Tövbenin Hakikati



Bu hususta iki bahis vardır.

Birinci Bahis:

Tövbe dilde dönmek demektir. Yüce Allah “Sonra onlara tövbe etti ki onlar da tövbe etsinler” demiştir. Âyetin anlamı şudur: Allah fazlı ve a onlara döndü ki onlar da itaat ve teslimiyete dönsünler. Tövbe dinde kişinin yapma gücü bulunduğu halde bir daha dönmemek azmiyle isyandan isyan olması bakımından pişmanlık duymasıdır.

Pişmanlık dememizin nedeni ilerde zikredilecek hadistir.“İsyan” dememizin nedeni, isyan olmayan bilakis mubah ve itaat olan fiile pişmanlık duymaya tövbe denmez. “isyan olma bakımından” dememizin nedeni şudur:

Bir kimse baş ağrısı yaptığı, aklı baştan aldığı, mala ve namusa zarar verdiği için şarap içmekten pişman olsa dinen tövbe etmiş olmaz. ''Bir daha dönmemek üzere” sözümüzün amacı, başta söylenen şeyi daha güçlü ifade etmek içindir. Çünkü fiile pişman olan kimse ancak böyle olabilir. Bundan dolayı hadiste “pişmanlık tövbedir” buyrulmuştur. Ancak bu açıklamaya şöyle itiraz edilmiştir: Geçmişte yaptığı bir fiile pişman olan kimse o fiili şimdi veya gelecekte yapmak isteyebilir.

Bu kayıt, bu durumdan sakınmak içindir. Hadiste gelen ifade ise tam bir pişmanlığa yorulur. Tam pişmanlık, bir daha asla dönmeme azmiyle birlikte olan pişmanlıktır. Bu itiraz şöyle reddedilmiştir: isyan olması bakımından isyana pişmanlık, bu azmi gerektirir. Nitekim bu, kapalı değildir.

“Yapma gücü bulunduğu halde” dememizin nedeni şudur: Zina yapma gücünü yitiren ve bu gücü tekrar kazanma ümidi de kesilen kimse zinayı terk etmeye azmettiğinde tövbe etmiş olmaz. Ancak bu açıklama sorunludur. Çünkü “yapma gücü bulunduğu halde” sözü, “dönmemek” sözünden alınan fiili terketmenin zarfıdır. Onunla kayıtlanmasının nedeni de şudur: Bir vakitte fiili terk etme azmi ancak o vakitte yapma ve yapmamaya güç yetiren kimse için düşünülebilir.

Bu durumda kaydın faydası şudur: Terketme azmi mutlak değildir ki yapma gücü alınan ve bir daha elde etme umudu da kesilen kimsenin bu azmi sergilemesi düşünülemesin. Aksine o, yapma gücünün bulunduğu varsayımıyla kayıtlıdır. Dolayısıyla yapma gücü alınmış kimsenin de bu azmi sergileyeceği düşünülebilir. Âmidî’nin sözü de bizim anlattığımızı desteklemektedir. Çünkü o şöyle demiştir: “Bizim ‘gelecekte o şeyi yapmaya ehil olduğu esnada’ dememizin nedeni zina eden sonra da iktidarsızlaşan veya ölmek üzere olan kimsenin durumundan sakınmaktır.

Zira bu kimsenin gelecekte o fiili yapmamaya azmetmesi düşünülemez, çünkü o fiili yapması düşünülemez. Bununla birlikte yaptığına pişman olursa tövbesi kabul olur. Bu hususta Selefin icmaı vardır. Ebû Hâşim el-Cübbâî ‘zina eden kimse iktidarsızlaştığında tövbesi sahih değildir, çünkü o zina etmekten acizdir’ demiştir. Ancak bu yanlıştır. Zira o kişi korkutucu bir hastalığa yakalanmışken zina ve diğer günahlarına tövbe etse gelecekte onu bu fiilden aciz bırakan şeyin olması mümkün olsa bile onun tövbesinin sahih olduğunda icma vardır.” Bunlar, Amidî’nin sözleridir.

Yine yazarın “tövbe etmiş olmaz” sözü, bunun herkesin veya çoğunluğun tercihi olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, Ebû Hâşim el-Cübbâî dışında herkese göre iktidarsızın tövbesinin sahih olduğunu söylemesiyle çelişmektedir, iyi düşün!



Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,cilt:3,syf:594-596

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

Kader Nedir? Kader Hakkında Tüm Meseleler



KADER

Mahlûkatı ilmi ile yaratıp onlara kaderler takdir etmiş, eceller tayin etmiştir.

Bu nokta önemlidir. Kader meselesine taalluk ettiği için bu nokta üzerinde bir miktar duracağız. İki sebeple; birincisi kader, İkincisi ecel. Çünkü burada da mugalatalar yapılıyor, kafa karıştırmaları söz konusu: "Kader diye bir şey yoktur. Ecel değişir; insan kendi fiilleriyle ecelini öne de alabilir geriye de bırakabilir" gibi saçma iddialar görüyoruz. Bu iddiaların kıymeti harbiyesini detaylıca göreceğiz.

Mahlûkatı yaratmadan önce O'na hiçbir şey gizli değildi. Onları yaratmadan önce onların ne yapacaklarını da bilmekteydi.

Yaratan bilmez mi? Bilir. Bilmeseydi yaratamazdı. Bir insan bile yani herhangi bir şey yapacağı zaman önce onu tasarlıyor, planını projesini yapıyor, neresine ne yapacak, hangi ölçüde ne miktarda boyutta yapacak... bütün bunları hesap ediyor ve ne yapacağını bildikten sonra o işi yapmaya koyuluyor. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk sadece takdir eder ve ilmindeki şeyin meydana gelmesi için "Ol" der ve o şey olur. Bazen şöyle saçma sapan cümleler de kurarlar: "Cenab-ı Hakk karar veriyor, yapıyor!" Cenab-ı Hakk karar vermez, takdir eder ve yaratır.

Hemen peşinden gelen madde de bu bağlamda dikkat çekici: "Yarattıklarına, kendisine itaat etmelerini emretmiş, karşı gelmelerini de yasaklamıştır." Şimdi bir itikad metninde bu cümle niye yer aldı? Çünkü Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatla ilişkisi -haşa- kâinatı yaratıp kenara çekilmiş bir ilah gibi değil. Cenab-ı Hakk kâinatı, insanı yaratıyor, insana bir mükellefiyet yüklüyor, her şeyin bir maksadı, amacı, hikmeti, var ediliş gayesi var. Cenab-ı Hakk insanlar üzerine birtakım sınırlar, kırmızıçizgiler çizmiştir. "Şuralara girmeyeceksiniz, buralara dokunmayacaksınız, şunları yapın, bunları yapmayın" gibi emirler ve yasaklar koymuştur. İşte Hükümde Tevhid'in tezahürünü de burada görüyoruz.

Metnimiz bize diyor ki: Cenab-ı Hakk yarattığı şeylere kaderler takdir etmiştir. Aynı şekilde eceller tayin etmiştir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadına mensup olan Müslümanlar kader diye bir meselenin varlığına iman ederiz. "Kuran-ı Kerim'de kader meselesi yoktur" diye bir iddia Kaderiyye ve onların takipçisi Mutezile -ki bir kısım eserleri günümüze kadar gelmiştir- mezhepleri tarafından dillendirilmiştir. Bunların iddiasına göre kader diye bir şey yoktur. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bunların karşısında Sahabe-i Kiram'dan din olarak öğrendikleri ne varsa, onları muhafaza ve müdafaa sadedinde kaderin var olduğunu ortaya koymuşlar, Efendimiz (s.a.v)'in böyle dediğini, sahabeye böyle öğrettiğini, onların da tabiin ve sonraki nesillere böyle naklettiğini söylemişlerdir.

Kader diye bir şey vardır. Peki, nedir bu kader? "Kader yoktur" diyen insanlara sorulması gereken bir soru var: Siz bunu inkâr ediyorsunuz da, olmadığını söylediğiniz kader nedir, bunu bir tarif edin. Örneğin M. İslamoğlu bunu yapıyor, bir kitap da neşretti bu konuda. "Yoktur" diyorsun, bütün kitabın boyunca ümmet-ı Muhammed'in selefine, fukahasına, muhaddisine, ulemasına olmadık şeyler söylüyorsun. Onların Efendimiz (s.a.v)'e, Kuran-ı Kerim'e iftira ettiğini söylüyorsun. Fakat bu senin olmadığını söylediğin, inkâr ettiğin kader nedir, sen bundan ne anlıyorsun?

Kader meselesini netleştirebilmek için birkaç nokta üzerinde durmak lazım.

1 - Allah Teâlâ'nın İlmi

Bunlardan birincisi Allah Teâlâ'nın ilmidir. Allah Teâlâ'nın ilmi meselesini netleştirmeden kaderi konuşmak eksik olur, bir neticeye götürmez. Nassî delillere/Kur'an ve Sünnet'e baktığımızda Allah Teâlâ'nın -tıpkı diğer ezelî kadim sıfatları gibi- ilim sıfatı ezelidir, kadimdir, zatı ile kaimdir, sonradan elde edilmiş değildir. Eğer bir şey sonradan elde edilmişse zaten ilahi olamaz. Bir vasfa, sıfata sahip değilken sonradan sahip olmak bir marifetse bu kullara mahsus bir marifettir. Çünkü o şeye sahip olmamak bir nakisadır, eksikliktir. Onu sonradan kazanmak durumunda kalmak bir eksikliktir ve biz “Sübhanellah" dediğimizde Cenab-ı Hakk'ı her türlü noksanlıktan, eksiklikten tenzih ediyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın ilmi, Kelam ulemasının tabiriyle söylersek "husûlî" değil "hudûrîdir", iktisabî (çalışarak elde edilmiş) değil zatı ile kaimdir. Ezelidir, kadimdir, başlangıcı yoktur, öğrenerek elde edilmiş bir ilim değildir.

Cenab-ı Hakk'ın ilminin kadim olmasının bu meseleyle irtibatı şudur: Cenab-ı Hakk'ın ilmi kadimse, bizim zamansallığımıza göre sonradan yaratacağı her ne varsa onunla ilgili bilinmesi gereken her şeyi biliyor olması gerekir. Çünkü bilmediği bir şeyi yaratamaz. La teşbih, bir kıyaslama yapalım: Bir mühendis düşünün, bina yapacak. Bu binayı daha önce zihninde tasarlıyor, sonra o tasarımını bir kâğıda döküyor ve planını, projesini yapıyor. Daha sonra bunlara bakarak binasını inşa ediyor. İşte Cenab-ı Hakk böyle tasarım yapmaz, plana, projeye dökmez. Bu Yahudilerin inancıdır. Yahudilere göre Tevrat'ı Cenab-ı Hakk yazmış, sonra kâinatı nasıl yaratacağını, ileride neler yapacağını da Tevrat'a yazmış, daha sonra vakti geldiğinde Tevrat'a bakarak -haşa- nereye ne yapacağını, yaratacağını ona göre yaratmıştır! Bu Yahudilerin tanrı tasavvurudur. Âlemlerin Rabbi değildir bu.

Allah Teâlâ mutlak ilmiyle bizim zamansallığımız içinde geçmiş, şimdi ve gelecek diye ifade ettiğimiz her ne varsa hepsini aynı şekilde, aynı bilgiyle bilir. Dolayısıyla yaratacağı şeylerle ilgili en detaylı malumat Cenab-ı Hakk'ın İlm-i Ezeli'sinde mevcuttur. Mülk Sûresindeki bir ayet bu durumu dikkatimize sunuyor:

"Dikkati edin! Yaratan bilmez mi?!

Yaratmayla bilgi arasında böyle varoluşsal, vazgeçilmez bir ilişki var. Cenab-ı Hakk eğer yaratıcıysa bunun tabiî bir gereği olarak bilmelidir, bilen olmalıdır ki yaratsın. Cenab-ı Hakk'ın bilmeden yaratması gibi bir şey tasavvur dahi edilemez. Bilmeden yaratılmaz. İnsan bile bilmediği bir şeyi yapamaz. Önce hakkında bilgi edinir, sonra onu yapar. İnsanda bu bilgi varsa Cenab-ı Hakk'ta evleviyetle vardır. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın yaratacağı şeyleri, yaratacağı şeyle ilgili bilgiyi ezelde mutlak ilmiyle biliyor olması gerekmektedir; aksi halde yaratamaz.

Bu bakımdan birey olarak her birimizin hayatı nerede, nasıl, ne şekilde cereyan edecek; bir karınca ne zaman dünyaya gelecek, ne iş yapacak, ne zaman ve nasıl ölecek... bunları bile Cenab-ı Hakk mutlak ve ezeli ilmiyle bilir. Dolayısıyla bizim iradî fiillerimizden tutun evrenin var oluşuna, geçireceği evrelere, kıyamete ve kıyamet sonrası hayata dair en küçük detaylara kadar bilir ve bu ilmine göre yaratır. Kaderle ilgili aklımızda tutmamız gereken birinci mesele budur. "Abdulaziz Bayındır böyle diyor" diye sorduklarında Mustafa İslamoğlu da bunu söylüyor nitekim. Diyor ki: "Hoca hata etmiştir. Hocayı tuzağa düşürmüşler. Allah her şeyi bilir. Geçmişi de, şimdiyi de, geleceği de bilir. O'nun ilmi her şeyi kuşatır..." Dolayısıyla kader meselesinin bu boyutuyla ilgili olarak Mustafa İslamoğlu da bizim gibi düşünüyor.

2 - Allah Teâlâ'nın Kudreti


Peki, geliyoruz ikinci noktaya: İlmi her şeyi kuşatan Allah Teâlâ'nın gücü de her şeye yeter. "Her şeyi bilir ama bazı şeylere gücü yetmez" derseniz bu O'na noksanlık atfı olur. Bu sizi küfre götürür, pek çok Kur"an ayetine toslarsınız. "Şüphesiz O her şeye kadirdir." ve "Şüphesiz O her şeyi bilendir." diye biten, O'nun hem ezeli- mutlak ilmine hem de ezeli-mutlak kudretine vurgu yapan bir çok ayet var.

Peki, her şeyi bilen ve kudreti her şeye yeten Cenab-ı Hakk dilediği zaman insanların iradesinin rağmına bir fiil işleyemez mi? İşleyebilir. Kâinatı yaratan ve ona bir düzen, sistem veren Cenab-ı Hakk dilediğinde bu sistemi durdurabilir mi? Durdurabilir. Fıtratında, tabiatında yakmak olan ateşe: "Ey nâr, İbrahim'e serin ve selâmet ol!" der ve ateş yakma hassasını kaybeder mi? Amennâ ve saddaknâ, kaybeder. Dolayısıyla ateş bize göre yakıcıdır, Cenab- ı Hakk "yakma" dediğinde ateş yakmaz.

İnsan suda yaşayamaz ama Cenab-ı Hakk dilerse yaşar. İnsan dünya dışında herhangi bir ortamda, gezegende yaşayamaz ama Allah dilerse yaşar. Allah'ın kudretinin dışında hiçbir şey yok, ilminin dışında hiçbir şey olmadığı gibi.

Allah Teâlâ dilediğinde herhangi bir hikmet gereği ya da bizim akıl erdiremeyeceğimiz bir gerekçeyle, kâinata hâkim kıldığı düzeni durdurabilme kudretine sahip olarak bunu yapmış mı, yapıyor mu? Elbette yapıyor. Biz kendi algı dünyamız içerisinde, kendi sebep- sonuç ilişkileriyle örülü hayat şartlarımız çerçevesinde bir takım şeyleri tasarlıyoruz; bazen yapıyor, bazen yapamıyoruz, bazen hiç ummadığımız şeylerle karşılaşıyoruz. Bütün bunlar kâinatın yürüyüş ve düzeninde hatta her birimizin hayatının işleyişinde, düzeninde mutlak belirleyici olmadığımızı gösteriyor. Bir şey yapmak istiyorsunuz birden bire bir telefon çalıyor, kapınız çalıyor, aklınıza başka bir şey geliyor ve yapmaya karar verdiğiniz o şey aklınızdan uçup gidiyor, yapamıyorsunuz. Bunu ne sanıyoruz? 

Bu insanın kendi iradesiyle olan bir şey midir? Değildir. Bir bebek apartmanın beşinci katından kaldırıma çakılıyor, ölmüyor; başka bir adam yolda giderken ayağı takılıp düşüyor, kafasını taşa çarpıp ölüyor. Bunları nasıl izaha kavuşturuyoruz. Nedir bu? İşte bu kaderin ikinci kısmıdır. Kaderin ikinci kısmında Cenab-ı Hakk'ın kudreti var. Cenab-ı Hakk'ın kudreti her şeyi belirleyendir. Evreni, bir gün gelecek nasıl yok edecekse, buna kudreti varsa, bizim hayatımızın en cüz'i anlarında bile, bize detay gibi gelen en küçük hususlarda bile Cenab-ı Hakk'ın kudreti devrededir.

Bu demek değildir ki, Cenab-ı Hakk kâinata herhangi bir yasa koymamış. Hayır, koymuş. Fıtratullah, Sünnetullah dediğimiz bir şey var, bu şey Cenab-ı Hakk müdahale edene kadar yürürlüktedir. Müdahale eder mi? Eder. Etmiş midir? Etmiştir. O'nun kudretine sınır koyacak hiçbir kudret olmaz. Kader meselesinin ikinci kısmı da budur.

3 - Allah Teâlâ'nın Meşieti/İradesi


Üçüncü kısım: Allah Teâlâ'mn iradesi, meşieti ve muradı. Evet, Cenab-ı Hakk bilir, bildiğini yapmaya gücü, kudreti vardır. Bunu nasıl yapar? İrade ederek yapar. Bu irade sıfatı da Cenab-ı Hakken zatıyla kaim ezeli sıfatlarından biridir: Cenab-ı Hakk irade edendir. Cenab-ı Hakken iradesine rağmen herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda herhangi bir varlık herhangi bir iş yapamaz. Cenab-ı Hakk irade edecek ki yapsın. Bir şey yapmamızı bırakın, yapmayı dilememiz bile Cenab-ı Hakkın dilemesine bağlı. O dilemedikçe biz bir şeyi yapmayı bırakın, dileyemiyoruz. Bize dileme kudretini veren de, dilediğimiz şeyi kuvveden fiile çıkarma kabiliyeti veren de O'dur. Dolayısıyla O dilerse yapıyoruz, O dilemezse yapamıyoruz. İşte kader meselesinin üçüncü kısmı da Cenab-ı Hakk'ın İradesidir, dilemesidir, meşietidir. 

Bu kâinatta olup biten her şey Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle, muradıyla oluyor, O murad etmezse olmuyor, dedik. Buna karşılık Mutezile bize bir soru soruyor, bunu M. İslamoğlu da soruyor: "Allah şerri murad eder mi?! Allah günahı diler mi?! Allah çirkinliği, haramı murad eder mi?!" Biz de "Evet, eder!" diyoruz. Cenab-ı Hakk'ın muradı, dilemesi başka şeydir, rızası başka şeydir. Her şey Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle oluyor ama O murad ettiği şeylerin bir kısmından razıdır, bir kısmına rızası yoktur. İmana rızası vardır, küfre rızası yoktur. Küfrü dileyen de O'dur, günahı dileyen de O'dur. Dilemezse olmaz.

Peki, bunları niye diliyor? Çünkü bizi imtihan ediyor. İnsana bir yol açmış Cenab-ı Hakk. İnsanı bir yol ayrımına bırakmış, iradesine de bir ket vurmamış, engel koymamış. Sen istediğini dile, ben sana istediğini vereceğim, dilediğin şeyi hayata geçirme imkânını sana vereceğim, küfür de istesen iman da istesen bunu işlemeni sana nasip edeceğim demiş. Fakat imana rızam var, küfre rızam yok. Böyle demezsek, insan Cenab-ı Hakk'ın istemediği, dilemediği şeyleri yapabilir gibi garip bir neticeye çıkarız. Mutezilenin bu noktada ayağı kayıyor, diyor ki: "Allah'ta bir kudret varsa insanda da bir kudret var. Dolayısıyla insan hayatıyla ilgili olarak kendi istediği şeyi Cenab-ı Hakk'tan bağımsız olarak yapar. Cenab-ı Hakk istese de yapar, istemese de yapar. 

Cenab-ı Hakk insanın isteyip istememesine karışmaz." Bu -haşa- dolaylı olarak Allah'a acziyet atfetmektir. İkinci olarak, kâinatta Allah'ın iradesinden bağımsız, hatta ona aykırı iradeler olabileceğini ifade etmektir ki bu, Cenab-ı Hakk'a noksanlık atfetmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla kader meselesinin üçüncü kısmı şudur: Cenab-ı Hakk'ın -ilmi ve mutlak kudretinin yanında- mutlak iradesi var Meşiet kelimesi de farklı bir kökten, aynı anlama geliyor. Meşietle murad aynı şeydir. A. Bayındır burada bir mugalata/kelime oyunu yapıyor kendince, meşiet ve irade başkadır diyor. İşin özeti şu: Meşietle irade aynı şeydir, aynı şeyleri anlatır. Dolayısıyla O'nun ilmi, kudreti ve meşieti kader meselesinin olmazsa olmaz üçayağını oluşturur.

4 - Allah Teâlâ'nın Kudreti ve İradesiyle İnsanın Kudreti, Fiilleri ve İradesi Arasındaki Bağlantı

Kader meselesiyle ilgili bilmemiz gereken dördüncü aşama: İnsanın iradesi, fiilleri, muradı, kudreti ve bunların Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle, kudretiyle bağlantı ve münasebeti. Bu nokta, yukarıdan beri yaptığımız açıklamanın kristalleştiği, meselenin inceldiği noktadır. Hafızamızda burayı net biçimde aydınlatabilirsek kader meselesini de inşallah çözeriz.

4.1 - Allah Teâlâ'nın, Kulun Dilemesini İrade Etmesi


"Âlemlerin rabbi olan Allah bir şeyi dilemedikçe siz dileyemezsiniz."37 Bu, işin her aşamasında vardır. Yani Allah Teâlâ'nın insanı yaratırken ona bir dileme kabiliyeti, potansiyeli vermiş olması da, insanın herhangi bir fiilini hayata geçirmeden önceki dileme safhası da bu ayetin delalet sahası içindedir. Dolayısıyla Allah bizim dilememizi dilemeseydi herhangi bir şey dileyemezdik. İnsan fıtrat olarak buna uygun yaratılmış, bir şey dileyebilecek kabiliyette yaratılmış, başlangıçta da bunu ona Allah Teâlâ vermiş. Bu birinci husus.

4.2 - Allah Teâlâ'nın, Kulun Fiilini İrade Etmesi

İkinci husus: İnsan hayatın her safhasında kararlar veriyor, onda bir fikir oluşuyor, sonra onu "azm"e dönüştürüyor, sonra da onu azalarıyla kuvveden fiile çıkarıyor. Bütün bu aşamalar Cenab-ı Hakk'ın dilemesine bağlıdır. Cenab-ı Hakk dilememize izin verdiği için biz o somut olayı yapmayı (fiil) dileyebiliyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz, biliyor muyuz? Belki çoğumuzun, insan nasıl fiil işler meselesinde çok fazla bilgisi yoktur. Ama bu çok enteresan bir şeydir. Cenab-ı Hakk'ın kudretini de gösteren bir şeydir. Şimdi biz bir fiil işlemeden önce bizim içimizde, iç dünyamızda bir dizi aşama gerçekleşir, bir dizi hadise olur. Bunlardan birincisi, ilk aşama bir şeyi yapma konusunda bizim içimizde, aklımızda bir fikir belirmesidir. 

Daha sonra bu fikir "karar"a dönüşür. Kelam âlimlerinin açıklamada ihtilafa düştüğü alan burasıdır: Bir şeyi yapma fikri "karar"a nasıl dönüşür? Hatta bunu daha geriye götürerek şöyle sorabiliriz: Başlangıç itibariyle o fikrin oluşumu insan kaynaklı bir şey midir, yoksa o fikri bize ilham eden Cenab-ı Hakk mıdır? Bu aşamada Eş'arilerle Mâturîdîler arasında bir ayrılık var. Eş'ariler diyorlar ki: "Bu, Cenab-ı Hakk'ın yaratmasıyla olur. Biz buna "Cüz'î irade" diyoruz. Cüz'i iradeyi Allah yaratmıştır, O'nun yaratmasından bağımsız değildir." Dolayısıyla Eş'arîlere göre bizim aklımızda beliren o ilk nüve de Cenab-ı Hakk'ın var etmesiyle olmuştur.

Mâturîdîler bu noktada ne diyor? Diyorlar ki: "İnsandaki bu irade, itibarî bir şeydir. Yani bunun dış âlemde bir varlığı yoktur. Dolayısıyla itibarîdir." Nasıl olur bu? Elmalılı Hamdi Efendi'nin izahıyla anlatalım: İnsan aklına bir şey gelir; şunu şöyle yapayım mı, yapmayayım mı diye. Yapsam ne olur, yapmasam ne olur? Saat sarkacının sağa sola gidip gelmesi gibi yapayım, yapmayayım... İnsan böyle bir karar alma süreci geçirir. Hamdi Efendi bunu saatin sarkacına benzetiyor. Diyor ki, insan bu iki seçenekten birine karar verdiği zaman, örneğin fiili işlemeye karar verdiği zaman aslında pozitif bir fiil işlemiş olmaz. Onun karşıtı, alternatifi olan fiili işlemekten vazgeçmiş olur. Yani negatif bir fiildir bu. Bir fiil işlemek değil, bir fiil işlemekten vazgeçmektir. Onun için bunun hariçte bir varlığı yoktur. Bu bakımdan Mâturîdîler irade-i cüz'iyye emr-i itibarîdir, mahlûk değildir, diyorlar. Buna başka örnekler de zikredilebilir. İnsandaki cüz'i irade ister mahlûktur diyelim, ister mahlûk değildir diyelim, bu "emr-i itibarî" meselesini iyi anlamak lazım.

Bunu iyi anlarsak Mâturîdîlerin yaklaşımını çözebiliriz. Hariçte bir varlığı olmayan şeylere emr-i itibarî diyoruz. Bu konuda biraz daha açıklama yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Bazı şeylerin varlığı bizim zihnimizdedir, dış âlemde bir varlığı yoktur. Bunlara kelam âlimleri emr-i itibarî diyor, bunlar itibarî varlıklardır, somut bir varlıkları yoktur. İnsanın cüz'i iradesi de böyledir, diyorlar. Buna biz, zaman kavramını da örnek olarak zikredebiliriz.38 Zaman emr-i itibarîdir, dışarıda bir varlığı var mıdır? "Zaman" dediğimizde bizim aklımıza güneşin doğması, batması, kolumuzdaki saat geliyor. Ama dünyanın dışına çıktığınızda bu şey anlamını kaybediyor. 

Dünyanın dışındaki bir varlık için, örneğin Mars'taki bir varlık için zaman nedir? Güneşin doğması, batması, saatin tik-takları bizim zaman için belirlediğimiz ölçülerdir. Biz onlara bakarak kendimizce bir zaman tahdidi yapıyoruz aslında. Zaman güneşin doğup batmasıyla kaim değil ki! Güneşin doğup batması dünyanın dönmesinden ibaret bir şey. Başka güneş sistemlerine gittiğinizde ne yapacaksınız, ne diyeceksiniz? Onlar için zaman farklı. Dolayısıyla bu noktada "zaman emr-i itibarîdir; onlara göre farklı, bize göre farklıdır" diyebiliriz. Dışarıda bir varlığı yok ki söz gelimi "Zaman şu bir bardak sudur!" diyelim. Şöyle bir örnek daha zikredebiliriz: Bir binanın "önü, arkası, sağı, solu vardır" deriz. Bunu neye göre söyleriz? Binanın bir tarafı yola bakıyorsa ve giriş kapısı da o taraftaysa buraya "binanın önü" deriz. Peki bir tarafından yol geçtiği halde kapısı başka bir taraftaysa? O zaman da mesela "girişi yan taraftan" deriz. Neye göre "yan taraf"? Yola göre. Yolu esas aldık ve giriş kapısının bulunduğu cepheyi "ön" değil de "yan" olarak itibara aldık.

Bir de bu binanın dört yanından da yol geçtiğini ve dört cephesinde de giriş kapısı olduğunu düşünelim. Bu binanın önü, arkası, sağı, solu neresidir? İşte burada "itibarî" bir durum ortaya çıktı.

İşte insanın cüz'i iradesinin de böyle itibarî olduğunu söylüyorlar. Bu, dışarıda varlığı olan somut bir şey değildir. Onun için "illet-i tâmme" olan İlahî irade ve kudretin taallukuna mahal teşkil etmez. Onun için bunu Allah yaratmıştır diyemiyoruz.

Evet, ister öyle olsun ister böyle olsun, Mâturîdîlerin bu cüz'i irade tarifi ister doğru, ister hatalı olsun meselenin aslına taalluk etmez. Yani bir şeyi dileme kabiliyetini Cenab-ı Hakk bizde yarattıysa olur. Bunda her ikisi de müttefik. Eş'ariler de Mâturîdîler de, "Bizdeki bu dileme kabiliyeti, kudreti Cenab-ı Hakk'ın var etmesiyle olmuştur, 0 bizim dilememizi dilediği için biz dileyebiliyoruz" diyorlar.

Evet, ikinci aşamadaydık. Aklımızda bir fikir belirdi; şunu yapayım mı, yapmayayım mı? Aklımızda beliren o düşünce bizde bu karar verme aşamasında bir fikir haline dönüşüyor: "Ben yarın falanlara gideyim mi?" diye bir düşünce beliriyor önce. Arkasından başka işlerimiz aklımıza geliyor: "Yapayım mı, erteleyeyim mi, başka zaman mı yapayım?" derken "Yapayım ben" diye onu fikir haline dönüştürüyoruz. Fikir aşamasında da bırakmıyoruz, onu kesin karara dönüştürüyoruz. Kesin karar aşamasında da bırakmıyoruz onu "azm-i musammem"e dönüştürüyoruz. İnsan kendi içinde tahlil ettikçe bu aşamalara ulaşabiliyor. Yani önce bir düşünce (1. aşama) halindeyken, fikre (2. aşama), sonra kesin karara (3. aşama), sonra da azm-i musammeme (4. aşama) dönüşüyor. 

Önünde herhangi bir engel de kalmayınca, 'Tamam ben yarın şu işi yapıyorum" diyerek, içimizde olup biten düşünceden azm-i musammem aşamasına gelen bu isteği en son aşamada azalanınızla "kuwe"den "fiil"e (5. aşama) çeviriyoruz. Bakın kuvveden fiile çıkmadan önce dört aşamalı bir süreçler dizisinden geçiyor ve bundan sonra dış aleme yansıyor fiillerimiz. Bütün bu aşamalar Cenab-ı Hakk'ın izîn vermesiyle oluyor. Cenab-ı Hakk izin vermezse biz o düşünceyi fikre, karara, azmi musammeme, azalarımıza intikal ettirip fjj|e dönüştürmeyeceğiz.

Nitekim bazen bir şey yapmaya karar veririz, elimizi uzatırız ama tutulur kalırız orada. Ya kolumuza kramp girer, ya belimize sancı girer. O azm-i musammem aşamasından fiil aşamasına geçene kadar bile Cenab-ı Hakk'ın iznine muhtacız. Parmaklarımıza bir şeyi kaldırma kabiliyeti, gücü veren O'dur. Parmaklarımızı öyle yaratan O'dur. Sonra elimizi uzattığımızda bardağı kavramamızı nasip eden de O'dur. Tüm bunlar O'nun izin vermesiyle, dilemesiyle, muradıyla oluyor. İşte bu da kaderin dördüncü aşamasıdır.

5 - Fiil İşlerken, İnsanın Kudretini Aşan Durumlar

Ve nihayet beşinci aşama: Başımıza gelen her şey bizim irademizle olmuyor. Fikir, karar, azm-i musammem aşamasına gelir, bunu yapmak için evden çıkarız ama Cenab-ı Hakk o işi yapmamızı nasip etmemiştir. O işi yapmak için yola çıktığımızda yolda biriyle karşılaşırız, daha önemli bir şey söyler bize, onunla beraber başka yere gideriz. Veya daha önemli bir şey gelir aklımıza, döner o şeyi yapmaya gideriz. Yani bizim elimizde olmayan şeyler; çatının altından geçerken bir kiremit düşer başına, ölür. Bu insanın iradesini, kararını, ufkunu, ön görüsünü açan bir şeydir. Bütün bunlar kader diye ifade ettiğimiz bir tek kelimenin içindedir. Ve Cenab-ı Hakk bütün bunları bütün detaylarıyla bilir.

Şimdi "Kader yoktur" diyebilmek için bütün bu hususları tek tek, bu şekilde ele alıp "Şu yoktur, çünkü böyle değildir, şöyledir" diyebilmek lazım. Böyle diyemiyorsunuz, meseleyi böyle netleştirip ameliyat masasına yatıramıyorsunuz ama kalkıp: "Efendim Allah Kuran-« Kerim'de iki yerde iman edilmesi gereken şeyleri saymış, madde. Altıncısı olarak kader diye bir şey yok, bunu sonra da âlim dediğimiz insanlar ilave etmiş." diyorsunuz. Bu ne demek biliyor musunuz? "Yahudiler, Hristiyanlar nasıl kendi dinlerini, itikadlarını kendileri yazdı, Müslümanlar da kendi itikatlarını kendileri yazdı" demektir. "Peygambere, Allah'a iftira etti" demektir. Bu ümmet bunları yaptıysa kıyameti beklememiz lazım. Bu din 1400 sene böyle hatalı, arızalı yaşandıysa -haşa ve kella- "Cenab-ı Hakk'ın muradı din üzerinde tecelli edemedi, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in vefatından hemen bir asır sonra ümmet yoldan çıktı. Allah ve Peygambere iftira etti, o zaman İslam diye bir din kalmadı" demek lazım. Bu kocaman bir tarihi, tecrübeyi, varlığı, ümmeti inkâr etmek demek, yok saymak demek, bunları tahkir, takbih etmek demektir.

Aklı başında bir Müslümandan bugüne kadar böyle bir şey sadır olmadı. Bugün sadır oluyorsa anormallik "kader vardır" diyen insanların zaafı değil, bu yanlışı diline dolayan adamın sözünün dinlenebiliyor olması dolayısıyla böyle bir ortama gelmiş olan bu ümmetin zaafıdır. Yoksa açın kelam, Usulu'd-Din kitaplarını, kaderle ilgili o kadar derin bahisler okursunuz ki, ondan sonra bu adamın "Ben falan ayetten delil getiriyorum kader yoktur" demesine gülesiniz mi> ağlayasınız mı, şaşırıp kalırsınız. Bu nasıl bir haldir?! Aynı şekilde bu kader inancının inkârını Kur'an-ı Kerim'e yükleyen insanlar, "Allah şerri dilemez, murad etmez" diyen insanlar, aslında gerçekten Kur'an-ı Kerim'den haberdar oldukları için mi bunları söylüyor yoksa bizim Kuran hakkındaki cehaletimizden istifade mi ediyor? Burası da üzerinde düşünülmesi gereken başka bir konu.

Cenab-ı Hakk "şerr"i murad eder mi?

Peki, Cenab-ı Hakk şerri murad eder mi? Şerr, günah, kötülük, isyan Cenab-ı Hakk'ın izniyle mi olur? O izin vermediği halde mi olur? İlk olarak şunu söyleyelim: Kur'an-ı Kerim'de İblis, Hz. Âdem'e (a.s) secde emrini yerine getirmeyip Cenab-ı Hakk'a isyan ettiğinde Cenab-ı Hakk onu katından kovuyor. Şeytan Cenab-ı Hakk'tan ahirete kadar kendisine bir süre vermesini istiyor. Cenab-ı Hakk da ona izin veriyor. Araf Sûresinde olay anlatılıyor, 14. ayette de şeytanın böyle bir talepte bulunduğu zikrediliyor.

"İblis, insanlar, cinler, yeniden diriltilip kaldırılacakları güne kadar bana mühlet ver, dedi." Cenab-ı Hakk da ona: "Sen mühlet verilmişlerdensin." buyurdu. O zaman şeytan ne dedi?: "Beni azgınlığa uğratmana karşılık olarak ben onlar için senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım.", Cenab-ı Hakk bunu bile bile şeytana izin verdi. Sonra İblis, "Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından geleceğim. Ve sen onların çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın." dedi. O zaman Cenab-ı Hakk da Şeytan'a: "Kovulmuş ve uzaklaştırılmış olarak çık. Yemin olsun ki, insanlardan her kim sana uyarsa, senin ardınca gelirse kesin olarak sizin tamamımızdan Cehennem'i dolduracağım." diye mukabele etti. Evet, bir kere kâinattaki insanlar bakımından, kâinattaki kötülüklerin dışsal kaynağı olan şeytan, Cenab-ı Hakk'ın izniyle aramızda icraat yapıyor. O izin istedi, Cenab-ı Hakk da izin verdi. 0 zaman şöyle diyebilecek miyiz: Şeytanın bu şeytanlıkları Cenab-ı Hakk'ın iradesi ve izni olmadan oluyor. Hayır, Kur'an'a göre böyle diyemiyoruz. Şeytan izin istedi, Cenab-ı Hakk da izin verdi. Şeytanın yapacağı işten O'nun rızası yoktur, bunu ayıralım: Cenab-ı Hakk'ın izin verdiği, murad ettiği her şeyde rızası yoktur. Bir kısmında vardır, bir kısmında yoktur. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle rızasını birbirinden ayırmamız gerekiyor.

İşte burada Araf Sûresi'nin ayetleri bize açık şekilde gösteriyor ki şeytana izin vermekle Cenab-ı Hakk şeytanın faaliyetlerini irade etti demektir. Şeytan, O'nun iradesi dâhilinde faaliyet gösteriyor demektir. Mesele bundan ibaret midir? Hayır. Yani bu âlemde gördüğümüz hayrın da, şerrin de, iyiliğin de kötülüğün de Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de başka ayetler de var. Bunlardan biri Nisa Sûresi'nin 78. ayetidir: "O Müşriklere bir güzellik dokunduğunda derler ki, bu Allah katındandır. Başlarına bir kötülük geldiğinde (Peygamber Efendimize hitaben) derler ki, bu senin yüzündendir. Sen onlara de ki, Ey habibiml Hepsi (başınıza gelen iyilik de kötülük de) Cenab-ı Hakk nezdindendir." 

Bir diğeri Bakara Sûresi, 155. ayet: "Biz sizi biraz korkuyla, biraz açlıkla, mallardan, nefislerden ürünlerden biraz eksiltmeyle deneriz, imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele!" Demek ki başımıza, bize kötülük olarak gelen şeyler, korku, açlık, mallardan ürünlerden nesilden eksiltmeler suretiyle yaşadığımız şeyler Cenab-ı Hakk'ın imtihan esprisi olarak başımıza getirdiği şeylerdir, O'nun iradesi ve meşieti doğrultusunda bunlar başımıza geliyor, 0 dilemezse bunlar başımıza gelmez. Bir diğeri de Enbiya Sûresi'nin 35. ayeti: "Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi imtihan için hayırla da, şerle de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz."

Mustafa İslamoğlu'nun, şer Allah'tan değildir, insandandır. Hayır Allah'tandır, şerri Allah'a atfetmeyin sözlerine Kur'an-ı Kerim'den getirdiği delil. Nisa Sûresi'nin 79. ayeti: "Başına gelen iyi şey Allah'tandır. Başına gelen kötü şey de kendi nefsindendir." Bunu Peygamber Efendimizin şahsında bize hitaben söylüyor Cenab-ı Hakk. Başınıza gelen iyi şeyler Allah'tandır. Başınıza gelen kötü şeyler de kendinizdendir, onları Cenab-ı Hakk'a atfetmeyin, diyor. Yukarıda okuduğumuz ayet-i kerimelerle bu ayet arasında açıkça bir tearuz görülüyor. Ne yapacağız? İki şey yapmak mümkün:

1.Haşa, KuKân insan, peygamber sözüdür diyen insanların saçmalaması gibi: 'Teorik olarak bu iki ayet arasında çelişki var; ya o doğrudur, ya bu doğrudur" diyebiliriz.

2."Allah Kelamı'nda çelişki olmaz. O'nun kelamı tearuzdan, tutarsızlıktan münezzehtir. O zaman burada başka bir şey var" deriz. İşte burada devreye Usul-i Fıkıh girecek. Usul-i Fıkıh olmadan, bu türlü ayetlerin içinden çıkmamız mümkün değil. Burada;

a.Umum-husus ilişkisi vardır, diyeceğiz.

b.Nüzül sebeplerine bakacağız.

Bunlar olmadan mealler elimize tutuşturuluyor, "Hadi, Allah'ın kelamını okuyoruz!" diye biraz da gaz veriliyor, mealden okuyoruz. Fakat kafamız karışıyor işin içinden çıkamıyoruz, ya da işin içinden çıktığımızı sanıyoruz. Burası artık meal yazarının kabiliyet ve insafına kalmış bir şey. O ne düşünmemizi istiyorsa o şekilde düşünerek Kuran'ı anladığımızı sanıyoruz.

Aslında her iki ayet de ilahi hakikatin bir veçhesini anlatıyor. İlk gruptaki ayetler bize insan iradesinin Cenab-ı Hakk'ın izniyle iş görebileceğini ifade ediyor. Yani diyor ki: Sizin başınıza gelen hayır da şer de; yaptığınız iyi işler de kötü işler de Allah'tandır. Ne demek Allah'tandır? O şeyleri işleme kabiliyet ve kudretini size Allah verdi, Allah dilemeseydi siz onları işleyemezdiniz. Allah diledi, izin verdi, siz de işlediniz. Dolayısıyla iyilik de olsa kötülük de olsa işin kaynağını kendiniz olarak tayin etmeyin; sizde bir numara yok, Allah dilemezse dileyemiyorsunuz. Dilediğiniz şeyi vücuda getirmeyi murad etmedikçe vücuda getiremiyorsunuz. Yani hem dileyemiyorsunuz, hem dileğinizi hayata geçiremiyorsunuz.

Bütün her şey Cenab-ı Hakk'ın elindedir onun için havalara girmeyin. Son ayet de (Nisa, 79) bize diyor ki: Başınıza durup dururken bir kötülük geldiğinde "Yahu şimdi bu nereden çıktı?!" diye düşünürseniz, dönün, geri bakın. Allah hiç kimseye zulmetmez. Siz bir hata yaptınız, bir şeyi yanlış yaptınız, onun için bu geldi başınıza. Dolayısıyla kaynak olarak, dileme kudreti/kabiliyeti olarak bütün fiillerimizin kaynağı Allah'ın iradesidir fakat bunlar belli bir fıtrat yasası, sünnetullah çerçevesinde tecelli ediyor. Bazen insanın başına hoşlanmadığı bir iş geliyor. O zaman ne yapacak insan? Dönüp bakacak; ben nerede günah işledim de bu şer başıma geldi, diye. Çünkü Allah kimseye zulmetmez. Kendini kontrol edip hatasını tespit edecek ve bir daha yapmamaya çalışacak. Bu ayet-i kerime de bizi bir nefis muhasebesine yönlendiriyor.

Eğer durup dururken başımıza iyi bir iş gelmişse de havalara girmeyelim, ben başardım, ben yaptım havasına girmeyelim, bu Allah'tandır, O'nun ihsanıdır. Kötülük geldiğinde ise, "Ya Rabbi ben bunu hak etmemiştim, sen bunu niye verdin bana?!" demeyelim, geriye bakalım, hangi hatamızdan dolayı başımıza bu geldi, amellerimizi muhasebeye tabi tutalım. Demek ki bu iki grup ayet arasında herhangi bir çelişki yok. Meseleye biraz yakından baktığımızda ayetleri çarpıştırmamız gerekmiyor, her şey yerli yerine oturuyor. Bu da, Kuran ayetlerini ancak bir sistem içinde anlama ciddiyeti göstermemize bağlı bir durumdur. Yarattığı şeylere Cenab-ı Hakk'ın kaderler tayin etmesi konusunda baştan beri çizdiğimiz çerçeve, Cenab-ı Hakk'ın tek tek her birimiz için, toplumlar, dünya, evren/kâinat için birer kader tayin etmiş olmasını, cüz'i planda, bizim anlayabileceğimiz planda izah etmeye dönük şeylerdir.

Bütün bunları topladığımızda Cenab-ı Hakk'ın var ettiği, takdir ettiği şeyler üzerindeki "kader"i ortaya çıkıyor. İşte kader bu. Aklı başında kim böyle bir kader yoktur diyebilir? Eğer bu ümmete, âlimlerine, selefine özel bir kastı, garazı yoksa aklı başında kim bunu inkâr edebilir? Oturup konuları akıllı, mantıklı bir şekilde ilmi ölçüler çerçevesinde anlayacak, müzakere edecek ve her şeyi yerli yerine koyacak... Yok, adamın bir kastı varsa, bir projesi varsa siz ağzınızla kuş da tutsanız adama yetmiş değil yedi bin delil getirseniz o "Odun benim odunum" diyecek başka bir şey demeyecektir. Allah ıslah etsin diyelim.

Mustafa İslamoğlu bu meseleyi inkâr ederken diyor ki: "Kader ölçü, takdir, demektir. Hep aynı kökten geliyor. Allah her şeyi bir ölçüde yaratmıştır. Allah'ın yaratmasında bir ölçüsüzlük, bir rastgelelik, bir dengesizlik yoktur." Bizim söylediklerimiz M. İslamoğlu'nun öne sürdüğü bu noktaya aykırı değildir. Amenna ve saddaknâ, Allah her şeyi bir ölçüyle yaratmıştır. Ama her şeyi bir ölçüyle yaratmış olması, her şeyi bir kader çerçevesine yaratmış olmasına mani değildir. O da bunun içindedir; "Allah'ın her şeyi bir ölçüyle yaratması" da "her şeyi bir kaderle yaratması" külli hakikatinin içindedir. Dolayısıyla sapla samanı birbirine karıştırmamak gerek.

Ecel ve Rızık değişir mi?


Burada ecel meselesine de kısaca değinelim. Ehli Sünnet ve'l Cemaat inancına göre ecel değişmez. Allah Teâlâ her yarattığı şey için bir ecel takdir, tayin etmiştir. Vakti zamanı geldiğinde her şey cereyan eder. Dünyaya gelecek olan gelir, dünyadan gidecek olan gider. Eceli değişmez.

Mutezile'nin bir inancı var: Eceli insanlar değiştirebilir. Yani durup dururken tabancanızı çeker karşınızdaki adamı öldürürseniz onun ecelini öne almış olursunuz. Yoksa o adamı siz öldürmeseydiniz, kim bilir 60-70 sene yaşayacaktı. Abdülaziz Bayındır'ın da böyle saçma bazı sözleri var. İnsanın ölümünün aslında gerçekte bir tek vardır o da ecelinin gelmiş olmasıdır. Bu zahir planında bazen trafik kazasıdır, bazen bir kaza kurşunudur, bazen bir hastalık, bazen başka şeylerdir. İşin arka planındaysa o insanın eceli gelmiştir de onun için ölmüştür. Zahir planında bizim görebildiğimiz şeyler o insanın ecelinin değişebileceğini anlatmaz. Onun vadesi o kadardı, o kadar yaşayacaktı. Zahir planında bize görünen sebep bu hakikati perdelememelidir.

Burada aklımıza "Eğer Allah o adama o kadar ecel vermiş, o kadar ömür tayin etmişse ve ömrü o zaman bitecekse o zaman onun ölümüne sebep olan insanın da bir sorumluluğu olmamalıdır" gibi bir düşünce gelebilir. Burada insanın iradeli fiillerinin, sorumluluğun kaynağı olduğunu hatırlatmakta fayda varv İnsan iradesini kullanarak bir şey yaptığında o şey ister netice versin ister vermesin fark etmez, insan sorumludur. Yani bir adam öldürmek için siz silahı çektiniz, adama doğrulttunuz, bastınız tetiğe ama tabanca tutukluk yaptı. Siz günah işlediniz mi? Evet işlediniz. Çünkü adamı öldürme kastınız vardı. Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyor: "İki kişi kılıçlarını çekip karşı karşıya geldiklerinde katil de maktul de ateştedir." Sahabe sormuş, ya Rasulallah katili anladık, öldürdü de Cehennem'e gitti. Peki, maktul niye Cehennem'e gitti? "Çünkü o öldürmese bu onu öldürecekti."40

Adamın kastında karşısındakini öldürmek olduğu için o fiili işlemiş gibidir. Bu hayli hassas bir mesele. Önemli detayları, açılımları olan bir mesele olduğu için burada bu kadarla iktifa edip meselenin Kur'an'dan beyanatlarına bakalım. Ecel niye değişmiyor? Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bunu söylerken nereye dayanıyor? Cenab-ı HakkÂl-i İmrân Sûresi'nin 154. ayetinde buyuruyor ki: "Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde saklıyorlar ve diyorlar ki: "Bu konuda bizim elimizde bir şey olsaydı; burada öldürülmezdik." De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış bulunanlar mutlaka yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıiç,p gideceklerdi. Allah, bunu göğüslerinizdekini denemek kalplerinizdekini arındırmak için yaptı. Allah, kalplerde olanı bilir." 

İslam ordusu arasındaki müşriklerin, münafıkların bir iddiası vardı. Onlar diyorlardı ki, bizim elimizde bir şey olsaydı burada öldürülmezdik. Bu iddiaya karşılık Cenab-ı Hakk, Efendimiz (s.a.v)'e emir buyuruyor: Onlara de ki, buraya, İslam ordusunun içine girmeyip, bu topraklara gelmeyip evlerinizde otursaydınız bile içinizde burada ölmesi takdir edilmiş olanlar mutlaka kalkıp buraya gelecekti, burada ölecekti. Dolayısıyla ecel değişmiyor.

İnsanın nerede, nasıl, ne zaman can vereceğiyle ilgili ilahi takdir değişmiyor. Ne yaparsanız yapın, eceli ne bir adım öne alabiliyorsunuz, ne bir adım geriye bırakabiliyorsunuz. Tıpkı rızkın değişmediği gibi. Ecel değişmiyor, rızık değişmiyor, ömür değişmiyor... Peki değişen ne? diye bir soru sorabilirsiniz. Burada önemli bir mesele gündeme geliyor. Araf Sûresi, 34. ayetteki "Her ümmetin bir eceli vardır" ayeti ümmet planmdadır. Biz fert planında olan ayetleri aldık. Yani ümmet planında olanlara bunlar itiraz etmezler belki. Hani İbn Haldun'un bir teorisi var malum: Her medeniyetin bir doğuş, yükseliş ve çöküşe geçiş süreci vardır, diyor. Hiçbir şey ebedi değildir. Dolayısıyla her kavmin bir eceli vardır, eceli geldiğinde o tarih sahnesinden çekilir. Buna kaderi inkâr edenler itiraz etmeyebilirler. Çünkü sosyolojik bir şeydir, derler. Bizim kastettiğimiz daha ziyade bireysel olarak her birimizin ecelidir. O anlamda ecelin değişebileceğini savunuyorlar. Biz de buna cevap vermiş olduk.

Kaza ile Kader Arasındaki Fark

Şimdi şöyle bir mesele gündeme geliyor burada. Başımıza gelen şeyler, başımıza gelmeden önce kaza ve kader kelimelerinin kavramlarının anlattığı bir ilahi hakikat içinde yer alıyor. Kaderin bir kısmı değişmiyor, bir kısmı değişiyor. Veya kaza ile kader arasında bir ayrım yapanlar bakımından kaza değişir ama kader değişmez. Söz kader meselesine gelmişken bu ikisi arasındaki farka da kısaca değinelim. Cenab-ı Hakk, -ister insan olsun, ister hayvan, ister zerre olsun fark etmez- her bir yaratılmışın yaşayacağı şeyleri bildiği için bunları Levh-i Mahfuz'a yazdı. İşte bu kaderdir, değişmez. Cenab-ı Hakk'ın ilmi değişmez. Değişecek olan nedir? Bize göre değişecek olan kazadır. Yani vakti zamanı geldiğinde Levh-i Mahfuz'daki yazının, olduğu biçimde vukua gelmesi kazadır. 

Böyle bir ayrım yapılıyor Kader ile Kaza arasında. Değişirlik-değişmezlik meselesine de; kaza-i mübrem veya kader-i mübrem, kaza-ı muallak veya kader-i muallak diyorlar. Yani mübrem ve muallak... Burada ikili bir ayrım var; bunların değişeni var, değişmeyeni var. Değişmeyenler; ecel, rızık vs. Bunlar mübremdir, değişmez. Birde "dua ederek, hayır hasenat işleyerek insanın ömrü uzar", "bir sadaka bin belayı def eder" gibi hakikatlerden hareketle yaptığımız bazı işler başımıza gelecek bazı kötülükleri def ediyormuş diye düşünürüz.

O zaman bunlar kader değil mi? Bu mesele de tartışılır, konuşulur. Bunlar içinde mübrem olanı, değişmeyecek olanı vardır. Muallak olanı vardır, kulun fiiline göre netice verecek olanı vardır. Cenab-ı Hakk bunu da bilir. Kul hangi fiilini işleyecek ve netice neye göre tahakkuk edecek Cenab-ı Hakk bunu bilir, biz bilmiyoruz. Bizi de Cenab-ı Hakk, Efendimiz (s.a.v) vasıtasıyla yönlendiriyor: "Hayır ve hasenetta bulunun, infak ve tasaddukta bulunun ki ömrünüz uzasın" veya 'Tasaddukta bulunun, bol bol sadaka verin ki Cenab-ı Hakk sizden belaları defetsin" gibi. Demek ki başımıza gelecek belayı defetmeyi Cenab-ı Hakk bizim vereceğimiz sadakaya Ağlamış. Biliyor, biz sadaka vereceğiz ve o bela başımıza gelmeyecek. Dolayısıyla bu mübrem-muallak meselesi bize göredir. 

Bizim bakımımızdandır. Yoksa bu ayırım, biz bunu işlersek başımıza bu gelecek, sadakayı verirsek ömrümüz uzayacak, vermezsek kısalacak. Acaba verecek miyiz, vermeyecek miyiz?., bunları Cenab-ı Hakk'ın -haşa- bilmediği anlamına gelmiyor. Tabi ki bilir. Verecek miyiz, bilir. Vermemiz karşısında ömrümüz ne kadar uzayacak, bilir. Mübrem-muallak meselesinin bize göre olduğunu söyledik. Cenab-ı Hakk bizi biliyor, ne yapacağımızı, biliyor. Buna mukabil başımıza neyin gelip gelmeyeceğini de biliyor. Bu mübrem-muallak meselesi bize göredir.

Ecel ve Ömrün Uzaması

Peki, ömrümüz uzayacaksa ecel değişmez diyoruz bu nasıl olur? Bunu da izah edelim:

Sadakanın ömrü uzatması, ecel değişmiyorsa nasıl bir izaha kavuşturulabilir? Ömrün uzaması ecelin değişmesi anlamında değildir. Yani sadaka vermemesi halinde 70 sene yaşayacak bir insan sadaka verdiği için 150 sene yaşayacak değil. O insan yine 70 sene yaşayacak. Fakat Allah onun ömrüne öyle bir bereket verecek ki, o insan 150 sene içerisinde yapılacak işleri 70 sene içerisine sığdırabilecek. Yoksa 70 senenin sonunda öleceği, eceli takdir edilmiş bir kimse için "Sadaka verirse bunun ömrünü 100 sene daha uzatayım" şeklinde -haşa- bir kararsızlık, belirsizlik durumu Cenab-ı Hakk'ın ilmi ve takdiri için söz konusu değildir.

Konumuzun en başına dönecek olursak: Mahlûkatı yaratmadan önce O'na hiçbir şeyin gizli kalmaması ve yine onları yaratmadan önce ne yapacaklarını bilmesi zorunlu bir şeydir. Bilmek ile yaratmak arasında zaruri bir ilişki var. Bilmeyen bir varlık yaratamaz. Yaratıcı ise zaruri olarak aynı zamanda bilen de olmalıdır. Neyi bilecek? Bizim zamansallığımız içinde geçmiş-şimdi- gelecek diye ifade ettiğimiz her ne varsa, bilme konusunu teşkil eden ne varsa hepsini Cenab-ı Hakk bilir. "Olanları bilir, olmayanları bilmez" gibi bir saçma tasniflere Kur'an ve Sünnet zemininde baktığımızda bir yer bulmak mümkün değildir.

Zaten tarih içerisinde bildiğimiz kadarıyla Cehm b. Safvan ve Felasife (Filozoflar) dışında Cenab-ı Hakk cüz'iyyatı bilmez diyen kimse olmamıştır. Dolayısıyla aslı esası olmayan bu saçma düşünce tarihte kalmıştır. Cenab-ı Hakk tabi ki mahlûkatı yaratmadan önce neyi yaratacağını, yaratacağı şeylerin ne zaman, nasıl, hangi halde olacağını, hangi halden hangi hale geçeceklerini, ecellerini, ömürlerinin ne kadar olacağını bilir. Buna göre takdir eder ve yaratır. Bundan daha tabi bir şey olamaz.

Onlara (yarattıklarına), kendisine boyun eğmeyi emretmiş, karşı gelmeyi de yasaklamıştır.

Bu önemli bir madde. Özellikle günümüzde "Biz tanrıya inanırız ama onun dışında bir şeye inanmayız. Peygamber, kitap, vahiy yok! Bir yaratıcı var, onun dışında hiçbir şey yok. O yaratıcı da -tabiri caizse- yaratmış âlemi, sonra kenara çekilmiş; kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyor" diyen Deistlerin bulunduğunu biliyoruz. Deist anlayış diyoruz buna biz. Oysa metnimizdeki bu fıkra diyor ki: Öyle değil; O yaratmış, yarattıklarına da kendisine itaat etmelerini emretmiş. Emirlerine karşı gelmelerini de yasaklamıştır. Hayata doğrudan her an her salise müdahale eden bir yaratıcıdan bahsediyoruz. Böyle olmasaydı zaten onda bir nakısa, bir acziyet, bir eksiklik bulunurdu. Böyle bir eksiklik içinde olan bir varlık yaratıcı olamaz. Her şey O'nun takdiri ve meşietiyle/dilemesiyle cereyan eder. Onun meşieti mutlaka geçerli olur. Kulların meşieti, ancak O'nun dilemesiyle gerçekleşir. O, kullar için neyi dilemişse o olur; neyi dilememişse o da olmaz. Her şey O'nun takdir ve meşietiyle, dilemesiyle cereyan eder.

Her şey O'nun takdiri ve dilemesi içindedir. O'nun takdirinden, dilmesinden bağımsız bir takdir dileme, bir ölüş, bir hareket, eylem, fiil düşünmek mümkün değildir. Buna bizim fiillerimiz, dilemelerimiz de şüphesiz dâhildir. Onun meşieti mutlaka nafiz olur, geçerli olur. Cenab-ı Hakk bir şeyi dilesin de o hayata geçmesin bu mümkün değil, O neyi dilemişse o olur. Zaten 0;nun diledikleri dışında hiçbir şey olmaz. Hayatta olan ne varsa, olacak olan ve olmakta olan ne varsa tüm bunlar Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle oluyor. O'nun dilemesi dışında hiçbir şey, başka varlıklar istedikleri kadar dilesinler, olmaz. Geçerli olan, nafiz olan O'nun dilemesidir. Kulların dilemesi de ancak Allah'ın dilemesiyle oluyor. Kullar ancak Allah'ın dilediği şeyleri dileyebilirler. Dolayısıyla bizim dileme kudretimiz kapasitemiz de sınırlıdır. Yani biz beş duyu âlemi ve vahyin bize haberdar ettiği şeyler neyse onları biliyoruz. Bizim bilgi sahamız bunlarla sınırlıdır. Dolayısıyla dileme sahamız da bildiklerimizle sınırlıdır. Biz bildiklerimizin bir bölümünü ancak dileyebiliyoruz.

Oysa hakikat bizim dilediğimiz şeylerden ibaret değil. Bizim algılayamadığımız kim bilir ne hakikatler var biz onları haberdar olmadığımız için bilmiyoruz. Dolayısıyla onlar hakkında bir dilekte, muratta bulunamıyoruz. Bizim neyi, nasıl, ne kadar dilememizi Cenab-ı Hakk takdir etmişse biz onu o kadar diliyoruz. Dolayısıyla bizim dilememizin Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle ancak mümkün olduğunu anlamak çok zor değil. Eşyanın tabiatı gereği bu böyledir zaten. Cenab-ı Hakk kullar için neyi dilemişse o olur. Kullar için neyi dilememişse o da olmaz. Bu aynı zamanda bir hadisi şerifin ifadesi. Cenab-ı Hakk'ın dilediği şey ancak varlıklar âleminde vücut bulur. Dilemediği şeyler oluş haline geçemez, vücut bulamaz. Burada acaba bizde bir cebrî/icbarî durum mu oluyor?

Biz ancak Cenab-ı Hakk'ın dilediklerini dileyebiliyorsak bizim dileme kudretimiz, muhayyerliğimiz, dolayısıyla imtihan nereye gidiyor? Bu ikisini çarpıştırmak, ikisi arasında bir tenakuz bulunduğunu söylemek zorunda değiliz. Yukarıda ifade edildi: Bizim dileme kudretimiz, kapasitemiz Cenab-ı Hakk'ın tayiniyle çerçevelidir. Çünkü bizim bilgi sahamız, malumatımız sınırlıdır. Biz o malumat çerçevesinde bildiğimiz şeylerin bir kısmını dileyebiliyoruz. Ama varlık ve hakikat bizim bildiğimizden ibaret değil. KuKan-ı Kerim'de de ifade buyurulduğu gibi, Şüphesiz bize ilimden çok az bir şey verilmiş. Bildiklerimizle bilmediklerimizi kıyasladığımızda şüphesiz bilmediklerimiz bildiklerimizden çok çok daha fazla. Dilemelerimiz de bildiklerimizle sınırlı oluyor. Dolayısıyla biz sonsuz bir özgür iradeyle dilekte, tercihte bulunduğumuzu vehmediyoruz ama aslında böyle değil. Bizim tercihte bulunma özgürlüğümüz ya da irademiz de sınırlı bir iradedir.

Cenab-ı Hakk'ın çizdiği sınırlar içinde tercihte bulunabiliyoruz. Bu sınırlar içinde irademizi özgürce kullandığımızı düşünüyoruz. Evet, bu sınırlar içerisinde özgürüz. Ama bu sınırların dışı diye bir şey var, biz ondan haberdarız fakat detayını, cüz'iyyatını bilmiyoruz. Sadece çok az şey bildiğimizi biliyoruz, o kadar. Tercihlerimiz ve dilemelerimiz de bu sınırlı bilgimiz dâhilinde olduğu için Cenab-ı Hakk'ın dilememizi dilediği kadarını ve şeyleri dileyebiliyoruz. Dilememizi dilemediği şeyleri de dileme kabiliyetinden, kudretinden mahrumuz. Dolayısıyla evet, insan özgürdür ama özgürlüğünün sınırlarını çizen Cenab-ı Hakk olduğu İçin bu mutlak bir özgürlük değildir. Cenab-ı Hakk'ın çizdiği sınırlar içinde bir özgürlüktür. Bu sınırların dışı var mıdır? Vardır ama bunu bilemiyoruz. Çünkü bilgi verilmemiş bize; bunun dışında ne olabilir, nasıl olabilir... Bunun bilgisi verilmediği için dileme sınırları içerisinde dileyebiliyoruz. Fazl-u keremiyle dilediğini hidayete sevk eder, (dalaletten) korur, afiyet/esenlik verir. Adaletiyle de dilediğini dalalete sevk eder, yardımsız bırakır.

Bu bakımdan hepsi, O'nun meşieti/dilemesi sınırları içinde fazl-u keremi ve adaleti arasında dönüp dururlar. Dilediğine hidayet verir. Dilediğini hidayete sevk eder. Dilediğini günaha düşmekten veya küfre sapmaktan, dalalete düşmekten korur. Dilediği kimselere afiyet, esenlik verir. Bu O'nun fazl u keremidir. Cenab-ı Hakk'ın bize lütfettiği şey tamamen O'nun fazi u keremiyle idrak ettiğimiz şeydir. "Biz hak ettik", "ben başardım" demiyoruz. Bu mümin edebine de hakikate de aykırıdır. "Ben başardım" demeyiz, "Allah muvaffak kıldı", "Allah yardım etti, biz de bu işi yapabildik" deriz. Onun için kitapların önsöz veya sonlarında şu yazıya rastlarsınız: "Tevfik Allah'tandır." Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın dilediği kimseye afiyet ve hidayet vermesi, onu küfür ve dalaletten koruması tamamen Cenab-ı Hakk'ın fazl u keremidir. Cenab-ı Hakk dilediği kimseleri de dalalete sevk eder, saptırır, yardımsız bırakır. Tevfikten mahrum bırakır. Ve onu küfre veya dalalete müptela kılar. Bu da O'nun adaletinin bir neticesidir. Yani Cenab-ı Hakk'ın esenlik verdiği kimse bunu hak ettiği için almış değildir, Cenab-ı Hakk'ın lütfudur. Fakat saptırdığı kimse bunu hak ettiği için Cenab-ı Hakk onu saptırmıştır. Bu ikisi arasında, Cenab-ı Hakk'ın adli ile fazlı arasında böyle bir ilişki var.

Bu çok mühim bir incelik gerçekten. Yani bizim başımıza gelen her iyi şey Cenab-ı Hakk'tandır. Her kötü şey de bizdendir. Kader meselesini incelerken, Mustafa İslamoğlu bağlamında gündeme getirmiştik. Onun, "Allah insanlar için şerri murad etmez" gibi bir iddiası var. Mutezilenin iddiası bu malum. Biz de buna KuKan ayetlerinden hareketle cevap vermiştik: Müşrikler diyorlar ki, başımıza iyi bir şey geldiği zaman bu Allah'tandır, kötü bir şey geldiği zaman şendendir ey Muhammed diyorlar. Ayet-i kerime de buyuruyor ki “Hepsi Allah indindendir."42 Dolayısıyla başımıza gelen iyi şeyler biz hak ettiğimiz için gelmiyor; Cenab-ı Hakk'ın fazi u keremi olduğu için geliyor. Başımıza gelen kötü şeyler yani dalalet, sapkınlık, küfür, isyan, şirk, masiyet... gibi şeyleri de Cenab-ı Hakk bize, biz hak edersek musallat kılıyor. Yani imandaki, hidayet yolundaki kimseyi Cenab-ı Hakk durup dururken küfre dalalete sevk etmez.

O insan kendisi azar, kendisi yoldan çıkar Cenab-ı Hakk da onu istediği hedefe ulaştırır. Ama bir insan hidayetteyse, esenlik içindeyse bu Cenab-ı Hakk'ın lütfü keremidir, insanın hak etmesiyle olmuş değildir. Çünkü ayeti kerimede: "Allah Teâlâ dilerse kişiyle kalbi arasına girer."buyuruluyor. Dolayısıyla bütün varlıklar Cenab-ı Hakk'ın meşieti, dilemesi, iradesi çerçevesinde, O'nun fazl u keremi ile adaleti arasında döner dururlar. Kâh adaletinin tecellisine, kâh lütfunun, fazl u ikramının tecellisine maruz kalırlar. Bunlar hep Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle olan şeylerdir fakat bunun bir kanunu, kuralı, ilkesi vardır: Cenab-ı Hakk küfrü istemeyen hiç kimseyi -özellikle hidayette bulunanları-, dalaleti istemedikçe ve bunda ısrar etmedikçe saptırmaz, küfre döndürmez. Ama küfür içindeki bir kimseyi dilerse fazlı keremiyle hidayete sevk edebilir.

Hidayete sevk ettiği insanların tamamı da O'nun fazl u keremiyle hidayet bulmuştur, hepimiz böyleyiz. Dolayısıyla O'nun adaletiyle fazileti arasında böyle bir denge vardır, bunu gözden uzak tutmamak gerek. Kader konusunda çok hassas bir meseledir bu. Bunu gözden kaçırırsak pek çok meselede izahi mümkün olmayan yollara gireriz, Allah korusun. Cenab-ı Hakk zıtları ve denkleri olmaktan yücedir. O'nun kazasını geri çevirecek, O'nun hükmünü kontrol edecek, O'nun emrine galip gelecek hiçbir kudret yoktur. Cenab-ı Hakk zıtları ve denkleri olmaktan yücedir ve münezzehtir. Cenab-ı Hakk'ın zıtları var mıdır? Vardır. Tüm mahlûkat Cenab-ı Hakk'ın zıtlarıdır aslında. Biz, Sıfât-ı Selbiyye konusunda, Muhalefetün lil-Havadis'in, Cenab-ı Hakk'ın en mühim sıfatlarından birisi olduğunu söylemiştik. O yaratılmış gibi değildir, dolayısıyla O'nun zıttı çoktur. Cenab-ı Hakk ölümsüzdür, varlıklar ölümlüdür.

Cenab-ı Hakk mutlak ilim sahibidir, varlıklarda mutlak ilim yoktur. Dolayısıyla buradaki zıtlar ifadesi üzerinde önemle durmak lazım. Cenab-ı Hakk varlıkların kendi zıddına muhalif işler yapamayacağı yegâne mutlak varlıktır. Yani O, başka herhangi bir varlığın O'nun zıddına hareket edebilmesinden yüce ve münezzehtir demek istiyor İmam et-Tahâvî. Bu nokta üzerinde durmamış İbn Ebi'l-İzz. Ama bu metnin Kelami şerhlerine baktığımızda buradaki hakikat ortaya çıkıyor. Bu önemli bir şeydir. Cenab-ı Hakk'a denk hiçbir varlık yoktur. İhlas Sûresi baştan sona bu hakikati haykırmaktadır. O'na, herhangi bir işinde muhalefet edecek bir kuvvet ve güç yoktur manasındadır. Cenab-ı Hakk'ın "kaza"sını geri çevirecek hiçbir kudret yoktur.

Cenab-ı Hakk bir şeyin olmasını takdir ettiğinde, ona hükmettiğinde bu hükmü geri çevirebilecek, ona direnebilecek hiçbir kuvvet yoktur. O'nun hükmüne itiraz veya onu sorgulayabilecek hiçbir kuvvet kudret yoktur. O'nun emrine galip gelecek, O bir şey dilediğinde başka bir şey dileyerek onu yapabilecek bir kuvvet sahibi hiçbir varlık yoktur. Dolayısıyla kâinatın mutlak sahibi, tasarruf sahibi de Cenab-ı Hakk'tır. O'nun hükmünü, kazasını, takdirini geri çevirebilecek, O'nun verdiği hükmü durdurabilecek veya O'na galip gelebilecek herhangi bir varlık tasavvur olunamaz. Bunların tamamına iman ettik ve hepsinin O'nun katından geldiğine yakinen inandık. Bunları söyledikten sonra İmam et-Tahâvî "Bütün bunlara iman ettik." diyor. Ve yakinen bilir ve iman ederiz ki hepsi Allah katından gelmiştir. Yani bu 23 madde içinde gördüğümüz şeylerin ve aşağıda gelecek olanların her biri mutlaka "nass"ların formüle edilmiş şeklidir. Her bir cümlenin arkasında en az birkaç ayet, en az birkaç hadis vardır. Onun için İmam et-Tahâvî burada bunları ifade etmek için diyor ki: Bunların hepsinin Allah katından geldiğine yakînî bir biçimde iman eder, inanırız.

SUAL-CEVAP

Sual:


Allah Teâlâ "Kün" emriyle dilediğini yaratıyor. Allah Teâlâ'nın yaratması Kelam sıfatının tecellisiyle mi oluyor, yoksa irade ve kudret sıfatlarının tecellisiyle mi oluyor?

Cevap:


Cenab-ı Hakk'ın "Kün" emri Kelam sıfatının tecellisidir. Cenab-ı Hakk'ın Kelam sıfatıyla verdiği bu emir iradesine ve ilmine de uygundur. Dolayısıyla bu emirde Cenab-ı Hakk'ın ilminin de iradesinin de taalluku vardır, kelamının da taalluku vardır. Yani Cenab-ı Hakk kelamıyla mı, el-Hâlık sıfatıyla mı, el-Mürîd ismi şerifiyle mi yaratıyor? Bu yaratma işinde Cenab-ı Hakk'ın dilemesi, halk etmesi, var etmesi ve bununla ilgili sıfatlarının tamamının taalluku vardır, diyoruz.

Sual:

"Kün fe yekûn = " ayetindeki emir muhataba verilir. Haşa,burada Allah Teâlâ karşısında bir varlık mı var?

Cevap:

Bu, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin muradına tesirinin ifadesidir. Selef, bunu bu şekilde kabul edip, gerisini sorgulamamayı tercih etmiş, sonraki ulema ise birtakım yorumlar yapmışlardır.

Bu bağlamda kayda değer olan şudur: Cenab-ı Hakk, "Kün = dedi, bizi yarattı. Peki, biz birden bire mi yokluk âleminden varlık âlemine çıktık, insan olduk? Hayır, birden bire olmadık. Bir takım aşamalardan geçtik. Yani ana rahminde o embriyonun geçirdiği aşamalara bakın. Ona ruh üflendikten sonra geçirdiği aşamalara bakın. Dünyaya geldikten sonra geçirdiği aşamalara bakın. Bunlar aniden olan şeyler değil. Dolayısıyla “Künfe yekûn = ayetini, bir şeyi yaratılış sürecine sokmak olarak anlayacağız.

Hz. Âdem (a.s)'ın yaratılışı da böyledir. O balçıktan yaratıldı değil mi? Yani bir kıvamı vardı. Yaratılışın bir süreçleri vardı. Birden bire yoktan Âdem olarak var olmadı Hz. Âdem (a.s). Cenab-ı Hakk onu yaratılış süreçlerine tabi tuttu: Önce balçıktan yarattı. Sonra o balçığa ruh üflendi. O ruhtan Âdem (a.s) oldu. Bunlar hep süreçtir. "Künfe yekûn = emrini böyle de anlayabiliriz.

Sual:

Kader meselesinde duaların yeri nedir? Dualarımız kaderimizi değiştirmiş mi oluyor? Sadaka belayı defeder mi? Yani amellerimiz, isteklerimiz kaderlerimizi değiştirir mi?

Cevap:

Değiştirmez. Kaderimiz bellidir. Muallak olan kısmı bizim irademizi ne yönde kullanacağımıza bağlı olarak tahakkuk ediyor. Cenab-ı Hakk bunu biliyor mu? Tabi ki biliyor. O bize göre muallak, Cenab-ı Hakk onun nasıl tahakkuk edeceğini biliyor, biz bilmiyoruz. Bizim tercihimiz hangi yönde olursa Cenab-ı Hakk onu o şekilde yaratıyor ama bizim tercihimizin hangi yönde olacağını da biliyor.

Meşhur bir misaldir: Yahudi'nin biri Hz. Ali'ye (r.a) gelmiş, elinde bir lokma var. Demiş ki, "bu benim nasibim mi, değil mi?" Hz. Ali (r.a), nasibin dese adam yere atacak yemeyecek. Nasibin değil dese ağzına atıp yiyecek. Hz. Ali (r.a) ona "Yersen nasibin, yemezsen değil" diye cevap vermiş.

Dilimizde bir söz var: -Yersen yoğurt, içersen ayran-. Dolayısıyla muallak kısmını Cenab-ı Hakk tercihlerimize bırakmış ama tercihlerimizi hangi yönde kullanacağımızı biliyor. Dolayısıyla bu muallaklık bize göredir, Cenab-ı Hakk'a göre değildir. O, neyin nasıl olacağını biliyor.

Sual:

“O, ateş ederek öldürdü" gibi bir söylemde takdir-i İlahînin ihmali gibi bir arıza olmuyor mu?

Cevap:

Biz burada sebep-müsebbeb şeklinde mecazi bir ifade kullanıyoruz. Yani aslına öldüren Allah'tır. "Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. (Savaşta ok, mızrak) attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı,"(Enfal,17) Allah fail-î mutlaktır ama biz bazen sebepleri müsebbib yerine mecazen fail diye ifade ediyoruz. Yani birisi çekip karşısındaki adama ateş ettiğinde, "falan adam filanı öldürdü" diyoruz. Aslında "ölmesine vesile oldu, sebep oldu" dememiz lazım. Ama öldüren Allah olduğunu bildikten sonra bu tür mecaz ifadelerinde herhangi bir sorun yok. Kur'an ve Sünnet'te de buna mümasil şeyler bulunuyor. Dolayısıyla bu mecazi anlatımdır, bunda bir beis yoktur.

Sual:

Hastalıkları, kazaları, felaketleri biz dilemeyiz. Bu olaylardaki konumumuz, mesuliyetimiz nasıl olur? Bunlar yaptığımız hatalardan dolayı mı gelir, yoksa başımıza gelen böyle musibetlerden dolayı ahirette mükâfat var mı?

Cevap:

Her ikisi de olabilir. Ya da bir kısmı hak etmemizden kaynaklanır. Bu bize bir ders, ibret, ikazdır. Bir kısmı da durup dururken olur. Bunlar müminlere bir rahmet, günahlarına kefarettir. Yaşadığımız her bir sıkıntı günahlarımıza kefaret olur. Bunların bir kısmında bizim hatamız, kusurumuz vardır. Geri döner bakarız; bu binayı sağlam yapsaydım, bu 4,3 şiddetindeki sarsıntıdan dolayı bu bina yıkılmazdı. Yıkıldıysa bana Allah korusun çoluğuma zarar geldiyse geriye dönüp bakacağım; ben bir yerde hata yaptım ki bu başıma geldi. Ama binayı sağlam yaptım, 12 şiddetindeki depreme dayanıklı yaptım, buna rağmen deprem olduğunda ben pencereden fırladım ve öldüm veya sakat kaldım... Bu da bir kefarettir, ibrettir. Dolayısıyla her iki neticede de kulun yapması gereken ilk şey Cenab-ı Hakk'ın rızasına teslim olmaktır. İkincisi, bundan payına düşeni almaktır. Üçüncüsü, asla kadere isyan etmemektir. Hastalıklar da böyledir, bir kısmı tedbirsizlikten kaynaklanır. İnsan tedbir almaz, mikroplu yerlerde dolaşır, hijyene dikkat etmez ve hasta olur. Kendi fiillerinin neticesidir bu. Bir kısmı da durup dururken olur, kast u kusuru olmadan meydana gelir. İşte bu da kulun günahlarına kefaret olur.

Sual:

Kaderi inkâr etmek küfrü gerektirir mi?

Cevap:

Gerektirmez. Çünkü kaderi inkâr edenler nassları inkâr etmiyorlar, tevil ediyorlar. Biz onlar için, “tevillerinden dolayı hata etmişlerdir, bid'ata sapmışlardır” diyoruz ama “kafir olmuşlardır demiyoruz. Bizim diğerlerinden farkımız da budur.

Sual:

Mâturîdîlerin cüz'i irade anlayışını başka örneklerle anlatabilir misiniz?

Cevap:

Bir takım şeyler itibaridir. Yani varlıkları aslında başka bir şeyin varlığına bağlıdır. O başka bir şeyin varlığının yansımasıdır diyelim. Dolayısıyla kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Şöyle bir örnek verelim: Bir ev yapıyoruz mesela. 0 evin varlığı hakiki, yani dışarıda mücessem bir varlıktır. Gözümüzle penceresini kapısını görebiliriz Bunun varlığı izafî, itibarî değildir, hakikidir. Bir de bu binanın önü arkası, sağı, solu vardır. Bunlar da itibaridir. Ön, arka, sağ, sol derken bir şeyi ifade ediyoruz ama hakikatte bunların bir varlığı yok, bir şeye izafetle bunlara bir varlık atfediyoruz. Binanın aslında ön tarafı yoktur, binaya izafeten bizim söylediğimiz bir şeydir. Bina ortadan kalkınca ön taraf da ortadan kalkıyor. Dolayısıyla varlığı onun varlığına bağlı, izafidir. İşte kuldaki cüz'i irade de böyle. Cüz'i iradenin kendisinin hakiki bir varlığı yok. Yani cüz'i iradenin varlığını göster desek, gösterebileceğimiz bir şey yok. Onun bizim içimizde de doğrudan varlığını gösteren hakiki bir şey yok. Dolayısıyla "saatin sarkacı" örneği bunu açıklayan bir örnek: Bir o tarafa bir bu tarafa gidiyor; aslında eseri, bir fiil işlememekle dış dünyada tahakkuk ediyor. Dolayısıyla varlığı itibaridir. İşte cüzi irade de böyledir.

Sual:

Berat gecesinde bir yılda olacak olaylar karara bağlanır mı?

Cevap:

Böyle bir şey var. Yani Cenab-ı Hakk'ın takdiri Levh-i Mahfuz'da mevcuttur. Dolayısıyla bir yıllık eceller, o yıl içerisinde meydana gelecek hadiseler yıldan yıla, o takdir çerçevesinde ilgili melekler tarafından kuvveden fiile çıkartılır. Bunu söylememiz yanlış olmaz.

Sual:

Cüz'i irade ve her şey Allah'ın dilemesi ise Allah'ın imtihanı nasıl oluyor? Haşa, o zaman bazımızı Cennet'e bazımızı Cehennem'e atmış olmuyor mu?

Cevap:

Allah insandan bir şey yapma kudretini, kabiliyetini almıyor. Yani Allah Teâlâ önümüze iki yol koymuş, doğru ve yanlış, yapın veya yapmayın. Yani hiç kimse şunu söyleyemez: ben namaz kılmak istemiştim aslında ama Allah buna mani oldu. Nasıl mani oldu? Hangi insan buna hayatından somut bir örnek verebilir? Yani Allah hayırla insanın arasına girmez. Ta ki insanın hayrından ümit kesmesine kadar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu konuyla ilgili bir çok ayet-i kerime var. Cenab-ı Hakk buyuyor ki: Biz onlar hakikati görmeyecekleri için onlara işittirmedik. İşitmeyecek hale gelmişlerdi hakikati onlara işittirmedik. İşittirseydik bile arkalarını dönüp gideceklerdi.(Enfal,23) 

İnsan Allah korusun bu aşamaya gelene kadar Allah Teâlâ hakikatle insan arasına girmiyor. Ne zaman ki insan günahta, şirkte, isyanda artık geri dönülmez noktaya geliyor o zaman Allah onunla hakikat arasına giriyor o insana bir daha hakikate, tevhide, imana, hayra dönme imkânı kapıları kapanıyor. Bu aşamaya gelene kadar -ki bu artık insanın yoldan çıktığı aşamadır Allah korusun- Allah (c.c) hayırla, sevapla kulun arasına girmez. Kul kendi iradesine sahiptir, dilediği zaman bu yola, istikamete dönebilir. Bazen de Allah Teâlâ dilerse bir insana bu hakikat, hidayet yoluna girmeyi lütfedebilir. Bu Allah'ın lütfudur; "Niye Allah böyle yaptı?" denmez. Çünkü bunu yapmakla kimseye haksızlık etmiyor, kimsenin elinden bir imkânı almıyor. Eğer bir insana re'sen/yekten hidayet verirse bu O'nun lütfudur. Ama Cenab-ı Hakk iradesini hayra sevk etmeyi dileyen hiçbir insanla o hayır arasına girmez. Kötülükleri cezalandırır, iyilikleri mükâfatlandırır. Adalet-i ilahiye budur.

Sual:

Bir insan Cehennemlik mi, Cennetlik mi, Allah bunu biliyor. Fiillerimizi yapmamıza izin veren de Allah'tır. Allah adildir ama sonumuz önceden takdir edildiyse biz nasıl iyi veya kötü olabilmeyi etkileyebiliriz. Adalet sarsılmış gibi olmuyor mu zahiren? Yani bir hocanın "Sen ne kadar çalışırsan çalış notun belli" demesinin adilliği ile arasındaki fark ne?

Cevap:

Allah Teâlâ'nın bir şeyi bilmesi ve takdir etmesi bizi herhangi bir şeye zorlayan şeyler değildir. Bir kere bu ayrımı yapalım. "Allah böyle dilemiş ne yapayım benim elimde değilmiş” diyemeyiz, Allah'ın (c.c) dilemesi bizim dilememize mutlak manada mani değil, yani biz bir hayır işlemek istediğimizde Allah buna mani olmaz. Fakat bizim hayır işleyeceğimizi O biliyor, şer ise onu da biliyor. Şerri de hayrı da işlememizin önünü açmış. Bizim irademizi hangi yönde kullanacağımızı biliyor ve bunu yazmış. Biz irademizi devreye soktuğumuzda O takdir ediyor ve biz işliyoruz. Yani Cenab-ı Hakk takdir ettiği için biz işlemiyoruz. Biz işleyecek olduğumuz için 0 takdir edip yazmıştır.

Bunu şöyle bir misalle açıklayalım: (Misaller her zaman eksiktir bunu göz önünde tutarak) Herhangi bir organımızı harekete geçireceğimiz zaman beynimize bir komut gönderiyoruz. Beyin o organımıza o komutu gönderiyor ve biz hareket ediyoruz. O komutu vermeyi beynimize biz emrediyoruz. Dolayısıyla beyin şunu diyebilir mi: "Ben bu azaya bu işini yapmasını emretmeyecektim, bana sen zorla yaptırdın." Veya o aza bunu söyleyebilir mi? Söyleyemez. Çünkü beyne o komutu vermesini biz söyledik. Yani aza "ben işlemeyecektim, sen beni zorladın" diyemez. Çünkü o emri beynimize biz gönderdik. Başta mesul biziz. 

Burada sorguya çekilmesi gereken aza ve beyin değil, insan. O emri onlara vasıtalı biçimde ileten insan. Dolayısıyla burada da böyle bir şey söz konusu. Biz fiili işleyeceğimiz için Cenab-ı Hakk'a onu, tabiri caizse dilekçe yazıp gönderiyoruz. "Ben falan adamı pencereden atacağım. Ya Rabbi, bana izin ver!" Cenab-ı Hakk da izin veriyor. Sonra kaldırıp adamı pencereden atıyoruz. Sonra diyebilir miyiz "Ya Rabbi, ben onu niye attım, buradan bana niye attırdın bunu?" Cenab-ı Hakk diyecek ki "bu dilekçeyi sen verdin bana, 'ben bu adamı buradan atacağım, bana kudret izin ver' diyen şendin. Ben de verdim sen de kaldırdın attın"! Buna benziyor işte. Bizim fiillerimiz, kuvveden iradeye çıkan her türlü fiilimiz bizim Cenab-ı Hakk'a dilekçe vermemiz sonucu O'nun bize verdiği kuvvet ve imkânlarla oluyor. Dolayısıyla burada sorumluluğumuz kalkmıyor, devam ediyor.

Sual:

Başımıza gelen bir musibet için dönüp kendimize baktığımızda bir hata göremiyorsak onu bir imtihan olarak görmemiz gerekir diyebilir miyiz?

Cevap:

Döndünüz baktınız bir hata göremediniz o zaman bu bir imtihandır. "Allah'tan (c.c) geldi, lütfün da hoş, kahrın da..." diyeceksiniz. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i kudsi'de buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk mümin kul işinden memnun olur, razı olur. O kul ki, başına bir hayır geldiğinde hamd eder, derecesi artar, fazileti, sevap hanesi artar. Başına bir musibet geldiğinde sabreder yine derecesi artar, sevap hanesi kabarır. Bu da Cenab-ı Hakk'ın hoşuna gider." Yani her durumda işi bağlamamız gereken asıl mercii unutmazsak her durumda hayır ve salah üzere oluruz inşallah.

Sual:

Akıl ve gönül cüz'i irade midir?

Cevap:


Akıl başka bir şey, gönül başka bir şey, cüzi irade ise başka bir şeydir. İrade derken insanın bir şey yapabilme kabiliyetini ve kudretini kastediyoruz. Onun içinde bir karar verme de var, o kararı uygulama da var. Akılla gönül belki dolaylı bir şekilde bunlarla ilgilidir ama bunlar cüzi iradedir veya onun gibidir diyemeyiz.

Sual:

Duanın belayı defetmesi meselesini, ömrün uzun olması meselesiyle kıyaslarsak "Başımıza bela gelecek ama dua edersek en az hasarla atlatırız" şeklinde mi anlamalıyız?

Cevap:

Dua ederek biz Allah Teâlâ'dan afiyet sağlık isteriz. Bunların bir kısmını fiili dualarımızla destekleriz. Bir kısmını fiili dualarımızla teyid etmeyiz. Duamızda "bize hayır ver doğru yola ilet, bize para ver" deriz ama bu isteğimizi fiili dualarımızla kuvveden fiile çıkarmak için bir şey yapmayız. Böyle bir durumda Cenab-ı Hakk dilerse bizi ona kudretiyle rahmetiyle sevk eder. Ama genellikle kul yatarsa Cenab-ı Hakk öyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla kavli dua ve fiili dua birlikte yürür. Bir insan ömrüne bereket istiyorsa bunu "Ya Rabbi ömrüme bereket!" demekle yetinerek yapamaz. Sadaka verecek, dua edecek, salih amel işleyecek... Cenab-ı Hakk da onun ömrüne bereket verecek. Yani kavli duayı fiili duayla desteklemek durumundayız.

Sual:

Mâturîdîler Cüzi iradenin mahlûk olmadığını mı savunuyor?

Cevap:

Evet, öyle diyorlar. Bu da hariçte bir varlığı olmadığı içindir. Bina örneğini hatırlarsak, önü arkası, sağı solu... Bu binanın önü derken kastettiğimiz şey mahlûk mudur? Öyle bir şey yok ki, hariçte bunun bir varlığı yok yani... Bu itibari bir şey, biz onu öyle var sayıyoruz. Hadise budur.

Sual:


Kader hakkında fazla düşünmek, fikir yürütmek tavsiye edilmiyor bildiğim kadarıyla. Sınırı nasıl belirlemeliyiz?

Cevap:


Sınır amentüde gizli. "Ve bi'l-kaderi hayrihîve şerrihîminallahi tealâ - ju; M & ' diye bilip bu şekilde inanmamız yeterli.

Başımıza gelen her şey Allah Teâlâ'dandır, O'nun dilemesiyle oluyor. İnsan kendi iradi fiillerinin sorumlusudur dolayısıyla kendi fiilini, hatasını Allah'a atfedemez. Biz bu kadarını bilirsek kader meselesi için yeterli olur.

Sual:

Kader-i Muallak'ı açıklar mısınız? Eğer Cenab-ı Hakk her şeyi takdir etmiş ise kader-i Muallak'i nasıl anlamalıyız?

Cevap:

Cenab-ı Hakk katında her şey takdir edilmiştir. Kaderi-i muallak da takdir edilmiştir. Bizim fiillerimize bağlı olarak Cenab-ı Hakk tarafından takdir edilen takdir edilmiştir. Yalnız biz Cenab-ı Hakk'ın bizim fiillerimize bağlı olarak yaratacağını ya da yaratmayacağını bilmiyoruz ama Cenab-ı Hakk biliyor. Örneğin, güzel bir rüya gördük, onun tahakkuk etmesini istiyoruz, Efendimiz (s.a.v)'in tavsiyesine uyarak onu salih insanlara, sevdiğimiz insanlara anlatıyoruz. O rüya tahakkuk ettiğinde bu kader-i muallaktır. Anlatmazsak tahakkuk etmeyecek. Bizim fiillerimize bağlı yani. Bizim onu anlatacağımız ya da anlatmayacağız Cenab-ı Hakk tarafından biliniyor. Kötü bir rüya gördük, bir başkasına anlatırsak tahakkuk edecek, aleyhimize olacak bunu da Cenab-ı Hakk biliyor. Biz onu anlatmazsak "anlatmayacağımızı biliyordu" diyeceğiz. Yani bizim fiillerimize bağlı olarak tahakkuk edecek takdir-i ilahi var.

O zaman biz takdir-i ilahiyi ikiye ayırıyoruz: Birincisi, bizim fillerimizden tamamen bağımsız, fiillerimizle hiç alakası olmayan. Biz ona boyun eğiyoruz. Mesela ne zaman öleceğimiz bizim fiilimize bağlı değil, erkek mi kadın mı doğacağımız, hangi tarihte doğacağımız, hangi milletten olacağımız bizim fiillerimize bağlı değil. Bunlar kader-i mübrem.

İkincisi de kader-i muallak: Örneğin, sadaka verdiğinizde ömrünüz uzuyor; tevbe ediyorsunuz, günahlarınız bağışlanıyor; dua ediyorsunuz, bir şey istiyorsunuz Cenab-ı Hakk ona icabet ediyor.Fakat bunun muallak olmasının bize göre olduğunu unutmamanız lazım. Cenab-ı Hakk için bir meçhuliyet, bilinmezlik yoktur. Bilmeyen biziz. Cenab-ı Hakk biliyor. Kaderin bu kısmı bize göre muallaktır,Cenab-ı Hakk'a göre değil. Bunlar kaderin bize bakan yönü ile ilgili yapılmış izahtır.

Kaynak:

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:75-114
Devamını Oku »

Kabir alemi nedir?

“Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.(Sözler,35)”

sırrınca kabir alemi, insan için ebet yolculuğunda mutlaka ki uğranılması gereken bir istasyon, bir duraktır. Bir başka ifade ile bir salondur, bilhassa bir bekleme salonu.

Ruhlar aleminden bu aleme gelen insan, ömrünü tamamladığı zaman ilk olarak berzah alemi dediğimiz kabir alemine intikal eder. Haşir meydanına çıkmadan önceki ilk durak kabir alemidir.
“İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor,” sırrınca kabir alemi bir ara hayat tarzıdır.

Ruh yaşamaya devam ediyor, ancak ceset çürümüş. Ceset çürüdüğü için bu dünya hayatının şartlarına sahip değiliz. Yani kabirde bu dünyadaki gibi bir hayat sürmemiz mümkün değil. Ruh bu dünyayı hem biliyor, hem de berzah aleminden görebiliyor, ama bu dünyadaki gibi yaşama sahip olamıyor. Aynı şekilde ceset çürümüş ve haşir meydanındaki cesedimiz de inşa edilmemiş olduğundan, yani haşir meydanına çıkmadığımız için ruh süratine ve hayal hareketine sahip olan yeni cesedimizi de giymemişiz. O zaman kabir hayatı tam olarak haşir sonrası hayatımızın şartlarını da taşımıyor demektir.

Bu noktada, ruh bir ölçüde akıbetini görüyor, ahiret şartlarını idrak ediyor, nereye gideceğini biliyor, ama o hayat gibi yaşayamıyor. Çünkü ahiret şartlarına uygun cesedi yok. Zaten ahiret şartları da tam olarak oluşmamış. Haşir meydanına çıkmamış, ahiretteki ebedi hayatında kendisine eşlik edecek olan yeni cesedi ile bir araya gelmemiş.

Demek ki kabir hayatı ruh için bu dünya cesedinin kaybedildiği, ahiretteki cismin de eline geçmediği tam bir ara hayat tarzı. Zaten berzah alemi denmesi de buna işaret ediyor.

Bir misal ile açıklarsak:

Diyelim ki bir süreliğine Almanya'ya misafirliğe gittiniz. Orada size verilen vize süresince gezdiniz ve ziyaretlerde bulundunuz. Sonra memlekete geri dönüyorsunuz. Asıl vatanınız olan ülkenize avdet ediyorsunuz. Köln hava alanına gittiniz ve gümrükten geçtiniz, dış hatlar servisinde ülkenize dönmek için uçağınızı beklemeye başladınız. İşte sizin asli vatanınıza dönmek için beklediğiniz salon bir ölçüde kabir alemine işaret eder. Gümrükten geçmeniz ise ölüme. Ölüm yolu ile ahiretin ilk salonuna giriyorsunuz. Nasıl ki o hava alanı veya istasyon o ülkenin bir parçası, siz daha uçağa binmediniz. İşte onun gibi kabir alemi de bu dünya şartlarının bir parçası. Evet gümrükten geri dönüş olmadığı gibi, kabir alemindeki gümrük salonundan da dönüş söz konusu değil. Uçağınız geldiği zaman asli vatanınıza doğru yola çıkacaksınız. Elbette ki bu bekleme salonunda da bir süre bekleyeceksiniz.

Sual: Kabir alemi “Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur” olarak tanımlanmış. Bu ne demektir?

Cevap: Ölümden sonraki hayatımız izafi bir mahiyet taşır. Kişi kabirde ameline göre bir yaşam sürer. Ömrünü küfür ve isyan ile geçirmiş bir kişi elbette ki, kabir alemine girdiği zaman hayatının neticesini görür. Yani Cehennemde ebedi bir zahmet ve sıkıntıyı haber alır. Bir ölçüde Cehenneme uzanan hayatı ile karşı karşıya gelir. Ve bu akibetin neticesi bulunduğu berzah hayatını Cehennem çukuruna çevirir.

Öte yandan ömrünü itaat ve ibadetle geçirmiş, musibetlere sabretmiş, daima Allah'a şükretmiş bir mümin insan da, Rahmet-i İlahiyenin ihsanı ile kabre girdiği zaman Allah'ın ebedi rahmetini görür ve tüm hissiyatı ile Cennete müştak olur. Bir ölçüde gideceği yer olan Cenneti müşahede eder. Veya hazret-i Üstadın tabiri ile, müminler “Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.” İşte bir mümin kulun bu müşahededen aldığı lezzet de hiç kuşkusuz kabri bir Cennet bahçesine çevirir.

Bu dünyada bile Abdülkadir-i Geylani gibi büyük evliyalar Cennet ve Cehennemi müşahede ettikleri gibi, imtihan dünyasından ayrılmış bir kul da ebedi alemlerin ilk durağı olan kabirden ebedi alemleri müşahede edebilir.

Sual:Kabir hayatı bir ölçüde ruhi bir hayat gibi gözüküyor. Yani dünya cismi çürüyor, ahiret cismi de haşirden sonra insana verilecek. Bu nedenle kabirde tam olarak cismani olmayan bir hayat yaşanacak. Kabirde insan azaba uğrayacak deniliyor. Peki cisme sahip olmayan ruh nasıl azap çeker? Ruhu dövmek, ruhu parçalamak, ruhu yakmak mümkün olmadığına göre bu nasıl bir azap türü olacak?

Cevap: Kabir azabı haktır.Çünkü bu konuda birçok sahih rivayet var. Ancak bu azabın mahiyeti bizce meçhuldür. Yani orada nasıl bir azap var olduğunu bilmiyoruz. Bu azabın dünyada ve ahirette çekilecek azap tarzında olmadığı açık. Çünkü insan bu dünyada cism-i dünyevisi ile birlikte sıkıntıya maruz kalır. Cehennemde ise cism-i uhreviyesiyle birlikte sıkıntı çekecek. Kabirde ise ruhi veya yarı cismani bir hayat yaşandığına göre çektiği sıkıntı ve azap da bir ölçüde ruhi olacaktır. Azabın bizzat kendisinden çok, azabın haberi ile azaba uğrayacaktır.

Şöyle ki:

Şimdi bir insana “Üç gün sonra öleceksin veya üç gün sonra başına büyük bir musibet gelecek” dense bu kişi aldığı haberin tesiri ile çok büyük bir sıkıntı çeker. Bir ölçüde azabın haberi azabın kendisinden daha fazla sıkıntı verir. Ya da musibetin mukaddimesi musibetten daha beterdir. Bu noktada kabre giren bir inançsız kişi ebedi cehennem azabına uğrayacağını haber alsa ve tam olarak öğrense. Bu bilginin insana vereceği sıkıntı belki de azabın kendisinden daha çok tesir eder. İşte kabir azabı böyle bir azaptır.

Belki de kabir azabı ekseriyetle müminler içindir. Nasıl ki dünyevi musibet ve belalar mümin insanın günahlarını temizler, öyle de kabirde çekeceği sıkıntı, günahları nedeniyle duyacağı utanç ve nedamet ölümden sonra kalan günahlarını temizler de, haşir meydanına günahsız çıkar. Bu yönde sahih rivayetler ve haberler olduğu unutulmasın.

Hadislerde kabir alemi ile ilgili bazı hususlar yaşayan insanları ikaz etmek için söylenmiş. Ölümü hatırlatmak, insanları iman ve itaat konusunda ikaz etmek için Resul-u Ekrem kabir alemine ait bazı hallerden bahsetmiş. Yoksa dünya cihetine bakarak yorum yapmak, sanki kabirde yaşanan bazı haller dünya şartlarında görülecek ve bilinecek diye bir fikre kapılmak meselenin yanlış anlaşılmasına yol açar.

Sual: ölüm sonrası insan defnediliyor. Ruh tekrar ölmüş olan cesede iade ediliyor mu?

Cevap: Bu konuda bazı İslam alimleri ruhun tekrar cesede döndüğünü ifade ediyorlar. Bu durum daha çok kabir azabı ile ilgili. Zira bazı alimler kabir azabının ruh ve cesedin her ikisine birden tatbik edildiğini söylüyorlar. Ancak Risale-i Nurdaki ifadelere baktığımızda durumun böyle olmadığını görüyoruz. “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor...” ifadesi bu hakikate işaret eder. Bu nedenle çürüyen cesede ruhun dönmesi söz konusu değil. Şayet kabirde “Cesetle birlikte bir hayat olduğu fikri ortaya atılırsa”, “O zaman tam olarak itaat etmiş, imanla kabre girmiş bir mümin de cesedi ile birlikte zevk yaşar” gibi bir sonuç ortaya çıkar ki, bu durum pek de hikmete uygun gözükmüyor.

Kabir alemindeki hayat, “Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.(Sözler, 478 )” ifadesi doğrultusunda ne tam maddi, ne de tam ruhi olmayan tamı tamına bir ara hayattır. Ruhun misali bedenle yaşadığı, dünya hayatından uzak ama tam kopmuş değil, ahiret hayatına yakın ama tam elde etmiş değil. Bir ara hayat, bir berzah hayatı.

Aynı şekilde “hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya
gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl,” ifadesi de misali bir hayata işaret eder.

Son söz Hazret-i Üstad'ın(Bediüzzaman):

“Hem, mevt ve eceli âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekàda olan ahbablara visâl ve mülâkàt mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından bir firâk-ı ebedî telâkkî ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firâk, ayn-ı likà olduğunu ispat eder.

Hem, kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğistân-ı Cinâna ve nuristân-ı Rahmâna açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izâle edip, en elîm ve kasâvetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâğistân-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.(Sözler, 580)”


www.saidnursi.de
Devamını Oku »

Ölü,Dirilerin Amellerinden Faydalanabilir mi ?



Âişe anlatıyor: Bir adam, Peygamber (s.a.v.)’e: “Anamın canını Allâh ansızın alıverdi. Ben öyle sanıyorum ki, eğer anam konuşabilseydi sadaka yapacaktı. Şimdi ben, anam adına sadaka yapa­yım mı?” diye sordu. Peygamber: “Evet, anan adına sadaka yap!” bu­yurdu.(Buhari,Vasaya,19)

Hz. Âişe’nin naklettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: “Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse onun nâmına velisi oruç tutar”.(Müslim,Siyam,53)

İbn Abbâs anlatıyor: Sa’d b. Ubâde, Resûlullâh’tan fetva isteyip: “Annem öldü; üzerinde (ödeyemediği) adak borcu vardı?” dedi. Resûlullâh: “Sen o adağı annen adına yerine getir!” buyurdu.(Buhari,Vasaya,19)

Bu hadîslerin şu âyete aykırı olduğu ileri sürülmektedir: “İnsan için, çalıştığından başkası yoktur”.

Âyetin zahirine göre ölünün, hayatta kendi yaptığı amellerin seva­bından başka bir sevabı yoktur. Dirilerden biri, amelinin sevabım ona hediye etse ölü ondan faydalanamaz. Hadîslerin zahiri ise ölünün sada­ka, oruç ve hacla faydalanacağım göstermektedir. Dolayısıyla bu amel­lerin sevabı ölüye ulaşır. Hayatta olan, ölüye bu amellerin sevabım he­diye etse ölü ondan faydalanır.

Âlimlerin bu konudaki yorumları şöyledir:

1-
Âyet ve hadîsin arası cemedilmelidir. Cem noktasında farklı gö­rüşler vardır:

a-Sadaka hadîsiyle amel edilip âyet te’vîl edilmelidir. Kendi çocu­ğu veya başka birinden olsun fark etmez, sadakanın ölüye mut­lak olarak ulaştığı konusunda icmâ hasıl olmuştur.

b-Oruç hadîsiyle amel edilip âyet te’vîl edilmelidir. Bu, Ahmed b. HanbePin görüşüdür. Kadim görüşünde Şafii de bunu tercih et­miştir. Bu görüşte olan başka âlimler de vardır. Ancak bu âlim­ler orucun nevi konusunda ihtilaf etmiştir. Bazıları mutlak ola­rak oruç ulaşır derken, bazıları bunu ölünün, hayatında nezrettiği oruca hamletmişlerdir.

c-Hacla ilgili hadîsle amel edilip, âyet te’vîl edilmelidir. Bu, bir rivayette İmâm Mâlik’in, Ebû Hanîfe, ŞâfH ve Ahmed b. Han­bePin görüşüdür. Başka âlimlerden de bu görüşü tercih edenler vardır,

Mezkûr hadîslerle amel edenler, âyeti şu şekillerde te’vîl etmiş­lerdir: -

a
-Âyet, hadîslerle tahsîs edilir. Âyet, umumuyla, hiç kimsenin başkasının amellerinden faydalanamayacağına delâlet eder. Bu umumu,ölünün sadaka, oruç ve hacdan faydalanacağını göste­ren hadîsler tahsîs eder.

b-Âyet; başkasının çalışmasını, insanın mülk edinmesini nefyeder. Başkasının çalışmasından faydalanmayı nefyetmez. Zira âyette “insan sadece çalışmasından faydalanacaktır’’denilme­miştir; aksini “insan için çalıştığından başkası yoktur” buyrulmuştıır. İki durum arasındaki fark açıktır. Çünkü başkasının çalışması, amelleri ona aittir, onun mülküdür. Dilerse kendinden başkasına onu sarfeder, aktarır, böylece başkası ondan faydalanır; dilerse kendine saklı tutar, başkası ondan faydala­namaz.

c-Âyet, Hz. Ibrâhîm ve Mûsâ’nm kavmine hastır. Hz. Peygam­berin ümmetine gelince, kendi çalıştığından da başkasının ça­lıştığından da kazancı vardır. Hadîsler buna delâlet eder.

d-Âyetteki “insan” ile murâd, kâfirdir. Mü’mine gelince, kendi ça­lıştığından da, başkasının çalıştığından da kazancı vardır. Hadîs­ler buna delâlet eder.

e-Mezkûr âyet “İman edenler ve soylart da kendilerini îmânda iz­leyenler (var ya); biz onların soylarını da kendilerine katıp ekle­dik. Onların amellerinden hiçbir şeyi eksiltmedik. Her kişi, ken­di kazandığına karşılık bir rehindir.” (Tûr, 21) âyetiyle nesh edil­miştir. İbn Abbâs’a göre, Necm âyetinden sonra bu Tûr Sûre- si’nin âyeti (Tûr Sûresi’nin bu âyeti) nâzil olmuştur. Allâh, ba­balarının iyilikleri sebebiyle oğullarını cennete sokmuştur. Bu­na “âyetlerin lafızları haber tarzında gelmiştir; haberlerde nesh olmaz” denilerek itiraz edilmiş ve İbn Abbâsın neshi kastetme­diği üzerinde durulmuştur.

f-Âyetle murâd şudur: Kâfirin, yaptığı amelden başka bir hay­rı yoktur. Dünyada bu hayırdan faydalanır. ÂJhirette ise hiçbir hayrı kalmaz.

g-Maksat şudur: İnsan için, adalet bakımından, çalıştığından baş­kası yoktur. Fazl ve lutfa gelince Allah’ın bunu dilediğine artır­ması mümkündür.

h-Âyetle amel edilip, hadîsler tahsîs edilmelidir. Şevkânî ve El- bânî’nin görüşüdür. Şevkânî, sadece, sadakanın fayda vereceği­ni ifade etmekle yetinmiş; Elbânî ise sadaka, oruç ve haccın se­vabının ölüye ulaşacağım tercih etmiştir. Sevabın ulaşması bun­larla sınırlıdır. Ayrıca, çocuğun, babası için yaptığı sevaplar ula­şır. Başkalarının başkaları için yaptığı sevaplar ulaşmaz. Elbânî, kendi çocuğu veya başkasının çocuğu olsun, yapılan iyiliklerin sevabının ölüye ulaşacağı yönünde hâsıl olan icmâyı tenkîd et­miştir. Ona göre, icmâ, “sadakanın Ölü için olacağı ve sevabı­nın ona ulaşacağı” üzerinde hasıl olmuştur. Burada, “ölü” mutlaktır. Bunu baba ile takyîd etmediler. Şayet, bu icmâ doğru ise bunu “baba” ile kayıtlamak gerekir.

i-Ayetle amel edilip, sadece hacla ilgili hadîs tahsîs edilmelidir. Buna göre, âyetle amel edilmelidir. Ölü, ister vasiyet etsin ister etmesin hiçbir şekilde başkasının haccı ölüye gitmez. O zaman, hacla ilgili hadîs, hacdan soran Cüheyneli kadına mahsustur.

İkinci görüşe göre, âyet ve hadîsler arasında tercih yapılmalıdır. Bu konudaki tercihler şöyledir:

a
-Âyetle amel edilip, oruç hadîsi reddedilmelidir. İmâm Mâlik, ye­ni görüşünde Şâfi’î ve Ebû Hanîfe buna kaildir. Nevevî’ye göre bu, cumhûrun görüşüdür. Mâlikîler, bunun Medine ameline ay­kırı olduğunu ve isnadında ıztırap bulunduğunu ifade etmiştir.

b-Âyetle amel edilip, tüm hadîsler reddedilmelidir. Bu, Mu’tezi-le’nin görüşüdür. Onlara göre, hiçbir şey ölüye fayda sağlamaz. Hadîsler âhad olup, kat’î ve mütevâtir olan Kur’ân’la çelişme- leri mümkün değildir.

Tüm bu görüşleri değerlendiren Ahmed b. Abdilaziz b. Mukrin’e göre, ister kendi çocuğu ister başkasının çocuğu olsun, sadaka, oruç ve haccm sevabı mutlak olarak ölüye ulaşır. Âyete verilebilecek en güzel mana şudur: Âyet, insanın çalıştığından başkasını mülk edinmeyi nef- jreder. Başkasının çalışmasından faydalanmayı nefyetmez. Başkasının çalışması, çalışanın mülküdür. İster başkasına sarfeder, onu faydalan- Ihnr; ister kendine saklar, faydalandırmaz.

“Bu üç hususla ilgili sevap, sadece çocuktan babasına ulaşır” demek de doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğun, babası için haccına cevaz verirken bunu babası olmasına bağlamamış, ima bile etmemiştir. Ayrıca, kendi çocuğundan başkasının hac yapabilmesinin caiz, olduğu­na dair Hz. Peygamberden hadîs nakledilmiştir. İbn Abbâs’dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.v.) bir adamı “Şübrüme için lebbeyk” derken işitti. Ona “Şübrüme kimdir?” diye sordu. (O adam da): “Kar­deşimdir -yahut- yakınımdır” deyince ona: “Sen kendin için hac yaptın mı? diye sordu. (O adam da): “Hayır” deyince; “Sen (önce) kendin için bir hac yap, ondan sonra Şübrüme’nin yerine hac yap” buyurdu.(Ebu Davud,Menasik 25)

Yine Hz. Âişe, “üzerinde oruç borcu olduğu halde ölen kimse­nin velisi orucu tutar” demektedir. Veli, vâris demektir. Vâris, ken­di çocuğu da,başkası da olabilir. Sırf ibadet olan oruçta bu eliz ol­duğuna göre mal ile yapılan bir ibadet olan hac için caiz olması daha evladır.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Allah'ın Sakı' Bir Teşbih ve Tecsim Değil Midir ?



Ebû Saîd ei-Hudrî şöyle demiştir: Ben, Peygamber (s.a.v.)’den işitmiştim, şöyle buyuruyordu: “(Kıyâmet günü) Rabbimiz kendi sâkın- dan/baldırından açar, derhal O’nun azametine her mü’min ve rnü’mi- ne secde eder. Yalnız dünyada insanlara göstermek ve halka işittirmek için secde eden secdesiz kalır. Gerçi öylesi de secde etmeye gider, fa­kat onun sırtı tek bir tabakaya döner”.(Buhari,Tefsir,Kalem Suresi-2)

Bu ve benzeri Allâh’ın sıfatlarına dair bazı hadîsler "O’nun ben- zeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 11) şeklindeki âyete aykırı görülmüştür.

“Baldırı açmaktan” murad nedir? Âlimler bunu, “Bütün hakikat­lerin çırıl çıplak ortaya çıkması sebebiyle hesap ve cezanın bütün şid­det ve dehşetiyle hüküm sürmesi” şeklinde anlamışlardır. Nitekim ha­dîste, Resûlullâh (s.a.v.) Cenab-ı Hakkın bütün gerçekleri ortaya ko­yarak, hesap verme hadisesinin dehşetini yaşattığı hengâmede, dünya­da iken kulluğunu samimiyetle yapanlarla, riyakâr hareket edenleri tef­rik edip mü’minleri dehşetten kurtaracağını; riyakârları da sırtları eğil­mez bir hale sokarak cürümlerini yüzlerine vurmak süreriyle, dehşetlerine dehşet katacağını belirtmektedir. Meseleyi tasvir eden âyet-i kert­enin tam meali şöyledir:

“(Hatırla ki o gün) baldır(lar)ın açılacağı, kendilerinin secdeye davet edileceği bir gündür. Fakat buna güç yetinmeyeceklerdir. Secdeye favet edilecekler; gözleri düşük, kendilerini bir zillet sarmış olarak. Hal­buki onlar bu secdeye dünyada her şeyden salim ve sapasağlam iken davet ediliyorlardı ” (Kalem 42-43)

Ayette bu deyim, özellikle kıyâmet gününü ve o günün sıkıntıları­nı ifade etmektedir. İnsanların o günün sıkıntısından kurtulmaları için mahşerde görevli melekler veya Allâh’ın ilham ettiği kimseler onları Al­lah’a secde etmeve çağırırlar. Râzî’ye göre inkârcılar dünyada Allâh’a secde etmedikleri için âhirette kınamak ve azarlamak maksadıyla sec­deye çağrılacaklardır. Hadîste buyurulduğu üzere, erkek-kadın herkes Allâh’a secde eder; dünyada gösteriş için secde etmiş olanlar da secde etmek isterler fakat eğilemezler. Başka bir rivâyette, inkarcılar da sec­de etmek isteyecekler, fakat buna güçlerinin yetmeyeceği haber veril­miştir. Onlar, gözlerine korku çökmüş, zillet içerisinde ve perişan bir halde bulunurlar. Halbuki dünyada yapabilecek durumda iken de sec­deye çağrılmışlar, fakat secde etmemişlerdi. Bu nedenle âhirette sec­de etme güçleri ellerinden alınacaktır. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte)

Peygamberimiz’e, kâinatı yaratmazdan önce Allâh’ın nerede oldu­ğu sorulmuştur. Bu soruya verdikleri cevap, “Üstü de altı da hava olan âmâdaydı (bulut içindeydi)” şeklinde olmuştur.(Tirmizi,3109)

Tirmizî’ye göre hasendir. Müsned'i tahkik eden Hamza Ahmed ez-Zeyn’e göre sahîhdir. Bir başka çalışmamızda(Y.Köktaş,Günümüz Hadis Tartışmaları,syf;27) bu hadîsin isnâdın- da yer alan Veki’ b. Hudus meçhul olmakla birlikte, takviye edildiği­nin anlaşıldığını söylemiş, doğrudan sahîh olmasa da makbul bir ha­dîs olduğunu vurgulamıştık. Oysa bu hadîs, Veki’ b. Hudus’un meç­hul oluşundan dolayı zayıftır ve hadîs bir başka tarîkten desteklenmemiştir. Şuayb el-Arnavud, İbn Mâce tahkikinde bu hadîsin zayıf oldu­ğunu ifade etmiştir. Bizi Tirmizî’nin hasen ve Hamza Ahmed’in sahîh demesi yanıltmıştır.

Zayıf olmakla birlikte, manasına gelince bir şey söylemek gerçek ten zordur. Hadîsi Allâh’a mekân izafe etmeden anlamak gerekir. Bi ler için hava olmayan yer, hayatın olmadığı yerdir. Bunun hakkında aklın söyleyebileceği fazla bir şey yoktur.

Konuyla ilgili, İbn Kuteybe’nin ardından, Beyhakî’nin söylediklerini nakletmekle yetineceğiz. îbn Kuteybe, rivâyette geçen Veki’in meç­hul olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: “Şu kadar ki,bu ha­dîsin tefsirinde Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm söz söylemiştir. Ahmed Saîd el-Lıhyânî, Ebû Ubeyd’den bize, ’Hadîsteki el-amâ kelimesi bu­lut demektir’ dediğini nakletmiştir. El-Ama kelimesi, med (=uzatma) ile olursa Arapların günlük konuşmalarında zikredildiği gibi ‘bulut’ mâ­nasına gelir. Eğer maksûr (yani elifsiz) ise o takdir de mana, sanki ‘0, körlük içindeydi’ şeklinde olur. Bununla Resulullah, Allah ın, insanla­rın bilgisinden gizli olduğunu kastetmiş olur. Tıpkı bunun gibi bir şey senin için mübhem olduğu, bir şeyi ve onun nerede olduğunu bilmedi­ğin zaman sen, ‘Umiytu an hâza’l-emre ene a’mâ anhu aman”; yani, “Bu meseleye karşı kör oldum. Ben ona karşı bir körlük içindeyim” dersin. Ve sana gizli kalan her şey ‘senden yana bir körlük içinde’ demektir.

‘Üstü hava, altı hava (idi)’ sözüne gelince, bazıları hadîse bir (nefy) ‘mâ’sı eklediler ve Allah’ın altında ve üstünde hava bulunmasından ve Allâh’ın da, bu ikisinin arasında bulunmasından ürkerek, ‘Ne üstün­de hava (vardı) ne de altında’ dediler. Fakat esas olan rivayet, birin­ci rivâyettir.

(Allâh’a yakışmayan bir mânaya karşı olan) ürküntü, hadîse “mâ” ilave etmekle ortadan kalkmaz. Çünkü (‘mâ’ ilâve edilse bile) alt ve üst mefhumları yine mevcuttur.-Vallâhu a’lem”.

İmam Beyhaki, bu kelimenin nasıl anlaşılması gerektiği sorusunu tartışırken şöyle der: “Efendimiz (s.a.v.), ‘Yüce Allah mahlûkâtı yarat­madan önce kendisinden başka hiçbir şey yoktu’ demek istemektedir.” Meselenin özü de budur.

Şunu tekrar vurgulamak gerekir ki, zayıf hadîslerle Allâh’ın sıfatları hakkında bir yargıya varmak kesinlikle mümkün değildir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?



Özellikle günümüzde Kur'ânda Allâh’ın Hz. Peygamber’e mucize vermediğini ifade eden âyetleri ileri sürerek Hz. Peygamber’in tek mucizesinin Kur'ân olduğunu iddia edenler vardır. Öyle anlaşılıyor ki, bu konunun üzerinde biraz durmamız gerekir.

Şu bir gerçek ki, eskiden beri Hz. Peygamber’in (maddî) mucizeler gösterdiği hep kabul edilmiştir. Hatta Mu’tezile, Şia gibi fırkalar bile bu olguya itiraz etmemiştir. Bu konuda müstakil kitaplar da yazıl­mış, Hz. Peygamber'in bu yönü ortaya konulmuştur. Ne var ki günü­müzde Hz. Peygamber'in tek mucizesinin Kur’ân olduğu yönünde bir iddia ortaya atılmış ve maddî mucizelere yönelik hadîsler reddedilmiş­tir. Bunun dayanağının da Kur’ân olduğu ileri sürülmüştür. Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’e maddî mucize verilmemiştir. Dolayısıyla Ay’ın yarılması vb. mucizeler Kur’ân’a aykırıdır.

Aşağıda dayanak olarak ileri sürülen âyetleri ele alacağız; ancak burada hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber’in en önemli mucizesi­nin Kur'ân olması, onun başka mucizesinin olmadığı anlamına gelmez. Mu'tezile de -Kur'ân dışında- maddî mucizelerin nübüvvetin ispatına yönelik birer delîl olamayacağını kabul etmektedir. Çünkü maddî mu­cizeler, ancak bir peygamberin nübüvvetini tanıdıktan sonra bilinebilir.Bu bakımdan maddî mucizeler nübüvvetin ispatında temel değil, talî bir meseledir. Kısaca maddî mucizeler sadece peygamberliği kuv­vetlendirmek içindir. Burada dikkat edilirse, Mu’tezile mucizeleri inkâr etmemekte, maddî mucizelerin nübüvveti ispata yönelik kabul edilme­sini eleştirmektedir. Elbette bu da tartışılır, ama mucizelerin varlığı ka­bul edildikten sonra sonuç itibariyle onların hangi amaca matuf oldu­ğu o kadar da önemli değildir.

Kâdî Abdülcabbâr’ın mucizelerin varlığını kabul etmede daha sarih ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre, Kur’ân dışında Hz. Pey­gambere verilen mucizeler zorunlu olarak bilinenler ve istidlal yoluy­la bilinenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler hissî mucizeler türün­den olup, az bir yemekle büyük bir topluluğu doyurmak, taşların da­vete iştirak etmesi, hurma kütüğünün inlemesi, elindeki çakıl taşları­nın Allâh’ı teşbihi, çağırdığında ağacın yanına gelmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu durum Mu’tezile’nin de kendi içinde farklı düşündüğünü göstermektedir.

Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise pey­gamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delâlet eden fiil anlamına gelir. Mucizenin bazı şartları vardır: Doğrudan Allâh’tan olması, peygamberlik iddia eden kişinin iddiasını müteakip olması, iddiaya uygun olması, olağanüstü olması gibi. Bu tanım ve şartların kelâmcılara ait olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Kelâmcıların ama­cı ise mucizeyi nübüvveti ispatın bir aracı olarak değerlendirmektir. Dolayısıyla her mucizede bu şartların birlikte bulunması zorunlu de­ğildir. Mesela, mü’minlere yönelik mucizeler, peygamberliği ispat et­mek için değildir. Onlar, mü’minlerin kalplerini te’yid etmek için­dir. Mü’minlere yönelik derken, mü’minlerin mucize talep ettiği sanılmamalıdır. Mü’minlere yönelik hiçbir mucizede onlardan bir ta­lep gelmemiştir. Zira onların mucizelerle îmân etmek gibi bir sorun­ları yoktur. Ama bu tür mucizeler Allâh’ın mü’minlere bir ikramıdır, bir hediyesidir, lütfudur.

Esas itibariyle bir fiilin Allâh’tan olup peygamberin elinde olağanüstü bir hal kazanması, onu mucize kılmaya yetmektedir. Bu durumda iki tür mucize ortaya çıkmaktadır:

Müşriklere yönelik mucizeler: Bunlar, nübüvveti isbat içindir Asr-ı Saadetteki örneklerine baktığımızda yok denecek kadar az oldukları görülür. Hatta, sadece örneğin Ay’ın yarılması olayı olduğu bile söylenebilir.

Mü’minlere yönelik mucizeler: Bunlar nübüvveti ispat etmek için değildir. Bunlar hidâyet ve kalbe itminan verme kabilinden olan mucizelerdir. Örnekleri de çoktur.

Acaba Kur’ân Hz. Peygamber’e her iki tür mucizenin verildiğini ifade etmekte midir? Yoksa hiçbir mucizenin verilmediğini mi söyle­mektedir? Ya da müşriklere yönelik mucize gösterme konusunda Allâh istekli değil midir? Dolayısıyla müşriklere ve mü’minlere gösterilecek mucize konusunda doğal olarak bir ayrım mı ortaya çıkmıştır? Bu so­rulara cevap verebilmek için önce ilgili âyetleri kaydedelim, ardından da onları değerlendirelim:

“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! (Ey Mu­hammedi) De ki: ‘Şüphesiz, Allâhın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”

“Bizi, (Kureyşin istediği) mucizeleri göndermekten, ancak ön­cekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz, mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.’’

Bu âyetler açıkça mucize gönderme konusunda bir isteksizliği ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ilk âyete gelince, onlar müşriklerin gönülle­rine uygun tarzda mucizenin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır. El­malılı, En’âm Sûresi 37. âyet çerçevesinde bu durumu şöyle belirtmiştir:

“İnen âyetleri duymadılar, inkâr ettiler de Peygamber’e kendi gö­nüllerince bir âyet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talepte bulundular. Allâh, bir mucize indirmeye şüphesiz kadirdir, indirmezse, güçlüğünden değil, hikmetindendir.” 

Bu hikmeti S. Ateş şöyle açıklamakta iyorsa, bu yine onlara acıdığından dolayıdır. Çünkü istedikleri gibi hemen mucize in­se inen mucizeyi de çeşitli bahanelerle kabul etmeyecek, ona büyü di­yecekler, hatta onu doğal görüp başka mucize isteyeceklerdir.” Allâh’ın mucize göndermeme isteksizliğinin bir başka sebebi daha vardır. Bu sebep, yukarıda belirtilen Allah’ın acımasını da izah etmek­tedir. Bu, “Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, ön­cekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” şeklinde âyette geçen husus­tur. Müşriklerin Hz. Peygamber’den, Mekke’de dağları yürütüp ovalar açmasını, ırmaklar fışkırtmasını, bağlar bahçeÎer yaratmasını, gökten hazineler indirmesini istedikleri, Kur’ân’da anlatılmıştır. Allâh, âyette müşriklerin istedikleri mucizeleri neden göndermediğini açıklamıştır.

Daha önceki milletler de mucize istemişler, fakat mucizeleri gördük­ten sonra da yalanlamışlar ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. Allâh, mucizeleri, korkutup uyarmak için gönderir. Mucizeleri gördük­leri halde yalanlayanlar cezalandırılır.

Burada mucizeler konusunda bir ayırımın ortaya çıktığı açıktır. Bu hususa Elmalılı dikkat çeker ve Allâh’ın kudretine delâlet eden mucizelerin üç kısım olduğunu belirtir:

“Mucizelerin bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde O’nun bir ol­duğuna delâlet eden bir âyet vardır. Bir kısmı olağanüstüdür. Peygamberlerin mucizeleri böyledir... Mucizeler arasında inadına istek ve ıs­rar edilen bir kısım vardır ki, bunlara ‘âyât-ı mukteraha’ denilir. Bun­lar gösterildiği zaman inanmayanlar, Semûd kavmi gibi, kökleri kese­cek bir azap ile derhal yok edilmişlerdir.”

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber döneminde azabı gerektirecek bir mucize talebine karşılık verilmemiştir. Mucizelerin çeşitli kısımlara ayrıldığı bilinmektedir. Elmalılı’nm yaptığı tasnifin yanında başka tasnifler de vardır. Süleyman Nedvî’ye göre, mucizeler hidâyet, ilâhî yar-dım ve helâk mucizeleri şeklinde üçe ayrılır. Bu durum, en azından mucizelerin hepsinin eşit olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.Şimdi bu duruma göre mucizeleri değerlendirelim:

a- Allah, mucize gönderme konusunda isteksizdir. Zira geçmiş vimler sürekli bunları yalanlamış, akibetleri de kötü olmuşa Bu ümmetle ilgili olarak Allâh, maddî mucizelerle insanların îmân etmesini istememektedir. Bununla birlikte, Mekke döneminin ilk yıllarında mucize taleplerine Ay’ın yarılması olayıyla karşılık verilmiştir. Kamer Sûresi, Mekke döneminde inen sûrelerdendir. En’âm Sûresi ise Mekke devrinin sonlarına doğru ve bir defada inmiştir. İsrâ Sûresi de Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuştur. Mekkeli Müşrikler Kamer Sûresi’nde be­lirtildiği gibi Ay’ın yarılmasını “büyü” olarak değerlendirmişlerdir. Müşriklerin bu yapısını bilen Yüce Allâh, muhtemelen on­ları maddî mucizelerle îmâna sevk etmeyi amaçlamamıştır. 

Bu durum maddî olarak hiç mucize gösterilmediğini değil, yok de­necek kadar az bir iki -belki de sadece Ay’ın yarılması- mucize gösterildikten sonra Allâh’ın rahmeti gereği mucize taleplerine karşılık verilmediğini ortaya koyar. Hatta Ay’ın yarılması ola­yında bile mucize göstermeye yönelik bir isteksizlik vardır. Zira olay, gece vuku bulmuştur. Çok kimse de buna muttali olama­mıştır. Bu da mucize gösterme konusundaki isteksizliğin başka bir delilidir. Ancak bu isteksizlik -dediğimiz gibi- bir tane dahi olsa, hiç mucize gösterilmediği şeklinde yorumlanmamalıdır.

b-Kur’ân’da mucize talepleriyle ilgili âyetlere baktığımızda hep sinin müşriklerle ilgili olduğunu görürüz. Dolayısıyla buralar da onlara yönelik hitaplarla Allâh’ın bir lütfü ve yukarıda geç tiği gibi İlâhî yardım olarak mü’minlerin karşılaştığı mucizele ri karıştırmamak gerekir. Kur’ân’da bu anlamda mucizeler bulunmaktadır. Mucizelerin illa da nübüvveti ispata ve meydan okumaya yönelik olması gerekmemektedir. Esas itibariyle bir başkasının benzerini yapmaktan aciz olduğu şey, mucizedir. Mucize esas itibariyle böyle olmakla birlikte, muhatapları açı­sından farklı manalar ifade edebilir. Müşrikler için bir nübüv­veti ispat ve meydan okuma; mü’minler için İlâhî bir lütuf, tak­viye ve te’yid olabilir. Kur’ân’da bu tür mucize, yani olağanüs­tü haller bulunduğuna göre hadîslerde bu tür mucizelerin var­lığı yadırganacak bir husus değildir. Normal insanlardan, yani kâmil bazı insanlardan olağan üstüne benzer bazı hallerin sudûr ettiği bir vakıadır. Bu tür halleri, Allâh’ın güç ve kudreti altında bulunan Hz. Peygamber’e çok görmemek gerekir.

c-Bununla birlikte belirtmekte fayda vardır ki, gerçekten hadîs lite­ratüründe Hz. Peygamber’e isnâd edilen mucizelerin sayısı hayli kabarıktır. Bunların hepsi sıhhat açısından aynı değerde değil­dir. Bu rivâyetlerin ilk planda sıhhat açısından değerlendirilme­leri gerekir. Zira bunlar bir bütün olarak kabul edildiğinde Hz. Peygamber’i tarih üstü bir varlık gibi göstermektedirler. Hatta öyle olmuştur ki, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Pey­gamberin elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı muhakkak bu tür rivâyetlerin değerlendirilmesi lazımdır.

d-Son olarak şunu vurgulamalıyız ki, Hâtib el-Bağdâdî, el-Fâkih ve'l-mütefakkih adlı eserinde Hz. Peygamberin mucize göster­mesinin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını belirtmiştir. Ona göre, çeşitli mucizelerle alakalı olarak gelen rivâyetler haber-i vâhid olabilir, ama onların toplamı, mucizenin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını gösterir. Mesela, mi’râcı -öyle olmamak­la birlikte- haber-i vâhid bir mucize kabul edelim. Hz. Peygam­berin parmaklarından su akması da ayrı bir mucize olsun. Ağaç­ların Hz. Peygamber’e selâm vermesi, başka bir mucize olsun; Ay’ın yarılması da öyle. Bütün bunların, ayrı ayrı düşünüldüğün­de, haber-i vâhid olduklarını kabul edelim. Ancak bütün bunlar­da ortak bir nokta vardır. O da Hz. Peygamberin mucize gös­termesidir. İşte, mütevâtir olan nokta burasıdır. Zira bu kadar farklı olay, farklı zaman ve mekânlarda anlatan râvîlerin yalan- da birleşmeleri düşünülemez.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »