Bir Menkıbe

Bir Menkıbe

Bir gün Cüneyd-i Bağdadî’ye, kabiliyet ve istidatlı bir mürid gelip hizmetinde bulunmakla beraber az vakitte çok kemal tahsil edip diğer müridlere üstün gelmiş. Diğer bir kabiliyetsiz müridi hased ve kinin­den Cüneyd-i Bağdadî’ye, “Ben yirmi seneden fazla sizin hizmetiniz­de bulundum, bu yeni müridin birkaç gün zarfında kazandığı merte­beleri tahsil edemedim” deyince; Cüneyd-i Bağdadî, itiraz eden müridi aydınlatmak için yeni mürid ile eski müridine bir tavuk verip, her birine bu tavukları tenha bir yere götürüp kesin, sizden başka hiç kimse bunubilmesin diye emretmiş. Eski mürid tenha bir yer bulup tavuğu keserek şeyhin huzuruna getirmiş. Yeni mürid bir hayli etrafta dolaşıp kesmeden canlı olarak şeyhin huzuruna getirince, şeyh müri­de “Niçin bunu kesmediniz?” demiş. Mürid, “Efendim; siz bize, siz­den başka kimsenin bilmediği bir yerde kesin, diye emretmiştiniz.

Ben de tenha bir mahal bulamadım. Zira nerede kesecek olsam HakkTeâlâ biliyor ve görüyor. Yoksa emrinize muhalefet etmedim” deyin­ce, Cüneyd-i Bağdadî, eski müride dönüp “Ey nâdân, sen yirmi sene­den fazla hizmet ettin, bu kadar irfan kazanamadın. Bu mürid ise bir­kaç gün hizmetle bulunmakla sizin gibi ahmaklara üstün geldi. Kabili­yetsiz müridlere mürşid ne çare eylesin” diye cevap vermişler. Hz. İsa (a.s.), ölü cesedi ihyadan aciz değilim, ama ölü kalpli nadanı ihyadan acizim. Eğer böyle olmasaydı, enbiya ve evliya kendi zamanlarında olan ölü kalpleri irşâd ve ihya edip bu kadar zorluk çekmezlerdi.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

İlmin Fazileti Konusunda Hikayeler



1) Anlatıldığına göre Harun er-Reşid ile birlikte pekçok fukaha bulunuyordu. Bunların arasında Ebû Yusuf da vardı. Derken bir adam getirildi. Diğer bir adam onun geceleyin evinden malını aldığını iddia ediyordu. Alan adam da o mecliste bunu ikrar etti. Oradaki fakihler onun elinin kesilmesine ittifakla hükmettiler. Ama Ebu Yusuf "Onun eli kesilmemeli" dedi. Alimler "Niçin?" dediler, bunun üzerine Ebu Yusuf, "O, aldığını ikrar etti. Almak ise, elini kesmeyi gerektirmez. Elinin kesilmesi için o malı çaldığını itiraf etmesi lazım" dedi. Böylece bütün fakîhler onu tasdik ettiler. Sonra alan adama "O malı çaldın mı?" diye sordular. O da "Evet" dedi. Bunun üzerine onlar yeniden onun elinin kesilmesi gerektiğine hükmettiler. Çünkü çaldığını ikrar etmişti. Ebu Yusuf, yine "Onun eli kesilmez. Çünkü o, aldığını ikrar etmesinden dolayı kendisine o malı tazmin vacib olduktan sonra, hırsızlık yaptığını ikrar etmiştir. Bundan sonra hırsızlığını ikrar ettiği için, bu ikrarından Ötürü o malı ödemesi de gerekmez. Dolayısı ile onun ikrarı hesaba katılmaz" dedi.

2) Şâbî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Haccac'ın yanında idim, derken Horasan'daki Belh şehrinin fakihi olan Yahya b. Ma'mer, elleri kelebçeli olarak getirildi. Haccac, ona "Sen Hasan ile Hüseyin'in Hz.Peygamber (s.a.s.)'in neslinden olduğunu iddia ediyorsun (değil rm?)" ded(. O: "Evet" diye cevab verdi. Haccac, (Ya Kitabullah'dan apaçık bir delil getirirsin veya seni parça parça ederim" dedi. Bunun üzerine Yahya: "Sana Allah'ın kitabından apaçık bir delil getireceğim Ey Haccac!' dedi. Ben, Yahya'nın "Ey Haccac" diye hitab etme cüretine şaştım. Haccac, "Sakın bana: "Biz oğullarımızı siz oğullarınızı çağıralım" (Ali-imran,61) ayetin delil getirmeyesin?" dedi.

Bunun üzerine Yahya, "Allah'ın kitabından o hususta daha açık bir ayet getireceğim. O da Cenab-ı Hakk'ın: "Daha evvel de Nuh'u ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u hidayete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz muhsinleri işte böyle mükâfaatlandırırız. Zekeriyyar Yahya ve İsa'yı da (hidayete kavuşturduk)" (En'am.84-85) ayetidir. Hz.İsa (a.s.)'nın babası kimdi ki Allah onu Hz.Nuh (a.s.)'un zürriyyetinden saymıştır?" dedi. Haccac bunun üzerine uzun süre başını önüne eğdi. Sonra başını kaldırarak: "Sanki bu ayeti Kur'an'da daha önce hiç okumamışım. Bunun bağlarını çözün ve ona şu kadar mal verin" dedi.

3) Hikaye edilir ki Medinelilerden bir gurup, imamın arkasında cemaatle namaz kılarken Kur'an okuma hususunda münazara etmek ve onu susturup kötülemek için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. Ebu Hanife de: "Hepinizle birden münazara etmem mümkün değil. Onun için, bunu en iyi bileninize bırakın" dedi. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisine işaret ettiler. Ebu Hanife "İçinizde en iyi bilen bu mudur?" dedi, Onlar "Evet" diye cevab verdiler. Ebu Hanife: "Bununla münazara etmek, sizin hepinizle münazara etmek sayılır mı?" dedi. Onlar da "Evet" dediler. Yine Ebu Hanife, devamla: "Onu susturmak, sizin hepinizi susturmak sayılır mı?" dedi. Onlar: "Evet" dediler.

Sonra Ebu Hanife : "Onunla münazara eder ve delilimle onu susturursam, sizi delille susturmuş olur muyum?" dedi. Onlar yine: "Evet" dediler. Ebu Hanife: "Niçin böyle olur?" dedi. Onlar: "Çünkü biz ona imam olarak razı olduk. Dolayısıyla onun sözü bizim sözümüz olmuş olur" dediler. Ebu Hanife şöyle buyurdu: "Biz namazımızda imamı seçtiğimiz zaman, onun kıraati bizim için de kıraat olur. Onun kıraati, bizim okumamızın yerine de geçer." Böylece onlar Ebu Hanife (rh.)'nin kendilerini susturduğunu kabul ettiler.

4) Ferezdak birisini şöyle diyerek hicvetti: "Halisa'nın (güzelliği) yanında bir incinin kaybolması gibi, sizin kapınızda benim de şuurum kayboldu." Haltsa, Süleyman b.Abdulmelik'in sevgilisi idi. O, son derece akıllı ve edip idi. Süleyman b.Abdulmelik'in heybeti Mervanoğulları'nın hepsininkinden fazla idi. Bu beyt Halise'nin kulağına ulaşınca çok zoruna gitti ve Süleyman'ın huzuruna çıkıp Ferezdak'ı şikayet etti. Bunun üzerine Süleyman, Ferezdak'ın eli ayağı bağlanmış olarak en korkunç bir şekilde,getirilmesini emretti. Süleyman'ın heybetinden dolayı, onun huzuruna geldiğinde Ferezdak'ın ancak ayakta duracak kadar dermanı vardı.

Süleyman b.Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin?" dedi. O da "Ben bunu böyle söylemedim. Benim kötülüğümü isteyen birisi bu beyti değiştirmiş. Ben şu şekilde söylemiştim: "İncinin Halisa'nın üzerinde parlaması gibi, benim şuurum da sizin kapınızda parladı" dedi. Halisa bu sözleri perde arkasından dinliyordu. Halisa'nın kızgınlığı geçti ve kendisine hakim olamıyarak perdenin arkasından çıktı, üzerindeki bütün zinet eşyalarını Ferazdak'a verdi. Bunların değeri bir milyon dirhemden daha fazla idi. Süleyman b.Abdulmelik, Ferezdak huzurundan çıkınca, onun peşine, zinet eşyalarını ondan yüzbin dinara satın alması için perdedarını gönderdi. Sonra o zinetleri Halisa'ya geri verdi.

5) Halife Mansur, bir gün Ebu Hanife'yi çağırdı.Bu esnada Ebu Hanife'nin düşmanı olan er Rebi "Ey mü'minlerin emiri, -Ebu Hanife'yi kastederek- Bu adam senin dedene(1) karşı çıkıyor. Zira deden 'İstisna-i munfasıl caizdir' dediği halde 'Ebu Hanife cevazını inkâr ediyor"dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: 'Bu Rebi' var ya, bu, insanların sana bi'at etmelerinin vacib olmadığını iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Mansur, 'Nasıl?' dedi. Ebu Hanife de: "Bunlar sana biat ediyor, sonra evlerine döndüklerinde "inşallah" diyorlar (istisna yapıyorlar) böylece biatları batıl oluyor" dedi. Mansur buna güldü ve şöyle dedi: "Ey Rebi, Ebu Hanife'den sakın." Halifenin huzurundan çıkışta Rebi: "Ey Ebu Hanife, sen canıma kastettin" dedi. Ebu Hanife de: "Bunu başlatan sensin, ben kendimi müdafaa ettim" dedi.

6) Anlatıldığına göre bir müslüman, bir zımmîyi kasten öldürdü. Ebu Yusuf, zırnmıye karşılık müslümanın öldürülmesine hükmetti. Bu Zübeyde'nin kulağına ulaştı. Bunun üzerine Ebu Yusuf'a gelerek:"Müslümanı öldürmekten sakın" dedi. O, müslümanların işi ile çok ilgilenirdi. Ebu Yusuf ve fakihler bir araya toplandılar ve zımmi ile müslümanın velileri huzura getirildiler. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a: "Bu müslümanın (kısasen) öldürüleceğine mi hükmedildi?" dedi. Ebu Yusuf da: "Ey mü'minlerin emiri, o benim görüşümdür. Ne var ki ben, zımmînin müslüman tarafından öldürüldüğü gün cizye verdiğine dair kuvvetli bir delil bulunmadıkça müsiümanın öldürülmesine hükmetmem" dedi. Zımminin akrabaları bunu getiremediler. Böylece de onun kanı boşa gitmiş oldu.

7) el-Gadban, Haccac'ın düşmanı olan Abdjrrahman b.Muhammed el-şaş'e: "Haccac seni akşam yemeği yapmadan önce, son onu sabah yemeği yap. (O senin hesabını görmeden sen onun hesabını gör) dedikten sonra Haccac'ın huzuruna girerek ona: "Esselamü Aleyke"nin cevabı nedir?" dedi. O da "Ve aleykümüsselam" dedi ve hemen durumu anladı. Sonra şöyle dedi: "Ey Gadban Allah senin canını alsın. Benim sana selamı iade etmemle kendin için bir eman almış oldun. Ama Allah'a yemin olsun ki, eğer vefa ve keremin hakkı olmasaydı, şu andan itibaren soğuk su içemezdin." Bu hâdisede ilmin faydasına bakın. İlim ne güzel şey. İlimle süslenenlere ne mutlu! Cehalete ve cahillik vadisine yuvarlananlara yazıklar osun.

8) Ubdulmelik b.Mervan şairin "Bizde Süveyd, Butayn ve Ka'neb vardır. Yine bizde (içimizde) toy olan Emirü'l-Mü'minin vardır" beytini duyduğu zaman, onun getirilmesini emretti. Onu getirip huzuruna çıkarttılar. Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin? dedi. O da: Ben ancak "emir" kelimesindeki "ra" harfinin nasbi ile "Yine bizde, Ey mü'minlerin emiri toy olanlar vardır" diyerek sana nida ettim, senden yardım istedim" dedi. Bunun üzerine Abdulmelik'in kızgınlığı gitti, adam da bilgisi ile ortaya koyduğu az bir sanat sayesinde ölümden kurtuldu. Bu az iş de zammeyi fethaya çevirmektir.

9) Devlete hâkim olan Ebu Müslim, Süleyman b.Kesir'e şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, sen bir mecliste imişsin. Yanında benim adım geçince, "Ey Allah'ım! onun yüzünü kara çıkar, boynunu kopar ve bana onun kanından içir." demişsin, doğru mu?" Süleyman b.Kesir: "Evet, bunu dedim fakat, olgunlaşmamış üzüme baktığım zaman bunu üzüm için söyledim" dedi. Bu söz Ebu Müslim'in hoşuna gitti ve onu affetti.

10) Adamın birisi Ebu Hanife'ye "Benimle konuşmadıkça hanımımla konuşmamaya yemin ettim. Hanımım da ben onunla konuşmadıkça eğer benimle konuşursa, sahib olduğu herşeyini sadaka olarak dağıtmaya yemin etti" dedi. Fakihler bu meselede şaşırdılar. Süfyan şöyle dedi: "İkisinden hangisi diğerine konuşursa yeminini bozmuş olur." Ebu Hanife ise adama: "Git ve hanımına konuş. Bu takdirde hiçbiriniz için de yeminini bozma sözkonusu olmaz" dedi. Bunun üzerine adam Süfyan'a gidip, Ebu Hanife'nin dediklerini haber verdi. Süfyan da kızgın bir şekilde Ebu Hanife'nin yanına gelip; "Sen namusları mubah kılıyorsun" dedi. Ebu Hanife: "Bu ne demek oluyor?" dedi.

Süfyan, "Ebu Hanife'ye meseleyi yeniden sorunuz" dedi. Onlar meseleyi yeniden sordular, Ebu Hanife aynı fetvayı verdi. Bunun üzerine Süfyan: "Bunu nerden çıkarttın?" diye sordu. O da şöyle dedi: "Erkek yemin ettikten sonra, kadın da yemin ile ona karşılık vererek onunla konuşmuş oldu. Böylece adamın yemini düşmüş oldu. Eğer adam şimdi kadınla konuşursa ikisi de yeminlerini bozmuş olmazlar. Çünkü erkek kadınla yeminden sonra konuşmuş olur. Bu sebeble her ikisinin de yemini düşmüş olur." Süfyan bu cevaba karşılık: "Allah sana, ilim hususunda bizim hiçbirimizin farkında olmadığı şeyleri açıyor" dedi.

11) Hırsızlar bir adamın evine girip onun bütün malını alarak, hiç kimseye bunu söylememesi için üç talak üzerine ona yemin ettirdiler. Sabah oldu. Adam hırsızları, kendi malını satarlarken görmesine rağmen, yemin ettiği i kimseye birşey söyleyemedi. Adam bu meseleyi sormak üzere Ebu Hanife'ye geldi: Ebu Hanife de ona mescidinizin imamını ve mahalle halkını toplayıp bana getir" dedi. O da hepsini Ebu Hanife'nin yanına getirdi. Ebu Hanife onlara: "Siz, Allah'ın, şu adamın malını ona geri vermesini istiyor musunuz?" dedi. Onlar: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Herkesi toplayıp bir eve doldurun. Sonra onları birer birer evden çıkarıp, o adama: "Seni soyan bu mudur?" diye sorunuz. Eğer o, malını çalan hırsız değilse "hayır" desin, eğer hırsız ise sesini çıkarmasın. Eğer adam sesini çıkarmazsa siz o hırsızı yakalayın" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin kendilerine emrettiği şeyi yaptılar, Allah da o adama çatman malların geri verdi.

12) Ebu Hanife'nin çevresinde, meclislerine devam eden bir genç vardı Birgün Ebu Hanife'ye: "Falancanın kızıyla evlenmek istiyorum. Hatta istettim Fakat onlar benden, gücümün üstünde mehir istediler" dedi. Ebu Hanife de: "Çaresini bul, borç al ve onunla evlen. Çünkü Allah Teala ondan sonra işini kolaylaştıracaktır" dedi. Sonra Ebu Hanife kendisi mehir miktarınca ona borç verdi ve evlendikten sonra o gence şunu söyledi: "Sen bu beldeden çıkıp, uzak bir beldeye gitmek ve yanında hanımını da götürmek istediğim açıkla" dedi. Genç bunu açıkladı. Bu durum kadının ailesine güç geldi ve şikayet edip fetva sormak için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. İmam onlara: "Bu onun bileceği iştir" dedi. Onlar da: "Bunu savuşturmanın yolu nedir?" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Bunun yolu, ondan aldığınız mihri ona geri vermek suretiyle onu hoşnud etmenizdir" dedi.

Onlar da Ebu Hanife'nin bu tavsiyesine uydular. Ebu Hanife bunu gelinin kocasına anlatınca, o: "Ben onlardan, bundan başka birşey daha istiyorum" dedi. Ebu Hanife de şöyle dedi: 'Bu kadar parayı alırsan al, yoksa karın bir adama borçlu olduğunu söyleyecektir Sen de söylediği borç miktarını onun yerine ödemedikçe hanımınla beraber gidemeyeceksin. Hangisini istersin?" Adam bunun üzerine: "Allah Allah! Aman bunu duymasınlar. Ben onlardan başka şey istemiyorum" dedi ve mihir kadar paraya razı oldu. İşte Ebu Hanife'nin ilminin bereketiyle her iki tarafın da sıkıntısı giderilmiş oldu.

13) El-Leys b.Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, adamın biri Ebu Hanife'ye şöyle dedi: "Benim huyu güzel olmayan bir oğlum var. Birçok para verip ona bir cariye alıyorum, o ise onu azad ediyor. Büyük bir mihir karşılığında onu bir kızla evlendiriyorum, o ise kalkıp onu boşuyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife ona, "Onunla beraber köle pazarına git. Eğer gözü bir cariyeye kayarsa, onu kendi malın olarak satın al ve oğlunla onu evlendir. Eğer oğlun onu boşarsa, o cariye mülkün olarak sana döner. Eğer azad etmek isterse, azad edemez" dedi. Elleys şöyle devam etti: "Allah'a yemin ederim ki hiçbir şey Ebu Hanife'nin hazır cevablılığı kadar beni hayrete düşürmemiştir. 14) Ebu Hanife'ye Ramazanda, gündüz hanımıyla cinsi münasebette bulunmaya yemin eden bir adamtn durumu sorulunca, kimse buna cevap veremedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle cevab verdi: "O adam karısı ile Ramazanda yolculuğa çıkar ve gündüz onunla münasebette bulunur."

15) Bir adam Haccac'a geldi ve "Benim dörtbin dirhemim çalındı " dedi. Haccac: "Kimden şüpheleniyorsun?" dedi. O: '"Hiç kimseyi itham etmiyorum" diye cevab verdi. Haccac ona: "Belki de hanımın çalmıştır, ne dersin?" dedi. Adam: "Subhanalah! Hanımım böyle şey yapmayacak kadar iyidir" dedi. Haccac artarına (kokucusuna): "Bana, benzeri olmayan çok kokan bir esans yap" dedi. Attan da ona böyle bir koku yaptı. Sonra Haccac, o adamı çağırdı ve ona: "Şu kokudan sürün, başka kimse bundan sürünmesin" dedi. Daha sonra Haccac, kapıcılarına: "Mescidlerin kapılarında oturun" dedi ve o kokuyu onlara göstererek, "Kimde bu kokuyu duyarsanız, onu hemen yakalayın" dedi.

Böylece onlar, kendisinden bu koku fazlaca duyulan bir kişiyi görüp yakaladılar. Haccac, ona: "Bu kokuyu nereden aldın?" dedi. Adam da: "Onu satın aldım" dedi. Haccac: "Bana doğru söyle yoka seni öldürürüm " dedi. O adam da doğruyu söyledi. Bunun üzerine Haccac, parası çalınan adamı çağırdı ve: 'İşte dörtbin dirhemini çalan adam! Sen hanımına dikkat et ve onu güzel terbiye et" dedi ve sonra dörtbin dirhemi o adamdan alıp sahibine verdi.

16) Harun Reşid bir gün Ebu Yusuf'a şöyle dedi: "Cafer b,İsa'nın çok hoşuna giden bir cariyesi var. O bunu sevdi de o cariyeyi satmayacağına, hibe etmeyeceğine ve azad etmeyeceğine yemin etti. Şimdi ise bu yemininden kurtulmak istiyor, ne dersin?" Bunun üzerine Ebu Yusuf: "O, cariyenin yarısını satsın, yarısını da hibe etsin. Böylece yeminini bozmasın" dedi. 17) Muhammed b.Hasan şöyle dedi: "Bir gece uyuyordum. Ansızın kapım çalındı. "Kapıya bakın, kimmiş o?" dedim. Kapıya bakanlar: "Halifenin habercisi seni çağırıyor" dediler. Canımdan korktum, kalkıp halifeye gittim.

