Endüstriyel Toplum ve Insanın Anlamı



İstisnası yok ki bütün ideolojik modeller insanı belirli bir çerçeve içinde tanımlayarak kurulmak istenen sistemin gereksinim duyduğu bireyi -bir çarkın dişlisi gibi tasarlama gayreti içindedir. Bireylerin kurduğu değil, bireyi kuran bütünlük fikri insanın anlamı yönünden derin bir açmazı gösterir ki  ideoloji kavramı da insan olma ideasını doldurma amacı içerir. Bu doldurma eylemi, işaret ettiği anlamın (müsemmanın) yerine insan isminde bir takım suretler üretme becerisinden ibarettir:

Kapitalizmin insan fikri özgür bireylik, haz tatmini, tüketim değerleri veya yönetim iradesi gibi ibarelerle işaret edilen bir nesnedir; sistem içerisindeki her bireyin erişmek için gayret etmesi gereken bir model vardır ve bu model işi, gücü, ilişkileri, alışkanlıkları ve değerleriyle birlikte tüm gün reklamlar vasıtasıyla belletilir.

Sosyalizmin insan fikri de toplumsal amaçlar tarafından araçsallaştırılmış olmak yönünden kapitalist idealinki ile özdeş olmakla birlikte bireyi kuşatan özgürlük, haz ya da yönetim iradesi kendine özgü farklılıklar içerir: Sosyalist birey aynı değerleri toplumsal tabanda eşitlik söylemine yaslanarak mantıksallaştırır. Her iki ideolojik toplumsal yapıda da bireyler, tıpkı feodal toplumsallıkta olduğu gibi yönetim kademelerindeki değişmeyen oligarşik eğilimlerin özgürlüğü, hazzı ya da bilimsel olanı/gerçekliği belirleme güçlerine karşı ilgisizdirler. İdeoloji tam olarak bu ilgisizlikten doğan boşluğun sosyal bilinç ile doldurulmasıdır ki bu yanlış bilinçtir.

Basit bir biçimde feodal toplumsallığın devamlılığı için ihtiyaç duyduğu standart insan ile kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu standart insan mukayese edilirse üretim faaliyetinde asıl gerçekleştirilenin -her ne ad altında olursa olsun- sistem tarafından ihtiyaç duyulan insan modeli olduğu gözlemlenebilir. Günlük yaşamın akışı içerisinde sosyal olarak belirlenmiş rol ve statülerine göre sıradan insanların motivasyonları, öncelikleri, amaçları çerçevesindeki faaliyetleri ve bu faaliyetler ile zihnen ya da psikolojik olarak sağlanan tatmin durumları, bireylerin dünyaya atfettikleri anlam kapsamında gerçekleşiyorsa da bu anlamın bireyce keşfedilmiş bir anlam değil, işleyen sosyal mekanizmanın yönlendirmesi kapsamında olduğu açıktır. -İdeolojinin bilinç inşa etmesiyle kastedilen budur.

Üretim sürecinin tüm sektörlerini dahil ederek diyebiliriz ki endsütriyel toplumsallık da özü itibariyle ekonomi kurumu adı altında örgütlenirken liberal iktisadın çizdiği “sınırsız ihtiyaçlar”ı karşılamaktan ötede bu örgütlenmenin ve elbette kapitalizmin ihtiyaç duyduğu insan modelini yaratmaya odaklıdır. Buna göre modern kapitalist bir dünyada birey, doğuştan sahip olduğundan çok edindiği statüler kapsamı içerisinde uygun olan rolleri benimseyerek eğitim ve çalışma düzeninde amaçlar edinir ve sosyal dünyanın ufkunu belirleyen değerlere uyum sağlayarak -bu değerlerle mümkün mertebe çatışmamaya odaklı olarak- yaşamını sürdürür.

Feodal bir toplumdaysa farklılık değerlerin başkalığı olduğu kadar statünün doğuştan gelmesi gibi -yine sistemin ihtiyaç duyduğu- bir biçimlendirmededir: Modern dünyanın demokratik, liberal, eşitlikçi ve özgürlükçü, birey odaklı, göreceli bilgi yaklaşımının aksine feodal dünyada birey; içselleştirilmiş hiyerarşik bir toplumsal düzenin gereğine uygun olarak eşitlik ve özgürlük talepleri içermeyen katı bir mutlak gerçeklik dünyasına mahkumdu.

Bu durumu değiştiren esas unsurun insan bilgisindeki bir farklılaşma olduğu söylenebilir: Belirli bir tarihsel atıf içinde modernlik olarak ele alınan dönemle birlikte insanın bilme tarzı ve elbette bilgi nesnesi hakkındaki değerlendirmesi değişmiştir. Bu süreç arka planındaki profan akla işaretle bilginin laikleştirilmesi ya da kozmosun desaklarizasyonu diye anılabilir özetle: Descartes tarafından modern felsefeye sunulan “cogito ergo sum” sözünden doğan yaklaşımla vehmî usu odağına alan anlayış, bilgiyi böylece analitik sürece iliştirmiş ve onu üretilecek bir metaa da dönüştürmüştür. Aynı zamanda bu yaklaşım vehmî bireysel var oluşu bir değer merkezi şeklinde niteleyerek liberalizmin ortaya çıkışının da yolunu açmıştır.

Liberalizmin insan hak ve özgürlüklerine vurgusu, girişim özgürlüğünden söz etmesi temelde birey üzerinden hümanist bir özgürlük söylemine dayandığı yönünde bir yanılsama var etse de bugün bu ideoloji kanalıyla gelinen endüstri toplumsallığı, tüm süreç içerisindeki özgürlük beyanlarının birer safsatadan ibaret olduklarını göstermektedir. Kaczynski, bir tehdit olarak gördüğü sanayi toplumunun içerdiği teknolojik altyapı nedeniyle onun insan özgürlüğüyle hiçbir biçimde uyuşamayacağını gösterirken bu yönde reformist hiçbir düzenlemenin de sonucu değiştirmeyeceği kanaatindedir. Bunun nedeni teknolojik yapının bir bütün olarak işleyebilme durumudur ki kötü taraflarını atıp iyi taraflarını korumak imkânı yoktur. Modern tıbbı buna örnek olarak değerlendirirken ileri düzey teşhis ve tedavi yöntemlerinin gerektirdiği teknolojik altyapının fizik, kimya yanı sıra bilgisayar biliminde de belirli bir düzeye ihtiyaç duyduğu ve bunun da ekonomik yönden zengin toplumlar için bir imkân olduğuna değinir.

Bugün ekonomik zenginliğinse yine teknolojik ilerleme ve endüstriyalizmle bütünleşmiş bir hâle işaret etmesi açık bir kısır döngüyü gösterir. Çevresel yıkım veya toplumsallık açısından bariz zararlar bile ileri endüstriyel üretim modeli ve tekniği üzerine ciddi bir sorgulama ve baskılamaya imkân tanımaz: Sosyal şartlanmanın medya gibi mekanik aygıtları veya ilerlemecilik, rekabet, dayanışma gibi organik aygıtları vesilesiyle sürekli giderilme telaşındaki ihtiyaçların düzeyi arttıkça yıkıma katılım da kitlesel olarak artmakta ve yıkımın araçlarını üreten tekniğin yaslandığı ideoloji kendine geniş bir taban desteği sağlamaktadır. Nihayetinde devletlerin bir ihtiyaç olarak belirlediği nükleer enerji üretimi ile hijyen saplantısına sokulmuş sıradan bir aile bireyinin tuvalet kağıdı ihtiyacı yıkımın ortaklığı noktasında bağdaşık unsurlardır.

Bu bağdaşıklığın bir gereği olarak zararlı bulunan teknolojik bir  unsurun üretim kapasitesi üzerindeki olumlu bir etkisi, liberal değerlerle kurulu bir piyasa gerçekliği içinde berataraf edilemeyecektir. Bu yol büyük ölçüde kapalıdır ki özellikle tarım ve gıda teknolojilerinin zararları karşısında piyasanın düzenlenme olanağının oldukça sınırlı kalışına karşın fiilen bir çözüme götürmeyen eleştiri ve yakınma üretmek haricinde herhangi bir tepki dahi ortaya koyulamamaktadır.

Bunu düzenleme güç ve iradesine sahip olabilecek siyaset kurumu günlük yaşamda hiçbir karşılığı olmayan soyut meseleler, çürümüş değerler ve spekülasyonlarla sürekli meşgulken, siyaseti yönlendirdiği düşünülen kitleler de televizyon ve internet başında hijyen gibi konulara dair herkesin kanı sahibi olmasını temin eden malumat bombardımanı altında afyonlanmaktadır.

Sanayi toplumsallığına dair görülmek istenmeyen gerçeklere ilişkin fikirleriyle Kaczynski modern tıbbın getirileri konusunda da bugün için radikal sayılabilecek bir sorunu ele alır: Hastalıkların doğal seçilimin bir paydası olarak görülmesi durumunda teknolojik ilerlemeyle birlikte tedavi edilen kişilerin kalıtım yoluyla bu hastalıkları sonraki nesle aktardıkları ve böylece insan türünde hastalığın oransal olarak yaygınlaşmasına yol açtıklarını belirtir. Bu durum insan türünün genetik olarak bozulması gibi bir sonuç doğurmaktadır ki gelecek açısından gözden kaçırılabilecek kadar önemsiz bir mesele değildir. Fakat görmezden gelinmektedir. Doğal seleksiyonun sunduğu çözümün reddedilmesi durumunda tek çare genetik mühendisliğidir ki bu bilim yoluyla insanın artık doğal bir canlı ya da tanrı yaratısı olmasının ötesinde bir ürün hâline geleceği anlamını taşır. Yukarıda değinildiği gibi ideolojik bir kurgu olan endüstri toplumsallığı da bu yolla insanın ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçerek sistemin devamlılığı için üretilmiş bir standartlığa evrilecektir. Böylesi bir evrilmeyle belirecek olan insanın anlamı meselesinin nasıl bir ivme kazanacağı sorusu endüstriyel toplumsallığın bütünlüğü içinde cevaplanmak zorundadır.

