İmam Gazali ve Emile Boutroux



Son günlerde tartışmalar İmam-ı Gazali ve İslâm dünyası filozofları çevresinde devam ediyor. Bu tartışmaya şahsi bir katkıda bulunabilirim.

* Şimdi ben Bergson, Blondel gibi filozofların hocası olarak bilinen Emile Boutroux’yu okuyorum da şöyle diyor:

* “Reform hareketi hristiyanlığın yıkılması demek değildir; hristiyanlığın Aristo felsefesiyle temellendirilişinin yani skolastiğin yıkılması demektir.”

* “Bundan müesses hristiyanlık zarar görmüş olabilir ama saf İsevilik hiçbir zarar görmemiştir.”

* Yine de kopyalayıp Emile Boutroux böyle diyor diye yazmayın; çünkü bunlar benim cümlelerim ve onun anlattıklarından çıkardığım fikir.

* Bunu aslında başka yerlere de uygulayacağım; ama burası yeri değil… Şimdilik hristiyanlıktan devam edelim…

* Diyor ki, hristiyanlık Ortaçağ’da zaten yanlış bir temel üzerine kurulmuştu; felsefeyle temellendirilmeye çalışılmıştı. Yıkılması mukadderdi.

* Çünkü bir itikad bir felsefeyle temellendirilmek istenirse, o felsefe yıkıldığında (yıkılmak felsefenin tabiatında vardır), o itikad da yıkılır gider.

* Sağda solda görüyorum, günlerdir İmam-ı Gazali konuşuluyor. Şimdi İmam-ı Gazali’nin Müslümanların itikadını savunurken ortaya koyduğu cehd bu anlayışın ürünüdür.

* Eğer felsefe dini itikadı karartacak olursa, o itikad artık dini olmaktan çıkar, felsefi olur. İmam-ı Gazali İslâm dünyasında bu girişimin önüne sed çekiyor.

* İmam-ı Gazali’yi Aristo’nun (rasyonalizmin) 1500 yıllık saltanatına son veren kimse olarak görebiliriz. Bunun Batı’da taklidi Descartes, onun 600 yıl arkasından gelir.

* Gazali düşüncesinin doğuda takibiyle batıda takibi ayrı yerlere çıkar.

* Doğuda Ehl-i Sünnet akaidini parıldatan ve şeriatin götürmesi gereken yerin ve ilimlerin gayesinin tasavvufi kemal olduğunu işaretleyen İmam-ı Gazali, İslâm dünyasındaki düşünce yönünü temelinden değiştirmiştir.

* Batı’da ise onun felsefi spekülasyonun yolunu kapatıp “güvenilir bilgi”nin yolunu açması, bilimlerin ve bilim düşüncesinin zihni kurgulardan daha fazla önem kazanmasına sebep olmuştur.

* İmam-ı Gazali evet, felsefecileri küfre girmekle suçladı ama onların getirdiği bilimlerin ve disiplinlerin hiçbirini reddetmedi. Matematik, mantık, astronomi, tıp, kimya tek tek saydı ve hepsinin dinen meşru olduğunu söyledi.

* Hatta uyardı: “Felsefeciler iki türlü afet getirmiştir. Birisi onların sözlerini dinin üstünde tutanlar, ikincisi de onların sözlerindeki ilim ve hikmetleri onlar söylüyor diye reddedenler hakkında…”

* Buna rağmen sözün ikinci kısmını fazla önemsemeyen eğilimler, Şark iklimleri içinde tutunmakta devam etti. Bunlar İmam-ı Gazali’den önce de vardı ve hatta onun yaşadığı dönemde Bağdat’ta Şafiiler ve Hanbeliler kanlı mücadelelere tutuşurlardı.

* Daha önce de dini gayretle İmam-ı Azam’ı reddeden tutumlar içinde, bu “kaba softa ham yobaz” diyebileceğimiz tipin oluşumunu görebiliriz.

* Ancak İbn-i Teymiyye’den sonra, “kaba softa ham yobaz”, adeta İslâm devleti içinde kendi devletini kurdu. Çünkü İbn-i Teymiyye mantık ilmini ve ona bağlı diğer bilimleri haram sayıyordu.

* İmam-ı Gazali döneminde İslâm alemi bütün bilimlerde en öndeydi. Modern sayıları –ve sıfır sayısını- getirerek aritmetiği kurmuşlar, ondalık sayılarda, logaritmada, trigonometride çığır açmışlardı.

* Timur’un torunu Uluğ Bey ve arkadaşları (Kadızade-i Rumi, Cemşid-i Kaşi, Ali Kuşçu), Semerkant’ın bir bilim merkezi haline getirmişlerdi.

* Tıp, astronomi, optik, kimya, mekanik gibi ilimlerde de İslâm alemi çok öndeydi. Gazali’nin çağdaşı Ömer Hayyam, Nişabur’da kurduğu rasathanede güneş yılını tarihte ilk defa hatasız hesaplamış ve yaptığı Celali Takvimini Melikşah’a arz etmişti.

* Dünyanın yuvarlak olduğu ve dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi meseleleri İmam-ı Gazali’de biliyor, bunların itikadi meseleler olmadığını, onlara bir yorum yapmayacağını söylüyordu.

* Halbuki İbn-i Teymiyye’den sonra bu meselelerin hepsi rafa kalktı. Ortadoğu’da olduğu gibi Osmanlı’da da etkisini gösteren İbn-i Teymiyye’ciler, ilk iş olarak Takiyüddin’in rasathanesini yıktırdı.

* “Kaba softa ham yobaz” tipi aslında ilk olarak II. Bayezid döneminde uç verdiyse de, Fatih’in üstün şahsiyeti karşısında ses çıkaramadılar. Uluğ Bey’in arkadaşlarından Ali Kuşçu, Şark’ın bütün matematik hünerini Osmanlı medreselerine taşıdı ve Fatih’in havan topunu icadı ve getirdiği üstün silah teknolojisi, Osmanlı’yı uzun süre rakipsiz bıraktı.

* Bu üstünlük aynı şekilde Yavuz Sultan Selim döneminde de devam etti. Bu kısa dönemde Piri Resi gibi bir adam yetişti, bugün halâ sırrı çözülemeyen dünya haritaları çizdi ve Yavuz’dan iltifat gördü. Oysa Kanuni döneminde idam edilecekti.

* İslâm dünyasının bilimde gerilemesinin İmam-ı Gazali ile hiçbir ilgisi yoktur. Ama Osmanlılar’ın aşk ve vecd döneminin kapanışıyla ilgisi vardır.

* “Kaba softa ham yobaz” tipinin ilk görünüşü II. Bayezid döneminde, boy göstermeye başlaması Kanuni döneminde, kökleşmesi ise IV. Murad döneminde olmuştur.

* Toplumda “Kadızadeliler” olarak kendini gösteren, bilime ve sanata savaş açan, minarelere varıncaya kadar yıkmaya çalışan bu tip, İbn-i Teymiyye’nin bir eseridir ve onu rehber kabul eder.

* Buna rağmen, Osmanlılar’da bilim faaliyetleriyle ilgili büyük sözler söylemekten kaçınmak gerekir. Zira Osmanlı kütüphanesinin çok büyük bir bölümü henüz incelenmemiştir. Bu konuda bildiklerimiz ise Garplı seyyahların yazdıkları.

* Bilindiği kadarıyla Pasteur’den 400 yıl önce mikrobun varlığı ve 300 yıl önce çiçek aşısı Osmanlı’da biliniyordu.

* O hâlde Boutroux’yu izleyerek şunu söyleyebiliriz ki, 19. yüzyılda küfür yobazı tipi zuhur ettiğinde, İslâmî düşünceyi mağlup etmedi, “kaba softa ham yobaz” düşüncesini mağlup etti. İslâmî düşünce zaten uzun zamandır mahçuptu.

* Felsefeyle ilgilenen arkadaşlara İmam-ı Gazali’nin yanında Boutroux’yu hararetle tavsiye ederim. Eskiden Türkiye’de Boutroux’cular vardı ve kitaplarının bir çoğunu tercüme ettiler.

* Özellikle “Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında” isimli kitabı şaheserdir. Gazali – İbn-i Rüşd tartışmasına nereden bakacağını bilemeyenler, Gazali’nin düşüncesinin felsefi bir açılımını Boutroux’dan tahsil edebilirler.

* Şu var ki, determinizmin de bir hakikati vardır. Bu hakikati inkar etmek, madde üzerine tahakküm hünerini kaybettirir. Ama bu sadece sathi bir hakikattir ve tabiat kanunları Allah’ın Faal ismini “gerektirici” –haşa- değildir.

* Blondel için de Nurettin Topçu’nun hocası diyelim. Aksiyon felsefesinin kurucusu. Önemli bir felsefe. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’nda bu isimler hep geçer.

Sinan BALA

http://www.adimlardergisi.com/imam-i-gazali-ve-emile-boutroux/
Devamını Oku »

Kıyasta Yanlışa Götüren Nedenler



Bu konuda birkaç fasıl vardır.

Birinci Fasıl: Yanlışa Neden Olan Şeylerin Belirlenmesi

Bilinmelidir ki, kıyasın öncülleri, şekil olarak kıyasın üç şeklinin sonuç veren darplarına göre tertip edilip; bundan sonra ilk olarak kıyasın birincil (en küçük) parçaları olan üç terim ortaya çıkarılır; sonra da kıyasın ikincil parçaları olan önermeler birbirinden ayırt edilirse; bunlara ilaveten öncüller doğru ve sonuçtan farklı ve ondan daha iyi bilinir olursa işte bu durumda bunlardan lâzım gelen şey zorunlu olarak doğru ve hakkında kuşku duyulmayan bir şey olur. Çünkü bu önermelerden doğru bir sonuç vermeyeni, ancak anlattığımız açılardan birindeki bir kusurdan dolayı doğruyu vermez ki, bu da şu seçeneklerde gösterilmiştir:

Yapılan kıyas, 1- şekillerden herhangi biri içinde yer almaması, 2- sonuç veren darbların dışında kalması, 3- deyimler veya 4- öncüllerin bir birinden ayırt edilme­mesi, 5- sonucun öncüller içinde yer alması ve öncüllerin sonuçtan farklı  olmaması; 6- sonucun bilinme açısından öncülden daha iyi bilinir olması ve bu sebeple 7- öncülün sonuçtan daha iyi bilinir olmaması. İşte bunlar kıyasta yanılgıya neden olan yedi nedendir. Şimdi bunların her birini bir örnekle açıklayalım ki bu konuda yanlıştan korunmak kolay olsun.

Birinci Hata Noktası

Kıyasın üç şekilden birine dahil olmamasıdır. Bu da deyimler arasında, ya her iki öncülde özne veya her iki öncülde yüklem veya birinde özne, diğerinde yüklem olan bir ortak deyimin bulunmamasıdır. Eşanlamlılık ve eşadlılık (hakikaten ve lafzen iştirak) olmadığında zihin onda yanıl­maz. Doğrusu bu durum açıktır. Ancak deyimler arasında manası farklı ol­makla birlikte eşadlı (lafzen müşterek) olan bir şey bulununca zihin yanılır.

Bu yüzden eşanlamlı ve eşadlı müşterek lafızlara ve özellikle de mütevâtır olmaları nedeniyle benzeşenlere dair yeterli incelemenin yapılması gerekir.Çünkü müşterek lafızlardaki farkın idraki zordur ve bu konu yanılmaların önemli bir nedenidir. Yukarıda ‘Kıyasın Öncülleri Kitabı’nda bunun taf­silatını öz olarak anlatmıştık. Ancak ne var ki biz orada yalnızca manaları özdeş olmayan (eşadlı) lafızları anlattık. Oysa bazen müştereklik, bizzat lafızdan değil de lafızların nazım ve tertibi sebebiyle de olur. Şimdi burada bunların örneklerinden dördünü anlatalım.

Birincisi, Allah Teâlâ’nın “Ancak Allah ve ilimde sağlam olanlar34 sözünde anlattığımız gibi, vakıf ve iptida denilen, durma ve yeniden başla­ma yerlerinden neşet eden müşterekliktir. Zira bu ayetin iki farklı manası vardır. Dolayısıyla buna benzer iki anlama gelen sözler öncüllerin birinde

bir manaya, diğerinde başka bir manaya için kullanılır ve bir ortak deyimin bulunduğu zannedildiği halde ortak deyim ortadan kalkmıştır.

İkincisi ise bir zamirin, bağlı olması muhtemel olan birden çok isim arasında gidip gelmesidir. Mesela şu söz gibi;

“Akıllı kişi bir şeyi bilirse o, bildiği gibidir.

Akıllı kişi taşı bilir.

Öyle ise o taş gibidir.”

Burada “o” zamiri akleden-akıllı kişi ile düşünülen-akledilen şeye bağ­lı olma arasında gider gelir. Öncülde düşünülen şeye bağlı olduğu kabul edilir, sonuçta ise karışıklık ortaya çıkar ve düşünen kişiye bağlıymış gibi zannedilir.

Üçüncüsü, iki anlamı sıraya koyan bağlaçların (atıf harflerinin) biri doğru diğeri de yanlış olan iki mana arasında gidip gelmesidir. Me­sela “Beş sayısı, çift ve tektir”, sözü gibi. Bu söz doğrudur. Dolayısıyla bu sözden hareketle “beş, hem çift hem tektir”, sözünün de doğru olduğu zannedilir. Bunun sebebi “ve” bağlacının anlamının karıştırılmasıdır.

Doğ­rusu “ve” bağlacı bölümlerin toplamına delâlet eder. Buna göre sen “insan kemik ve ettir” dersin ki bu insanda kemik ve et vardır anlamına gelir. Ayrıca bu bağlaç niteliklerin toplamına da delâlet eder. Tıpkı senin “insan canlı ve cisimdir”, sözün gibi. Buna göre beş sayısı konusunda yukarıda söylediğimiz söz, Ve’ bağlacındaki parçaların toplamı (yani beş sayısının 4+1 şeklinde çift ve tek sayının toplamı olması) anlamı yoluyla doğru olur, sıfatların toplamı (hem tek olma hem de çift olma sıfatını bir arada taşıma) anlamı yoluyla değil. Nitekim her iki anlamda da önermenin lafzı aynıdır.

Dördüncüsü ise sıfatın, öznenin sıfatı olması ya da kendinden önce zikredilen yüklemin sıfatı olması arasında gidip gelmesidir. Buna görebiz “Zeyd görendir (basîr)”, yani kör değildir ve “Zeyd tabiptir” diyebiliriz. Bu iki sözü düzenleyerek “Zeyd basîr tabiptir” dediğimizde onun tıp ala­nında basîr (uzman) olduğu zannedilir. Zira bu lafızlar ayrı ayrı (yani Zeyd için ayrı cümlelerde) kullanıldıklarında doğru; birlikte kullanıldıklarında  ise (akla gelebilecek) iki yorumdan sadece birine göre doğru olur. Buna benzer çok sayıda örnek bulabiliriz. Bunlarla, nereden olduğu bilinmeden kıyasın şekli bozulur. Anlattıklarımız ise bu konuda yeterli bilgiyi verir.

İkinci Hata Noktası

Kıyasın, üç şekilin sonuç veren darblarından birine dahil olma-masıdır. Bunun örneği şu sözdür:

“İnsanların çok azı yazandır.

Her yazan akıllıdır.

Öyle ise insanların çok azı akıllıdır.”

Eğer azı olumlamakla, çoğu  olumsuzlamayı kastetmezsen (yani azı akıllıdır deyip çoğu akıllı değildir sonucunu kas­tetmezsen) bu sonuç doğrudur. Doğrusu çoğu akıllı olunca azı da onun içinde yer alır. Eğer bu kıyasla insanların yalnızca azının yazan ve akıllı olduğunu kastedersen kıyasın sistemi, düzeni karışır. Zira, “insan­ların çok azı yazandır” sözü bilkuvve olarak iki öncül içerir. Bunlardan biri “bazı insan yazandır”, diğeri ise “bu bazı (insan) azdır” öncülleridir. Bura-da, bu ikisi (yazan ve az) “bazı” üzerine yüklem olmuş ve ikinci öncülde iki yüklemden sadece biri üzerine -ki bu da “yazandır” yüklemidir- hüküm verilmiştir. Dolayısıyla burada kıyasın sistemi karışmıştır.

Aynı şekilde,

“İnsanın taş olması mümteni’dir/imkandışıdır,

ve taşın canlı olması mümteni’dir.

Öyle ise insanın canlı olması mümteni’dir.”

dediğinde de durum böyledir. Çünkü bu darp, içindeki olumsuzluk laf­zı dönüştürülmüş olan iki olumsuz önermeden meydana getirilmiştir. Zira “insanın taş olması mümteni’dir”, sözünün manası; “Hiçbir insan taş değildir”, demektir. Öyle ki sonucu olumsuz yapmak için bu kadarı kâfidir. Zira birinci şeklin küçük öncülü olumlu olmazsa kıyas asla sonuç vermez. Bu tarz hataların çok olmasının sebebi, zihnin lafızlara sarılıp manaları gerçekliğiyle elde edememesinden başka bir şey değildir.

Üçüncü Hata Noktası

Kıyasın birincil parçaları olan üç deyimin tam olarak bir birinden ayrışmış, deyimler şeklinde yer almamasıdır. Mesela;

“Her insan beşerdir

ve her beşer canlıdır.

Öyle ise her insan canlıdır.” ve yine;

“Her hamr içkidir

ve her içki sarhoş eder.

Öyle ise her hamr sarhoş eder.” sözü gibi.

Bu örneklerde orta deyim ile küçük deyim (insan ve beşer ile hamr ve içki) birbirinin aynısıdır fakat lafızlar birbirinden farklıdır. Bu, önerme­lerde eşanlamlı (müteradif) lafızların kullanılmasıyla ilgili bir durumdur. Müterâdif lafızlar; harfleri farklı olup kendilerinden anlaşılan manaları aynı olan lafızlardır. Bunları daha önce anlatmıştık, dolayısıyla bunlardan da sakınmak gerekir.

Dördüncü Hata Noktası

Kıyasın ikincil parçaları olan öncüllerin gereksiz parça taşıması­dır. Bu nedenle, mürekkep olmayan yalın müfred lafızlarda yanlışa rastlan­maz. Zira bu lafızlarda yanlışın yeri açıkça görülür, mürekkeb lafızlardaki yanlışlar ise açıkça görülmez. Nice mürekkeb lafız vardır ki onun anlam gücünü, tek bir lafız verebilir, zira bu manaya tek bir lafız ile delâlet etmek mümkün olur. Mesela, “insan yürür” deyip sonra da bu ifadeyi uzatarak özne olan ‘insan lafzını “hayavân-ı nâtık” ile; yürür’ lafzını da “ayaklarını atarak bir yerden bir başka yere intikal eder” lafzıyla değiştirmen müm­kündür. Bu kıyas türünde gizli olan hatayı bulup ortaya çıkarman artık mümkündür. Yine

“Müslüman bir şeyi bildiğinde o, bildiği gibidir.

Müslüman kafiri bilir.

Öyle ise müslüman kafir gibidir.” sözün de bu kabildendir.

Buradaki öncüllerdeki deyimler konuldukları anlam itibarıyla birbirin­den tamamen ayrışmış (eşanlamlı vb. olmayan) öncüllerdir. Ortaya çıkan hata ise başka bir hususta, diziliştedir. Çünkü bu dizilişteki detaylar orta­ya konulmamıştır. Yoksa, senin “müslümanın bildiği şey” sözün özne; “o, bildiği şey gibidir” sözünün yüklem olduğu ortadadır. Fakat “o” zamiri iki ayrı şey arasında gidip gelmektedir.

Bazen de bu deyimler konuldukları anlam bakımından bir bi­rinden ayırt edilemez olur ve hatta önermede hem öznenin hem de yük­lemin bir parçası olması ihtimal dahilinde olan unsurlar bulunabilir.

Mesela “Uzun Zeyd beyazdır: Zeydün et-tavîlu ebyad'\ dediğinde burada yüklem yalnızca “beyaz” kelimesidir. “Uzun” ise öznenin bir parçasıdır. Uzun (et-tavîl) kelimesini ellezî (... olan, ki o) ilgi zamirinden (ism-i mev- sûl) sonra getirip Zeyd’e ait bir sıfat yaparak şöyle demen mümkündür:

“Uzun olan Zeyd beyazdır: Zeydun ellezî hüve tavîlurı ebyaduEğer “Zeyd, uzun beyazdır”, dersen uzun kelimesi bu defa yüklemin bir parçası olur. Eğer yukarıdaki örnekte 'ellezî’kelimesi getirilmeden cümle söylense, cüm­le burada ellezî’ kelimesinin kastedilmesine de kastedilmemesine de açık olur.

Mesela “el-insâniyyetü, miri baysü hiye insâniyyetün, hâssatün ev âm­metün”, denilmesi de bu şekildedir. Burada iki ihtimal söz konusudur: Birinci ihtimal, “min haysü hiye insâniyyetün” kısmının, önermenin konusunun bir parçası olmasıdır ki bu durumda cümlenin anlamı “el-insâniyyetü min hay­sü hiye insâniyyetün, hâssatün ev âmmetün: insanlık, insanlık olması yönüyle  ele alındığında, ya özeldir ya da geneldir” olur. Diğer ihtimal ise, sadece ilk ‘el-insâniyyetü: insanlık’ kelimesinin konu (özne) olup, yüklemin ise min haysü hiye insâniyyetün hâssatün ev âmmetün: insanlık olma (mahiyeti) bakımından özeldir’ olmasıdır.

Eğer sadece “insanlık, özeldir” demiş olsaydın cümlenin bu ikinci ihtimaldeki anlamıyla aynı şeyi söylemiş olurdun. Bundan dolayı açıkça “hâssatün min haysü hiye insâniyyetün: (insanlık) insanlık olması (mahiyeti) bakımından özel insanlıktır” deseydin; her bir haberin ayrı bir yüklem olduğu iki ayrı şeyden haber vermiş olurdun.

İşte bu yüzden eğer “mahiyeti bakımın­dan insanlık, ne özel insanlıktır ne de genel insanlıktır” deseydin bu doğru bir önerme olurdu. Eğer “insanlık, insanlık olması bakımından ne özeldir ne de geneldir”, deseydin bu da yanlış olurdu. Zira ileride, varlığın hükümleri konusunda tümelin manasını anlatacağımız sırada bu ikisi arasındaki fark da anlaşılacaktır. Bu muhtelif terkiplerden pek çok yanlışlar doğar ki bunların çözümü, sadece lafzı esas alanlar şöyle dursun aklî ve mantıkî ilimlerde uzman olanlara bile zor gelir. Bu gizli hata noktalarından kurtulmak ancak Allah’ın  muvaffakiyet vermesiyle mümkündür. Öyle ise fikir yürüten araştırmacı bu sarp yolların karanlıklarından kurtulması için araştırmacı Allahtan onu başarı­ya ulaştırmasını dilesin.

Beşinci Hata Noktası

Kıyastaki muhtemel hata noktalarından beşincisi ise öncülün yanlış olmasıdır. Bu da ya lafızda ya da manada bir karışıklığın ortaya çıkmasından kaynaklanır. Bu sebeplerden hiç birinin bulunmadığı yerde zihin ona boyun eğmez ve onu doğru kabul etmez. Nitekim burada söz konusu ettiğimiz ancak akıl sahibi olanların yanlış yaptığı şeylerdir. Her işittiğini doğru kabul edenin ise mizacı bozuktur, tedavisi de zordur. Bu sebeplerden lafızdaki karışıklık, kullanılan lafız ile (kullanılması gereken) doğru lafız arasında bir münasebetin olmasıdır. Mesela, iki lafız, aralarında ince bir anlam farkı olmakla birlikte, ortak bir manaya sahip olabilir.

Bu durumda bu lafızlardan biri esas alınarak doğru olarak telif edilen hüküm, diğer lafza göre de doğru zannedilir. Çünkü aynı şeyi ifade etmelerine rağ­men lafızlardan birinin diğerinden daha fazla ya da eksik bir mana taşıması hususu dikkatten kaçmıştır. Belirttiğimiz husus çokça hataya düşülen bir noktadır. Mesela perde, paravan anlamındaki “setr”ve “hıdr” lafızları gibi. Zira böyle bir perde, arkasında bir kız ya da cariye olduğu zaman “hıdr”; diğer durumlarda ise “setr” lafzıyla ifade edilir.

Yine ağlamak, anlamındaki “büka” ve “avil” sözcükleri de böyledir. Yüksek sesle ağlanınca avil; değilse ‘büka denilir. Bazen de iki sözcüğün anlamının tam olarak aynı olduğu sanılır. Toprak anlamında “serâ” ve “turâb” sözcükleri böyledir. Doğrusu “sera” da topraktır, fakat nemli ve ıslak olmak şartıyla böyledir. Yine dar geçit anlamındaki “me’zak” ve “madik” de böyledir. Me’zak, madik ile aynı şeydir, fakat sadece savaştaki yerlerle ilgili olarak kullanılır. Yine kaçan köle anlamındaki “âbık”ve “hârib ” de böyledir. Buna göre âbık, hârib’dir. Fakat hârib’de ilave bir mana vardır. Bu ilave mana da kölenin kaçmasının korku ve ağır iş şartı sebebiyle olmasıdır. Kaçmanın sebebi köleyi nefret ettirip kaçıran bir sebep değil ise bu durumda köleye hârib değil âbık adı verilir.

Nitekim tükürüğe yani ağız suyuna ağızda bulunduğu sürece ‘’ru-dâb’’; ağızdan atıldığında ise “buzâk” denilir. Yine yiğit ve kahraman kişiye an­cak silah kuşandığında kemiyy denilir, diğer durumlarda o batal olarak anılır.

Güneşe de ancak gün yükselirken gazzâle denilir. İşte bütün bu sözcükler asıl anlam olarak birbirine denk olsalar da aralarında bir çeşit bir nüans vardır. Bu sebepten bu lafızlardan biri esas alınarak verilen hükmün diğeri için de geçerli ve bu yüzden onun da doğru olduğu zannedilebilir.

Yanılmanın mana ile ilgili sebebi, öncülün tikelde doğru iken tü­melde böyle olmadığı halde, tikelin tümel olarak alınıp doğru kabul edil­mesidir. Bu durumda öncülün doğru olma şartı gözden kaçırılmış olur. Bu yanılmaların en çok rastlanılan sebebi de önermenin döndürülmesinin doğru olacağının vehmedilmesidir. Buna göre “her kısas, kasd sebebiyledir ve her recm zina sebebiyledir” dediğimizde her kasıtta kısasın ve her zinada recmin var olduğu zannedilir. İşte bu konu tedbirli davranmayanın çokça hataya düşebileceği bir özelliktedir. Tikelde doğru olup tümelde olmayan önerme ise, bazen öznenin bazısında doğru olabilir. Tıpkı “canlı mükel­leftir” sözümüz gibi.

Zira bu söz, başkası değil, yalnızca insan hakkında doğrudur. Bu tür önerme ise öznenin tümünde fakat onun sadece bazı durumlarında doğru olabilir. Tıpkı “insan mükelleftir” sözümüz gibi. Bu söz, çocukluk ve akıl hastası olma halinde insan için doğru olamaz. Bu tür önermeler bazen de vakitlerin bazısında doğru olur. “Mükellefin namaz kılması zorunludur”, sözümüz gibi. Bu söz kuşluk vakti için doğru olmaz. 20 Zira kuşluk vaktinde kılınması zorunlu olan bir namaz yoktur. Bu öner­meler bazen de gizli bir şarta bağlı olarak doğru olur.

Tıpkı “mükellefin şa­rap içmesi haramdır”, sözümüz gibi. Bu söz ancak şarap içmeye zorlanmış olmamak şartıyla doğrudur, ancak bu şart söylenmemiştir. Yine “mükellef kişi bir masumu öldürürse, öldürdüğü kişi gibi o da öldürülür” sözü de  bunun gibi bir şarta bağlı olarak sahihtir. Bu şart da öldürenin baba, öldü­rülenin ise onun çocuğu olmaması şartıdır. İşte bu tür önermeler çoğu du­rumda doğru olup, ancak bir şartla kayıtlanınca tümel doğru kabul edilir. Buna rağmen bazen zihin bu önermeleri derhal doğrular ve onları tümel doğru olarak kabul eder. Böylece onlardan yanlış sonuçlar lâzım gelir.

