Otuz Yıl İstiğfar Ettiren Bir Söz

Ariflerden Seri Sekati (k.s) der ki:

"Bir olay üzerine bir kere 'Elhamdülillah' dedim; tam otuz yıl bu sözden dolayı istiğfar ediyor,Allah'tan affımı istiyorum.Bu şöyle oldu:

Bir gece,içinde benin dükkanımın da bulunduğu çarşıda yangın çıktı.Bana,'dükkanın yandı ' diye bir haber ulaştı.Hemen gece yarısı dışarı çıkıp olayı öğrenmek istedim.Yolda bir grup insanla karşılaştım,olay yerinden gelenler bana,

Ey Ebu Hasan,'bir çok insanın dükkanı yandı,ama seninki yanmadı' dediler.Bunun üzerine ben de, "Elhamdülillah,dükkanım kurtuldu"dedim.

Sonra biraz düşündüm,hata ettiğimi anladım."Ben,diğer mümin kardeşlerimin mallarının yandığı bir yangında kendi malımın kurtulmasına sevinip nasıl olurda 'elhamdülillah' derim ."diye çok üzüldüm.Bunun bir keffareti olsun diye dükkanda ne varsa hepsini fakirlere dağıttım ve sonra pazarı terk ettim.

Büyük arif Ebu Talib-i Mekki (k.s) der ki:

'Allah Teala,Seri Sakati'nin (k.s) bu samimi niyeti ve güzel ahlakının karşılığını verdi;onun gönlünü dünyadan çekti,kendi muhabbetiyle doldurdu,onu muhabbet makamına yükseltti.Onu bu şekilde nefsinin kendini düşünmesine razı olmaması sebebiyle,ilahi rıza makamına ulaştırdı.'

Kuşeyri,Kuşeyri Risalesi,syf;75

Dilaver Selvi,Ateşin Yakamadığı Aşık
Devamını Oku »

Ateşin Yakmadığı Aşık

Yemende ortaya çıkan yalancı peygamber Esvedül-Ansi, o bölgede oturan Müslüman salihlerden Ebu Müslim Havlaniyi yanına çağırttı. Ona kendisini peygamber olarak seçtirmek istiyordu. Yanına gelince,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim Havlani (rah),

Duymuyorum, kulağım sağır! diye cevap ver di. Esved,

Muhammedin peygamber olduğuna şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim,

Evet, şahitlik ederim dedi. Esved tekrar,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim tekrar,

Duymuyorum kulağım sağır! diye cevap verdi. Esved,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu,

Evet, şahitlik ederim dedi. Esved, sorusunu tekrar tekrar sordu, Ebu Müslim de (rah) aynı şekilde cevap verdi. Esved kızdı, onu cezalandırmak istedi. Büyük bir ateşe atıldı. Ateş ona hiçbir zarar vermedi. Ebu Müslim (rah) ateşin içinde namaz kılmaya başladı. Ateş Allahın (c.c) dostu Hz. İbrahimi (a.s) yakmadığı gibi, bu Hak aşığını da yakmamıştı. Esved hayret etti. Korktu. Etrafındakiler Esvede, Bu adamı buralardan uzaklaştır, yoksa size tabi olanların aklını çeler, yanınızda kimse kalmaz dediler.

Onun bu cesaret ve kerameti etrafa yayıldı. Olay Medine-i Münevvereye kadar ulaştı. Esved, Ebu Müslimin Yemeni terk etmesini emretti. O da kalktı Medineye geldi. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.v) vefat etmiş, yerine Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) halife olmuştu.

Ebu Müslim (rah), bineğini mescidin dışına bağlayıp mescide girdi. Bir direğin arkasına durup namaz kılmaya başladı. Onamaz kılarken Hz. Ömer (r.a) kendisini gördü. Yanında durdu. Namazını bitirince, ona,

Kardeş sen neredensin? diye sordu. O da,

Yemendenim dedi. Hz. Ömer (r.a),

Şu yalancı peygamberin ateşe attığı fakat ateşin yakmadığı mümin kardeşimiz ne yapıyor? diye sordu, Ebu Müslim de,

O adam benim dedi. Hz. Ömer heyecanla,

Allah adına soruyorum, o gerçekten sen misin? diye sordu, Ebu Müslim,

Allah şahit, benim dedi. HZ. Ömer hemen Ebu Müslimin boynuna sarılıp alnından öptü, ağladı. Sonra onu alıp Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) yanına götürdü, huzuruna oturttu. Onu tanıttı. Başından geçeni anlattı ve

Allaha hamdolsun, bu Ümmet-i Muhammedin içinde, Hz. Halil İbrahim gibi kendisini ateşin yakmadığı kimseyi, ölmeden önce bana gösterdi diye şükretti.

