilerini, öncülerini, yazar-çizerlerini uyarıyorum:

Tam dünyanın yeniden insanların gönlünü fethedecek Ehl-i Sünnet Omurga'yı eksene alan cemaatlere ve tarikatlere ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde laikliği kutsamak, cemaatlere ve tarikatlere saldırmak, toplu intihara sürüklenmek demektir...

Aklınızı başınıza toplayın lütfen!

 

Yusuf Kaplan
Devamını Oku »

Şüphe

yeniden-inanmak

Şüphe, mahiyeti gereği teselsül eder. Şüphe, vehmin türevidir. Dolayısıyla şeytanî bir olgudur. Şüphe,tefrit içinde sürekli olarak alternatifler getirir, bu yüzden, şüphe ile olumlu bir yola koyulmak mümkün değildir. Duracak gibi olduğu, kendine bir son verecek gibi göründügü her merhalede, o, kendine yeni (fakat gerçekle muhal) sorular yöneltecektir.

Şüphe, bu yüzden tevekküle karşıdır. Tevekkül, akıl çerçevesinde tedbirini aldıktan sonra takdiri Allah'a havale etmekse; şüphe, tedbiri aldıktan sonra (şayet tedbir almayı başarabilirse) kendini yeni bir şüpheye teslim etme demek olur. Tevekkül, insan için bir sükûn vesilesi iken; şüphe her türlü sükûnun düşmanıdır, boyuna kendini kemiren, yiyip bitiren, ufa lana ufalana helak olup giden bir kurttur. Tevekkül, rızayı ve itminanı çağırıyorsa, şüphe korkuyu ve telâşı çağırır.

Şüphe içindeki insan, sürekli olarak, zan üzredir.İnanmak, zannı yok ederken; şüphe, zan için yeni kapılar açar. Zan ise, insanı olumlu eylemden alıkoyar, daha doğrusu insanın eyleme geçmesini önler. Şüphe, insanın ruh dinamiklerini öldürür, onun, olumlu bütün eylem ve tavırlarını, sonuçsuz bir didişmeye iter en azından.

Şüphe, gerçekte şeytanî bir vakıa olduğundan şüpheden kalkıp inanç seferine ulaşmak mümkün değildir. Böylece ulaşıldığı sanılan nokta da, aslında sadece bir illüzyondan ibarettir. Olsa olsa kendini kandırmanın bir çeşididir. Şüphenin, kendini tatmin yolunda durduğu her merhale, aslında, şüphe sahibi için bir başka şüphenin hareket noktasıdır.

Şüphe tahkik"ten farklı bir haldir. Şüphe, daha başlangıçta inançsızlık noktasından hareket eder, bir inanca varmak için yola koyulmaz. Böyle bir niyetle yola çıktığını farz etse bile -ki bu aslında vehimden başka bir şey değildir- niyetini gerçekleştirmesi ancak seraba ulaşma çabası olabilir. "Tahkik" halinde ise durum değişiktir. Tahkikte, hareket noktası inançtır, tahkik sahibi inancının gerçekliğini değil, inancından neşet eden hikmeti, bu hikmetin özünü araştırmaktadır. Tahkik sahibi, diyelim, inananda hiçbir hikmet yakalayamadı, bu durum bile onun inancını terk etmesine müncer olmaz. Şüphe hastalığına yakalanmış insan için hiçbir şeyin kesinliği yoktur. Şüphe kendi hakkında bile şüphelenirken şüphenin sınırını kestirmek mümkün olur mu?

Kaynak:

Rasim Özdenören - Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Cahil boş konuşur

Cahil boş konuşur

Cahil diye, kurulu düzen içinde kendi çıkarından başka bir şey bilmeyen kimseye diyorum. O, yalnızca kendi kısır çıkarının ardına düşmüş giden biridir. Kurulu düzen bozulduğunda, onun elinde tuttuğu çıkar da tehlikeye girecektir. Öyle sanır...

Cahil, bu nedenle yenilikten hoşlanmaz. Değişiklikten hoşlanmaz. Her değişikliğin kendi çıkarına bir tırpan vuracağını düşünür. Cahil, aynı zamanda dar kafalı olduğundan, değişikliğin, yeniliğin ona sağlayacağı çıkarı da göremez. İşitmesi, görmesi, dili mühürlenmiştir. Kur'an, onların halini şöyle betimliyor: “Yahut onların durumu kat kat karanlık, gök gürültüleri, şimşekler bulunan şiddetli yağmura tutulanlar gibidir ki, yıldırımla ölmekten korkarak parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır. / Neredeyse şimşek, gözlerinin nurunu kapıverecek.


Etrafı aydınlattığı zaman o sayede yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah istemiş olsaydı, onların işitmek ve görmek kabiliyetlerini giderirdi. Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 19,20).

Burada kâfir diye anılanları cahil diye okumak da mümkün… Cahilin dediğine bu nedenle aldırış edilmez. Söyledikleri umursanmaz. Çünkü o, önünü görmekten acizdir; arkasını, sağını solunu, altını üstünü görmekten de...

Onun söylediğinde, bir an için, muhal farz bir isabet bulunsa bile, bu isabet tümüyle tesadüfî olduğundan, yani herhangi bir tefekküre dayanmadığından geçerli sayılmaz. Bu nedenledir ki, âlimin içtihadı isabetsiz de olsa değerlidir; fakat cahilin mütalaası isabetli de olsa değer taşımaz. Çünkü vardığı sonuç tefekküre dayanan bir mütalaanın ürünü değildir; tesadüfidir, herhangi bir argümana dayanmaz.

Cahil, fikri sabitinin üstünde inatla durur, elinde kanıt olmadan saplantısının üstüne abanır. Gerçekte iddiası herhangi bir kanıta dayanmadığından onun üzerinde fikir geliştirmek, tartışmak da imkân dışı kalır.

Cahiliye dönemi kâfirleri putları hakkında ne diyordu? Sadece şunu: “Biz, atalarımızı da bu taşlara taparken bulduk!” Kur'an'ın dermeyan ettiği gibi, ya ataları da yanılıyor idiyse?

Bu durum “Savaşta kafasız bir kabadayının da büyük işler başarabileceği yolundaki kanıya” (Clausewitz, Savaş Üzerine) benziyor. Bir kabadayı, kendisi gibi cahil başka kabadayılar karşısında belki bazı başarılar elde edebilir, ama bu başarıların gerçeklikte hiçbir değeri yoktur. Bu başarılar, herhangi bir taktik veya stratejik uygulamanın ürünü olarak ortaya çıkmış değildir. Bu itibarla tekrarı da beklenmez. Bir defalık başarıdır, o da eğer başarı sayılacaksa... Oysa ciddi bir stratejik ve taktik uygulama sonunda maruz kalınan başarısızlığın bir değeri vardır; fakat tesadüflerin ulaştırdığı bir başarıya değer atfedilmez.

Âlimin içtihadına isabetsiz de olsa bir sevap yazılır, cahilin kanaati isabetli de olsa sevaptan yoksundur.

Cahili umursamamak gerekir. Onun eleştirisinin de, takdirinin de değeri yoktur. Ne dese boştur...

Rasim Özdenören

Devamını Oku »

Türkiye'de İslam'ın Geleceği Var mı?

Türkiye'de İslam'ın Geleceği Var mı?

...........

İbn Sinacı meşşaî felsefe geleneğinin önemli ismi Lisanü'l-Hak Zeynüddin Ömer b. Sehlan el-Savî şöyle der:

"Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir".

Din duyuşunun en önemli kaynağı korkudur; ancak bu korku insanın kendi anlamına ilişkin kaygısından kaynaklanır. Anlam endişesi kökünü, insanın varoluşuna ilişkin tedirginliğinde bulur. Daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, tedirginliğin en önemli nedeni, insanın kendisini Varlık'ın bir devamı olarak idrak etmesidir. Bir sarkaç misali ümit ile korku arasında salınan insan bir güvenlik (emniyet) bunalımı yaşar ve kendisini ön-görmek ister...

Söz konusu güvenlik bunalımı, dolayısıyla ön-görme isteği hem gaibe imanın hem de eskatalojinin kaynağıdır. Nitekim Hoca-zade, insanın bilgi arayışının köken(mebde) ve dönüş(mead) ile ikisi arasındaki(beyne-huma) şeylere taalluk ettiğini dile getirir. Benzer biçimde Fuzulî, itikadın kökeninde köken ve dönüş sorularının bulunduğuna işaret eder.Dinî inancın en önemli kaynağının insanın anlam kaygısı olduğunu söylemek temelde iki soruna yanıt bulmak için önemlidir.

Birincisi, Ben'in sürdürülebilirliğini temin etmek ki, hiç olmak, hiçlik insanî varoluşun dolayısıyla Varlık'ın anlamsızlığını imler...

İkincisi ise, eylemlerimiz için hesap sorulması ki, her şeye karşın ahlaklı yaşayan kişinin adalet duyuşunun sürekliliğini sağlar; tersi durumda Hayat'ın anlamsızlığı söz konusudur. İki soruna ilişkin bu yanıt aynı zamanda Hayat'ın sürekliliğini gösterir... Nitekim el-Din, Yakın Hayat(el-Hayat el-Dünya) ile Öteki Hayat(el-Hayat el-Ahire)'i birlikte kuşatır.Yukarıda dile getirilenler her şeyden önce dinin bir anlam arayışı, Hayatı bir anlamlandırma işi olduğunu, kısaca bir Dünya-görüşü olarak telakki edilmesi gerektiğini gösterir... Dolayısıyla bu sunumda, dindarlaşma ya da dinî olandan uzaklaşma deyişlerinde kullanılan din, ritüel anlamında değil, dünya görüşü anlamında dine işaret eder...

......

Tarihî tecrübe bizim mevcudumuzdur ve ancak o tecrübeden hareketle bir icad'da bulunabiliriz. Hayat, geleceğe doğru yaşanır, geçmişe doğru idrak edilir/anlaşılır.Öte yandan tarihî tecrübede üretilen hiç bir şeyin başına 'İslam' sıfatı getirtilerek kutsanamaz... Tarihte İslam değil, bu dünya görüşüne mensup Müslümanlar bir şeyler yapmışlardır. Dolayısıyla tarihte İslam matematiği yoktur; Müslümanların yaptığı matematik vardır; benzer biçimde tarihte İslam Devleti mevcut değildir; Müslüman insanların kurduğu devletler söz konusudur. Söylenenler basit bir kelime oyunu değil; doğrudan anlama ilişkin yargılardır. Tersi durumda tarihî olan ideal hale getirilir ve eleştiriden azade kılınır. Öte yandan tarihî olanı küçümseyip görmemezlikten gelmek ve tarih-üstü soyut bir İslamî olana sığınmak da başka bir ideal hale getirme tarzıdır.

....

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde
Devamını Oku »

İnsan Üzerine,İnsanlarla İnsanca Konuşmak Mümkündür..

İnsan Üzerine,İnsanlarla İnsanca Konuşmak Mümkündür..

Uluslararası Sempozyumun'un Açış Konuşması
Bielefeld/Almanya
28-29 Nisan 2012

......

Bu noktaya, son derece dikkat edilmesi gerekir: Özellikle siyasî ve ideolojik konularda düşünceler genelde değerler üzerinden yürütülür; halbuki değerler insanı tatmin eder, düşündürtmez. Bunun yerine nesneler üzerinden, tekillikleri olan olgu ve olaylar üzerinden hareketle düşünülmesi gerekir. Değerler üzerinden konuşmak insanların dikkatini çekebilir; vicdanlarını rahatlatabilir ama çözüm üretmez. Bu açıdan, tek başına inandığımız değerlerin her şeyi çözeceğini düşünmemeliyiz. İslam ya da mensup olduğumuz başka bir dinin veya ideolojinin içeriği, tek başına olgu ve olaylara ilişkin soru ve sorunları çözmeye yetmez. Doğrudan bu olgu ve olaylarla yüzleşmemiz gerekir...

Peki neden? Nedeni şudur: Her zaman yaptığım benzetmeyi, açıklayıcı gücünden dolayı, burada da tekrar etmek istiyorum: Bir terzi düşünelim; her terzi dikeceği pantolon için bir modele sahiptir; ancak o modeli tek tek insanlara uyguladığı zaman insanların ölçüsünü almak zorundadır. Masa başı konuşmaları genelde model konuşmalarıdır. Eğer siz kafanızdaki modeli, mutlak ve son aşama olarak benimseyip, insanlığın pantolon modelinde ulaşabileceği son durum kabul edip, insanlara onu dikte etmeye çalışırsanız, pantolonun denk gelmediği, uymadığı insanlara zulmetmeye başlarsınız: Uzunsa ayaklarını kesersiniz, zayıfsa kilo almasını isterseniz, kiloluysa zayıflamasını istersiniz. Halbuki model bir şart olmakla birlikte yeterli değildir; çünkü her terzi pantolon modeline sahip olmakla birlikte o pantolonu isteyen kişinin, yani bireyin, tekilliğin ölçüsünü almak zorundadır.

Bu örneği insan durumuna uyguladığımız zaman hangi tür dine, hangi tür dünya görüşüne, hangi tür ideolojiye, hangi tür politik mensubiyete sahip olursak olalım, insanlarla muhatap olduğumuzda onların ölçüsünü almak zorundayız, onlara kendimizi dayatmak değil! İnsanın ölçüsünü almak niceliksel bir şey değildir. Matematikten bahsetmiyorum; insanları anlamaktan bahsediyorum. Çünkü insanlar yalnızca formlar dünyasında değil, bir anlam-değer dünyasında yaşarlar. Bu nedenle insanlarla iletişim kurabilmenin asgari şartı, o insanın anlam-değer dünyasına nüfuz etmek, ona muhatap olmaktır. Bunun asgari şartı ise bilmek değildir. İnsan söz konusu olduğunda bilmeyi çok abartıyoruz; halbuki insanî için asl olan tanımaktır/anlamaktır. İnsanların anlam-değer dünyaları hakkında kitap okumak, ansiklopediler devirmek, Molla Google'dan taramalar yapmak tek başına o insanı tanımamızı sağlamaz. Siz Almanya'da yaşayan Türkler olarak, Alman tarihi, edebiyatı ve kültürü hakkında ciltler dolusu kitap okuyabilirsiniz; ama bu Alman milletini tanımanızı/anlamınızı sağlamaz. Evet! Bilmek gereklidir ama yeterli değildir.

