İngilizler ve Milli Mücadele

..İngilizlerin elinden silah ve cephane kaçırılması da, L. Kinross tarafından aynı eğlenceli üslupla anlatılmaktadır.
Mustafa Kemal’in Mütareke’den sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a Eprimesinden. Samsun’a görevli olarak hareket etmesine kadar geçen 6 aylık süre içindeki temas ve faaliyetleri üzerinde fazlaca durulmamıştır. İngilizlerin Mustafa Kemal’e düşman oldukları, kendisini her zaman takip ettirdikleri, engellemeye çalıştıkları yolundaki alışılmış tezin, bilhassa bu konuda hiçbir delile dayanmadığı anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal’in bu süre içinde Ingilizler ve diğer İtilaf devletleri ilgilileri tarafından herhangi bir takibata maruz bırakıldığı konusunda hiçbir bilgi yoktur. Ali İhsan (Sabis) Paşa gibi İstanbul’a çağrıldıktan sonra İngilizler tarafından tutuklanıp (1 Mart 1919) Malta’ya sevk edilen müşahhas örnekler varken, Mustafa Kemal’in İstanbul safahatı üzerinde daha dikkatli konuşmak lâzımdır.

Mustafa Kemal’in İstanbul’a avdetden bir süre sonra, Şişli’den bir ev tuttuğu (Ermeni madam Kasabyan’ın evi, şimdi müze) bilinmektedir. Bu evin İtalyan işgal kumandanlığının karşısında bulunduğu ise fazla bilinmez. Ömer Kürkçüoğlu, “Mustafa Kemal’in evinde yürüttüğü te-maslara karşısındaki İtalyan kumandanlığının herhangi bir engellemede bulunmaması ilginçtir” diyor. Kinros ise, İtalyan yüksek komiseri Kont Sforsa’nın Mustafa Kemal’le ilişki kurup yardım vaat ettiğini yazmaktadır.108 Nitekim, Mustafa Kemal’in İtalyanlar aracılığı ile İtilaf devletlerinin kararlarından önceden haberdar olabildiği bilinmektedir.

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bulunduğu süre içinde İtilaf devlet-lerinin muharriki olan dünya hükümranı konumundaki İngilizlerle temas kurmuş olabilir miydi? Resmî tarih yazıcılığının böyle bir sorudan şid-detle kaçınması tabiîdir. Buna karşılık, Türkiye’de bütün resmî kişi ve makamların yardımları ile çalışmalarını yürüten ve sonuçta onların tas-vibini alan Lord Kinross bu konu ile ilgili olarak şunları yazmaktadır:

İktidarı elinde tutan Padişahın, Mustafa Kemal'i, kadrosu gitgide daralmakta olan Türk ordusunda önemli bir göreve ataması sözkonusu değildi. Oysa, onun yetkisiz olmaktansa herhangi bir yetkili görevde bulunması, isteklerini, yani Lord Curzon'un çekindiği milli ayaklanmayı gerçekleştirebilmesi için şarttı. Acaba, İtilâf Devletlerinden, hele Osmanlı İmparatorluğundan toprak isteğinde bulunmamış olan İngilizlerden bir mevki koparamaz mıydı? Onlar buradayken elde edilecek bir yetkinin, çekilip gitmelerinden sonra memlekete daha yararlı başka yollarda kullanılabilmesi pekâlâ mümkündü.

Mustafa Kemal, İngilizlerin ağzını dolaylı yoldan aratmaya karar verdi ve aracılığa, tanınmış bir gazeteci olan Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price'ı seçti. Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı. Ward Price de Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti. Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal'i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu. Yanında arkadaşı Refet Bey vardı.

Mustafa Kemal, gazeteciye, ülkesinin savaşa yanlış safta katılmış olduğunu itiraf etti. Türklerin İngilizlerle hiç çatışmamaları gerekirdi. Bunu sırf Enver'in baskısıyla yapmışlardı. Savaşı kaybetmişlerdi. Şimdi bunu çok pahalı ödeyeceklerdi. Anadolu bölünecekti. Mustafa Kemal, Fransızların ülke içine sokulmalarına karşıydı. Halk, belki bir İngiliz yönetimini daha az güçlükle hazmedebilirdi.

'Eğer İngilizler Anadolu'da sorumluluğu üzerlerine almak niyetindeyseler tecrübeli valilere ihtiyaçları olacaktır,' dedi. 'Bu sıfatla yardımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.'

Ward Price, gizli servisteki albaya bu konuşmayı anlattı. Albay bunun üzerinde durmayarak, 'Yakında iş isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak,' dedi.

İngiliz İstihbaratı Millî Mücadele döneminde de çok müessir olmuştur, İngiliz istihbaratının Anadolu’da olup bitenleri bütün ayrıntıları ile takip ettiği anlaşılmaktadır. Araştırmacı diplomat Bilal Şimşir, İngiliz belgelerine dayanarak hazırladığı “Sakarya'dan İzmir e ” adlı kitapta, İngilizlerin Ankara yönetiminin ve ordusunun bütün mahrem bilgilerine sahip olduğunu yazıyor:

İstanbul’daki Müttefik Orduları Başkumandanlığı, 20 Ağustos’tan başlayıp 13 Eylül’e kadar Türk ordusunun sırlarını ayrıntılarıyla ele geçirmişti. Batı ordusunda Türk kuvvetlerine verilen günlük emirler, Türk birliklerinin harekâtı, Batı Cephesi kumandanlığının tutumu vs. geceli gündüzlü, saati saatine, İstanbul’da General Harington’a iletilmişti. İngiltere arşivlerinde bu konuda pek çok şifre telgraf vardır. Türkiye için ölüm kalım savaşı denilebilecek olan Sakarya Meydan Savaşı boyunca en gizli askeri sırların nasıl olup da saati saatine karşı tarafın eline geçmiş olduğu düşündürücüdür.

İngilizlerin Anadolu’daki casus teşkilatı, son derecede gizli haberleri alıp ilgili merkezlere zamanında ulaştırıyordu. TBMM’nin gizli oturumlarında yapılan konuşmalar, Batı cephesi karargâhının gizli emirleri “günü gününe, hatta saat hesabıyla” İngiliz işgal orduları kumandanlığına ulaştırılıyordu.

Bugünün tabiriyle, söylersek: îngilizler Millî Mücadele sırasında cephe dahil, her sahadan “anlık istihbarat akışı” sağlayabiliyorlardı!
Ingiliz istihbaratının, sadece Büyük Taarruz sözkonusu olduğunda, böyleşine bilgileri merkeze ulaştırmaması da ilginçtir. Anadolu’da olup bitenleri gizli Meclis oturumlarından Batı cephesi karargâhının emirlerine kadar takip edebilen İngiliz casus teşkilatının sırf bu harekât konusunda başarısız görünmesi yoruma muhtaçtır. Türk yetkilileri istedikleri zaman bu kadar ayrıntılı ve anlık istihbaratı önleyebildiklerine göre, bunu neden daha önce yapmamışlardır? TBMM’nin gizli oturumlarından bilgi sızdırılması bir dereceye kadar açıklanabilir bir husus olmakla birlikte, ordu karargâhından bilgi sızdırılmasının izahı güçtür, hatta mümkün değildir. Sakarya Savaşı’ndan sonra Yunanlıların netice alamıyacağına kesin kanaat getiren îngilizlerin, Büyük Taarruz’la ilgili harekatın bilgilerinin Yunanlıların eline geçmesini istemediklerinden böyle bir istihbarat akışından kaçınmış olabilir mi, sorusu da akla gelmektedir.

D.Mehmed Doğan - Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

"Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir"

Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz ’dir ’ emrinden sonra, ikinci hedef, halen işgal altında olan İstanbul ve Trakya olmalıydı. Ancak Mustafa Kemal bir süre İzmir’den ayrılmamış, kuvvetleri de İstanbul’a doğru harekette ağır davranmışlardır. Mustafa Kemal, Yunan ordularını İzmir’e kadar süren hareketle gösterdiği tavrını, İstanbul’daki müttefiklere, bilhassa İngilizlere karşı göstermemiş/gösterememiştir.

Bu sıralarda Mustafa Kemal’in ordusuyla İstanbul’a girmesi, İstanbul ile Ankara arasındaki ayrılığın hemen çözümlenmesini gerektirecekti. Bunun İngilizlerce de istenmemesi yüzünden millî kuvvetlerin istanbul’a girmesine karşı tavır almış olmaları muhtemeldir.

Ordusuyla İstanbul’a girmiş bir Mustafa Kemal’in ya işgalcilerle çatanası -bu durumda Padişah ve İstanbul Hükümeti ’nin de ortak hareket ettiği bir cephe oluşacaktır- ya da işgalcilerin tarafsız kalması hâlinde ise İstanbul yönetimiyle meselesini halletmesi gerekiyordu. Bunun kuvvet kullanılarak gerçekleşmesi ise en azından halk psikolojisi açısından olumsuz sonuçlar doğurabilirdi.

