Tövbenin Hakikati



Bu hususta iki bahis vardır.

Birinci Bahis:

Tövbe dilde dönmek demektir. Yüce Allah “Sonra onlara tövbe etti ki onlar da tövbe etsinler” demiştir. Âyetin anlamı şudur: Allah fazlı ve a onlara döndü ki onlar da itaat ve teslimiyete dönsünler. Tövbe dinde kişinin yapma gücü bulunduğu halde bir daha dönmemek azmiyle isyandan isyan olması bakımından pişmanlık duymasıdır.

Pişmanlık dememizin nedeni ilerde zikredilecek hadistir.“İsyan” dememizin nedeni, isyan olmayan bilakis mubah ve itaat olan fiile pişmanlık duymaya tövbe denmez. “isyan olma bakımından” dememizin nedeni şudur:

Bir kimse baş ağrısı yaptığı, aklı baştan aldığı, mala ve namusa zarar verdiği için şarap içmekten pişman olsa dinen tövbe etmiş olmaz. ''Bir daha dönmemek üzere” sözümüzün amacı, başta söylenen şeyi daha güçlü ifade etmek içindir. Çünkü fiile pişman olan kimse ancak böyle olabilir. Bundan dolayı hadiste “pişmanlık tövbedir” buyrulmuştur. Ancak bu açıklamaya şöyle itiraz edilmiştir: Geçmişte yaptığı bir fiile pişman olan kimse o fiili şimdi veya gelecekte yapmak isteyebilir.

Bu kayıt, bu durumdan sakınmak içindir. Hadiste gelen ifade ise tam bir pişmanlığa yorulur. Tam pişmanlık, bir daha asla dönmeme azmiyle birlikte olan pişmanlıktır. Bu itiraz şöyle reddedilmiştir: isyan olması bakımından isyana pişmanlık, bu azmi gerektirir. Nitekim bu, kapalı değildir.

“Yapma gücü bulunduğu halde” dememizin nedeni şudur: Zina yapma gücünü yitiren ve bu gücü tekrar kazanma ümidi de kesilen kimse zinayı terk etmeye azmettiğinde tövbe etmiş olmaz. Ancak bu açıklama sorunludur. Çünkü “yapma gücü bulunduğu halde” sözü, “dönmemek” sözünden alınan fiili terketmenin zarfıdır. Onunla kayıtlanmasının nedeni de şudur: Bir vakitte fiili terk etme azmi ancak o vakitte yapma ve yapmamaya güç yetiren kimse için düşünülebilir.

Bu durumda kaydın faydası şudur: Terketme azmi mutlak değildir ki yapma gücü alınan ve bir daha elde etme umudu da kesilen kimsenin bu azmi sergilemesi düşünülemesin. Aksine o, yapma gücünün bulunduğu varsayımıyla kayıtlıdır. Dolayısıyla yapma gücü alınmış kimsenin de bu azmi sergileyeceği düşünülebilir. Âmidî’nin sözü de bizim anlattığımızı desteklemektedir. Çünkü o şöyle demiştir: “Bizim ‘gelecekte o şeyi yapmaya ehil olduğu esnada’ dememizin nedeni zina eden sonra da iktidarsızlaşan veya ölmek üzere olan kimsenin durumundan sakınmaktır.

Zira bu kimsenin gelecekte o fiili yapmamaya azmetmesi düşünülemez, çünkü o fiili yapması düşünülemez. Bununla birlikte yaptığına pişman olursa tövbesi kabul olur. Bu hususta Selefin icmaı vardır. Ebû Hâşim el-Cübbâî ‘zina eden kimse iktidarsızlaştığında tövbesi sahih değildir, çünkü o zina etmekten acizdir’ demiştir. Ancak bu yanlıştır. Zira o kişi korkutucu bir hastalığa yakalanmışken zina ve diğer günahlarına tövbe etse gelecekte onu bu fiilden aciz bırakan şeyin olması mümkün olsa bile onun tövbesinin sahih olduğunda icma vardır.” Bunlar, Amidî’nin sözleridir.

Yine yazarın “tövbe etmiş olmaz” sözü, bunun herkesin veya çoğunluğun tercihi olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, Ebû Hâşim el-Cübbâî dışında herkese göre iktidarsızın tövbesinin sahih olduğunu söylemesiyle çelişmektedir, iyi düşün!



Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,cilt:3,syf:594-596

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

Ashâbımızın Sevap, Azap ve Bu ikisine İlişkin Meseleler HakkındakiGörüşü



Bu hususta bir kısım bahisler vardır.

Birincisi: Demişlerdir ki sevap, Allah’ın fazlıdır ve Allah sevabı vaat etmiştir ve herhangi bir zorunluluk olmaksızın bu vaadine vefa gösterecektir. Çünkü vaadinden dönmek, yüce Allah için bir eksiklik demektir. Niçin zorunlu olmadığı daha önce defalarca anlatılmıştı. Yine demişlerdir ki azap Allah’ın adaletidir. Çünkü her şey Allah’ın mülküdür. O, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Allah azabı affedebilir. Çünkü af, Allah’ın fazlıdır. Akıl sahipleri nezdinde tehditten dönmek, bir eksiklik görülmez tersine övülür.

İkinci bahis: Müslümanlar, kafirlerin ateşte ebediyen kalacağında ve azaplarının kesintiye uğramayacağında görüş birliğine varmışlardır. Kafirler ister peygamberlerin mucizeleri hakkında ellerinden gelen çabayı sarfedip düşünsünler ama hidayete ermesinler isterse onların peygamber olduğunu bilsinler ama inat veya tembellik etsinler fark etmez.

İslâm dininin dışında bir grup, bir kısım gerekçelerden dolayı kafirlerin ebediyen azapta kalacağını inkar etmiştir. Birinci gerekçe: Cisimsel güç, daha önce geçtiği gibi, sayı ve süre bakımından sonludur. Dolayısıyla onun tükenmesi gerekir. Hayat gücü ve buna bağlı duyu ve hareket tükendiği ve duyumsama kalmadığında azap olması düşünülemez. Bu şüphe aynıyla cennet ehline verilen nimetlerin kesilmesinde de geçerlidir.