Kaczynski buna karşı ancak tıbbî etiğin ileri sürülebileceğinden söz eder. Ancak burada etiğin değerlerle ilişkisi yönünden içi doldurulmaya ne kadar müsait olduğu -en azından ticaret ya da borç hukuku alanlarındaki yeni değerler açısından ele alındığında bile- kapitalizmin baskınlığının artışı ölçüsünde sosyal dünyayı biçimlendirişi hatırlanabilir. Üst-orta sınıfların denetimi altındaki tıbbî etik ancak onların değerlerinin tüm sosyal tabakalara dayatılması şeklinde kurumsallaşacaktır.

Aksi olsa ve değeri demokratik bir çoğunluk biçimlendirse bile bu defa da azınlık üzerinde manipüle edilmiş bilginin tahakkümü ortaya çıkacaktır. Bu mevzuda özgürlüğü teminat altına alacak tek çözüm genetik mühendisliğinin yasaklanmasıdır. Ne ki teknolojik bir toplumsallık içinde böyle bir mühendislik imkânının görmezden gelinmesi pek olası gözükmez. Tam olarak bu nokta, endüstriye paralel olarak tezahür eden teknolojik ilerlemenin, insanın anlamı ve özgürlüğü karşısındaki kesin baskınlığını göstermektedir.

Bu çelişki için Kaczynski motorlu taşıtları örnek verir: Kimse ilk başta motorlu taşıtları kullanmaya mecbur bırakılmamıştır, imkânı olanlar için sadece bir seçenektir. Ancak zaman içinde yaygınlaşmasına bağlı olarak ve toplumsal düzenin, motorlu taşıtların ürettiği hızı temel alarak yapılanmasının neticesinde hemen tüm insanlar -en azından çalışabilmek için- bu araçlara muhtaç duruma gelmiş ve hız ile temellendirilmiş dünyaya boyun eğmek zorunda kalmıştır.

Anlaşılacağı üzere potansiyel olarak ortaya çıkmış bir teknolojik gelişme ilk etapta bir seçenek olarak sunulsa da bu, durumun daima böyle kalacağı anlamına gelmemekte, zaman içinde söz konusu teknolojik düzey, tüm toplumu belirli bir davranış tarzına mecbur bırakmaktadır. Tıpkı elektriğin ya da iletişim teknolojilerinin tek başlarına insan hayatı için büyük zararları olamayacağı fikriyle insanların geneli tarafından olumlanmaları gibi genetik mühendisliğin bazı hastalıkları yok edebilme şansı da bir “ilerleme” olarak kabul görüp olumlanacaktır. Bu sonuçsa artık insanın sadece zihnen değil biyolojik olarak da ideolojinin gerektirdiği biçimde üretilmesi ile eş anlamlıdır.

André Gorz da ileri endüstriyel toplumsallığın amaçları için araçsallaştırılmış insan anlayışını eleştirirken bir başka toplumsallığa yönelişin imkânını sorgular: Ona göre bu imkân, toplumsal yaratıcılığın yeni bir biçimini ortaya koyarak yaşamı us/hesaplama pratiği değil bir sanat/hissediş olarak kavramakla mümkün olacaktır. Gorz sanayileşme süreciyle birlikte gerçekleşen değişimin tarih boyunca iktisadî usun çerçevesinde var olan üretim, tüketim, ticaret, mübadele, kâr, mülkiyet gibi kavramları yeni boyutlara taşıdığını gösterir.

Modernlikle baskınlaşan rasyonalizm vesilesiyle us hayatın düzenleyicisi hâline getirilerek insanın var oluşu toplumsallığın yeni çerçevesine mahkum edilmiştir. Bu süreçte insan hayatının önemli bir yerini işgal eden çalışma olgusunun da dönüştürülen anlamının izini süren Gorz’un ifadesiyle kapitalizmin ileri safhalarında, amaçlarla araçlar yer değiştirmiş ve “çalışma ile ihtiyacın arasındaki bağ kop[muştur].” Ya da Ivan Illich’in deyişiyle, “Soyut ve imkânsız hedefler belirleyince, bunlara erişmek için kullanılacak araçlar da amaç durumuna gel[miştir].”

Bu kopuş veya yer değiştirmenin çalışmak fiiline yüklenen yeni bir anlam sayesinde olduğu açıktır: İnsanın çalışması, belirli bir alanda ulaşılması umulan bir amaç için uğraşıdır. İş de geçimin temin edilmesi için bir araçtır. Fakat rasyonel dünyada ya da endüstriyel bir toplumda iş geçim için gerekli faydayı sağlamanın ötesinde tüketim yapabilmek için bir birikim imkânıdır. Bu birikimin güvence altına alınması kaygısı bir istikrar arayışını ve sürekli çalışmayı zorunlu kılar. Zaman algısının da ince dilimlere bölünerek hayatın grafikleştirilmesi, bireyin günlük uğraşını aylık ödemeler, yıllık krediler, ömürlük emeklilik hesaplarına tevcih etmesini gerektirir.

Görünüşte birey hâlâ ihtiyaçlarını karşılamak için bir işte çalışmaktadır fakat sorun ihtiyaç kavramının da çalışmak kavramı gibi manipüle edilmiş olmasındadır.