Ebu Nuaym,Hilyetü-l Evliya,2/150
Devamını Oku »

Resulullah Aleyhiselama Hürmetsizliğin Cezası

Medineli Şeyh Muhammed Sadaka’nın (rah) Muhammed Sadaka (k.s), Nakşibendî büyüklerinden bir zattır. Sultan II. Abdülhamid devrinde yaşamıştır. Oğlu Şeyh Abdülaziz (rah), bizzat yaşadığı şu olayı anlatmıştır:

“Ben Suriye’de talebe idim. O bölgenin zenginlerinden birisi alemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz için mevlit okutuyordu. Mevlide biz de katıldık. Mevlitte Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğum anını anlatan bölüm okunurken cemaat ayağa kalktı. O sırada mevlitte bulunan bir hoca, ayağa kalkmadı. Hoca, mevlit sırasında ayağa kalkmanın dinde bir yeri ve delili olmadığını zannederek ayağa kalkmamıştı. Kimse ona karışmadı. Mevlit bitti. Dağıldık.

Ben okudum, medreseden mezun oldum. O bölgenin bir köyünde imamlık görevi aldım. Aradan onbeş sene geçmişti. Yine bölgenin zenginlerinden birisi Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğumunu kutlamak için mevlit okutuyordu. Beni de çağırdılar, gittim. Mevlit okunmaya başlayınca cemaatin içinden birisi hemen ayağa kalktı, edebe geçti, ellerini bağladı, boynunu büküp okunan mevlidi öylece dinlemeye başladı. Ben, kim bu adam diye bakınca, kendisini tanıdım. Bu adam, onbeş sene önceki mevlitte ayağa kalkmayan hoca idi. Hayret ettim, sabırsızlıkta mevlidin bitmesini bekledim. Mevlitten sonra, hocanın yanına vardım. Kendimi tanıttım, o ilk karşılaştığımız mevlidi hatırlattım. Sonra edeple,

“Hocam, o gün öyle yaptınız, bu gün de böyle yaptınız. Lütfen bunun sebebini açıklar mısınız?” diye sordum. Hoca, anlatayım dedi ve şunları anlattı:

“Ben, Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğum anını anlatan bölümü dinlerken ayağa kalmadığım o mevlitten sonra eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Bir grup insanla bir odada oturuyorduk. Birden herkes ayağa kalktı. Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) geldiğini söylediler. Ben de kalkmaya davrandım, Hz. Resûlullah (s.a.v), bana, “Sen öyle kal!” dedi. O anda rüyadan uyandım, kendimi oturur vaziyette buldum, yerimden kalkamıyordum. Felç olmuştum. Yedi yıl felçli hâlim devam etti. Kendi ihtiyaçlarımı göremez oldum. Her hizmetimi hanımım yapıyordu. Namazlarımı yatakta, oturduğum yerde kılıyordum. Bir gün hanımım beni yıkadı, gusül abdesti aldırdı. Oturduğum yerde iki rekat hacet namazı kıldım. Ellerimi açıp yüce Allah’a yalvardım. Hz. Resûlullah’a (s.a.v) yöneldim, beni affedip şefaat etmesi için ağladım, sızladım. Saatlerce böyle devam ettim. Artık dua edecek ve ağlayacak takatim kalmamıştı. Bu yorgunluk içinde olduğum yerde uyuyakaldım.

Uykumda yine bir rüya gördüm. Rüyamda bir odada bulunuyordum. Etrafımda bir grup insan vardı. Herkes birden ayağa kalktı. Baktım ki Hz. Resûlullah (s.a.v) odaya teşrif etti. Alemlere rahmet Efendimiz (s.a.v) bana doğru baktı ve tebessüm ederek,

“Ayağa kalkabilirsin” buyurdu. Birden rüyadan uyandım. Baktım ki ayaktayım. İyi olmuştum. Ben de, ‘Bundan sonra ne zaman Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) mevlidi okunursa, başından sonuna kadar ayakta dinleyeceğim diye Allah’a söz verdim, yemin ettim. Onun için böyle yaptım.”

Bu olayı dinleyen ve mevlit sırasında ayağa kalkmanın dindeki delilini soran yirmi kadar âlim,

‘Bu delil bize yeter’ demişlerdir.