Altıncı Hata Noktası

Kıyasta yanılmanın altıncı nedeni ise öncüllerin sonuçtan farklı önermeler olmamasıdır. Zira böyle olursa farkına varmadan neticeyi ön­cül olarak kullanır, yani “musâdere alel-matlûb” hatasına düşersin. Mesela “kadın velayet altında ise kendi nikah akdini kendisi yapamaz” sözün gibi. Sana kadının velayet altında olmasının anlamı sorulduğunda, belki de muhatapla, zaten üzerinde ittifak edemeyip anlaşmazlık içinde olduğun bir şey dışında açıklama yapamazsın. “Gündüz yapılan niyetle nafile oruç tutmak sahih olur” diyenin sözü de bu şekildedir. Çünkü o, aynî bir oruçtur. Onun aynî bir oruç olmasının manasının tam olarak izahı ve tahkiki istendiğinde, yapılan izahın bir parçasını da neticenin teşkil etmesinden kaçınılamaz. Şöyle ki ona “aynî bir oruç olmasının manası nedir?” diye sorulduğunda, cevap veren kişi “o, nafile olmaya uygun bir oruçtur” der.

Bunun üzerine ona “bu cevabınla muayyenlik (aynîlik) tespit edilemez” denilir. Zira her gün fecrin doğuşundan önceki vakit kaza orucu için uy­gundur ve ona aynî bir oruç denilmemektedir. Eğer onun manası, “nafile oruçtan başkasına uygun değildir” derse buna karşı “bununla da aynî oluş tespit edilemez” denilir. Zira gece nafile oruçtan başkasına uygun değildir, bu sebeple ona muayyen (aynî) oruç denilemez.

Böylece (muhatap) iki  manayı bir araya getirmek zorunda kalır ve “onun manası, nafile için uy­gun olup diğerleri için uygun olmayandır” der. Onun ‘o, nafile oruç için uygundur’ sözü gerekçesinin (illetinin) bilinmesi talep edilen (matlûb, ne­tice) hükmün kendisidir, öyle ise onu nasıl illetin bir parçası yapmaktadır? Oysa doğrusu illetin hüküm olmadan kendi başına var olabilmesi sonra da  onun üzerine hükmün gelmesidir ki, böylece hüküm, illetten başka, onun dışında bir şey olur. Bu anlattıklarımızın benzeri aklî kıyaslarda (daha) çoktur, bu yüzden burada bunlara yer vermiyoruz.

Yedinci Hata Noktası

Kıyasta hataya düşülen yerlerin yedincisi ise öncüllerin sonuçtan 30 daha iyi bilinir bir şey olmaması, aksine şu seçeneklerdeki gibi olmasıdır:

 (1) Öncülün bilinirlik açısından neticeye eşit olmasıdır. Mesela karşılık], birbirine izafe edilen şeylerde olduğu gibi. Zeyd’in Amr’ın oğlu olduğu iddiasıyla karşısındaki ile tartışıp, “Zeyd’in Amr’ın oğlu olduğunun delili, Amr’ın Zeyd’in babası olmasıdır” diyen buna örnektir. Oysa bu muhaldir.

Çünkü bu ikisi yani babalık ve oğulluk birlikte bilinir ve biri diğeri yoluyla bilinmez. Yine herhangi bir vasfın, bir bilgi mi yoksa zihnin konuşması ve bir irade mi olduğunu tartışan kişin şu sözü böyledir. “Bunun delili şudur: bu vasfın bulunduğu mahal, bilendir.” Bu öylesine söylenmiş bir delildir. Zira bilginin yerleştiği yerin/mahallin bilen olması, bu yerdeki halin bir bilgi olduğu bilinmedikçe bilinemez.

 (2.) Öncül bazen de sonuçtan daha az bilinen bir şey olabilir. Böylece kıyas döngüsel (devri) kıyas olur. Bunun aklî kıyaslardaki örneği çoktur. Fıkhî kıyaslardakine ise Hanefî bir fakihin şöyle demesi örnek veri­lebilir: “Teyemmüm yapan kişi namaz içindeyken su bulunursa, bu kişinin namazı bozulur. Çünkü o, suyu kullanabilecek duruma gelmiştir. Her kim suyu kullanabilecek durumda ise, ona su ile abdest almak lâzım gelir. Her kime de suyu kullanmak lâzım gelirse onun teyemmüm ile namaz kılması caiz olmaz.” Burada suyu kullanabilecek durumda olma orta deyim; nama­zın geçersiz olması ise sonuç yapılmıştır. Bunun üzerine ona şöyle denilir: Eğer burada suyu, fiziksel olarak kullanma gücünü kastettiysen, başkasının sahip olduğu suyu bulmuş olsa bile namazın geçersiz olması gerekir. Eğer kullanımla, ‘fıkhen kullanabilme imkanı’nı kastettim dersen şöyle cevap verilir:

Namaz kıldığı sürece namaz kılana amel-i kesir (namaz dışı olup çok miktarda yapılan fiiller) yasaktır, öyle ise suyu kullanmak da yasaktır. Buna göre şeran suyu kullanabilme gücü, ancak namazın bozulmasıyla hasıl olur. Suyu kullanabilme imkanını doğuran namazın bozulmasıdır. Burada suyu kullanabilme kudret ve imkanı, illetin ma‘lûlü öncelemesi gibi (bu kudret ve imkanı doğuran) namazın bozulmasından önce gelir. Bu öncelik zaman bakımından değil de zat bakımından önceliktir. Öyle ise sıralamada sonra gelen yani namazın bozulması, sıralamada önce gelen, yani suyu kullanabilme imkan ve gücü’ için nasıl olur da illet kabul edilebilir?

İşte kıyaslarda yanılmanın nedenleri bunlardır. Biz bunları yedi bölümde toparlamış olduk. Ancak her bölüm içinde, sayılması mümkün olmayacak kadar alt tür bulunur. Eğer birisi “Bu yanılma noktaları pek çoktur, bunlardan kim kurtulabilir ki?” derse buna şöyle cevap veririz: Bunların hepsi tek bir kıyasta bir araya gelmez, aksine her bir kıyastaki yanılma nedeni sayılı belirli sebeplerdir ve bunda ihtiyatlı olmak da müm­kündür. Üç deyime riayet eden ve onları lafız şeklinde değil de mana olarak zihninde tutan, sonra da bu deyimleri bir birine yüklem yapan ve onları iki öncül haline getiren, çelişkinin şartları başlığında anlattığımız gibi yük­lem yapmayla ilgili ek konuları göz önüne alan ve kıyasın şekline riayet eden herkes kesin olarak bilir ki ortaya çıkan sonuç doğrudur, öncüllerin lâzımıdır.

Buna göre eğer kim sonuca güvenmez ise öncüllere, doğrulama şekline, kıyasın şekline ve deyimlerine bir veya iki kere daha bakarak, geri dönüp kıyası tekrarlayarak sağlamasını yapsın. Tıpkı hesap yapanın tertip ettiği hesabında yaptığı gibi davransın. Zira hesap yapan da hesabı bir-iki kez tekrarlayarak sağlamasını yapar. Eğer bunları yapar ve hala kendisi için güven ve itminan hasıl olmazsa aklî ve mantıki konularda araştırma yap­mayı (nazar) bıraksın ve taklit ile yetinsin. Zira her işin bir erbabı vardır ve herkese yaratılışına uygun olan şey kolay gelir.



Ebu Hamid el Gazzali – Mi’yar’ul İlm,syf:290-310

Türkiye Yzma Eserler





Devamını Oku »

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim'den Alıntılar




Gerçek olan şu ki, bu kişilerin düşüncesi, ücra köşelerdeki ihtimallere uzanamıyor. Bilakis itikatları, zayıf bir takım sebeplerle karara bağlanmıştır. Baş ağrısı çeken şu avama bak: başkası ona şöyle der: “Gülsuyunu kullan! Zira benim de başım ağrıyordu; gülsuyunu kullandım ve faydasını gördüm.” Bu kişi sanki şöyle diyor: “Seninki de bir baş ağrısıdır, öyleyse gül suyu bu ağrıya da iyi gelir, benimkine iyi geldiği gibi (kıyas)." Hastanın kalbi de bu söze meyleder (ve gidip gül suyunu kullanır).

Ona şöyle demeyi düşünmez: “Önce gülsuyunun bütün baş ağrılarına -soğuk, hararet, mide bulantısı... gibi sebeplerin hangisinden kaynaklanıyorsa kaynaklansın- iyi geldiğini bir ispat et. Ve benim baş ağrım, seninki gibi mi; mizacın senin mizacın gibi mi; yaşım senin yaşın gibi mi; yapım senin yapın gibi mi; diğer hallerim senin hallerin gibi mi? Bunları da ispat et; zira bütün bu etkenlerle tedavi şekli değişir!” İşte bu gibi şeyleri sormak, avamın işi değildir. Zira bu gibi şeyleri araştırmaya meraklı değiller. Kelâmcıların da işi değildir; zira -avam kitlenin aksine araştırma merakları olsa da, yakînin kesinliğine götüren yolları bir türlü bulamıyorlar. Araştırarak doğruya ulaşmak, sadece bunun bilgisini Ahmed (aleyhisselam) ’dan almış bir topluluğun karakteristik özelliğidir (şinşine). Onlar, Kur’ân’ın ışığında Allah’ın nuruyla hidâyeti bulmuş kişilerdir. Kur’ân’dan aldılar âdil bir mîzânı ve “el-kıstasü’l-müstakîm”i/ dosdoğru ölçüyle tartmayı. Böylece Allah için, adaleti ayakta tutan kişiler haline geldiler.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.176-178

Türkiye Yazma Eserler

------------



Re’y ve Kıyasın Tasviri ve Bunların Geçersizliğine Dair

Dedi ki: Arkadaşlarla ilişkiyi kesip senden öğrenme konusuna gelince: daha önce sana anlattığım gibi, annemin ölünce yaptığı vasiyet beni bundan engelliyor.

Ancak re’y ve kıyasın bozukluk yönünü açıklamamı çok istiyorum. Zira sanırım aklımı zayıf görüyor, kafamın karışık olduğunu düşünüyorsun. Re’y ve kıyasa mîzân adını veriyor ve buna uygun âyetler okuyorsun bana. Oysa ben, mizan dediğin şeyin aslında senin dostlarının savunduğu kıyasın ta kendisi olduğunu düşünüyorum.

Dedim ki: Heyhât! Re’y ile kıyastan benim ne kastettiğimi ve onların ne kasrettiğini hemen sana açıklıyorum.

Re’ye gelince: Mutezile’nin “Kullar için “aslah” olana riâyet etmesi Yüce Allah’a vaciptir” sözü buna örnektir. Mu‘tezile’den bu sözün tahkiki talep edildiği zaman, hiçbir dayanak göster(e)miyorlar. Bu sadece, yaratanı yaratılana mukayese etmek ve O’nun hikmetini onların hikmetine teşbih etmek yoluyla akıllarınca güzel buldukları (istihsân) bir re’ydir.

Mahza akılların güzel gördüğü şeyler (müstahsenâtu’l-“ukül), re’yin ta kendisidir ki, buna itimad edilmesini doğru bulmuyorum. Re’y, öyle neticeler doğurur ki Kur’ân mîzânları onların bozukluğuna şahitlik yapar. Mesela yukardaki söz gibi. Nitekim bunu alıp “telâzum” ölçüsü ile tartacak olursam şöyle derim:

-Eğer "aslah"a riâyet Allah’a vacip olsaydı, bunu yapardı.

-Yapmadığı bilinmektedir.

-0 halde "aslah"a riâyet, Allah'a vacip değildir.

Vacip olsaydı mutlaka yapardı, zira Allah vacibi terk etmez.

Denilse ki: “Aslah'’ vacip olsaydı,

Allah mutlaka yapardı” sözüne teslim olduk, ama Allah'ın “aslah“ı yapmadığına teslim olmuyoruz; (müsellem kabul etmiyoruz).

Derim ki;

-Eğer "aslah'ı yapsaydı, kullarını cennette yaratır, orada bırakırdı. (Zira kullar için en iyi olanı budur.)
-Böyle yapmadığı bilinmektedir.
-O halde,Allah "aslah"ı yapmış” değildir,

Bu da aynı şekilde “telazum mizanı"ndan elde edilmiş bir neticedir.

Bu aşamada hasım kişi, ya inkâr edip “Allah’ın, kullarını cennette bırakması 'aslah' olan değildir” der ve böylece yalanı ortaya çıkmış olur. Veya şöyle der:

“Kullar için en iyi (aslah) olanı, onların cennetten çıkarılıp, belalar yurdu olan dünyaya konmaları ve hatalara maruz bırakılmaları, daha sonra, hataların yüzünden perdenin kaldırıldığı o gün (kıyamet günü) -Sahih hadis’te geçtiği üzere Yüce Allah’ın Hz. Adem'e (a.ş.): “Ey Adem! Cehennem heyetini çıkar!” demeni, Adem de: “Ne kadar?” dediğinde “Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu!" demesidir.

Bu iddiaya göre, Allah'ın insanları cennetten çıkarıp dünyaya yerleştirmesi, onları cennette yaratıp orada bırakmasından daha iyidir (aslah). Çünkü aksi durumda bütün bu nimetler, insanların çabasıyla ve hak ettikleri için elde edilmemiş olurlardı ki, böylece onlara olan minnet daha da büyür. Ve minnet ağır bir yüktür. Oysa duyup (kendi iradeleriyle) itaat etseler, kazandıkları nimetler, minnetsiz bir ücret ve yaptıklarına karşılık olmuş olur.

Böyle bir hikâyeye cevap vermek bir tarafa hem onu duymaktan senin kulaklarını hem de dillendirmekten kendi dilimi tenzih ederim. Onun hakkında bir düşün! Re’yin verdiği neticenin çirkinliklerini göreceksin.