Öte yandan tanımanın asgari koşulu ise saygıdır. Öncelikle karşımızdaki insanı bir Hıristiyan, bir Yahudî, bir Budist ya da bir Alman, bir İngiliz olarak değil...; yani sıfatlarıyla değil doğrudan cevheriyle, insan olarak dikkate almak ve saygı göstermek zorundayız. Bildiğiniz gibi, klasik felsefenin diliyle söylersek, arazlar, nitelikler, sıfatlar gelip geçicidir; esas olan, kalıcı olan, öz, cevherdir; dolayısıyla özü dikkate almak zorundayız. İnsanın tek bir özü vardır, o da insan olmaklıktır; diğer herşey sıfattır. Bu açıdan, burada, başta İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı olmak üzere tüm Avrupa'da yaşayan, hatta dünyada bulunan hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayan diğer insanlara şunu öneriyorum. Bilmek, evet; fakat yeterli değil; birbirimizi tanımalıyız.

Müslümanlar için bunun özel, başka bir anlamı olmalı; o da şudur: Yalnızca ilim geleneğimizi değil, aynı zamanda irfan geleneğimizi de ihya etmek zorundayız. Anadolu'da, Konya'da inşa edilmiş ilimle, fıkıhla, kelamla iç içe olan irfan geleneğimizi dikkate almadığımız müddetçe modern dünyanın meydan okumalarına anlamlı bir karşılık vermek zordur. Nitekim bu dünyanın önemli ismi Yunus Emre'nin "Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım" sözüne baktığımız zaman, "gelin birbirimizi bilelim" demiyor. Gelin tanış olalım, tanışalım; birbirimize gidip gelelim; birbirimizle oturup konuşalım. Hatta bazı versiyonlarında bu tanış olmak, "birlik olmak" şeklinde geçer: "gelin birlik olalım".

Birlik kelimesi kullanılınca, hemen insanların zihninde farklılıkların ortadan kaldırılması, niteliklerin giderilmesi uyanıyor. Halbuki bir kümenin elemanları farklı niteliklerde olan unsurlardan oluşabilir; bu da bir birliktir. Dolayısıyla insanlık kümesi, eğer evrensel bir küme olarak düşünülürse, bu kümenin tek tek mensuplarının farklı olması, onların insanlık kavramında müşterekliklerinden dolayı bir birlik olmalarını zaten mümkün kılar. Bu nedenle tanış olmak, birbirini tanımak; sadece birbirini bilmekle ifade edilemez; birbirini bilmeye indirgenemez...

Şimdiye kadar söylediklerim, başta yaptığım eleştiriyle muhatap olmamı sağlayabilir: Çok güzel, edebî, felsefî ifadeler ve vecizeler; ama gerçeklikle alakası nedir tüm bunların? Tamda burada önemli bir konuya değinmek istiyorum: Genelde insanın zihnî tutumu, felsefî açıdan bakarsak iki uç arasına gidip gelir: Ya 'a'dır ya 'değil-a'dır. Bir tarafta eleştiri, bir tarafta uyum; bir tarafta iyi, bir tarafta kötü; bir tarafta doğru, bir tarafta yanlış deriz ve, daha sonra da, bu iki ucu birleştirmeye; orta-yolu bulmaya çalışırız. Kanımca, tüm orta yol arayışları tembelliktir. İki farklı ucu matematiksel olarak tahlil edip, ikiye bölüp, ortasını almak çözüm olarak görülür genelde; oysa bu doğru değildir. Doğrusu, insanın doğasına ilişkin olanla yüzleşmektir; insanın doğasını tasfiye etmek, temizlemek değil. Tüm tartıştığımız kavramlar, ister uyum, ister eleştiri, ister doğru, ister yanlış, hangi kavram çiftini düşünürsek düşünelim, herbiri insan doğasıyla alakalıdır.

İnsan doğası çatışmacı bir yapı üzerine kuruludur; dolayısıyla insan doğasını tırnak içerisine alarak iş göremeyiz. Gerginlik de, uyum da, eleştiri de, övgü de lazımdır. Eleştiri ile övgünün ortasını almanın bir anlamı yoktur. Fazla gererseniz kopar; fazla uyum sağlarsanız uyursunuz. Sınırsız bir uyum insanları uyutur; sınırsız bir gerginlik insanları kopartır.Bu nedenle korkmaktan korkmadan insanın doğasıyla yüzleşmemiz gerekir. İbn Sina'nın öğrencilerinden Ömer Sehlan el-Savî'nin güzel bir sözünü burada hatırlatmak isterim: "Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir". Bu cümleyi şöyle de yorumlayabiliriz: "Yönlendirilen korku insanın en büyük mürşididir!". Bundan dolayı iki aşırı ucu dikkate alarak, belirli sabiteler yaratmak insanî meseleleri çözmemizi sağlamaz; sadece geçiştirmemizi sağlar. Çünkü tabiatta olduğu gibi, hayatta da esas olan saf sabiteler ya da saf değişkenler değildir; süreçlerdir, örüntülerdir; harekettir.

Bu sebeple, bugün sabit olarak gördüğümüz bir şey yarın bir değişkene dönüşebilir; bunun tersi de doğrudur, dün değişken olan bir şey, bugün bir sabite halini almış olabilir. Tarihe baktığımızda, belirli bir dönemde mutlak kabul ettiğimiz şeylerin, başka bir dönemde saçma olduğuna hükmetmiş bir insanlık geçmişi var önümüzde. Bunu felsefe-bilim tarihinden birçok örnekle temellendirmek mümkün. 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, 3000 yıllık kozmolojinin ne kadar garip bir şey olduğunu yine biz tesbit ettik. Fakat bir gerçek hiç değişmedi: Eski kozmolojiyi de, yenisini de üreten insan.

Bu noktaya dikkat kesilmemiz gerekiyor... Başka bir deyişle insanlığın ma-cerasında üretilen cevaplara takılmamamız gerekiyor. İnsanlar genelde cevaplar üzerinden düşünüyor. Halbuki sorular üzerinden düşünmek gerek; ve en büyük soru insandır. Dolayısıyla insanın tarih boyunca ürettiği yanıtları öne çıkartıp -bunlar dinî, ideolojik, siyasî, felsefî, bilimsel yanıtlar olabilir; hiç fark etmez- soruları görmezden gelmek talihsizliktir. Unutmayalım ki tüm ürettiklerimiz yarın efsane halini alacaktır. Dünün bilimi nasıl bugünün efsanesi ise, bugünün bilimi de yarının efsanesi olacaktır; ama insan, bunları üreten bir varlık olarak, devamlı duracaktır.Bu açıdan, İbn Sinacı felsefenin insanı tanımlarken kullandığı kavramın karşısına -(yerine değil; çünkü birbirini tamamlarlar)- İbn Tufeyl'in insanı tanımlarken kullandığı tanımı koymayı teklif ediyorum. İbn Sina insanı, düşünen canlı (hayvan nâtık); İbn Tufeyl ise uyanık canlı; yani şuur halinde olan; hay b. yekzan: Uyanığın oğlu diri diye tanımlar. Elbette düşünmek insanîdir; ancak insanın tavsifi için tek başına yeterli değildir. İnsanın sürekli ayık, sürekli şuur halinde, sürekli gergin olması da önemlidir.

Bu nedenle insanî meseleler için orta yol yoktur; sürekli bir yüzleşme söz konusudur. Buradaki ölçü şudur: İnsan, kendi varlığını başkasının yokluğuna bağlamadığı sürece, her türlü konu müzakere edilmeye açıktır. Biz insanlar genelde meselelerimizi çözerken, başkalarını yok ederek kendi varlığımızı idame ettirmeye çalışmayı tercih ederiz; savaşlar da çoğunlukla bunun için çıkar. Halbuki kendi varlığımızı ancak başkasının varlığı ile zenginleştirebileceğimizi düşünürsek ve kabul edersek, başkasının varlığını kendi varlığımızın olumlaması olarak görürsek, o zaman daha insanî işler yapmamız mümkün olur.

Bu açıdan başta söylediğim gibi anlamaya çalışmak, anlaşılmanın ilk şartıdır. Siz anlamaya gayret etmezseniz anlaşılmayı bekleyemezsiniz. Sizi anlamaya çalışan kişi, ancak siz onu anlamaya çalıştığınız, bir gayret gösterdiğiniz zaman sizi anlamaya yönelir; çünkü yönelme tek yönlü değildir. Şunu unutmamamız gerekir. "Ne kadar bilirsek bilelim", Hz. Mevlana'nın dediği gibi, "bildiğimiz karşı taraftan anlaşıldığı kadardır". Büyük alim, büyük filozof olabiliriz ama karşımızdakiyle irtibat kurmada, o bilgimizi ona aktarmada zaaflarımız varsa, o kişinin bizim bilgimizle ilişkisi kesinlikle üretici bir yapı göstermez.

.......

Bergamalı Mehmet Kafiyeci, Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış bir Osmanlı düşünürü... İnsan hayatının olmazsa olmaz üç temel kavramından bahseder: el-sıdk fi el-hak: gerçeklik hakkında, olgu ve olaylar hakkında doğru bilgi; el-hayr fi el-amel: davranışlarımızda, yaşadığımız toplumun, mensub olduğumuz dinî ve felsefî ortamın kabul ettiği iyi davranış biçimleri. Ve dahi el-istikame fi el-ahval: yaşantımızdaki/hallerimizdeki yön. Bu nedenle yalnızca doğru ve iyi yetmez; bir de istikamet sahibi olmamız gerek... Felsefî olarak doğruyu, iyiyi tahlil edebiliriz; ama gündelik hayatımızdaki ahval, -ki hal kelimesinin çoğuludur-, klasik felsefî literatürde-, değişken olanlar demektir; çünkü insanın halleri sürekli değişime konudur. Burada önemli olan hale, ahvale takılıp kalmadan, istikameti iyi belirlemektir.

Bu açıdan Fatiha Suresi'ndeki "el-sırât el-müstâkim" ifadesini doğru yol olarak değil istikameti olan yol olarak çevirmek daha uygundur. Çünkü bize, yalnızca doğru ve iyi değil, istikameti olan bir yön, bir yol gereklidir.Ahval kelimesini değişken olarak ifade eden irfanî geleneğimiz şunu söyler: Nasıl ki Tabiat'ta Cenab-ı Hakk'ın tecellilerinin tekrarı yoktur; insan hayatında da tecelliyatın tekrarı yoktur: "La tekrare fi el-tecelliyat". Tecelli, Cenab-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarından sürekli sadır olan şeydir. Bu nedenle, tabiattaki tecelli süreklidir. Bu açıdan baktığımızda insan hayatında da tecellinin sürekli olduğunu, insan hallerinin sürekli farklılaştığını görmemiz gerekir... Bunu sadece toplumsal olanda değil, kendi kişisel, nefsî hayatımızda da görebiliriz. Başka bir deyişle, felsefî olarak ifade edersek, Tabiat'ın bilgisi nasıl insan gözlemciye bağlıysa(gözlem-bağımlı); Hayat'ın bilgisi de, insan yorumcuya bağlıdır (yorum-bağımlı). Yormak/yorumlamak ancak belirli bir yorgunlukla elde edilir. Bu nedenle her türlü insanî edimin, hayata ilişkin her türlü olgu ve olayın bir yorum meselesi olduğunu idrak etmemiz lazım. Zaten bugün pek çok uzman hocamız da bu yorumları bizimle paylaşacak.

Çok güzel bir kelime yormak kelimesi, yorgunluktan geliyor; çünkü ancak yorulursanız yorumlamış olursunuz; biz de, hep birlikte o yorumlara katılıp, dinlemeye ilişkin bir yorgunlukla, pay alacağız.Hint düşüncesinde ilginç bir ifade vardır: Yalnızca doğru düşünmeyi sağlayacak bir mantık kurmak yeterli değildir der Hintli bilgeler; aynı zamanda aklı da barışa kavuşturacak bir mantık kurmalıyız. Çünkü aklı barışık olmayan, karışık olan; kendisiyle barışık olmayan, dışarıyla da barışık olamaz. Kendisiyle barışık olmayan insanın dışarıya teklif edecek bir şeyi yoktur. Zira maddî ve manevî güvenlik sorunu yaşayan bir insan dışarıya ancak saldırır. Yine yarına ilişkin bir öngörüsü olmayan insan bugününü kurtarmaya çalışır ve bunun için de her türlü vasıtayı mubah görür.Bugün özellikle Avrupa'da ekonomik kriz neticesinde ortaya çıkan durumun en önemli gerekçesi ve nedeni ne dinî ne de ideolojiktir. Bunlar bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Nedeni, insanların yarına ilişkin ön-görüden kaynaklanan bir güvenlik sendromu yaşımalarıdır.

Maddî ve manevî açıdan yarını ön-göremeyen insan kesinlikle saldırgan olur. Onun için insanlara yarınlarını ön görebilecekleri hem maddî hem de manevî bir dünya sunmamız lazım. Başka bir açıdan olaya baktığımızda irfanî geleneğimiz bunu şöyle ifade eder: Önemli olan insanın kendisini dünyadan ve diğer insanlardan koruması değildir; önemli olan insanın dünyayı ve diğer insanları kendisinden korumasıdır. Biz genelde dışarıya yönelik bir güvenlik arayışı içerisinde oluruz. Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı kendimizi hazırlarız, tedbir alırız. Halbuki dışarıya vereceğimiz tehlikeleri de kontrol etmemiz gerekir. Bu nefsî terbiyeyi, bu irfanî dili geliştirmemiz lazım. Çünkü insanlar kendilerini kontrol edebilecek, kendilerini terbiye edebilecek ve insanları, hatta çevreyi, hayvanları, bitkileri kendilerinden koruyabilecek bir anlam-değer dünyasını geliştirirlerse, zaten insanlar onlardan emin olurlar. Hadis-i Şerif'i hatırlayalım: Mümin olmanın kemal şartlarındandır insanların elinden ve dilinden salim olmak. Kısaca, irfanî geleneğimiz açısından olaya baktığımız zaman, tedbir ve emniyeti dışarıda değil kendi içimizde aramalıyız.