Cevap, cisimsel gücün sonlu olduğunu men etmektir. Daha önce onların bu sonluluğun ispatı hakkında tutunduğu delillerin yanlışlığı anlatılmıştı.

İkinci gerekçe: Sürekli bir yakma varken hayatın devam edeceğini söylemek, aklın ilkelerinin dışına çıkmaktır.

Cevap: Bu, hayat için bünyeyi ve mizaç itidalini şart koşmaya dayalıdır. Oysa biz bunu kabul etmiyoruz. Aksine hayat yüce Allah’ın yaratmasıyla olur. Allah ise hayatı sürekli yaratabilir veya canlıda ateşten acı duymasına rağmen ateşle tahrip olmayan bünyeye sahip bir güç yaratabilir. Nitekim Allah bu gücü ateşten acı duymayan semenderde yaratmıştır. Semender sığınağı ateş olan bir hayvandır.

Üçüncü gerekçe: Tecrübeyle bilinmektedir ki ateşin rutubeti yavaş yavaş yok etmesi gerekir. Buna göre iş, sonunda rutubetin yok olmasına varır. Çünkü rutubet sonludur. Bu takdirde o rutubet sayesinde birbirine tutunan parçalar dağılır ve hayat kalmaz. Dolayısıyla da azap devam edemez.

Cevap: Rutubetin ateşle tükenmesi bize göre zorunlu değildir, aksine yüce Allah’ın kudretiyle rutubeti tüketmesi sayesindedir. Oysa Allah tüketmeyebilir veya tüketip yerine benzerini yaratabilir. Dolayısıyla da parçalar dağılmaz, aksine hayat devam eder.

Câhız ve Abdullah b. Haşan el-Anberî şöyle demiştir: Bizim sözünü ettiğimiz bu sürekli azap ancak inatçı ve yetersiz çaba sarfeden kafir hakkındadır. Ama elinden geçen çabayı gösteren eğer Islâm’a ulaşamadıysa ve doğrunun delilleri ona görünmediyse o, mazurdur ve azabı kesilecektir. Böylesi bir şahıs nasıl olur da gücü yetmediği şey olan peygamberi tasdikten sorumlu tutulabilir ve nasıl olur da kendisi açısından herhangi bir kusurun gerçekleşmediği şeyden dolayı azaba duçar olur!

Bil ki kitap, sünnet ve muhaliflerin çıkışından önce oluşan icma, bu görüşü çürütmektedir. Hatta deriz ki bu, dinden zorunlu olarak bilinenlere aykırıdır. Zira kesin olarak bilinmektedir ki Hz. Peygamber (s.a.) zamanında öldürülen ve daimî olarak ateşte kalacaklarına hükmedilen kâfirlerin hepsi inatçı değildir. Aksine kimileri çaba gösterdikten sonra küfre inandı. Kimisi olanca gayretini sarfettikten sonra kuşkusunda kaldı. Fakat Allah onların kalplerini mühürledi, gönüllerini Islâm’a açmadı ve dolayısıyla İslâm’ın hakikat olduğu sonucuna varamadılar. Muhaliflerden önce hiç kimseden Câhız ve Anberî’nin söylediği bu fark nakledilmemiştir.

Üçüncü bahis: isyankarlar arasında kafir olmayanlar ve büyük günah işleyenler, ateşte ebedi kalmayacaklardır. Zira âyette “Kim ki zerre ağırlığında bir iyilik yapsa onu görecektir”(Zilzal,7) denilmektedir. Kuşkusuz büyük günah işleyen kimse bir iyilik yapmıştır ki bu iyilik onun imamdır.

İyiliğini görmesi ise ya ateşe girmesinden önce olacak ve sonra ateşe girecektir ya da ateşe girdikten sonra olacaktır. Birincisi, icma ile yanlıştır. İkincisi yani onun ateşten çıkması ve orada ebedî olmaması ise varmak istediğimiz sonuçtur.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,cilt:3,syf:582-584

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

İhtilaflı Sıfatlar

....

Üçüncü sıfat istivâdır. Zira yüce Allah “Rahman arşa istivâ etmiştir”(Taha,5) âyetinde kendisini istivâyla nitelemiştir. Ashap istivâ hakkında ihtilaf etmiştir. Çoğunluk istivânın hükümranlık demek olduğunu söylemiştir. Bu takdirde istivâ kudret sıfatına varmaktadır. Şair şöyle demiştir: “Amr Irak’a istivâ etti // kılıçsız ve kan dökmeden”. Bu şiirde istivâ hâkim olmak anlamındadır. Bir başka şair şöyle demiştir: “Onlara baskın çıktığımız ve istiva ettiğimizde // Bıraktık onları yem olarak akbaba ve kuşlara”. Bu şiirde “istivâ ettik" ifadesi “hakim olduk” anlamındadır.

Şöyle denemez: Hakim olma anlamındaki istivâ yüce Allah hakkında imkânsız olan karmaşa, direnme ve baskın çıkma hissini uyandırmaktadır. Yine Allah'ın özel olarak arşa istiva ettiğinin söylenmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü O’nun hükümranlığı her şeyi kuşatmaktadır.

Çünkü biz birinciyi, söz konusu durumları hissettirdiğini men ederek cevaplıyoruz.Nitekim “Allah işine galiptir”(Yusuf,21) âyetinde olduğu gibi “galip” kelimesi onu hisset- tirmemektedir. Evet, bazen bu şeyler hususi bir durumda hükümranlığın nispet edildiği kimsenin kendi özelliğinden dolayı düşünülmektedir.

İkinciyi ise şöyle cevaplıyoruz: Anlam, yüce olanın aşağı olan üzerinde bulunduğunu hissettirmektir. Zira vehimlerde yerleşik düşünce şudur: Arş en büyük yaratıktır. Dolayısıyla arşa hakim olan, kesinlikle diğerlerine de hakim olur. Bu, daha düşükle daha yüce olana yönelik meşhur dikkat çekmenin aksidir ve her ikisi de doğrudur. Zira üstün olan şey, bir duruma daha layıksa daha düşüğün o duruma sahip olmasından daha yücenin de o duruma sahip olduğu anlaşılacağı gibi bunun tersi de daha düşük bir duruma daha layık olduğunda anlaşılır.

'Denilmiştir ki burada istivâ, yönelmek/kastetmek demektir. Bu durumda istiva, irade sıfatına dönmektedir. Bunun örneği, “Sonra göğe doğru istiva etti"(Bakara,29) âyetidir. Âyette “göğe yöneldi” anlamı kastedilmektedir. Fakat hu. tızük bir görüştür. Çünkü yönelme anlamındaki istivâ hakim olma anlamına gelen istilâ gibi “alâ” edatıyla değil, yönelme anlamındaki kasıtta olduğu gibi "ilâ" edatıyla geçişli hale getirilmektedir.

Şeyh Eş'ari iki görüşünden birinde istivânın ne olduğunu bilmesek bile, önceki sıfatlara raci olmayan zait bir sıfat olduğunu söylemiş ama buna her hangi bir delil getirmemiştir. Zikredilen ihtimal varken istivânın müstakil bir sıfat olduğunu kabulde zahir âyet ve hadislere dayanmak doğru değildir. Bu itimal, istivâ ile hakim olmanın veya zayıf olmakla birlikte yönelmenin kastedilmiş olmasıdır. Doğrusu, duraksamak ve bununla âyette geçen istivânın cisimlerin istivâsı gibi olmadığını kesinlemektir.

Dördüncü sıfat, yüzdür. Yüce Allah “Rabbinin yüzü bâkî olacak”(Rahman,27) ve "O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır”(Kasas,88) buyurmuştur, iki görüşünde birinde Şeyh Eş‘arî ile Ebû Ishak el-Isferâînî ve Selef yüzün yukarıda anlatılan sıfatlara zait sübûtî bir sıfat olduğunu kabul etmiştir. Şeyh bir diğer görüşünde yüzün varlık anlamına geldiğini söylemiş ve Kâdî Ebû Bekir el-Bâkillânî de ona katılmıştır. Bu durumda yüz, hakkında kesin bir hükmün bulunmaması ve ihtimal varken zahir naslara güvenilmemesi hususunda istivâ gibidir.

Uyarı: Yüz dilde hakikat olarak özel organ için vazedilmiştir. Ama yüce Allah hakkında bu organın kastedilmesi mümkün değildir. Yüz bizim bilmediğimiz başka bir sıfat için vazedilmiş değildir. Hatta muhatabın düşünemediği bir şey için vazedilmesi mümkün değildir. Zira vazlardan kasıt, anlamların anlatılmasıdır. O halde yüzün mecaz olarak kullanıldığı açığa çıkmaktadır. Yüzün anlaşılan ve delille sabit olan bir şeyin mecazî anlatımı oluşu ise açıklık kazanmıştır. Bu ise yüzle zâtın ve bütün sıfatların mecazî olarak kastedilmiş olmasıdır. Zira bâkî olan şey, yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla birlikte zâtıdır, bunun dışındakiler yok olacaktır ve bâkî değildir.

Beşinci sıfat eldir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah'ın eli onlann eli üzerindedir”(Fetih,10), “iki elimle yarattığım şeye secde etmeni engelleyen nedir?”(Sad,75). Bu nedenle Şeyh Eşarî iki organ anlamında olmamakla birlikte zât ve diğer sıfatlar üzerine zait iki sıfatı kabul etmiştir. Selefin görüşü budur ve bazı kitaplarında Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânı de bu görüşe meyletmiştir. Çoğunluk ise iki elin kudretten mecaz olduğunu söylemiştir. Çünkü elin kudret anlamında kullanımı yaygındır, “iki elimle yarattım” sözü, yetkin bir kudretle yarattım demektir. İki kudret kastedilmemiştir.

Bütün yaratılmışlar yüce Allah’ın kudretiyle yaratıldığı halde Adem'in özellikle kudretle yaratıldığının söylenilmesi,onu şereflendirmek ve yüceltmek içindir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bütün yaratılmışların sahibi olduğu halde “Evimi temizleyin”(Bakara,125) âyetinde Kabe’yi teşrif etmek için kendisine nispet etmesi gibidir. Yine “Benim kullarım üzerinde senin herhangi bir hükümranlığın yoktur”(Hicr,42) âyetinde müminleri teşrif etmek için özel olarak kullarım diye nitelemesi gibidir.

Mu’tezile sıfatların reddedilip hallerin olumlanması ilkesine dayalı olarak demiştir ki el, kâdirlikten mecazdır. Onların bir kısmı elin nimetten mecaz olduğunu söylemiştir. Fakat bu, çok zayıf bir görüştür. Çünkü yaratmanın ele nispetiyle uyuşmamaktadır.

Denilmiştir ki el zait bir sıfattır. Bu yukarıda geçen Şeyh ve Selefin görüşünün tekrarıdır. Bazı nüshalarda “sıfat” kelimesi yerine “sıla” geçmektedir. Buna göre “iki elimle” lafzı zait olmaktadır. Nitekim şair “Dara düştüm Misver’den yardım istedim // İmdadıma koştu, kölesi olayım Misver’in iki elinin”. Fakat bu görüş, son derece zayıftır.

El sıfatının tahkiki, ilkindeki yani yüz hakkında söylediğimiz şu tahkik gibidir: O, organ için vazedilmiştir. Organın Allah hakkında kullanılması imkânsız olduğundan anlaşılabilir bir anlamın mecazî anlatımı olarak yorumlanmalıdır. Bu anlam ise kudrettir.

Altıncı sıfat, iki gözdür. Yüce Allah “gözlerimizin önünde seyrediyor”(Kamer,14) ve “Gözümün önünde yetişesin diye”(Taha,39) buyurmuştur. Şeyh Eş‘ari bazen bunun diğer sıfatlara zait bir sıfat olduğunu bazen de onun “görme”den ibaret olduğunu söylemiştir. Buna ilişkin açıklama, biraz önce geçen açıklamadır. Buna göre Allah’a organ nispet edilmesi imkânsızdır. Bizim bilmediğimiz bir sıfatın mecazî anlatımı olması ise ifadeyi anlaşılmaz kılar. O halde onun görmenin yahut koruma ve gözetmenin mecazî ifadesi olması gerekir. Çoğul kipi ise tazim içindir.

Yedinci sıfat yan sıfatıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Nefis der ki yazıklar olsun, Allah’ın yanındaki aşırılıklarıma”(Zümer,56). Bunun zait bir sıfat olduğu söylenmiştir. “Allah’ın yanı” ifadesiyle “Allah’ın emri” anlamının kastedildiği söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demiştir: “Aşığın yanı hususunda Allah’tan korkmuyor musun? //Onun sımsıcak bir ciğeri ve ışıldayan bir gözü vardır''.

Şiirdeki "terakraku/ışıldayan" kelimesi, parıldamak ve hareket etmek demektir. içeceğin ışıldaması, parlaması yani gelip gitmesi demektir. Aynı şekilde gözde dolaştığı zaman gözyaşı da böyledir. Yahut cenb/yan kelimesiyle cenâb anlamı kastedilmiştir. “Onun yanına/cenbine sığındı ” sözü "onun katına ve haremine sığındı'' demektir.

Sekizinci sıfat, ayak/kadem sıfatıdır. Hz. Peygamber (s.a.) uzun bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bunun üzerine Cebbâr ayağını ateşe basar da artık ateş ‘yeter yeter’ der.” Başka bir rivayette şöyle denilir: “Ta ki izzetin Rabbi ayağını ateşe basar. Bunun üzerine cehennem birbirine çekilir ve ‘senin izzet ve keremine yemin olsun ki yeter’ der”. Başka bir rivayette ise “Cehenneme ‘doydun mu’ denir. Cehennem de ‘daha yok mu’ der. Ta ki Rab ayağını cehenneme basar ve bunun üzerine Cehennem ‘yeter yeter’ der” denilir. Hadisteki Cebbâr’ı Cehennemin bekçisi olan Mâlik olarak yahut sorumlulukları yerine getirmekten geri duran kimse olarak yorumlamaya iltifat edilmez. Nasıl olur! Enes rivayetinde “Allah ayağını ateşe koyuncaya dek ateş dolmaz” şeklinde geçmektedir.

Dokuzuncu sıfat parmaklardır. Hz. Peygamber (s. a.) şöyle demiştir:

“Müminin kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır." Başka bir rivayette şöyle buyrulmaktadır: “Bütün Adem oğullarının kalpleri tek bir kalp gibi Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Rahman onu dilediği gibi çevirir.” Oysa Allah’a organ nispet edilmesi mümkün değildir. Yorum, iki el hakkındaki gibidir.

Onuncu sıfat, sağ eldir. Yüce Allah "gökler onun sağ elinde dürülüdür"(Zümer,67) buyurmaktadır. Bunun tevilinin tam kudret olduğu açıktır.

On birinci sıfat tekvindir. Haneftler “Ol der o da oluverir”(Gafir,68) âyetine tutunarak tekvinin meşhur yedi sıfat üzerine zait bir sıfat olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre “ol” sözü, hâdislerin oluşunu yani varlığını öncelemiştir ve bu sözle kastedilen, tekvin, var etme ve yaratmadır. Harıefiler şövle demiştir: Tekvin kudretten başkadır. Çünkü kudretin eseri olabilirliktir/sıhhat. Olabilirlik ise olmayı gerektirmez. Dolayısıyla oluş, kudretin eseri olamaz,tekvinin eseri ise oluştur.

Cevap: Olabilirlik imkândır. İmkan ise mümkünün zâti vasfıdır. Dolayısıyla kudretin eseri olamaz. Zira şeyin zâtından kaynaklanan özellik, başkasının sonucu olamaz. Aksine o şeyin kendinde imkânı, onun makdûr olmasının illetidir. Bu bağlamda “bu, makdûrdur, çünkü mümkündür” ve “bu makdûr değildir, çünkü zorunlu veya imkânsızdır.'' denir. Öyleyse kudretin eseri makdûrun oluşu ve varlığıdır, olabilirliği ve imkânı değil. Dolayısıyla böyle eseri oluş olan başka bir sıfatın kabul edilmesine gerek kalmamaktadır.

Eğer şöyle denirse: Kudretin eseri yaptığımız olabilirlikle kastedilen şey, failin tesiri ve var etmesi anlamında fiilin olabilirliğidir, yoksa yapılan şeyin kendinde olabilirliği değildir. Yapılan şeyin kendinde olabilirliği, onun başkasıyla talîl edilmesi mümkün olmayan zâtî imkânıdır. Fakat birinci olabilirlik, faile kıyasladır ve kudretin eseridir. Çünkü kudret, fâilin makdûru olan şeyin yapma ve yapmama taraflarını eşit şekilde tercih etmesini mümkün kılan sıfattır. Dolayısıyla iki tarafın belirli olarak biri failden kudretle meydana gelmez. Aksine onun meydana gelmesi için yalnızca o tarafa taalluk eden başka bir sıfat olması gerekir. İşte bu sıfat tekvindir.

Biz şöyle deriz: İki taraftan her biri kudretin eseri olmaya elverişlidir. Fakat onlardan belirli olarak birinin kudretten çıkması için belirli bir tahsis ediciye ihtiyaç duyulur. İşte bu tahsis edici de o tarafa taalluk eden iradedir. Bu takdirde oluşun ona taalluk eden irade vasıtasıyla onda müessir olan kudretten başka bir ilkesine ihtiyaç duyulmaz. Miraç gecesini anlatan hadiste şöyle geçmektedir: “Avucunu kürek kemiklerim arasında koydu ki serinliğini göğsümde hissettim.” Şimdi Müşebbihenin yaptığı gibi Allah’a organ nispet etmek doğru değildir. Bu sebeple “Allah bildik avuçlar gibi olmayan bir avuca sahiptir” denilmiştir. Hadisteki avuçla kastedilenin yönetim olduğu söylenmiştir. Bu bağlamda “Falan falanı avucunun içine almış” denir ve bununla onu idare ettiği anlatılır.

Buna göre hadiste anlatılmak istenen şey, Allah’ın Hz. Peygamber’i idaresindeki lütufları ile Hz. Peygamber’in bu lütufların ferahlığını hissettiğini açıklamaktadır. Çünkü her türlü ferahlığa, rahatlığa ve hoşnutluğa serinlik denir. Hadislerde yüce Allah’ın azı dişleri görününceye kadar güldüğü söylenmektedir. Bunu hakiki anlamına yormak mümkün değildir. Bu nedenle Allah bizim gülmemiz gibi olmayacak şekilde güler denilmiştir. Gülmenin yorumunun, her işte iyilik ve başarı müjdelerinin açığa vurulması olduğu söylenmiştir. Bu anlamda bahçenin çiçekleri açtığında “bahçe güldü” denir. Buna göre gülmenin anlamı, hayır ve başarı müjdelerinin O’ndan açığa çıkması iken azı dişlerinin görünmesi,O’ndan olması beklenen şeyin künhünün ortaya çıkmasıdır.

Beyan ilminde behresi olan kimse, anlamın açıklığı ve haşmetini dikkate alarak ve anlamın düşüklüğünü doğuracak şeylerden yüz çevirerek zikredilen müteşabih âyet ve hadislerin çoğunu temsil ve tasvire ve bir kısmını da mecaza yorar. Sana düşen bu âyet ve hadislerde derinlemesine düşünmek ve onlara yaraşır anlamlara yormaktır. Yardım istenen Allah’tır ve güven O’nadır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,(Eş'ari Kelamı) cilt:3,syf:174-184

Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »

Yüce Allah Cisim Değildir

İkinci Maksat:

Yüce Allah’ın cisim olmadığı Ehl-i Hakk’ın görüşüdür. Bazı cahiller O’nun cisim olduğunu düşünmüşler sonra da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Buna göre Kerrâmiyye’nin bir kısmı şöyle demiştir: O cisimdir yani mevcuttur. Kerrâmiyye içinde başka bir grup ise O’nun cisim olduğunu yani kendi başına var olduğunu söylemiştir. Bu iki açıklamaya göre onlarla tartışma yalnızca isimlendirmede yani cisim lafzının Allah’a söylenip söylenmeyeceğindedir. İsmi söylemenin dayanağı ise dinin bildirmesidir. Oysa burada dinin bildirimi söz konusu değildir.

Mücessime ise şöyle demiştir: Allah gerçek anlamda bir cisimdir. Bu bağlamda O’nun et ve kandan birleşik olduğu söylenmiştir. Mesela Mukâtil b. Süleyman ve başkaları böyle demiştir. O’nun beyaz bir külçe gibi parıldayan bir nur olduğu ve kendi karışıyla yedi karış uzunluğu bulunduğu söylenmiştir. Mücessimeden bazıları aşırıya giderek O’nun insan biçiminde olduğunu söylemiştir. Bu bağlamda O’nun aşırı derecede kıvırcık saçlı tüysüz bir delikanlı olduğu söylendiği gibi saçı sakalı ağarmış bir yaşlı olduğu da söylenmiştir. Allah, sapkınların sözlerinden münezzehtir.

Bunların yanlışlığında dayanılacak delil şudur: Eğer O, cisim olsaydı mekânlı olurdu. Oysa bunun yanlışlığını birinci maksatta ortaya koymuştuk. Yine bu durumda O’nun bileşik ve hâdis olması gerekir. Çünkü her cisim böyledir. Yine O, cisim olsaydı cisimlerin ya bütün sıfatlarıyla ya da bir kısım sıfatlarıyla nitelenirdi. Bütün sıfatlarıyla nitelenmesi durumunda iki zıt bir araya gelir.

Bir kısım sıfatlarıyla nitelenmesi durumunda orada dışarıdan bir müreccih yoksa müreccihsiz tercih yahut O’nun zâtının söz konusu bir kısım sıfatla nitelenmek için başkasına muhtaç olması gerekir. Müreccihsiz tercihin gerekmesinin nedeni yüce Allah’ın zâtının o sıfatların tamamına nispetinin eşit olmasıdır. Yine O, cisim olması halinde sonlu olacak ve dolayısıyla belirli bir miktara ve hususi bir şekle sahip olacaktır.

Diğer cisimlerin değil de O’nun bu miktar ve şekle sahip olması ise müreccihsiz tercih olmaması için O’nun zâtının dışında bir tahsis ediciyle olur. Bu takdirde de O’nun söz konusu şekil ve miktarla nitelenmesi için başkasına muhtaç olması gerekir. Onların delili ise daha önce geçen şu istidlâldir: Her mevcut bedîhenin tanıklık ettiği üzere ya mekânlıdır ya da mekânlıya yerleşmiştir. İkincisi yüce Allah hakkında düşünülemez. Birincisi ise cisimdir. Yine kendi başına kâim olan her şey cisimdir. Bir diğer delil grubu ise O’nun cisim olduğuna delalet eden âyet ve hadislerdir. Bunların cevabı da orada verilen cevabın aynısıdır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi(Eş'ari Kelamı),cilt:3,syf:48

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?

 Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?
Namaz kılan derken ehl-i kıble kastedilmektedir. Daha önce imanın hakikati meselesinde bunun açıklaması geçmişti. Buradaki amacımız muhaliflerin görüşlerini zikretmek ve onların şüphelerini cevaplamaktır. Hariciler bu kimsenin kafir olduğuna, Hasan el-Basri münafık olduğuna, Mutezile ise ne mümin ne de kafir olduğuna vardı
Haricilerin bir kısım delilleri vardır.

Birincisi şu ayettir: ''Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”(Maide 44) Zira âyette geçen “men” edatı,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkesi kuşatır. Dolayısıyla tasdik eden fasık kişi de âyetin kapsamına girer. Yine onların kafir olmasının gerekçesi, hükmetmeme olarak açıklanmıştır. Şu halde Allah’ın indirdiğiyle hükmet­meyen her kişi kafirdir. Fâsık da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemektedir.

Biz şöyle deriz: Mevsuller genellik bildirmez, aksine genellik ve özelliğe muhtemel olan cinslik ifade eder. Kastedilen, Allah'ın indirdiklerin­den kesinlikle hiçbiriyle hükmetmeyenlerdir. Bu kişilerin kafir olduğunda herhangi bir tartışma yoktur. Yahut şöyle deriz: Allah’ın indirdiğiyle kastedi­len Tevrat'tır. Âyetin başı buna karine oluşturmaktadır: “Tevrât'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş peygamberler onunla Yahûdilere
hükmederlerdi.”(Maide,44)Oysa bizim ümmetimiz Tevrâtla hükmederek kulluk et­memektedir. Dolayısıyla hüküm Yahûdilere özgüdür. Şayet Tevrât’la hük­metmezlerse onların kafir olması gerekir. Biz bunun gereğini kabul ediyoruz.

Hâricîlerin ikinci delili şu âyettir: “Biz kafirden başkasına ceza mı veririz"(Sebe,17) Bu âyet, cezalandırılan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Büyük günah işleyen de “Kim kasten birini öldürürse onun cezası ebedî cehennemdir”(Nisa, 93)âyeti nedeniyle cezalandırılacaktır. O halde büyük günah işleyen de kafirdir.

Biz deriz ki bu, zâhiri terk edilen bir âyettir. Çünkü âyetin zâhiri, cezayı kafirliğe hasretmektedir. Oysa bu, kesinlikle terk edilmiştir. Zira kafirden başkası da ceza/karşılık görmektedir. Bu ceza ise ödüllendirmedir. Çünkü ceza hem sevabı hem de azabı içermektedir. Yine sadece kafirlere ceza verilmesi terk edilmiştir çünkü âyette şöyle denilmektedir: “Bugün her nefis, yaptıklarının karşılığını/cezasını görecek.”(Mümin,17) Şu halde âyetin kafire mahsus bir cezaya yorulması gerekmektedir. Nitekim âyetin siyakı yani “işte biz onları küfürleri sebebiyle cezalandırdık”(Sebe,17) ifadesi de buna delalet etmektedir. Buna göre an­lam şudur: “O karşılık / ceza, kafirden başkasına verilir mi?” Büyük günah işleyen kimse ise kafire mahsus cezadan başka bir cezaya uğrayacaktır.

Üçüncüsü, haccın farz olduğunu bildirdikten sonra gelen şu âyettir “Her kim inkar ederse" yani haccetmezse 'Allah âlemlerden müstağnidir”(Ankebut,6) Âyette haccı terk etmek küfür sayılmıştır.

Biz şöyle deriz: Kastedilen haccın farz olduğunu inkar edenlerdir.Bu kişinin kafir olduğunda da kuşku yoktur.

Dördüncüsü, yüce Allah’ın Hz. Musa ve Hz. Harun’dan tahkiye ettiği şu âyettir: “Bize yalanlayıp yüz çevirene azap edileceği vahyedildi.”(Taha,48) Bu âyet azabın yalanlayanla sınırlı olduğuna delalet etmektedir ve yalanlayan da kafirdir. Kuşkusuz fasık azap görecektir zira onun hakkında tehdit gelmiştir.

Biz şöyle deriz: Bu da zâhiri terk edilen bir âyet olup görüş birli­ğiyle şarap içen ve zina edenin azabına mahsustur. Oysa bu kimseler yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar bile yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Belki yalanlamış durumuna düşmektedirler ama yalanlayan kimse ile yalanlamış duruma düşen kimse arasında fark vardır.

Beşincisi şu âyettir: “Sizi alev alev yanan bir ateşle uyardım. Ona ancak yalanlayan ve yüz çeviren bahtsız kişi girer”(Leyl,14) Bu âyet, ateşe giren herkesin kafir olduğunu göstermektedir. Fâsık yani büyük günah işleyen de ateşe girecektir. Zira fâsıkın ateşe gireceği tehdidini ifade eden genel âyetler vardır.

Biz şöyle deriz: Belki bu özel bir ateştir. Yani “ona girer / yeslâhâ” ifadesindeki zamir, nekre bir ateşe gitmektedir. Belki onun nekre yapılması, türsel birliği ifade etmek içindir. Bu durumda yalnızca kafirin gireceği özel bir ateş olmaktadır.

Altıncısı,tartısı hafif gelen hakkındaki şu âyettir: "Size âyetlerim okunur da siz yalanlamaz mıydınız!”(Müminun,105)Bu takdirde deriz ki fâsık, iyilikleri­nin azlığı nedeniyle tartısı hafif gelenlerdendir. Tartısı hafif gelen herkes, sözü edilen âyetin gösterdiği gibi yalanlayandır. Her yalanlayan ise kafirdir.

Biz şöyle deriz: Tersine fâsıkın tartısı imanla ağır gelir. Dolayısıyla o, tartısı hafif gelenlere girmez.

Yedincisi, “O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüz­leri kararanlar, iman ettikten sonra inkar mı ettiniz!“(Al-i İmran,106) âyetidir. Fasık masiyet sebebiyle yüzü kararanlardandır. Dolayısıyla da fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Her fâsıkın kıyamet günü böyle yüzü kararanlardan olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü âyet, bunu gerektirmemektedir. Aksi­ne ayet, iman ettikten sonra inkar eden bir kısım kafirler hakkında gelmiştir. Çünkü âyette ”iman ettikten sonra inkar mı ettiniz' denmektedir.

Sekizincisi: Büyük günah işleyen, amel defterleri soldan verilecek­lerdendir. Yüce Allah “Âyetlerimizi inkar edenler, defterleri soldan verilecek kimselerdir.Ayet, amel defteri soldan verilen herkesin ise kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: Sizin âyetin anlamına ilişkin söylediğiniz bu şey, aksini vehmettirme türündendir. Zira o, inkar eden herkesin amel defteri soldan verileceklerden olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, sizin vehmettiğiniz gibi, tümel olarak döndürülmez.Yine sizin bu âyetle istidlâliniz,dinin zorunlu unsurlarını tasdik eden zinakar ve hırsızla nakz olmaktadır. Çünkü bu ikisi, yalanlamadıkları halde defteri soldan verileceklerdendir.

Dokuzuncusu şu âyettir: “Kimler bundan sonra inkar ederse, işte onlar fâsıktırlar.”(Nur,55) Bu âyet, mübtedanın haberle sınırlı olduğunu göstermektedir. Nihâyetü’l-Uküla uygun doğru ifade “haberin mübtedayla sınırlı oldu­ğunu göstermektedir” şeklindedir. Bu takdirde her fâsık kafirdir.

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz sınırlamanın âyetten çıkarıldı­ğını men ediyoruz.Çünkü kafir başlangıçta böyledir yani dil bakımından fasıktır. Bununla birlikte fâsık lafzı yeni örfte kâfire söylenmemiştir. Dolayısıyla da bundan sonra fasık mutlak olarak inkar edenle sınırlı değildir. Aksi­ne kafirle sınırlı olan, yalnızca tam fasıktır.

Onuncusu şu âyettir: “Allah’ın rahmetinden ancak kafir topluluk umut keser”(Yusuf,87). Fâsık, Allah’ın rahmetinden yani sevabından umutsuzdur.

Biz şöyle deriz: Fâsığın umutsuz olduğunu men ediyoruz. Çünkü imam sebebiyle onda umut vardır.

On birincisi şu âyettir: "Sen kimi ateşe sokarsan onu rezil edersin”(Al-i İmran,192) Ayrıca şu âyet: “Bugün rûsva ve kötü olacaklar kafirlerdir.Bunun takriri şöyledir: Fâsık, kuşatıcı tehdit âyetleri nedeniyle, cehennem ateşine girecektir. Ateşe giren herkes ise ilk âyet nedeniyle rezil olacaktır. Rezil olan herkes ise ikinci âyet nedeniyle kafirdir.

Biz Şöyle deriz: Lam almış müfret -ki burada “hızy / rezillik" kelimesidir- bize göre genel değildir. Dolayısıyla rezilliğin mutlak olarak kafirle sınırlı olması gerekmez. Yahut şöyle deriz: Genel olduğu kabul edildiği tak­dirde onunla kastedilen, tam rezilliktir. Bu durumda tam rezilliğin fertlerinin  kafirle sınırlı olması gerekir, mutlak olarak rezilliğin fertlerinin değil.

On İkincisi şu âyettir: “Kitabı solundan verilen ise diyecek ki keşke kitabım verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; keşke bu iş son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı; saltanatım da yok olup gitti. Onu yakalayın da bağlayın, sonra alevli ateşe atın, sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle oraya sokun! Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu.”(Hakka,25) Fâsığın kitabı sağından verilmeyecektir. Bu açıktır. Tersine solundan verilecektir. Çünkü orada üçüncü bir şık yoktur. Şu halde fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Yüce Allah o günde iki bölük insandan söz etmiştir. Bunlar, kitabı sağından verilenler ile kitabı solundan verilenlerdir. Bu durum, üçüncü kısmın olmadığını göstermez. Çünkü onların bir kısmının kitabı ellerine verilmeyip okunabilir. Ayetin nazmında buna aykırı bir şey yoktur. Aynca tahsis açıktır. Yani insanların bu iki bölükten ibaret olduğunu kabul etsek bile deriz ki “O, yüce Allah’a inanmıyordu” âyeti, kitabı sol taraftan verilen herkesi kuşatmaz. Çünkü ehl-i kıblenin fâsıkları Alah’a iman ederler yani Allah’ı tasdik ederler. Dolayısıyla da “O, iman etmiyordu” ifade­sinin kapsamına girmezler.

On üçüncüsü şudur: Fâsık, başkasına veya kendisine zulmeden­dir. Her zâlim ise kafirdir. Zira âyette “Bilin ki Allah’ın laneti, zâlimlere olsun. Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkar edenlerdir.”(Hud,19)

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz, peygamberlerin bile tekfir edil meşini gerektirir. Çünkü onlar zulümlerini itiraf etmişlerdir. Nitekim Hz, Adem ve Havva “Rabbimiz biz nefsimize zulmettik”(Araf,23), Hz. Musa “Rabbim ben nefsime zulmettim”(Kasas,16), Hz. Yunus “Ben zâlimlerden oldum”(Enbiya,87) demiştir.

Bunun hilli de şöyle denmesidir: “Zalimler” kelimesinden sonra söylenenler, özel bir sıfattır. Bu sebeple her zalimin tekfiri gerekmez.

On dördüncüsü şu âyettir: “Fasıklık yapanlara gelince onların ba­rınağı ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve onlara: 'Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın’ denir.”(Secde,20)Bu âyet, her fâsığın kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: “Fâsıklık yapanlara gelince” sözü, zahir genelliği­ni korumamaktadır. Çünkü o, her fâsığın kıyamet gününü yalanlamasını gerektirmektedir. Oysa bu kesinlikle yanlıştır.

On beşincisi şu âyettir: “Suçlulara sorarlar: Sizi cehenneme düşü­ren nedir? Onlar derler ki: Namaz kılanlardan değildik; yoksulu doyulmaz­dık; dalanlarla biz de dalardık ve ceza gününü yalanlardık” (Müddesir,43) Bu âyetle sabit olmaktadır ki her suçlu ateşe girecektir ve kafirdir. Şüphesiz fâsık da suçlu­dur ve ateşe girecektir.

Biz şöyle deriz: Bunun cevabı daha önce geçmişti. Cevap şudur: Âyetin zahiri alınmaz. Aksi halde her suçlunun kıyamet gününü yalanlıyor olması gerekir. Halbuki bu kesinlikle yanlıştır.

On altıncısı şu âyetlerdir: ''İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapılan açılır ve bekçileri onlara: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınız uyarısında bulunan peygamberler gelmedi mi' derler. ‘Evet geldi' derler. Lâkin azap sözü inkarciların aleyhine gerçekleşir. Onlara ‘ebedi kalacağınız cehen­nemin kapılarından girin; kibirlilerin yeri ne de kötüdür.' denir. Rablerinden sakınanlar ise bölük bölük cennete sürülür. Oraya vardıkları ve cennetin kapılan açıldığında cennetin bekçileri onlara ‘Size selam olsun! Hoş geldiniz. Ebedî kalmak üzere girin buraya!’ derler.”(Zümer,73) Bu âyetlerden öğrenil­mektedir ki insan ya müttaki olup cennete sürülür ya da kafir olup cehen­neme sürülür.

Cevap: Daha önce benzeri geçmişti. Buna göre âyetlerde iki kısmın zikredilmesi, üçüncü kısmın olmadığını göstermez.

On yedincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Kim bir namazı bilerek terk ederse kafir olur” hadisi ile “Kim haccetmeden ölürse ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün” hadisidir.

Biz şöyle deriz: Ahad haberler, muhalifler ortaya çıkmadan önce gerçekleşmiş icmayla gelişemez.

On sekizincisi: Allah’a dost ve düşman olmak birbirine zıttır ve iki­si arasında da vasıta yoktur. Allah’a dostluk iman iken Allah’a düşmanlık küfürdür.

Biz şöyle deriz: Biz iki zıt arasında vasıta bulunmadığını kabul et­miyoruz. Zira karalık ve aklık birbirine zıttır ve ikisi arasında vasıta vardır. Dolayısıyla Allah’a dost olmak ile düşman olmak arasında vasıta olabilir.

Büyük günah işleyenin münafık olduğunu iddia edenler iki delil getirmiştir.

Birincisi naklî delildir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle demiştir: “Müna­fığın alameti üçtür: Söz verdiğinde cayar, konuştuğunda yalan söyler, emanet bırakıldığında hıyanet eder.”

Biz şöyle deriz: Bu zahiri bırakılan bir nastır. Çünkü bir kimseye değerli bir elbise giydirme sözü veren, sonra sözünde durmayan kimse bu hareketinden dolayı icmayla imandan çıkıp nifaka girmez. Denilmiştir ki hadisin anlamı şudur: Bu üç haslet hep birlikte bir şahsın melekesi haline geldiğinde onun münafıklığının alameti olur. Ama meleke haline gelmediyse olmaz. Nitekim Hz. Yusuf un kardeşleri onu koruma sözü vermişlerdi ama sözlerinde durmadılar. Babaları onlardan eman almıştı ama hiyanet ettiler ve “onu kurt yedi” diyerek yalan söylediler. Fakat onların münafık olmadı­ğında görüş birliği vardır. Bununla birlikte bir şeye delalet eden alamet, ba­zen katî olarak delalet etmez. Bu durumda delalet edilen şeyin ondan ayrıl­ması mümkündür.

İkincisi aklîdir. Bu delil şöyledir: Bu delikte bir yılan bulunduğuna inanan bir akıl sahibi, elini o deliğe sokmaz. Eğer bunu iddia eder, ardındanda elini sokarsa inanmadan söylediği bilinir. Büyük günah işleyen için de aynı şey geçerlidir.

Biz Şöyle deriz: Yılanın zararı, hemen olan ve gerçekleşmiş bir durumdur. Oysa günahtan dolayı azap böyle değildir. Çünkü ilerde gelecek ve şimdi gerçekleşmemiş bir durumdur. Zira tövbe ve affedilme mümkündür.
Dolayısıyla bu ikisi farklıdır.

Mu'tezile ise iki delil getirmiştir.

Birincisi: Fâsık ne mümindir ne de kafirdir Mümin değildir çünkü daha önce imanın taatlerden ibaret olduğu anlatıldı Kafir olmadığında icma vardır, çünkü Sahâbe ve onların ardından Selef, zina, şarap içme ve iffetli kadına iftira atılması durumlarında fasığa had uyguluyor, onu öldürmüyor, dinden çıktığına hükmetmiyor ve Müslüman kabristanına defnediyordu. Oysa onlar, kafire böyle muamele yapılmayacağında icma etmişti. Yine âşığın kafir olması, koca karısını zina etmekle suçladığı takdirde liâna ve hâkimin hükmüne gerek kalmadan sadece bu suçlamayla kadının kocasından ayrılmasını gerektirir. Çünkü koca doğru söylüyorsa ka­dın zina etmekle kafir olmuş demektir. Şayet koca yalan söylüyorsa iffetli kadına iftira etmekle kafir olmuş demektir. Dolayısıyla da her iki durumda da ayrılık gerçekleşir.

Biz şöyle deriz: Koca mümindir. Daha önce imanın hakikati mese­lesini ele alırken bu hususta açıklama yapmıştık.

İkincisi, Vâsıl b. Atâ’nın Amr b. Ubeyd’e söylediği ve Amfin da Vâsılın görüşüne dönmesine vesile olan açıklamadır. Bu açıklama şöyledir:

Onun fâsık olduğu görüş birliğiyle mâlûmdur. İmanında ise ihtilaf edilmekte­dir. Diğer deyişle ümmet, büyük günah işleyenin fasık olduğunda icma et­miş ama onun mümin mi yoksa kafir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Biz ihtilaf edilen görüşü bırakıyor ve ittifak edilen görüşü alıyoruz.

Biz şöyle deriz: Daha önce geçtiği üzere büyük günah işleyen ke­sinlikle mümindir ve Vâsıldan önce ümmet bu hususta ihtilaf etmemiştir. Ak­sine ondan önce ümmet mükellefin ya mümin ya da kafir olacağında icma etmiştir.

Üçüncü bir kategori çıkarmak, o iki kısımda sınırlama üzerine oluş­muş icmayı delmek demektir. Dolayısıyla da hiç kuşkusuz yanlıştır.

 

 

Mevâkıf Şerhi (3)
Müellif:Seyyid Şerîf Cürcânî
Çeviren:Ömer Türker
Türkiye Yazma Eserler.
Devamını Oku »