Padişahla karşı karşıya gelecek bir Mustafa Kemal’in ya ona bağlılıklarını arz etmesi, ya da ihanetini ileri sürerek tahtından indirmesi veyahut da ortadan kaldırması gerekirdi. Fakat bu raddede Padişah’ın hain olduğunun geniş kitlelere kabul ettirilmesi mümkün değildi. Bu durumda en uygunu Padişah’ın îngilizler eliyle İstanbul’dan uzaklaştırılmasıydı. O sırada Ankara yönetiminin İstanbul’daki temsilcisi olan

Refet Paşa’nın konuyla ilgili mütalaası şöyledir: “Padişahı îngilizler kaçırırsa Türk milleti hiçbir gün Vahideddin ’in bu hareketini affetmeyecektir. Biz tutar ve yakalarsak, bu sefer, millet bizi affetmeyecektir. ”

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Atatürk Devrimleri ve Sonuçları

Cumhuriyet yönetiminin antidemokratikliği birinci derecede laiklikle bağlantılı bir meseledir.Cumhuriyet öncesinde 1. Dünya Savaşı sonrasında yer yer işgale uğrayan Türkiye, kendini savunmak için halkın doğrudan katılımını gerektiren bir mücadele yürütmüştür. Halkın yönetime katılması bu dönemde sonraki yıllarda görülmeyecek seviyeye yükselirştir. 1920’de TBMM’nin Cuma namazından sonra ve dualarla açılması gibi şeklî unsurlar dışında, Meclis içinde yer alan çok sayıda sarıklı milletvekilleri, Müdafaa-yı Hukuk cemiyetlerinin bir çok yerde müftüler ve din adamları öncülüğünde kurulması mücadeleye halkın iştiraki için gerekliydi.

Savaş zaferle neticelendikten sonra yeni Türkiye Devleti Millî Mücadele dönemindeki havayı devam ettirerek “gerçek bir cumhuriyet” ve “demokratik bir yönetim” olabilirdi, öyle olması hâlinde ise, her hâlde “Atatürk devrimleri''' denilen uygulamalar yapılamazdı.

Yeni Türkiye Devleti gerçeklen halka dayanan, onun eğilimleri doğrultusunda hareket eden bir yönetim oluştursaydı, şüphesiz Türkiye yine ve daha aklî şekilde modernleşecekti. Ama bu modernleşme “inkılâp” diye yüceltilen uygulamalar sonucu olmayacaktı.

Doğrudan veya dolaylı olarak dine, dinî kurumlara veya dinî nitelikli sayılan kurumlaşmalara karşı yürütülen hareketler Cumhuriyet kurulduktan sonra ilk on yılın özetidir. Bu yüzden, Cumhuriyetin kuruluş dönemi İstiklâl Mahkemeleriyle fazlasıyla iç içedir.

1923-30 arasında İslam'dan uzaklaşmaya, laikliğe mecbur edilen Türkiye, tabiî olarak şiddete ve İstiklâl Mahkemelerine de mahkûm olmuştur.

Türkiyenin dinî yapısının Lozan Konferansı’nın tamamlanmasının hemen ardından tartışılmaya başlanması ilgi çekicidir. Kâzım Karabekir konunun bu tarafına dikkat çekmektedir. Karabekir, Ankara’da Lozan'dan sonra yeni bir hava esmeye başladığını, İslâmiyetin ilerlemeye engel olduğunun üst kademelerde ve parti toplantılarında seslendirilidiğini belirtmektedir:

"Halk Fırkası ladini ve lâ-ahlakî olmalı imiş! Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi, Almanya tarafında bulunarak mağlup oldukları hâlde, istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış. Medeniyete girmişlermiş. Türkiye, İslâm kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğumuzdan, bize düşman kalacaklarmış? Sulh yapmayacaklarmış! ”

“10 Temmuz 1923 Ankara İstasyonundaki kalem-i mahsus (özel kalem) binasında Fırka nizamnamesini müzakereden sonra, Gazi ile yalnız kalarak hasbihallere başlamıştık. 'Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar ’ dediler. Kendisini Hilafet ve Saltanat makamına layık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde bulunan, din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığınla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahı verdi: ‘Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün delildir, Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Bu suretle kalkınma kolay ve çubuk olur.

Karabekir, Mustafa Kemal Paşa’nın ‘dinî ve ahlâkî inkılâp yapmadan once hiç bir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu prensibi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabilirim’ düşüncesinde olduğunu öne sürer.

Kâzım Karabekir, kendisinin bulunmadığı ve dinin tartışıldığı bir oturum sonrasında görüşmelerle ilgili olarak da şu bilgiyi naklediyor:
“Ben geldiğim zaman müzakere bitmiş; kısmen de dağılmışlardı. Mevcut azadan Tevfik Rüşdü Bey; ‘ben kanaatimi Meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam ’ dedi. Ben de konuştuklarını bilmediğim için sordum:

*Nedir o kanaat?’
“Tevfik Rüşdü Bey ’in solunda ve benim hemen karşımda oturan Mah- mud Esat Bey sert bir cevap verdi:
‘İslâmlığın terakkiye mâni olduğu kanaati ¡..İslâm kaldıkça yüzümüze kimsenin bakamıyacağı kanaati.
“Fethi Bey söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile dedi ki: Evet Karabekir, Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça da, bu halde kalmaya mahkumdurlar! ’

Kâzım Karabekir, o günlerin Ankarasında bu çerçevede ortaya çıkan halkla yönetim farklılaşmasını ortaya koyan şöyle bir örnek veriyor:
“Maarif Vekili Vasıf Bey, sinema gazinosunda rakı istiyor! Ramazan içindeyiz.Garson şu cevabı veriyor;

Ramazana hürmeten polis açıkça içki içmeyi yasak etti. Rakı geti-remem! Bu cevaptan hiddet buyuran bu zat, garsona bir tokat atıyor ve kendisinin Maarif Vekili olduğunu söylüyor. Garsonlar da ona karşı grev yaparak, hiç biri masasına servis yapmıyorlar. Halkın ve garsonların gülümsemeleri ve aşağılayıcı bakışları altında Maarif vekilimiz sıvışıp gidiyor. Başka türlü yolsuzlukların da bazı vekaletlerde vukuu halk arasında çok fena sarsıntılar yapıyordu. Aklı başında olan bir çok kimselerden ayıplamayı duyuyordum: ‘İstiklâl Harbini bunun için mi yaptık’.”

II Ağustos 1923’de İkinci Meclis ilk toplantısını yapar. Fethi Bey Başvekil olur “18 temmuzda İslâmlığın terakkiye mani olduğunu haykıran Fethi Hey ve arkadaşları hu maniayı nasıl ve ne zaman kaldıracak-lardı? Hükümet programıyla mı? Yoksa Gazi nin herhangi bir hamlesiyle mir

Bu arada Kur’an-ı Kerim’in türkçeye çevrilmesi gibi bir takım dinî konular gündeme gelmiştir. Kâzım Paşa, M. Kemal Paşa’nın kendisine şöyle söylediğini yazmaktadır: “-Evet Karabekir, Arapoğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece okutturacağım! Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!”

“Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kur’anı ve Peygamber’i her yerde medh ve sena eden ve hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri beklemek herkese eza veriyordu.”

Kâzım Karabekir Meclis’in açılışından sonra İsmet Paşa ile de bu konuları görüşür.
“18 Temmuzda Teşkilat-1 Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve ar-kadaşlarıyla yaptığımız ‘İslâmlık terakkiye manidir’ münakaşasını ve Gazi 'nin yakın zamana kadar her yerde Islâm dinini, Kur an ı ve Hilafeti medh ve sena ettiği (övdüğü ve yücelttiği) ve hatta pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda hutbe dahi okuduğu hâlde, dün gece heyet-i ilmiye karşısında Peygamberimiz ve Kur 'an ’ımız hakkında hatır ve hayale gelmeyecek biçimde konuştuğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan ’dan yeni geldiği hakkında kanaatin umumî olduğunu da söyledim. ”

İsmet Paşa da, Macarlarla, Bulgarlar’ın aynı saflarda İtilaf devletlerine karşı harp ettikleri ve maytap oldukları halde, istiklâllerini muhafaza etmiş olmalarının Hıristiyan olmalarından kaynaklandığını, Türkiye’yi istiklâl verilmemesinin ise Islâm olmamızdan ileri geldiğini; İslâm kaldıkça müstemlekeci devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklâlimizin daima tehlikede kalacağını söyler. Karabekire gore bu fıkır istibdada yol açacak ve milli birliği bozacaktır. Dışarıda da ‘Türkler Hıristiyan oldular’ diye bütün İslâm âlemini bizden nefret ettireceklerdir..... Öteden beri bir taraftan hükümete ‘Avrupalı oluru Batı hayatını aynen alın, başka kurtuluş yolunuz yoktur" derler, diğer taraftan da arttığımız adımlara çelme takmak için içerde halkı isyanlara teşvik ederler ve İslâm aleminde de ‘Türkler Hıristiyan oluyor' diye aleyhimizde nefretler uyandırırlar. “

Karabekir, İsmet Paşa ile konuyu tartışırken Mustafa Kemal Paşa’nın sükunetle dinlediğini belirtir. “Mustafa Kemal Paşa, Lozan’dan da aldığı hızla, ne iktisat Kongresi‘nin ve ne Heyet-i İlmiyenin hazırladığı programlara ilgi göstermeyerek müthiş bir inkılâp hamlesi teklif etti:”
"Hocaları toptan kaldırmadıkça hiç bir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılâbı yapamazsak, başka hiç bir zaman yapamayız. " Karabekir bu durum karşısında şöyle söyler:

“Peki ama ne olmak istiyorsunuz? dedim. Hıristiyan mı, dinsiz mi? Hiç birine imkân olmamakla beraber her iki yol da, hem tehlikeli hem de geridir! Münevver Hıristiyanlık âlemi ilim zihniyetine daha uygun yeni din esasları araştırırken bizim, onların köhne müessesini benimsemekliğimiz müthiş tehlikesiyle beraber, geri bir hareket olur!"