Yanına girince O: "Sana birşey sormak için çağırdım. Muhammed'in annesi yani hanımım Zübeyde'ye "Ben adil hükümdarım. Adil hükümdarlar ise cennete gireceklerdir" dedim. O da "Sen zâlim ve asisin. Çünkü sen kendinin cennetlik olduğuna şahitlik ettin. Böylece, Allahü Teâlâ hakkında yalan söylemiş olduğundan kâfir oldun. Binaenaleyh ben de (müslüman olarak) sana haram oldum. "Bana yaklaşamazsın" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid'e: "Ey mü'minlerin emiri bir günah işlediğin zaman o esnada veya daha sonra O'ndan korkar mısın?" dedim. O: "Evet, vallahi çok korkarım" dedi. Ben de: "Sana bir cennet değil iki cennetin verileceğine şehadet ederim dedim ve "Rabbinin huzurunda duracağından (hesab vereceğinden) korkan kimse için iki cennet vardır"(Rahman, 46) ayetini okudum. Bunun üzerine bana iltifat edip mülatefe yaptı, geri dönmemi emretti. Evime döndüğüm zaman atiyye keselerinin hemen bana gönderildiğini gördüm.

18) Anlatıldığına göre Ebu Yusuf'a bir gece Harun Reşid'in elçisi gelip, kendisini hükümdarın acele istediğini söyledi. Ebu Yusuf canından korkup, cübbesini giyerek, endişeler içerisinde halifenin yanına gitti. Huzura çıkınca selam verdi, halife de selamını alıp, yanına oturttu. O esnada Ebu Yusuf'un korkusu dindi. Harun Reşid: "Sarayda bir zinet eşyası kayboldu. Sarayın bir cariyesini suçladım ve "Ya ithamımda beni tasdik (çaldığını itiraf) edersin, ya da seni öldürteceğini" diye yemin ettim. Ama sonra pişman oldum. Bana bir çare (çıkış yolu)bul!" dedi.

Bunun üzerine Ebu Yusuf: "Müsaade et onun yanına gireyim" dedi. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a müsaade etti. O da içeri girince ay parçası gibi olan bir cariye gördü. Ebu Yusuf odadakileri dışarı çıkardı ve sonra cariyeye: "O çalınan zinet sende mi?" dedi. Cariye: "Hayır, vallahi" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf cariyeye, sana söyleyeceklerimi iyi öğren, ne eksik'ne de fazla söyleme. Halife seni çağırıp: "Zineti sen mi çaldın?" dediğinde "Evet" de. Yine o sana: "Onu ver" dediğinde: "Ben onu çalmadım" de. Sonra Ebu Yusuf, Harun Reşid'in huzuruna tekrar girdi ve cariyeyi getirtmesini söyledi. Cariye huzura gelince de Ebu Yusuf halifeye: "Ona zineti sor" dedi. Halife cariyeye: "O zineti sen mi çaldın?" deyince cariye: "Evet" dedi. Sonra Halife: "Onu ver" deyince de cariye: "Vallahi ben onu çalmadım" dedi.

Ebu Yusuf: "Ey mü'minlerin emiri, o ya çaldığını itiraf ederken veya inkar ederken seni tasdik etmiş oldu. Sen de böylece yemininden kurtuldun" dedi. Harun Reşid'in kızgınlığı geçti ve Ebu Yusuf'un evine 100.000 dirhem götürülmesini emretti. Yanındakiler: "Hazine memurları şimdi burada değil, bunu yarına ertelesek olmaz mı?" dediler. Harun Reşid, "Kadı Ebu Yusuf bizi bu gece vakti kurtardı, biz onun mükâfaatını yarına nasıl erteleriz?" dedi ve emretti de on kese altın yüklenip Ebu Yusuf ile beraber evine götürüldü.

19) Bişr el-Merisi İmam Şafii'ye "Sen icmanın olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki doğudaki ve batıdaki kimselerin bir hususta icma ettiklerini bilmek mümkün değildir" dedi. Bu münazara Harun Reşid'in yanında yapılıyordu. İmam Şafii, "Şu oturanın halife olduğuna bütün müslümanların icma ettiğini bilmiyor musun?" eleyince Bişr korkusundan bunu kabul etti ve sesi soluğu kesildi.

20) Bir bedevi Hz.Hüseyin b.Ali (r.a.)'nin yanına gitti, ona selam verip bir istekte bulundu ve: "Deden (Hz.Muhammed (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum: "Bir ihtiyacınız olduğu zaman bunu dört kimseden isteyiniz. Ya şerefli bir bedeviden, ya cömert bir efendiden, ya Kur'an'm hafızından veya ay yüzlü kimselerden." Arablar senin ceddinle şeref buldu. Cömertlik sizin adetiniz ve huyunuzdur. Kur'an sizin evinizde indi.

Ay yüzlü kimseye gelince ben Allah'ın Resulünden şöyle dediğini duydum: "Bana bakmak istediğinizde (Hz.) Hasana ve (Hz.) Hüseyn'e bakınız." Bunun üzerine Hz.Hüseyin: "İhtiyacın nedir?" dedi. Adam ihtiyacını yere yazdı. Hz.Hüseyin de: "Babam Ali'nin şöyle dediğini duydum: "Herkesin kıymeti yaptığı iyiliğe göredir." Yine dedemin de şöyle dediğini duydum. Bağış, karşıdakinin bilgisine göredir. Ben sana üç soru soracağım. Eğer bunlardan birine cevab verirsen, elimde olanın üçte biri; eğer ikisini cevaplarsan üçte ikisi; eğer üçüne de cevap verirsen elimdekinin hepsi senin olacak. Bana Irak'tan ağzı kapalı bir kese gönderildi" dedi.

Bunun üzerine bedevi: "Sor Güç kuvvet ancak Allah'ındır" dedi. Hz.Hüseyin "Hangi amel daha üstündür?" diye sordu, bedevi: "Allah'a iman" dedi. Hz.Hüseyin "Kul, tehlikelerden nasıl kurtulur?" diye sordu, bedevi: "Allah'a son derece güvenerek" dedi. Hz.Hüseyin: "İnsanı süsleyen nedir?" diye sordu; bedevi: "Hilimle beraber olan ilimdir" cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Şayet ilmi Yoksa.?' diye sordu, o da: 'Cömertlikle beraber bulunan ma' dedi. Hz Hüseyin "Ya bu da yoksa..?' dedi, bedevî: "Beraberinde sabır olan fakirlik " cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Ya bu da yoksa..?" dedi. O "Gökten düşüp onu yakan bir yıldırım" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.Hüseyin güldü ve keseyi ona attı.

(1)-Bundan maksad Abdullah İbn Abbas (r.a)'dır. Zira İbn Abbas'ın "İnaşaallah diyerek (Allah'ın iradesine bağlanmadıkça), hiçbir şey hakkında: "Yarın şöyle yapacağım" deme. Unuttuğunda Rabbini an ve şöyle de: "Umarım ki Rabb'im beni doğruya daha yakın olana eriştirir" (Kehf 23-24) âyetinin tefsiri ile ilgili olarak, şöyle dediği nakledilir: "Inşaallah demeyi unutan kimsenin bir sene dahi geçse demesi caizdir" (Taberanî, el-Hâkim) İbn Abbas hazretlerinin bu sözü hakkında tevcihler bulunmaktadır. Fukahanın çoğuna göze fasıla girmemelidir (Mesela bk. Tefsiru'l-Kasimî).

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/301-309.
Devamını Oku »

33 senelik talebelikte öğrenilen 8 mesele



33 senelik talebelikte öğrenilen 8 meseleŞakîk, Hâtem 'e sordu:

- Kaç senedir benim yanımdasın? Hâtem :

- Otuz üç senedir. Şakîk :

- Bu müddet zarfında benden ne öğrendin? Hâtem :

- Sekiz mes'ele öğrendim. Şâkîk :

- înnâ li'llâhi ve innâ ileyhi râci'ûn! Ömrüm seninle geçtiği hâlde benden ancak sekiz mes'ele mi öğrenebildin? Hâtem :

- Evet hocam, ben yalan konuşmayı sevmem, ancak sekiz şey öğrenebildim. Şakîk:

- Bu öğrendiğin sekiz şey nedir? Söyle dinleyelim. Hâtem :

1 - Baktım ki, herkesin ayrı ayrı bir dostu var. Fakat bütün dostlar, nihayet mezar başından geri döndüğü için ben, hiç birine güvenmedim, ancak mezarımda da bana arkadaş olacak iyi amelleri kendime dost seçtim. Şakîk:

- Çok güzel, ikincisini söyle bakalım. Hâtem:

2 - Allah'u Teâlâ'nın :

"Allah'ın azametinden korkup nefsini, arzu ve isteklerinden alıkoyanın varacağı yer Cennettir." (79-Nâzi'at: 40, 41) mealindeki âyet-i kerîmesini düşündüm, hak olduğunu bildim ve nefsimin behîmî arzularını yenmeğe çalıştım ve bu suretle Allah'u Teâlâ'ya itaate devam ettim.

3 - Baktım ki, herkes elindeki kıymetli sermâyesini koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çâreye bağ vuruyor. Halbuki Allah'u Teâlâ'nın:

"Sizin elinizde olan her şey tükenecek, ancak Allah katında olan bakîdir. "

âyet-i celîlesini düşündüm ve ben de kaybolmaması için kıymetli kabul ettiğim bütün varlığımı Allah'a, emânet ettim-, Onun rızası uğrunda harcadım.

4 - Baktım ki, insanların her biri mâl, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. Allah'u Teâlâ'nın:

"Allah katında en keremliniz, en çok muttaki olanınızdır (49-Hucûrât: 13)

âyet-i celîlesine baktım da, Allah katında kerîm olmak için malı, mansabı değil, takvayı seçtim.

5 - Baktım ki, insanlar mütemadiyen birbirine saldırıyor, yekdiğerini tel'în edip duruyorlar. Sebebini, hâsed denilen çekememezlikte buldum; sonra Allah'u Teâlâ'nın:

"Biz, onların dünyâ hayâtındaki geçimlerini taksîm ettik"

âyet-i celîlesini düşündüm ve anladım ki bu taksimat, Allah'u Teâlâ'nın taksimidir, bunda kimsenin te'siri yoktur. Ben de Allah'ın taksimine razı oldum, hased hastalığını attım ve kimseye düşmanlık etmedim.