Şimdiye değin dile getirdiklerimizi bir dil oyunu olarak görebilirsiniz. Bu tehlike tüm kavramsal konuşmalar için geçerlidir. Ancak benim mensubiyet duyduğum felsefî gelenek düşünceyi sözcüklere indirgeyen bir gelenek değildir; doğrudan anlama indirgeyen bir gelenektir. Anlam kaybedilince o anlamı üreten insan da kaybolur; çünkü anlam bu gelenekte bizatihi insanın kendisi olarak kabul edilir. Bu nedenle, düşünceyi yalnızca verili bir dilin sentaksına ve semantiğine indirgeyemeyiz.

Başka bir deyişle ne Heidegger'in ne de Wittgenstein'ın dediği gibi dil dünyayı kurmaz. Dil, dünyayı yalnızca ifade eder ve dile getirir. Çünkü dünyayı kuran dil değil, insandır ve insan benim mensubiyet duyduğum felsefî geleneğe göre anlamın bizatihi kendisidir. Bu nedenle söylenenler bir dil oyunu değil, doğrudan insanın anlam dünyasından devşirilen cümlelerdir. Yine bu nedenle insanı dikkate almayan, bırakın insana zarar vermeyi insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm değildir; çözümsüzlüktür. Çünkü tüm çözümler, ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister felsefî, ister ideolojik, tüm çözümler insan içindir; insan için var olmalıdır.

İnsanı yok eden, insanı tırnak içine alan, insana zarar veren ve insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm olarak anlamlandırılamaz.Son olarak, bizim geleneğimizde, Bağdat'ta yapılan bir uygulamayı hatırlatarak cümlelerime son vereceğim. Geleneğime, söylediklerimin geleneğimdeki karşılığına bir atıfta bulunmak istiyorum kısaca... Bağdat'ta 9. ve 10. Yüzyıllarda, kaynakların bize bildirdiğine göre düşünürler, entelektüeller, elitler bir mekan tahsis etmişler; bu mekana girmenin en önemli şartı şu: Mekanın kapısından girerken herkes mensubiyetlerini kapının dışına bırakacak; içeride yaptıkları konuşmalarda, mensup oldukları dine, siyasi gruplara, ekonomik sınıflara atıf yapmadan meseleleri tartışacaklar. Çünkü bu mekanın kapısında şöyle bir cümle yazar: Eşkele el-nas ala el-nas... İki şekilde tercüme edebiliriz: İnsan, insana soru sorabilir; ya da insan, insan için soru sorabilir.Son söz: Herhangi bir mensubiyeti öne çıkartmaksızın, insan üzerine, insanlarla, insanca konuşmak mümkündür...

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde

 
Devamını Oku »

İnsanî Eylemin/İtibâr Belirli Bir Süreklilik İçinde Hakikatleşmesi,Nesnelleşmesidir

İnsanî Eylemin/İtibâr Belirli Bir Süreklilik İçinde Hakikatleşmesi,Nesnelleşmesidir

İnsanın irâde ve ihtiyârının sonucu olarak ortaya çıkan eylemin/amelin tahakkuku, taayyünü, tecessümü, nesnelleşmesi, söz konusu var-olanların, varlık illetidir. Aynîleşme, yani taayyün, yalnızca doğal nesnelere yüklenilen bir sıfat (vucûd-i aynî) iken, artık, insan irâde ve ihtiyârının yönlendirdiği eylemlerin sonucunda ortaya çıkan beşerî üretimin/yapıların da bir tür sıfatı hâline gelmiştir; böylece insanın eylemi (amel) sonucunda tahassul eden (vucûd-i tahassûlî) yapılar aynîdir; ve bu ayniyet (nesnellik) insan irâde ve ihtiyârını içkindir.

Bir örnekle açıklamaya çalışalım: Câmii inşâ ederken, ki insanî bir eylemdir, kullandığınız maddeye bir biçim/form verirsiniz. Tüm bu süreçleri sizin irâdeniz/ihtiyârınız yönlendirir. Tıpkı yukarıda dilde verilen, fizikî sese insan irâdesinin yön vermesi örneğindeki gibi… Bu nedenle Câmi, irâdesinin/ihtiyârının katıldığı insanî bir eylemin cisimleşmiş hâlidir; mânânın maddeye yedirildiği, anlamın içkinleştiği bir yapı… Bu anlam o maddeyi bir arada tutar ve Câmii yapan irade/ihtiyâr orada durduğu müddetçe o yapı içerdiği anlama mutabık bir muamele görür; örnek olarak, Balkanlar’da olduğu gibi, aynı Hayat Görüşü’ne mensup olmayan insanların eline geçince, Câmi onlar için aynı anlamı ifade etmediğinden, yıkılır ya da kiliseye çevrilir.

Bu noktada, irâde ve ihtiyâr sözcüklerini birlikte kullanmakta ısrar edişimin nedenini de açıklayayım: İkisi arasında ince bir ayrım vardır; irâde, yapma gücü; ihtiyâr, yapmama gücü… Örnek olarak, sigara içme isteği irâdîdir; ama zararlı olduğunu düşünüp bu istekten vazgeçme, içmiyorum diyebilme, ihtiyârîdir; çünkü ihtiyârda, irâdenin tersine, aklın muhtevasına atıfla hayr içkindir. Kelâm ilminde de son derece önemli bir kavramdır ihtiyâr; Felâsifenin Tanrı’ya dayattığı ‘vâcib’ kavramı yanında Kelamcıların ‘muhtâr’ kavramını tercih etmeleri; Tanrı’yı Vâcibu’l-Vucûd yerine Kâdiru’l-Muhtâr olarak tanımlamaları, farklı iki düşünce dizgesinin inşâsının en temelinde bulunur…

Bu ayrımı dikkatinize sunduktan sonra, artık aşağıda gözönünde bulundurmayacağım ve en genel anlamıyla irâde kavramını kullanacağım. İrâdemiz, eylemlerimize içkindir. Eylemin boşandırıcı sâikleri farklı olabilir; ancak bir kere boşandıktan sonra irâde paketçiği hâlini alırlar. Ancak her eylem tahakkuk etmek, gerçeklik kazanmak için bir karara, bir yargıya dayanır. Çünkü irâde etmek, bir karar vermek, bir karara varmak, bir yargıda bulunmaktır ve elbette irâde kavramının telmih ettiği üzere bir amacı da içkindir. Bir karar alırız; bu karara bilimde yargı deriz, tasdîkât deriz; akabinde, amacı içkin bu karara göre bir eylemde bulunuruz. Eylemin de kendine göre ölçütleri (criteria) vardır; tıpkı bilimde doğru ve yanlışı ölçüt almamız gibi…

İnsanî seviyede belirli bir kararın sonucunda hâsıl olan eylem cisimleşiyor, nesnelleşiyor; her cisimleşen eylem, söz konusu kararları, yargıları ve amaçları da içinde tutuyor. Örnek olarak Câmi, belirli kararlar ve bunlara dayalı eylemlerin cisimleşmiş hâlidir. Bu eylemin içinde, onu inşâ edenlerin aldıkları kararlar vardır; bu kararlar da insanların irâde ve ihtiyârlarının içeriklerini/amaçlarını taşırlar.

Sonuç itibariyle, bir Cami’ye baktığınız zaman, onu yapan kültürel dizgeden pay aldığınız oranda, ona ünsiyet kurabiliyorsunuz ya da uzak durabiliyorsunuz. Tüm bunları sağlayan ise esas itibariyle, irâdî karar ve yargıların içerdiği amacın taşıdığı anlamlılıktır; daha açık bir deyişle, o kültürün anlam-değer dünyasıdır.

Demek ki, tüm eylem/amel, kökeni bakımından itibârdır; fakat bir gerçeklik (hakikat) kazanıyor (tahakkuk); nesnelleşiyor (taayyün, tecessüm, objectification).Burada sosyal bilimler ve özellikle tarih bilimi için ilginç bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Biz, daha sonra, bu hakikat üzerine de yeni itibârlar üretiyoruz. Örnek olarak, Câmi’ye bakıyoruz; nasıl bir mimarî tarzda yapıldığını sorguluyoruz. Ya da toplumların siyâsî, iktisâdî, kültürel vb. tarihlerini tahlîl ediyoruz. Aslında bu yaptığımız tahlîl, bir önceki itibârın hakikatini, yeni itibârlar üzerinden yeniden üretmektir; bu üretilen yeni itibârlar da yeniden ve farklı bir hakikate kavuşurlar. Kültürdeki değişim ve süreklilik de bu şekilde sağlanır.

Bu konu oldukça önemlidir; insanî eylemin cisimleşmesi olarak anlamın/amacın idrâki ve bunun hermeneütik yöntemleri… ki bunu başka bir vesile ile ele alabiliriz… Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta insanlık idrâkinin, itibâr – hakikat – itibâr – hakikat… biçiminde ve bir öncekinin bir sonrakini içermesi şeklinde sürmesidir. Daha doğrusu böyle olursa bir sürekliliğin hâsıl olmasıdır; olmaz ise itibâr ile hakikat arasında kopukluk dediğimiz hâdise ortaya çıkar. Her ne ise, tüm denilenlerden ortaya çıkan sonuç: İnsanî eylemin/itibâr belirli bir süreklilik içinde hakikatleşmesi, nesnelleşmesidir.

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde
Devamını Oku »

Felsefe-Tarih ilişkisi

Felsefe-Tarih ilişkisiİhsan FAZLIOĞLU

Türk Tarih Kurumu
Haziran 2013

Konumuz, felsefe ile tarih ilişkisi olduğundan, doğrudan, tarih felsefesi anlatmayacağım. Çünkü, günümüzde, tarih felsefesi dediğimizde, iki tür temel başlık söz konusudur. Birincisi, Tarih Metafiziği dediğimiz, daha çok, Alman Okulu’nun kurucusu olduğu, Kant’tan itibaren başlayan ama özellikle Herder, Hegel ve Dilthey çizgisinde devam eden bir tarih metafiziği... Tarih metafiziği, büyük oranda, tarihin, belirli bir amaca, hedefe göre okunmasıdır. Bizdeki en güzel örneği de, merhûm Osman Turan’ın, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’dir. Büyük oranda, Alman tarih-felsefe okulunun etkisini taşır. Bu okul, tarihi, daha çok, bir milletin gelecek hedefi açısından ele alır. İkincisi ise, Tarih Epistemolojisi dediğimiz, tarihsel bilginin kaynakları, yapısı, yöntemleri üzerinde duran, Anglo-sakson merkezli bir okul.

Günümüz tarih felsefesinde, ikinci okul daha baskındır; çünkü, tarih felsefesi dediğimizde, daha çok, bir tür tarih epistemolojisi, yani tarihî bilginin çözümlemesini yapıyoruz. Bugün bunu yapmayacağız; yani, tarih metafiziği nedir, nasıl gelişmiştir, bugün nasıl ele alınmaktadır, onlar üzerinde durmayacağız. Tarih epistemolojisi üzerinde de durmayacağız. Daha çok, tarih ile felsefe, tarih boyunca nasıl gelişmiş, ilişkileri ne olmuş, onun üzerinde duracağız. Bunu yaparken de, sadece malûmât vermeyeceğiz...

I. Yöntem üzerine

Yöntemimizi, bilgiyle uğraşanları, Francis Bacon’dan mülhem, üç hayvana benzeterek modelleyebiliriz: Birinci tip, karınca-vâri bilgindir. Karınca ne yapar?; devamlı toplar, taşır ve yuvasına yığar; kışın yemek için; ama getirdiklerini hiç işlemez. Bazı bilginler böyledir; sürekli olarak malûmât toplarlar ve yığarlar. Bunlara, biz, Osmanlı Türkçesi’nde, malûmat-füruş diyoruz; “Temel Britannica” ya da “Molla Google”... İkinci tür ise, örümcek-vâri bilgindir. Örümcek ne yapar? Devamlı ağ örer, bekler, bir sinek oradan uçacak da, takılacak da, onu yiyecek. Bazı bilginler böyledir; devamlı teori üretirler, kavram yaratırlar, model oluştururlar ama içi boştur; çünkü, fizibilitesini yapmazlar; arşiv belgesi okumaz, yazma eser incelemez ya da gidip alan araştırması yapmaz; masa-başı felsefesi yapar. Bu da, oldukça sorunlu bir yaklaşım... Üçüncü bilgin türü ise arı-vâri bilgindir. Çiçekleri dolaşır, özünü alır, yutar, içinde yoğurur ve kusar; işte ona bal diyoruz. Bilgi de, böyle bir kusma işidir; bal haline getirdikten sonra elbette... Bu nedenle, yaptığımız çalışmalarda, bu ilkeye dikkat edeceğiz: Güçlü malzeme, güçlü teori; ikisinin terkîbi; bal...

Sosyal bilimlerde bunu yapmanın ilk şartı, hangi dili konuşuyorsanız, o dili iyi bilmektir. Türkiye’de, iyi Türkçe bilmeyen sosyal bilimci, arı anlamında, iyi bir sosyal bilimci olamaz. Dolayısıyla, sosyal bilimlerde, yabancı dilde eğitim, bence, ihânetle eşdeğerdir. Dilimiz, dinimizdir. Ben, matematik eğitimi de gördüm; matematikte ya da fen bilimlerinde yaratıcılık, 20 ile 35 yaş arasındadır. Sosyal bilimlerde söz söyleyebilmek içinse en az 45’i beklemeniz gerekir. Neden? Çünkü, çok fazla birikim ve çok ciddi bir bakış-açısı(perspektif) ister. O açıdan, herhangi bir konuyu incelerken, malûmâtımız olacak, o malûmâtı iyi bir teorik perspektif içinde yoğuracağız ve ortaya bal dediğimiz hâdise çıkacak. Biz de, burada, konuyu bu biçimde işlemeye çalışacağız; yani malûmât vereceğim; sonra da bu malûmâtı, belirli teorik çerçeveler içine yerleştirmeye çalışacağım. Süreçte, umarım, konumuz olan felsefe ile tarih ilişkisinin, tarih boyunca nasıl geliştiğini anlamaya hep birlikte gayret edeceğiz.