Kâzım Karabekir'in Türkiye'deki din-islâm karşıtı eğilim ve uygulamaları Lozan’a bağlaması enteresandır: “Lozan bize istibdat ve tehlike göndermesin!” der. Kâzım Karabekir, ertesi yıl. Halk Fırkası’nın bu çerçevede bir teşkilatlanmaya teşebbüs ettiğini, “Lâ-dini ve Lâ-ahlâkî” (din dışı ve ahlâk dışı) kulüp (mahfel)ler oluşturmaya kalkıştığım, 4.6.1924 tarihli bir yazışmaya dayanarak öne sürer. “Yeni Anayasa ya göre, Devletin dini “İslâm ” olarak tescil edildiği halde, Halk Partisi ’nin Anayasa ’ya aykırı olarak kulüpler açması, kanuna ve mantığa uyar bir şey olmadığı gibi, Lâ-dinî ve Lâ-ahlâkî denilmesi kamuoyunu ve halkı hiçe saymaktı ” der.

A.İzzet Paşa da dönemle ilgili müşahedelerinde Kâzım Karabekir’in söylediklerini teyid eder şeyler söylemektedir: ,

Bu kabadayılar milletin mal, can ve ırzına sataşmakta ve faydalanmakta kendilerini haklı buluyorlar, elinde bir memuriyet veya her hangi bir kuvvet bulunan her omuzdaşa çal, çırp, zengin ol, keyf et.. düşüncesini aşılıyorlardı. Bu tavsiyeler üstü kapalı veya örnek gösterilerek yapılıyor, basının kalemleri, devlet adamlarının nutuklarıyla desteklenip onaylanıyordu. Bu gibi rezillikler ve kötülükler dindar bir çevrede yapıl(a)maz. Dolayısıyla gazete sütunlarında, yardakçıların dillerinde dindarlığın delilik, hatta cinayet; veya sadakat, iffet yükselmeye ayak bağı şeklinde gösterilip yorumlanmaya başlandı.” Başbakan İsmet paşa tarafından Rauf Bey ’in sorgusu veya suçlanması münasebetiyle Halk Fırkası ’nda söylenen ve Halife hakkında tehdit içerikli meşhur nutkunda ‘verilen sözler, edilen taahhütler durumun ve zamanın gereklerine göre yok sayılabilir ’ vecizesi söylenmiş; yani sözünde durmak, yeminini tutmak gibi ahlâkî ve kanuni borçlar hükümet adamlarından, belki bütün milletten kaldırılmış ve düşürülmüştür. Bu türlü teorileri yürütmek, her gün değişik şekilleri görülen kötülükleri, özellikle Reisle özel avanesinın düşkün oldukları utanılacak zevk ve sefayı halka yutturmak için, kötülüklerin önleyicisi ve erdemlerin koruyucusu olan dini hükümleri zayıflatmak ve yok etmek gerekiyordu. ”

İzzet Paşa’nın konunun o dönemde algılanışı ile ilgili verdiği örnekler de ilgi çekicidir: “Gazetenin birisinde bir hocanın bir gece Kur’an okumayı Öğretirken suçüstü olarak yakalanıp tutuklandığı anlamına bir yazı gözüme ilişmişti. Bir gazete de ‘Artık Türk milleti kendisini şimdiye kadar ilerlemekten, zevk ve sefadan engelleyen utanmayı kaldırmıştır ’ yolunda bir vecize kullanmıştı.

Vakit gazetesi bir aralık lise öğrencilerine birer makale yazarak idarehanelerine göndermelerini ve düşünce ve üslup olarak zamanımıza, inkılâbımıza en uygun olanlarından üç tanesine değişik ödüller vereceğini ilan etti. Birincilik ödülünü kazanan makalenin konusu şöyleydi: Yazan öğrenci, okulda iyi not alamadığı için babası haftalığını vermemiş, fakat yine öğrencilerden iki kızla randevusu varmış, üzüntülü bir şekilde ne yapacağını düşünürken arkadaşlarından biri evine gelince derdini ona anlatmış. O aralık evde kimse yokmuş, arkadaşının önerisiyle evdeki şiltelerin pamuklarından birer miktar çıkararak pazarda satmışlar. Buluşma yerine gitmişler, fakat kızları bulamamışlar. Onların gelmesini beklemek için dolaşırken, bir kahvehanede kumar oynandığını görerek oraya girmişler ve ellerindeki parayı kaptırıp dışarı çıkınca kızlar önlerine çıkıvermiş, onları da hatırımda kalmayan bir hile ile aldatarak ellerinden kurtulmuşlar

Gazetenin seçici kurulu da modern gençliğin artık böyle düşünüp böyle davranması gerekeceğini övücü bir dille açıklayarak birincilik Ödülünü bu namuskar öğrenciye verdi. Haylazlık, hırsızlık, öğrencileri baştan çıkarmak, kurnazlık ve en son hilekârlık ve vefasızlık ki, bunların her biri dünyanın medeni ve bedevi her milletinin gözünde ayıplanacak iğrenç bir cinayet ve rezalet, bizde ise ayrıcalık ve ödül sebebidir.”

Mete Tunçay, Cumhuriyet’in ilk yıllarında laiklikle halkçılık ilkelerinin çatıştığı görüşündedir. Kemalizmin Altı Okundaki halkçılık ilkesi demokrasiyle aynı değildir. Cumhuriyet halkçılığı, Büyük Fransız ihtilali fikrine has bir anti-monarşizm ve imtiyazlara düşmanlık mânasına gelmektedir, Tunçay, Millî Mücadele’de daha önce başlıyan laikleşmenin geri çevrildiğini, din bağının alabildiğine vurgulandığını belirtmektedir. Birinci TBMM’nde bir tek gayri müslim üye yoktur.” Kamu gelirlerimle azalma da göze alınarak, sırf dini sebeplerle içki yasağı (Men'i Müskirat Kanunu) çıkarılmıştır. Bu dönemde İslâm milliyetçiliği ile siyasal toplumun tutunum (kohezyon) öğesi olarak dinden yararlanılmıştır.”

Tunçay, Cumhuriyet laikliğini Osmanlı İmparatorluğu'nun tersine, yapısal gereği kalmamış bir hareket olarak niteler. Türkiye C'umhuriyeti’nin nüfusu, Osmanlı tebasından çok daha türdeş (homojen) olduğu için, laikliğin, salt kültürel planda, Batı taklitçiliğinden kaynaklandığı düşünülebilir; “hatta bu devrim, Batıya karşın Batıya yaranma gayreti diye yorumlanabilir.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Latin Harfleri Kabulü ve Sonrası

harf-devrimi

İslâmî harflerin okuma yazmayı güçleştirdiği, Latin harflerinin kabulü sırasında en fazla ileri sürülen bir iddia olmuştur. Hatta Mustafa Kemal, bütün vatandaşların bir kaç yıl içinde Latin harfleri sayesinde okur yazar olacaklarını öne sürmüştür.Bir ülkedeki okuma yazma oranının tek başına alfabe ile ilgili olmadığı, Latin harfleri uygulamasından sonra daha iyi anlaşılmıştır. Latin harflerinin kabulündan sonra da Türkiye’de okur yazarlık nisbeti uzun süre büyük yükseliş göstermemiştir. Türkiye’nin ekonomik bakımdan belirli gelişmeler gösterdiği 1950 sonrası ve 1970 sonrasında bütçeden eğitime ayrılan paya paralel olarak okullaşma yaygınlaşmış, öğretmen sayısı artmış ve netice olarak okur yazar nisbetinde de ciddi artışlar sağlanmıştır. Abdülhamid dönemindeki maarif ıslahatının gelişme temposunun sürdürülebilmesi halinde, harf değişikliği olmadan da, hatta daha büyük bir okur yazarlık oranına edişilebileceği öne sürülmektedir.

19. yüzyıldan itibaren kullanılmakta olan alfabenin ıslahı ile birlikte Latin esaslı bir alfabenin faydalı olabileceği yönünde görüşler öne sürülmüş, tartışmalar yapılmış, fakat bu görüşler hiç bir zaman ciddi mânada taraftar bulamamıştır.

İlk devrimler dönemini “Türkiye Devletinin dini din-i islamdır"hükmünü Anayasa'dan çıkararak tamamlayan Tek Parti yönetimi, aynı zamana kadar bir aydın fantezisi olarak tartışılan alfabe değişikliği konusunu da ciddi olarak gündeme getirmiştir. Kısa süren bir hazırlık döneminden sonra 1 Kasım 1928’de Latin harflerine geçilmesi ile ilgili kanun kabul edilmiştir. Kanunun 1. maddesinde “şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut (ekli) cetvelde şekilleri gösteren harfler Türk harfleri ünvanı ve hukuku ile kabul edilmiştir” denilmiştir.

Kanun, 1929 yılı başından itibaren Latin harflerinin kullanılmasını mecburi tutuyordu. Bu sürenin çok kısa olduğu ortadadır. Sovyetler Birliği’nde Türk topluluklarına zorla uygulatılan alfabe değişikliği çok daha uzun bir süre içinde gerçekleştirilmiştir. Bu hızlı değişim, büyük kültürel problemler meydana çıkmasına yol açmış, eski alfabeye karşı olumsuz tutum çok sayıda kitabın imha edilmesine sebebiyet vermiştir. Latin harfleriyle basılmış kitaplardan oluşan bir kütüphaneye de sahip olunmadığı için kültürel planda ciddi bir boşluk yaşanmıştır.