6 - İnsanların birbirine düşman olup birbirlerini öldürdüklerini gördüm. Allah'u Teâlâ'nın:

"Asıl düşmanınız şeytandır. Onu düşman tanıyın "

âyet-i celîlesini düşündüm ve asıl düşmanın Şeytân olduğunu anlayınca, yalnız onu düşman tanıdım ve başka kimseye adavette bulunmadım.

7 - Baktım ki, insanlar şu bir lokma ekmek için helâl - haram demeden her türlü zillete katlanıyorlar. Allah'u Teâlâ'nın:

"Bütün yaratıkların rızkı Allah üzerinedir." (11-Hûd: 6)

âyet-i kerîmesini düşündüm. Benim de bu canlı varlıklardan biri olmam hasebiyle, rızkıma Allah'u Teâlâ'nın kefil olduğunu anladım; isteklerime bakmadan, Allah'u Teâlâ'nın bende olan hakkı ile meşgul oldum.

8 - Baktım ki, insanlardan bir kısmı servetine, ticâretine; bir kısmı sıhhatine olmak üzere, kendileri gibi bir yaratık'a tevekkül etmekte [güvenmekte] ve ona bel bağlamaktadır. Allah'u Teâlâ'nın:

"Allah'a tevekkül edene [güvenene] Allah yeter.H (65 - Talâk : 3)

mealindeki âyet-i celîlesini düşündüm ve ben de (fâni olan başka şeylere değil) ancak Hazret-i Allah'a tevekkül ettim ve O'na bağlandım. O da bana yeter. İşte senden öğrendiklerim bunlardır.

Dedi. Bunun üzerine Şakîk :

- Hâtem, Allah seni muvaffak etsin; doğrusu ben, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân-ı Azîmi tedkîk ettim, bütün dîni işleri ve hayır çeşitlerini şu sekiz mes'ele üzerinde devreder gördüm. Şu sekiz esâsa riâyet eden dört kitâb'ın hükmüyle amel etmiş olur. Dedi.

İlmin bu nev'iyle meşgul olup bunu anlayanlar ancak âhiret âlimleridir. Dünyâ âlimleri ise, güçleri yettiği kadar mâl ve mansab etmekle meşgul olur da, Allah'u Teâlâ'nın Peygamberleri vasıtasıyla tebliğ ettiği âhiret ilimlerini ihmâl ederler.

İmam Gazzali, İhya, cild 1 (Bedir Yay.)
Devamını Oku »

Otuz Yıl İstiğfar Ettiren Bir Söz

Ariflerden Seri Sekati (k.s) der ki:

"Bir olay üzerine bir kere 'Elhamdülillah' dedim; tam otuz yıl bu sözden dolayı istiğfar ediyor,Allah'tan affımı istiyorum.Bu şöyle oldu:

Bir gece,içinde benin dükkanımın da bulunduğu çarşıda yangın çıktı.Bana,'dükkanın yandı ' diye bir haber ulaştı.Hemen gece yarısı dışarı çıkıp olayı öğrenmek istedim.Yolda bir grup insanla karşılaştım,olay yerinden gelenler bana,

Ey Ebu Hasan,'bir çok insanın dükkanı yandı,ama seninki yanmadı' dediler.Bunun üzerine ben de, "Elhamdülillah,dükkanım kurtuldu"dedim.

Sonra biraz düşündüm,hata ettiğimi anladım."Ben,diğer mümin kardeşlerimin mallarının yandığı bir yangında kendi malımın kurtulmasına sevinip nasıl olurda 'elhamdülillah' derim ."diye çok üzüldüm.Bunun bir keffareti olsun diye dükkanda ne varsa hepsini fakirlere dağıttım ve sonra pazarı terk ettim.

Büyük arif Ebu Talib-i Mekki (k.s) der ki:

'Allah Teala,Seri Sakati'nin (k.s) bu samimi niyeti ve güzel ahlakının karşılığını verdi;onun gönlünü dünyadan çekti,kendi muhabbetiyle doldurdu,onu muhabbet makamına yükseltti.Onu bu şekilde nefsinin kendini düşünmesine razı olmaması sebebiyle,ilahi rıza makamına ulaştırdı.'

Kuşeyri,Kuşeyri Risalesi,syf;75

Dilaver Selvi,Ateşin Yakamadığı Aşık
Devamını Oku »

Ateşin Yakmadığı Aşık

Yemende ortaya çıkan yalancı peygamber Esvedül-Ansi, o bölgede oturan Müslüman salihlerden Ebu Müslim Havlaniyi yanına çağırttı. Ona kendisini peygamber olarak seçtirmek istiyordu. Yanına gelince,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim Havlani (rah),

Duymuyorum, kulağım sağır! diye cevap ver di. Esved,

Muhammedin peygamber olduğuna şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim,

Evet, şahitlik ederim dedi. Esved tekrar,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu, Ebu Müslim tekrar,

Duymuyorum kulağım sağır! diye cevap verdi. Esved,

Benim peygamber olduğuma şahitlik eder misin? diye sordu,

Evet, şahitlik ederim dedi. Esved, sorusunu tekrar tekrar sordu, Ebu Müslim de (rah) aynı şekilde cevap verdi. Esved kızdı, onu cezalandırmak istedi. Büyük bir ateşe atıldı. Ateş ona hiçbir zarar vermedi. Ebu Müslim (rah) ateşin içinde namaz kılmaya başladı. Ateş Allahın (c.c) dostu Hz. İbrahimi (a.s) yakmadığı gibi, bu Hak aşığını da yakmamıştı. Esved hayret etti. Korktu. Etrafındakiler Esvede, Bu adamı buralardan uzaklaştır, yoksa size tabi olanların aklını çeler, yanınızda kimse kalmaz dediler.

Onun bu cesaret ve kerameti etrafa yayıldı. Olay Medine-i Münevvereye kadar ulaştı. Esved, Ebu Müslimin Yemeni terk etmesini emretti. O da kalktı Medineye geldi. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.v) vefat etmiş, yerine Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) halife olmuştu.

Ebu Müslim (rah), bineğini mescidin dışına bağlayıp mescide girdi. Bir direğin arkasına durup namaz kılmaya başladı. Onamaz kılarken Hz. Ömer (r.a) kendisini gördü. Yanında durdu. Namazını bitirince, ona,

Kardeş sen neredensin? diye sordu. O da,

Yemendenim dedi. Hz. Ömer (r.a),

Şu yalancı peygamberin ateşe attığı fakat ateşin yakmadığı mümin kardeşimiz ne yapıyor? diye sordu, Ebu Müslim de,

O adam benim dedi. Hz. Ömer heyecanla,

Allah adına soruyorum, o gerçekten sen misin? diye sordu, Ebu Müslim,

Allah şahit, benim dedi. HZ. Ömer hemen Ebu Müslimin boynuna sarılıp alnından öptü, ağladı. Sonra onu alıp Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) yanına götürdü, huzuruna oturttu. Onu tanıttı. Başından geçeni anlattı ve

Allaha hamdolsun, bu Ümmet-i Muhammedin içinde, Hz. Halil İbrahim gibi kendisini ateşin yakmadığı kimseyi, ölmeden önce bana gösterdi diye şükretti.

Ebu Nuaym,Hilyetü-l Evliya,2/150
Devamını Oku »

Resulullah Aleyhiselama Hürmetsizliğin Cezası

Medineli Şeyh Muhammed Sadaka’nın (rah) Muhammed Sadaka (k.s), Nakşibendî büyüklerinden bir zattır. Sultan II. Abdülhamid devrinde yaşamıştır. Oğlu Şeyh Abdülaziz (rah), bizzat yaşadığı şu olayı anlatmıştır:

“Ben Suriye’de talebe idim. O bölgenin zenginlerinden birisi alemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz için mevlit okutuyordu. Mevlide biz de katıldık. Mevlitte Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğum anını anlatan bölüm okunurken cemaat ayağa kalktı. O sırada mevlitte bulunan bir hoca, ayağa kalkmadı. Hoca, mevlit sırasında ayağa kalkmanın dinde bir yeri ve delili olmadığını zannederek ayağa kalkmamıştı. Kimse ona karışmadı. Mevlit bitti. Dağıldık.

Ben okudum, medreseden mezun oldum. O bölgenin bir köyünde imamlık görevi aldım. Aradan onbeş sene geçmişti. Yine bölgenin zenginlerinden birisi Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğumunu kutlamak için mevlit okutuyordu. Beni de çağırdılar, gittim. Mevlit okunmaya başlayınca cemaatin içinden birisi hemen ayağa kalktı, edebe geçti, ellerini bağladı, boynunu büküp okunan mevlidi öylece dinlemeye başladı. Ben, kim bu adam diye bakınca, kendisini tanıdım. Bu adam, onbeş sene önceki mevlitte ayağa kalkmayan hoca idi. Hayret ettim, sabırsızlıkta mevlidin bitmesini bekledim. Mevlitten sonra, hocanın yanına vardım. Kendimi tanıttım, o ilk karşılaştığımız mevlidi hatırlattım. Sonra edeple,

“Hocam, o gün öyle yaptınız, bu gün de böyle yaptınız. Lütfen bunun sebebini açıklar mısınız?” diye sordum. Hoca, anlatayım dedi ve şunları anlattı:

“Ben, Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) doğum anını anlatan bölümü dinlerken ayağa kalmadığım o mevlitten sonra eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Bir grup insanla bir odada oturuyorduk. Birden herkes ayağa kalktı. Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) geldiğini söylediler. Ben de kalkmaya davrandım, Hz. Resûlullah (s.a.v), bana, “Sen öyle kal!” dedi. O anda rüyadan uyandım, kendimi oturur vaziyette buldum, yerimden kalkamıyordum. Felç olmuştum. Yedi yıl felçli hâlim devam etti. Kendi ihtiyaçlarımı göremez oldum. Her hizmetimi hanımım yapıyordu. Namazlarımı yatakta, oturduğum yerde kılıyordum. Bir gün hanımım beni yıkadı, gusül abdesti aldırdı. Oturduğum yerde iki rekat hacet namazı kıldım. Ellerimi açıp yüce Allah’a yalvardım. Hz. Resûlullah’a (s.a.v) yöneldim, beni affedip şefaat etmesi için ağladım, sızladım. Saatlerce böyle devam ettim. Artık dua edecek ve ağlayacak takatim kalmamıştı. Bu yorgunluk içinde olduğum yerde uyuyakaldım.