Biliyorsun ki, Yüce Allah, öldükleri vakit çocukları cennette itaatkar yetişkinlerin konumundan daha aşağı bir konumda tutar. O zaman bu çocuklar “Ey Rabbimiz, sen askılı olanı yapmayı bizden esirgemezsin; bizim için aslah olan, yetişkinlerin derecesine hizi ulaştırmandı” dediklerinde Allah da -Mu“tezile’ye göreonlara şöyle diyecek: “Sizi nasıl onların derecesine ulaştırayım! Onlar büyüdüler, yoruldular ve emirlerime itaat ettiler. Oysa siz çocukken öldünüz!” Çocuklar: “Bizi sen öldürdün. Dünyada uzun zaman kalıp ahiretin ulvî derecelerini kazanmaktan mahrum bıraktın bizi.

Dolayısıyla bizim için aslah olan şey, bizi (çocuk yaşta) öldürmemendi. Bizi neden öldürdün?” diyecek.

Allah da Mu'tezile’ye göre şöyle diyecek: “Ben yetişkin olduğunuz takdirde küfre düşeceğinizi ve ebedi cehennem ateşine müstahak olacağınızı (ilm-i ezelim ile) biliyordum. Bu yüzden sizin için aslah olan, çocuk yaşta ölmeniz idi.”

Tam da bu sırada, yetişkin kâfirler ateşin katmanları içinde çığlık atarcasına seslenecek ve şöyle diyecekler: “Sen, yetişkin olduğumuz takdirde bizim kâfir olacağımızı bilmiyor muydun? Neden çocukken bizi öldürmedin? Biz çocukların derecesinin onda birine bile razıyız!”

İşte o zaman Mu'tezilî’nin Yüce Allah adına kâfirlere verebileceği bir cevabı kalmaz. Bu durumda kâfirler, Allah’a karşı serdettikleri delilde -hâşâ üstün gelmiş olurlar ki, Allah, zalimlerin sözlerinden münezzeh, çok yüce ve büyüktür!

Evet, aslah olanın yapılmasında bir sır vardır ve bu da Allah’ın kaderdeki sırrının bilinmesinde aranır. Ancak Mu'tezilî olaya bu asıldan bakmıyor. Sahip olduğu Kelâm sermayesiyle de buradaki sırra muttali olamıyor.

Bu yüzden konuya gelişigüzel dalıyor ve ona çapraşık gelen görüşler arasında bocalayıp duruyor. Benim yanımda geçersiz re’y örneği işte budur.

Kıyas ise: Bir konuda bir şeyi başka bir şeye kıyas eder ek hüküm ortaya koymaktır. Mücessime’nin “Şüphesiz Allah, cisimdir” sözü kıyasa örnektir.

Soruyoruz: neden (Allah cisimdir dediniz)?

Diyorlar ki: “Zira Allah, faildir, sanatkardır. Allah’ı (birer cisim olan) diğer sanatkâr ve faillere kıyas ettik ve O’nun da cisim olduğunu öğrendik”. İşte bu, batıl bir kıyastır. Zira şöyle deriz: “Neden bir fail, sırf fail olduğu için cisim olsun ki'.” Kur’ân’ın mizânıyla ölçümlendiğinde, böyle bir şey ortaya konamaz. Çünkü bu, “te‘adül” ölçülerinden olan “mizan-ı ekber”e tekabül eder. Şekli şöyledir:

-Bütün fiiller; cisimdir. (Birinci öncül)
Bâri olan Allah;faildir,kadirdir. (İkinci öncül) -
0 halde Allah, cisimdir. (Sonuç)

Şöyle deriz: evet, Bârî olan Allah’ın fâil olduğuna teslim oluyoruz. Lakin birinci öncüle teslim olmayız. Bütün faillerin cisim olduğunu nerden çıkardınız? (diye sorduğumuz zaman), ellerinde istikrâ (tümevarım) veya kısmet-i münteşireden (dağınık bölüştürme) başka bir delil kalmaz. Bu ikisinde de delil olmaya elverişli bir şey yoktur.

Tümevarıma gelince: (Bu akıl yürütmeye göre hareket eden) Mücessime şöyle der:

“Marangoz, terzi, ayakkabıcı, hacamatçı, dokumacısına vs... kadar bütün failleri araştırdım ve hepsinin cisimler olduğunu gördüm. Buradan hareketle bütün faillerin cisim olduğunu öğrendim.”

Ona denir ki: Demek bütün failleri araştırdın, herhangi bir fail gözünden kaçmadı mı? Eğer “hepsini değil, bir kısmını araştırdım” derse, bundan küllî (tümel) bir hükme ulaşmak, lazım gelmez. Yok, eğer “hepsini araştırdım” derse, buna teslim olmayız. Zira bütün failler onun saydıklarından ibaret değildir. Hem nasıl bir araştırma yapmış acaba? Bütün bu faillerin arasında yerin ve göklerin failini (yaratıcısını) de araştırmış mı? Eğer araştırmamış ise, bütün failleri (küll) değil, bir kısmını (ba'z) araştırmış demektir. Yok, eğer araşızırdıysa O’nu cisim olarak mı bulmuş? “Evet...” derse, ona denir ki: “Eğer buna yaptığın kıyasın mukaddimesinde ulaştıysan, bunu nasıl aynı şeye delil olacak bir asıl (öncül) kıldın? Zaten bulduğun şeye bulduğun şeyin kendisini delil kılmışsın ki, bu yanlıştır.

Aksine onun araştırması şu kişinin araştırmasına benzer ki gidip at, deve, fil, haşerat, kuşlar... gibi bir takım canlılar üzerinde araştırma yapar. Hepsinin ayaklı olduğunu görür. Fakat bu arada yılan, solucan... gibi canlıları görmemiştir. Sadece ayaklı canlıları gören bu adam, “Bütün canlılar ayakla yürürler” hükmüne varır. Veya araştırmasında, bütün hayvanların çiğneme esnasında alt çenesini kullandığını görür;ancak üst çenesiyle çiğneyen timsahı görmeden şu hukme varır:

Bütün hayvanlar alt çenesiyle çiğner”. Çünkü caizdir ki aynı cinsteki bin üye tek bir hüküm üzere bulunsun da bir tek üye onlara muhalıf olsun. Bu, yakini bilgideki kesinliği ifade etmediği için zikredilen kıyas, batıl bir kıyas olur.

Kısmet-i münteşire (dağınık bölüşrürme) metoduna gelince: söz gelimi Mücessime şöyle der: “Ben faillerin sıfatlarını inceledim. Failler cisim idiler. Cisim olmaları ya fail olmaları, ya varlık olmaları, ya da şöyle veya böyle olmaları nedeniyledir.” Daha sonra bu kişi, bütün kısımları iptal eder ve şöyle der: “İşte bu akıl yürütmeden onların, fail oldukları için cisim oldukları sonucu çıkar.”

İşte şeytanın, sayesinde bütün kıyaslamalarını yaptığı kısmet-i münteşire metodu budur ki, böyle bir akıl yürütmenin geçersizliğini anlatmıştık...

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.162-170
Türkiye Yazma Eserler

---------------

Dinin furu kısmına gelince: üzerinde ittifak edilmiş (müttefakun aleyh) bütün meseleleri bitirmeden kalbini ihtilaflı meselelerle meşgul etme! Ümmet, âhiret azığının takva ve Allah korkusu olduğu; haram kazanç, haram mal, gıybet, laf dolaştırma, zina, hırsızlık ve ihanet gibi sakıncalı işlerin haram; ve bütün farzların yerine getirilmesinin vacip olduğu noktalarında görüş birliği içindedir. Bütün bunları yaptıktan sonra sana ihtilaftan kurtulma yolunu öğreteceğim. Eğer kişi bütün bunları yerine getirmeden ihtilaf mevzuları talebinde bulunuyorsa o artık ammî değil, ehli cedeldir.

Hem, bir ammînin bunları sindirip, ihtilaflı konulara geçtiği ne zaman görülmüş? Dostlarını bir düşün! Bütün bu meseleleri sindirmişler de, ihtilaf bütün şekilleriyle gelip onların boğazına yapışmış öyle mi? Heyhâtl Böyle kimselerin dalâlet içindeki eksik akıllarını, şu hastanın aklına benzetiyorum: adam, onu ölümün kıyısına getiren bir hastalığa yakalanmış ve bu hastalığı tedavi edeceği hakkında bütün rahiplerin ittifak ettikleri bir ilaç var, ama o kalkıp rahiplere şöyle diyor: “bazı ilaçların soğuk mu yoksa sıcak mı olduğu hakkını da tabyalar ihtilaf etmisler; belki bir gün böyle ilaçlara ihtiyaç duyabilirim, o yüzden beni söz konusu ibtilafian kurtaracak birini bulana kadar tedavi olmayacağım. ”

Evet, olur da takvanın bütün boyutlarını sindirmiş, fakat “kafamı burcalayan ve cevabını bilmediğim bazı sorularım var: mess, lems, ağız dolusu kusma (kay) ve burundan kan gelme ( ruâf) durumlarında abdest almalı mıyım? Ramazanda oruca gündüz mu' yoksa gece mi niyet etmeliyim?” diyen salih birini görürsem, ona şöyle derim: “Ahiret yolunda güvenle ilerlemeye devam etmek istiyorsan ihtiyât yolunu takip et! Cumhurun üzerinde ittifak ettiği şeye sarıl!

Söz gelimi (abdesti bozup bozmadığı) tartışmalı olan durumlarda abdest almaya bak! Zira söz konusu durumda abdesti vacip görmeyen bir müctehid, mutlaka onu müstehâb görür. Aynı şekilde oruca gece niyetlen! Zira gece niyetlenmeyi vacip görmeyen bir müctehid mutlaka onu müstehâb görür”.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.144-146
Türkiye Yazma Eserler

------------------

Dış görünüşe aldandığını görüyorum. Öyle ki sana hacamatçının kabında kırmızı (halis) bal sunulsa, tabiatın hacamatçı kabından tiksindiğinden o balın tadına bile bakamazsın. Ve hangi kapta olursa olsun balın temiz/ tâhir olduğu-nu anlamaktan acizdir aklın. Söz gelimi, yamalı elbise (murakka'a) veya yünlü kaftan (durrâ'a) giyen bir Türk gördüğünde, hemen onun sufi veya fakih olduğuna hükmedersin. Bir süfi aba (kabâ) giyip külah (kalansuve) taksa, vehmin onun da Türk olduğuna hükmeder.

(Sözün özü): vehmin seni ilelebet, eşyanın özünü değil, kılıfını dikkate almaya mahkum etmiştir. İşte bu sebeple, herhangi bir sözü kendisi bakımından değil, ifade edilişindeki güzellik veya kâiline olan kendi hüsn-ü zannın açısından değerlendiriyorsun. Söz kendi zatında hak da olsa, eğer ibaresi -sence- çirkinse veya kâilin -itikadınca- kötü davranışları varsa, sözü hemen reddediyorsun.

--------------------

Şehâdet ve meleküt âlemleri arasında müvâzene yapmanın sırrı, hayâli misallerdeki manevi hakikatlere dair görülen rüyalar (âleminde) tecelli eder (tebellür edip açığa çıkar). Zira rüya, nübüvvetin bir cüzüdür. Nübüvvet âleminde ise mülk ve meleküt âlemleri tamamen tecelli eder. Bunun rüyadan misali: Adamın biri rüya görüyor: sanki elinde bir mühür ve onunla erkeklerin ağzını, kadınların fercini mühürlüyor.

Gördüğü bu rüyayı lbni Sîrîn’e [ö. 110/729] anlatıyor. İbn Sîrîn ona: “Sen Ramazan’da sabah vakti girmeden ezan okuyan bir müezzinsin” diyor. Adam: “Evet, öyledir” diyor. Şimdi, adamın gayb âlemindeki hali bu misalde nasıl tecelli etti bir düşün! Bu misal ile sabah vaktinden önce okunan ezan arasında müvâzene yapmaya çalış! Belki de bu müezzin kıyamet gününde elinde ateşten bir mühürle kendini görür. Ona: “0, (dünyada iken) erkeklerin ağzını, kadın-ların fercini mühürlediğin mühürdür” denilecek ve adam: “Vallahi böyle bir şey yapmadım” deyince, ona: “Evet, yaptın! Fakat farkında değilsin; zira bu, yaptığının ruhudur” denilecek.

Eşyanın hakikati ve ruhu ancak ruhlar âleminde tecelli eder. Ruh, his ve hayal âlemi olan aldatıcı âlemde (“âlemu’t-telbîs) ise suretten bir perdenin arkasında olur. “Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir.”48 Aynı şekilde (müezzinde olduğu gibi) şeriatın bir sınırını çiğneyerek terk eden kimsenin de şehâdet âlemi utanç verici olur. Konu hakkında detaylı bilgi istersen, Cevâhiru’l-Kur’ân adlı eserin “Bâbu hakîkati’l-mevt” bölümüne başvur. Orada hayret verici bilgiler göreceksin. O bilgileri uzun uzun düşün!

Belki sana, meleküt âlemine bir pencere açılır da oradan kulak hırsızlığı yaparsın". Ancak o kapının sana açılabileceğini düşünmüyorum. Çünkü hakikate dair bilgiyi, görmediğin gaip bir muallimden bekliyorsun.

-------------------

Şeytanın sızdığı gedikler, on tanedir. Mihakkü’n-nazar, Mi'yâru'l-İlm ve diğer bazı eserlerde ölçmenin şartlarındaki incelikleri anlattım. Şu an anlatmayacağım; zira kavrayışın bunları idrak etmekten acizdir. Bunları ana başlıklar halinde görmek istersen Mihakkü’n-Nazar’da; detaylı açıklamalarını istersen Mi'yâru'l-İlm’de bulabilirsin.

Lakin şimdilik sana sadece bir numune takdim edeceğim. Şeytanın Halîlullah Hz. İbrahim’in kalbine ilkâ ettiği şeye dair bir numune... Allah şöyle buyurdu: “Senden önce hiçbir resül ve nebi göndermedik ki, birşey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair bir şey (vesvese) ilkâ etmiş olmasın. Ama Allah, şeytanın ilkâ ettiği şeyi giderir.. .”(Hac,52) Şeytanın ilkâ ettiği şey, Hz. İbrahim Güneş’e yönelerek “...İşte Rabbim budur; zira bu en büyüktür.”(En'am,78) dediği zaman gerçekleşti. Güneş daha büyük olduğundan O’nu (a.s.) bununla aldatmaya çalıştı.