Cumhuriyet’ten sonra uygulanan politikalar sebebiyle, bilhassa Takrir-i Sükun Kanunu uygulamaları sırasında çok sayıda gazete ve süreli yayın kapatılmış, harf inkılabı ile, mevcut gazeteler de okuyucusuz kalmışlardır. Bunu dikkate alan hükümet, gazetelere genel bütçeden yardım etmek üzere kanun çıkarmıştır. Hükümet elinde bulundurduğu bu imkânla, zaten asgarî seviyeye inmiş olan muhalefeti tam mânasıyla ortadan kaldırmıştır.

Harf inkılabı, öne sürüldüğü üzere tamamen aklî ve pragmatik gerekçelerle mi yapılmıştır? Bunun doğrulanması imkânsızdır. Burada akıldan, faydadan çok, dayatmalarla ulaşılabilecek bir sonucun sözkonusu olduğu, kanunun büyük bir hız ve şiddetle uygulanmasından çıkarılabilir. Harf inkılabının temelinde yatan asıl sebep ise, medeniyet değişikliği düşüncesidir. Yazılı kültür bütün toplum için geniş bir ortak hafıza meydana getirmektedir. Bu birikimin yararlanılabilir şekilde kalması, uzun vadede yönetime karşı oluşabilecek aydın ve halk muhalefetini besleyebilirdi. Pozivist bir yaklaşımla, yeni bir toplum için yeni bir hafıza oluşturmak, zihni muhtevayı daraltmak sûretiyle körükörüne bir itaat sağlamak en keskin biçimde harf inkılâbı ve ona dayalı olarak yürütülen dil devrimi ile gerçekleştirilebilirdi.

Harf devrimi. Türkiye’de harf devrimi dayatma ile sonuca ulaştırılmış olmasına rağmen, inkılapçıların arzu ettikleri netice tam olarak gerçekleştirilememiş, toplumun hafızası tam manasıyla silinememiş, değiştirilememiştir.

Bir taraftan sözlü kültüre yatkın olan toplum, kültür birikimini şifahi olarak korumaya devam etmiş, öte yandan, merkezden itilen, kaliteden uzaklaştırılan din; taşrada, köylerde ve yer altında kendini ifade etme yolları bulabilmiştir.

Her şeyden önce pozitivist mantığa göre; “insan üzerinde uygulanan politikaların olabilir” gibi görüldüğü ama yüzde yüz sonuç vermediği bir kere daha anlaşılmıştır.

Kısacası Türkiye, Rusya ve Çin dışında, dünyanın hiçbir toplumunda halkından korkan bir sistem kurulmamıştır.

Artık şükür iyiye doğru gidiyoruz.

Tek başına Saltanatın kaldırılması Osmanlı Devleti’nin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir, Fakat Ankara başkent yapılmadan ve Cumhuriyet ilân edilmeden bu uygulama zeminine oturmamıştır. Hatta Hilafet’le Osmanlılık aynileştiğinden, halifeliğin kaldırması da, bir bakıma Osmanlı Devleti’nin sona erdirilmesi ile ilgili bir uygulamadır. Burada “Cumhuriyet”in en azından halkın katılımını sağlayan bir uygulama olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ancak, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânının en önce ve esasta Osmanlı Devleti’nin sona erdirilmesi ile ilgili bir uygulama olduğu kanaatindeyiz. Çünkü, Cumhuriyet sonrası ile öncesi arasında haklar ve hürriyetler açısından kayda değer bir olumlu değişiklik olmamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra, çeşitli vesilelerle idam edilenlerin, hayatına son verilenlerin sayısı, Millî Mücadele sırasındaki savaş kayıplardan çok fazla olmuştur.

Soyadı kanunu ile lâkap ve unvanların ilgası da Osmanlı kültürünün, değerlerinin ve hatta hiyerarşisinin belli ölçüde devamına karşı uygulamalardır

Osmanlı unvanlarının gelenekten gelen kabullere yaslanması, yeni unvanların ve hiyerarşinin yerine oturmasına engel teşkil etmektedir. Lâkap ve unvanlar ilga edilip, “soyadı” uygulamasına geçilerek sosyal hayatta direnen bir Osmanlılık unsuru ortadan kaldırılmak istenmiştir. Burada soyadı kanununun gerçek değil, sun’i bir soyadı uygulaması getirdiği hatırlanmalıdır. Bir çok aile (yani soy) adlarının alınması baştan yasaklanmıştır. Bu durumda gerçek soyadları yerine, nüfus memurlarının uygun bulduğu, tevzi etiği sun’i soyadları ile yeni bir soy tarihi başlamış olmaktadır.

Soyadı kanunu, aynı zamanda Mustafa Kemal’in Osmanlı ve Islâm adlandırmalarından kurtulmasına imkân hazırlayan bir düzenlemedir. Mustafa Kemal, Osmanlı döneminde mirliva/tuğgeneral olmuş, böylece “paşa" unvanını kullanmaya hak kazanmıştı. Mustafa Kemal’in resim unvanları çok önemsediği, yakınında bulunmuş Rauf Bey ve Kâzım Karabekir gibi kişiler tarafından da belirtilmektedir. '
Türkiye’de İslamiyet resmen Atatürk Döneminde de yasaklanmamıştır.Fakat din ve vicdan hürriyetinin tek parti döneminde baskı altında tutulduğu bilinmektedir.Bu dönemde,her seviyede din-i tedrisat da men edilmiştir.Bu yüzden ancak gizli-örtülü bir dini öğretim söz konusu olabilmiştir

Kemalistlerin bu gizli tedrisata karşı oluşturdukları tepki, resmen dini tedrisata izin verildikten sonra, izinli tedrisata (imam hatip okullarına ve Kur'an kurslarına) karşı da yöneltilmiştir. Hem din ve vicdan hürriyetinin varlığından söz etmek, hem de din Öğretimini mahkûm etmek,kemalizmin çift kişilikliğinin göstergelerindendir. İslâmiyetin gizli, herkese açıklanmayan bir tarafı olmadığından, İslâm dininin gizli öğretilmesi ihtiyacı da bulunmamaktadır. Fakat bugüne kadar anayasalardan yönetmeliklere kadar hiçbir mevzuatta,İslamiyetin şu kısımların öğretilmesi yasaktır,şu ahkamının bilinmemesi lazımdır gibi hükümler yer almamıştır. Buna rağmen resmi denetim altında öğretim yapan imam yer almamıştır...

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Kemalizmin Hedefi ve Atatürk'ün Kabri

ataturkun-kabri

Kemalizm, hedef olarak dini ve dinî kurumlan seçtiğinden, iştigal alanı bu olduğundan, kendisi toplumda daralttığı kutsallık alanına yerleşmiştir. Mustafa Kemal, türbeleri kapatmış, fakat Türkiye’de bütün zamanların en büyük türbesi (adı türbe olmaksızın, mozole denilmesi tercih ediliyor) onun adına yapılmıştır. Hiç bir Osmanlı sultanının mezarı, Türkiye’nin ilk cumhurreisinin mezarıyla kıyaslanamaz. Belki de Anıtkabir’in alanına altı yüz yıl boyunca saltanat sürmüş bütün Osmanlı sultanlarının türbelerinin sığması mümkündür. Ayrıca, Osmanlı sultanlarının türbeleri etrafında, hiç bir zaman bugün olduğu gibi teşrifatlı bir geliştirilmemiştir.

Osmanlı sultanları türbelerinde genellikle yalnız değildirler. Bir çoğu kardeşleriyle, çocuklarıyla, eşleriyle birlikte yatarlar. Mustafa Kemal Anıtkabir’de yalnız bırakılmıştır. Hatta çevresine başka ölülerin gömülmesi, ayrı bir devlet mezarlığı kurularak önlenmiştir. 1960 darbesinden sonra darbenin lideri ve sonradan cumhurbaşkanı olan-Cemal Gürsel ve bazı “şehid’ler Anıtkabir bahçesine gönülmüşken, bunlar 1980’den sonra sökülüp atılmıştır.

Türbe ziyareti bir gerilik belirtisi olarak kabul edilmiş ve tek parti döneminde tamamen yasaklanmış, fakat Atatürk’ün kabri, Türkiye Cumhuriyeti’nin protokoller ziyaret yeri haline getirilmiştir. Yerli yabancı protokolde yeri olan herkes Anıtkabiri ziyarete mecbur edilmiş, ziyaret etmeyenler şiddetli tepkilere maruz bırakılmıştır.
Ölülerden yardım istemeyi kınayan Mustafa Kemal’in mezar bir süre sonra dilek dileyenlerin, şikayette bulunanların kapısı haline gelmiştir. Hatta, mezarından başka bir nevi “makam”ı sayılan heykelleri bile aynı maksatla ziyaret edilir olmuştur.Müsbet ilim mensupları,hukukçular,üniverste,öğretim elemanları,doktorlar cübbeleriyle; Ankaradaysalar Anıtkabir’e, Başkent dışındaysalar büyük heykellere toplu ziyaretler ve şikayetler yapmışlardır.

Kemalizm,İslam Dini’ni hayattan tecrit etmek için çeşitli uygulamalara başvururken,ona alternatif kurumlar üretmeye çalışmıştır. Mesela,cami ve tekkelere karşı Halkevleri kurulmuştur.Toplumun sosyal hayatında önemli yer iştigal eden bayram gibi dini-islâmi kurumlara karşı millî bayramlar ikame edilmeye çalışılmıştır. Murada bilhassa geleneklerin tesirine henüz girmemiş ve etkilenmesi kolay çocuklara ve gençlere yönelik bayramlar ihdas edilmesi üzerinde düşünmek lazımdır.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Menemen Vak'ası Sonrası

Menemen Vak’ası, ülkeyi yönetenlerin yönetim tarzı, halka, dindarlara, basın ve yayın araçlarına bakışları konusunda çok ilgi çekici ipuçları vermektedir. Bizzat M. Kemal Paşa, halkın gözünün korkutulması için mahkûm olanların birer ikişer tecziye edilmesi, hepsinin nihayete bırakılmaması gerektiğini söylemekte ve cezalandırılmayan halkın sürülmesini istemektedir. Çünkü hadiseye karışsın karışmasın bütün halk suçludur.