Dilaver Selvi, Ateşin Yakamadığı Aşık, syf;118-120.
Devamını Oku »

Resulullah'a Salavat Getirmek

Tabiinden Abdülvahid b. Zeyd (r.a) anlatıyor:

Hac farizasını yerine getirmek için yola çıktım.Bu yolculukta adamın biri bana arkadaşlık etti. Bu adam,otururken,kalkarken,yürürken hasılı her işinde Resulullah'a (sav) salavat getiriyordu.Bunun sebebini sorduğumda şöyle dedi.

''Mekke'ye ilk gidişimde yanımda babam da vardı.Hac vazifesini bitirip geri dönmüştük.Yolda konaklardan birine uğradık. Orada uyumuştum.Uykumda biri geldi ve, 'Kalk baban öldü;Allah (c.c) onun yüzünü simsiyah etti' dedi.Korku içinde uyandım,hemen babamın üzerindeki örtüyü kaldırdım,bir de ne göreyim,babam ölmüş ve yüzü simsiyah olmuştu.İçimi bir korku ve ürperti kapladı.Böyle üzüntü ve keder içinde beklemekte iken uyuya kalmışım.Rüyamda elleri demir sopalı dört siyah adam babamın baş ucuna dikilmişlerdi..Tam o esnada güzel yüzlü üzerinde yeşil elbiseli bulunan bir adam çıkageldi ve onlara, 'Onun yanından uzaklaşın ' dedi.Babamın yüzünü eliyle sıvazladıktan sonra yanıma geldi ve, 'Kalk ,Allah (c.c) babaının yüzünü bembeyaz etti' dedi.

Ben, 'Anam babam sana feda olsun,sen kimsin? dedim.O,

'Ben Muhammed'im (sav) dedi. Uykudan uyandım. Hemen babamın baş ucuna gidip örtüyü kaldırdım, yüzü bembeyaz olmuştu. İşte o günden sonra sürekli Resulullah'a (sav) salavat getiriyorum.'

İmam-ı Gazali (k.s) ihya 5/263
Devamını Oku »

Bir Kıssa;Ya Varsa !

Hz. Ali'ye (r.a), birisi geldi. Adam, ölümü, tekrar dirilmeyi, ahirette hesabı, cenneti ve cehennemi inkar ediyordu. Hz. Ali'ye:

"Ya Ali, siz müslümanlar ölüme ve ölüm ötesine inanıyorsunuz; biz ise inanmıyoruz. Siz cehennemden kurtulmak, cennete girmek için bir sürü ibadet ediyor, mal harcıyor, zahmete giriyorsunuz. Bu zahmet değer mi? Hem ölümden sonra tekrar dirilmenin olacağı ne malum?" diye sordu.

Hz. Ali (r.a) adamı sükunetle dinledi, sonra ona şu cevabı verdi:

"Evet, ölümden sonra dirilmek, hesaba çekilmek, cennete veya cehenneme girmek, ya senin dediğin gibi yoktur; ya da bizim dediğimiz vardır. Önce senin dediğinin doğru olduğunu düşünelim. Ölümden sonra ahiret hayatı yoksa, seninle biz aynı durumdayız. Sana da yok bize de yok. Bu arada bizim Yüce Allah için kıldığımız namazların, yaptığımız ibadetlerin, hayır ve iyiliklerin, güzel ahlakın, verdiğimiz zekat ve sadakaların bize bir zararı olmaz. Ama, ya ahiret varsa, bizim dediğimiz doğru çıkarsa, senin hâlin nice olur?" diye sordu.

Adam, biraz durdu, düşündü ve sonra:

"Vallahi, her iki durumda da siz kârdasınız, ahiret varsa vay bizim hâlimize! Yolunu öğret, ben de müslüman olacağım," dedi ve müslüman oldu.

İmam Gazali,İhya,3/467
Devamını Oku »

Hikemi Ataiyye Şerhinden Bir Kıssa

Bir Kıssa; Ebu Abdullah el-Basrî Hazretleri Suriye'de korkunç bir dağda, irfan ehlinden olduğu tavırlarından anlaşılan bir adama rastladı. Ona:

"Neden burada yalnız oturuyorsun?" diye sordu. Adam dedi ki:

"Öyle bir hakikat soruyorsun ki, onu istersen anlayamazsın, anlarsan gerçekleştiremezsin." Ebu Abdullah yine:

"Bu dediğin hakikat nedir?" deyince:

"Allah'la birlikte olmanın ebedî cennet nimetlerini kapsadığını kesinlikle bilmemdir." cevabını verdi ve ağlayarak şöyle devam etti:

"Eyvah, ben bu hakikate nail oldum ve halktan kaçarak Cenab-ı Hakk'ın vahdethanesine eriştim zannetmiştim. Şimdi sözümde yalancı olduğumu anladım. Eğer gerçekten Allahı sevmiş olsaydım, beni kimse tanıyamaz, halimi bilemezdi."

Bunu gören Ebu Abdullah ona şöyle dedi:

"insanlar seni bildi diye niçin bu kadar üzülüyorsun? Allah dostlarının yeryüzünde Allah'ın halifesi olduklarını bilmiyor musun? Onlar Allah'ın kullarına yakınlık kurup onları yavaş yavaş düzeltir, irşad ederler."

Adam bunun üzerine şiddetli bir nara attı ve dedi ki:

"Ey dünyaya aldanmış kişi, eğer sen muhabbet miskinin rayihasını bir defa koklamış ve can gözüyle muhabbetin arkasındaki Allah yakınlığı âlemini görmüş olsaydın, o âlemin üstünde başka bir şey daha görmeye muhtaç olmazdın."

Sonra yüzünü göğe çevirerek:

"Ey gök ve ey yer, şahit olun ki Allah'ın tecelli yeri olan gönlüme şimdiye kadar asla cennet ve cehennem düşüncesi gelmedi. Eğer ben bu halde doğru isem, yarabbi beni bundan sonra ha-yatta bırakma, öldür!" diye dua etmesiyle beraber üç gün önce ölmüşçesine sesini ve nefesini kesip düştü.

Ebu Abdullah bu halden dehşete düştü. Cesedi görenlerin kendisinin öldürdüğünü sanıp suçlayacaklarından korktu ve he-men oradan savuştu. Fakat bu sırada hızla kendisine doğru ge-len bir toplulukla karşılaştı. Onlar oradaki adamı sorduklarında başka bir yere gittiğini söyleyip yine savuşmak istedi. Lâkin cemaat ona:

"Geri dönün! Onu Cenab-ı Hak 'mak'ad-ı sıdk' makamına yükseltti. Birlikte namazını

kılalım." dediler.

Ebu Abdullah mecburen geri döndü. Cenazeyi yıkayıp kefenlediler. Defnettikten sonra onlara o adamın ve kendilerinin kim olduklarını sordu. Onlar:

"Yazık sana, daha anlamadın mı? O öyle halis bir kul idi ki, Rahman'ın rahmeti yeryüzüne onun yüzü suyu hürmetine iniyor ve kalbinin vâridatı, İbrahim'in kalbinin tecellilerini gösteriyordu. Hatta sana kalbine ne cennet, ne de cehennem fikrinin geldiğini haber vermedi mi? Böyle bir kalb-i selim, İbrahim'in kalbinin aynısı olmaz da ne olur?" diye cevap verdiler.

Ebu Abdullah bu defa onların hangi taifeden olduklarım sordu. Onlar "Ebdal" zümresinden "Yediler" olduklarını bildirdiler. Ebu Abdullah kendisine İlâhî hakikatlerden bir hakikatin lütfen öğretilmesini rica etti. Onlar da, dünyada insanların kendisini bilmelerini arzu etmemesini, bilinmezlerden olduğunun da bilinmesini sevmemesini öğütlediler. Ebu Abdullah'a bu şekilde hakikat yolunu gösterdiler.

Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri: "Kulun kalbinde mâsivadan bir talep ve murad bulunmadığına Hak Teâlâ muttali olduğu zaman, Cenab-ı Hakk'a en fazla yaklaşılmış olur''

Daima memnun bir halde yaşayan birisine: "Siz de başkaları gibi niçin üzülmüyorsunuz?" diye sorulduğunda şöyle demiş-"Kaybolmasıyla üzüleceğim şeyleri biriktirmediğim için!" Çünkü her sevinç bir üzüntüyü mucip olur. Bir Arap şairi şöyle ifade etmiştir: "Bir şey kalpte yer tuttuğu derecede üzüntü verir. Zira ok hedefe girdiğinde çıkarılması güçleşir."

Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Eyüb el-Tâlakanî Hazretlerinin "Dostlarımdan biri anlatmış ti." diyerek naklettiği bir kıssa;

Mercü'd-dibac denilen yerde azıksız ve arkadaşı/ birine rasladım. Selâm verdim ve nereye gittiğini sordum.