 

II. Felsefe ile Tarih İlişkisi: Genel İlkeler

 

Felsefe ile tarih ilişkisi, tarih boyunca, üç temel aşamadan geçmiştir. Elbette, tüm tasnifler aklîdir; çünkü, doğada, tasnif(sınıflandırma) diye bir şey yoktur; tasnifleri, kendimiz ve belirli bir bakış-açısından yapıyoruz. Eskilerin deyişiyle, “Nazar, manzarayı yaratır.” Sizin bir nazarınız, bir bakış-açınız(perspektifiniz) yoksa, manzara ortaya çıkmaz. Fakat her nazar, bir manzara yaratsa bile, sahîh, doğru bir manzara yaratması için, bir nokta-i nazara gereksinim duyar. Nokta yoksa, iyi bir yerde duramıyorsanız, yanlış yeri görürsünüz ya da istediğiniz yeri görmezsiniz. Dolayısıyla, iyi bir yer, nokta belirlenmelidir. Arkhimedes’in, ünlü sözünü anımsayınız: “Bana sabit bir nokta verin, manivela ile dünyayı yerinden oynatayım”. Durulan nokta çok önemli; nerede duruyorsun ve ayağın nereye basıyor? Sosyal bilimlerde, toprağın çok önemli olduğunu anımsatalım... Pergelin bir ayağını sâbitlemeden dâire çizemezsiniz. Bu açıdan, incelediğimiz konuda, noktamızı iyi belirlememiz gerek ki, oradan bir nazar(theoria) edelim ve karşımıza bir manzara çıksın ve bu, aklîdir.

Kanaatimce, bilme, bilim, ister doğal, ister sosyal olsun, mahsûsu, ma‘kûl hâle getirme işidir; İngilizce’siyle, sensible olanı, intelligible kılmak! Duyulur olanı alıp, aklımızla yoğurup, aklî bir biçime dökmek; buna model dersiniz, teori, paradigma, yaklaşım dersiniz, fark etmez...; ama yaptığımız iş aklîleştirmedir. Çünkü, tasavvurlarımız, tasarımlarımız, duyusal olmakla birlikte, yargılarımız aklîdir; çünkü, doğada akıl yoktur, varsa da biz bilmiyoruz. O açıdan, dışarıdan malzeme alırız; ister sosyal bilimlerde, ister sayısal-fen bilimlerinde olsun, bunu, belirli, aklî bir işleme tâbi tutarız. Bilim, görünmez(invisible) olanı, görünür(visible) hâle getirme işidir. Ne demek bu? Bir fizikçi düşünün, dış dünyadaki olgu ve olaylara bakıyor; bu olgu ve olayları mı bize tasvir ediyor?; salt tasvîr ederse, o zaman, o, bilim olmaz! Ya ne yapıyor?! O olgu ve olayların, neye göre, nasıl öyle davrandığının kurallılığını, yasalılığını bize veriyor. Sosyal bilimlerde de, benzer bir şey yapıyoruz; olgu ve olaylara bakıyoruz; oradaki yasaları(genel örüntüleri) tespit etmeye çalışıyoruz. Sonuç itibariyle de, diyoruz ki, “bu tarihsel olgu ve olay, şu kurallılığa göre ortaya çıkar ve işler”...

Bu çerçevede, olaya baktığımızda, tarih ile felsefe arasındaki ilişkiyi, üç aşamada ele alabiliriz: Birinci aşama, Aristoteles - İbn Sînâ’cı aşama; ikincisi Fahrettin Râzî - İbn Haldûn’cu aşama; üçüncüsü ise Kant - Dilthey aşaması... Her bir aşamada, felsefe, nasıl tasavvur ediliyor, nasıl tanımlanıyor, bunun tespiti oldukça önemli... Düşünce tarihinde, felsefe tarihinde, bilim tarihinde, iki büyük hata yapılır: Birincisi, çok bilinen bir hatadır, anakronizm denir ona... Nedir anakronizm? Bugünün kavramlarını, geçmişe taşımak. Ancak, sosyal bilimlerin bilim felsefesinde, bundan daha tehlikeli ve daha derinden bir hata vardır: Vigizm(Whigism). Nedir Vigizm? Geçmişi, bugünü verecek şekilde örgütlemek. Örnek olarak, bilim tarihi yazıyoruz; sanki Babilliler oturmuşlar, “XVII. yüzyılda, bilim devrimi olacak, XVIII. yy.’da Aydınlanma Çağı ortaya çıkacak; haydi bakalım astronomi yapalım” demişler.

Öyle bir bilim tarihi yazıyoruz ki, sanki, tüm yapılan çalışmalar, bugünler için planlanmış; Mezopotamyalılar, Mısırlılar, Hintliler, Çinliler, Yunanlılar, bugünü düşünmüşler zihinlerinde; “Haydi çalışalım” demişler. Ya da, öyle bir Osmanlı tarihi yazıyoruz ki, ‘nasıl olsa çökecek!’ Osmanlı, “çöktü” ya!; biz bunu biliyoruz çünkü... Araştırmacı, Fâtih’ten itibaren, ‘işte şöyle oldu, bundan dolayı çöktü!’ diyor. Bir dur bakalım! Fâtih, bunu bilmiyordu ki, hatta düşünmüyordu bile... Hiçbir sultan ya da hiçbir devlet, “Ben, nasıl olsa çökeceğim” diye iş yapar mı? “Şu kurumu kurayım, ama fazla da aldırmayayım, nasıl olsa çökeceğim.” Böyle bir anlayış doğru değildir; işte bu vigizmdir, bilim felsefesinde... Sonuç itibariyle, tarihsel olayları, ne bugünün kavramlarıyla açıklamak doğru, ne de bugünü verecek şekilde olayları örgütlemek/organize etmek doğrudur. Tersine, kendi bağlamında, kendi soruları ve yanıtları içinde incelemekte yarar vardır...

Klasik gelenekte felsefe, tümel bilme yöntemidir; belirli özellikleri hâiz bilgiyi elde etme ve ona göre yaşama... Bugünkü felsefe kavramıyla fazla bir ilgisi yok. Felsefe’de bir kelimenin, bir lafzî(sözcük) anlamı vardır, bir de mefhûm(kavram) anlamı vardır. Genelde, günlük konuşmalarımızda, kelimelerin lafzî anlamıyla yetiniriz; ancak, entellektüel faaliyetlerde, mefhûmunu(kavramını), ait olduğu özü, zihinimizde canlandırmamız gerekir. Felsefe, sözcük olarak, tüm devirlerde aynı ama Aristoteles’in mefhûmu farklıydı, bugünkü mefhûm; onun delâlet ettiği, karşılık geldiği, ‘refere’ ettiği yapı çok farklıdır. Aristoteles’çi - İbn Sînâ’cı zihniyete göre felsefe, tümel bilgi yöntemidir; dolayısıyla tüm bilme tavırları ve tarzları onun altında birer unsurdur. İster fizik yapınız, ister matematik; ister dinî ilimlerle uğraşınız, farketmez, tümü, felsefenin bir alt-yapısıdır.

Fahrettin Râzî - İbn Haldûn’cu ikinci dönemde, felsefe, bilme yöntemlerinden biridir. Bu çok önemli bir devrimdir... “Tümel bilme yöntemi” demek, ne yapıyorsanız yapın, onun altında yapabilirsiniz demektir. “Bilme yöntemlerinden herhangi biridir” demek, başka bilme yöntemlerinin varolduğunu kabul etmek anlamına gelir. Elbette, bu sonucun uzun tarihsel nedenleri var...

Üçüncü dönemde ise felsefe, bilişsel(kognitif) çözümlemedir(tahlîl, analiz). Bugün, felsefe derken, aslında yaptığımız şey, bir alanda ürettiğimiz bilginin, kognisyonun, bilişsel yapının çözümlemesini yapmaktır. “Matematik felsefesi” ne demektir? Matematik diye bir şey inşâ ediyoruz; sonra da, o ürettiğimiz inşânın üzerine teemmülde, refleksiyonda bulunuyoruz, katlanıyoruz. Matematik nasıl bir şeydir? Matematiksel nesneler nedir? Matematiksel nesneleri insanın hangi zihnî yapısı üretir? Bu ürettiğiniz matematik nesnelerin varlık-ça özellikleri nelerdir?

Bunlara ilişkin ürettiğimiz bilgi nasıl bir bilgidir? Matematiksel bilginin değeri nedir? Ve bu matematiksel bilginin, öteki bilimlerle nasıl bir ilişkisi vardır? Felsefe, burada, tamamen yapısal çözümleme(structural analysis) gibidir.
Benzer biçimde, fizik felsefesi ya da tarih felsefesi... Aristoteles’in döneminde, tarihi de filozof yapmalıdır; ayrıca tarihin “felsefesi” saçma bir şeydir. Tarih felsefesi nasıl bir şey olabilir ki?... Felsefenin dışında bir şey yok ki! Biz, bugün tarih felsefesi dediğimizde ne anlarız? Tarihsel nesneler ne tür nesnelerdir? Tarih nesnelerine ilişkin bilgiyi nasıl üretiriz? Bu bilginin değeri nedir? Bu bilginin ölçütleri nelerdir? Bu bilginin eleştirisini nasıl yaparız? Bu bilginin başka bilgi türleriyle ilişkisi nedir? Tamamen yapısal bir çözümleme yapmış olduk...

 

1. Aristoteles'çi - İbn Sînâ'cı Aşama
Üç farklı aşama var dedik; şimdi her bir aşamayı inceleyebiliriz. Klasik Aristoteles'çi - İbn Sînâ’cı felsefe anlayışının en önemli özelliği, sâbit olanı tespit etmektir; değişime, harekete konu olmayan sâbiti tespit etmek. İşte bu nedenle, nesne, a-historik olmak zorundadır. Nesne, bana konu olması bakımından, elbette, bir hareket, değişim, dolayısıyla bir zaman içredir ama, klasik gelenekte o değişime konu olan tarafı tespit etmek bilgi değildir. Değişime konu olan şeylik nedir?; değişmeden kalan ve tüm o değişimi taşıyan yapı nedir? Buna, felsefede, pek çok ad verilmiştir; mâhiyet, quidity, öz, vb... Dedik ki, nesne, a-historik olmak zorundadır; a-historik denildiğinde de tarihin dışına çıkmış olur...

Peki! Bilen insan? O da, a-historik olmak zorundadır; başka bir deyişle, insanda öyle bir a-historik yapı, var-olan tespit etmemiz gerek ki, iki a-historik yapı karşı karşıya geldiğinde, bilgi ortaya çıkmış olsun. Bu da nedir?; soul, nefs, spirit, can, ruh, akıl... Bu kavramların kullanımlarında, elbette ciddi farklar var... İbn Sînâ, daha çok, kozmik ilişkisi içinde, akıl kavramını kullanıyor ve a-historiktir; değişime ve harekete konu değildir... Dediğimiz gibi, iki a-historik yapının karşılaşması, tümel ve kesin bilgiyi verir klasik gelenekte... Burada tarihin yeri nedir? Zâten olamaz; iki a-historik yapının ürettiği bilgi de özü itibariyle a-historiktir. Aristoteles, Poetika adlı eserinde şu cümleyi kullanır: “Şiir bile, tarihten daha tümel bilgi verir.” Elbette, bugün, hiç bir tarihçi, bunu kabul etmez. Klasik anlayışta, tarih, o kadar çok değişken olgu ve olaylara bağlıdır ki, o değişim içinde, bilgi üretilemez... Çünkü, sâbit olan bir şey yok; hem tekillikleri bakımından, hem de doğal nesneler gibi karşımızda değiller; yani hissî, algılanabilir değiller; tarihî olgu ve olaylar, ya kayıtlardadır, ya da rivâyetlerde...

Tekil-tümel diyalektiğine dikkat edelim lütfen!: Ormana girip tek tek ağaçları incelemek ile Orman üzerine konuşmak arasındaki fark gibidir... Klasik sistem, orman üzerinde durur ve ormanın, tüm değişimlerine karşın, orman olmasını sürdüren özünü arar. Ondan dolayı, tarih, bu anlamda, bir bilim değildir; bir tür kronolojidir. Elbette, Heredotus’tan itibaren, Yunan tarihçileri var, daha sonra İslâm tarihçileri var; ancak, burada, tarih, büyük oranda, bir tür ibret kavramı etrafında inceleniyor; historia da araştırmak demek; tek tek malzemeleri toplamak... Bu bize, geçmiş insanların deneyimlerini bugüne aktarıp, onlardan ahlâkî, dinî ya da kültürel bir ibret almayı sağlar...

Klasik felsefe anlayışında, bilginin belirli özellikleri vardır; tümel(küllî), neden-sonuç(illet-ma‘lûl) ilişkisi içinde ve kesin(yakînî) olacak. Olgu/olay[fact, quia, innî] makûlleştirilerek, nedenli olgu/olay’a[caused/reasoned-fact, propter quid, limmî] dönüştürülecek; böylelikle, Nasireddin Tûsî’nin deyişiyle, vukû, sebeb-i vukû ile birlikte kanıtlı[demonstrative] bir biçimde bilinmiş olur. Bir olgu/olayı gerekçelendirebiliyorsak, nedenleyebiliyorsak, o, bilgidir; hatta bizâtihî neden’in kendi, bilgidir. Tarihe uyguladığımızda, nesneleri bilme eylememiz sırasında, duyularımıza konu değil, bilgisi tümel değil, gerekçelerini/nedenlerini tespit edemiyoruz, dolayısıyla da kesin değildir...