Bazı gazeteler yayınlarıyla hükümetin korkulacak bir şey olmadığını telkin etmişler böylece muhaliflere cesaret vermişlerdir. Hükümetin korkulması gereken bir şey olarak kabul edilmesi enteresandır. Hükümetin korkulacak bir şey olmadığı intibaı uyanmasına yol açan gazeteciler, Divan-ı Harbe çıkarılmalı, cezalandırılmasalar bile korkutulmalıdırlar. “Hiç bir şey yapılmasa bile Divanıharpte sorguya çekmek lâzımdır.” M. Kemal Paşa, “hürriyet asrında mevkute sahiplerinin yerleri mahpesler değildir” sözlerine de takılmaktadır.
Kadınların dine yönelişleri de yöneticileri rahatsız etmektedir. Kadın hakları konusunda büyük yenilikler yapmak iddiasında olan cumhuriyet yönetiminin, kadınların eğilimleri konusunda sınırlayıcı olduğu görülmektedir. Bu noktada Mustafa Kemal’in bir talimat sayılabilecek sözü şöyledir:

"Bunlara müsamaha etmek doğru değildir. Kumandanlar bilmelidirler ki bu tarikat yok edilecektir, siyasî irtibat aranacaktır.”

Gazi Paşa’nın hitap ettiği komutanların da aynı fikirde olduğu Kâzım Paşa’nın “Bu tarikat muzır bir yılandır, mahvedilmelidir.” ve İsmet Paşa’nın “Başkumandana seferde idam selahiyeti verileceği Teşkilat-ı Esasiyeye girmelidir. Bunda idam cezası Meclise aittir” sözlerinden anlaşılmaktadır. '

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Atatürk Cumhuriyetçidir, Fakat Onun Cumhuriyeti Demokrasiyi Öngörmez

Atatürk’le ilgili birinci elden otantik bir belge niteliğinde olan Nutuk incelenirse, görülecektir ki, Atatürk cumhuriyetçidir, fakat onun cumhuriyeti demokrasiyi öngörmez ve bu kelimeyi Atatürk Nutuk un hiçbir yerinde telaffuz etmez. Atatürk için çok genel bir halk tasvibi daha sonra yapılacaklar için yeterlidir. Nitekim, daha Lozan müzakereler» tamanlanmamışken, içinde “İkinci grup” olarak adlandırılan muhalif unsurları ihtiva eden Millî Mücadele Meclis’ini dağıtıp, Lozan'ı tasdik edecek bir yapıda yeni bir Meclis oluşturmaya karar verdiğinde, kendi başkanlığında bir seçim komitesi oluşturur. Bu komitenin ilk toplantısında ilk teklifi “millet bana güvenoyu versin ve meb’usların seçimini bana bıraksın’olur.Yapılanları halka tasdik ettirmek veya halkın tasvib ettiğini yapıyor görünmenin siyaset literatüründeki adı bonapartcılık;bonapartizmdir,

Mustafa Kemal Nutuk’da “Şekl-i hükümet cumhuriyettir Fakat hükümetin yalnız adını değiştirmek hiç bir fayda temin etmez... Amerika ’da yirmi kadar memleket vardır ki hepsinin ismi de cumhuriyettir, irsi bir hükümdar yerine, zorla riyaseticumhura çıkmış bir mütegallibe görürüz. Reisicumhur namını taşıyan müstebit, keyfemayeşa idare-i hükümet eder. Bir hükümdar-ı mutlak gibi keyif ve hevesinden başka kanun tanımaz ” diye yazan gazeteci Hüseyin Cahit’i şiddetle eleştirir. Hüseyin Cahit (Yalçın) İstiklâl Mahkemesine çıkmaktan, meslekten men edilmekteâ, sürgün cezasına çarptırılmaktan kurtulamaz.

Kemalistler cumhuriyeti demokrasi ile karıştırmakta böylece, demokrasinin sadece cumhuriyetle mümkün olduğunu vurgulamaktadırlar. Cumhuriyet’ten önce Türkiye’de demokrasinin olmadığını söylemek kolaydır. Bunu kolayca söyleyenlerin, Cumhuriyetin demokrasi getirdiğini söylemekte aynı kolaylığa sahip olduklarını sanmıyoruz. Halbuki cumhuriyet demokrasi ile özdeş değildir. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere bir krallıktır. Buna karşılık, adında “demokratik”, “halk” vb. kelimeler bulunan bir çok devletin demokrasiyle hiç bir ilgisi olmadığı ortadadır. İsimle mesele çözmek mümkün değildir, asıl gösterge, uygulamadır.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

İnsan Üstü Bir Liderlik Anlayışı; Atatürkçülük

Atatürk demokratik gereklere uymak için değil, diktatör görüntüsü vermemek ve teşkilatlı bir siyasetin sağladığı imkânlardan dolayı kurullara, kuruluşlara önem vermiş, bunun için kongre, Heyet-i temsiliye, Millet Meclisi ve siyasi parti teşkil etmiştir. Fakat sistemi içinde başka grup ve partilerin muhalefetine yer vermemiştir. Lider, onun partisi, halk için gereken her şeyi yaptığından, muhalefete ihtiyaç yoktur. Bu sistemde muhalefetin yapabileceği bölücülük ve bozgunculuktan başka bir şey olamaz.

Atatürkçülük, Atatürk’ün sağlığından itibaren tam bir lidere tapınmaya dönüşmüştür. Lideri ululamak-yüceltmek için kullanılan sıfatlara bakılırsa takipçilerinin, gücü geniş bir alanı kuşatan böyle fevkalbeşer/insanüstü bir liderin ardından her hangi bir şey yapmaları, varlık göstermeleri mümkün değildir (gerekli de değildir, çünkü lider en mükemmelini  yapmıştır). Mustafa Kemal’in ilk sıfatları kurtarıcılıkla ilgili olanlardır:

Halaskar, müncî. Daha sonra bu iki osmanlıca sıfatın yerine “kurtarıcı” denilmişir. Öncekiler “ulu” (Ulu Müncî), “âzam” (Müncii âzam) sıfatı ile kullanılırken, sonuncusu “büyük-yüce” sıfatlarıyla kullanılır olmuştur.
Daha sonra, “bânî”sıfatı gelmektedir. Bu da “kurucu” demektir. Mustafa Kemal’in devlet kuruculuğu bu sıfatla anlatılmaktadır.

Mustafa Kemal kurtarıp kurduktan sonra tabiî olarak liderlik, önderlik sıfatlarıyla öne çıkmıştır. Bu seriden “şef’ sıfatını da unutmamak lâzımdır. Önder “büyük, yüce, ulu” gibi sıfatlarla birlikte kullanılmaktadır. Şef ise -daha sonra bir de millî şef olduğundan- “ebedî” (sonsuz) sıfatıyla birlikte kullanılmaktadır. Önderlik kurumu, hamiliği (koruyuculuğu), mürşitliği (yol göstericiliği), mürebbiliği (eğiticiliği-yetiştiriciliği), vasiliği (denetleyiciliği) beraberinde getirmektedir. Bunları “dâhi” sıfatı tamamlamaktadır. Mustafa Kemal’in çok alandaki önderliği, millî eğitim camiasında “baş-öğretmen”, tarım bürokrasisinde “baş-çiftçi” olarak anılarak vurgulanmaktadır. .

Bu topraklar üzerinde otoriter devlet anlayışına sahip bir tarih yaşanmıştır. Devlet bu anlayışa göre Allah için, din içindi. Bu yüzden devlet kudsiyet/kutsallık taşıyordu. Devlet halkından, tebasından sorumluydu. «İyiyi emretmek, kötülükten uzak tutmak» (emr-i bil’maruf, nehy-i anil münker) vazifelerinin başında geliyordu. Bu durum, devlete, insanların şahsiyet haklan dışında geniş bir müdahale alanı bırakıyordu.

Bu devlette, devletin hedefleriyle halkın amaçlan arasında bir ayırımı yoktu, ya da olamazdı. O yüzden devlet içinde menfaate, inanca ve düşünceye dayanan iktidar gruplaşmalarına yer verilmemişti.

1923’te resmen bu devlet anlayışı terk edildi. Seçimli bir yönetimi öngören, Hakkın emirleri de sözkonusu olsa halkın iradesini esas alan bir yönetim sisteminin temelleri atıldı. Uygulamaya bakarak bu temellerin 1950’lere kadar sadece kağıt üzerinde kaldığını söylemek yanlış olmaz. 1950 öncesinde yaşanan, totaliter, otoriter ve hatta diktatörce bir yönetimdi. Tarihen yaşadığımız totaliter, otoriter devletten farklı tarafı, kutsallığın halk adına devlete, bir veya daha fazla yöneticiye atfedilmesiydi. Osmanlılarda devlet, amacı itibarıyla kudsiyet taşıyordu. Cumhuriyet döneminde ise devlet bizzat kutsallığın kaynağı sayıldı.

Oysa «demokrasi»nin sözkonusu olduğu bir yerde, «devletin kutsallığından söz etmek anlamsızdır. Halk ve halkın oyu önemlidir. Devletin müdahale alanı demokratik sistemde asgarîye indirilmiştir. Hatta demokrasinin beşiği olan ülkelerde «en iyi yönetim, insanlara en az karışanıdır» prensibi caridir.