Düşünülmesi gereken bir nokta: Üretimin, insanların ihtiyaçlarını giderme gâyesinden taşıp ihtiyaçların üretimin yayılması için bir işlev kazanması durumunun modernlikle ilgili bir kırılma olup olmadığıdır. Yani böyle bir anlam değişikliğinin modernlikle beraber ortaya çıktığına dair verilerin gözden geçirilmesi de gerekmektedir. Burada bir bakış açısı olarak insanın üretme kapasitesine bağlı olarak tarihsel bir sürecin işlerliği olup olmadığı da düşünülmelidir muhakkak.

Endüstriyel üretime geçilmeden önceki dönemlerde de insanların yaşam dünyasında, örneğin bugünkü hijyen duyarlılığına benzer -ama üretim kapasitesi etrafında şekillenmiş- başka duyarlılıklar, yani icat edilmiş ihtiyaçlar görülemez mi mesela? Bir ihtiyaç olarak güvenlik kameralarıyla donatılmış bir şehrin sokaklarındaki gözetimi yine bir ihtiyaç olarak bahçenin etrafındaki çitten ayıran nesnel bir ayrım mevcut mudur? Ya da yaylı yatağı bir sedirden farklı kılan onun üretiminde kullanılan tekniğin farklılığı veya fabrikasyon model olması mıdır?

Bu soruların yanıtlarına yakın bir biçimde çalışma olgusunun tarih içerisindeki dönüşümlerine odaklanırken bugünkü gibi toplumsal kimlik, bağdaşıklık ve yurttaşlığın üzerinde temellendiği çalışma olgusu ile maişet anlamındaki -geçim için- alın teriyle yapılan çalışmayı ayırır Gorz. Ücretli çalışma olgusunun modernliğin bir icâdı olduğunu belirterek daha önce hiçbir zaman bir toplumsal bütünlük unsuru olarak görülmediğini vurgular.

Antikiteden beri emeğini satmak anlamındaki çalışmak, kölece bir uğraş olmuş, antik toplumlarda başkaları hesabına çalışmakla kölelik eşdeğer görülmüştür. -Ki bu nedenle çalışanlar/emekçiler de özgür bireyler sayılmayıp kamusal işlere katılma hakkından mahrum bırakılmışlardır. Bu yönden çağımızda modern ideolojiler arasında temelde bir farklılık da yoktur.

Sovyet tecrübesi sonrasında sosyalizm ile kapitalizm arasındaki koşutluğun açığa çıkışı bunu gösterir: Reel sosyalizm de çalışma ideolojisini aynı biçimde kabul ederek insanların köleleştirilmesi hususunda kapitalizmle birleşmiş ve insan için sahici bir umuda asla dönüşememiştir. Gorz, insanlığın “bu bana yeter” noktasından “fazla mal göz çıkarmaz”a nasıl geldiği üstüne düşünürken “geleneksel düzenin parçalanması” ile bazı şeyleri özetler: “Ahlaki ve dini kuralkoyucu gerçekliklerin çöküşü ve dini kurumların çürümesiyle birlikte” doğru ve evrensel olanın meşruiyeti için hiçbir otoriteye ihtiyaç kalmamış ve başarı, kişisel takdir ve yaşam kalitesi sorunu olmaktan çıkıp kazanılan, biriktirilen servetle ölçülür olmuştur. “Kapitalizmin ruhu”nun çalışmayla ihtiyaç arasındaki bağı koparmasının da anlamı budur: İhtiyaçların sınırlı niteliğinin ötelenmesi, yani zamanla tüketime evrilecek birikim…

Burada Weber hatırlanabilir. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda, Avrupa’da sanayileşme öncesine dair ilginç bir örnek verir: Sanayileşmenin başlangıcında ilk işçiler, mümkün olan en fazla kapasiteyle çalıştıklarında kazançlarını ne kadar artırabileceklerinin arayışında değildirler. Bunun yerine, evvelden de ihtiyaçlarını karşıladıkları miktarda kazanmak için ne kadar süre çalışmak gerektiğini sorarlar kendilerine. Nitekim, işçilerin tam gün çalışmak istememeleri sonucunda ilk fabrikalar çöker. Bunun üzerine sanayiciler politikalarını değiştirerek ücretleri düşürmüşler ve bu durum işçilerin kapasitelerini daha fazla kullanmalarına, eski gelir düzeylerine kavuşmak için daha fazla çalışmalarına yol açmıştır.

Neticede üretim diye adlandırılan faaliyet, tüm ferdî ve sosyal anlamlarından tecrid edilmiş ve alelâde bir ücret kazanma çabası hâline gelmiştir. Yani, “hayatın bir parçası olmaktan çıkıp, hayatını kazanmanın aracı ol[muştur].” Böylece, çalışmak için ayrılan zaman da yaşamdan kopmuştur.