Bu mîzânla ölçme keyfiyeti şöyledir:

-Ilah, en büyük alandır. (İttifakla bilinen bir öncül)

Yıldızların en büyüğü Güneş’tir: (Hissi bilgi)

O halde ilâhı, Güneş’tir; ([Şeytanın ilkâ ettiği] netice)

İşte bu mîzân, şeytanın te“âdül mîzânı’ndan olan “el-asgar” mîzânına (iktirânî/yüklemli kıyas’ın üçüncü şekli) iliştirerek sunduğu bir mîzândır. Çünkü “en büyük” ifadesi, bir niteliktir ve bu nitelik hem Güneş’te hem de “ilâh”da bulunmasından hareketle, birinin diğeriyle nitelendirilmesi gerektiği vehm ettiriliyor. Oysa bu, “asgar mîzânı”nın “aks” (ters döndürme) halidir.

Zira bu mîzânın (asgar) tanımı şöyledir: Tek bir şey (mesela insan) için iki şey/ nitelik söz konusu olur (insanın canlı ve cisim olması) ve bunlardan birinin bir kısmı (tikel), diğeriyle nitelenir ki, daha önce bunu anlattık“. Fakat iki şey (ilâh ve Güneş) için tek bir şey ('en büyük’ niteliği) söz konusuysa, bu iki şey’den biri diğeriyle nitelenmez (llâh güneştir veya Güneş ilâhtır şeklinde bir sonuca varılamaz). Şimdi bak ve gör şeytanın mîzânları ters çevirerek nasıl kafa karıştırdığını!

Bu batıl mîzânın yine batıl olduğu ortada olan sancaya göre alınmış ayarı ise “renk”tir: zira “Renk” hem siyah hem de beyaz için söz konusudur. Böyle bir durumda “siyah”, “beyaz” ile, “beyaz” da “siyah” ile nitelendirilemez. Dolayısıyla biri çıkıp:

-Beyaz bir renktir.
-Siyah da bir renktir:
-0 halde siyah, beyazdır

der ise, bu yanlış ve batıl olur.

Aynı şekilde çıkıp,

[Ilah en büyük olandır.
Güneş de en büyüktür.
-O halde Güneş ilâhtır

der ise yine yanlış ve batıl olur. Zira birbirine zıt iki şey’in tek bir nitelikle nitelenmesi caiz olup, bu durum söz konusu iki şey arasında birlik ilişkisini gerekli kılmazken; bir şey’in iki şey’le nitelenmesi, söz konusu nitelikler arasında [tikel] birlik ilişkisini zorunlu kılar. Ama anlayışı kıt olan kimse, tek bir şeyin iki şeyle nitelenmesi ile iki şeyin tek bir şeyle nitelenmesi arasındaki farkı idrak edemez.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.98-100;106;110-112
Türkiye Yazma Eserler

----------------------

"bir şey ki başkasında bulunan bir nitelik kendisinden nefyedilmiştir, bu şey öteki şey den ayrıdır (mübâyin).” Söz gelimi, “ilâh batmaz”, “Ay ise batar” önermeleri, İlâh ile Ay arasında bir tebâyün gerektirir ki; bu, Ay'ın ilâh olmaması, ilâhın da Ay olmaması demektir.

Yüce Allah, Kur’ân’ın birçok yerinde Peygamberi Muhammed (a.s)’e atası İbrahim (a.s)’in yolunu takip etsin diye bu mîzânla ölçmeyi öğretmiştir. Dikkat çekeceğim Kur’ân’daki iki örnekle yetin ve gerisini diğer âyetlerde ara!

Birincisi, Allah’ın Peygamberine hitaben söylediği şu âyettir:

(Biz Allah’ın oğulları/çocukları ve can dostlarıyız dediler). “De ki: Öyleyse neden günahlarınız yüzünden size azap ediyor? Hayır, aksine, siz O’nun yarattığından birer beşersiniz...”(Maide,18)

Bu âyete göre Yahudiler, kendilerinin Allah’ın oğulları olduğunu iddia ediyorlar. Yüce Allah ise, Peygamberine (a.s) onların yanlış düşüncesini kıstasü’l-müstakîm ile açığa çıkarma keyfiyetini öğreterek şöyle buyurdu: “De ki: o halde neden günahlarınız yüzünden size azap ediyor?”(Maide,18)

Bu mîzânın kemal-i sureti şöyledir:

-Oğullar, azap edilmezler:
-Siz ise, azap ediliyorsunuz.
-0 halde siz, (Allah’a) oğullar değilsiniz.

Bunlar iki asıldır. Evlatların azap edilmeyeceği tecrübe ile bilinmektedir. Sizin azap edildiğiniz ise müşahede ile bilinmektedir. Bu asıllardan, Allah’ın oğulları olmadığınız sonucu zorunlu olarak doğar.

İkincisi, Allah’ın şu âyetidir:

De ki: “Ey Yahudiler! Eğer siz, öteki bütün insanları dışlayarak sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, “haydi ölümü temenni etsenize’! Tabi eğer iddianızda sadıksanız?” Ama onlar, elleriyle yaptıkları yüzünden onu (ölümü) asla temenni etmezler. Şüphesiz Allah, zâlimleri bilir”.”

Bu âyete göre Yahudiler, Allah’ın dostu olduklarını iddia etmektedirler. Oysa bilinmektedir ki dost dosta kavuşmayı arzular. Yine bilinmektedir ki Yahudiler, Allah’a kavuşmaya vesile olan ölümü arzulamıyorlar. Bundan, zorunlu olarak “Yahudiler Allah’ın dostu değillerdir” neticesi çıkar.

Bunun (kıyasla) ifadesi şöyledir:

-Her dost, dostuna kavuşmayı arzular.
-Yahudiler, Allah'a kavuşmayı arzulamamaktadırlar.
-O halde Yahudiler Allah’ın dostu değillerdir:

Bu mîzânın haddi: “Temenni” (ölümü arzulama), “dost”un niteliğidir ve bu nitelik “Yahudi”de yoktur. Buna göre, biri diğerinden selb edildiği için “dostluk” ve “Yahudilik” birbirinden ayrı (mütebâyin) şeylerdir. O halde “dost” “Yahudi”; “Yahudi” de “dost” değildir.

Bu mîzânın malum sancadan standart ölçüsüne (klasik akıl yürütmedeki karşılığına) gelince: Bu kadar açıkken bunu anlatmama ihtiyacın olduğunu sanmıyorum. Ancak bir açıklama istiyorsan (söyleyeyim):

[ Taş, cansızdır.
Insan, cansız değildir
0 halde, insan taş değildir'. ]

Bak şimdi, “taş”ın “cansız” olduğunu, ardından “insan”ın “cansız” olmadığını bildiğin zaman, bu bilgiler, zorunlu bir bilgi olarak “insan”ın “taş” olmadığını bilmeni nasıl gerektiriyor! Zira “cansızlık” taş için sabit, “insan” için nefyedilen bir nitelemedir. Kuşku yok ki, “insan” “taş”tan; “taş” da “(insan”dan selb edilir. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç: İnsan taş olamaz; taş da insan olamaz.

Bu mîzânın anlaşılması güç (ilmî) konularda muhtemel kullanım yerlerine gelince: Şüphesiz böyle yerler çoktur. Nitekim ma‘rifetin iki parçasından birisi takdis bilgisidir, yani Allah’ın şanına layık olmayan niteliklerden münezzeh olduğunu bilmektir. Allah’ı, şanına layık olmayan şeylerden tenzih etmenin bilgisinin bütün yolları bu mîzândan geçer. Çünkü Hz. İbrahim (a.s), Rabbini takdiste bu mîzânı kullandı. Bize de bunun keyfiyetini öğretti; zira Allah’ın şanından cismiyyetin nefyedilmesi esasını, bu mîzân ile öğretti.

Biz de aynı yöntemi kullanarak şöyle deriz: “İlâh, mütehayyiz (belirli bir yer kaplayan) bir cevher değildir. Çünkü ilâh ma'lül“ değildir; oysa belirli bir yer kaplayan her şey, kapladığı yer ile muhtass oluşu [bakımından] malüldür. O halde ilâh cevher değildir.”

[Özet: İlâh cevher değildir. Çünkü:

-Cevher (mütehayyiz olması sebebiyle) ma'lüldür.
-İlâh ise maclül değildir. O halde llâh cevher değildir.]

“İlâh, araz değildir” sonucuna da varırız:

Araz, hayy-âlim değildir.
AIlah ise hayy-âlimdir.
O halde ilah,araz değildir.(Zorunlu netice)

Allah’ı, şanına layık olmayan diğer nitelemelerden takdis ve tenzih etmek de aynı şekilde iki aslın birleşimi sayesinde bilinebilir.

İmâm-ı Gazzâlî - El-Kıstasü'l-Müstakim,syf.78-80
Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »

Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ileTerbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen her şeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder.

Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur.
Eğer şerre alıştırılır ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur:

“Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrîm, 6)

Mademki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır.

1- Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren gözetim altında tutulmalı, ihmal edilmemelidir. Onu sâliha, dindar, helâl yiyen bir kadının sütüyle beslemek uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslenen çocuğun tabiatı pisliğe meyleder!

2- Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmektir. Bunun için onu kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süsü ve lüksü kendisine sevdirmemek gerekir. Çünkü böyle yetiştirilirse, büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatını zâyi edip, ebediyen helâk olur.

3- Çocukta aklı erme alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce yetiştirmek gerekir. Bunun ilk alameti, hayâ duygusunun belirmesidir. Çocuk, utanarak bir kısım fiilleri terk etmeye başlamışsa, aklın nûru onun üzerinde doğmuş demektir. Bu Allah Teâlâ´nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının olgunluğa döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir ve çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir.

4- Çocuğa ilk galebe çalan sıfat, yemeğe karşı oburluktur. Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemeli, edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa, yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemek adabını öğretmelidir. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak, besmele ile başlamak, acele etmemek ve önünden yemek gibi… Çocuğa bazen katıksız ekmek vermeli ve basit yemek yemeye alıştırmalıdır ki, çocuk iyi yemekler yemeyi şart görmesin.

5- Çocuğa lüks kıyafetleri değil, sade elbiseleri sevdirmelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Erkek çocuğunu süslü giymekten muhafaza etmelidir.

6- Çocuğu, onun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir.

7- Çocuk, Kur´an´ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve hallerini öğrenmelidir ki, kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda hayasızlığı öven şiirlerden ve şarkılardan uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat, çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.

8- Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir.

9- Eğer bazı durumlarda çocuk hata ederse göz yumulması uygun olur. Çocuğun hayâ perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Yoksa çocuk hataların açığa çıkmasından perva etmez olur.

10- Çocuğu sık sık azarlamak doğru olmaz. Çünkü çok azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğa babaya saygıyı öğreterek çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır.

11- Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevk eder. Gece uykusundan ise mahrum etmemelidir. Çocuğu yumuşacık yataklara ve rahata alıştırmamalıdır. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmaya alıştırmamalıdır.

12- Çocuğu, ebeveyninin servetiyle, elbiseleriyle akranlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğa, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir. Kısacası çocuğuna paraya karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Büyükler için de böyledir.

13- Çocuğuna oturup kalkmayı, terbiyeyi öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmeli, bunun düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Çocuğu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle bir şeye alışmasın. Lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hürmetle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir.

14- Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğuna, öğretmenine saygı duymayı, ceza verse bile sabretmeyi, böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu söylemelidir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda ciddiyetle durmayı telkin etmelidir.

15- Çocuk mektepten dönünce, ona, oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve hep öğrenmeye mecbur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, ilmi terk etmek ister ve çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur.

16- Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terk etmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğa muhtaç olduğu şer´î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur.

17-Çocuğa dünyanın temelsiz olup bâki olmadığını, âhiretin daimî vatan olduğunu, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu öğretmelidir. Böyle bir kimsenin Allah nezdinde derecesinin büyüyüp cennet nimetlerinin genişlediğini öğretmelidir.

Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır.
Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60

Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar'ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan Allah'ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona 'Nasıl hatırlayayım ve anayım?' diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: Allah benimledir. Allah beni görür. Allah şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:

"Ey Sehl! Allah'ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse Allah'a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde 'Himmetimin dağılmasından korkuyorum' dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur'an'ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur'an'ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra'ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra'ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.

Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan'da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster'e döndüm. Allah Teâlâ'nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".

Ahmed der ki: 'Sehl et-Tüsterî'nin ölüp Allah'a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim'.



İmam Gazzali,İhya,cild:3
Devamını Oku »

Gazzâlî'ye Göre Çocuk Eğitimi



Prof. Dr. Hasan Mahmut ÇAMDİBİ & Yrd. Doç. Dr. Emine KESKİNER*

*Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyeleri

Çocukluk hem çocuklar hem de onların eğitimden sorumlu yetişkinler için eğitsel açıdan iyi değerlendirilmesi gereken yıllardır. İnsanoğlu yaşam boyu öğrenme kapasitesine sahip bir varlık olsa da, bu kapasitenin en verimli ve hızlı bir şekilde çalışmaya müsait olduğu zaman çocukluk dönemidir. Bireyin bu dönemde almış olduğu eğitimin yaşam boyu etki gücüne sahip olacak olması yapılacak eğitimin önemini açıkça göstermektedir. Bu yıllardaki tesirlerin izleri daha kalıcı ve kuvvetlidir.

Özellikle şahsiyetin yapılanmasında çocukluk yıllarının önemi çok büyüktür. Bu yaşlardaki hayat, âdetâ şahsiyetin çekirdeğini oluşturmaktadır. Gazzâlî, anne ve babalarının yanında ilâhî bir emânet olduğunu ifade ettiği çocukların eğitiminin üzerinde önemle durulması gereken mühim işlerden olduğuna dikkat çekmiştir. Çocukların temiz kalbini saf, kıymetli, her türlü nakış ve sûretten uzak, her şeyi kabule müsait, kendisine müteveccih her şeye meyleder bir cevher olarak niteleyen Gazzâlî, çocuğun eğitimiyle ilgilenen insanların sorumluluğunu özellikle vurgulamıştır. Bu bildiride Gazzâlî’ye göre bu sorumluluğun yerine getirilmesinde dikkat edilmesi gereken husûslar üzerinde durularak, kendisinin çocuk eğitimine yönelik görüş ve önerilerinin değeri ve kalıcılığı gözler önüne serilecektir.

***
Giriş

Gazzâlî, insana dâir birçok konunun yanı sıra çocuk eğitimiyle de ilgilenmiş, eserlerinde yeri geldikçe değindiği bu konuyu, İhyâ’nın III. Cildinde Nefsi Terbiye ve Ahlâkı Güzelleştirme bölümünde “Gelişme Çağındaki Çocukların Riyâzetle Terbiyeleri ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi” başlığı altında müstakil olarak ele almıştır. Çocuk eğitiminin bu bölümde yer alması, onun ahlâk ve değerler eğitimine verdiği önemi göstermektedir. Şahsiyetin yapılanmasında çocukluk yıllarının önemi çok büyüktür.

Bu yıllardaki tesirlerin izleri daha kalıcı ve kuvvetlidir. Bu yaşlardaki hayat, âdetâ şahsiyetin çekirdeğini oluşturmaktadır. Eğitimin İmkânı ve Gücü Gazzâlî’nin çocuk eğitimiyle ilgili görüşlerine geçmeden önce, onun eğitimin imkânı ve gücüne yönelik görüşlerine bakmak gerekir. Gazzâlî, terbiyenin imkânını kabûl etmekle birlikte tamâmen mutlak bir terbiye imkânını savunmaz.

Terbiyeye, verâsette bilkuvve (potansiyel olarak) vâr olanın geliştirilme imkânı olarak bakar. “Esâsen edeb, kuvvette ve yaratılışta olanı fiile çıkarmaktır. Seciye (karakter istidadı) Hak Teâlâ’nın fiilidir. Kulun onu yaratmaya, vücûda getirmeye iktidârı yoktur. Bu aynen bir çakmakta ateşin meydana gelmesi gibidir. Çünkü o, sırf Allah’ın fiilidir. Onun meydana çıkarılması, kulun kazanmasıyladır. İşte edebler böyledir. Onların kaynakları iyi seciyeler ve ilâhî vergilerdir.1

Gazzâlî, “nefis ve nefse âit olan şeylerin ana rahminde gizlendiği sırada ve beşikte emzirildiği an ona bırakıldığı ve teslîm edildiği gibi”2 olduğunu ifâde ederek verâsetin (kalıtımın) terbiyeye tesirini kabûl eder. “Zekâ, ahmaklık ve gabâvet fıtrîdir. Akıl ve zekâ mutlaka fıtraten var olmalıdır; yoksa fıtraten zekâdan mahrum olanın sonradan bunu kazanması mümkün değildir. Aslı hâsıl olduktan sonra mümâreseyle kuvvetlenmesi mümkündür.”3

Gazzâlî, verâsetin yanısıra çevreyi de dikkate alır. Şerefli bir soydan gelir, kendinde de fazîlet varsa o soyun fazîleti inkâr edilemez. Bunun için Rasûlullah (s.a.v.), “Evleneceğiniz eşleri araştırın.” ve “Gübrelikte yetişen bitkiden, yani sadece dış güzellikten sakınınız.” buyurmuştur. Bu hadîsten kötü bir çevrede yetişmiş güzel kadının kastedildiğini ifade eden Gazzâlî, şerefle ve izzetle dünya oğullarını ve onların reislerini, emirlerinin nesebini kastetmediğini, ancak akıl, ibâdet ve ilimle süslenmiş, temiz nefislere intisâbı kastettiğini belirtmektedir.4

İyi bir verâsetin, iyi bir çevrede daha iyi gelişme imkânı bulması, verâset ve çevrenin ferdin şahsiyet yapısını birlikte etkilemesi nedeniyle soylu âilelerde bu etki daha güçlü olmaktadır. Soylu âilelerde genellikle hayat şartları ve terbiye imkânları daha müsâit şartlar ihtivâ etmektedir. Yine, “Tabiatlar çeşitlidir. Bazıları tezden terbiyeyi kabul eder. Bazıları da geç kabul ederler.”5 demek sûretiyle er ya da geç bireyin eğitime cevap vereceğine işaret etmektedir.

Gazzâlî’nin iyimser eğitim görüşü kapsamında değerlendirebileceğimiz bu görüşlerinin, çağdaş eğitim görüşlerine büyük ölçüde benzediği görülmektedir. Psikolojik araştırmalar, insanı psikolojik bakımdan sağlam esaslara dayanan bir yetiştirmeyle istenen kalıba sokmanın mümkün olamayacağına, böyle aşırı bir görüşün hiçbir sağlam temele dayanmadığına, kalıtım ve çevre tesirlerinin ayrı ayrı yaptığı etkileri incelemenin gereğine dikkat çekmektedir.6

Çocuk Eğitimi Anne-Baba ve Öğretmenlerin Sorumluluğu

Gazzâlî, öncelikle çocukların eğitim şeklinin üzerinde önemle durulması gereken mühim işlerden biri olduğuna dikkat çeker: “Çocuk, ana-babasının yanında ilâhî bir emânettir. Onun temiz kalbi, saf, kıymetli, her türlü nakış ve şekilden boş bir cevherdir. O, nakşedilen her şeyi kabule müsait, kendisine yönelen her şeye meyleden vaziyettedir.”7 Asıl mühim olan, daha ilk anlarında çocuğu ele alıp terbiye etmek gereğidir. Çünkü o, sâfî cevher olarak yaratılmış, hayır ve şerri tamamen kabule elverişlidir. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birine çekerler. Rasûlullah (s.a.v.): “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Yahûdî, Hıristiyan veya Mecûsî yapar.” buyurmaktadır.

Bu durumla ilgili olarak Kimyâyı Saâdet adlı eserindeki ifadesi şöyledir: “Çocuk ana-baba elinde bir emânettir. Kalbi kıymetli bir cevher gibi temizdir. Mum gibi her şekli alabilir. Bütün yazı ve şekillerden uzaktır. Temiz bir toprak gibi olup, hangi tohum atılırsa büyür.

İyilik tohumu ekilirse, din ve dünya saâdetine kavuşur. Annesi, babası ve hocası sevabına ortak olur. Şâyet fesâd tohumu atılırsa helâk olur; annesi, babası ve hocası günahına ortak olur.”8 “(Çocuk) neye meylettirilirse oraya meyleder. Çocuğa iyilik telkin edilir ve iyi işler yaptırılırsa, çocuk iyi bir insan olarak yetişir; dünya ve âhirette saâdete ulaşır. Onu böyle yetiştiren anne-baba ve muallim ve mürebbî de sevapta ona ortak olur. Kötü işlere itilir ve hayvanat gibi ihmal edilir, terbiyesine bakılmazsa işi azıtır ve helâk olur. Onun bu kötülüğünden ise, velî ve öğretmen sorumludur. Zîrâ Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuz cehennem ateşinden koruyunuz.”9

Çocuğu terbiye dünya ateşinden koruduğu gibi, cehennem ateşinden de korur.10 Eğitimin imkânı ile ilgili olarak verâsetin rolüne vurgu yaptığını gördüğümüz

Gazzâlî, çocuk yetiştirmede anne ve babanın yanısıra hocanın mesuliyetine dikkat çekerek çevrenin belirleyici ve yöneltici gücüne işaret etmektedir. Ayrıca kendisinin ebeveynin mesuliyeti ile hocanın mesuliyetini eşdeğer kabul ettiği anlaşılmaktadır. “Çocuğu korumak, onu güzel terbiye edip temizlemek, ona ahlâkî fazîletleri öğretmek, kötü arkadaşlardan onu korumak, devamlı sûrette zevk-u sefâ içinde bırakmamak, refâh ve zînet sebeplerini sevdirmemektir. Çünkü zînet ve refâha alışınca büyüdüğü zaman onları elde etmek için onların peşinden koşar. Bunun için daha ilk günlerde çocuğun terbiyesine önem vermelidir.”11 Mânevî değerleri maddî değerlerin üstünde tutan Gazzâlî; küçük yaşlardan itibâren eğitimde mânevî değerlerin öncelenmesi gerektiğini söylemekte, ilerleyen yaşlarda alışkanlıkların değişmesinin güçlüğüne dikkat çekmektedir. Zirâ kalıcılık açısından “Küçükken öğrenim taş üzerine yazı yazmak gibidir.”12 Dolayısıyla yaşamın ilk yılları oldukça önemlidir.

Günümüzdeki çalışmalarda da, 0-8 yaş arasının çocuğun gelişiminin en hızlı ve en kritik yılları olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yıllarda temeli atılan beden sağlığı ve kişilik yapısının ileri yaşlarda yön değiştirmeden daha çok aynı yönden gelişmesi şansı daha yüksektir. “Uzun yıllara dayalı araştırmalarda, çocukluk yıllarında kazanılan davranışların büyük bir kısmının yetişkinlikte, bireyin kişilik yapısını, tavır, alışkanlık, inanç ve değer yargılarını biçimlendirdiği gözlenmiştir.”13

Gazzâlî, taklîdî imanın gücüyle alâkalı verdiği örnekte de aile ortamı başta olmak üzere çevrenin insan üzerindeki etkisine dikkat çekmektedir. Yukarıda geçen hadiste de görüldüğü üzere, Hıristiyan, Yahudi, Mecûsî ve Müslüman çocukları büyük baskılara mârûz kalsalar veya imanlarını bozacak aklî veya naklî delille karşılaşsalar da, ebeveynlerinden taklîd yoluyla öğrendikleri imanlarından vazgeçmezler. Diğer taraftan Müslümanların hizmetinde çalışan gayr-i müslimlerin de zamanla kalplerinde ısınma başlayıp Müslüman oldukları gözlenen bir durumdur. Bu da onların beraber yaşadıkları aileyi taklîd etmeleri neticesinde ulaştıkları imandır.

Burada ifade edilmek istenen ailelerin ve yakın çevrenin model vazifesi görmeleridir. Çocuklar ya da köleler yaşadıkları aile ortamı içinde görüp beğendikleri ve kendilerine model olarak seçtikleri kimselerin dinî hayatlarını içlerine sindirip taklîd etmeye başlarlar. Nitekim genelde insan da yapı itibâriyle beğenip takdir ettiği veya toplum tarafından takdir edilen kimselerin yaptıklarının benzerini yapma meylinde olan bir varlıktır.

Özellikle bu istidat çocuk ve gençlerin yapısında daha da bârizdir.14 Özetle İnsan tabiatı taklîde meyillidir.15 Taklîdle başlayıp özdeşleşmeyle üst noktaya ulaşan sosyal içerikli davranışların kişiliğin oluşmasında da oldukça önemli bir yere sahip olduğu günümüz eğitiminde de altı çizilen husûslar arasında yer almaktadır.16

Ahlâk Eğitimi

Eğitimde çocuğun durumunun, gelişiminin dikkate alınmasını ön gören Gazzâlî, bu durumu ahlâk eğitimi konusunda müşahhaslaştırır. Çocukta temyîz alâmetleri görülünce, murakabesini iyi yapmak lâzımdır. Bu da utanma hissinin kendisinde başlamasıyla belli olur.

Çocuğun utanıp bazı işleri terk etmesi, akıl nûrunun parlamasına işaret eder. Bu sayede bazı şeylerin çirkinliğini fark eder ve onları yapmaktan utanır. Bu hal, Allah’ın bir lütfudur. Aynı zamanda kalbinin temizliğini, ahlâkının itidalini müjdeleyicidir. Bu durum, bulûğ çağında aklının kemâlinin müjdecisidir. Hayâ duyan çocuğu ihmal etmek doğru olmaz. Onun hayâsından faydalanarak terbiyesine dikkat etmek lâzımdır.17 Çocuğun güzel ahlâk ile ilgili güzel bir hareketi görüldüğü zaman takdir edilmeli, sevindirecek şekilde mükâfatlandırılmalıdır.

Aynı zamanda insanlar arasında övülmelidir. Günümüzde de davranışların olumlu yönde gelişip yerleşebilmesi için mükâfatın cezadan daha etkili bir tedbir olduğu kabul edilmektedir. Şâyet bazen kendisinde bir defalık kötü hâl görülürse onu görmemezlikten gelmeli, gizli kusurlarını araştırmamalıdır. Aynı zamanda bu hatalı hareketi başkalarının yapabileceği çocuğa hissettirilmemeli; bilhassa çocuk yaptığı kusuru gizlemek ister ve bu husûsta azamî gayret sarf ederse bunu tamamen görmemezlikten gelmelidir; aksi takdirde çocuk bu husûsta cesaretlenir ve bu kusurları tekrar yapmağa kalkışır; duyulmasına aldırış etmez hâle gelir.

Şâyet bu hatalı hareketini tekrar ederse gizlice tekdir etmeli, bunun zararı kendisine anlatılmalıdır.18 Bununla birlikte Gazzâlî çocukların davranışlarının takip edilmesinin önemine dikkat çeker. Gizli olarak yapmak istediği her hareketten menetmelidir. Çünkü çocuk, gizli yapmak istediği şeylerin kusur olduğunu bilir. Gizli yapa yapa o kusura alışır ve onun açıkça da yapmağa başlar.19

Sık sık tâzirden kaçınılmalıdır. Çünkü bu hâl çocuğu bu sözleri dinlememeğe ve kötülükleri yapmağa iter; kınamaları dinlemez ve onları hafife alır. Bu sebeple çocuk ancak arada sırada azarlanmalıdır. Geleneksel aile yapısında sık karşılaşılan bir durum olan annelerin çocuklarını babayla korkutmaları Gazzâlî’nin önerdiği husûslar arasındadır. Bu nedenle baba çocuğa karşı ağır davranmalı ve onu nâdiren kınamalıdır.20

Davranış Eğitiminden Kesitler

Gazzâlî’nin davranış eğitimi üzerinde ayrıca durduğu görülmektedir. Davranış eğitimi bağlamında, yemek, yatak ve giyecekte lükse kaçılmamalıdır. Çocuğun ilk hırs ve düşkünlüğü yemek hırsıdır. Bu husûsta terbiye edilmeli, meselâ sağ eliyle yemeğe teşvik edilmeli, yemeğe başlarken besmele ile başlaması öğretilmelidir.