Bundan ötürü, demokrasinin demokrasi olması için menfaat gruplarının, inanç ve fikirlerin kurumlaşmasına karışılmaması gerekmektedir. Mesela sendikalaşma, partileşme üzerindeki müdahaleci zihniyete son verilmesi icab eder. En önemlisi dinin, yönetimden bağımsız kurumlaşmasının kabul edilmesi gerekir.

Türkiye’de ise «işine geldiği zaman demokrasi, aklı kesmediği zaman kutsal devlet» denilmektedir. Bu ise, sistemin çifte kişilikliliğinin devamından başka bir şey değildir.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Nutuk: Büyük Müdafaaname veya İthamname

1926’da büyük temizlik gerçekleştirildikten yaklaşık bir sene sonra, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 2. kongresi yapıldı. 1923’te resmen kurulan partinin kongresi nizamnamesinde (tüzüğünde) her yıl toplanmasına dair hüküm bulunmasına rağmen, toplanmamıştı. 1927 kongresinin 2. Kongre olarak ilânının sebebi, itibarî olarak Sivas Kogresi’nin ilk kongre sayılması idi!

Bu kongre. CHP ve Cumhuriyet tarihinde, tek parti idaresinin tanımlanması açısından büyük önem taşımaktadır. CHP tüzüğüne göre, kongrenin işlerinden biri de Genel Başkan seçmekti. 1927 yılına kadar, tüzüğe rağmen genel kurul toplanmamış, genel başkan da seçilmemişti. Parti, kurucular heyeti yönetimi ve genel başkanı tarafından yönetiliyordu. Bu kongrede seçim yapılacağına, tüzük hükmü değiştirildi. Tüzük değişikliği ile, partinin değişmez genel başkanının, partinin kurucusu olan Gazi olduğu hükme bağlandı. Böylece parti başkanı tüzük değişikliğiyle tayin edilmiş oldu! Tüzüğün ilk altı maddesinin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği de hükme bağlanmış ve kongre genel başkan seçme yetkisinden ebediyyen vazgeçmişti!

Mustafa Kemal, bu kongre vesilesiyle meşhur nutkunu okudu. Milli Mücadeleden sonra, gerçek veya hayalî düşmanlara, rakiplerine karşı iç mücadeleyi de kazanmış, ipleri tamamen eline almış bir lider konumunda, olup bitenleri kendi zaviyesinden açıklayan uzun bir metinle kürsüdeydi.

Bu Nutuk, Türkiye cumhuriyeti tarihçilerinin en çok dayandıkları, atıfta bulundukları kaynak bir metindir. “Mustafa Kemal, Nutuk’da ve diğer dokümanlarda âdeta kendi tarihini kendisi yazmaktadır. Bu aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyet tarihi olmaktadır. Mustafa Kemal’in devletin oluşumunda kendine verdiği merkezî yer, onun yapıp ettikleri kendisi tarafından ideoloji olarak adlandırılsın veya adlandırılmasın, tam bir ideoloji ortaya koymuştur. Halefeleri de bunu böyle, yani doğru anlamışlardır.”

Nutuk esas itibarıyla, 1919-1926 yıllan arasındaki dönemin Mustafa Kemal’in gözüyle, tanımlamalarıyla anlatılması ve bilhassa kendi rolünün ortaya konulması şeklinde temellendirilmiş bir metindir. Mustafa Kemal Millî Mücadele’yi anlatırken, Mücadele’nin diğer önemli aktörlerinin eleştirisini ön plana çıkarır. Millî Mücadele’de beraber yola çıktığı,iş ve kader birliği yaptığı arkadaşlarının çoğu hakkında isim zikrederek «önadlarda bulunur, hatta bazılarını zaman zaman ihanetle itham etmekten kaçınmaz. (Buna rağmen birkaç yıl sonra, bu şahıslardan bazılarını, Ali Fuat Paşa Refet Bele gibi, milletvekili olarak sistemin içinde almıştır).

Nutuk büyük temizlik harekatından (izmik Suikasdi dâvası) bir yıl sonra okunan bir metin olarak, 1926 daki fiillerin haklılığını isbat etmeye ağırlık vermektedir. E.J. Zürcher’e göre, Nutuk’u kaynak olarak kullanan tarihçi ve biyografi yazarlarının hiçbiri Nutuk’un bu niteliğinin farkında olmamışlardır.

Dönemin ünlü yazarlarından, Atatürk’ün Çankaya sofrası müdavimle-rinden F. Rıfkı Atay, tarihçileri hükümlerinde daha serbest bırakmak için M Kemal in bu Nutuk’u hiç yazmaması gerektiğini ifade etmektedir. Mustafa Kemal 1923-1925 dönemindeki hadiselere hayli geniş yer vermiş olmakla birlikte, İzmir Suikasdi’nden hemen hiç bahsetmemektedir. Suikast ve dâvalara Nutuk’un sonunda çok kısa bir pasajda ancak yer verilmektedir.*

Nutuk, M Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsuna çıkışını ve o sıradaki durumu tasviri ile başlar. Bu anlatımda Millî Mücadele’nin başlangıcı onun Samsun’a çıkışı olmaktadır. Oysa, Mücadele’nin ihmal edilmemesi gereken bir evveliyatı vardır. Mondros Mütarekesi 30 Ekim I918de imzalanmıştır. Bu tarihten itibaren yapılanları bir tarafa bırakalım, mağlubiyet ihtimali güçlenince, nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği üzerinde düşünülmüştür. Başkumandanlık, Harbiye Nezareti, Erkân-ı Harbiye (Genelkurmay) ve gizli teşkilat Teşkilat-ı Mahsusa tarafından belirli çalışmalar yapılmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması, çıktıktan sonra sürdürülen çalışmalarla ilgili altyapı bu planlamanın dışında sayılamaz.

İzmir’in işgalinden itibaren ortaya çıkan mukavemet, Kuva-yı Milliye hareketi, elbette yok sayılamaz. Nitekim, Sivas Kongresi’nde Ali Fuat Paşa Kuva-yı Milliye Umum Kumandanı yapılmıştır.

Nutuk’taki tek aktörlü Millî Mücadele anlatımı, mücadelenin önde gelen şahsiyetleri tarafından haklı tenkitlere konu olmuştur. Kâzım Karabekir Nutuk’a cevap mahiyetinde İstiklâl Harbimizin Esasları isimli eserini yazmış, fakat kitap yayınlanmadan matbaada el konularak imha edilmiştir (1933). Kâzım Karabekir, daha sonra elindeki malzeme ile kitabı yeniden hazırlamış ve ancak ölümünden sonra, 1951’de yayınlanabilmiş ir. Paşa’nın vesikalara dayanan geniş hacimli İstiklâl Harbimiz 1 isimli kitabı da 1960’ta ilk defa yayınlandığında takibata uğramaktan kurtulamamıştır.

Kâzım Karabekir, 1942 yılında Ankara Üniversitesinin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bünyesinde kurulan Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü’nün başkanı Enver Ziya Karal’ın Türkiye Cumhuriyeti Tarihi kitabına da itiraz etmiştir. Maarif Vekili Haşan Ali Yücel’in makamında 27 Mart 1945’te cereyan eden hadisede Kâzım Karabekir Paşa, Enver Ziya Karal’m yazdığı kitaba esas kaynak olarak ‘Nutuk’u almasını eleştirmiştir. Karabekir, Nutuk'un tarafgirane bir metin olduğunu, yakılan kırk kitabı içinde bulunan “Nutuk’un hata ve sevap cetveli”nde Nutuk’taki yanlışları tek tek gösterdiğini belirtmiş, inkılâp tarihinin seyrinde büyük rolü olan birçok şahsiyetin emeklerin yok sayıldığını vurgulamıştır.

Daha sonraki inkılâp/devrim tarihi kitaplarının anası olan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi'nin yazan Karal, Kâzım Karabekir’in eleştirilerine cevap verirken üzerinde durduğu iki nokta önemlidir. Birincisi, bu kitabın bir devlet tarihi olduğudur. Devlet tarihinde olaylar devlet başkanları etrafında toplanır. Bu bütün devlet tarihlerinde göze çarpan bir gerçektir. Klasik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarının saymak mümkün değildir. Karal’ın, Karabekir’in tarih kritiğine yer verilmemesi itirazına cevabı da, ders kitabında tarih kritiğine yer verilmeyeceği şeklindedir!

Nutuk’un, Mustafa Kemal’in şahsî tarihi gibi algılanmasının gerçekçi temelleri var. Millî Mücadele’de, sadece Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmadı. Düşmanla karşı karşıya olan Batı Anadolu’da da çok sayıda kuruluş meydana getirildi, kongreler toplandı, düşmana sivil cevaplar,askerî cevaplar vermek için çaba sarfedildi. Nutuk’da bu konular üstünkörü geçilir. Bilhassa Balıkesir ve Alaşehir kongreleri önemlidir. Bunlardan bir cümle ile dahi bahsedilmez!

İlk Balıkesir Kongresi Erzurum’dan bir ay önce, 28 Haziran 1919’da toplanmış, Heyet-i Merkeziye reisliğine Hacim Muhiddin (Çarıklı) Bey seçilmiştir. Düzenlenmesinde Hacım Muhiddin Bey’in de, rolü olan Alaşehir Kongresi ise, 16 ağustosta başlamıştır. M. Kemal Paşa o sırada Erzurum'dadır ve İstanbul’u iknaya çalışmaktadır. Hacim Muhiddin Bey, Nutuk’u dinledikten sonra, “Kurtuluş savaşının gerçek tarihi yazıldığında bizim de bu tarihte yerimiz olacaktır. Hakkımız olan yeri alacağız” demiş.

Atatürkçülüğünü sık sık vurgulayan tarihçi Cemal Kutay, Millî Mücadele tarihinin Nutuk’un eksikleri tamamlayarak yazılmamasından ötürü tartışmaların sürdüğünü, kendisinin buna teşebbüs ettiğini fakat “yazdıklarım nedeniyle sonsuz bir münakaşa çıkmasından ve inandığımız kıymetlerin iflasa sürüklenmesinden endişe ettim. Atatürk’ün o kadar düşmanı var ki. Onlara malzeme vermek istemedim. Çünkü benim damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar” diyerek vaz geçme sebebini açıklamaktadır.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Türbeden Mozoleye Anıtkabir

Türbeden Mozoleye Anıtkabir

Anıtkabir’in mimarisine, büyüklüğüne, ihtişamına bakılarak anıtmezarı aşan bir yapı tasarlandığı görülebilmektedir. Esas mekânın ABD’nin ilk başkanı George Washington kabrinin örnek alındığı iddialarına hak verdirecek bir görünüşü vardır. Elbette Washington’un kabri Anıtkabir yanında hayli mütevazı bir yapıdır. Binanın tepesinde, yükseklik sağlayan Washington’un kabrindekine benzer çıkıntı gerçekleştirilemeyince, yapı Pantheon veya Partenon’a daha fazla benzemiştir. Pantheon, çok Tanrılı eski Yunanda Tanrıları adına yapılan tapınaktır.Sonradan,büyük şahsiyetlerin gömüldüğü binalar böyle anılmıştır.Fransızların pantheonu Saint enevieve adına inşa edilen kilisedir.İngilizlerin ise Westminster Abeyi(manastırı)dır.Merhum Sanat Tarihçimiz Celal Esat Arseven ‘Türklerde pantheon yapmak adet değildir’ diyor.

Anıtkabir mezar mimarimizin dışında başka bir geleneğe dayanan bir yapıdır.Türklerin mezar mimarisi ‘kümbet’ ve ‘türbe’ ile yüzyılımıza kadar gelmiş ve gerçekten ‘ölüm mimarisi’ olarak bütün dünyanın ilgisini kmiştir.Tarihimizde çok büyük şahsiyetler gelmiş geçmiş ve çok türbeler,anıtmezarlar,anıtkabirler yapılmıştır.Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in Türkmenistan Merv’deki türbesi,Moğollar bütün gayretlerine rağmen yıkamadıkları için günümüze kadar gelmiştir.Orta Asyada Ahmed Yesevi’nin,Timur’un türbeleri ihtişamlarıyla dikkati çekerler.Anadolu’daki büyük türbeler,anıtmezarlar bilinmez değildir.

Bu noktadan bakılırsa, ölüm kültürü mezar-kültürü yönünden batıdan alacağımız bir şey yoktu. Niye buna rağmen Mozole ağır basmıştır? Anıtkabir inşa edilirken türbeler kapalı olduğu için mi? Belki de onlarla karışmasın diye “mozole” tercih edildi’

Anıtkabir neden bir “türbe" olmadı /.Çünkü türbe mabed-tapınak gibi tasarlanamaz. Türbe, faniler için yapılır, ölüm mimarisi her şeye rağmen, tevazu gerektirir. Devrinde cihan padişahı olarak anılan K. Süleyman’ın kabrinde bile bu hissettirilir.Türbelerde Huvelbaki/Sadece Allah kalıcıdır” ibaresi bir yerlere nakşedilmiştir.Türbe ziyareti, o faniye duayı, Fatihayı çağrıştırır Oysa., Maussolas ınki dahil bütün mozolelerde “ben ölmedim”, “o ölmedi-ölmez” edası hıssedılir Mısır'da Fravun mezarlarının bulunduğu ehramlar böyledır, Adıyaman da dağdaki Nemrut mezarı böyledir.

Şartnamede, binanın temsılıyeti açısından Atatürk'ün çok yönlü şahsiyetine dikkat çekilmektedir M Kemal Pasa nın asker kişiliği, devlet adamlığı ve siyasî kimliği, dünyaca malümdur. Fakat ilim adamı, büyük mütefekkir olduğu yönündeki ifadeler daha önceki yönleri yanında zikri gerekmeyecek şeylerdir.Fakat, bina bu tanımlara göre değil, asıl sona bırakılmış olan “yapıcı” ve “yaratıcı” kelimelerininin ifade alanına göre tasarlanmıştır. “Yapıcı” ve “yaratıcı” kelimeleri izaha muhtaçtır. Yapıcılık belki, bayındırlıkla ilgili bir kavramdır. Daha genel olarak bir yapıcılık sözkonusu olabilir, Peki “yaratıcılık"? Bunun izahı zordur.İşte Anıtkabir i bir kült merkezi olarak tasarlamanın asıl sebebi bu olmalıdır insanüstü, tanrısal bir kişilik soz konusudur. Ona lâyık yapı Örnekleri ancak geçmiş çağlarda tanrı veya yan tanrı addedilen kişilere atfedilen mutantan binalar olabilir...

Mustafa Kemal için Türk mimarisi esas alınarak bir yapı inşa edilse idi, elbette bu millî bir âbide olurdu. Fakat bu millî yapıdan kaçınılması için çok önemli bir sebep vardı: O zaman bir türbe yapılırdı ve bu İslâmî çağrıştırırdı! Bu da o zamanın yöneticilerinin laiklik anlayışına uymazdı!

 
“Anıtkabir”, şekil olarak olmasa da, muteva olarak bir “türbe”dir. Fakat türbe kelimesinin dinî-islâmı çağrışımından kaçınmak için resmen, pagan dönemlere ait bir adlandırma ile “mozole” denilmesi tercih edilmektedir. “Mozole”, Karya kıralı Mouseleus’un adından gelmektedir. Kısaca, bir dinî mekân adından kaçınılırken, başka bir dinî mekân adı seçilmiş olmaktadır.

 
İslâm’da türbeler kesinlikle ibadet yeri değildir. Fakat putperest dinlerde mezarlar, mozoleler ibadet yeridir. Çünkü orada mabud, ilah, “tanrı” yatar!
Objektif bir bakış, Anıtkabir'in böyle bir maksatla kullanıldığım kolaylıkla fark eder. Orada icra edilen fiiller, dikkatle incelenirse, huşu gerektiren dinî ritüellerden farksızdır.

Devasa alanın dışından içine girişin tâbi olduğu kurallar yanında, bir mezarı çok aşan geniş bir mekân olarak tasarlanmış bulunan asıl alan (harim) içinde de bir çok kaideler sözkonusudur. Mezarı temsil eden “katafalk”ın önünde çelenk konulmak için düzenlenmiş olan kısmın, eski putperest mabedlerin sunakları ile benzerliğini görmemek mümkün değildir.

 
“Mozole”de kurallara uygun olarak saygı duruşunda bulunan protokol, eskiden harimin içindeki kürsü üstünde olan, şimdi ise avludaki Misak-ı Milli kulesinde muhafaza edilen deftere hissiyatlarını, bir tanrıya arz-ı hal mahiyetinde yazar. Bunu ifade ederken asla abartmıyoruz: Pozitvist bir bakışla, Anıtkabir de icra edilen ritüellerin, hele de protokol defterine yazılanların izahı kesinlikle mümkün değildir.

Anıt mezarın adına inşa edildiği Atatürk’ün bu deftere yazılanlardan haberdar olması, hele hele gereğini yapması elbette mümkün değildir. Buna rağmen, bu deftere neden böyle ibareler yazılmaktadır?

 
Aslında Anıtkabir bir “devlet mabedi”dir ve buraya gelenler devlete bağlıklarını “dinî/kutsal” bir atmosferde ifade etmektedir ve deftere yazılan ibareler de devlete yazılmaktadır. Buradaki metinler Atatürk’e sadakatten çok devlete, devletin ideolojisine/dinine sadakat ifadesinden başka bir şey değildir.

Türkiye Devleti’nin 1928’den beri görünüşte dini yoktur. Bu yokluğun şeklen olduğunu söyleyebiliriz. Çünki,1928’e kadar “devlet dini” hükmünün bulunduğu Anayasa’nın 2. maddesi 1937 yılında “Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere, “din”in yerine “ideoloji” konulmuştur. Dine yüklenen fonksiyon, ideolojiye yüklenmek istenmiştir. Islâmın beş şartının yerine, devletin altı oku ikame edilmiştir!

“Altı ok”un alelade bir Anayasa hükmü olmadığı görüşmeler sırasında sarfedilen sözlerden kolaylıkla çıkarılabilir. Bakın Anayasa Komisyonu başkanı, sonradan başbakan olan Şemseddin Günaltay ne söylüyor: “Bugün Anayasaya koyduğumuz bu ilkeler aleyhine hiç kimse her hangi bir düşünce açıklayamayacaktır. ”

Yine daha sonra başbakan olan Recep Peker’in görüşmeler sırasında söylediği şu söz nasıl yorumlanabilir: “Bu esaslar Meclis tarafından kabul edilince artık, sosyal, kültürel ve siyasal alanda hiçbir kişi ya da topluluk aykırı bir davranışta bulunmayacaktır! ”

Bu Anayasa hükmü bizzat koyanlar tarafından düpedüz nas, dogma olarak görülmektedir. Bu itibarla, mutlaka uyulması gerekmektedir, her hangi bir şekilde yorumlanması ve elbette değiştirilmesi mümkün değildir!
Türkiye’nin Cumhuriyet dönemindeki en büyük mimari yapısı (son yıllarda değişmemişse) Anıtkabir’dir. Pozitivist, müsbet bilimci Cumhuriyet’in en büyük yapısının bir mezar olması nasıl izah edilebilir?