Bu gerekçelerle, Aristoteles'çi - İbn Sînâ’cı bilgi idealine uygun değildir tarihî bilgi. Ondan dolayı, klasik gelenekte, tarih, bir bilim olarak görülmemiştir. Felsefenin üst çatısı altında da bir bilim değildir; bu nedenle, dönemin bilim sınıflandırmalarında yoktur. Elbette, tarihçiler vardır; tarihsel olaylar üzerine yazıp çizenler bulunmaktadır; eserler kaleme almışlardır ve bu eserlerde kendilerine özgü yöntemler de takip etmişlerdir; ancak, yukarıda çizdiğimiz bilgi idealine göre, tarihî bir bilim olarak inşâ edilmemiştir. Sanıyorum, birinci aşamayı, kısaca, böyle tamamlayabiliriz...
2. Fahreddin Râzî - İbn Haldûn'cu Aşama

 

İkinci döneme geçebilmek için yapılması gereken birkaç iş var:

1. Öncelikle, nesneyi ve onu bilen insanı, tarihî/historik kılmak;

2. Bilgi’nin tümelliğinden vazgeçip, genel(‘âm) olanla yetinmek... Bu nokta önemlidir; tümellik, sâbit mâhiyetler ister; kıyâsî/istidlâlî ve illî’dir; yani tümden-gelim’lidir; kıyâs teorisine göre iş görür ve nedene/orta-terime dayanır... Modern bilimde, bilginin tümel olması amaç değildir; İngilizce söylenirse, “universal” olandan “general” olana, ki, bu da, tüme-varım’la elde edilir, geçilmiştir (yöntem olarak da universalization yerine generalization);

3. Neden(cause), dış-dünyadan, insanın zihnine taşınmalıdır; başka bir deyişle, Evren’de nedensellik yoktur, varsa da bilemeyiz; biz, ancak, aklın da dahlî olan gerekçeyi(reason) bilebiliriz.

Son olarak, 4. Bilgiyi, kesin olmaktan çıkarıp, olasılıklı (ihtimâlî, beşerî) hâle getirmek...

İşlemler belirlidir... Düşünce, felsefe-bilim tarihinde, devrim yoktur; devrim, nedenlerini bilmediğimiz olaylara verdiğimiz addır. Herşey, bir süreçtir, sürekliliktir; bunu, ancak, malzemeyle muhâtap olunca anlıyorsunuz. Bir kavramın ortaya çıkması için, o kadar çok insan çalışıyor ki; büyük bir emek var. Sabahtan akşama olmuyor; kimse rüya görerek bunları îcat etmiyor... Sosyal bilimci arkadaşlara söylüyorum: Döneminizin birikimini bilmeden, yaratıcı olamazsınız; vahiy gelmiyor çünkü; oturup çalışacaksınız; ilhâm da, sezgi de, çalışana tahsîs edilir, başka birine değil. Osmanlı döneminin en büyük filozoflarından biri, Taşköprülüzâde, ‘Aklın ibâdeti, ilimdir” diyor; yani “Bilgi, aklın kulluğudur.’ İşte, biz, bu hassasiyeti kaybetttik...

Nesne ile o nesneyi bilen’in tarihî/historik hâle dönüştürülebilmesi, kanaatimce, en açık bir biçimde, İslâm tarihinde ortaya çıkıyor. Bunun çok önemli bir dinî nedeni var: Din, peygamberin hayatına bağlıdır; sîyer denilen, peygamberin şahsî hayatı, kişisel hikâyesi ile hadîs denilen, peygamberin sözleri ve eylemlerinin aktarımı, tarihsel yapılardır. Dîn’in bilgi-ce(epistemolojik) dayanağı, tevâtürdür; tevâtür, bilginin, zaman içinde, nesiller arası aktarımı demektir ve tamamen tarihî bir hadisedir.

Sonuç itibariyle, biraz sonra özetleyeceğim tarih anlayışının ilk nüveleri, hadîsçiler(muhaddis) ve sîyer yazarları tarafından üretilmeye başlanıyor. Tarih olmazsa din olmaz; bu, tarihin, İslâm’da, köktenci bir yeri olduğunu gösterir; çünkü, tarih olmadan, peygamber/lik mefhûmu, kuşaklara aktarılamaz. Dikkat edilirse, hiçbir peygamberin hayatı, Hz. Peygamber’in hayatı kadar açık ve belirgin değildir; şu bile söylenilebilir: Mezarı kesin bilinen ve ziyâret edilen tek peygamberdir. Seküler tarih anlayışı, özellikle Batı’da, şu soruları sorabiliyor: Hz. Îsâ yaşadı mı, yaşamadı mı?; yani şüpheleri var... Hz. Mûsâ bir mitoloji mi? Tersine, Hz. Peygamber’in hayatı, tümden kaydedilmiş ve tarihsel olarak aktarılmış; bu da, tarihe, merkezî bir yer vermiş... Sonuç itibariyle, tarih kavramını merkeze alanlar, hadisçiler ve sîyerciler... Ancak bu yeterli değildir; çünkü pratik fonksiyonun felsefî bir çerçevesini çizmelisiniz.

Söz konusu felsefî çerçeveyi çizmek için yapılması gereken en önemli şey, ben’in(self) tarihselleştirilmesidir, historik kılınmasıdır; bu çok önemli bir dönüşümdür... Ben, klasik gelenekte, esası itibariyle a-historik bir yapıdır; akıl, nefs, kendi, self... ilk elde açıksa da, klasik gelenekte, kozmik ve doğal(natural) bir yapıya dönüştürülmüştür. Şöyle bir benzetmeyle açıklamaya çalışayım: Uydu’yu düşünün ve bir de cep telefonunuz var; cep telefonunun çalışması, uydudan alınan sinyallerle olanaklıdır. Klasik gelenekte de, insanlar, cep telefonu gibidir; Evrensel Ruh var, o ruhtan bize sinyal geliyor; öldüğümüzde, o sinyal, geri çekiliyor. Yalın bir özeti bu... Bunun sonucu açık. Esas itibariyle, kişisel, bireysel nefis diye bir şey yok.

Tam da bu noktada, dinin, önemli bir işlevi ortaya çıkıyor. Öldükten sonra, hesap verme olmasından dolayı, bireyselliğin de sürmesi gerekiyor. İnsanın bireyselliğinin devam etmesi gerek, çünkü hesap verecek... Bunun için muhatab olması gerek; yoksa, Tanrı, “Küllî akl”a mı soru soracak? Bu nedenle, bireysel ruhun devam etmesi için nefsin bireyselleşmesi gerek. Bunu İbn Sînâ başlatıyor ilk kez; bir süre sonra, ben’in, nefsin, ruhun bireyselliği, artık, kamusal bir kabul oluyor... Birey kavramının ortaya çıkması, son derece önemlidir ve dinî üç kavramla son derece ilişkilidir: muhâtab – mükellef ve mesûl birey... Tanrı’nın emir ve nehyine muhâtabsın; o emir ve nehiylerle mükellefsin ve yapıp ettiklerinden mesûlsün; hesâp vereceksin...

Somut bir örnek verebiliriz bu tespite: Oda kavramı ile bireysellik arasındaki ilişki... Batı’da, XVIII. yüzyılın sonuna kadar, evlerde oda yoktu. Oda kavramı, mahremiyet kavramı ile sıkı ilişkilidir; mahremiyet kavramının ortaya çıkabilmesi için de, helâl-haram kavram çiftinin varoluşu gerekli... Helâl, girmek; haram, sınır demek... Sınır’da durduğunda, kendini sınırladığında, tümden, kendini ayırdığında, bireyselliğini kazanırsın. Elbise de bir sınırdır; sınır koymadır; etraftan kendimizi ayırmak, ayrı tutmak için giyiniyoruz ayrıca; sadece örtünmek için değil. Kısaca, bireysellik kavramı son derece önemlidir. Bu, hem fıkhî, hem kelâmî açıdan önemlidir; irfânî geleneğimiz de, -büyük- O’nun, yani Tanrı’nın birer temsilcisi(halîfe) olarak İnsan’ın, -küçük- “o” olduğunu söyler; amaç, Tanrı’ya muhâtab olacak/olabilecek bir var-olanı belirlemektir. Bireysellik kavramı, belirlendiği an, artık, o, tümel ve kozmik olandan bağımsız, tarih içinde, belirli bir zaman için yol alan bir ben kavramı ortaya çıkıyor.
İkinci soruya geldik; nesne, nasıl, tarihî/historik bir hâle dönüştürülüyor? İslâm’daki Tanrı kavramı, O’nun dışında, hiçbir tarih-üstü, tarih-ötesi bir varolan tanımadığı; yalnızca Tanrı, a-historik kabul edildiği; tüm Evren de historik olduğundan dolayı; doğrudan, Evren, tarihseldir; Evren’in zamanda/mekânda bir başlangıcı vardır; çünkü yaratılmıştır. Mesela, Meşşâîler’de, Aristoteles'çi - İbn Sînâ’cı görüşte, farklı yorumlar olsa da, Evren, ezelî ve ebedîdir; dolayısıyla, özü itibariyle, tarihî değildir. İslâm’da ise, Tanrı’nın mahlûkâtı ve masnûâtı olarak, Evren, tarihîdir; başlangıcı olduğu gibi, sonu da vardır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, bireyselleşmiş insan da, tarihî, çünkü onun da başlangıcı ve sonu var.
Evren, yani nesne, bilinen ile insan, yani bilen, tarihî birer yapı olarak, biraraya getirildiklerinde, artık, klasik bilgi anlayışından vazgeçmek zorundasınızdır. Neden? Klasik bilgi anlayışında, özellikle İbn Sînâ’cı çizgide, dış-dünya’daki nesneden ayıklama ve soyutlama yoluyla, mâhiyet/öz elde edilir; insan da bu özü bilir. Nasıl bilir? Herşeyden önce, klasik gelenekte, insan, zihnî bir aynadır; yaptığı şey, kozmik bir ilişki içinde, o özü, zihne yansıtmaktır; bu süreçte, insan, esas itibariyle pasiftir... Anımsanırsa, felsefe-bilim tarihinde, bir Kopernik devriminden bahsedilir. Klasik kozmolojide, dünya sâbitti; herşey dünyanın etrafında dönüyordu; gözlemci, sâbit bir noktadan etrafa bakıyordu. Ne yaptı Kopernik? Dünyayı döndürdü; dolayısıyla, Evren’de, gözlemci dâhil herşey hareketli hâle geldi...

Klasik bilgi anlayışında da benzer durum söz konusu; insan, sâbit; şey, buraya yansıyor; burada ayrıntılarına girmeyeceğimiz kozmik bir Garantör var; O’nun denetiminde bilgi’yi elde ediyoruz. Bu anlayışı, İslâm dünyasında, kelâmcılar değiştiriyorlar. Ne diyor kelâmcılar; insan, tarihî/historik bir canlı olarak, gerçeklikle, kendi yüzleşir. Tanrı’dan başka, kozmik hiçbir yardımcısı yoktur. Bilgi dediğimiz hâdise de, dışarıdan gelip zihnime yansıyan şeyin bilgisi değildir; insan, bilginin elde edilme sürecinde, etkindir, edilgen değil... Bu, Kant’ın, daha sonra, Batı Avrupa, felsefe-bilim tarihinde yaptığı devrimin bir benzeridir.

Bu devrimin özeti şudur: Bilgi üretiminde, insan, etkin bir unsurdur ve bilginin bir parçasıdır; öyleyse, hiçbir zaman, insandan bağımsız bir bilgiden bahsedemeyiz. Bunun sonucu açıktır, tümel, mutlak anlamda kozmik nedenliliğe sahip, kesin bilgi yoktur. Onun yerine ne konulmuştur: Genel(‘âm) bilgi vardır; nedensellik, aklımızın, doğanın, dışsal durumlarına yüklediği bir özelliktir ve bilgi, olasılıklıdır; çünkü beşerîdir; insana bağlıdır; malzemesi, dışarıdan gelmekle birlikte... Tümelden, genele; ontik-kozmik nedensellikten, insan zihninin/aklının nedenselliğine ve kesinlikten, olasılıklılığa...

Bu nokta son derece önemli! Numenal/meta-fizik nedenlilik, insan bilgisine kapalıdır; dışsal nedenlilik ise, ana kabule uygun olarak, insanın, etkin olarak katıldığı, aklî gerekliliktir... Benzer (aynı değil!) görüşleri, Batı Avrupa’da, Hume ileri sürecek; daha sonra da, Kant, bunun felsefesini yapacaktır, dizgeli bir biçimde... Bizim geleneğimizde, bunu, Gazâlî ve takipçileri işlemişlerdir. “Neden” dediğimiz, insan aklının, dış-dünya’nın bilgisini üretirken kullandığı bir öğedir. Tekrarda yarar var: Numenal nedenliliği bilemeyiz; varolup olmadığı konusu da, insana kapalıdır. Biz, Evren, kendini bize nasıl sunuyorsa(fenomenal) oradan aldığımız durumları işleyerek, ancak, o şekilde bilebiliriz; bu süreçte de, akıl, zihin, insanın kognisyonu etkindir; dolayısıyla bilgi, gerçeklik(hakikat) ile insan aklının(itibârât) terkibidir.

Bir örnek verelim dediklerimize: Uzayda, herhangi bir yere gittiniz; farklı bir fizik yasalılığına sahip bir dünya’ya... Size soruyorlar: Nereden geliyorsunuz? Yanıt: Dünya denilen bir yerden... Güneş’in etrafında döner; sıcak, vb... Oradaki “akıllı canlılar” için, sıcak ne demektir? Çünkü, sıcak gibi nitelikler insanla ilglidir. İhsâs ve idrâk eden bir canlı olarak, benim dışımda, Evren’de, sıcak, soğuk, renk gibi nitelikler yok ki... Oradaki “akıllı canlılar”, bizim fizik dünyamızın yasalılığını bilmiyorlarsa, ‘sıcak’ sözcüğünün kavramını anlayamayacaklardır. Bu, görme engelli bir kişiye, derinlik hakkında bilgi vermeye benzer...