Bilmem: dedi. Ben;

"Bir yere gitmek isteyip de nereye gittiğini bilmeyen kimse olur mu?" dedim.

"İşte o kimse benim!" dedi,

"Niyetin nereyedir?" dedim.

"Mekke'ye!" dedi.

"Öyleyse, neden nereye gittiğini sorunca bilmem diyorsun?" dedim.

"Evet, ben çok kere Mekke'ye gitmeyi dilediğim hâlde beni Tarsus'a, Tarsus'a gitmek istediğimde Abadan'a götürdü. Gerçi niyetim Mekke'ye gitmek ise de fakat bilmem ki, beni nereye gönderecek?" diye cevap verdi.

Nasıl geçindiğini sordum. Yine;

"Bilmem!" dedi.

"Canım geçinme sebebin nedir?" dedim.

"Dilediği şeydir. Bir kere aç bırakırsa, bir kere doyurur. Bir kere ikram ederse, ikinci defa vermez. Bir kere bana 'Yeryüzünde senden ziyade zâhid yoktur', bir kere de 'Sen hırsızsın' der. Bir defa beni rahat döşekte uyutarak dinlendirir, başka defa beni sokaklara atarak serseriler arasında acılar içinde bırakır!" dedi.

"Bunları sana yapan kimdir?" dedim.

"Cihanı yaratandır!" dedi.

Şaşkınlığım arttı ve dedim ki:

"Bu dediklerin nasıl oldu? Lütfen anlat!"

Anlattı:

"Ben bir garibim. Gündüz yürür, akşam olduğu yerde yatarım. Bazen bir köy kenarında kalmam icap eder. Köylüler beni hırsız sanıp evlerine almazlar. Köyün mescidine sığınırım, hemen bir adam gelip bana sertçe mescitten çıkmamı emreder

Çıkmaya mecbur kalır, gösterdiği işaret üzerine köyün dışına çıkarak mezarların yanlarında yatmak zorunda kalırım. Sabaheyın kalkıp yine yüzümün yönüne doğru yürüyerek başka  beldeye geldiğimde ahalisi bana hüsnüzan edip nur görmüş Hızır bulmuşçasına her biri evinde gecelememi rica etmeye başlar. Yatsıyı kıldıktan sonra onlardan birinin dileğine uyup evine giderim, türlü ikramlar ve saygılar görürüm."

Bu anlattıklarından onun arif bir kişi olduğunu anlayıp; "Azizim, her ne zaman size Bağdat'a gelmek nasip olursa, İl fen bizim eve uğrayın, şeref verin! deyip söz alarak ayrıldım

Aradan bir zaman geçmişti. Bir gün evin kapısı çalındı. Açtığımda bu zatı gördüm. Selâmını alıp kendisinde Cenab-ı Hakk'ı nasıl tecelli etmiş ve başına neler gelmiş olduğunu sordum.

"Rabbimin en son tecellisi beni hırsız göstermek ve ceza ol rak şiddetlice dövdürtmektir. İşte izlerine bak!" deyip sırtım açtı, birçok morluklar gösterdi. Nasıl olduğunu sordum.

Şöyle anlattı:

"Abyar'a vardığımda bir bahçenin ağaçları altında oturmuştum. Çok aç olduğumdan orada evvelce suya atılmış olan kötü hıyarları yemeye başladım. Bostancı gelerek beni hıyar yerken görmesiyle üzerime saldırdı. Meğer daha önce bostana bir hırsız gelmiş çok hıyar çalmış. Beni o hırsız zannederek;

Sen hırsızsın bostanımı harap ettin. Seni epeydir gözlüyordum, şimdi elime geçirdim/ deyip güzelce dövdü.

Bu sırada bir atlı ortaya çıktı;

Böyle arif| zâhid bir kişiyi ne diye dövüyorsun?' diyerek o da bostancıyı dövmeye başladı.

Ne tuhaf! Bir dakika evvel yanında hırsız olduğum halde bir dakika sonra zâhid ve arif oldum.

Sonra bostancı elimden tutup özürler dileyerek hakkımda

göstermediği ikram, ihtiram ve mürüvvet bırakmadı. Oradan çıkıp doğruca buraya geldim!" dedi.

İşte bu hikâyeden de anlaşıldığına göre akıllı ve irfanlı olan kimse, her sabah kalktığı vakitte, her işte başarılı olabilmek için çenab-ı Hakk'ın kalbine nasıl tecelli göstereceğine bakmalıdır.