Önüne gelen yerden yemesi ve başkalarının yemeğine göz dikmemesi öğretilmeli, yemeği yerken acele etmemesi, lokmaları birbiri ardına tıkmaması, iyi çiğnemesi, elini ve elbisesini bulaştırmaması öğretilmelidir. Katığın mutlaka gerekli olmadığını anlayacak şekilde bazı vakitler yalnız ekmek yemeğe alıştırılmalıdır.21 Yemek insanın bedenî yönünü doyurduğu gibi, yemek esnasında yapılan faydalı sohbetler de insanın rûhuna hitap eder. “Kişi yemekte susmamalı, iyi ve güzel şeylerden bahsetmeli, örnek insanların hayat hikâyelerini anlatmalıdır.”22

Oburluğun kötü bir şey olduğu ve çok yiyenlerin hayvanlara benzediği izah edilmelidir. Çok yiyen çocuklar onun yanında kötülenmeli, terbiyeli ve ölçülü yiyen çocuklar övülmelidir. Yemek husûsunda başkasını düşünmesi ve hangi tür olursa olsun, onunla kanaat etmesi kendisine öğretilmelidir. Günümüzün önemli sorunlarından olan obezitenin önünün alınabilmesi için çocuk yaşta ailenin göstereceği ihtimam oldukça önemlidir.

Giyim kuşam bahsine gelince, maddî değerlere gereğinden fazla önem verilmesini eleştiren, sadelikten yana olan Gazzâlî, arkadaş çevresinin kişi üzerindeki etkisine de bu bağlamda dikkat çeker. Kıymetli elbiseler giyip, onlara teşvik eden çocuklarla çocuğunu bırakmamalı; zira çocuk ilk yetişme çağında ihmal edilirse ahlâkı bozulur; hasud, hırsız olur ve benzeri birçok kötü huylar peyda eder. Bütün bu kötü huylardan ancak güzel terbiye sâyesinde korunur.23

Gazzâlî, çocuğun ilk yetişme çağında övüp veya kınayıp iyiliklere teşvik ve kötülüklerden men etmek mümkün olmadığından,24 sözlü tedbirler yerine başlangıçta kötü örneklerden koruma sûretiyle terbiyeyi teklif etmektedir. Ona göre çocukların edeplendirilmesinin esası ve temeli kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Çocuğu fuzûlî konuşmak, kötü konuşmak, lanet etmek ve küfür etmekten men etmelidir. Böyle konuşanlarla bir arada bulunmaktan çocuk sakındırılmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan sirâyet eder.25

Okul Eğitimi

Okul eğitimi üzerinde de duran Gazzâlî’ye göre, okulda çocuk, o zamanın şartlarına uygun olarak Kur’ân öğrenir, geçmiş haberleri, iyi insanların hikâye ve hallerini öğrenir.

Bu sayede iyi insanlara karşı sevgi ve muhabbet tohumları ekilmiş olur. Karakter eğitiminde sağlıklı özdeşim kurmanın rolü açıktır. Bunun da yolu iyi insanların modellenmesine yardımcı olacak bir eğitim-öğretimden geçer. Okul eğitiminde de belirleyici olan yine çocuğun kendisidir. Öncelikle çocuğun okul hayatından zevk alması sağlanmalıdır. Bu da çocuğun ilgi duyduğu şeyler vasıtasıyla olacaktır.

Başlangıçta “Çocukta yalnız oyun isteği vardır.”26 diyen Gazzâlî, “Nitekim çocuk, evvela top oynamak, çelik çomak fırlatmak ve benzerini yapmak sûretiyle okula gitmeye teşvik edilir.”27 demek sûretiyle modern eğitimin sıkça vurgu yaptığı, çocuğa göre davranmanın gereğine dikkat çekmiştir.

Bu bağlamda “Eğer çocuk, tamamen oyundan men edilir ve yalnız derse, öğrenime bağlanırsa kalbi ölür; zekâsı iptal olur; dâima dertli ve sıkıntılı olur. Hatta bu durumdan kurtulmak için hileye başvurmak ister. Bu sebeple dersten sonra güzel bir şekilde oyun oynamasına izin vermelidir. Çünkü bu oyun sâyesinde mektep yorgunluğu giderilmiş olur. Fakat oyun fazla yorucu olmamalıdır. Yine, günün belirli saatlerinde beden eğitimi ile ilgili olarak gereken hareketleri yaptırmalıdır. Aksi halde durgunluk ve tembellik geliştirir.28

Günümüzde yapılan çalışmalarda da oyunun çocuk için önemine vurgu yapılmakta, oynayarak birçok deneyim kazanan çocukların bütün gelişim alanlarında kendini geliştirme fırsatı bulduğuna dikkat çekilmektedir.29 Çocuğa bilgiler kazandırılmaya çalışılırken de gelişim düzeyi gözönünde bulundurulmalıdır. “Bebek, çocukluk hâlini, çocuk da mümeyyizin hâlini bilmediği, mümeyyize açılan zarûrî bilgileri idrâk etmediği gibi, mümeyyiz de akıllının hâlini ve çalışma neticesinde elde ettiği nazarî bilgileri bilemez.”30

Gelişim çağındaki bir çocuk için yapılacak en güzel şey, muhtasar bir akāid kitabından (Kavâidü’lAkaid gibi) sathî olarak konuları öğretmektir. Çocuk büyüdükçe yaş ve seviyesine göre öğrendiklerinin ne demek olduğunu teker teker anlamaya başlar. Yani çocuk iman edeceği şeyleri önce ezberler, vakti gelince bunları anlar. “Çocuk inanç esaslarını önce ezberleyecek, ardından mânâsını anlayacak, daha sonra inanacak, yakîne ulaşacak ve bu durumu bizzat yaşayacaktır.”31

Bu husûsta çocuğa rehberlik edecek kimseler ya ebeveyni ya da öğretmenleridir. Temyîz yaşına geldiği zaman taharet ve namazla emredilmelidir. Ramazanın bazı günlerinde oruç tutmakla emredilmelidir. Bulûğ çağına yaklaştığı zaman, kendisine yasaklanan husûsları anlaması mümkün olur.32

Gazzâlî, burada bulûğ çağından önce uygun terbiye verilen çocuklarda bulûğa yakın muhâkemenin geliştiğine ve davranışların prensiplerle kontrolüne işaret etmektedir. Meselâ yemeğin ve devaların Allah Teâlâ’ya itâat husûsunda insana yardımcı olmaktan başka bir değeri olmadığı, dünyanın tamamının bekāsı olmadığından hiçbir aslı olmadığı, ölüm ile bütün dünya nimetlerinin son bulduğu kendisine anlatılmalıdır.

Dünyanın durulacak bir yer olmadığı, yolculuk yeri olduğu, devamlı ve asıl makamın ahiret olduğu, ölümün her an gelebileceği, akıllı insanın dünyadan âhiret azığını temin eden kimse olduğu ve bu sayede Cennet’in bol nimetlerine kavuşup, Allah katında mevki sahibi olabileceği kendisine anlatılmalıdır. Görüldüğü üzere Gazzâlî, âhiretle ilgili husûslara eğitimde yer vermekte, dünya hayatının geçiciliğinin vurgulanması gereğinin altını çizmektedir.

Çocuk bulûğa kadar uygun terbiye almışsa, bu sözler bulûğda kendisine tesir eder. Oyma yazının taşta iz bıraktığı gibi, bu sözler de çocuğun kalbine yerleşir. Fakat daha önceki yaşlarda çocuk güzel terbiye edilmez, kötü söz ve işlere alışır, gününü oyun ve eğlence ile geçirir; istediğini yer içer, istediğini giyerse duvarın kuru toprağı kabul etmemesi gibi bu çocuk da hakîkati kabul etmez.33

Böylelikle Gazzâlî, yaşamın ilk yıllarının eğitim açısından iyi değerlendirilmesi gereğine dikkat çekmektedir. Görüldüğü üzere, Gazzâlî kapsamlı çalışmaları içerisinde çocuk eğitimine de ayrı bir yer ayırmış, bu eğitimi ana hatlarıyla ortaya koymuştur.

900. Vefât Yılında İmâm Gazzâlî,M.Ü.Ilahiyat Fakültesi Yayınları,syf.799-807

Dipnotlar:

1 Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn ve Umdetu’s-Sâlikin, (çev. R. Yıldız), İstanbul, ts., s. 24.

2-Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn… , s. 28.

3-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, el-Bâbî el-Halebî, ts., III, 398.

4-Gazzâlî, Mizânü’l-Amel, Ebü’l-Ûlâ neşri, Mısır, ts., s. 99, 49.
5 6 7 8

5-Gazzâlî, İhyâ, III, 124. Herbert Sorenson, Eğitim Psikolojisi, (çev. Gültekin Yazgan), İstanbul, 1968, s. 291.

6-Gazzâlî, İhyâ, III, 69,

7-Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet (çev. Faruk Mercan), İstanbul, 1979, s. 316.

8-Gazzâlî, Kimyâ, s. 316.

9-et-Tahrîm 66/6.

10-Gazzâlî, İhyâ, III, 155.

11-Gazzâlî, İhyâ, III, 69; Kimyâ, s. 316.

12-Gazzâlî, Mîzân, s. 49.

13-Ayla Oktay, “21. Yüzyılda Yaşanan Değişimler ve Erken Çocukluk Eğitimi”, Erken Çocuklukta Gelişim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar, İstanbul: Morpa Kültür Yayınları, 2003, s. 25.

14-Gazzâlî, İlcâmü’l-Avâm an İlmi’l-Kelâm, İstanbul, 1287, s. 115-116.

15-Gazzâlî, İlcâmü’l-Avâm, s. 85, 86.

16-Oktay Aydın, “Okul öncesi Dönem Çocuğunun Gelişim Özellikleri”, Erken Çocuklukta…., s. 139.

17-Gazzâlî, İhyâ, III, 70.

18-Gazzâlî, İhyâ, III, 70; Kimyâ, s. 317.

19-Gazzâlî, İhyâ, III, 70.

20-Gazzâlî, İhyâ, III, 157.

21-Gazzâlî, İhyâ, III, 70.

22-Gazzâlî, İhyâ, II, 9.

23-Gazzâlî, İhyâ, III, 70.

24- Gazzâlî, Mîzân, s. 92.

25-Gazzâlî, İhyâ, III, 158.

26-Gazzâlî, Cevâhirü’l-Kur’ân, 1311, s. 31.

27-Gazzâlî, Mîzân, s. 115, İhyâ, III, 60.

28-Gazzâlî, İhyâ, III, 71.

29-Fatma Çiğdem Gökçen, “Eğitsel Oyunlar ve Uygulama Yöntemleri”, Erken Çocuklukta…, s. 490.

30-Gazzâlî, İhyâ, III, 10.

31-Gazzâlî, İhyâ, I, 130.

32-Gazzâlî, İhyâ, III, 71.

Devamını Oku »

Gazali,Sünnet ve Mutlak İttiba



Şimdi Gazali üzerinden tarihte sünnetin nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım. Gazalî'ye göre mutluluğun anahtarı, yeme, içme, uyuma, konuşma gibi davranışlarda olsa bile tüm hal ve harekatında Resullerin Efendisine uymaktır. Gazali, bilinçli bir şekilde bununla Hz. Peygamberin sadece ibadet konularındaki emir ve adabını kastetmediğini vurgular. Zaten ibadet konularındaki sünneti ihmal etmenin hiçbir sebebi yoktur. Ona göre işte böyle yapılırsa ancak sünnete "mutlak/tam/kamil manada ittiba (el-ittibau'l-mutlak)" oluşur. Gazali, "mutlak ittiba" olarak adlandırdığı anlayışını iki ayetle destekler:

1. "De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin". (Al-i İmran, 31)

2. "Resûl size ne verdiyse onu alın; sizi nerden nehyettiyse ondan kaçının". (Haşr, 7)

Gazalî, ortaya koyduğu bu görüşün daha iyi anlaşılması için örnekler de verir. Ona göre kişinin pantolonunu oturarak giymesi, sangım ayaktayken sarması, ayakkabılarını giyerken sağdan başlaması, yerken sağ elini kullanması, el ve ayak tırnaklarını keserken belli bir düzene uyması gerekir. Bu uygulamalar sünnete dayanır ve onlar ihtimama layıkta Resûlullah'ın tüm davranışları böyledir. Resûlullah'ın nasıl yediğini bilmediği için hiç karpuz yemeyen Muhammed b. Eslem'in davranışı böyle bir ittiba anlayışını ortaya koyuyor. Bazıları da unutup ayakkabılarını soldan giymeye başladı mı ardından yiyecek vermek suretiyle kefaret öderlerdi. Bu noktada Gazalî şöyle diyerek uyanda bulunur:

"Bunlar âdet ile ilgilidir, bu konuda ittibanın bir manası yoktur, diyerek gevşeklik gösterilmemelidir. Gevşeklik gösterilirse büyük bir mutluluktan mahrum kalınır."

Gazalî, farklı şeyler söylediğinin bilincindedir. Bundan dolayıdır ki, okuyucusunun merakının arttığını hisseder. Okuyucunun Hz. Peygamber’in her davranışına uymadaki gerekçenin ne olduğunu öğrenmek istediğini belirtir. Gazalî, her bir davranışa uymanın altında yatan sırların çok geniş olduğunu, ancak konunun anlaşılması için genel olarak üç sırra işaret edeceğini ifade eder. İşte "mutlak ittiba"daki hikmetler, sebepler...

1-Beşerî alem (mülk) ile İlahî alem (melekût) arasında; insanın organlarının hareketi ile kalbin onlardan etkilenmesi arasında yakın bir ilişki vardır. Zira kalp ayna gibidir. Eşyanın hakikatleri oraya ancak pasının silinmesi, aydınlatılması (tenvîr) ve düzgün/dengeli hale getirilmesi (ta'dîl) ile tecelli eder. Pasının silinmesi, şehevatın ve kötü ahlaktan kaynaklanan bulanıklığın giderilmesiyle olur. Aydınlatılması, zikir ve ma'rifetin nurlarıyla gerçekleşir. Buna sünnete uygun olarak tam eda edildiğinde halis ibadetler yardımcı olur. Düzgün/ dengeli hale getirilmesi ise organların tüm hareketlerinin denge kanununa (kanunu'l-adl) uygun yapılmasıyla gerçekleşir. Mesela elin yaptığı bir hareket, eğriliği olmayan düzgün, sahih bir niyet taşımadıkça kalbe ulaşmaz. Kalpteki niyet ve tasavvurun düzgün olması da organların ve hareketlerinin düzgün olması yoluyla gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki, dünya ahiretin tarlasıdır.