Kant’ın deyişiyle, ‘Başka türlü bir bilişselliğimiz(kognisyon) olsa, Evren’i başka türlü inşâ ederiz (dikkat ediniz, yaratırız değil; idrâk ederiz!). Var kılmakla, idrâk etmek farklı şeylerdir; Evren var ama, ne şekilde var olduğu, biraz da, benim onunla girdiğim ilişkiyle ilgilidir. Şöyle düşünelim, biz X-ray ışınlarını görebilsek, birbirimizi iskelet olarak göreceğiz. Hepimizin, yine derisi, kanı vb. olacak ama onu görmek için bu kez, belki âlet îcât edeceğiz. Belki de, şimdi, filmde, kemiklere bakıyoruz; o koşullarda da, deriye bakacaktık... Âlet icât etmemizin anlamı nedir ki? Duyularımızı derinleştirmek... Sosyal bilimlerde, bu derinleştirme işi, kavramlarla yapılır; kavramlar, bizim zihnimizin gönyeleri, pergelleri, teleskopları, mikroskoplarıdır. Onun için, iyi bir kavram dizgesine sahip değilsek olayları bulanık görürüz; sonuç itibariyle de, iyi bir çözümleme yapamamış oluruz. Kısaca, dakîk bir dilimiz olacak ki, sahîh bir bakış açınız/perspektifimiz olsun...

Üçüncü bir iş kaldı; tüm bunları derleyip toparlayıp, tarihî olan ben ve ben’in, başta topluluk ve toplum olmak üzere, eyleminden sâdır olan her şeyin, bilgimize konu olabilmesi için, -Râzî ve İbn Haldûn çizgisinde konuşuyorum- tecessüm etmesi, nesnelleşmesi, ayrı bir objektivasyon alanı olarak kabul edilmesi gerekir... Yani Doğa/Tabiat(Nature), bizim yaratmadığımız, bizim var etmediğimiz bir alan; varlığı değil ama idrâki bize bağlı... Peki! Tarihsel, toplumsal alan? Tarihsel alanı biz inşâ ve îcâd ediyoruz, var-kılıyoruz. Örnek olarak, Evren’de, Süleymaniye Camii yok, devlet yok, ekonomik ilişkiler, üretim araç-gereçleri vb... yok; bunları ben îcât ediyorum, var-kılıyorum... Dolayısıyla, benim îcât ettiğim, var-kıldığım bu şeylerin, bilgimin konusu olması için, bir nesne-alanı hâlini alması, bir objektiflik kazanması gerekir.

Nesne anlamına gelen obje, dışarı fırlatma, atma demektir; çünkü dışarı fırlatmadığın, kendine öteleyemediğin şeyi bilemezsin. Elbette, bilim felsefesinde ben’in, kendi-lik’in bilgisi ile dışarıdaki bir nesnenin bilgisi farklıdır. Her iki bilgide de, kritik nokta mesâfedir; haricî anlamda bir şeyi bilebilmem için, ben ile arasına mesâfe koyabilmem gerekiyor... Bilen ile bilinen; ilişkisi, bilgi...

Kısaca, tam bu noktada, iki nesne alanının ayrımına gidiyoruz... Bu ayrım, hem felsefe, kelâm eserlerinde, hem de İbn Haldûn’un Mukaddime’sinde incelenmektedir... En genel anlamıyla, iki tür nesne alanımız var: Birincisi, var-olmaları, insanın irâdesine bağlı olmayan doğal nesneler. İkincisi, insan irâdesinin cisimleşmesiyle var-olan nesneler; yani devlet, tarih, toplumsal yapılar... Artık, bu ayrımla, Tarih, Tabiat’ın yanında, ayrı bir varlık alanı olarak kabul edilmektedir. Başka bir deyişle, tarihin, artık, ayrı bir küresi, uzayı, objektifliği vardır. Peki nasıl bir alan bu; ne tür özellikleri hâiz? Denildiği üzere, dış-dünya’daki nesneler, benim yaratımıma konu olmadığı, ben onları îcât etmediğimden dolayı, ne-ise-ne olarak, o hâlde duruyorlar; ama insan nesneleri, insan irâde ve ihtiyârının cisimleşmiş hâlidir.

Burada, dikkat kesilmemiz gereken çok önemli bir kavram var: Ma‘nâ... Dikkat ederseniz, Hegel’den sonra, sosyal bilimlerin bir adı da, Geistik bilimler’dir; Türkçe’ye nasıl çevrildi?: Manevî bilimler... Manevî sözcüğünün mefhûmu, Türkçe’de o kadar yanlış anlaşılıyor ki, hemen, dinle irtibât kuruluyor; halbuki din, manevî/yât uzayının bir öğesidir. “Manevî/Geistik bilimler” tamlamasının Türkçe’si, ‘anlama dayalı bilimler’ demektir. Manâ sözcüğü, Arapça’da ‘a‘na’ kökünden gelir; aslında Türkçe’de de çok kullanılır bu kök... Konuşurken, sıkıştığımızda ne diyoruz: ‘yani!’; ne demek ‘yani’?: ‘Demek istiyorum ki’. Bu nedenle, manâ sözcüğünün tam Türkçe’si, ‘demek istenilen’. “Demek istenilen”de, bir söz var, bir eylem, bir isteme(irâde) var... Bu nedenle, insanlık tarihi, insan irâdesinin, istemelerinin, demek istemelerinin, cisimleşmiş, donmuş halidir. Öyleyse, her insanî eylem, bir manâ paketçiğidir; eylemek, bir manâyı paketlemektir; paketlenen manâ, tecessüm ederek, nesnellik kazanır...

Bir örnek üzerinden gidelim, Süleymaniye Camii’ne baktığımda, benim bakışımla, bir Çin’linin bakışı aynı olabilir mi? Neden? Çünkü, ben, orada cisimleşen manâya yakın duran biriyim; ama geliyor bir işgâlci, o Cami’yi yıkıp bir Budist tapınağına çevirebiliyor; ya da biz, İstanbul’u fethettiğimizde, Ayasofya’yı, Cami’ye çevirebiliyoruz; çünkü, bizim anlam dağarcığımızda, onun bir yeri yok; daha doğrusu farklı bir anlam uzayında... Sonuç itibariyle, tüm insan eylemleri, bir irâde taşır. İlginçtir, anlamak da bu irâdeyi, iradede paketlenmiş anlamı, anlamaktır. Kızıldığında, ‘Beni bir türlü anlamıyorsun!’ denir... Halbuki, konuşurken, ben sana bir ses gönderiyorum, başka bir şey değil... Sen onu alıyorsun, kulaklarından, içeride anlama dönüştürüyorsun; nasıl bir şey bu? Intentio kavramını anımsayalım, yönelim, yani demek istenilen.... “Bazen kendimi bile anlamıyorum” diyoruz. Demek ki, sorun anlamla ilgili... İnsanî yapıp etmelerinin tümü, anlam örgütlenmesidir; çünkü hep bir amacı içkindir; bu nedenle, bir anlam içeriğini taşırlar.

Tam bu noktada, şu soruyu sorabiliriz: Öyleyse, doğa bilimlerinin nesneleri ile sosyal bilimlerin nesnelerinin farkı nedir? Açıktır ki, sosyal bilimlerin nesnelerinin bir anlam, dolayısıyla bir amaç içermeleridir. Öyleyse, tarihî olan bu olgu ve olayları çözümlerken, o olgu ve olayların, insanların eylemleri, davranışları ve değerlerinin cisimleşmiş hâli olduğunu aklımızda tutmamız gerek... Ağacın anlamı var mı? Teolojik olarak, olabilir(hikmet). Ancak bir câminin, bir devlet dâiresinin, bir toplumsal örgütlenmenin kesinlikle bir anlamı vardır. Bir vesîkayı, bir arşiv belgesini, bir yazma eseri elinize alıyorsunuz; bunları, fen bilimleri açısından tahlîl edebilirsiniz; kağıdın yapısı nedir?; hangi mürekkep kullanılmıştır; cildi nasıl yapılmıştır? Ama, müellif, bu eseri niçin yazdı?; burada ne demek istedi?; amacı neydi? İşte, tam da, bu kullandığım sözcükler, sosyal bilimlerin kavramları: Amaçlılık, bir şey demek istemek...

Toparlarsak, Râzî’den başlayıp İbn Haldûn’da tamamen örgütlenen bu anlayışta, kısaca söylersek, toplumsal olgu ve olaylar, kısaca tarih, objektif, nesnel, mücessem bir alan olarak kabul edilmeye başlandı ve artık, tarihsel, toplumsal var-olanların, nesnelerin de bilgisinin olabileceği kabul edildi. İşte bu, yepyeni bir şeydir... Bu nedenle, İbn Haldûn, yaptığı işin bilincinde olarak, “İnsan bilgisinin uzayının alanını genişlettim...” diyor. Başka bir örnek olarak, XVII. yüzyılda yaşayan, İbrahim Karamanî adlı Osmanlı tarihçisi, “tarih = nizâm” der; yani düzen... Bu önemli, yani tarih, kaos değil bir kozmostur. Nizâm, düzen sözcüğü, eski Türkçe’de de, kozmos demek; yani Evren...; bilindiği üzere, Yunanca’da da, kozmos, düzen anlamına gelir. Bu ne demektir?; kaos’tan kozmos’a... Yani tarih, bir düzen’dir; bu nedenle, tarihte bir yasalılık vardır; bu yasalılık, tarihteki süreklilikte içkindir; süreklilikte, nedenlilik dolayısıyla yasalılık vardır; ayrıca, insan, bu yasalılığı bilebilir...

İbn Haldûn’un Mukaddime’sinde, usûl-i fıkıh’tan ödünç alarak kullandığı dört terim vardır: Havâdis, olgu ve olaylar; bu havâdisin Ahvâli, nitelikleri, değişken yapıları... Örnek olarak, devlet, bir olgudur; üretim teknikleri, bir olgudur. En ilksel kabilelerden, en gelişmiş toplumlara kadar, köklerini insan türünde bulan ve tarihte cisimleşen, çeşitli olgu ve olaylar var; ancak hâlleri değişir. Hem aynı zamanda, yatay; hem de farklı zamanlarda, dikey, çeşitli devletler olabilir tarihte; devlet, bir olgu olmakla birlikte, devletlerin ahvâli farklıdır; bu, her türlü insanî iş için geçerlidir. Peki! Havâdis ve ahvâl nasıl bilinebilir?

Havâdis ve ahvâldeki düzenlilikleri, iç ilişkileri, kısaca görünmez, saklı olan(invisible) örüntüleri tespit etmekle...; bu da, Kavânîn’dir(yasalar). Kısaca, İbn Haldûn’un deyişiyle, biz, olgu ve olaylara bakarız; o olgu ve olayların ahvâlini inceleriz; buradan hareket ederek, belirli kurallılıklar elde ederiz; deriz ki, devlet, şu şekilde ve şu nedenlerden kurulur... Dikkat ederseniz, nedenselledik, gerekçelendirdik; nedensellemeden, gerekçelendirmeden bilemeyiz. Devlet, şu nedenlerle kurulur, şu nedenlerden çöker. Yasama işini neye göre yaparız? Bu nokta, oldukça önemlidir: Bunu, belirli bir yönteme göre yaparız: Usûl... Buradaki usûl, hem temel ilkeler, kabuller, hem de onlar üzerine kurulu yöntemi aynı anda içerir.

Demek ki, yöntem olmadan bilgi olmaz sosyal bilimlerde; bu, fen bilimlerinde de aynıdır. Belirli bir yöntemle iş görürsün, varsayarsın, doğrularsın ya da yanlışlarsın, gerekçelendirirsin, teori hâline getirirsin, vb... Fen bilimlerindeki dizge ile sosyal bilimlerdeki dizge çok değişik değil; görüldüğü üzere... Nesnelerin yapısı; dolayısıyla ahvâli, nitelikleri, değişik elbette; ancak yasalama ve usûl benzer... Tüm bunları dikkate alarak, öyleyse, nesnel bir varlık hâlini almış toplumsal ve tarihî alanın bilgisini İbn Haldûn’da şöyle üretebiliriz: Öncelikle, toplumsal ve tarihsel, olgu ve olaylara bakacağız; olgu ve olayların niteliklerini inceleyeceğiz; buradan, belirli ilişkileri(tenâsüb, connections, relations) tespit edeceğiz; bunları, yasa biçimine sokacağız, tüm bunları da belirli, hesabı verilmiş bir yönteme göre yapacağız.

Bu nedenle, bir tarihçinin ilk işi, yöntemini ortaya koymaktır. Çünkü, yöntem, yasaları inşâ etme, dolayısıyla olgu ve olayları görme biçimini belirler. Bir şeyin kavramı yoksa, o şeyi göremeyiz... Buna, çokça verdiğim bir örnek vardır: Batı Avrupa’lılar, Latin Amerika’ya çıktıklarında, Yerliler’de, at kavramı olmadığından –çünkü, at yoktu-, atın üstündeki zırhlı savaşçılar ile atları, tek bir varlık gibi algıladılar... “Kavramı olmayan şey görülmez” dedik; bu nedenle, felsefe, biraz da, olgu ve olayları görmek için kavram yaratma işidir. Tarih araştırmalarında, bu nedenden dolayı, kavramsızlıktan, inşâ edilen yapılar ve yapılan yorumlar sorunlu oluyor. Ya dili bilinmiyor, ya bağlamı, ya ilişkileri... Bu nedenle de, hemen genellemelere sığınıyoruz; genelleme, cehâletten kaynaklanır... Genelleme yapanlardan, hemen nedenlemesini isteyin; akabinde de nesnesini/nesnelerini talep edin... Yurtdışındaki toplantılarda, sunum yaparken, en çok bu tarz sorularla muhatap olacaksınızdır.