“Üretici bir toplumdan veya bir çalışma toplumundan, kültürel veya toplumsal olanın iktisadi olan üzerinde egemen olduğu serbestleşmiş zaman toplumuna geçiş”in hayâl olmadığına değinen Gorz, bu sayede bireyin çalışarak harcayacağı çaba düzeyini olduğu gibi ihtiyaçlarının düzeyini de saptamakta özgür bir hâle gelebileceğini ve böylece iktisadî ussallığın da icra edilebileceği bir sahanın kalmayacağını ileri sürer. Bunun mümkün olması durumunda zamanın serbestleşmesiyle bireyselliklerin özgür gelişimine de imkân doğacaktır. Serbest zaman ile açığa çıkacak olan dolaysız kültürle de yaşam, “dünyanın büyüsünü yeniden kazanmasını” ve “duyguların yeniden doğuşunu” teşvik edebilecektir.

Sonuçta Gorz da Illich gibi çalışmanın ve üretimin insanî değerlere tevcih edilmesiyle hayatın şenlikli araçlar kazanabileceği fikrindedir. Her ikisi de Kaczynski’nin aksine endüstriyel hayatı yadsımamakta ve amaç hâline gelmiş şeyleri yeniden araç hâline getirmekle -zor olsa da düzeltmenin mümkün olacağı fikrine bağlı kalmaktadırlar.

Ne ki Nazilerin çalışma kamplarında “Çalışmak insanı özgür kılar” yazdığı da hatırlanarak, endüstriyel toplumsallık biçiminde günlük yaşamda içselleştirilmiş çalışmak övgüsü göz önüne getirilirse yine insana yüklenen bir anlam eşliğinde düşünmeye ve eylemeye girişileceği açıktır. Sonuç yine hüsran olacaktır.

Endüstriyel toplumsallığın kurgusu içerisinde üretilen/yönlendirilen bir insan hâlinden söz edildiğinde bu insanın anlamı, var oluşun boyutları açısından -en azından doğal dünyaya uyumsuzluğunda görüldüğü gibi- tehlikeli ve oldukça yozlaşmış bir anlamdır. Bu anlamın, alternatif üretim modelleri sunan ideolojilerin yaptıkları gibi salt hedefler yönünden değil temelden ve bütüncül olarak sorgulanması gerektiği ortadadır. Bu sorgulama insanın çalışmaya da yaşam dünyasındaki tüm diğer unsurlara da doğal veya anlam yüklenmemiş, ideolojilerce saptırılmamış bir noktadan bakabilmesi, kelimelerin gösterilenlerini bilginin desaklarize edilmesinden önceki eksende kavrayabilmesiyle mümkün olabilecektir. Ki insanın anlamının da hakikate müteveccih olarak kavranılmasına kapıyı bu aralayacaktır. Ancak bu durumda üretim odaklı bir hayatın bitmek bilmez oyalayıcısı olan çokluk fikri, yerini bir olanın bütüncül akışına bırakacaktır.(Anadolu Gençlik dergisinde yayımlanmıştır.)

derindusunce.org

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.153-161

Devamını Oku »

Modern İnsanın Çıkmazı

Kuşkusuz doğrudur ki, Batılılar birbiri ardı sıra Batıyı silip süpüren hareketlerin derinlerde yatan köklerinden habersizdirler; ve yine doğrudur ki hiç kimse, İkinci Dünya Savaşandan sonra Hippi hareketi gibi bir hareketin Batıda böylesine yaygınlaşacağını kestiremezdi. Ve yine kimse postmodernizm gibi bir akımı öngöremezdi. Fakat modernleşmiş Müslümanlar bu akımların öylesine uzağındadırlar ki, bırakın hareketlerin köklerinin farkında olmayı, yayılma ve gelişmelerinden bile habersiz kalmakta; ama, bu hareketler sahnedeki merkezi yerlerini alınca da, ya şaşırıp kalmakta ya da yine kör bir teslimiyetin içme düşmektedirler.

Çevre kirliliği bunalımı söylediklerimize en güzel örnektir.

Müslümanlar, böyle bir sorunun varlığının bile farkında değillerken, Batı'da bu bunalımın yığınlarca insanın merkezi ilgi alanı haline gelmesine de beklemiş terdir. Ve şimdi de, acaba İslâm dünyasında kaç kişi, eğer insanlar alıp kullanacak olurlarsa, bu önemli sorunun muhtemel çözümü için bir anahtar sunabilecek doğayla ilgili son derece zengin İslâm geleneğinin ışığında düşünmektedir bu gerçekten nazik sorunu.

Batının İslam karşısındaki meydan okuyuşlarını daha somut bir biçimde incelemek için, bugün modern dünyada moda olup,İslam dünyasında da kültürel, hattâ dinî hayatını etkisi altına alan alan bazı izmleri örnek olarak ele alalım. Önce, isterseniz Marksizime veya daha genelde sosyalizme bakalım. Bugün, İslam dünyasının çoğu yörelerinde genellikle İslâm'a doğrudan saldırmıyorsa da, ekonomik ve sosyal faaliyetler bir yana, dini hayata bile dolaylı biçimde etki eden Marksizm hakkında pek çok şey söylenip atılmaktadır. İslam sonrasında genel olarak Marksizm veya sosyalizmden söz edenlerin çoğu pek çoğu toplumun zihinlerinde çözüm aradıkları kimi sorunlarına ilişkin olarak da kavramlardan söz etmektedir. Ne ki Markszmi veya kuramsal sosyalizim ciddi olarak bileni pek azdır.