Ebu Medyen Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Sâlik olan Cenab-ı Hakk'a tefviz-i umûr ve teslim-i irade ederek sabahlarıdır ki, Cenab-ı Hak ona mağfiret ve rahmet nazarıyla baksın.

Bazı büyükler şöyle demişlerdir: "Nefsine ulaşan Hakk'a, Hakk'a ulaşan nefsine ulaşmaz."

İşte bu makamın ehli olan müridin duası şu olmalıdır:

"Yarabbi, ben nefsim için fayda ve zarara, ölüm ve hayata, yeniden dirilmeye muktedir olmadığım halde sabahladım. Benim senin verdiğin şeyden başkasını almaya da, beni koruduğun şeylerin başkasından korunmaya da gücüm yok. Yarabbi, beni taat ve kulluğunda bulundur, razı olduğun söz ve amellere muvaffak et. Sen fazl-ı azîm sahibisin."
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

İbadet eden bir kul güzel bir amel işleyip de;

"Yarabbi, bunu ben senin fazlınla, tevfikinle, yardımın ve kolaylaştırman sebebiyle işledim." derse, Cenab-ı Hak onun ibadetini kabul ederek;

"Ey kulum, sen de bana itaat ettin, bana yaklaşma sebeplerini tamamladın!" buyurur.

Eğer o âbid kul, bu güzel amelde fail-i hakiki olan Cenab-ı Hakk'ı unutup kendine bakarak;

"Bu ameli ben işledim ve taati devam ettirerek Hakka vakın oldum." şeklinde kendine varlık verirse, Hak Teâlâ ondan vüz çevirerek;

"Ey kulum, seni o güzel amele muvaffak eden, onu kolaylaştıran ancak ben idim, senin ne medhalin var?" deyip onu reddeder.

Yine insan bir günah işleyip de onu Cenab-ı Hak'tan bilerek;

Yarabbi, sen takdir ve kaza ettin. Senin ezeldeki hükmün ol-masaydı, ben bu günahı işlemezdim." derse, Cenab-ı Hak ona gazap ederek;

"Ey insanoğlu, sen de kötülük ve mâsiyetle cahillik gösterdin!" der, azarlar.

İnsan o günahı nefsine atfederek;

"Yarabbi, nefsime zulmettim, pek fazla kötülük ve cahil hükmü gösterdim." yolunda kusurunun bağışlanmasını dilerse, Cenab-ı Hak lütufla ona dönerek;

'Ey kulum, o mâsiyete ben hükmetmiş, onu ben takdir etmiştim. Şimdi de af ve mağfiret eyledim!" buyurur.
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Eban bin İyaş Hazretleri anlatıyor;

Hasan Basri da Ashab-ı Kiram'dan Enes bin Malik'in yanından çıkıp giderken dört zencinin bir cenazeyi götürdüğünü gördüm. Hiç cemaati olmamasına hayret edip üzülerek onları takip ettim, Musallaya varınca cenaze namazı için imam olmamı istediler. Namazı kıldırdım ve onlara cenazenin kim olduğunu sordum. Orada bulunan bir kadını işaret ederek:

"Bizi şu kadın kiraladı, getirtti!" dediler.

Defnettikten sonra o kadın sevinç içinde gülerek kalktı, gitti. Merak edip arkasından yetiştim:

"Cenaze kimindi ve niçin güldün?" diye sıkıştırdım.

Mecbur kalıp anlattı:

"Bu benim oğlumdur, dünyada işlemedik günah bırakmadı. Nihayet üç gün kadar hastalık çekip yattı ve bana vasiyet edip dedi ki:

'Anneciğim, ben son nefesimi verince komşulara ve kimseye haber verme ki sevinirler ve cenazeme gelmezler. Seni biraz daha üzerler. Yalnız şu yüzüğüm üzerine kelime-i şehadet yazdırıp kefenimin içine koy! Umarım ki af ve mağfirete uğrarım. Ayağınla yüzüme basarak, işte Rabbine âsi olanın cezası budur, de! Bir de beni defnettikten sonra iki elini göğe kaldır da; Yarabbi, ben bu oğlumdan razıyım, sen de razı ol diye dua et!'