İslâm dünyasında, özellikle İbn Haldûn’la, tarih, artık, bir bilim dalı olarak kurulur. İbn Haldûn, kronoloji’yi, yalnızca ahvâli kaydetmek olarak tanımlar; “...ancak ahvâlin kavânîni, tarih bilimi yapar”, der... Yani kronoloji, olgu ve olayları kaydeder; yasaları, nedenlemeyi, tarih bilimi araştırır; bu olgu ve olay neden böyle oldu? Elbette, İbn Haldûn, hüdâ-i nâbit, boşluktan ortaya çıkan, bir insan değil... İbn Haldûn’un, aklî ilimlerdeki hocası Muhammed Âbilî, Doğu İslâm dünyası’na, özellikle Tebriz’e gidiyor; Râzî’nin öğrencilerinden okuyor... Nitekim, İbn Haldûn, hocası için, “Bana hep Tebriz’i delil olarak getirirdi”[Yedullunî bi’t-Tebrîz] der... Sonuç itibariyle, İbn Haldûn, Râzî sonrası düşünce dizgesini çok iyi biliyor. Bunun en iyi kanıtı, 19 yaşında iken, hocası Âbilî’yle, Razî’nin Muhassal’ı ile Tûsî’nin bu esere yazdığı eleştiriyi, Telhîs el-muhassal’ını okuması ve bu iki eseri, bizzât kendinin, Lubâb el-muhassal fi usûl el-dîn, adıyla özetlemesidir.

İbn Haldûn’un usûl-i hadîs, sîyer tarihçiliği ile kendinden önceki İslâm tarih yazıcılığı yanısıra, usûl-i fıkh ve usûl-i dîn (usûleyn) deneyimini iyi bildiği âşikâr... Ancak, bu dönemde, başka bir tartışmanın, tarihin ve toplumun ayrı bir varlık küresi olarak yükselmesine yardım ettiğine işaret edilmelidir. Bu dönemde, felsefe-bilim tarihi açısından, günümüzde fazla bilinmemekle birlikte, ilginç ve önemli bir ad var: İbn Nefîs... Daha çok, küçük kan dolaşımını keşfetmesiyle bilinir tıb tarihinde..., kanaatimce, bir filozof ve özellikle tarih kavramının idrâkinde önemli bir aşamayı temsil eder. İbn Nefis, Aristoteles’çi - İbn Sînâ’cı dizgeye karşı şunu temellendirir: Neden çok peygamber var? Bilindiği üzere, hem Fârâbî, hem İbn Sînâ, kendi dizgeleri içinde, peygamberlik kurumunun yapısını incelemişlerdi; ancak, nübüvvetteki çokluk sorununu ele almadılar. Elbette, soru teolojik; ancak, o dönemde herşey, herşeyle ilişkili...

Eserinde, Hegel gibi, tarihi, belirli bir gayeyi gerçekleştiren yapı olarak görür. İbn Nefis, kitabını, İbn Tufeyl’in adasal felsefî romanına, Hayy b. Yakzan’a (Uyanığın Oğlu Diri) karşı kaleme almıştır. el-Risâlet el-kâmiliyye fi sîret el-nebevîyye adlı eserinde, kahramanın adı Fâdıl b. Nâtık’tır(Düşünenin Oğlu Erdemli). Her iki eserden, dönemin felsefî tartışmalarını takip edebilirsiniz. İbn Nefis’in göstermek istediği şeyin ana fikri şudur: ‘İnsan, ancak, tarih içinde insan olur’. Evrimci bir yaklaşımı vardır; insanı, yeryüzünde ürettirir; toprak, su, çamur; Tanrı’nın nefesi ve insan; insanlar uzun yıllar mağarada yaşarlar; sonra dışarı çıkarlar... İbn Nefis, iyi bir tabip ve hadisçidir; bunları söylerken, ne dediğini bilerek söylüyor...

Ona göre, tarihteki her gelişimin kırılma noktasında bir peygamber gelir; bu ilke de, “neden çok peygamber?” sorusuna yanıtın ilkesidir. Nübüvvet, dolayısıyla vahiy, insanlık tarihindeki kırılma noktalarını işaretler. İbn Nefis, Hz. Peygamber’in, neden son peygamber olduğunu da, bu ilkeyi dikkate alarak temellendirmeye çalışır... Bizi, burada, tarih bilimi açısından ilgilendiren en önemli nokta şudur: İnsan, adada insan olamaz; bu nedenle, İbn Tufeyl başta olmak üzere “...filozoflar tamamen hayal kuruyorlar”, der. Nitekim, İbn Haldûn da, Platon, Fârâbî, İbn Tufeyl gibi filozofların yazdıkları devlet kitaplarını, masal olarak nitelendirir; güzel kitaplar; masada okunabilirler; ancak, yaşam, onların anlattıklarına göre akmaz... İlk olarak, insan, birey olarak yaşayamaz; bu biyolojik olarak olanaklı değildir; ikincisi, adada yaşayıp o kadar sıkıntı çekeceğine, toplum içinde yaşa, mutlu ol... Öte yandan, ahlâk ve hukuk, hep toplum içinde, tarih içinde anlamlıdır; adada ahlâklı olup olmamanın bir anlamı yoktur; bu tür bir sorgulama yapmak bile abestir...

İbn Haldûn’un yaşadığı çağa bakıldığında, İslâm dünyasında, tarih biliminde bir patlama olduğu görülür... Örnek olarak, Mehmet Kâfiyecî, Bergama’lıdır biliyorsunuz. Duyan var mı adını? Yok! “Gerek de yok”; neden gerek yok? Çünkü Türk... Artık, tarihle yüzleşmenin zamanı gelip geçiyor. Gazâlî’den sonra, İslâm medeniyetinin gerilediğini söylemek bir İngiliz propagandasıdır. “Türkler, XI. yüzyıldan itibâren, siyâsî olarak, İslâm dünyasını ele geçirdiler; ama kültürel olarak da öldürdüler” demek içindir... XIX. yy.’da, bunun bir anlamı vardı; çünkü İngilizler, bizi tarihten tasfiye etmek istiyordu; politik olarak yendikleri bir gücü, kültürel olarak da olumsuzlamaları gerekiyordu. Bu, o gün için anlaşılabilir ama hâlâ burada, Türkiye’de, bu iddiayı devam ettirmenin bir anlamı yok. Maalesef biz de, bize dayatılan bu kimliği benimsedik... İslâm medeniyetinin altın çağı, Büyük Selçuklular ve sonrasıdır; cebirden, astronomiden, optikten, pek çok bilim dalından örnek verilebilir... Artık, “Batı’ya etkimiz oranında, kendimizi tanıma, bilme...” psikolojisinden kurtulmalıyız...

Bildiğimiz, bir Harizmî, bir İbn Sînâ, bir İbn Rüşd... Bu, doğru değil! Mehmet Kâfiyecî, tarihte, tarih biliminin metodolojisini çalışmış ve yazmış birkaç kişiden biridir. Hem İngilizce’ye çevrildi, hem de Türkçe’ye; üzerinde çalışma da yapıldı... Sehâvî, yine aynı dönemde, XV.yy’da, tarih biliminin savunusunu yapıyor. Artık, bu dönemde, tarihin bir bilim olduğu, bir nesne alanının bulunduğu, tarihte, belirli bir nedenliliğin/yasalılığın, dolayısıyla da, düzenin olduğu ve tüm bunların belirli bir yöntem içinde, insan tarafından bilinebileceği düşünceleri paylaşılıyor... Osmanlı bilginleri, Molla Lütfî, İbn Kemâl, Kınalızâde, Taşköprülüzâde, Gelibolulu Mustafa Âli, Kâtip Çelebi, Pirizâde, Naîmâ, Cevdet Paşa’ya kadar, bu geleneği çok iyi bilirler ve yöntem olarak da kullanırlar... Denilebilir ki, İbn Haldûn, gerçek karşılığını, Osmanlı’da bulur... Elbette, bu karşılığın yarattığı sorunlar da var; herşeyden önce, gerçeklik zemini farklıdır; İbn Haldûn, yarı göçebe, yarı tarım toplumunu tasvir eder; ayrıca kılıç, ok gibi geleneksel silahlarla kurulu devletleri inceler...

Osmanlı, büyük oranda, bir tarım toplumu; ayrıca, ateşli silahların özel bir yeri var... Ancak, en önemli sorun, İbn Haldûn’un, bir kâhin olması ve sürekli ölümden bahsetmesidir; bu nedenle, Osmanlı bilginlerinin kâbusudur. İbn Haldûn, açıkça şunu söyler: “Bilmek, ölümü geciktirir, ama ortadan kaldırmaz; en sonunda öleceksiniz!” Osmanlı bilginleri, ölmemek için ne yapabiliriz çabası içindedirler; bundan dolayı, çok sıkıntılı metinler kaleme alırlar... Çünkü, yarın öleceğini kesin olarak bilen bir insan, ne kendiyle, ne de başka biriyle, yarın üzerine konuşamaz; çünkü yarını yoktur... Bu nedenle, İbn Haldûn’un metni çok iyi çözümlenildiğinde, insan hakikaten korkuyor...
3. Kant'çı – Dilthey'ci - Çağdaş Aşama
Felsefe ile tarih ilişkisinde, üçüncü temel aşamaya geçebiliriz. Batı Avrupa’da, üçüncü aşamada ne oluyor? Kant’a kadar, Batı Avrupa’daki tarih kavramı, anlattığımız sürecin dışında değildir. Elbette, farklı değer dünyası yanısıra, farklı tarihî tecrübenin getirdiği ayrıntıları dikkate almıyorum burada... Kişisel kanaatim, Batı Avrupa’da, toplumsallaşamayıp çok dar bir çevrede kalsa da, her zaman, ciddî bir entellektüel süreç olmuştur... Doğal olarak, İslâm dünyasındaki içerik ve deneyimin dışında olduklarından, Râzî - İbn Haldûn çizgisini yaşamadılar. Onların deneyimi, rönesans, ticâri kapitalizmin yükselişi, coğrafî keşifler, reform ve bilim devrimi gibi süreçlerden geçmiştir. Bu nedenle, Batı Avrupa’da, tarih kavramı, daha sonra, fizik bilimi adını alacak, yeni doğa felsefesine karşı ortaya çıkmıştır; başka bir deyişle, Newton’culuğa karşı... Henüz Newton yaşarken, İtalyan asıllı G. B. Vico’nun, Yeni Bilim kitabı yayımlanır (1725). Nedir bu kitabın özelliği? Bunu tespit için, öncelikle, yeni doğa felsefesinin içeriğine biraz yakından bakılması gerekir.

Herşeyden önce, yeni doğa felsefesinde, artık, sâbit öz arayışı yoktur; daha çok, hareketin, değişim içre modellenmesine çalışılır. Denilebilir ki, yeni doğa felsefesi, fizik bilimi, hareketin modellenmesidir; mâhiyet arayışı değildir. Mâhiyet arayışı, elbette, süreç içinde, metafizik bir arayış olarak terk ediliyor; tümelden, genele; varlık-ça(ontolojik) nedenlilikten, yasaya; kesinlik içeren tümden-gelimden, olasılık içeren tüme-varımsal bilgiye; varlık-ça(ontolojik) neden-niçin’den, nasıl sorusuna; doğruluk kavramından, daha çok, işlevsellik/fonksiyon kavramına geçiliyor. Yeni doğa felsefesi, elbette, süreç içinde olgun biçimini kazanıyor; süreçte pek çok sıkıntı var; en önemlilerinden biri, içerdiği, belirsiz, okült kavramlar... En önemli örnek, çekim(gravitation) kavramı...; yalnızca rakipleri için değil, Newton için bile bir sorun...

Newton, Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri’ni yayımlayınca, Alman bilim adamı, mantıkçı ve filozof, Leibniz, diyor ki; “Biz, tüm okült kavramları, büyü terimlerini kapı dışarı ettik; sen ise kapıdan kovduklarımızı, bacadan tekrar içeri aldın.” Nedir bu çekim? Bu kavramı, fiziksel olarak nasıl açıklayacaksın? Newton, şöyle yanıt veriyor: “Evet! Doğru! Ancak, ben, mâhiyet sorusuyla ilgilenmiyorum. Mâhiyetini bilmiyorum ama çekim diye bir hâdise var; invisible(görünmez) bir şey; ancak, bu gücün visible(görünür) tarafı, matematikleştirilebiliyor; ilginçtir ki, bu da çalışıyor, işlevsel ve uygun!” İşte, size, yeni doğa felsefesinin, daha sonraki dönemlerde gelişecek, kuvve hâlindeki içeriği... Hattâ, bilim tarihinde, “Newton, Evren’i bir kere büyü kazanına sokup çıkarttı, sonra büyüyü tasfiye etti; ama herşeyi büyülü hale getirerek” denilir.

Çekim, büyülü bir güçtür; çünkü, güç olarak, göze konu değildir(invisible)... Ne olduğu, yani mâhiyeti belirli değildir; ama tezâhürleri açıktır(visible). ‘Yeni doğa felsefesi’nde, dolayısıyla, modern bilimde, klasik anlamda, mâhiyet sorusu sorulmaz; daha çok, yapı(structure) ve ilişkiler(connections, relations) sorulur... Böyle bir yapıda, Evren, mekanik bir karakter kazandığından dolayı, -ki, bunun en güzel örneği mekanik saattir- geleceği, daha dakik ön-görebiliriz... Newton, bizim bugün zannettiğimiz gibi, saf rasyonel biri değildir; aynı zamanda bir teologdur ve simyâcıdır; son “büyücü”dür... Hayatının sekiz yılında, fizik-matematik yapıyor; geri kalan yıllarının çoğunda simyâ, teoloji vb. konuları çalışıyor... Tek Tanrı’cıdır; mevcut Hıristiyanlığı, bir kültür olarak kabul eder, hakikat olarak değil... Geçimsiz, huysuz, ilginç ve elbette çok önemli biridir.