Uykumda yine bir rüya gördüm. Rüyamda bir odada bulunuyordum. Etrafımda bir grup insan vardı. Herkes birden ayağa kalktı. Baktım ki Hz. Resûlullah (s.a.v) odaya teşrif etti. Alemlere rahmet Efendimiz (s.a.v) bana doğru baktı ve tebessüm ederek,

“Ayağa kalkabilirsin” buyurdu. Birden rüyadan uyandım. Baktım ki ayaktayım. İyi olmuştum. Ben de, ‘Bundan sonra ne zaman Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) mevlidi okunursa, başından sonuna kadar ayakta dinleyeceğim diye Allah’a söz verdim, yemin ettim. Onun için böyle yaptım.”

Bu olayı dinleyen ve mevlit sırasında ayağa kalkmanın dindeki delilini soran yirmi kadar âlim,

‘Bu delil bize yeter’ demişlerdir.

Dilaver Selvi, Ateşin Yakamadığı Aşık, syf;118-120.
Devamını Oku »

Resulullah'a Salavat Getirmek

Tabiinden Abdülvahid b. Zeyd (r.a) anlatıyor:

Hac farizasını yerine getirmek için yola çıktım.Bu yolculukta adamın biri bana arkadaşlık etti. Bu adam,otururken,kalkarken,yürürken hasılı her işinde Resulullah'a (sav) salavat getiriyordu.Bunun sebebini sorduğumda şöyle dedi.

''Mekke'ye ilk gidişimde yanımda babam da vardı.Hac vazifesini bitirip geri dönmüştük.Yolda konaklardan birine uğradık. Orada uyumuştum.Uykumda biri geldi ve, 'Kalk baban öldü;Allah (c.c) onun yüzünü simsiyah etti' dedi.Korku içinde uyandım,hemen babamın üzerindeki örtüyü kaldırdım,bir de ne göreyim,babam ölmüş ve yüzü simsiyah olmuştu.İçimi bir korku ve ürperti kapladı.Böyle üzüntü ve keder içinde beklemekte iken uyuya kalmışım.Rüyamda elleri demir sopalı dört siyah adam babamın baş ucuna dikilmişlerdi..Tam o esnada güzel yüzlü üzerinde yeşil elbiseli bulunan bir adam çıkageldi ve onlara, 'Onun yanından uzaklaşın ' dedi.Babamın yüzünü eliyle sıvazladıktan sonra yanıma geldi ve, 'Kalk ,Allah (c.c) babaının yüzünü bembeyaz etti' dedi.

Ben, 'Anam babam sana feda olsun,sen kimsin? dedim.O,

'Ben Muhammed'im (sav) dedi. Uykudan uyandım. Hemen babamın baş ucuna gidip örtüyü kaldırdım, yüzü bembeyaz olmuştu. İşte o günden sonra sürekli Resulullah'a (sav) salavat getiriyorum.'

İmam-ı Gazali (k.s) ihya 5/263
Devamını Oku »

Cennete Zahmetsiz Girilmez

Halife Ömer bin Abdülaziz (Rahmetullahi aleyhin) bir oğlu devletin hazinesinden sorumlu idi. Bayram arefesine rastlayan bir gün Ömer bin Abdülaziz'in kızları yanına gelerek;

“Baba yarın bayram! Halkımızın kızları ve kadınları bizleri ayıplıyorlar ve ‘sizler müminlerin emir’inin kızlarısınız buna rağmen giyecek... Güzel bir elbiseniz yok Siz şu beyazdan başka elbise giymezmisiniz?’ diyorlar” dediler ve ağlamaya başladılar Ömer bin Abdülaziz’in bu durum karşısında göğsü daraldı kalbi sıkıştı hazineden sorumlu oğlunu çağırarak;

“Bana bir aylık maaş ver” dedi Oğlu;

“Ey müminlerin emiri! Siz aylığınızı önceden aldınız bir ay daha yaşayacağınızımı düşünüyorsunuz ki bir aylık maaş alıyorsunuz?” dedi Ömer oğlunun sözünü hem şaşkınlıkla karşıladı hem de takdir etti Ona;

“Oğlum ne güzel söyledin Allah Celle celeluhu seni mübarek kılsın” dedi ve kızlarına dönerek;

“Arzularınızı içinizde tutun Biraz sabırlı olun çünkü Cennete hiç kimse zahmetsiz giremez” dedi.

İmam Gazali, Altın Öğütler,syf;140
Devamını Oku »

Bir Kıssa;Ya Varsa !

Hz. Ali'ye (r.a), birisi geldi. Adam, ölümü, tekrar dirilmeyi, ahirette hesabı, cenneti ve cehennemi inkar ediyordu. Hz. Ali'ye:

"Ya Ali, siz müslümanlar ölüme ve ölüm ötesine inanıyorsunuz; biz ise inanmıyoruz. Siz cehennemden kurtulmak, cennete girmek için bir sürü ibadet ediyor, mal harcıyor, zahmete giriyorsunuz. Bu zahmet değer mi? Hem ölümden sonra tekrar dirilmenin olacağı ne malum?" diye sordu.

Hz. Ali (r.a) adamı sükunetle dinledi, sonra ona şu cevabı verdi:

"Evet, ölümden sonra dirilmek, hesaba çekilmek, cennete veya cehenneme girmek, ya senin dediğin gibi yoktur; ya da bizim dediğimiz vardır. Önce senin dediğinin doğru olduğunu düşünelim. Ölümden sonra ahiret hayatı yoksa, seninle biz aynı durumdayız. Sana da yok bize de yok. Bu arada bizim Yüce Allah için kıldığımız namazların, yaptığımız ibadetlerin, hayır ve iyiliklerin, güzel ahlakın, verdiğimiz zekat ve sadakaların bize bir zararı olmaz. Ama, ya ahiret varsa, bizim dediğimiz doğru çıkarsa, senin hâlin nice olur?" diye sordu.

Adam, biraz durdu, düşündü ve sonra:

"Vallahi, her iki durumda da siz kârdasınız, ahiret varsa vay bizim hâlimize! Yolunu öğret, ben de müslüman olacağım," dedi ve müslüman oldu.

İmam Gazali,İhya,3/467
Devamını Oku »

Aşk ve Zillet: Şeyh-i Sana’nın Hikâyesi



Feridüddin-i Attar, Mantık Al-Tayr adlı mesnevisinde, padişahlarını aramak üzere bir araya gelen kuşların serüvenini hikâye eder. Kuşlar böyle bir heves içindeyken Hüthüt gelir ve onlara zaten bir padişahları olduğunu, fakat o padişahın “binlerce nur ve zulmet perdeleri ardında bulunduğunu ve adının Simurg olduğunu” bildirir ve: “Gelin onu arayıp bulalım” teklifinde bulunur. Uzun müzakerelerden sonra
kuşlar yola çıkmaya karar verir. Yollar meşakkatlidir. Simurg’a ulaşabilmek için istek, aşk, marifet,istiğna, tevhit, hayret ve fakr u fena adlarını taşıyan yedi vadiyi geçmeleri gerekmektedir. Bunları aştılar mı Simurg’a ulaşacaklardır. Yüzlerce kuştan ancak otuz tanesi menzile ulaşır. Yola çıkan kuşlardan kimisi bazı hicaplara takılır, kimisi yem aramak için bir yere dalar, kimi açlıktan, susuzluktan kırılır. Böylesine
çetin ve meşakkatli bir yolculuktur.

Yolculuğun aşk vadisinde, kuşlara bir yılgınlık düşer. Hüthüt’e:
“Bizim bu uçuşumuzla bu yol biter mi?” diye sorarlar. Hüthüt onlara şu cevabı verir:
“Âşık olan canını kayırmaz, canını terk et, canını attın mı yol biter. Yolun bağı candır, canını ver,sevgilinin yüzünü gör. Sana imandan çık derlerse, candan vaz geç diye hitap gelirse, imandan da, candan da vaz geç. Böyle şey caiz değil, diye itiraz edene de ki, aşk küfürden de yücedir, imandan da, aşkın küfürle, imanla ne işi var? Âşık bütün harmanı ateşe verir, başına testereyi korlarsa, sabreder, tenini biçtirir! Aşka dert ve gönül kanı gerek, derdin yoksa bizden ödünç al! Aşka perdeleri yakan bir dert
gerek! Aşkın bir zerresi bütün âlemden iyidir; derdin bir zerresi de bütün âşıklardan iyidir.

Aşk, daima kâinatın içidir, ama dertsiz aşk, tam aşk değildir. Meleklerde aşk vardır, dert yok. Dert, adamdan başka
mahlûkta bulunmaz. Aşkın kâfirliğe yakınlığı var, kâfirlikse yoksulluğun iç yüzü! Yola ayak basan, bu yolda ayak direyen, küfürden de geçer, İslâm’dan da!

Aşk sana yoksulluğa kapı açar, yoksulluk da kâfirlik yolunu gösterir. Senin küfrünle imanın kalmadı mı şu tenin de yok olur, canın da! İşte ondan sonra bu işin eri olursun. Bu çeşit sırlara sahip olmak için er gerek! Erler gibi ayağını bas, korkma! Nice bir korkacaksın? Bırak çokluğu! Erlerin aslanı gibi yola gir, işe koyul! Bu yolda yüzlerce tehlike baş
gösterse, değil mi ki, bu yolda baş gösteriyor, korku yok!”

Hüthüt’ün hitabı burada biter. Onun hitabındaki çeşitli mecazların anlaşılabilmesi için, burada, araya Şeyh-i Sana’nın hikâyesi girer. Baştan sona mecazlarla, istiarelerle yüklü olan bu hikâye, aşk yolunda düşülen zilletin harika bir anlatımıdır. Şimdi o hikâyeyi aktaracağız.

Şeyh-i Sana Kimdir

Şeyh-i Sana zamanın piriydi. Yüceliğinin dengi yoktu. Haremde kemal sahibi dörtyüz dervişiyle tam elli yıl şeyhlik etmişti.

Dervişleri de aynen kendisi gibiydi: Gece gündüz riyazette bulunurlar, bir an bile dinlenmezler, istirahat etmezlerdi.
Hem ameli vardı, hem ilmi. Meydandaki şeyhleri de bilirdi, gizlileri de keşfederdi, sırlara da mahremdi. Elliye yakın haccı vardı. Bütün ömrünce umre eder dururdu. Namazının orucunun haddi hesabı yoktu. Hiçbir sünneti terk etmezdi.