Şu kadar üniverste çevrelerinde Marksizm'den söz eden yığınla genç Müslüman öğrenci var; ama, acaba kaçı ‘’ Das Kapitalı ‘’veya ikinci derecede önemli Marksist eserleri okumuştur; ya da kaçı Marksizm’i salt akıl düzleminde ciddi ciddi savunabilir diye sormaktan kendini alamıyor insan. Marksist hevesler genç Müslüman için, İslâm toplununum sorunlarını İslâmî açıdan ve kendi sosyal geleneklerinin çerçevesi içinde düşünmeği kabul etmemeleri noktasında bir özür olmaktadır yalnızca.

Benliğini parçalamak kendini bir 'aydın’ veya özgür "aydınlar grubu'nun, ama hangi tür- olursa olsun, tüm sorunlara yerleşik Marksist çözümleri önerip, başka başka topraklarda da, İslâm toplumunun sorunlarını, bir İslâm toplumu olduğu için daha yeni ve değişik bir biçimde düşünme sorumluluğunu akıl bile etmeden, bütünüyle farklı bir sosyo-kültürel çerçevede akıl yürüten bir aydınlar grubunun üyesi olarak görmek için bilinmeyen tüm içeriğiyle bu kara kutunun adını etiket olarak üzerine vuru-vermek yeterli gelmektedir. Ve sırf bu biçimde, Marksizm'in, içeriği tahkik edilmemiş bir paket veya her türde ağrıyı dindirecek bir aspirin olarak körü körüne peşinden koşmaktır ki, en kötü türde bir demogojiye ortam hazırlamaktadır.

Sorunları daha akla yatkın ve anlamlı bir biçimde tartışma yerine,adına Marksizm deniverilen şeyin etkisi altında kalanlar, sonunda, inanç hayatında yol açtığı apaçık zararlar bir yana toplumunun gençlerine dile gelmez zararlar veren anlamsız bir çatışma ve zihnî hır katılaşma doğuran kör ve düşüncesiz bir itaatin içine yuvarlanmaktadırlar,

Ne yazık ki, bugüne değin Müslüman yetkililerin diyalektik materyalizmin meydan okuyuşuna karşı çıkışları, İslam’ın geleneksel aklî bilimlerindeki zengin zihnî verilerden kaynaklanmak yerine, nedense hep aktarımsal (nakit) veya dinî bilimlerden kaynaklanmıştır. Ama, dinî kanıtlar ancak inanç sahibi olanlara sunulabilir, Kur’ân’ın yetkinliğini kabul etmeyen birinin düşüncelerine, hemen önce Kur’ân’dan bir sureyle karşı çıkmanın ne yararı olacaktır? Bu alanda ulemânın kaleme aldığı eserlerin çoğu, sağır kulaklara seslendikleri ve ele alınan konuda hiçbir etkinliği olmayan kanıtlar ileri sürdükleri için eleştirilebilir.

Onlar çoğunlukla dönüşmüş olana vaaz verme konumunda kalmaktadırlar. İslâm geleneğinin, modern Avrupa felsefesinden kaynaklanan her türlü akıma zihnî düzeyde bütünüyle karşı koyabilecek zenginliğe ve derinliğe sahip olduğunu düşündükçe, şu andaki durum ne kadar da üzüntü verici oluyor! Gerçekte, geleneksel hikmet karşısında, tam bir aldanmışlık içinde Göğü fethetmeye çıkmış kuru bir gürültüden başka nedir şu modern felsefe? Bugünün sözde sorunlarının pek çoğu, yanlış konmuş sorulara ve gerçekleri hiç bilmemeye dayanmaktadır; ve yalnızca geleneksel hikmetin, eski Babil’den Ortaçağlar Çin’ine kadar uzanan bir alanda, en evrensel ve en dallı budaklı bi-çimlerinden biriyle de İslâm’da ve on dört yüzyıllık hayatı süresince İslâm’ın ortaya koyduğu zengin zihnî gelenekte bulunan hikmetin çö-zebileceği niteliktedir.

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

İslamiyet ''İzm,İst vb.'' Gibi Kavramları Kabul Etmez

İslamiyet ''İzm,İst vb.'' Gibi Kavramları Kabul EtmezBugün, İslâm dünyasında, modern dünyada olup biten her şeyin dikkatli bir eleştirisi ve A dan Z’ye incelenmesi eksiği vardır. Böyle bir eleştiri olmadan, Batıyla mücadelede ciddi hiçbir şey yapılamaz. Modernleşmiş Müslümanların, "İslam ve... bağdaştırmanın yolu'' diye başlayan tüm sözleri, ve den sonra, bir başka vahyedilmiş ve ilham olunmuş dünya görüşü dışında ne gelirse gelsin, başarısız kalmaya mahkumdur. Aksi halde, Islâmla Batı sosyalizmini, Marksizm'i veya egzistan-siyalizmi (varoluşçuluk), evrimciliği ya da bu türlerden bir başka şeyi bağdaştırma girişimleri, işe, ele alınan sistem veya İzm’i İslâmî ölçülerin ışığında tam bir eleştiriye tabi tutmadan başlandığı ve İslâm, bütünlüğü içinde, bilinçsizce kendi yerine merkez olarak kabul edilen şu veya bu ismi niteliyici basit bir sıfat olma imkanını dışlayan bütün bir sistem ve her şeyi kucaklayıcı bir açı değil de, şu veya bu modern ideolojiyi tamamlayıcı parçalı bir eşya görüşü yerine konduğu için daha baştan mahkûm edilme durumundadır.

Bir gün İslâm sosyalizmini, öbür gün İslâm liberalizmini veya bir başka Batılı 'izm’i gündeme getiren günlük modalardaki hızlı değişim, böyle bir yaklaşımın ne kadar saçma ve sığ olduğunun kesin kanıtıdır. İslâm’ın yapısını bütünlüğü içinde kavrayan herkes bilir ki,İslâm hiçbir zaman, kendisinden bağımsız ve hatta kendisine düşman bir düşünce sistemi karşısında, basit bir niteleyici veya es kaza konmuş bir bütünleyici derekesine indirgenivermeye izin vermez.

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

"Fert yok, cemiyet var!”

"Fert yok, cemiyet var!” Pozitivizm, hakikati deneylere, pragmatizm menfaate, sosyolojizm ise onu cemiyete esir etmektedir. Bu sistemler hiçbir şeyi izah etmiş değillerdir. Onlar, ruhun görüş ve duyuş ufuklarının daraltılmasından doğmuşturlar. Ruh için bir iktidarsızlığın ifadesi oluyorlar. Pozitivizm, ruhu yalnız zekâdan ibaret farzederek duyguların ve iradenin varlığına hakikatler araştırmada değer vermiyor. İç hayatımızın en derin kaynaklarının onlarda bulunduğundan gaflet gösteriyor. Zekâyı da sistemli bir şekilde duyulara (görme, işitme, koklama, tadma ve dokunma) bağlıyor.

Pragmatizm, menfaate bağlı olmıyan bilgilerin doğuşunu izah etmekten âciz kalıyor. Fikirle işi birbirinden ayırdetmiyor. Fikirden iş çıkartacak yerde onu işin emrinde hizmetkâr yapıyor.

Sosyolojizm ise cemiyet halinde yaşayışımızın ortaya çıkardığı bir takım zaruretleri, zihin için birer ilke (prensip) haline koymakta müthiş bir meharet gösterdi.

İşin doğrusu şudur ki, biz kâinatı her tarafında tam bir nizam içinde tasarlıyoruz. Ferdin bu tasarımını cemiyet bozmuyor. Aynı görüşe tâbi oluyor. Fakat cemiyet bununla kalmıyarak, Dürkeym'in iddiasında, bu kâinat nizamının tasarımını kendine malediyor, onun, kendisinin eseri olduğu iddiası meydana çıkıyor. Hatta ahlâki yaşayışımızın nizam içinde akışına bakarak bu iddia sahipleri, yahudi maharetile, ahlâklılığın, cemiyet tarafından meydana getirilmiş bir değer olduğunu söyliyecek kadar ileri gittiler ve bundan insan ruhunun katli hususunda kurnazca bir fetva çıkardılar:

"Fert yok, cemiyet var!”

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Hayatta Değişmeyen Tek Şey Değişimin Kendisidir Sözü En Aptal­ca Sözlerdendir

zaman-mefhumu

Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, sözünü söyleyen o muhteşem şa­hıs bu sözüyle medeniyetin tanımını yapmıştır. Çünkü aç bir komşu huzursuzluk kaynağıdır. Her an saldırmaya, sendekini almaya hazırdır. Hakkıdır da. Açlık hiçbir ahlaki kural, dini ve kanuni müeyyide, vicdani sorumluluk dinlemez. O tok yatak böyle bir durumda mutluluk, huzur vermez. Güven duygusu esastır. Kendini güvende hissetmeyen insan, hayvan, ağaç tedirgindir, korkaktır. Bin dört yüz yıl önce okuması yazması olmayan bir adam, çölün, kuraklığın ortasın­da tüm dünyaya medeniyetin, uygarlığın, insanlığın, kardeşliğin ne olduğunu bu tek cümleyle özetlemiştir. Hatta tek sözcükle: Paylaşmak.

Hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözü, kabul görmüş en aptal­ca sözlerdendir. Değiştirmek, değiştirmeye çalışmak, başkalarını kendine benzet­me uğraşıdır. Değişimi özetleyecek tek sözcük vardır, o da egoizmdir, hodbinlik­tir. Yani kendini beğenmişlik. Kendini mükemmel görüp dünyanın, mutlak doğ­runun merkezine yerleştirmiş bireyler diğer bireyleri, uluslar diğer ulusları, fikir­ler diğer fikirleri kendisine benzetmeye çalışır. Değişimde “diğer” ilkeldir, kötü­dür, mide bulandırıcıdır. Ben, moderndir, demokrattır. Kendini aydın sananlar ca­hil olarak niteledikleri sıradan halkı, köylüyü küçümser. Onları değiştirmeye çalışır. Halkın, köylüsüne aydını ukala, kendini beğenmiş bulup kendisine benzetmek gibi bir gayesi yoktur oysa. Teknolojinin sahipleri ise yaşam poetikalarını fakir,sömürülen halklara yedirmeye çalışırlar. Yani anne, diğer annenin çocuğunun mutluluğunu düşünmek yerine, o çocuğu kendi çocuğuna benzetmeye çalışır.