Yine ölümle düzgün kılmanın yolu kapandığı içim organların hareketlerini düzeltmeden ölen insanın büyük üzüntüsü bu sebeptendir. Zira bu halde kalbin organlarla alakası kesilir. Organların hareketleri -buna kalbe gelen düşüncelerin (havâtır) hareketleri de dahildir- adl/denge mizanında ne kadar ölçülü olursa istikamet üzre hakikatleri kabule hazır bir kalpte düzgün ve dengeli bir yapı da o nispette oluşur. Nitekim sadece düzgün bir ayna eğri olmaksızın doğru suretleri yansıtmaya, hazırdır.

İşte bu şekilde hareketlerin inceliklerinde "adle/düzgünlüğe ve ahenge riayet etmeye alışırsak adalet ve doğruluk kalpte kök salar, onun suretleri, tezahürleri de düzgün olur. Böylece kalp mutluluğun suretini kabule hazır ve kabiliyetli bir hale gelir. Bundan dolayı Allah "Onu tesviye ettiğim/şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman..." (Hicr, 29) buyurur. Allah'ın ruhu mutluluğun anahtarıdır. Onun, ruhu üflemesi tesviyeden sonradır. Tesviyenin manası ta'dil, yani düzgün bir şekil vermektir.

Burada Gazali, ince noktalara girdiğinin farkındadır. O, bu anlatılanların hakikatini kavramaktan aciz kalındığında tecrübelerden faydalanma yönünde tavsiyelerde bulunur. "Mesela şunu düşünelim" der: Baksanıza doğruluğa alışmış birinin rüyası genellikle nasıl da doğru çıkıyor! Zira doğru davranış, kalpte sağlam, dosdoğru bir yapı oluşturur. Bu kişi, uykusunda ğaybın bilgilerini doğru bir şekilde alır. Bir de yalan söylemeye alışmış kimselere, yalancıların rüyalarına özellikle şairlerin rüyasına bakın! Bunlar yalancı hayallere alışmışlardır. Bundan dolayı kalplerinin sureti de eğri olur.

2. Bedenimize etki eden şeylerin bazısı akılla anlaşılabilir. Sıcaklık, soğukluk, rutubet, kuruluk ilişkilerinde olduğu gibi... Mesela bal, hararetli olanlara zarar verir, böyle birine soğuk fayda verir... Bazı şeyler de vardır ki, kıyasla idrak edilmez. Bunlar "özel şeyler (havâs)"dir. Bu özel şeylere, kıyasla vakıf olunmaz. Bilakis onlara vahiy veya ilham ile vakıf olunabilir. Mesela mıknatıs demiri çeker.

Bu kıyas yolu ile değil, ondaki bir özellik dolayısıyla böyledir. Bu özellik de ya ilham ya da tecrübe yoluyla bilinebilir. Özel şeylerin [ekserisi ilham ile anlaşılır. İlaç vb. şeylerde söz konusu olan etkilerin çoğu onlarda mevcut özelliklerinden dolayı idrak edilebilir. İşte fiil ve eylemlerin kalbe etkisi de bunun gibidir. Fiillerin kalbe etkisi ikiye ayrılır: Münasebet yönü anlaşılanlar: Mesela dünyevî şehvetlere uymak kişinin bu alemle alakasını artırır. Zira o burayı seviyor, demektir. Yine Allah'ı zikretmeye devam etmek de Allah ile ünsi-yeti artırır. Böylece kulda Allah sevgisi hasıl olur. Bir de münasebet yönü anlaşılamayan fiiller var. Ondaki bir özellik dolayısıyla ahiret mutluluğuna veya bedbahtlığına etki eden öyle ameller vardır ki, bunlar kıyas yoluyla anlaşılmaz; onlara ancak nübüvvet nuruyla vakıf olunabilir.

Resûlullah'ın iki mübahdan birine yöneldiği ve ikisini yapmaya gücü yettiği halde birini tercih ettiğinde bilinmelidir ki, nübüvvet nuruyla o fiildeki bir özelliğe muttali olmuş, ona melekût alemi açılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "Ey insanlar! Allah bana öğrettiğini size öğretmemi, beni terbiye ettiği şekilde sizi terbiye etmemi emretmiştir. Sizden biri cinsel münasebet anında sözü çok uzatmasın, zira çocuk dilsiz olabilir. Sizden biri cima halinde karısının fercine bakmasın, zira çocuk kör olabilir. Sizden biri cima esnasında karısını öpmesin, zira çocuk sağır olabilir. Sizden biri sürekli suya bakmasın, zira bundan dolap aklı gidebilir".

Bu örnekler Hz. Peygamberin eşyanın kendine has özelliklerine muttali olduğunu gösteriyor.

Bu noktada Gazalî, Hz. Peygamberim durumunu bir kıyasla ortaya koyuyor. "Düşün " diyor Gazalî, "insan Zekeriya er-Razî gibi herhangi bir tıpçının hacamat, taşlar ve ilaçların kendine has özellikleriyle ilgili zikrettiği şeyleri kabul ediyor, itiraz etmiyor. Ama iş beşerin efendisi Hz. Muhammed'in (s.a.v) haber verdiklerine gelince onları tasdik etmiyor! Olacak şey değil!".

3. İnsanın mutluluğu, şehevatı terk etmede ve nefs-i emarenin isteklerini kırmada meleklere benzemekle; hiçbir engel olmaksızın, sınır tanımaksızın hevaya ittiba için serbest bırakılmış, değersiz hayvanı duygulardan uzaklaşmakla gerçekleşir.

Insan tüm işlerinde engelsiz, sınır tanımaksızın dilediği her şeyi yapmaya ne kadar alışırsa hevasına uymaya da o kadar alışır, kalbine hayvanı özellikler hakim olur. İnsanın yararına olan şey ise kulluğu unutmaması ve sırat-ı müstakime yapışması için tüm hal ve harekatını kontrol altına almasıdır. Böylece kulluğun izi her hareketinde açıkça ortaya çıkar.Artık tabiatı/he vasi öyle arzu ettiği için değil, Allah emrettiği için amelde bulunur.

Karşılaştığı tüm hususlarda bazı işleri diğerlerine tercih etmeye başlar ve buna devam eder. Mesela yularını köpeğin eline veren, hareketlerini başkasının hükmüne göre yapan kimse gibidir. Böyle birinin nefsinin gerçek riyazete, temrine ihtiyacı vardır. Bu da nefis tezkiyesiyle ilgili önemli bir husustur. (Kitabuî-erbam fi usûli'd-din, s. 55-57)

Gazalî'nin sünnete uymanın arkasında yattığını vurguladığı bu üç hikmete baktığımızda;

1. Ruh ile beden arasında önemli bir ilişkinin olduğunu, organlar ve hareketlerinin kalbi etkilediğini, kalbin ayna gibi olduğunu, davranışların oraya yansıdığını, oranın pasının silinmesi ve aydınlatılması için sünnete uygun ameller yapılması gerektiğini;

2. Eşyanın kendine has özellikleri olduğu gibi davranışların da kendine has özelliklerinin olduğunu, bu özelliklerin bazısının tecrübe vb. yollarla; bazısının ise sadece nübüvvet nuruyla bilindiğini, Hz. Peygamber'in onca davranış şeklinden birini seçmesinin bir hikmete mebni olduğunu, bu hikmetin o davranışın özünde gizli olduğunu, o davranıştaki bir özellik dolayısıyla Hz. Peygamberin onu tercih ettiğini;

3. İnsanın, nefsine hakim olmak ve onu tezkiye etmekle mutluluğa erdiğini, kendini serbest bırakıp hevasına tabi olursa hayvanlaşacağını, kulluğun kendimizi sınırlamakla gerçekleşeceğini, işte sünnetin bu noktada nefsimize hakim olup onu tezkiye etmede ve kendimizi sınırlamada bize büyük yardımcı olduğunu anlarız.

Gazalî'nin sünnete uyma ile ilgili görüşleri böyle... Bunu nasıl değerlendirmeliyiz?

1.  Gazalî'ye göre sünnete uymak şekil-ruh/öz bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. Ne ruhsuz şekil ne de şekilsiz ruh... Şekle uymak oldukça önemlidir. Şekle uymak kalbi etkileyerek ruhu yüceltmek içindir. Zira o şekil, sıradan biri tarafından değil, nübüvvet nuruyla beşerin efendisi tarafından ortaya konulmuştur.

2.Bu sünnet anlayışı herkes için bağlayıcı, zorunlu mudur? Bize göre böyle bir şeyi ima etse de hayır... Çünkü Gazalî bir usûlcü olarak neyin farz, neyin vacip neyin mendup, müstehab olduğunu çok iyi biliyor. Ayrıca bunu ortaya koyan Gazalî'nin sufî yapısı unutulmamalıdır. O, bununla nefisleri tezkiye etmeyi, ahlakî kemale ermeyi amaçlıyor.

3. Bu anlayış, sünnetin sürekli şekil olarak algılanmasına yol açmıyor mu? Zahiren öyle, ancak Gazalî'nin amacı düşünüldüğünde hayır... Çünkü onun amacı şekle uyarak özü, ruhu, ahlakı yakalamak, kemale ermek, nefsi tezkiye etmek...

Kısaca söylemek gerekirse bu sünnet anlayışı bireysel gelişim, ahlaken yücelmek için bize bir imkân sunuyor. İyice düşünüldüğünde bu sünnet anlayışının bir eğitim sürecine işaret ettiği ve nefsi tezkiye etmeye matuf olduğu anlaşılır. Tarih boyunca bu sünnet anlayışına bağlı kalıp güzel örnekler ortaya koyan büyük insanlar, veliler varolagelmiştir. Onların tavır ve davranışları göz önüne alındığında Gazalî'nin teorisi daha iyi anlaşılır. Ama yine de buradan yola çıkarak böyle bir sünnet anlayışının tek, yegane, genel geçer olduğu ileri sürülmemeli, mü'minler sünnetin her boyutunu aynı oranda ve aynı gereklilikte yaşamaya zorlanmamalıdır.

Şüphesiz Gazalî'nin ortaya koyduğu bu anlayış başta da belirttiğimiz gibi sünneti teorik olarak tartışmayı değil, belki her zerresiyle yaşamayı ima etmektedir. Bunun içsel arınma ve nefis tezkiyesi için de önemli bir araç olduğu muhakkaktır.

Bu anlayışın ima ettiği bir şey de kanımca "anla, yaşarsın!" mantığı değil, "yaşa, anlarsın" mantığını ortaya koymasıdır. Bu nokta oldukça önemlidir. Belki anlamak ile yaşamanın birlikte olması gerektiği söylenebilir. Ama sünnetin yaşanacak bir şey olduğu öylesine unutulmuş ki, sünneti anlamanın gerçekte onu yaşamakla mümkün olabileceğini ifade etme gereği hasıl olmaktadır.

Burada son bir noktaya temas etme gereği ortaya çıkmaktadır. Mutlak ittiba anlayışı sünnetin her zerresinin yaşanması anlamında güzel bir yaklaşımdır. Ama daha ziyade bireysel sünnet anlayışını vurgulamaktadır. Şüphesiz Gazalî'nin sünnet anlayışında sünnetin her bir boyutuna uyulması gerektiği vardır. Ama onun öne çıkardığı boyut ibadetler ve en önemlisi de edeblerdir. Bu boyutlar da hiç kuşkusuz mü'minin bireysel yaşamıyla ilgilidir. Bu durum nefis tezkiyesi, ahlaken kemale erme açısından oldukça önemlidir.

Gazalî'nin sufi yapısı düşünüldüğünde bunu anlamak da mümkündür. Oysa sünnette bireysel boyut olduğu kadar, toplumsal ve dahi evrensel boyutlar da vardır. Sünnet içerisinde Hz. Peygamberin hanımlarına, çocuklara, kadınlara nasıl davrandığı; gayr-i müslimlere nasıl muamele ettiği vardır. Zorluklarla nasıl başa çıktığı, ashabında gördüğü davranışlara nasıl tepki verdiği de vardır. Devleti nasıl idare ettiği, piyasayı nasıl düzenlediği, bunları hangi esaslar dahilinde gerçekleştirdiği de vardır. Hakkı, adaleti nasıl gerçekleştirdiği de; zulme, isyana, küfre, haksızlığa karşı nasıl mücadele ettiği de vardır.

Gazalî'nin anlayışında bu unsurlar görünür değildir. Ama sünnet derken bütün bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Bununla birlikte dediğimiz gibi birine sahip çıkarken diğer boyut ihmal edilmemelidir.

Tabii bütün mesele tüm bu boyutlarıyla sünnet nasıl yaşanacak; bireysel hayatımızda, toplumsal hayatımızda nasıl tezahür edecektir, meselesidir. Bunlar dengeli bir şekilde nasıl yaşanacaktır? Yaşanılacak sünnet geniş bir yelpazeye sahiptir. Herkes onu aynı oranda yaşamak durumunda mıdır veya nasıl yaşayacaktır?

Bu noktada bağlayıcılık meselesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Herkes için zorunlu olan şeyler vardır, zorunlu olmayanlar vardır. Bir de zorunlu olmasa da mü'minin gönüllü olarak yaptığı şeyler vardır. Namazın farzı vardır, nafilesi vardır. Infakın farzı vardır, nafilesi vardır. İlmin de farzı vardır, nafilesi vardır. Belki de her bir şeyin bir zorunlu boyutu bir de gönüllü boyutu vardır.
Bütün mesele hiç birini ihmal etmeden onun sınırlarının farkında olabilmektir. Zira zorunlu ve gönüllü hallerin sadece sünneti yaşamak değil, topyekûn dini hayatımız için anlamı izahtan varestedir. Bir kutsi hadiste de ifade buyrulduğu gibi "Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nâfile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm." (Buharî, Rikak, 38).

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:25-33
Devamını Oku »