Ben bu vasiyeti yerine getirip dua ederken oğlum yukarıda açıkça göründü ve gayet anlaşılacak bir dille;

Annecim,gözün aydın ! Ben rahmeti sonsuz ve asilere keremi daha çok olan Rabbimin huzuruna affedilerek geldim.'dedi
Onun için güldüm.
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

İbn Ebu'l-Havarî Hazretleri anlatıyor:

Bir gün Ebu Süleyman Dâranı Hazretlerinin huzuruna var­dım. Gördüm ki pek çok ağlıyorlar, şaştım ve sebebini sordum.

Dediler ki:

"Ya Ebu'l-Havârî, gece karanlığı bütün ufku kaplayıp gafil gözler tecelli nurundan kapandığı (uyuduğu) ve her dost dostuy­la yalnız kalarak vuslat neşesine daldığı zaman muhabbet ehli­nin tam bir incelik ve hassasiyetle azaları yumuşar, hasret göz­yaşları yüzlerine akmaya, çenelerinden damlamaya başlar. İşte o vakitte Cenab-ı Hak Hazretleri Cebrail'e iltifat eyleyip buyur ki:

'Ey Sidre'nin simurgu, yeryüzünde kim benim sözümle tatlanır, zikrimle rahatlarsa ben onların odalarındaki hasretli hallerini bilirim, âşıkça inlemelerini işitirim. Doğruca içlerine in ve onlara de ki: Ey âşıklar, siz sevdiğini üzen bir sevgili gördünüz mü? Hiçbir dost dostuna azap eder mi? Karanlık gecelerde bârgâh-ı sübhânîsine sığınanları azarlayıp suçlar mı? Bu Cenab-ı Hakk'ın şanına yakışır mı? Ben ulûhiyetime kasem ederim ki, onlar yevm-i kıyamette huzuruma geldiklerinde vech-i kerîmimden yetmiş bin perdeyi kaldırarak arz-ı cemâl ederim.'

Artık ben nasıl ağlamayayım?"
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Fethi Musuli Hazretleri bir gün etrafında oynayan çocukları seyrediyordu.Bu sırada biri gelip Hazret'e sordu:

''Heva ve heveslerine uyan,nefs ve şehvetlerine esir olanların özellikleri nedir?''

Bu sırada çocukların birinin elinde ekmek,diğer birinde ekmek ve katık vardı. Katıksız olan çocuk öbüründen katık istedi.O da;

''Köprek olursan veririm''dedi. Katık isteyenin boynuna ip bağladı ve arkasından koşturmaya başladı.

Musuli Hazretleri buyurdu:

''İşte nefsani şehvetlerine tabii olanların hali, şu köpek gibi sürünmekte olan çocuğun halinin aynıdır. Zira bu çocuk yalnız ekmeğe kanaat edip katık tamahında bulunmasaydı,bu garip duruma düşer miydi?''

Hikemi Ataiyye Şerhi,8Ahmed Mahir)-Ataullah İskenderi
Devamını Oku »

Bir Kıssa

Bir Kıssa

Ariflerden birine,filan kişi seni çok seviyor, her an seni Övüp duruyor!''dediler. Arif şöyle dedi;

'Bilirim, o benim dostumdur.Fakat düşmanlığı belli olan şeytanla günde bin defa karşılaşmayı, onunla bir kere buluşmaktan daha az zararlı görürüm. Çünkü birbirimize yapmacık davranma sakıncası vardır."

Çünkü insan övülmeyi sever, kötülenmekten nefret eder. Övülmek için yapmacıklı davranır, kötülenmemek için halini güzel gösterir. Bu da ameli iptal eder, istikbali mahveder. O yüzden böyle müdahane ve iki yüzlülük yapanlardan ihlas erbabı çok korkarlar.
Devamını Oku »

33 senelik talebelikte öğrenilen 8 mesele



Şakîk, Hâtem ‘e sordu:

– Kaç senedir benim yanımdasın? Hâtem :

– Otuz üç senedir. Şakîk :

– Bu müddet zarfında benden ne öğrendin? Hâtem :

– Sekiz mes’ele öğrendim. Şâkîk :

– înnâ li’llâhi ve innâ ileyhi râci’ûn! Ömrüm seninle geçtiği hâlde benden ancak sekiz mes’ele mi öğrenebildin? Hâtem :

– Evet hocam, ben yalan konuşmayı sevmem, ancak sekiz şey öğrenebildim. Şakîk:

– Bu öğrendiğin sekiz şey nedir? Söyle dinleyelim. Hâtem :

1 – Baktım ki, herkesin ayrı ayrı bir dostu var. Fakat bütün dostlar, nihayet mezar başından geri döndüğü için ben, hiç birine güvenmedim, ancak mezarımda da bana arkadaş olacak iyi amelleri kendime dost seçtim. Şakîk:

– Çok güzel, ikincisini söyle bakalım. Hâtem:

2 – Allah’u Teâlâ’nın :

“Allah’ın azametinden korkup nefsini, arzu ve isteklerinden alıkoyanın varacağı yer Cennettir.” (79-Nâzi’at: 40, 41) mealindeki âyet-i kerîmesini düşündüm, hak olduğunu bildim ve nefsimin behîmî arzularını yenmeğe çalıştım ve bu suretle Allah’u Teâlâ’ya itaate devam ettim.

3 – Baktım ki, herkes elindeki kıymetli sermâyesini koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çâreye bağ vuruyor. Halbuki Allah’u Teâlâ’nın:

“Sizin elinizde olan her şey tükenecek, ancak Allah katında olan bakîdir. ”

âyet-i celîlesini düşündüm ve ben de kaybolmaması için kıymetli kabul ettiğim bütün varlığımı Allah’a, emânet ettim-, Onun rızası uğrunda harcadım.

4 – Baktım ki, insanların her biri mâl, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. Allah’u Teâlâ’nın:

“Allah katında en keremliniz, en çok muttaki olanınızdır (49-Hucûrât: 13)

âyet-i celîlesine baktım da, Allah katında kerîm olmak için malı, mansabı değil, takvayı seçtim.

5 – Baktım ki, insanlar mütemadiyen birbirine saldırıyor, yekdiğerini tel’în edip duruyorlar. Sebebini, hâsed denilen çekememezlikte buldum; sonra Allah’u Teâlâ’nın:

“Biz, onların dünyâ hayâtındaki geçimlerini taksîm ettik”

âyet-i celîlesini düşündüm ve anladım ki bu taksimat, Allah’u Teâlâ’nın taksimidir, bunda kimsenin te’siri yoktur. Ben de Allah’ın taksimine razı oldum, hased hastalığını attım ve kimseye düşmanlık etmedim.

6 – İnsanların birbirine düşman olup birbirlerini öldürdüklerini gördüm. Allah’u Teâlâ’nın:

“Asıl düşmanınız şeytandır. Onu düşman tanıyın ”

âyet-i celîlesini düşündüm ve asıl düşmanın Şeytân olduğunu anlayınca, yalnız onu düşman tanıdım ve başka kimseye adavette bulunmadım.

7 – Baktım ki, insanlar şu bir lokma ekmek için helâl – haram demeden her türlü zillete katlanıyorlar. Allah’u Teâlâ’nın:

“Bütün yaratıkların rızkı Allah üzerinedir.” (11-Hûd: 6)

âyet-i kerîmesini düşündüm. Benim de bu canlı varlıklardan biri olmam hasebiyle, rızkıma Allah’u Teâlâ’nın kefil olduğunu anladım; isteklerime bakmadan, Allah’u Teâlâ’nın bende olan hakkı ile meşgul oldum.

8 – Baktım ki, insanlardan bir kısmı servetine, ticâretine; bir kısmı sıhhatine olmak üzere, kendileri gibi bir yaratık’a tevekkül etmekte [güvenmekte] ve ona bel bağlamaktadır. Allah’u Teâlâ’nın:

“Allah’a tevekkül edene [güvenene] Allah yeter.H (65 – Talâk : 3)

mealindeki âyet-i celîlesini düşündüm ve ben de (fâni olan başka şeylere değil) ancak Hazret-i Allah’a tevekkül ettim ve O’na bağlandım. O da bana yeter. İşte senden öğrendiklerim bunlardır.

Dedi. Bunun üzerine Şakîk :

– Hâtem, Allah seni muvaffak etsin; doğrusu ben, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân-ı Azîmi tedkîk ettim, bütün dîni işleri ve hayır çeşitlerini şu sekiz mes’ele üzerinde devreder gördüm. Şu sekiz esâsa riâyet eden dört kitâb’ın hükmüyle amel etmiş olur. Dedi.

İlmin bu nev’iyle meşgul olup bunu anlayanlar ancak âhiret âlimleridir. Dünyâ âlimleri ise, güçleri yettiği kadar mâl ve mansab etmekle meşgul olur da, Allah’u Teâlâ’nın Peygamberleri vasıtasıyla tebliğ ettiği âhiret ilimlerini ihmâl ederler.

İmam Gazzali, İhya, cild 1 (Bedir Yay.)
Devamını Oku »