Onun kıvırcık saçı, siyah teni küçümsenmeye layıktır. Dişlerindeki o muhteşem tapılası beyazlığı görmez, yüceltmez. Oysa tabiatın, Allah'ın bir dengesi vardır. Nefes alan, almayan her bir varlığın kendince eksik ya da üstün tarafları vardır. Değişim sözcüğü inanca, ahlaka, medeniyete ihanet etmiştir. Hırsızlık bir olgudur ve tüm dinlerde, en ilkelinden en uygarına suçtur, günahtır. Cezaevlerinde bile bir zamanlar hırsızlar diğer mahkûmlardan kötü muameleler görürdü. İçeri­ğinde birtakım değişimlerin olması mekâna, şartlara göre muhtemeldir. Kıtlık yıllarında, uzun savaş dönemlerinde ekmek çalan kişinin elinin kesilmesi fetva­sını veren bir kadının, bu kararındaki haklı gerekçeleri, ekmeğin bol olduğu bir zamanda yetişmiş bugünün insanına anlatamazsınız. Bugün uranyum en değerli maden. Değil çalmak taşıması bile suç. Beş yüz yıl önce hangi koşulda olursanız olun uranyum madenini çalmak herhangi bir ahlaki ya da kanuni müeyyideyi ge­rektirmezdi. Yüzyıl öncesinin insanına bir tür hırsızlık olan korsan olgusunu an­latamazsınız.

Fakat içeriğindeki birtakım farklılıklara rağmen hırsızlık hala hır­sızlıktır. Netice olarak, içeriğindeki tüm bu farklılaşmaya rağmen birtakım olgu­ları değiştirmek nasıl mümkün değilse, hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözünün de zırvanın teki olduğunun açık bir kanıtıdır.

Sosyalist kuramların temelinde tez-antitez çatışması yatar. Cahil gördüğü hal­kı değiştirmeye çalışan aydınların, gün gelip aynı değişim rüzgârına o halkın da kaptlabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmalıdırlar. Fransız İhtilali tekse bu, ihtilallerin de tek olacağı anlamına gelmez. Aynı şekilde kendisini medeniyetin beşiği, demokrasinin savunucusu sanan, ikinci ve üçüncü dünyayı kendisi­ne benzetmeye, değiştirmeye, yaşam poetikasını onlara yedirmeye çalışan tekno­loji devlerinin şunu iyi bilmesi gerekir. Gün gelir karşınızdaki de sizi kendisine benzetmeye çalışır. O açtır, mutsuzdur, tedirgindir, korku doludur.

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Devlet-i Aliyye'nin Demokrasi, Sosyalizm Gibi Davası Yoktur.

 

Bir İmparatorluğun Anatomisi

 

Birkaç gün önce Atatürk Eğitim Enstitüsü'nden çocuklar geldi.Nasıl kalmışlar,bilmiyorum.Kılıç artıkları.Biri müstağribler kervanı'nı ezbere okuyor.Ezberlemiş.''Efendim''dedi.''Reşid Paşa,İngilizler'in Ajanı''dedi.''Peki Cevdet Paşa,Reşid Paşa'yı neden seviyor?

Bir kere şunu kabul etmek gerek.Reşid Paşa,İngiliz burjuvazisinin ajanıdır,demek hem doğru,hem yanlış.Reşid Paşa,Batı'dan dostlar bulduğuna kanidir.Gneç yaşta Fransa'ya giden Reşid Paşa'yı artislerle,ajanlarla istila ettiler ve onu sadrazamlığa hazırladılar.Fransa'ya ve İngiltere'ye büyük bir samimiyetle yanaştı.

Osmanlı ricalinin tabii olan saflıkları,Batı'yı tanımamaları neticesinde oluşmuştur.Tanzimat ricalinin hiçbiri bugün anladığımız manada ajan değildi.Batılı,onlar için dosttu.O sıralarda Osmanlı gençlerinin temas ettiği çevreler,kapitalist çevrelerdi,bürokratik çevrelerdi.Sosyalizm gibi çok önce doğan bir düşünce ile temas kuramazlardı.

Esasen sosyalizmin öteki şekillerinin,Saint Simonculuk,Furyecilik,Proudhonculuk için bir klise yoktur.Marks enternasyonali kurmuş ve Avrupa'nın esasen tanıdığı dili konuşmuştur,kini.

Marksistler ise Ermeniler'dir,Rusla'dır.Çünkü onlar için Osmanlı devrilmeliydi.

Devlet-i Aliyye'nin demokrasi,sosyalizm gibi davası yoktur.Resmi planda devletin sosyalizme,demokrasiye ihtiyacı yoktu.

Cemil Meriç
Devamını Oku »