Huzuruna gelen yol kılavuzu erler, kendilerinden geçerler de öyle gelirlerdi. O mana eri, kılı kırk yarardı. Kerametlerde de kuvvetliydi, rütbe ve makamlarda da. Kim hastalanır, gevşekliğe düşerse nefesiyle iyileşir, kuvvetlenirdi. Hülasa neşe çağında da, gam zamanında da halka rehberdi. Âlemde bayrak gibi yücelmiş, şöhret bulmuştu.

Şeyhin Rüyası

Şeyh, kendisini, kendisiyle sohbet edenlerin ulusu görmekle birlikte, bir kaç gece biteviye bir rüya görüyordu. Rüyasında, Haremden göçmüş, Rum ülkesinde yurt tutmuş, durmadan bir puta secde ediyor.

O âlemin uyanık eri, bu rüyayı görünce eyvahlar olsun, dedi, şimdi tevfik Yusuf’u kuyuya düştü, yolumuz açılması güç bir bele çattı! Bilmem bu dertten canımı kurtarabilecek miyim? İmanımı kurtarsam canımı terk ederim. Dünyada bir tek adam yoktur ki, yolda böyle sarp bir geçide rastlamasın! Yoldaki bu sarp
geçidi aşarsa, yolu aydınlanacak,gideceği yeri görebilecekti. Fakat o geçidin ardında kalırsa belâlara uğrayacak, yolu uzayıp duracaktı.

Nihayet o bilgi sahibi üstat, dervişlerine dedi ki: “Bir işim düştü, Rum ülkesine hemencecik gitmem gerek, gideyim ki, şu düşün tabiri nedir, meydana çıksın.”

Böylece itibar sahibi dörtyüz dervişi de ona uydu, beraberce yola düştüler. Kâbe’den Rum ülkesinin bir ucuna kadar vardılar. Bütün Rum ülkesini baştan aşağı dönüp dolaştılar. Günün birinde bir yüce yapının önünden geçiyorlardı.

Üst kattaki bir pencerenin önünde bir kız oturmuştu. Ruhanî sıfatlı bir gâvur kızıydı bu. Ruhullah yolunda yüzlerce bilgiye sahip olmuştu.

Rum Kızının Güzelliği

O, güzellik göğünün en yücesine varmış bir güneşti. Zevali olmayan bir güneş... Güneş, onun yüzünün aksini görüp kıskanmış da sararıp kalmıştı. O dilberin zülfüne gönül veren o zülfün havasıyla zünnar bağlardı. Velhasıl o güzelliğin teferruatını anlatmak uzun sürer.

Yüzünde güneş parlaklığı vardı. Siyah
saçlarını bu parlak yüze peçe yapmıştı. Peçe altından yüzünü gösterince, Şeyh kemiklerine, iliklerine kadar ateşlere yandı, gönlü sevda ateşiyle dumanlar içinde kaldı.

Şeyhin Aşkı

Rum kızının güzelliği Şeyhi elden ayaktan çıkardı, ele avuca gelmez oldu. Kızın sevgisi can ülkesini yağmalamış, zülfünden imana küfürler yağdırmıştı! Şeyh imanını verdi, Hıristiyanlığı kabul etti. Takvayı sattı, rezilliği satın aldı. Dervişler onu böyle perişan görünce işi anladılar, öğüt verdiler, ama fayda
etmedi. Çünkü derdinin dermanı yoktu. Perişan âşık nasıl olur da söz dinler?

Dermanı bile yakıp yandıran dert, nasıl olur da dermanı kabul eder? O uzun günde, Şeyh, akşama kadar ağzı açık hayran bir halde gözlerini pencereye dikti, öylece bakıp kaldı. O gece sevgisi birken yüz oldu, tamamıyla kendinden geçip gitti. Kendinden de geçti, âlemden de. Başına topraklar saçtı, feryat ve figana koyuldu. Ne uykusu kaldı ne
kararı. Sevgiden kıvranmakta, ağlayıp inlemekteydi. “Yarabbi, bu gecenin gündüzü yok mu? Yoksa feleğin ışığı olan güneşin ziyası mı kalmadı? Aşk sevdasıyla yanmaktayım, sevginin hücumuna karşı durmaya takatim yok!” diye dövünüyordu.

Ömür nerde, sabır nerde, baht nerde, akıl nerde, el nerde, ayak nerde, sevgili nerde, gün nerde bilemez oldu. Bir dostu: “Ey uluların şeyhi, kalk, bu vesveseden yıkan, arın!”dedi. Şeyh ona: “Bu gece ciğer kanıyla yüzlerce defa yıkanıp arındım a bihaber!” diye cevap verdi.

Bir başkası: “Tövbe et!” dedi. Şeyh de ona: “Namustan, halden tövbe ettim; şeyhlikten, olmayacak şeylerden
tövbe ettim.” diye cevap verdi. Bir başkası: “Tesbihin nerde? İşin tesbihsiz nasıl düzelir?” dedi. O da:“Belime zünnar bağlayabilmek için elimden tesbihi attım.” cevabını verdi. Namazı hatırlatana: “O sevgilinin mihrap olan yüzü nerde ki? Onun yüzünü görmedikçe namazım ne işe yarar?” dedi. “Pişman
olmayacak mısın?” diye sorana da: “Bundan fazla pişmanlık mı olur, neden daha önce âşık olmamışım ki?

Yolumuzu vurup kesen şeytan ne de güzel vurup kesmekte, bizi ne de güzel azdırmakta, söyle vursun,durmasın!” dedi. Kendisine öğüt verenlerin her birine bir cevap yetiştirdi, dedi ki: “Ben addan, sandan çoktan geçtim, ar, namus şişesini çoktan taşa çaldım.

Gâvur kızının rızasından başkasını istemem, ondan başkasının incinmesine aldırmam. Kâbe olmasa kilise hazır; ben Kâbe’nin akıllısı, kilisenin delisiyim.
Cehennem yoldaşım olsa yedi cehennem bile bir âhımdan yanıp kül olur. Yüzü cennete benzeyen sevgili olduktan sonra, bana cennet lâzım olsa, sevgilinin yüzü yeter!” Ona Tanrı’dan utanmasını söyleyene de:“Beni bu ateşe Tanrı attı, kendimi nasıl kurtarabilirim?” dedi. Dervişler ona söz geçiremeyeceklerini
anladılar. Şeyh halvete çekildi, sevgilinin civarına yerleşti, o mahallenin köpekleriyle arkadaş oldu. Bir
aya yakın oralarda kaldı. Sevgilinin kapısının eşiği ona yastık olmuştu. Kız, şeyhin kendisine âşık olduğunu anladı. Feryatlar içinde ona aşkını ilân etti. Kız da ona: “A kocamış kişi, utan, sen kendine gayrı kâfur ve kefen tedarikine bak!” dedi. Fakat kız da ona laf anlatamayacağını anladı ve şeyhe: “Eğer sen bu işin eriysen dört şeyden birini yapmalısın: ya puta secde edersin, ya Kuran’ı yakarsın, ya şarap içersin
yahut da imandan geçersin.” dedi.

Şeyh: “Şarap içmeyi kabul ettim, öbürleriyle işim yok benim. Güzelliğini seyrede ede şarap içerim.”dedi.

Şeyh Şarap İçiyor

Şeyh, şarap içmeyi kabul edince, sevgilisi ona: “Sevgilisiyle aynı renge boyanmayanın sevgisi, renkten,
kokudan başka bir şey değildir, dedi, eğer gerçekten âşıksan Müslümanlıktan el yumalısın!” Şeyh sevgilisinin elinden şarap kadehini aldı, içti. İçtiği anda da, hıfzındaki Kuran silindi, geriye ondan kuru kelimelerden başka bir şey kalmadı. Sarhoş oldu. Sevgilisini de elinde kadehiyle sarhoş görünce onun
boynuna sarılmak istedi. Kız: “Takva ile aşk uyuşmaz, aşkın sonu kâfirliktir, bunu unutma!

Benim gibi kâfir olursan kolunu boynuma dolar, beni kucaklarsın.” dedi. Şeyh kimseden perva etmedi, Hıristiyanlığı kabul etti. Şeyhi kiliseye götürüp zünnar kuşandırdılar. Şeyh kıza: “Daha ne kaldı?” diye sordu. Kız: “Ey
tutsak ihtiyar, dedi, benim mehrim ağırdır, sense yoksulsun.” Şeyh, kıza: “Yalnız cennete gitmektense seninle cehenneme gitmek daha hoş.” dedi. Kız: “Henüz istediğim gibi pişmeyen âşık, öyleyse mehir işini de bitirelim, Benim mehrim tam bir yıl durup dinlenmeden benim domuzlarımı gütmektir. Yıl bitti mi sana varırım.” dedi. Şeyh itiraz etmedi. Kâbe piri, uluların şeyhi tam bir yıl domuz çobanlığı yaptı. Herkesin
içinde yüzlerce domuz vardır, biliyorsun.

Ya domuzu yakıp yandırmalı, ya zünnarı kuşanıp kuru davadan geçmeli. İçindeki domuzdan haberin yoksa mazursun, ama yol eri değilsin. Aşk ovasında domuzu öldür,putu yak! Bunları yapmazsan şeyh gibi aşka düş, rüsva ol!

Hikâyenin Sonu

Şeyh Hıristiyanlığı kabul edince Rum ülkesinde bir gürültüdür koptu. Dostları onu terk edip Kâbe’ye dönmeye karar verdiler. Kâbe’de onun dirayetli bir dostu vardı. Şeyhten yüz çevirenlerin halini görünce onlara dedi ki: “Madem ki şeyh eline zünnar aldı, hepinizin zünnar kuşanması gerekti, hepinizin Hıristiyan
olması gerekti... Yaptığınız münafıklıktan başka bir şey değil. Dostuna dost olan, dostu gâvur olsa beraberce gâvur olması lâzım. Aşk, zaten kötü ad san üstüne kurulmuş bir yapıdır. Kim bu yolda baş
çekerse bu çekilişi, hamlıktandır. Hadi şeyhinizden çekindiniz, Tanrıya niyazdan niçin çekindiniz? ”

Böylece hepsi feryada koyuldu, kırk gün kırk gece ne uyudular, ne dinlendiler, ne yediler, ne içtiler. Dua ettiler. Kırkbirinci gün o temiz derviş rüyasında ay gibi Mustafa’yı gördü. Mustafa dedi ki: “Ey himmeti yüce derviş yürü, var... Şeyhini bağdan kurtardın, himmetin tesir etti, şeyhini affettirdi.” Dervişler ağlaya
ağlaya koşup domuz çobanı olan Şeyh’in bulunduğu yere vardılar. Şeyh, uzaktan dervişleri görünce kendisini onların yanında nursuz, pirsiz gördü, utancından elbisesini yırttı, başına toprak saçtı. Tövbe etti.

Tanrı tövbe ateşini parlattı mı, o ateş neyi bulursa yakar, arındırır. Şeyh gusletti, hikmet, esrar, Kuran,Hadis bilgileri yeniden canlandı. Dervişlerle beraber Hicaz’a doğru yola düştüler. Şeyh bundan sonra o Hıristiyan kızın, rüyasında, güneşin kucağına düştüğünü gördü. Güneş dile gelip: “Hemen Şeyhin ardından koş, onun dinine gir, ey onu kirleten, yürü, onun yüzünden temizlen!” dedi.

Şeyhe, kızın Hıristiyanlıktan vazgeçtiği âyan oldu. Dönüp kıza ulaştılar. Gördüler ki, kızın yüzü altın gibi sararmış, saçları yolun tozlarına bulanmış, ölü gibi yeryüzüne serilmiş. Kız Şeyhi görünce: “Senden utanıyorum. Artık perde
ardında yanamam. Perdeyi attım. Bana Müslümanlığı telkin et de yola gireyim.” dedi. Kızın hâli perişandı. Müslüman olup dedi ki: “Şeyhim, takatim kalmadı. Kederle dolu olan bu topraktan gidiyorum.

Acizim. Beni affet, bana darılma. Elveda!” O ay yüzlü bu sözleri söyleyip candan el çekti, zaten yarı canı kalmıştı, onu da canana teslim etti. O, mecaz denizinden bir katreydi, gene geldiği hakikat denizine gitti.

Aşk yolunda bunun gibi neler olur, neler; bunu aşkı bilen bilir.

Şeyh-i Sana’nın Hikâyesinden Çıkartılabilecek Sonuçlar

Başta da söylediğimiz gibi F. Attar’ın Mantık Al-Tayr’da geçen Şeyh-i Sana Hikâyesi, baştan sona zengin istiarelerle yüklüdür. Burada, itibarlı bir Müslüman şeyhin (üstelik yaşlı: elli yıllık şeyhlik hizmeti bulunuyor), bir Rum kızına âşık olması; kızın teklifiyle şarap içme, Kuran’ı yakma, puta secde etme ve
sonunda imandan geçme günahlarını ve küfrünü irtikâp etmek suretiyle sevgiliye ulaşma umudunun serüveni aktarılıyor. Şeyh dörtyüz müridi olan, görmüş geçirmiş biridir. Elli yıllık şeyhlik hizmetinden sonra gördüğü bir rüyanın ardına düşmesi ve rüyada görüp taptığı putun neyin nesi olduğunu anlamak
üzere Rum diyarına doğru yolculuğa çıkması, bu hikâyenin temel aktını oluşturuyor.

Hikâyede kullanılan istiareleri çözmeye çalışalım:

1. Şeyhin rüyada put görmesi: Hemen bütün klasik aşk hikâyelerinin değişmez motiflerinden biri olan sevgiliyi rüyada görmek ve gerçek hayatta rüyada görülen sevgiliyi aramak bu hikâyede de yer alıyor.Ancak bu hikâyenin kahramanı olan Şeyh, rüyasında doğrudan bir kız görmüyor, onun yerine bir put görüyor ve o puta tapındığını görüyor. Ne var ki, rüyasının sırrını çözmek üzere Rum ülkesine seyahate
çıktığında, Rum kızını pencerede görür görmez ona âşık olduğunu anlıyor.

Rüyada tapındığı putun bu Rum
kızı olduğu anlaşılıyor. Sevgilinin put, bu demektir ki mabut olarak görülmesi ve gerçek hayatta onun bir kıza dönüşmesi ve Şeyh’in bu kıza tapınır hale gelmesi durumu müstakil bir istiaredir. Tanrı’nın
yaşadığımız dünyadaki izdüşümünün sevgili olarak tecelli ettiğini çıkarsayabiliriz.

2. Sevgili ile mabudun yer değiştirmesi de diyebileceğimiz, bu ikisinin özdeşleştiği sonucuna varabileceğimiz bu sonucu şu durumdan çıkartıyoruz: sevgili (Rum kızı), Şeyh’e âdeta yeni bir din teklifinde bulunuyor.

Ona, şarap içmesini veya puta tapmasını, Kuran’ı yakmasını ve nihayet imanını reddetmesini teklif etmesi, Şeyh açısından bakıldığında, yeni bir “mabud”un yeni şeriatı (şartları) olarak
telâkki edilebilir. Şeyh bu tekliflerden öncelikle şarap içmeyi kabul ediyor, ötekilerle işi olmadığını bildiriyor. Ama içtiği aşk şarabıdır. Şarabı içince, kızın öteki tekliflerini kabul etmemesi anlamsız kalıyor. Şeyh Hıristiyan olup zünnar kuşanınca, yani artık yeni bir dinin saliki olunca, kıza (sevgiliye):
“Daha ne kaldı?” diye sorunca, kız da ona mehri için bir yıl domuz çobanlığı yapması gerektiğini bildiriyor. Şeyh, bunu da kabul ediyor. Bir şeyh için, belki kabulü en zor şartlardan biridir bu: düşülen zilletin dip noktası!

3. Şeyh’in İslâm’ı terk edip yeni bir dine girmesi acaba bu öyküde ne anlam taşıyor? Burada kullanılan “İslâm” motifi bir istiare olarak insanların önyargıları anlamına yorulabileceği gibi, onların sahip oldukları “ata dini” anlamına da gelebilir. Salikin, sevgiliye (Tanrıya) ulaşabilmesi için atalarının dinini
terk edip teklif edilen yeni dine girmesi öngörülüyor. Ama durum, elbette babayiğitlik gerektiriyor,sıradan insanın ve her babayiğidin üstesinden gelebileceği bir iş, bir sınav değildir bu.

Nitekim Ebu Talip, Allahın Resulü (sav)nü , bunca sevmesine ve onu himaye etmekten kaçınmamasına rağmen, O’nun teklif ettiği dini kabul ettiğini açıklayamamıştı. Mekke kadınlarının onu, atalarının dinini reddedip yeğeninin yeni dinine girdi diye kınamasından çekinmişti. Hikâye kahramanımız olan Şeyh’in durumu ise
farklıdır: O mensup olduğu dini reddedip yeni bir dine intisap ediyor. Şerefini, itibarını, kendini sevenleri... bütün bunları bir kenara atıp “sevgili” nin emrine koşuyor!

4. Sevgili’nin bu “olmayacak teklifleri”, aslında sevenin sevgisini sınamak için öne sürülmektedir.Acaba seven, sevgili uğruna hangi noktaya kadar gidebilecektir? Zahiren zillet gibi duran, insanın şerefini, itibarını sarsacak, onu bir paralık edecek olan bu şartlara, o, nereye kadar mukavemet ve tahammül gösterebilecektir? Sana Şeyhi, bütün bu mâniaları çekilmez çileler çekerek, zillete, meşakkate katlanarak aşıyor. Artık aşılacak bir mânia kalmadığı noktada hikâye bitiyor. Ve orada Şeyh’in sevgiliye kavuşup kavuşmadığı da müphem bırakılıyor.

5. Ama yazar, okuyucuya bir teselli vermek istediği için olacak, bu noktadan sonra hikâyeyi biraz uzatarak, Mekke’deki dostlarının ve müritlerin duasıyla Şeyh’in yeniden tövbeye geldiğini, üstelik Rum kızının da Müslüman olduğunu anlatıyor. Ancak ilgi çekici olan husus şu ki, Rum kızı, Şeyh marifetiyle Müslüman olduktan sonra bütün bu olup bitenlere takat getiremez ve ölür. Yani vuslat vaki olmaz.

Belirttiğimiz gibi, hikâyenin bu son kısmı, hikâyede kullanılan mecazları, istiareyi kavramakta güçlük çekebilecek okuyucuya yalnızca bir teselli sunma amacını taşıyor olmalıdır. Şeyh’in “İslâm”dan vazgeçtiğini okuyan bir Müslümanın, buradaki İslâm’ı doğrudan İslâm dini olarak algılayabileceği tehlikesini bertaraf edebilmek için, iş bu son kısmın bir eklenti olarak orada yer aldığını düşünmek isabetli olur kanısındayım. Şeyh’in sevgiliye ulaşmak için vazgeçtiği İslâm, bir müslümanın dininden vazgeçmesine denk bir zorluk, hatta imkânsızlık taşıyan, onun derunî önşartları olduğu gibi, toplumun insanlara telkin ettiği her türlü maddî, manevî şartları da tazammun ediyor. Ama son tahlilde, âşıkın maşuka kavuşmak için her türlü zillete, aşağılanmaya göğüs germesi gerektiği hissesi öne çıkıyor.

Not: Şeyh-i Sana’nın hikâyesini A. Gölpınarlı’nın Mantık Al-Tayr çevirisinden kısaltıp özetledim,
MEB, İst. 1990, s. 95-127.

Rasim Özdenören-Aşkın Diyalektiği
Devamını Oku »

Bir Sabah Alışverişi

Bir sabah Bahauddin Nakşıbend elinde büyük bir sırıkla Buhara'nın en büyük çarşısına vardı. Çarşının ortasında haykırmaya, naralar atmaya başladı. Böylesine şöhretli ve itibar sahibi bir kimsenin meydanda bağırıp çağırması herkesi çok şaşırtmış, acaba neler oluyor endişesiyle insanlar Nakşıbend'in çevresinde toplanmaya başlamışlardı.

Yüzlerce insan toplanmış ve bu durumu neye yoracaklarını, bu bilge kişinin davranışı hakkında ne düşünüp ne yapacaklarını bilemez haldeyken Bahauddin elindeki sırıkla satıcıların sergilerini devirmeye, tezgâhları kırmaya, esnafın barakalarını yıkmaya girişti. Bu öfke dolu ve anlaşılmaz davranışını bütün çevresinin meyveler, sebzeler ve mallarla dolup kendini kımıldatamayacak hale getirmesi zamanına kadar devam ettirdi. Sonra da sakince evine çekildi.

Buhara Emiri derhal Bahauddin'in evine bir temsilcisini gönderip vakit kaybetmeden yaptıklarının hesabını vermek üzere Kadı'nın huzuruna gelmesini bildirdi. Bahauddin bu temsilciye şunları söyledi:

"Mahkemede bütün fıkıh âlimleri, ileri gelen vükela ve vüzera, ordu komutanları ve şehrin en önemli tüccarları hazır bulunsun".Emir, danışmanlarının da düşüncesine başvurarak Bahauddin'in delirdiği kanaatine vardı. Onu Bimarhâne'ye kapatma kararını vermeden önce, kendisine bir şans tanımak ve âdil bir neticeyi hâsıl edebilmek kaygısıyla emredip Bahauddin'in mahkemede hazır bulunması isteğinde bulunduğu makam sahibi kişileri çağırttı. Herkes toplandıktan sonra Bahauddin yargı yerine girdi.

"Bahauddin Hazretleri" diye söze başladı Emir, "şüphem yok ki burada niçin bulunduğunuzun farkındasınızdır. Ve bizlerin de bu toplantıyı niçin gerçekleştirdiğimizi biliyorsunuz. O halde lütfediniz ve söyleyeceğiniz ne ise onu bize bildiriniz." Bahauddin Nakşıbend'in cevabı şöyle oldu: "Hikmetin bab-ı Âli'si! Herkes bilir ki bir insanın davranışı onun kıymetinin de bir işaretidir. Fakat bugün öyle bir noktaya geldik ki bir insan iç dünyasında vasıl olduğu makam ne olursa olsun, kendi kıymetini belirtebil­mek için belli bir davranışta bulunması yetmiyor. İnsanlar iç dünyalarındaki zenginliği dışa vurmak, kendi kıymetlerinin ortaya çıkmasına ve taktir edilmesini sağlamak için fazladan bir şeyler yapmak ihtiyacını duyuyorlar. Buna mukabil, eğer bir insan kötü, çirkin bir davranışta bulunursa, onun yaptığının kötü ve çirkin olduğu­nun anlaşılması için fazladan bir kavrayış gerekli olmuyor."

Emir, "Bizlere öğretmek istediğini henüz yeterince anlayamadık" deyince Bahauddin Nakşbend, şunları ekledi:  "Her gün, her saat, her insanın içinde Öyle düşünceler ve öyle tatminsizlikler beliriyor ki, eğer bir yolunu bulacak olsalar, bu insanların hepsi, benim bu sabah çarşıda yaptığım işe benzer bir davranışı ortaya koyacaklar. Benim sizlere öğretmeye çalıştığım şudur ki, insanların birbirlerini anlamakta gösterdikleri noksanlıkların sebeb olduğu bu düşünce ve tatminsizlikler tek tek bütün insanlar üzerinde olduğu kadar cemaatimiz üzerinde de yıkıcı ve geriletici tesirler icra ediyor. Anlayışsızlıktan doğan bu tahribat belki benim çarşıyı harab edişimin seviyesindedir ve belki de daha fazladır". "Öyleyse" diye sordu emir, "nedir meselenin çözümü".

"Çözüm" diye cevap verdi Bahauddin Nakşıbend hazretleri, "insanların iç dünyaları itibariyle terakkilerinin sağlanmasıdır. Onların kaba ve yıkıcı tavırlarını müesses alışkanlıklarla önlemek, bastırmak ve eğer kabalık ve tahripkârlık göstermiyorlarsa onları takdir etmek çözüm değildir".

İşte sizlere, sevgili okuyucular, çoğumuzun belki en önemli meselesine de çözüm olabilecek bir yaklaşım aktardım. Bugün özellikle batı dünyasında bu vakıaya konu olan mesele felsefeyi olduğu kadar, hekimliği, eği­timi, toplum yönetimi alanlarını da meşgul ediyor. Fakat besbelli ki ciltler dolusu kitap yazmak da, bunları okumak da arzulanan neticeyi hasıl etmeye kâfi gelmi­yor.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Menkıbeler


Menkıbe, Şark toplumlarının en önemli hikâye anlatım biçimlerinden biridir. Menkıbeler, tasavvuf anlayışının bir yansıması olarak velilerin kerametlerinin, İs­lâm’ın iyilik, doğruluk, hakikat mesajlarının, din büyüklerinin hikmetlerinin “hi­kâye” edildiği kısa, öz, hikmetli anekdotlar, fıkralar, hikâyeciklerdir. Sözlü men­kıbeler, yazılı hâle gelince menakıpname olarak adlandırılırlar. Menakıpname, İs­lâm coğrafyasında tasavvufi hareketin gelişmesine, yaygınlaşmasına paralel ola­rak bazen yoğunlaşmış, bazen azalmış, günümüzde ise büsbütün etkisini yitirmiştir. Menakıpnameler, öncelikle keramet anlatılarıyla müridin tarikata olan saygı ve bağlılığını artırmak, tarikata toplum nezdinde itibar, meşruiyet ve saygınlık ka­zandırmak amacıyla yazılır.



 



Ağırlıklı olarak din ulularının kerametlerine yaslandıktan için kuşkusuz menkı­belerin çoğu olağanüstü, gerçeküstü, fantastik anlatılardır. Bazılarının ne akıl ne de fiziki kanunlarla izahı mümkündür. Ancak, menkıbelerin en önemli özellikleri ger­çek olup olmaması değil, yüzyıllardır bu topraklarda onların doğruluklarına “ina­nılmasıdır.” Yazan da okuyan da bunun gerçekliğine inanır. Destan, efsane ve mit­ten işte tam da bu yanıyla ayrılırlar. Çünkü diğer anlatılarda bir inanç bağı aran­maz. Menkıbeler de ise inanç şarttır ve bunlar bir anlamda kutsalın bir parçası ol­muşlardır. Ancak menkıbelerin ortak özellikleri hikâye aracılığıyla bir hakikate işaret etmeleridir. Bu anlamda menkıbeler sadece şahıs yüceltilmesini değil, dü­rüstlük, doğruluk, fazilet gibi üstün değerleri de gündeme getirirler.



 



Masal, efsane ve menkıbe birbirlerine benzer anlatma, hikâye etme türü olsalar da menkıbenin diğer anlatı türlerinden ayrışan kimi yanları vardır. En önemli faik gerçeklik olgusudur.




Menkıbenin masal ve efsaneden farkı kişilerin gerçek olma­sıdır. Menkıbenin kahramanı yaşamış, bilinen bir kişidir ve giderek otobiyografik yanları olan bir anlatıdır. Yer ve zaman bellidir. Ayrıca bir olay, bir enstantane, bir hikmet anlattıkları için tahkiye esasına yaslanırlar ve edebî bir yanları vardır. On­lara “küçük hikâyecikler” demek daha doğrudur. Menkıbelerle ilgili en nitelikli ça­lışmayı yapmış olan Ahmet Yaşar Ocak bu farklılığı şöyle değerlendirir: “Evliyâ menkıbeleri, edebî tür itibariyle, konusu harikulade olaylara dayanan masal, efsâ­ne, destandan farklıdır. Evliyâ menkabelerinin konusu gerçek kişilerdir. İşte bu noktadan itibaren masaldan ve efsâneden ayrılır. Bu gerçek kişilerin yaşadıkları za­man ve mekân bellidir. Ama evliyâ menkıbeleri yan mukaddes addedilir. Bu su­retle efsâne ve destanlarla aralarındaki en esaslı fark açığa çıkmış olur.



 



İslâm coğrafyasında geniş, güçlü bir menkıbe geleneği vardır. Bu gelişme kuşkusuz tasavvuf anlayışının yaygınlığı ile ilgilidir. Çünkü menkıbeler velilerin hayadan ve onların kerametlerini anlatan kısa hikâyelerdir. Keramet ise veliliğin işaretlerinden olan onların başından geçen olağanüstü olaylardır. Kerametler normal bir insanda bulunması imkânsız, sıra dışı, olağanüstü ve şaşırtıcı güçler­dir. Veliler denizde yürüyebilir, gökte uçabilir, ölüyü diriltebilirler. Keramet, Al­lah’ın bir lütfudur ama yinede kerametsiz de veli olunabilir. Aslolan istikamet Üzre olmaktır. Keramet anlatılan her dönemde tartışma konusu olmuş, velilerin Peygamberle eşitlenmesine tasavvuf dışındaki Müslümanlar çeşitli itirazlar getir­mişlerdir. Sufiler de bu yüzden Peygamber mucizeleri ile kerameti ayırmış, Pey­gamberlerin gösterdiği olağanüstülükleri mucize, velilerin olağanüstülüklerine keramet adını vermişlerdir. Ama zamanla evliya kerametleri yüzyıllar boyunca halk nezdinde de çoğaltılıp zenginleştirilerek dinin bir parçası olarak kabullenilmiştir. Kuşkusuz bu kerametlerin önemli bir kısmı, dini insanlara anlatmak, sev­dirmek amacına matuf olarak var olmuşlardır. Eğitici, yol gösterici bir mesaj ta­şıyan menkıbeler, asıl olarak şeyhi yüceltme ve onun tasarruflarını ortaya koyma amacı taşır. Veli bu menkıbelerde kusursuz bir kişilik, ahlak ve fazilet timsalidir. Kerametler olağanüstü özellikleri taşımakla birlikte hiçbir durumda temsil, sem­bol özelliği taşımazlar ve gerçek olarak kabullenilir.



 



Gerçekliğin üzerindeki anlamsızlık örtüsünü kaldırmak, yeni bir sunumla ha­kikati sezdirmek, okura yeni pencereler açmak tam da edebiyatın yapacağı bir şeydir. Bu anlamıyla fantazya, gerçek değildir ama okur bu dünyayla hakikate değebilir. Örneklerine bakıldığında edebiyatın pek çok önemli gerçekçi eserleri­nin bu akıl dışı dille yazılması da bunun bir kanıtıdır. Menkıbelerin günümüz fantastik türü yazan yazarlarına, araştırmacılara büyük bir kaynak, rehber sundu­ğunu söylemek mümkün.



Açıktır ki, menkıbelerde amaç “hikâyeler” yoluyla hikmetler anlatmak ve onu yarınlara taşımaktır.



Necip Tosun, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı

Devamını Oku »