Yeni, doğa felsefesinin, özetlediğimiz bu özellikleri, pek çok bilgini rahatsız ediyor o dönemde...; özellikle, mekanik-matematik karakteri... Ünlü, İngiliz filozofu, Berkley: “İnsanı, sadece, iskelet üzerinden tanımlamaktır Newton’culuk” diyor. Halbuki bizim etimiz var, kanımız var, duygularımız var. Almanya’ya gittiğinizde, Goethe’nin, Weimar bölgesindeki müze-evini bir gezmenizi tavsiye ederim. Newton’un (ö. 1727), ünlü optik kitabındaki, -ki, 1704’te yayımlanmıştır-, renk teorisine karşı, Goethe (ö. 1832) de bir renk teorisi geliştirmiştir (1810). Tarihleri özellikle zikrettim; yeni, doğa felsefesi, sanıldığı gibi gelişmemiştir. Newton, corpuscular simyâdan da yararlanarak, rengin fiziksel çözümlemesini yapıyor...

Goethe, diyor ki, “İnsan için, renk, yalnızca bu olabilir mi?!” Renkler, bizim için yalnızca fiziksel bir çözümleme midir? Elbette, kendi de fiziksel bir açıklama yapmaya çalışıyor; ancak, renk ile insan ilişkisine de dikkat çekiyor. İnsanî olan ile fiziksel olanın gerginliğidir bu; hisleri ortadan kaldırarak inşâ etmek... Bir insan, sevgilisine sarıldığında, hiçbir zaman, bir atom yığınına sarıldığını düşünmez... Ya da, “Ay yüzlü sevgilim” diyen şâire, sevgilisi, “bilimsel” düşünüp, “Beni, kraterlerle, delik deşik bir nesneye benzettin” demez... Aslında, Goethe ve benzeri adlar, şunu demek isitiyorlar: ‘İnsan, yok sayılarak, bilim yapılamaz!” Elbette, Goethe, kaybediyor! Bilim, sağduyuya aykırıdır. Çünkü, yalnızca ihsâs ile değil, aynı zamanda da idrâk ile yapılır... Ancak, Alman entellektüel dünyası, bir tutamak yakalıyor bu süreçten... İnsanı, dışarıda bırakarak yapılan bilimin -ki, yeni, doğa felsefesidir/fiziktir- yanısıra, insanın, içinde olduğu bilim -ki, tarihtir-... Elbette, çağdaş bilim, 1924’ten sonra, Kuantum’la birlikte, insanı, tekrar işin içine katmıştır; yine de, üç boyutlu uzay anlayışına dayalı dönemin bilim anlayışında, insan, dışarıda olarak kabul ediliyordu, varsayılıyordu...

Tekrar, Vico’ya geri dönersek... Dediği, İslâm dünyasındakine biraz benziyor; Evren’i biz yaratmadık; Evren, Tanrı’nın eseridir; dolayısıyla, onu, en iyi, Tanrı bilir; bizim yaratmadığımız bir nesneyi, biz, lâyıkıyla bilemeyiz, biz, ancak, kendi yaratımımız olan şeyleri bilebiliriz; kendi yaratımımız olan şey de, tarihimizdir; dolayısıyla, bizim için esâs olan tarihtir, şiirdir, edebiyattır. Vico’nun bu çıkışı, elbette, hemen karşılık bulmuyor. Alman romantizmi, Kant’tan sonra gelişince, özellikle Herder, sonra Hegel ama Dilthey’le birlikte, yepyeni bir tarih perspektifi oluşuyor Batı Avrupa’da... Bu perspektif, doğa bilimleri ile zıtlaşarak, karşılıklı konumlandırılarak oluşuyor... Doğa bilimi nasıl çalışır?.

Herşeyden önce,

1. Evren’in nasıllığını açıklar;

2. Tarzı, yasalayıcı açıklamadır; şöyle çalışır, çünkü, yasası budur;

3. Yasalayıcı açıklama, teori bağımlıdır;

4. İnsan-gözlemci’ye bağlıdır.

Bir de, bunun yanısıra, insanın yarattığı, dolayısıyla Geistik olan, insanın, anlam dünyasını içinde taşıyan, beşerî bilimler, toplum bilimleri var. Daha önce de işaret ettiğimi gibi, bu bilimler, Türkçe’ye, manevî bilimler, beşerî bilimler, insan bilimleri, sosyal bilimler, insan ve toplum bilimleri gibi adlarla çevrildi. Bu çevirilerdeki en ortak nokta, insan merkezlilik. Öte yandan, nasıl ki, fen bilimlerinde, ideal örnek, fiziktir; sosyal bilimlerde de, ideal örnek, tarihtir; özellikle Dilthey’den (ö. 1911) itibaren -ki, eserini XIX. yüzyılın sonuna doğru kaleme alıyor-. Bilim(science) sözcüğü de, bugünkü anlamını, 1837’de kazanmaya başlıyor; ama çağdaş bilim kavramının mefhûmu 1924’ten sonradır. 1890’larda, Viyana Üniversitesi’nde, fen bilimleri bölümü açılacağı zaman, ad koymakta çok zorlanıyorlar: Tümevarımsal bilimler, deneysel, deneyimsel, denel, niceliksel... Pek çok ad deniyorlar... Bir kavramın hayata gelmesi, gelişmesi, ortak kullanım kazanması, oturması; öyle kolay değil... Hiçbir önemli kavram, sabahtan akşama doğmuyor; doğumu var, gelişmesi var, anlam daralması, anlam genişlemesi, yaşı var, değişimi var vb...

Dilthey’in ve daha sonraki takipçilerinin dediği, özetle şu: “Biz, doğayı açıklamaya çalışırız; yasalar buluruz ve bunu belirli bir teorik perspektiften ve insan-gözlemci’ye bağımlı olarak yaparız.” Tarihte, insan ve toplum bilimlerinde, bilme etkinliği nasıl gerçekleşir?:

1. “Yorumlayıcı-anlama” dediğimiz bir tarzı uygularız... Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu bilimler, anlam merkezlidir. Tüm insanî eylemler, irâde ve anlam paketçikleridir; bu nedenle, onları anlamaya çalışırız; bu anlama çabasına, bir yorum eşlik eder;

2. Doğa, nasıl, insan-gözlemciye bağlıysa, tarih de, insan-yorumcuya bağlıdır.

3. Doğa bilimlerinde, nasıl, bir teorik perspektiften bakarsak, tarihe de, bir bakış-açısından(perspektif), bir konumlanma üzerinden bakarız ve bu konumdan hareketle, anlamak için yorumlarız; çünkü bizâtihî anlamak, yorumlamaktır.

4. Tarih bilimlerinde, Hermeneutik, yorumlama etkinliği, çift yönlüdür.Doğaya baktığımızda, örnek olarak, ağacı bilmeye çalıştığımızda, ağaç da beni bilmeye çalışmaz ya da ağaç kendini, benim bilgime göre konumlandırmaz. Ya da, Yer merkezli bir dizge vardı; dolayısıyla, astronomik nesneler bu dizgeye göre hareket etti. Daha sonra, Güneş merkezli bir dizge kurulurken, astronomik nesneler ve Güneş, “İnsanlar, teorisini değiştirdi; o teoriye göre, biz de vaziyet alalım” demez.... Ancak, sosyal bilimlerde, çift yönlü bir Hermeneutik okuma vardır. Bir toplum teorisine göre, toplum, kendini yeniden örgütleyebilir; örnek olarak, “Laik dizgeye geçiyoruz” dedik; ya da “modernizme geçiyoruz” diye karar verdik; daha sonra da, bir teoriye göre toplumu ve devleti yeniden örgütledik, onlara yeni bir şekil verdik...

Sonuç itibariyle, tarih teorileri, toplum teorileri çift yönlüdür; nesnel tarihsel olgu ve olayları biliriz, onları yorumlarız; daha sonra da olgu ve olayların bilgisini, modelini alıp kendimizi ona göre örgütleyebiliriz. Bu, fen bilimlerinde, doğa bilimlerinde olmayan bir özellik... Dolayısıyla, fen bilimlerinde, anlamak için monolog yeterli iken; sosyal bilimlerde, diyalog yapmak gerekiyor. Üç boyutlu uzayda, ağacın umrunda değildir insanların teorileri. Küçük ölçeklerde, Kuantum seviyesinde, gözlemciden huylandığı, tedirgin olduğu ve ona göre konum aldığı söyleniyor... Tersine, her sosyal teori, her tarihsel teori, bizi etkiliyor, belirliyor.

5. Fen bilimlerinde, bir önceki, eskimiş teoriyi yeniden kullanmayız; yani matematik tarihçisi olmak, kişinin, iyi matematik yapmasını sağlamaz. İyi bir fizikçi olmak için, fizik tarihi bilmek gerekmiyor. Tersine, sosyal bilimlerde, her teori, sosyal bilimlerin bir parçasıdır; bu nedenle, sosyal bilimlerde çalışma yaparken, daha önceki çalışılmış teorileri bilmek gerekiyor... Bu, Hermeneutik okumada, katmanlı artışı sağlıyor. Ondan dolayı, sosyal bilimcilerin işleri çok zordur; tüm bu katmanlarla muhatap olmaları gerekiyor. Bu katmanlar, jeolojik kültür katmanlarına benzerler; her bir katmanı anlamak için, her bir katmanın kültürünü yorumlamak zorundasınızdır...

6. Sosyal bilimlerde, yorum işlemine eşlik eden, Hermeneutik horizon dediğimiz, bir anlamın, ufku-sınırı vardır. Örnek olarak, nesnelerimiz için de, yabancı sözcüğünü kullanırız. Hiçbir fen bilimci, doğal dünyadaki bir nesne için, “açıklayamıyorum; çünkü bu yabancı!” demez; tersine, bütün Evren, onun konusudur. Ufuk-sınır aşamasında, bir kültürü anlamak için, o kültürün anlam dünyasına âşînâ olmak gerekir. Çin tarihi çalışırken zorlanırız; çünkü, Çince’yi, Çin kültürünü çok iyi öğrenmemiz gerekir. Sosyal bilimlerde, bu ufuk sorunu ya da anlamın sınırı sorunu, çok önemlidir felsefî açıdan. Neden? Çünkü, anlamı anlayabilmenin tek şartı, amacı anlayabilmektir. Ne demek istediğimi, hatta niyetimi, ancak, amacımı anladığında çözebilirsin.

Bu, yalnızca yazılı metinlerle de tespit edilemez; çünkü herhangi bir söz söylediğimde, o sözü söyleme tarzım, jest ve mimiklerim bile, o sözümün referansına bir değişiklik katar. Dolayısıyla, anlam, benim amacıma göre şekil kazanır... Amaç, gaye, hedef, söylemimi, sadece dilsel anlam olmaktan çıkarıp, niyetlerime iliştirir. Sözcük olarak “kitap”, herhangi bir kitaptır; ancak kitabı öyle bir söylersiniz ki, hakaret bile olabilir. Bu biçimdeki bir söylemi tespit için, tarihî bağlamı tüm değişkenleriyle canlandırmak gerekir... Bu nedenle, sosyal bilimlerde, amaç, anlamı tespit etmek için, olmazsa olmaz bir koşuldur...

 

III. Sonuç

 

Şimdiye değin dediklerimizi kısaca toparlar isek, felsefe ile tarih ilişkisini, üç aşamada özetlememiz mümkündür. Elbette, burada sunulan, bir bakış-açısı’dır; başka açılardan, daha değişik tasvirler yapmak olanaklıdır. Günümüzde, artık, sosyal bilimler, en genel başlık altında, sosyal teori(social teori) denilen bir yapı içinde inceleniyor. Nasıl ki, bilim felsefesi, fen ve doğa bilimlerinin, en genel anlamda, yapısal bir çözümlemesi ise, sosyal teori de, sosyal bilimlerin bir üst-çatı teorisi olarak, özellikle İngilizce konuşulan akademik dünyada gündemdedir... Bu nedenle, sosyal teori çalışmalarından haberdâr olmakta yarar var. Elbette, ayrıntılar çoktur sosyal bilimlerde; pek çok, birbirleriyle çelişik bile olabilen farklı teoriler bulunmaktadır; ayrıca, binlerce eser te’lif ediliyor. Ancak, ormanda kaybolmamak için, şöyle bir yöntem takip edilebilir:

1. Temel kavramları tespit etmek; çünkü, sosyal bilimcinin nesneleri, kavramlardır. Sözcük demiyorum; kavram diyorum! Çünkü, kavram, ilgili olduğu nesneyi imler... Yeni başlayanlar, sosyal bilimlerde, ilk önce, pek çok kavram olduğunu fark eder; akabinde, kavramlar arasında ilişkiler olduğunu; bir süre sonra, pek çok kavramın, tek bir kavramın farklı çeşitleri olduğunu...

2. Temel önermeleri, ilkeleri, kabulleri, aksiyomları tespit etmektir; çünkü minimal/asgarî metafizik(kavramsal-yargısal kabuller) olmadan, düşünce olmaz... Hiçbir teori, kendine uygulanmaz, uygulandığında tutarsızlık verir; hiçbir sistem, kendi içinde kalınarak temellendirilemez. Bu, matematikte de, fizikte de böyledir; kütle, çekim, nokta, sayı vb. pek çok kavram ile bunlara ilişkin pek çok yargı var.

Sonuç itibariyle, okuduğun metnin temel kabulleri nelerdir? Bu nokta, son derece önemlidir; bir metnin, düşüncenin dayandığı, üzerine oturduğu minimal metafiziği, kavramsal-yargısal kabulleri tespit etmeden okumaya başlarsanız, efsûna kapılırsınız, büyülenirsiniz... Batı’ya gidip, yanında doktora yaptığınız kişinin, dönüp burada bayiliğini yapmaya başlarsınız. Bayilik de!; Nereye kadar?! Heidegger bayisi, Hegel bayisi; hattâ bana sorarsanız, İbn Sînâ bayisi, İbn Rüşd bayisi... Mütevâzı da olsa, kendi dükkanımızı açmamız için, söz konusu yapısal çözümlemeyi kendimizin yapması gerekiyor...

İhsan Fazlıoğlu -
Devamını Oku »