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Onuncu Yıl Efsanesi

Gazi 19 Temmuz 1930’deki konuşmasından üç yıl sonra onuncu yıl kutlamaları sırasında yaptığı konuşmada, yani “Onuncu Yıl Nutku”nda Fethi Bey’e söylediklerinden tamamen başka şeyler söylemektedir. Bu nutuk Fethi Bey’e söylenenlere göre çok başka bir düzlemdedir; bu düzlem diğer düzlemle hiç bir şekilde kesişmez:

Türk Milleti!

Kurtuluş savaşına başladığımızın 15´inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, Temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarane yürümesine borçluyuz.

Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.

Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.

Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk Milleti,

On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni alem, az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş doğacaktır.

[Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medenî beşeriyetten dileğim şudur:
Beni hatırlayınız.]

Türk milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu Büyük Millet bayramını daha
büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönül-
den dilerim.

Ne mutlu Türküm diyene!...

Üç yıl içinde ne değişmiştir, Türkiye’de ne gibi fevkalade gelişmeler yaşanmıştır ki Gazi tamamen başka bir düzlemde, muhtevada ve başka bir tonda konuşmaktadır?

1930-yılının sonu halktan beklenenden fazla ilgi gören danışıklı Serbest Fırka’nın kapatılması ve mürettep olduğu kuşkusu veren Menemen irtica olayı ile tamamlanmıştır.

1931 yılında Türk Tarih Kurumu kurulmuş (15 Nisan), milletvekili seçimi yapılmış (4 Mayıs), Gazi 3. defa cumhurbaşkanı seçilmiş ( 5 mayıs), Tarım bakanlığı kurulmuştur (30 aralık).

1932 yılında Samsun’da Krippel tarafından yapılan Atatürk heykeli açılmış (15 ocak), Osmanlı arşiv vesikaları Bulgaristan’a satılmış, Halkevleri kurulmuş (19 şubat), Milletler Cemiyeti’ne katılma karan verilmiş (9 Temmuz), Türk Dil Kurumu kurulmuş (12 Temmuz), Türkçe ezan genelgesi yayınlanmış (18 temmuz), Keriman Halis dünya güzeli seçilmiş (1 Ağustos), 1. Dil kurultayı toplanmıştır (26 Eylül).

1933 yılında Darülfünun yerine Üniversite kurulmuş (31 Mayıs)...

Bu süre içinde halkın hayatını etkileyebilecek önemli gelişme demiryolu şebekesinin genişletilmesi olmuştur.
Bu basit kronoloji, Cumhuriyet yönetiminin esaslı bir ideolojik kurumlaşma faaliyeti yürüttüğünden başka dikkate değer bir şey göstermemektedir. Tarih ve Dil kurumları, Halkevleri ve Üniversite ideolojik kurumlaşmanın temel kuruluşları olarak bu kısa süre içinde ortaya konulmuştur. Heykel yapımı ve türkçe ezan ise ideolojikleştirme faaliyetlerinin zincirleridir.

Darülfünun’dan Üniversite’ye geçiş, ilim yolunda atılan bir adım olarak görülebilir mi? Bunun aksini düşünmemizi gerektiren belirtiler var: En başta İnkılap Tarihi Dersleri. Üniversite kurulduğu yıl bu dersler verilmeye başlanmıştır. Bu derslerin Atatürk’ün yakın ilgisi ve kontrolü altında verildiği, ona yakın, partide ve hükümette yüksek görevlerde bulunmuş kişilere verdirildiği biliniyor. İlk inkılap tarihi dersi Maarif Vekili Yusuf Hikmet (Bayur) tarafından verilmiştir. Mahmut Esat Bozkurt (eski Adliye Vekili), Recep Peker (Parti genel sekreteri, muhtelif bakanlıklar yapmıştır) ve Yusuf Kemal Tengirşenk (eski Adliye vekili) bu dersi veren diğer önemli kişilerdir.

O sırada Çankaya Özel kaleminde çalışan Haldun Derin, “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti’nin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir” cümlesinin İsmet Paşa’nın teklifi üzerine metne eklendiğini belirtiyor.

Gazi’nin, 10. Yıl Nutku da bu ideolojikleştirmenin göstergelerindendir. Gazi, konuşmasına Türk Milleti’nin “büyük bayramı”nı kutlayarak başlamaktadır. Büyük Türk Milleti’nin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindedir. Az zamanda çok ve büyük işler yapılmıştır. Burada bu büyük işlerin bir kaçının sıralanması beklenir. Gazi, en büyük iş olarak “temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti”ni gösterir. Muvaffakiyeti millletle değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarâne yürümesine borçluyuzdur. “Türk kahramanlığı” ve “yüksek Türk kültürü” Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkmış olamaz. Eğer yüksek Türk kültürü Cumhuriyet öncesinden devralınmışsa, Cumhuriyet’ten sonra “kültür devrimi” neden yapılmıştır?

Gazi, başka büyük işlerden söz etmek yerine, “yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz” diye devam eder. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyeti vardır. Gazi burada, somut ve yurtdaşı doğrudan ilgilendiren hususlardan bahseder: “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız.” Bu iki vaad şeklindeki somut işden sonra yine soyut bir hedef gösterilir: “Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız”.

Gazi, konuşmasının ortasında geçmişi olumsuzlayan bir atıfda bulunmak ihtiyacını hisseder. Bu o dönemde çok başvurulan mevcudu olumlama/meşrulaştırma yöntemidir. Gazi sözlerine daha büyük işler başarılacağını söyleyerek devam eder. Muvaffakiyeti, Türk Milleti’nin karakterine, güçlükleri yenmesini bilmesine ve “Türk Milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu müsbet ilim”e bağlar. Burada “müsbet ilim”in zikredilmesine bilhassa ihtiyaç vardır, çünkü şimdiye kadar sıralanan özellikler müsbet bilimle izahı mümkün olmayan niteliklerdir.

Gazi, “müsbet ilim” kriterinden sonra tekrar manevi, soyut, irrasyonel hususlara döner. “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti’nin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz ve çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür”. Bu ifadelerde, ilme bağlılık dışında tümüyle rasyonel hiç bir unsur yer almamaktadır. Bütün konuşması boyunca keskin bir milliyetcilik görüşü ifade eden Gazi, küçük bir paragrafla konuyu evrensel bir zemine oturtmaya çalışır: “Türk Milletine çok yaraşan bu ülkü, onun bütün beşeriyete hakiki huzuru temin yolunda, kendisine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.”

“Medeni milletler”de 1933 başında alınan bazı kararlardan ötürü Türk milletinin bütün beşeriyete hakiki huzuru sağlama yolunda kendisine düşen medenî vazifeyi yaptığı kanaati uyanmış olabilir. Bu karar Türkiye’de haşhaş ekiminin bizzat Gazi’nin direktifi ile sınırlanması ve uluslararası Afyon Kontrol Andlaşması’na Türkiye’nin de dahil olmasıdır. Milletler Cemiyeti bu karardan önce, Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde en kabahatli ülke olduğunu açıklamıştı. Gazi, bu konunun batılıların Noel günlerinde karara bağlanmasını sağlayarak onları sevindirmiştir.

Konuşmanın sonuna yaklaşırken, “şef”le millet arasında bir güven hattı kurulmaya çalışılır. Ardından da “Türk milletinin büyük millet olduğunu” bütün medeni âlemin az zamanda bir kere daha tanıyacağı ifade edilir. Gazi nutkunu bitirmek üzeredir, en parlak cümleyi burada söyler: “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

Bu parlak cümleden sonra sözün tamamlanması ve vasiyet faslı beklenebilir. Nitekim metinden sonradan çıkarılan böyle bir fasıl vardır.

[Bu söylediklerimi hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız.]

Gazi, geleceğe yönelik kutlama mesajını verir ve “elhamdülillah müslümanım” ibaresinin karşılığı sayılabilecek bir ifade ile sözlerini bitirir: “Ne mutlu Türküm diyene!...”

Mustafa Kemal Paşa’nın, 1930’da Cumhuriyet’in bir yönünü olanca berraklığıyla görüp ifade etmesi, onun olup bitenleri -hoşuna gitmese de- gördüğü gibi, bunu gerektiğinde ifadeden kaçınmadığını gösterir. Onun 10. yıl törenlerinde önünde durduğu dekor, sembolik olarak Cumhuriyetin dekorudur. Onuncu yıl törenlerini İki eski Meclis binasının arasına yapılan seyyar tribünde seyretmiş ve ünlü konuşmasını burada yapmıştır. 10. Yıl törenlerinin dekoru şudur:

Bir tarafta, İttihat Terakki Klübü olarak yapılmış, Millî Mücadele sırasında Meclis olarak kullanılmış olan bina vardır. Diğer tarafta ise, bu bina kifayet etmediği için Cumhuriyet’ten sonra inşa ettirilen 2. TBMM binası bulunmaktadır. 1924 yılında yapılan Mimar Vedat’ın bu binası, cephesinden bakıldığında şarklı bir mütegallibenin kasrına benzemektedir. Osmanlı dekoru içinde yetişmiş olan M. Kemal Paşa için bu dekor içinde ihtişam ve gösteriş gerektiren bir tören icrası hayli sıkıcı sayılabilir.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »